Ahh benim babam, bavemin !
Dile kolay elli sekiz yıl birlikte yaşadıktan sonra, üç yıldır sensiz, bildiğim hayatın yerini alan, bilmediğim hayatı yaşarken;
“sanma ki sen gittin diye,
seninle konuşmaya devam etmeyeceğiz.. “
demiş ya Birhan Keskin, işte onun gibi, yine, her akşam ana haber sonrası yatağımın kenarındaki lila renkli koltukta oturmuşsun, televizyonda “bir kelime, bir işlem.” ‘Vallahi de bildin, aferin’ diyor, ekliyorsun “ biliyor musun, ondan hiç beklemezdim, hiç…Ne yaptı öyle, gördün? Hayret ! dondum.” üzüntün içimi burkuyor, yüreğimi titretiyor.
Biliyor musun baba? bende, hiç beklemezdim., babalar gününün kutlandığı Haziran ayında, dünyadan göçüp, gideceğini. Yıllarca “aman ha! unutmayın hediye almayı” göze sokan; televizyon, bilbord reklamlarıyla, mallarının satışını tırmandırma gayretli, doyumsuz Kapitalistlerin, “kazan, kazan” cinliği, her şey gibi “baba”lık kavramını da delik deşik ettiğinden, “kutlamıyorum” takılmalarında,
böyle günleri önemsemediğimizi, “baba ve anneliğin“ bir güne indirgenemeyeceğini savunanlardandım ya, kaybedince seni, ölüm yıldönümü öncesi “babalar günü” haftasında, kalbimin sensizlikten en sessiz köşesinin, sızlamasından biliyorum, öyle değilmiş…öyle olmuyormuş.
Uzun yıllar, çoğu baba gibi haberinin olmadığı, belki babasız büyüdüğünden sevmediğin ‘tooo, bu nerden çıktı? ‘ umursamazlığında, “gereksiz masraf” hediye, falan da istemediğin “babalar günün” hatırlatıldığınsa, kutlandığında, yine de, hoşuna gider, mutlu olurdun.
Şimdinin, hükümranlığını ilan eylemiş ebeveyn çocuklarının, peşinden sürüklenen büyüklerin çocuk yetiştirme lügatında yer almayan ‘ne gereği vardı, bir tane varken ikincisine…kıs şu kombiyi, vallahi, doğalgaz faturasının altından kalkamayız… birkaç kuruşu bir kenara ayırmak lazım’ söylevine sebep, memur maaşıyla geçinme derdinde, elde çamaşırın, bulaşığın yıkandığı, kuyulardan suyun çekildiği işten, güçten baş kaldırılıp da, evlatla ilgilenecek zaman bulamayan;
Ortadoğu’da doğulduğundan, her an karşılaşılacak ölüm, evsiz, barksız, aç, sefil kalma ihtimali yüzünden, DNA’lara kodlandığı varsayılan “kıtlık bilincinde”, stokçu, ( cimri demeyeyim de) tutumlu EBEVEYNLERDEN OLUNMASI;
“baba; anne bak! ne diyeceğim” sevecenliğinde, bitmeyecek arzu, istek tebliğini “babalık, annelik kutsaldır” kisvesine onaylatarak, ömrün evlada adanmasıyla kendinden, isteklerinden, hayallerinden vazgeçişi, öteleyişi –ebeveyne çocuğun gözünde, kendine hizmet edici statüsü kazandıran – ‘ analık, babalık fedakarlık ister. İnsan, çocuğu için her şeyi yapmalı (peki evlat, niye her şeyden muaf?)’ güzellemeleriyle, mükafatlandıran;
başkasının malına gaspı, çökmeyi normalleştirmiş müesses nizamın geçerli kılındığı Ortadoğu kültürünün izdüşümü; sırf kan bağı var diye ‘protein alması lazım, köfte, pirzola yaptım‘ açıklamasının incittiğini algılamayacak münasebetsizlikte, çocuğuna, eşine hazırladığı yemeği sakındığı annesinin, babasının emeğine “arkamda dağ gibi babam var… alır bir ev, araba… tutar bir kadın…verirsin yazlığı… taksitini sen öde , maaşı alınca …TL verirsin ”le göz dikme yüzsüzlüğünü, sindirten;
“yememden, içmemden kesip edinmiş, vergisini ödemişim. Oğlum, kızım, siz mi aldınız? öldükten sonra kime ne bırakacağıma karar verme hakkı benim olmalı “ tepkisinin verilmediği; malının, mülkünün kullanımına dahi karışan devletin, toplumun biçtiği;
kimseye muhtaç olmaması için, elinde ne varsa harcayıp, en önemli ve gerekli tek şeyi de yaparak okutulan, beş para etmez insanların önünde eğilip işe koyulan çekirdek aile bireylerinin;
evlendikten sonra, geçimini, evsizliğini, arabasızlığını, kirasını, yemesini içmesini, torun bakımını, eğitimini vs, vs çözmesini, isteklerinin karşılanmasını bekleyen; genellikle de annesinin, babasının yerini almayacağını bildiği halde istemeye, istemeye “çıkarsal” işlevinden zorunluluk saydığı “anne’ciğim, baba’cığım” hitaplı eşlerin kontrolündeki evladın, akrabaların da işine geldiğinden dayattıkları; emekliliğinin dahi tadını çıkaramayacak kadar sırta kambur eylenen “ideal, iyi anne, baba” rolünü İTELEYİP, ENGELEYEMEDİĞİNDEN;
keşfedemediği kendini, bir kenara koyduğu isteklerini, hayallerini, yeteneklerini, erteleye, erteleye harcanan ömrün, bir tek kendine faydasızlığının fark edildiği noktanın da, güçten düşülen, hiçbir şey yapılamayacak son vakitlere denk gelmesi, öylesine de can yakıcı, öylesine de kalp acıtıcıdır ki…
Hele de, deli , dolu gençlikte, devrim yolunda yoldaşlarla, aile üyeleriyle, yeğenlerle haşır neşirlikte, halini hatırını, ihtiyaçlarını sormadığını, hayallerine, arzularına aldırmadığını duygularını, düşüncelerini önemsenmediğini, ne yazık ölümünden sonra anlayıp ‘oysa hep yanı başımızdaydı, “babalığı” dışında, kişiliği, mizacı hakkında, meğer, ne kadar az şey biliyormuşum.Ki, nasıl da ince bir espri anlayışına sahip ve tanıdıkları hakkında görüşleri, nasıl da isabetliymiş’ itiraflı, pişmanlıklar görüldüğünde;
Jean Paul Satre’ın “dünyaya çocuk getirmekten daha iyi ne var, ama bazı çocuklara sahip olmak ne büyük haksızlık! ” diskuruna, katkı sunanlardan mıydım acaba ? diye düşünmeden edemedim, baba!
Yuvasını kurduktan sonra, sanki hiç o anne , babayla yaşamamış, çocuğu olmamış, ihtiyaçları karşılanmadan tek başına büyümüş sanrısında dolaşan, çoğu kez akıl vermesine,bilgiç tavırlarına sinirlenilen, baltaya sap olsun diye benliğin, ruhun, elde avuçtakinin harcandığı; ‘evlat değil mi, onurumu ayak altına aldıran, beni her kapıya kul ettiren HÜZNÜNÜN SEBEBİ ;
ülkenin, sorunlarıyla iç içe geçmiş ailesel problemlerle uğraşmaktan bitap yaşlanıldığında, kendine sunulan ya da bırakılacak mal, mülk, para kadar, ebeveyne değer verme utanmazlığını ‘kime verdiyse evi, kime harcadıysa emekli maaşını o baksın’ açgözlülüğünü olağanlaştıran, medeni yaşam tarzına arkaik kalmış yetiştirilme, eğitilme yöntemlerini de benimsediği halde kendini ebeveyninden ileri sayacak gericiliğinde çırpınan, bencil, narsist ve şımarık yaklaşımı, bedavacılığıyla yüzleşilemeyen EVLADIN da ;
herkesin yaptığını tekrarlayıp; teknolojik gelişimin, değişimlerin bir sonraki kuşağa çok daha iyi imkanlar sağlayacağını görmezden gelen “onlar benden daha iyi yaşasın” zihniyetindeki ebeveynin sahip olduğu o tek hayatını fedasına rıza gösterdiği, yalnızlık yüklü ailesel ilişkiler yumağında;
“ ver, ver, ver” ; “al, al, al canımı da al” hesabı, kitabıyla davranıldığından “sevseydin üzmez, kırmazdın’ gerçekliğin de, sevginin, şefkatin ve vicdanın ne anlam ifade ettiği, nasıl olması gerektiği de bilinemediğinden;
kimsenin, kimseden memnun kalmadığı nafile beklentiler…nafile kurbanlıkla tüketilen zamanlarda; baba ! keşke sende, yanında götüreceğine; kızdığın halde ‘desem ? rezil eder beni, küser ’ korkusuyla , sırf aran bozulmasın diye evladın absürtlüğüne, aymazlığına, saygısızlığına sesini çıkarsaydın, içindekileri dökseydin, dile.
Başkalarının arzularını, ihtiyaçlarını karşılama uğruna, arzularından feragat etmeyip, yaşasaydın dilediğince de, diyemiyorum, zira kim olursa olsun, birisine adanan hayat, zaten yaşanmazdı..Yine de karşı kıyıdaki merak ettiğin Midilli’ye gitmeyi ertelemeyip , gece pazarına uğrayıp kokoreç yiyebilseydin, azda olsa teselli edilecek kederime, keder eklemeyecektim.
Bunları anlatıyorum diye panikleme ! inanmadığım “aile dizimi”, hipnoterapi dehlizine düşmediysem de, günde on kez gidip, geldiğin yazlığının bahçesinde ağaçlarını, bostanını sulayan, yerinde duramayan sana, son aylarını yatağa bağlı geçirten hayatın vefasızlığını, adaletsizliğini, dünyanın da kötüleri ödüllendirdiğini kabullenerek;
sakalını tıraş ettiğimde, banyo yaptırdığımda, yemek yedirdiğimde yüzünde beliren o mahcubiyet…‘sen benim annemsin, kardeşimsin, sağ ol kızım ’ çaresizliğinde “bu hale düşecek insan mıydım’ la, kendine acıdığını hissettirdiğin o anda; ‘bunları yaşadığın için’ kahrolduğumu, içten içe eridiğimi belli etmeme, gözyaşını gizleme aceleciliğinde, yaşananı normalleştirme çabasıyla ‘başının altına bir yastık daha koyayım mı? biraz da yan yatırayım seni’ derken, sesimin titreyip titremediğini, acımın, biçareliğimin yüzüme yansıyıp yansımadığını hala, bilmiyorum.
Ve fakat, o vakit ‘benim babam ! üzüm, karpuz çıkmış’ müjdesini ‘ekmeğe zam’ haberini verdiğimde, dışarıya çıkma, Zafer park girişindeki bankında oturma, temiz havayı sakince içine çekme özlemini yakaladığım; sözden derin, o kalbimi parçalayan bakışın değil de, nedense gözümde hep;
her gün saat 10’da kokusunu “ohh be” yle içine çektiğin kahveni, pencere kenarı koltuğunda, elinde tespihin parkı seyrederek içtiğin, bastonunun “tık, tık “ sesiyle dolaştığın, “tövbe, tövbe, hımalo hekko, tertemiz ev, bırakmıyorsun oturalım temizlik, temizlik “ kızgınlığında ‘ ‘taşıyamam, 5 litre su … TL., tavuk da …TL’ydi. Bana limonata da al’ direktifli BİM’de, ŞOK ‘da indirme girmiş ürünleri sıraladığın, ağrının, sızının canını yakmadığı, o sağlıklı halin beliriyor.
Hayal kırıklıklarımızın, defolarımızın, öfkelerimizin, duyarsızlıklarımızın başlangıç yeri, “kol kırılır, yen içinde kalır” takiyeli, bilindik hayatlar da, “kutsallığın” altında saklanan çıkarsal, çürümüş içinden çıkılamadığından bataklığa dönüşmüş , her an kopacak aile bağlarına da düğümlü geçmişin; kırıklarını cam kenarına koymayı “eree yavrum, ben anlamadım bu çocukları, anne , baba olduk diye günahkar mı olduk” kınamasında, giderayak, bana, sen öğrettin baba!
Belki aslı bulunmadığından filmlerde, romanlarda , dizilerde var edilen olgun, anlayışlı, sevecen, sıcak babalardan değildin – öyle “arkadaş baba” versiyonu dileğim değildi çünkü insanın arkadaşları çoktur ama baba tek ve anlamıyla müstesnadır – öyle ya da böyle, belki sadece “babam olduğundandı” sevgim. Ne olursa olsun, keşke yatağa bağımlı olmadığında zamanlarda da “sevdiğimi” söyleyip, şöyle kollarımla kocaman sarsaydım seni, ‘çokk yoruldum baba, sağlık problemlerinden yıldım’ dertleşmesinde, ağlasaydım kucağında, çocukluğumdaki gibi.
Ahhh Kemal bey , ahhh ! dönülmeyen diyardayken sen, bir bilsen, bir bilseydin olanları, şaşkınlığıma ‘ne bekliyordun? hep öylelerdi, sen görmüyordun’ hakkını teslim edeceğim şu anda, yanımda olduğun günlerdeki keyfi, sevinci alamadığım, çokça da yalpaladığım bu hayat ne kadar zor… ne kadar katlanılmaz geliyor.
Kalbimin ince, narin sızısı; kendine hitabınla “bay Kemal !” yaşadığında söyleselerdi belki senin de, benim de inanmayacağımız kadar, çok özledim ben, seni.
Hani bir gün bu şehri, bu Ankara’yı ilk gördüğümde geceydi, herkes, her şey uykudaydı demiştin.
Yaşayamadıklarımız, yaşadıklarımızla; koca bir boşluğun ortasında gece, karanlık altındayken her yer, herkes de uykudayken, her şey ne kadar masum ve yalansız ve huzurlu ve henüz bozulmamışken “olmayan kurbağaların, olmayan prensleri gibi “ kimseler duymadan, sessizce de yok olunabiliniyormuş, işte.
De ki ama’sız, keşke’siz olmayacak yaşamda bazen, her şey için, bir şeyleri tamir için… yeniden başlamak için artık, çokk geçtir. Zaten, hangi dalı tutsam, hep elimde kalmıştı değil mi baba?
24.06.2025
Gülsen FEROĞLU