Sende, Barbie Bebeklerine anlat Yazdıklarımı

Gülsen Feroğlu

Üç yıl…üç yıl… artık bir hastaya eder gibi refakat edilecek, fani bir zemine  oturtulacak  hayatı; simsiyah,  yıldızsız  gecelere boyayacak bir haberin gelişi… alınışı…bir insanın öldüğünü duymak…öğrenmek; olmayan, şeytaniyken niyeyse inatla  olduğuna inanılan, belki de sanılan  büyülü, çekici, kışkırtıcı  hayatın  parlaklığını solduran, o tatlı uykuları…o hiç gerçekleşmeyecek oyalanılan hayalleri… geleceğe umudu;  saat gece yarısını vurmadan bitiren, kırdığı parçalarıyla bütünü dağıtan, ‘ben’i  geride, ölenle yaşanılan geçmişte bırakacağından bugünü, şimdiyi zora sokan…sokacak  ölümün aniliği; kaybın da.Bu vahşi… bu çirkin… bu  nefret edilesi…bu geride yalnızca ceset bırakan, ‘ben’deki  en ücra hücreyi dahi es geçmeyip  lime lime edecek hoyratlıkta, fesat; kimsenin kimseye riyakarsız, içten  yoldaş, yaren, sevgili olmadığı, olmayacağı, olunmayacağı   bilinmesine rağmen illa  kalbi , ‘ben’i hançerleyen,  ruhu, iyiliği  zehirleyen  deneyimi tadarak enkaza dönmekte ısrar edildiğinden,  belki de zihinde var olduğundan gerçekliği sorgulanacak  kadar karanlık yalnızca kavramlarda yaşayan erdemli, dostça, kardeşçe ilişkiler yaşanabilirmişçesine,   varmışçasına davranmaktan vazgeçmeyen  milyonlarca insanla  dolu, üstüne meşakkati  de kendinden menkul  bu dünyada; kırıklarını kimsenin toplama zahmetine kalkışmayacağı  acı…ölüm.. ihanetle parçalanan kalbin, ‘ben’in; insani değerlerin, hakların  kutsadığının iddia edildiği  modern toplumda,  yanı başındaki kimse ona; ebeveyne, evlada, kardeşe,  …, …,  dahi  uzak, yabancı  benciliğin nirvanasındaki  insanların, kimselerin duymak istemediğinden  duymadığı, duymayacağı  nafile, biçare cümleleri,  isyanı; hayata, ölüme, acıya.Demek ki, an’da acı var; gün de… ay da… yılda da.Yaşam dediğin de;  azıcık neşe, bol hüzün, keder, imkansıza; mutluluğa, iyiliğe, aşka  erişme çabasının beyhudeliğinde hiçlikte  sonlanacak ‘ben’i, ruhu  yetmezmişçesine diğerlerini de eğlendirme için biteviye çırpınmanın; zihin  niyesini anlayıp, olmayacağını kavrayana  kadar da  hayal edilene…istenene kavuşamamanın, iyi yaşayamamanın   yıllar geçtikçe anlaşılan  kaderi, tercihleri, hayatı   belirleyen  doğulan  aile, coğrafya, hazır bulunan  köken, mezhep, din   benzeri  olgularla, yetiştirilme koşullarını  değiştirme  gücüne sahipsizliğin;  dalgalanmalarının altında  boğulacakmış hissinden,  çalkantılarından, heyezanlarından  yorgun düşmüş;  kopuşlarla…kaybetmelerle  sarmalanmış  ‘ben’i baştan çıkarıp yolunu saptırtan, eninde sonunda varılacak  gözyaşlarının sığınağında  ‘yalnızlığa’ henüz ulaşmamışken alınan inanılmaz…ani… yıkıcı… ölüm  haberinin getirdiği  yere inecek alçaklıktaki puslu bulutlarda  öldüğünü öğrendiğinle, onunla   birlikte kaybedilecek,  yitirilecek ‘ben’;  kendin;  içinizdeki ölmüş parça size aittir ne de olsa; kimse bilmez; kimsenin bilmesi de ‘gerekmez’li varoluşun  da çıkmazı.Üç yıl ‘meğer sen! yaşadığında ne kadar da  tam; hayat da onca felaketine ne kadar da keyifliymiş, şimdi bir parçam zamansız kesilip, koparıldığından hep eksik…hep yarım…bir boşluk; o kadar uzun süredir orada ki, tek kırıntı bile bırakmadı içimde…sensiz bu dünyada sanki hiç kimseyim… hiçim… kimim ben? bulamıyorum da .Zaten  adı, konumu, temsiliyeti  fark etmez başkaları gibi, hayatın  lüzumsuz efendilerine dönüşecek anne, baba, kardeş, eş, evlat,  sevgili, arkadaş, yoldaş, patron, siyasetçi, lider vesaire vesaire, tanıdık tanımadık kim var kim yoksa, istisnasız, hakları varmışçasına elbette çekiştireceklerinden, nefesi keseceklerinden  çekiştirenlerin elinde kalmış  öğretilen bir  hayattı benimki de; yaşanmışlıklarla öğrendiğimi, bildiğimi sandığım,  inandığım  her şey  de  yalan çıktığından; yaşananlar,  belki  ben de, koca bir yalandım… yalanmışım… ‘la  dövünülen üç yıl…üç yıl…  Daha  ölüm haberini almadan önce öylesine de azken, hayata dair   keyif aldığın ne varsa onun sonunu; son baharı…son yazı…son kışı… son güzü… son hazanı…son kahkahayı…son neşeyi… son heyecanı, hevesi…son yürek çırpıntısını… yaşadığını bilmeden geçirdiğin  günden  sonra, yokluğunda  ki beşinci mevsimde değil, henüz sen yaşıyorken; hani bir elinde sigara, diğerinde bir şişe bira denize bakan kayalıkların üzerinde Cüneyt;  Munzur’un kıyısında gerilla günlüklerine dalmış Lorina’yla, Bejna; deli deli esen poyraza vurmuşlarken kendilerini, beyaz çalışma masasındaki yazıcıdan gözümün içine baka baka arakladığın arkasını düzeltmelerimle karaladığım müsvedde  A4 kağıda  resim yaparken ‘sen’; belki  bir gün yayınlarım diye fırsat bulabildikçe yazdığım, bilgisayarda  sen9.doc uzantılı dosyada saklı  roman taslağım vardı ya işte onu ben; seni kaybettikten üç yıl sonra ancak…bugün açabildim.

Bugün; düşünce dostunuz otuzyedi aydının yürekleri;  can güvenliklerinden  sorumlu, yönetimine egemen etnik kökene, mezhebe, dine mensup olmayan azınlıktaki  vatandaşlarının katlini gelenekselleştirmiş  devlet   yetkililerinin, herkesin gözü önünde canlı, canlı  yakılarak kül edilirken;  yaktıkları yanık kokusuna karışan göğe yükselmiş ateşin etrafında toplanmış vahşi   kabile  üyesi yamyamların   bir insan az sonra ölecekken…az sonra bir insan öldürülecekken  o öldürmenin…o ölümün hazzıyla atıkları alkış tempolu  sloganlardaki coşkuda gizli insanın insana gaddarlığını, sevgisizliğini,  vicdansızlığını da lanetle andıracağından  sevmeyeceğiniz   “Sivas Katliamın“ın yapıldığı Temmuz ayının ikisinin ertesi gününde, tarihi  onlarca katliam,   vahşetle kabarıp taştığından  ölümlere, vahşete, acımasızlığa methiyeler döşemeye alışkın Türkiyelilerden ziyade, ortaçağı anımsatan insan yakma  barbarlığıyla donakalmış dünyadaki insanların gözünde Türkiye’nin sarsılan imajını koruduklarını  sanma aptallığının beyanı  “İnönü’ye Büyük Öfke” manşetiyle çıkacak gazetelerde  “ Sivas’ katliamı kurbanı  36 kişiden  20’si  için Ankara’da düzenlenen cenaze töreni siyasi bir mitinge dönüştü….” İbareleriyle yer alan, sonsuz egemenlik, güç  için katliamlar planlayan,  örgütleyen, lojistik destek  sağlayan,  gerekliliğine inandığında  sol, demokrat, sosyalist kisvesine bürünerek, alanlarda, programında  kendisini yıkacağını  haykıran en marjinal partide dahil hangi parti, hangi lider iktidara gelirse gelsin kulluk edeceği, darbe müptelası militarist, ırkçı  devletin;  tutuklandığı  oniki Eylül öncesinde  kullanıma koyduğu “Komünistler Moskova’ya”, “Bozkurtlar burada çakallar nerede?“, “Biz Biz Biz; Mustafa Kemal’in askerleriyiz.”in aynısı; dört  yıl sonra bindokuzyuzdoksanyedinin  yirmisekiz Şubatında, olageldiği üzere yine laiklere   destekleteceği  darbe öncesi “ Türkiye İran olmayacak”,” Mollalar İran’a” sloganlarıyla  budayacakları kesimi ifşa ettirdiklerini   yıllar yıllar sonra fark ettiğin, yer  yer  yanmış  bedenlerinin içine konduğu, üstüne bayrak örtülü tabutlarının  ardından Dikmen caddesinden Meclis’e doğru binlerce insanla yürüdüğün Temmuzun altısındaki cenaze töreninde; nasıl ki iyiliğin, vicdanın, iyi niyetin, naifliğin, zeka ve estetiğin  dışa vurumu   edebiyat, resim, müzik sinema, iyilik yapma, yardım etme, herkese saygılı davranmaysa hani  susarsın… susarsın sonra bir gün  beraberinde  toplumda, işyerinde, ailede, evde, mensup olduğun grupta, cemiyette, dünyada; katlanmak zorunda bırakıldığın dışlanmışlığa, uğradığın haksızlıklara,   küçümseyiciliklere,  hor görmelere duyduğun tiksintiyi;  emeğine el koymasına, sayende zenginleşmesine  rağmen  kölesinden sürekli minnet bekleyen  efendilere, patronlara  öfkeyi  ‘yeter artık, dayanamıyorum, ne olacaksa olsun’la  yüzlerine haykırmayı, başkaldırmayı  sağlayacak bir olayın, bir sebebin insanda  o güne değin söylemek isteyip söylemediklerini  söyletecek cesareti buldurması gibi,  acıdan inip kalkan, öfkeyle  kızaran  ciğerlerin, maruz kalınan ötekileştirmelerin  birikimi   hıncın, gözyaşlarının; havaya kaldırılan sol yumrukta  somutlaşıp ortalara dökülmesinin gururunda,  şaşkınlığında,  şahsında katliamın sorumluluğunun  simgeleştirildiği törene katılan  Başbakan yardımcısı  İnönü’yü;   var olmuş, olacak  yönetenleri,  yandaşları ve savunucuları; lider, yazar, çizer, düşünürlerince yaratılmış her sistemin;   aydınlanmasını  tamamlamamış gelişmemiş bir ülkede, toplulukta yer edindireceği kesin “bizim için  devlet…bayrak…din… köken…kutsal kitap… Peygamber…ata..aile  kırmızı çizgidir” anlayışında  aşılması istenmeyen hassasiyetler…gelenekler…önyargılar  eliyle çoğaltılmış – milyonlarca insanın ölümünün, Nazi kamplarının,  işkencelerin,  savaşların   sonunda dünyaya, insanlığa zararı görüldüğünden artık  yerilecek olgu haline gelmiş nefret, kin, intikam, ihanet, kötülük  duygularının dışa vurumu –  içinden çıkılmaz, keskin bir   ırkçılığın  bellirtisi  faşistliklerini ; bindokuzyüzlü yıllarda , seksenlerin  darbeci çizmesiyle içi dışına çıkarılacak kadar  ezilmiş Tükiyelilerce ve belki  Madımak oteli önünde toplanmış  kişiler tarafından da, demokrasiyi getirip, yolsuzlukların hesabını soracağına inandırıldıklarından  iktidara taşıdıkları liderlerin, partilerin icraatlarıyla, illa ki kıracakları yine büyük  umutlar,  büyük  coşkuyla  desteklenmiş Başbakanlığını iki yüzlülüğün  mabedi taşranın nerden ? kimden ? ne koparsam kardır kurnazlarından  Demirel’li  DYP- SODEP (SHP)  koalisyonu zamanlarında, 1991 yıllarında, o günlerde  daha yeni yeni kullanılmaya başlanan  internette,  Messenger daki  kısa  mesajlaşmalarda ‘yeter ki insan olsun, din, mezhep, etnik köken önemli değil’ paylaşımlarının  altına yazılan   “kaçak elektik kullanımı Doğu da, Güneydoğu da had safhada, bu Kürtler yok mu , her şey bedava olsun isterler”,  “ Ermeni piçi” , “Türklüğünle, atanla, dininle öğün” , “dünyanın başına  bela Yahudiler”li  yorumlarıyla besleyen  gizleyemeyen  grupları– şimdiye, yarına  faydasını da  atlamadan– ifşa ettğine inanılan; ergenlerin elindeyken birden  altmışbeş yaşındakilerin  istilasına uğramış; kimin söylediği yazdığı muamma kalacağından, yapılan hata, yanlışlık da düzeltilmeyeceğinden,  genellikle de söylemeyen, yazmayan birinin söylediği yazdığıymışçasına ona şöhret getirecek ve neden ve kim için ve  kim görsün diye yapıyorlar’ la anlam verilemeyen  ‘ sen benimkine, ben seninkine like atalım,  o hımbıl x’inkini de dislike’layalım ’ danışıklı dövüşte Twitter, Facebook  piyasasına sürülen   yaşamda  sadece bir aforizma  kalan, kalacak  aforizmalardan en bilineni her ne kadar   hoşgörülü  çağrı  görünse de farklılığı, farklıyı bir yerde toplama çabası içinde o kişiyi damgalayan farklılığı vurgulamadan da geçmediğinden  gül dokunuşuyla, içten içe incittiğinden incittiği fark edilmeyen ama süslemesinde  derin bir ayrımcılık, ötekileştirme taşıdığını hissettiğiniz  Mevlana’ nın “ne olursan ol gel  yine gel”inin  dolaşıma sokulmasının sizin için  anlamsızlığı; en derinlerine ekilmiş , ırkçı, faşizm odaklı kah  bilinçli, kah bilinçsiz  ama hep var olan, olacak  cahilliğe tutunan,  dünyanın en tehlikeli silahı  haline gelebileceğini dört gün önce kanıtlanmış aynı havayı soluduğunuza, aynı toprakta yaşadığınıza utandığınız yamyamcı kalabalığın  karşıtı kalabalıkla birlikte yuhlayıp,  çocukluktan  itibaren hayatın bir anında illa ki bir katliama şahit olunduğundan; asırdır  tek farkı ismi  değişimiş  Başbakanlarına, liderlerine göre öznesi değişen   defalarca  atılmış  “katil İktidar…katil; …, Erim.., …, Evren, …, Demirel…, …, ”   sloganını  “katil İnönü”yle    tekrarlarken; dünyanın herhangi bir yerinde  bombalı saldırılarda, katliamlarda, faili meçhul cinayetlerde, savaşlarda, polis, erkek şiddetinde  öldürülen hiç tanışmadığınız, karşılıklı bir bardak çay içip sohbet etmediğiniz genellikle de yaşadığı yerin azınlıklarının  göçmenlerinin  (Martin Luther King, George Floyd ) başlarına getirilenlere  duyulan  üzüntünün,  gösterilerle verilen tepkilerinin nedeni;  olayın mağduru taraftan, azınlıktan, düşünceden, gruptan, mezhepten, kökenden  olunmasından kaynaklı, maruz kalınan  öldürülmeli vahşetin sırf o aidiyet yüzünden  gelip   sizi bulmasıyla; ecel vakti denilen yaşlılığa varmadan hayatını kaybetme ihtimalini,  ihtimalliğini  dahi kaybettirme gerçekliğini düşünürken, katılınan   tören, gösteri  sonrasında mağdurlar ve o mağduriyet  için sokaklara dökülen, gözyaşı döken kişi  değilmişçesine;  mağdurların  neler yaşadıklarını , mağduriyetlerinin  giderilmesine yönelik neler yapıldığını, hangi yasaların çıkarıldığını   merak etmeyip, takipçiliğini de  miting, gösteri alanında bırakarak, içindeki öfkeyi, nefreti  kusmanın rahatlattığı benlikleriyle   evine dönen protestocular, muhalifler gibi   sende akşam ‘ daha kalabalık olur sanmıştım ama nerde ? oysa şöyle bir milyon insan toplansaydı, hep bir ağızdan haykırsalardı  gericiliğe, şeriata hayır ! …eşit yurttaşlık hakkı diye  bak bakalım ! bir daha insan öldürmeye kalkışılır mıydı? İnönü’ye ne demeli? hiç sorumluluğu yokmuşçasına utanmadan kalkmış, gelmiş  törene, suç mahalline dönen katiller gibi.İyi oldu yuhalanması, az bile yapıldı… yahu sen başbakan yardımcısının nasıl emir vermezsin Vali’ye,  Jandarma Komutanına…nasıl emrini dinlemezler.Sözün, emrin geçmiyorsa  o koltukta niye  oturuyorsun, ne işin var ? ama biz Aleviler, hep yalnızdık değil mi?Niye katılsınlar  cenaze törenimize.Onlara göre ne var bu memlekette,  canları yanmıyor nasılsa… hep öldürülmüyorlar.’ –‘Sosyal demokratlar  ne zaman iktidara gelse hep böyle olur Aleviler, Kürtler tırpandan geçer, katliama uğrar da ne olur ? katline aşıklar gibi yine onlara oy verirler. İşte bu yüzden, hep çantada keklikliklerinden, hep böyle de ölecek, öldürülecekler’ – ‘ kızım,  kızım Sivas, koca Pir Sultanı astı, ne beklenir onlardan’  yorumlamalarıyla  ana haber bülteninde katıldıkları  cenaze törenini, mitingi  seyrettiklerinde televizyon  ekranında katledilmiş  evlatlarının fotoğrafını taşıyan  bir anneyi  görününce  ‘vah… vah, vah ananız öleydi sizin, bir değil iki yavrusu birden gitmiş. Yasemin, Asuman;  ne yandım ben, ne yandım  bu iki kız kardeşe, Allahım kimselere verme bu acıyı’yla gözyaşlarını tutamayanların gözünde; dünde, geçmişte  uğruna ölünecek amaç;  devrim, sosyalizm, özgürlük, eşitlik  ya da özellikle de komünizme karşı devlet, beka, milliyetçilik mücadelesinde  ölüm yoldaş, ülküdaş  kılındığından kavga, çatışma, savaş ve mitinglerde;  bir yoldaşın…bir ülküdaşın   öldürülerek hayatından edilmesi  ‘ölen ölür kalanlarla mücadeleye  devam’la normalleştirildiğinden; öylesi bir  mücadelenin  dışında akrabalarının, tanıdıklarının ya da  adını sanını bilmediklerinin, tanımadıklarının  hayatın rutini bozan  deprem, sel, çığ,  trafik, iş, tren, uçak  kazasında, ölümcül bir hastalıkta,  operasyonda, savaştaki trajik  ölümünü, intiharını  gazetelerde, şimdiki zamanın  gözdesi  sosyal medya da  okuduklarında, duyduklarında, TV’de  izlediklerinde  ‘nasıl üzüldüm anlatamam, yüzü gözümün önünden gitmiyor…ne kadar da genç, güzelmiş, çok ağladım. ‘ –‘Koca bir aile yok oldu gitti; emniyet kemeri tak be adam ! bu ne hız, kaç kişinin hayatına mal oldu sarhoş araba kullanman.’ –‘İnsanın başına ne geleceği,  ne olacağı belli değil dün malı, mülkü, ailesi vardı bugün deprem, sel evsiz, kimsesiz, mülksüz bıraktı .’ –‘Kim bilir ne derdi vardı da intihar etti….’ –‘Bu gece hiç uyuyamadım üzüntüden, kahroldum , annesi babası…” yla anda; hissettikleri  anlık olmasa da ki genellikle  anlıktır,  haftalık…aylık matem, üzüntü; bir iki saat bilemedin bir, iki gün  çoğu zaman  ölenin toprağa verilişinden sonra yerini hayatın akışı  da gerektirdiğinden rutinine, dinginliğe terk ettiğinde; yaşadığı mekanda kullandığı her şey; elbiseleri, ayakkabıları, kitapları, cep telefonu, tableti,  yatağı, su içtiği bardağı, açtığı buzdolabı, radyo,  televizyon, dolap  yerli yerinde duruyorken hayatını paylaşanları geçmişe kelepçeleyerek müebbette  mahkumlayacak, en ufak bir şeyin, bir su sesinin,  bir kahvenin, bir çiçeğin, bir parfüm kokusunun  çağrışımıyla saldırıya geçecek anıların; dünde yaşananları, geçmişi bugüne taşımasıyla hissedilen özlemin, çaresizliğin;  her gün duyulan  ‘ haydi ama çık banyodan geç kaldım okula, işe, servise’; ‘kahvaltı yapmayacağım, yolda bir simit alırım’ ;‘çıkıyorum ben, geç kaldım’ ; ‘bugün börek yapsan… ‘ ;‘akşama bir şey istiyor musun’ ; ‘ çörek yapsan’  sesini bugünde duyamamanın;  ömür boyu kullanılan  öldürmeyip süründüren  kortizonlu  ilaçların  tek çare olduğu,  iflah olmaz otoimmün, kronik bir hastalığa dönüştüreceği yerine getirilmesi imkansız, aklı delirtecek  sıfır ihtimalli  sarılma, saçını okşama, konuşma, görme, dokunma isteğinin  “böyle yaşamaktansa, insan ölse daha iyi” dedirtecek, birlikte yaşadığın  birinin varlığının yok oluşu; ölümüyle bedende oluşan  hep  kanayacak açık bir yaranın dinmeyen  ağrısı…acısıyla ömrü  tüketmenin ne demek olduğunu;   rahatlarının bozulmasını da  geciktireceğinden  ‘ gelmek istemediyse zorlamayalım, daha çok yeni acısı, elbet  geçecek.  Koca Nazım  bile  “ en fazla bir yıl sürer yirminci yüzyılda ölüm acısı” dememiş miydi ? Şimdilik ellemeyelim’ telkinleriyle yaşanan faciayı…trajediyi bulunduğu yerde hapsederek dışarıya yansımasına engelleme alışkanlığıyla belki   öyle görüldüğünden… öğretildiğinden… yaşandığından tahmin edemeyecek, etmeye  de kalkışmayacak; o kahrolası ölüm evlerini ziyaret etmediğinden    bilmeyecek herkes gibi sen belki bende; “katiller bulunsun, hesap sorulsun”, “ ……. unutmayacağız” sloganlarını  attığını olanın…yaşananın  ötesini…sonrasını  silmiş   hafızaya sahiplikte, hiçbir şey olmamışçasına; belki bir gün bir yerde bahsedildiğinde,  payına düştüğüne  inanılan  görevi yerine getirmenin huzuruyla  ‘aaa evet nasıl unuturum o katliamı, cenaze törenine, protesto mitingine bende katılmıştım’   diyerek;  yaşla, genetiklikle  ilintilisiz  savaşı çıkarıp, darbeler, faili meçhul cinayetler düzenleyerek , işkence, şiddet uygulayarak kadını, çocuğu taciz ederek, iş trafik, tren kazalarını  yaparak  önlenebilir   ölümlere  meydan  vererek  düşürdükleri    ateşin  yaktığı sıradan evleri  bir anda cenaze evine dönüştüren  sorumlularının  bulunarak, cezalandırılmasının ardını bırakıp unutuşa terk etmeye de   meyilli…hazır ve  de nazır  olunduğundan;  cenaze evlerindekileri; orada öylece acılarıyla, anılarıyla baş başa bırakmayı yadsımayan doğal kabullenmeyle; katıldığın cenaze töreni sonrasında okuduğun; yeniden yeniden okunacak  kendisi ve eserleri hakkında  başta Samuel Beckett  “ Proust”  Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir” le de   Alain de Botton olmak üzere  düzinelerce yazının, inceleme ve araştırmanın   kaleme alınmasının nedenlerinden biri;  yaşadığı dönemde 1800’lerde  hayatında  yer almış  Fransa burjuvazisine,  aristokrasine mensup dedikoduyu seven, tabu  eşcinselliklerini gizleyen,   Dreyfus davasındaki tutumları,  arzuları, hazları farklı onlarca kişiden ya da bir kaçının karmasından yarattığı yüzlerce sayfalık  romanlarının kahramanlarından her birinin – ikibinonaltı yılının Mart ayında   modacı  Fortuny’nin tasarladığı, 50’ye yakın   elbisesi,  Paris’te Palais Galleria’da sergilenen  ince belli, zarif  Greffulhe Kontesi Elizabeth ‘in    Guermantes Düşesi  Mme  Oriane’ de  yaşatması gibi– yaşa(mış)yan  bir karşılığının  bulunması kadar uykuya geçişi otuzsekiz,   uyanma sırasında düşündüklerini, yaptıklarını   üç sayfa da  tanımladığı –belleği yönlendiren– gündelik hayatta pek çok insanın fark edemediği, dikkate almadığı sonsuz sayıda ayrıntıyı yakalayıp; hatıraya indirgenmiş  geçmişi; şimdi ve yarının iç içeliğindeki bilinç akışıyla;  her an… her hisle ilgili duygusal, gerçekçi  tespitlerini  kelimelere  döken, bugünkü yazarların  yazmayı kolaylaştıran  teknolojik olanaklarına bakıldığında o koşullardaki çabasına, zekasına, yeteneğine müteşekkir kalınarak  hayranlık duymamanın imkansız olacağı  Marcel Proust’un –takipçi sayısı  kendisini kat be kat geçmiş  kültür, turizm elçisi  Şeyma Subaşı’nda   aşkı bulacak  bir  Orhan Pamuk  nasıl herkesi demeyelim de pek çok insanı hayal kırıklığına uğratıp , o ilişkiye anlam verilemeyecekse aynı şekilde hayatındaki kadın, erkek sevgililerden  biri olan fotoğrafına uzun uzun bakanın  sadece  seyretmek için yanında bulunmasını  isteyeceği yetenek ve  yakışıklıktaki besteci  Reynaldo  Hanhn dururken– romanında “Ayrıca, entelektüel ve duyarlı erkeklerin daima duyarsız ve düzeysiz kadınlara teslim olmaları, onlara bağlanmaları, sevilmedikleri ……”yle bahsettiği   hayret uyandıracak,  belki de hayıflandıracak tutkulu, takıntılı, uyutmayan kıskançlıklarla dolu ; aşk denilen  duygunun insanın kendi kendine yarattığı genellikle kültürüne, aklına, tahsiline,  mesleğinde ki başarısına, güzelliğine,  gıpta edilen birinin kendinden  her konuda  farklı özelliklere sahip,  boyuna posuna yakıştırmadığında vücut bulmasının  sayısız örneklerinden kremasız  sade  kahve kıvamındaki sevgilisi  ( hediye edilen attan düşerek aniden ölen  romanın  kahramanı  Albertine gibi) Alfred Agostinelli’ye  sevdasının; hediye ettiği   uçağın Akdenize düşmesiyle aniden sonlanmasıyla   kimi zaman Marcel olarak adlandırdığı   anlatıcının ağzından   “ıstırap , insan psikolojisine, psikoloji biliminden çok daha derinlemesine nüfuz eder… teselli bulmam için bir değil, sayısız Albertine’ni unutmam gerekirdi. Aralarından birini kaybetmiş olmanın üzüntüsüne tahammül edebilir hale geldiğimde, bir başkasıyla, onlarcasıyla aynı üzüntüyü baştan yaşamak durumundaydım “ lı  hüzünlü satırlara özlemini,  acısını damlatmasına; görmek için can atılan  ama başta ekonomik diğer nedenlerden dolayı   gidilemediğinden sanal  gezinme  imkanı sunan teknoloji sayesinde  Google da, web sitelerinde, gezi bloglarında tarihi, turistik yerlerinin fotoğraflarına bakmanız; yüzünüzde sokaklarındaki havayı,  rüzgarın okşayışını duyumsayamadığınızdan,  konuşmalarını anlamadığınız insanların el kol hareketlerindeki  canlılığı  görmediğinizden sanki hafızanın yarattığı sanal  bir şeymişçesine  görüntülerdeki Paris’e, Karadağlar’a, Floransa’ya dair  duygular kadar  uzak…soğuk  kayıtsızlığının;  anneanneni, dayını, amcanı onca akrabanı, yol arkadaşını, Aytül’ü , Metin’i, Fevzi’yi, Haldun’u, Can’ı hayatı paylaştığın birilerini  kaybettikten sonra  herkesin  yaşadığının  “peşinde koştuğum şey ise , Albertine’di, birlikte yaşadığımız zamandı, bilmeden izini sürdüğüm geçmişti…hatıra böyle acımasızdı işte”lerle ortaya koymasına duyarsızlığının; ‘ama abartmış’   hadsizliğinin hafızanın neredeyse her gün dönüp, dönüp geçmişe bakışının…o günleri arayışının  nesnelerinden  ola(cak)n Marcel’in de  Albetine’in ölümü sonrası çamaşırcı kızlarla ilişkisini  öğrendiği  ‘Ahhh o sırlar’ öyle değil mi Haldun? gerek en ‘o mu ? benden hiçbir şeyini saklamaz’ yemini edilecek kadar emin olunan   mezarına da götürse bir gün   ‘kimden çekiniyorsun, öldü o, bilsem ne olur, bilmesem, seni duymaz bile haydi’ üstelemesiyle  anlatıldığında; seninle ilgili ölümün sonrası öğrendiğim, benden nasıl saklayabildiğine  şaşırdığım  –‘ yok artık bilmiyorum deme tüm Türkiye biliyor gay olduğunu, Nişantaşının, Nevizadenin, Tunalı’ nın yetmedi Sakarya’nın  barları anlatsın kaldırdıklarını,  şu ünlü etçi de  sevgilisiymiş…’; ‘yetenek yoksunluğundan para veren güzelliğini, vücudunu pazarlamaktan çekinmeyenlerdendi o’da herkesin yemek yiyip, yatağını paylaştığı;,  Kanal D’nin ….. yatağından geçtiği için o dizide rol aldı da adı   artist, sanatçıya çıktı.’;’ Başkası söylese inanmazdım ama meşhur ….. restoranın sahibi arkadaşım anlattı, o söylesem olurdaki  S… var ya onunla bildiğin  para karşılığında otel odasında birlikte olmuş ’ ;‘ boşanacaktı, bıkmıştı ya terk edecekti, gidecekti buralardan, ne kadar  acı, biletini bile almıştı…’ ;’ne yeteneği?  abileri, ablaları olmasa kim gazeteci, müdür, bakan  yapardı ki onu? Ha ! şans da var tabii, bir de..’;’o makam nasıl geldi…nasıl zenginleşti biliriz biz’li gerekse de bir gün mutlaka da gerçekleşecek aile üyeleri, akrabalar, dostlar arasına kara kediler, dedikodular,  nifak girdiğinde –  herkesin herkesle bozuşması, küsmesi de  olmadığından–  ittifak yapılıp  iki üç kişiyle çeteleşilenlerden birinin  ki o biri de;  ilişkilerinin koptuğu  güne değin  hakkınızda  söylenenleri, dedikoduları diğerleriyle birlikte tasdikleyip aynı tavırları gösterendir  de  maruz kaldığı  küçümseyici tavırlarının intikamını alma, içten içe duyduğu  açık etmediği sinsi nefretini haykırma  fırsatını  kaçırmayarak kapattığı şemsiye yüzünden her tarafınızı ıslatan yağmur damlalarını peş peşe  dökmeden, akıtmadan öncenin ritüelli  ‘senin için söylediklerini bir bilsen’le başlayıp ‘aaaa ne diyebilir ki  benim için, anlatsana, korkma ! söyle zaten konuşmuyorum…’–‘belli mi olur  kardeşsiniz…akrabasınız…eski dost düşman olmaz derler, bir gün konuşursunuz o zaman yine ben kötü olurum, yemin et öyle…’le de  tamamlandıktan sonra   ‘inanmadım ama benden hiç hoşlanmazmışsın, çağırma onu gelmesin dermişsin,  çok çıkarcı bulurmuşsun. Başkana da bütün yazışmaları ben hazırlıyorum o oturuyor diye şikayet etmişsin beni …’–’ ay güya  sen, Leyla’yla  her gece barlara, pek sıkta Tunalı’daki Cafe Bien’e takılıyor, bildiğin koca arıyormuşsunuz.Hatta olan da olmuş C….’–’ kocan aldatmış seni hemde kiminle  biliyormusun hani evli bir arkadaşın vardı ya adınız bile aynıydı ’ –‘ var ya, senin için öyle kurnaz   öyle kurnaz ki  anlatamam dedi, haydi bugün dışarıda yemek yiyelim teklifini yapıp canın ne istiyorsa yiyor, hesabı da ona kilitliyormuşsun’ –‘sen ne sanıyordun? değer verip seni sevdiğini mi? arkandan idare ediyorum  maddi olarak yardımına ihtiyacım var  yoksa ne diye çekeyim o manyağı derdi senin için’  –‘biliyor musun kendisi onca erkekle yattı, kaktı kimselerin ruhu duymadı ben de tersine önüme gelene anlattım o tiyatrocu  çocuğu bile,  ne oldu adım orospuya çıktı benim…’ sırlarını  önemsememenin; ölmeden önce en son  nerelere gittiği, ne yaptığı, ne yediği, içtiği,  ne giyindiği,  son sözünün ne olduğu ? zihni sürekli meşgul ederken ölümün müsebbibi de şayet bir kulsa  şimdi ne yaptığına, nerde yaşadığına, akıbetinin ne olduğuna dair soruların  cevabını duymayı iste(t)meyen; Ortadoğu’da, Türkiye’de neredeyse bütün diktatörlerin, katliam  planlayanların, yapanların   cezalandırılmasını  geciktirmiş, engellemiş–  17 yaşında Erdal Eren’i  astırtan  Evren’i  elleri yağda, balda, kaymakta  90 yaşına kadar  yaşatan–  ilahi adaletin adaletsizliği beklenirken hayatının en kötü günü olduğundan habersiz,  her yıl öldüğü tarih  yaklaştığında  geçmişi ve o günü  sanki aynı  günmüşçesine  aynı tazelikte yeniden başlatan, yaşatan  makineli tüfekten atılıyormuşçasına acıtan hatıraların söndürdüğü  ‘ben’in iyileşemeyeceğini ;  “iyileşen”nin  sen değil “zaman”lığını   ‘acıyı yaşayan  biri ancak böyle bir şiir  yazabilir’ diyerek  sığındığın   B.Keskin’in;

“Ben hangi kelimeyi nereye koysam

Bir sonbahar konaklar sesimde.

Ben hangi kelimeyle girsem akşama

Ben hangi kelimeyle nereye gitsem.

Yokluğunun renginde depremler düşer boynuma….”

mısralarının yalınlığını  algılayamamanın, hayatının her döneminde   tanık olduğun (1977’nin  1 Mayıs,  Çorum, K.Maraş, Malatya, Madımak , Roboski ) onlarca katliam, cinayet, tehcir, sürgün  benzeri   sebeplerle evlatlarını, eşlerini, babalarını, annelerini, sevdiklerini kaybedenlerin derinliklerinde tutuşan alevi; ölenin kökenine, mezhebine, dinine  bakılmasızın bir insanın hayatı söndürüldüğünden, söndüğünden herhangi bir ölüm karşısında da duyduğun   üzüntüye,  çöküşe rağmen  ölümün  keskin bıçaklığını; Madımak  katliamında hayatını kaybedenlerin cenaze törenine katıldığın o günlerde değil de  çok sonları Albertine Kayıp’ı okuduğun da kavramanın  nedeni    gün gelecek de ailen dahil  insanlardan kaçmak istetecek duygu patlaması yaratacak ‘ kanser olacaksın, kız kardeşin  evlenecek, bir çocuk dünyaya getirecek,  o çocuk senin  dünyan olacak   sonra Madımak katliamının gerçekleştirildiği gün   hayatını kaybedecek’li olaylar yaşayacağını  bilmeden katıldığın cenaze töreninde yirmibirinci  yüzyılda bedenleri alkışlar arasında  yakılmış gençlerin , sanatçıların  isimleri tek tek anons edildiğinde “burada”  diye bağırdığında, bir gün aynı günün, ölüm günün olacağını  daha doğmadığından  aklının ucundan geçmesinin   imkansızlığında meğer  o lanet…o zalim…o ihanetçi Temmuzun ikisinde;   Can…Can  ! seni,  öncesinde  Haldun’u, Onu kaybetmediğindenmiş. Onca  kitap alışverişine, yazarlarıyla ilgili konuşmana karşın  Haldun’la   Proust hakkında  hiç sohbet etmediğinin ayrımına da vardıracak kaybedişten…kaybedişlerden  sonra;  Arkadaş  da  dahil mahalledeki D&R’da, Kızılay Konur sokaktaki  Dost, İmge  kitapevlerinde   bulamayınca mecburen ‘kadere razı’ tipler gibi boş verip,   Swann’ların Tarafı’yla başlayan Yakalanan Zamanla biten  yedi  ciltlik Kayıp Zamanın İzinde serisini tamamladıktan  epeyce  sonra  bir gün yine  Dost kitapevinde bulduğun,  beşinci sıradaki Mahpus’u “ aaa  Royale sokağı kulübünün balkonunu gösteren Tissot tablosunda ayakta duran kişi  Swann’mış (anında  Google da söz konusu tabloyu aratıp, merak ettiğin Swann’a, her detayına bakmıştın),  Bergotte ölmüş… düşes  Mme Guermantes’ın giysilerine hayran Albertine’i metres tutmuş …. ”  nidalarıyla bitirdikten   Albertine Kayıp’ı  yeniden eline aldığında  “Ah ! bir daha asla bir ormana adım atmayacak, ağaçların arasında gezinmeyecektim”in ağır basmasıyla Can!  ölümün sonrası gittiğimiz parklara, gezindiğimiz sokaklara, alışveriş yaptığımız dükkanlara   sensiz gidemediğimi söylememi  anormal karşılamakla kalmayıp  suçlu  gören  tuhaflıklar silsilesinde, aile efratlarının   ( bir zamanlar  yirmibir yaşındaki oğlunu kaybetmiş Elmas için de  yanımda ) üzüntüsü arşa varanlar  için  söyleyeceği    ‘ yazık, ağır geldi ölümü,   kafayı yedi sonunda’lı  tespitin   benim için de  söyleyen yakınlarımda, arkadaşlarımda varlığını bildiğim  baskın düşünce;  evinde bir elde kahve,  şarap, viski maç,   Survivor , Yasak Elma, Bay Yanlış izlemek, Facebook, Twitter, Instagram’da like almak için yatağını, şortunu, göğsünü, saçını, kalçasını, kaslarını, sevgilisini sergilemek dururken depresyona düşürüp, moral bozacağına inandıklarından  acısı, sorunu, derdi, tasası  bulunanlardan uzak durma,  bir araya gelmeme istemi; olduğundan ‘şimdi işin yoksa uğraş dur, yanlış anlamayın  insan ister istemez etkileniyor, odasını, eşyalarını gördükçe üzülüyor, başıma ağrılar saplanıyor’la cenaze evlerinde geçirilen saatleri vaktinden, ömründen  çalan boş  faaliyet gören ahret, öbür dünyaya hazırlanmak  için dünyaya getirildiğine inandırılmış Müslüman Ortadoğulu toplumlarda varılmak istenen  tek hedef “cennet” için yapılması gerekenlerle bağdaşması olanaksız ve de   “Sen dünya mülkündesin, öyle!” yergisinin   abes kaçmayacağı   tavırda; özü acıyla, kasvetle iç içe hayattın sonu   ölümle yüzleşme;  gençlikte, özellikle de belki   büyük sahtekarlığı, aldatıcılığı  yaş geçtikçe anlaşılacak kendilerini ayakta tutacak tek şeyin paranın gücüyle   vicdandan,  merhametten yoksun   “dostluğun”, “kardeşliğin”, ”evlada sahipliğin” hatta insanlığın sadece  kavramlıkta ( bu olguları idrak ettirtecek olaylar daha yaşamamışken, sen)  varlığını  gördüklerinden; bükülmüş bel, kataraktlı göz, titreyen el,  bacaklarıyla ölüme hazırlanan vücuda ‘ben’e  ihanet ederek kendini onsekizlik delikanlı gören, sayan belleğin yönetiminde yine de ölüme gün sayarken  ‘çok şükür a, o birkaç kuruş var  bankada’ yla  sevinirken eğer hastalarsa  ‘bak ! hepsini çekme bıkar birazını’ talimatını verdikleri   maaşlarını  çekmesin diye bankamatik, banka gişeleri önünde saatlerce kuyrukta beklemeyi göze alan; eşlerinden, evlatlarından daha… daha düşkün oldukları  paralarını avuçlarında pincik pincik saymaları,  bildiğin yastık, çarşaf altına saklamaları ‘sende bozuk var mı ? bir kuruş lazım ekmek alacağım, ben emekli bir memurum biraz indirim yap’lı  dilenmeleri ‘; ‘aybaşına kadar bir tek  bu yüz lira var, ona göre harca‘yla   canlarının istediği meyveyi, sebzeyi , gıdayı almayıp BİM,  A101, Yunus  gibi ucuz marketlerin indirimlerinin, kampanyaları kovalayarak; seksen, doksan yaşında bile  ne yapacaklarsa ‘ Cuma günü  üç çelik tencere 200 TL’den satılacakmış bana bir set ayırsan be  kızım ! be oğlum ‘; ‘ krediler ucuzlamış çekip bir ev alsak’;  ‘yazlığa pergüle yaptırsak’ hala   para biriktirmeye çalışırken ‘elden ayaktan düşsek kim bakar  biraz harcamaları kısalım’ planlamalarından geri kalmayacakları  yaşlılıkta  bile reddederek; “sonsuza kadar yaşayacak, ölüm hiç yokmuş’lu  bir yaşam güdüsünde kendini var etmesi  değil miydi   Can ! seni kaybettiğim o sancılı günlerde  “gerçek acıyı  çekmeyenler tarafından yazılan makaleleri okumaya tahammülü olmayan “ Marcel gibi, acıyı yaşamadıklarından –  yorumum  ne kadar doğru bilemesem de ; cenaze evlerinde çoğu kez suratlarına sahtelik akan üzgün  emojiler  yerleştirmiş otururlarken   ’Allahım çok şükür’le yakınlarının  ölmemişliğine  sevinmeyi  akıllarından geçirdiklerinden – hissettiklerimi, yıkık ruhumu,  anıların gün boyu  resmi geçit yaptığı kederli  dünyamı  anlamaya çabalamaktansa  ‘ahh mahvoldular ailece,  onu öyle fotoğraflarına bakar, okuduğu kitapları seyreder, atletine, oyuncaklarına sarılır görmek beni çok üzüyor, bir şey değil bu kadar üzülmekle bir yerime bir şey olacak, yarından sonra bir süreliğine gitmeyeceğim, hem bu gidişle zatetn delirir” kategorisine  terfi ettirecekleri ‘ben’im de onlarla zaman geçirmek istemediğimi, onlara  katlanamadığımı  düşünemeyecek  olmalarına  dayanamazken hem!  yanımdakilerden  kim,  ölüm sonrasının   unutuşa da varabilecek  aşamalarını  akla getirdiklerini, düşündürdüklerini, yaşattıklarını    somutlaştırıp, betimleme güçlüğü çekmeden nesneler, eşyalar, kokular, tatlar ve yemeklerin çağrıştırdığı anıları  Vinteuil sonatı eşliğinde; öylesine    içten; acının tek bir  karesini atlamadan  anlayabilir…anlatabilir… yazabilirdi ki ’yle ayrıntıların efendiliğine, büyük yazarlığına toz kondur(t)mayacağınız  Proust’un  satırlara  döktüğü “…Albertine’in hatırasıyla ayrılmaz bir bütün oluşturdukları için, sırf ilk ve sonbaharları , kışlarıyla zaten yeterince hazin olan … hayatta olsaydı bu benzer havada,şüphesiz ….gezintiye çıkardı..Son olarak ta , bu mevsim değişlilikleri ve farklı günlerin her birinin , bana başka bir Albertine’i geri getirmesi…”nin izdüşümlerini   ‘O’nu, Can’ı ve Haldun’u kaybettiğimde  bunların aynısını yaşamış, aynen böyle düşünmüştüm. Marcel’in  her kadında Albertine’i görmesi gibi ben de   parktaki çocuklarda seni görmüş hatta sen sanmış , ardından senmişçesine seslenmiştim Can!’ Tam kavşakta olduğundan bir yanı caddeye, salonunun,  iki  odasının pencereleri  yanındaki parka  baktığından ‘bak! parkta tek bir çocuk yok çünkü hava çok soğuk, kar yağıyor, az güneş çıksın ’la zor zap ettiğin Can’ın   parkta çocuk görür görmez ‘ haydi Güşen, çabuk çabuk  bizde gidelim, bak çocuklar çıktılar dışarıya ‘  mızmızlanmasına fırsat vermeden ‘haydi bakalım’ üşütme diye ağzını burnunu atkı, berelerle sarıp gittiğiniz parkta   yaptığınız kardan adamın gözlerine koymak için siyah küçük  taşlar bulamayınca, diz boyu karın ortasında  ‘ icat edeni… elime geçirsem…bıktım ya rahat yok  nereye gidersen git, tuvalette bile  bulunuyorsun,  insanlardan kurtulamıyorsun, ayrı kalamıyorsun da, bu nasıl görülmemiş bir  zulümdür ’ siteminin baş rolü ama o gün, o anların fotoğrafını  çektiğinden bugün  minnet duyduğun  cep telefonunla talimat verdiğin  anne(nin)annenin  mutfağın penceresinden  attığı içine   siyah zeytinler  koyduğu buzdolabı poşetini havada yakalamak için gerisin geriye gittiğinizde  düşerek içine gömüldüğünüz karlı her kış gününü;  salonun cadeye bakan  pencere pervazına dayanmış seni arkandan düşmeyesin diye tutarken   ‘bak! işte sel bu,  su nasıl güldür güldür akıyor caddeye’ dediğimde yeni öğrendiğin hoşuna giden bir kelimeyi ya da cümleyi konuşmanın ardından hemen tekrarlamayı huy edindiğinden ‘bak! güldür güldür akıyor’una gülümseyip ‘yağmur yağıyor, seller akıyor…’u söylediğimiz Nisan yağmurlarını; ‘seviyor, sevmiyor aaa sevmiyor çıktı’ kederini ‘  bu  bir oyun, seviyor çıkana kadar yapılır, tekrar yap bak seviyor çıkacak’ falın baktığımız papatyaların  ilkbaharlarını;  kulağımıza küpe yaptığımız kirazların, alır almaz sokakta yemeye başladığımız dutların tezgahlarda görünmesiyle yazları;  videoya çektiğim birbirlerinin üzerine yığılı  sonbahar renkli yaprakları avuçlayıp bana doğru attığını Kasım aylarını Can ! sende,  Haldun’da  bulduran  ölüm  sonrası yaşanacak sanrılarla  karşılaşmanın   olmazsa olmazlığındayken ben,  gizli gizli    mutfakta, balkonda, banyoda ‘bir psikologa mı götürsek acaba? dur dur şuralarda  bir yerlerde  antidepresan olacaktı onu verelim de azıcık uyusun’  konuşmalı körlükteki  tanıdıkların;   ellerinde  bir bardak suyla yanıma gelip   ’aç bakalım ağzını’  komutunu  verdiklerinde  ‘ne bu?içmem ben bunu’ itirazıma  ‘iç rahatlarsın’ kolaycılığını öne sürerek; ‘akşamları ‘uyamıyorum, ayrıca başım çok ağrıyor ‘ şikayetli evladına;  kendindeki migren semptomlarını yükleyecek öngörüde ‘kızım ben sana dememiş miydim uykusuzluğuna çareyi  bulacağım diye.Bugün Güven hastanesi nörologlarından  üstelikte profesör Çiğdem  hanımla konuştum, sende de benim gibi strese  bağlı migren varmış.Laroxyl yazdı 10 Mg’ müjdesini  verdikten sonra  yalnız kaldığınızda   ‘ böyle şey olur mu?muayene etmeden, MR çekmeden nerden biliyor çocukta migren  olduğunu da ilaç yazıyor? Ne o görüşme yapıldı, ne de reçete yazdı Çiğdem hanım.Bariz yalan söyledin çocuğuna, teşhis de, tedavi de senden, ama yapma ! 22 yaşında antidepresana alıştırma, yazık ediyorsun’ dediğinde; aldatmayı ortadan kaldırmadığı halde gibi niyeyse affedileceğine kesin gözüyle bakılan belki de İslam da takiyyenin günah sayılmayacağı  yer bulduğundan   ‘kimsenin canını yakmayan pembe yalan…’  bahanesine sığınan; her yalancı gibi   yalancılığının bilinmesini utanma vesilesi görmeyip yüzüne  vurulmasını umursamayan yüzsüzlükte ‘ne var bunda? Kız,  her akşam, her akşam  başım çok ağrıyor diyor, öyle görmeye dayanamıyorum ne yapayım?’–‘ madem kararlısın antidepresan vermeye bari   Pasiflora içsin.Hiç olmasa bitkisel, bağımlılık yapmaz .Hem ne diye bu kadar  abartıyorsun baş ağrısını, uykusuzluğunu çocuğun? Hepimiz zaman zaman  bunalırız.Çocuk  yeni döndü yurtdışından;Fransa’dan,   işe başladı, daha  el bebek gül bebekken herkes gibiliğe alışmadı. O da sorun mu?kanser oldum ben,  göğsüm alındı, bağırsaklarım yok …kanser olduğumu öğrendiğimde doktorum Semih bey,  biliyorsun alanında çok iyi bir cerrahtır  ‘ bir süreliğine kullan, şimdi anlamazsınız ama sonraları sorgularsın niye ben kanser oldum diye yardımcı olur size’ deyince  bildiği bir şey vardır diye güvenip başladım,  üç ay zor dayandım lanet Cipralex’e ! Güya akşamları uyutacaktı beni mışıl, mşıl… tersine etki, cin gibi ayaktaydım her gece,  mahvoldum uykusuzluktan. Bunlara  sende  şahittin, şu yaptığın iş mi? Bu ilaçların yan etkisini de düşün’lü itirazlarını öğretilmiş abartılı anneliğin gereği gözlerini sigarasının dumanından ayırmadan dinlemesiyle  kıçına saymayacağını anladığın kız kardeşinin gibi; hayatın evrelerinden ergenliğe adımda kişi  sorumluluklarının yeni yeni farkında varır, ilişkilerin komplikeliğini görür; içini doldurmaya başlayacağı  yeni kavramlar dedikodu, ihanet, aldatma, yalan, iftira, torpil, katliam, ölümle, aşkla tanışırken;  karşılaşacağı sorunları  (ders çalışma, sınav, gönül verme, arkadaşlara  gezip tozma, arayı bozma, ebeveyne karşı çıkma, beğenmeme vb) çözmenin hayatla başa çıkmanın kolay  yolunun  beynin kimyasına müdahaleyle, mutsuzluğa yol açan iletimleri azaltma işlevleri  sayesinde uyuşacak aklın, karşı çıkış yerine  her şeyi  ‘evet’letmesinden  geçtiğini kavrayarak bağımlılık yaptığını  bile bile  sırf rahatsız edilmemek, ‘veletlerle’  uğraşmamak için  yarattığı alkol etkisiyle ‘pelte haline getirip bebekler gibi uyutan tatlı pembe hap’’ları; yasal eroinman, esrar ve  uyuşturucuları; Lustral, Prozac, Efexor, Cipram, Selectra, Seoxat, Lyrica’ları; evlatlarına, tanıdıklarına avuç avuç kullandırmaktan çekinmeyen;  iyi, kaliteli bir hayat sürmenin yanında toplumca değerli kılınmanın  insanın servetiyle doğru orantılı olduğu Türkiye gibi  ülkelerde ilaç firmalarıyla aralarındaki mekanik, maddi, ahlaksız ilişkiler nedeniyle kullanım alanları dışında  doktorlar tarafından “kız arkadaşım beni terk etti”, “annem öldü”, “kardeşim beni çok üzüyor, cep telefonumu kullanıyor” , “ babam dışarı çıkmama izin vermiyor”,” annem Whatsapp mesajlarımı okuyor”, “prostatım var”, “kocamı kıskanıyorum”, “karım mini etek giyiyor” temalı rutin problemlerde  dahi reçetelendirilen antidepresanların  etkisinde, dünya yansa ‘bana yakınlarıma bir şey olmadı ya’ umursamazlığında ecelini bekleyen birine iki hafta sonra sevinç çığlıkları attırtarak dans ettirtecek sanal mutlulukla etrafında, bulunduğu  toplumda  var olan  yalanı, iftirayı, yolsuzluğu, adaletsizliği, eşitsizliği ‘sen mi düzelteceksin, etin ne budun ne otur oturduğun  yerde  keyfine bak’ adam ‘sendeciliğinde’ insanı   kendisi olmaktan çıkarıp apayrı bir karaktere de  dönüştüren,  öyle ki çocuğunu hayatından edenin, katilinin  yargı önüne çıkmasını istemeyecek boş vermişlikte  en anormal olguyu normal, normali  anormal  saydırtacak uyuşturucu kullanımıyla edinilen –hayatı allak bullak ederek, pek çok olumsuzluğu tetikleyeceğinden, kullandıklarını bildiklerinizden uzaklaşmak, ilişki kurmamak yaşam ve akıl sağlığınız  için  elzemdir uyarısını  yapamayı zorunlu kılan– antidepresan mantıkta , detayların labirentinde  kaybolan zihni  yeni şeyler keşfettiğini sanıp ‘diğer insanlardan farklıyım, şöyle mükemmel   biriymişim meğer, bu ilaç iyi geldi bana, almaya devam’   düşüncelerine  batıp çıkan zamane ebeveynlerinin; anne ve babaların  çocukları büyüdüğünde  yerecekleri isteklerinin, arzularının  dışında  karakterlere bürünme   sonrasında  tıpkısının aynısı kendilerine benzediklerini gördüklerinde  niye o denli şaşırdıklarını da  hiç anlamadığından  yanlış anlaşılmasın demeyeceğim  yanlış  anlayan da anlasın abi,   herhangi bir kötü olayda  özellikle de bir insanın kaybında, ölümünde hemen acıyı yaşayanlara içirilmek için antidepresanlara başvurulması   o kişi, kişiler için  endişelendiklerinden, gerçekten daha iyi olmasını…olmalarını…olmanızı  istediklerinden falan değildir, iyi vakit geçirip, hayatın tadını çıkarma peşindeyken    karşılaşılan acı duruma ait  kendilerinin de tutmak zorunda kalacakları    matemin uzun sürmesi depresif anne, baba, evlat, kardeş, kanka, arkadaş, amca, yeğen sevgiliye  tahammül edilen son noktada ‘elimden geleni yaptım…geldim, gittim, sarıldım, ağladım, hizmet ettim benden bu kadar’ tahammülsüzlüğünün ucunu gösterdiğinden  belki de  götürür  sanılıp  götüremediği de   illaki bir gün karşısında yaşanan acının büyüklüğünü giderme    amacından dolayı gayet  insani ve anlaşılır bir tepkide olabilecek  kafayı kazan yapmaktan başka bir işe yaramayan ikibinli yılların popüler çerezi; patlatılmış mısırı, çitleği  çevrede neredeyse  kullanmayan  insanın kalmadığı  küçükken anneme mide ülseri için doktorun verdiği diazemden başkasını bilmezken şimdilerde ‘ay şekerim sen ne kullanıyorsun ? yaa yapma onu bırak bunu kullan, hem bu sersemletmiyor, baş ağrısı da  yapmıyor, acayip rahatlıyorsun ? sabah müdürle tartıştım attım iki tane Lustral, pamuk oldum pamuk…’ lu sohbetlerin konu başlığı  – (acıyı, keşmekeşini  dindirdiğini sanılıp  illaki bir gün dindirmediği anlaşılacak) antidepresanı   Can’ın, Haldun’un  vefatını öğrendiğin gün  ‘aç’ komutuyla ağzına dayayanlarda  mideni bulandıran şey,  duymanı istedikleri için artık gizli değil açık açık bıkkınlıklarını dillendirdikleri  ‘tamam acısını paylaşalım  da  nereye kadar?  O’ da biraz gayret etsin   canım, kaç gün  oldu, nihayetin de bizim de işimiz gücümüz, çoluğumuz çocuğumuz var ’ konuşmaları değildi;  madende grizu patlaması, kalp krizi geçirme gibi  sonu ölümlü olayları  ‘hayat bu ne yapalım’,   ‘madenciliğin…yaşlılığın kaderinde, fıtratında  vardır’a  sığdırdıkları bencilliklerini, acımazsız kişiliklerini  sergileyenler   dışındaki  pek çok insan kendini olayın  mağduruyla  eşleştirecek  bir şey  bulacağından evet  ! gerçekten de  üzüntülüdürler  ama  velakin insanın  ‘acımın kalbimi acıtan kısmı bu al sana, ciğeri deleni de bu,  bu da sana’yla üleştiremediğinden   nasıl bölüşüleceği  muammalı  safsatadan  başka bir şey  olmayan; neden böyle söyledikleri, hissettikleri, ilk kimin bu işi başlattığı bilinmediğinden cidden  merak ettiğim kendilerini yerine getirmek  zorunda bıraktıkları ‘ bir süre yalnız  bırakmayalım.Acı bu paylaşılmalı. Sıraya koyalım hem,  bugün sen uğra, giderken bir şeylerde götür, tencere yemeği değil,  dur dur patatesli  börek sever çörek de, yarın da sen, baştan söyleyeyim ben pide yaptıracağım’dan önce;  üstelik de yaşayanı  anlamaktan uzaklıklarının farkında olmayanlarca;  kullanılan  ‘acını paylaşıyorum’  ağdalı bir söz öbeği  yok mu ! niye paylaşın? seslendiremediği  belki seslendirmek de istemediği;  kaybedilenle  ortak  geçmişi  hatırlatan,  ölmediğine inandıran onlarca  hatıra, eşya  ortasında  acısıyla sahibini tek başına bırakmakken asıl acıyı paylaşmak, üstüne cenaze evinde  sanki savaş  çıkarmış, katliamlar yapmış trafik, uçak,  iş  kazalarına, teşhis, tedavi hatasına neden olmuşcasına hayatı yitene dair  ‘ahh  düşünsene ya sakat, yıllarca komada kalsaydı. Şimdi dersin  ömür boyu bakardım ama insan yükü ağırdır’ – ‘ çektiği acılar dindi, kurtuldu’–‘ her gün onca genç şehit oluyor, ne güzel bir ölüm, Allah herkese nasip etsin, yaşını başını almıştı, bakalım biz o kadar yaşayacak mıyız?’lı  suçlama; sınırın kaç olduğu söylenmeden genç saydıklarının  ölmesindense   birlikte yaşanıldığından sizi sonsuza dek hiç büyümeyen çocuk, sizinde onu sonsuza dek hep aynı orta yaşta göreceğiniz yaşlı, sakat ya da  hastaların yaşam haklarını önemsemeyerek ölmelerinin daha  hayırlı, sevinilecek  bir durum olduğunun  tebliğindeki insanlıktan nasip almamışlık, acımasızlık; şüphe barındıran ‘ sen ölseydin acaba rahmetli bu kadar üzülecek miydi’li  nifak sokmalı  varsayımların sıralanmasına ses çıkar(a)mamak var ya Haldun !  düşündüğünü, hissettiğini  gizlemeden  beyan ettiğinden  keşke diyorum keşke benim de,    ağabeyinin  cenaze yemeği  sırasında ‘ defolun gidin! Tek başıma  bırakın beni, saçmalamalarınız,  bir boka yaramayan tesellileriniz, yardımlarınız sizin olsun’  tepkini gösterecek cesaretim  olsaydı. Ama hep olageldiği üzre; iş işten geçtikten,  güzel  ne varsa ona geç kaldıktan sonra  başa gelinen akılla, o gün  tepkimi gösteremediğim mülayimliğime öyle kızgınım ki, yanında olmasa da varlığı hayatı dayanılır kılan, başına bir şey geldiğinde ‘ keşke senin yerine ben  olsaydım’  dedirten  bir ya da iki arkadaştan  biri olduğundan bugün Haldun!  O davranışından dolayı sana çıkışmamın gözüne nasıl  aptalca, derinlikten yoksun gözüktüğünü düşününce ,üstelik bu yüzden kendimi nasıl kötü hissettiğimi sana açıklayamadan; küçücük dünyamı durduran ölüm haberini almanın  şokunda  –az durun be! elbette hayat devam edecek, elbette  yemek yenecek, su içilecek,işe gidilecek, yemek yapılacak, yaşanacakken  sanki bunlar bilinmiyormuşçasına, ölenin  varlığını, hatıralarını anda silme teklifi “hayat devam ediyor”lar da  saklı ‘ölen öldü, olan oldu, ya ölen sen olsaydın? ne şanslısın sen yaşıyorsun‘ merhametsizliğinin  itirafı “başın sağolsun”lar sağnağının sıkıştırdığı kalbin  krizle tanışmasına ramak kalmışken  avaz avaz   ‘ hayır! Bunları söyleyen biz değiliz deyin.Ne diyorsunuz siz ? benim başıma yıkılmışken dünya,  demeyin başın sağ olsun deyin ki başını vur duvarlara…demeyin ağlama deyin ki  ömrünü kaybettin sen! ağla ağlayabildiğin kadar ‘ diye bağırmaktan  beni neyin alıkoyduğunu hiç ama hiç bilmiyorum…hiççç bilemiyorum… bildiğim teselli sanılan ama acıyı  hafifletmeyip  katmerleştirdiğinden  dileyenlere karşı   öfkelenilirken   zihinde oluşan  tuhaf  anlamsızlıkların, boşlukların   bakışlara yerleştirdiği  anlık  parıldamanın nedeni  hemen hemen her gün “sanki, tıpkı hayattayken olduğu gibi, zihnimizi meşgul etmeyi sürdürür.Seyahate çıkmıştır adeta…”yı  yaşayan  Marcelmişcesine;  İlkokul  birinci sınıfa başlamamıştın sabahları baban bıraktığında ya da  ben gelip seni aldığımda eve girer, ayakkabılarını çıkarır çıkarmaz annenin yedek giysilerini bazen de  aldığı organik meyveleri, hastaysan ilaçlarını koyduğu bana göstermek için bir şeyini ; yap-boz, oyuncak, kitap, resim, bazen  yiyecek  ve de tabletini;   getirmişsen önce onları göstereceğinden  anneannenin odasına   ( onlarca çocuk kanalına sahip  tele dünya  dedektörü sadece  yatak  odamdaki televizyona bağlı olduğundan son günlerinde   gelir gelmez yatak  odasına giderdin)  taşıdığımız (getirmemişsen  antredeki beyaz yayvan  sepete bırakacağımız) küçük koyu mavi renkli sırt çantanın fermuarını açıp içindekileri  yatak örtüsünün  üzerine  döktükten; yatarak televizyon izleyeceğinden üzerini değiştirip  ev giysilerini giydirdikten; iki üç yastıkla sırtını destekleyip  yarı uzanır vaziyete getirip  yalnızca TRT çocuk kanalının  çıktığı anneannenin televizyonu açıp mutfağa sana kahvaltı hazırlamaya gittiğim  günlerde Pavlov’un köpeği alışkanlığında sana  sütlü kakao, bazen de  her sabah içtiğini görenin   ‘Allah , Allah  görende  Varto’nun dağ köyü Kasman  değil de İngiliz Kraliyet ailesi mensubusun sanacak’ taşlamasına giriştiği ki girişmeyenini de görmediğim anneannene  sütlü çay,  kendime  sade Türk kahvesi  yaptığımda,  saat onu gösterdiğinde ‘haydi gellll‘ sesini  duyduğumu      henüz yaşamı  paylaştıkları  birini kaybetmediklerinden anlamayıp  delirdiğime işaret sayacaklarından söylemediğim ‘yazık… düzeleceğine, günler geçtikçe daha kötü oluyor, ’– ‘bu gidişle aklını oynatacak’–‘yas tutma  altı ayı geçti mi, profesyonel yardım alınmalıymış’ konuşmalı yanı başımdakilerin  değil de  benden  yüzkırkbeş yıl önce doğmuş  bir yazarın anlamakla kalmayıp aynı duygularda, aynı düşüncelerde, aynı acılarda  buluşmanın, aynı fırtınaları, durulmaları yaşatan  aynı acıyı , yası satırlara dökerek  romanlarında  yer vermesinin  yaralayıcılığında sonraları zihnini  bayağı  meşgul ettiğinden; bir insanın kaybı, ölümü ya da herhangi bir facia karşısında takınılan tavırda, yaşanılan  matemde; verilen tepkideki naiflik, duyarlılık, merhamet; yaşanandan  etkilenme, empati kurma,  üzülme derecesinin  yaşanılan ülkede  insana verilen değer, saygı, bilinç, gelenek ve göreneklerdeki  incelik,  eğitim,  kültür düzeyinin kalitesiyle  orantılı…ilişkili  olduğu kadar, kanıksatacak  derecede  ölümle haşır neşirliği  payının bulunduğunu  da düşündürecek onlarca olay,  afet ; onlarca hikaye,  roman,   sözlü tarih film şeridi gibi gözlerin önünde  canlanınca;  haksızlık, adaletsizlik barındıran bir olay, hak kaybı getirecek bir yasal düzenleme karşısında kendiliğinden sokağa dökülme, protestolarda bulunma refleksi gelişmiş ülke vatandaşlarının, insanı  rahatlatacak  o naif…o duyarlı… o içinde asla ve asla ‘kader’ sözcüğünün geçmediği  filozofvari  teselli sözcüklerine, içten sarılmalarına, kaybedileni  birlikte  anma isteklerine, hislerine  sahip olmalarını  nasıl  ve niye beklersin ki; senin deyiminle bir baştan bir başa memleketi sarmış  yetiştirildikleri  evlerin, okulların, yaşadıkları ülkenin, toplumun naiflikten yoksun  kabalığı, nobranlığı,  cahilliği  duygularına, davranışlarına sirayet  etmiş, kanaatkar  taşralığı bir türlü aşamayan daha doğrusu siyasilerin, düşünürlerin, yönetenlerin işlerine geldiğinden  kentli olması istenmeyen Türkiyelilerden; durakta bekler, pazar yerinde alışverişteyken her an  bombalı bir  saldırıda, katliamda; balkonda oturur, parkta oynar, sokakta yürür, asker uğurlarken  bir maganda kurşunuyla; trafikte yol verdin vermedin kavgasında; madende, fabrikada bir patlamada,  savaşta,  çatışmada,   iş kazasında;  selde , depremde , çığda, bir afette, bir başka ülkeye göçte, bulaşıcı bir hastalıkta; onlarca insanın, çocuğun, gencin, askerin,  gerillanın ölmesi, öldürülmesiyle insanların gözü önünde hayatların bozuk para gibi kolaylıkla harcandığı, daha da  harcanacağı  ölümün de  ‘kaderiydi’yle olağanlaştırıldığı; Manakis kardeşlere ait filmin kayıtlı olduğu üç bobini arayıp bulmak üzere, savaş  ortasında  tüm Balkanların boydan boya  aşıldığı  yolculuğun bir noktasında, ellerinde kadehleri  yarı karanlık bir sokakta iki arkadaşa  ‘Hadi içelim … Françoise’ya, Helga’ya, Michelle’e, Monique’e. Yok olup giden bütün umutlara. Kurduğumuz tüm hayallere rağmen hiç değişmeyen dünyaya……” gerçeğini haykırtan benim bir tanecik yönetmenlerimden  Théo Angelopoulos’un  Ulysses’ Gaze (Ulis’in Bakışı) vari  yüzleşmeli bir dönem filminin çekilmediği –hoş  yapılsaydı da gişede büyük hüsrana uğrayacak kadar az  izleneceği– ‘her şey olur, hiçbir şey değişmez’in  Ortadoğu coğrafyasında yaşayanlardan.Nezaketten, duyarlılıktan muaf Ortadoğu’da hayatı abluka altına alan  öyle kolayca…öyle her an karşılaşılan çoğu  önlenebilir ölümlerin “şehit oldu” ,  “kader”, “ne yapalım”la sıradanlaştırılmasının yüzyıllara   dayandığına dair düşüncelerini iyice pekiştirense annenin sana bir kış günü,  anlattıklarıydı. O kış yine  kar yağıyordu Ankara’da, yatağımda uzanmış; her kanalda her gün rastlanacak  hayvanlara özellikle de aslanlara ait belgesellerin bolca  yayınladığı yıllardan biriydi; seninle yaptığımız gibi Can bilmem ne kanalında   seyrederken aslanları;  ‘aaa rengi değişmiş’le leylak rengi kumaşla döşettiğim fark ettiğin Tunalı Buğday sokakta bir antikacıdan aldığım antika  koltukta oturan anneme hani hiç ortamla, konuşulan konuyla ilgisiz, bir şey hakkında birden–Freud’a göre de açığa çıkan illaki bilinç altında gizlenmiş–  bir merak hasıl olur nereden akla düştüyse sorulur ya  işte onun gibi  televizyonun sesini kısıp anneme  dönüp‘ Sare teyzemin kaç çocuğu öldü?’  diyorsun. ‘Ben iki tane biliyorum, hele bir Hasan vardı; çok güzel bir çocuktu dedesine benziyordu,  saçları sapsarıydı, gözleri mavi, biz Van’dayken her sene köye gidiyorduk ya  depremden önce valla yalan olmasın belki sonra da olabilir görmüştüm ondan bu kadar net hatırlıyorum yüzünü  ’–‘Depremde ölmediğine göre sonradır ölümü, kaç yaşındaydı’ –‘ kocamandı’ eliyle  boy gösteriyor ‘bu kadardı , tabii ya  yedi  sekiz yaşlarındaydı.Sene 1965, yol yok bizim oralarda her taraf dağ, taş orman. Deden  ben doğduktan dört yıl sonra bir şiir kitabı yayınlamış, dayının sana fotokopilerini gönderdiği işte o  kitabında dağlarla ilgili  en az altı yedi şiiri var, o kadar çok severdi dağları. Çünkü sabah kalkınca pencereden ilk gördüğümüz yüksek dağlar, tepelerdi’ –‘ o şiir kitabını hatırladım “Bingöllerin Sesi”  . Dur ! alıp geleyim’le  kitaplıktan fotokopi halindeki kitabı getiriyor ‘bak! bu işte’yle de çeviriyorum sayfalarını ‘gerçekten  dağlara aşıkmış. Dinle,şiirin adı Dağlar

“Burcu, burcu kokar gider yaz faslı.

Sizden mi geçmiştir Kerem’le Aslı,

Ağlamıştır sizde aşıklar nesli,

Öter bülbülleri kafeste besli,

Yollarda yolcuyu ağlatan dağlar,

Garip bülbülleri dağlatan dağlar”

bu da Bingöl dağları şiiri

“ Yüce Bingöl şirin yurdum.

Yaylasına çadır kurdum.

Suyunu içene yok ölüm

Cennet gibisin Bingölüm

Aras çayı senden akar,

Murat nehri senden çıkar,

Yüce başın göğe bakar,

Sevdim seni doya doya,

….

hangi dağdır senin eşin “

susuyorum ‘ okusana ’ diyor annem, yatağın üzerine bırakıyorum fotokopileri ‘anne !   Sare teyzemi anlatıyordun,  kitap burada okursun sen, hem günlerdir orada duruyor, okumadın da şimdi ben getirince mi?..’ –‘şimdi taksiyle yirmi dakikada gidilen Gımgım’a o şartlarda  ya yürüyerek ya atla ya da öküz arabasıyla gitmenin dışında başka çare  yok.Tek tük araba demezdik biz taksi vardı ortalarda.Kırk yılda bir köye gelen  hükümette, jandarma o da.Neyse  hani bir hastalık vardı  boğazla alakalı  kuşun bir şeyi  deniyordu’  gülüyorum  ‘kuşpalazı, boğmaca ’ –‘hah işte o, boğmaca, o yıl köydeki çocukları tuttu’ –‘salgın olmuş’ –‘  eniştemde   Hasan’ı sırtına vurup, kara bata çıka, yaya Varto’ya götürüyor’ –‘ Yayan öyle mi?’–‘gördün sende, enişte çam yarması gibi uzun, babayiğit, hastaneye yetiştiriyor  ama kurtarılamıyor,  geç kalınmış’ –‘yavrum ! kim bilir kaç çocuk gitti öyle sahipsizlikten’–‘ sırf bizim evde bir  ay içinde beş çocuk öldü kızamıktan,  beş kardeş mezarlığı derdik, hepsini bir mezara yan yana gömdüler. Sene 1953’tü Mengî Cele, Ocak ayıydı  net hatırlıyorum  çünkü  bir yıl sonra 1954 yılında  babaannem öldü. ‘ –‘ hani şu..’-‘ evet o !  kız  ! öyle  zalimdi,  yıllarca babamın öldürülmesinden ‘başını sen yedin’le annemi suçladı, ölüm döşeğinde ‘ Amine, sen güldün ama gübrede yetiştin ne yazık ki değerini bilmedik.’ dedi.  O sene Piro’nun karısı  amojın Hanesli’de    bizdeydi,  ben hep derim ya   lojının, adircanın,  ateşin önünde oturur parmaklarını böyle koparırdı,  bende onun önünde  oturur ‘daye derdim senin bu parmakların niye kopuyor’  –‘ nasıl yani? nasıl kopuyordu’ –‘böyle’ diyor gösteriyor parmağın en uçtaki  kıvrım yerini  ‘böyle bu kemik buradan tak diye kopuyordu, oraları  sanki  ateşe düşmüş yanmış gibi simsiyahtı… simsiyahtı’–‘morarmış, eğilmiş desene anne ! belli romatizmal bir hastalığı  varmış’ –‘doğru diyorsun, ama o bana demişti ki Seys Sılıman (Seyit Süleyman)  bana beddua etti.’ Seys Sılıman ismi pek çok anekdotu    çağrıştırdığından –‘kimdi o?’ –‘ Sana çok defa demiştim, benim babam,  deden çok seviyormuş bu Piri’ derken işaret parmağını dudağına götürüp öpüyor.’Her işini ona danışırmış,  her davaya girmeden önce ona sorarmış. Çok büyük inancı, büyük itikadı varmış ona. Neredeyse o ne derse onu yaparmış.  Ölünce çok üzülmüş. Şiir yazmış arkasından’  fotokopilere uzanıp  dedemin Seys Sılıman için yazdığı şiire sohbeti bölmek istemediğimden  o an bakmadım ama sonrasında

“Bahar bağlarında bülbüller öter.

Dostumun hasreti içimde tüter

Mezarın üstünde sümbüller biter

Gitti bu illeri viran eyledi

Yaktı ciğerimi püryan eyledi

Mezarında nice günler inledim.

Sesini duyarım diye dinledim.

Gece gündüz ona niyaz eyledim.

Dostum bu illeri viran eyledi.

…”

mısralı “Ameranlı Süleyman Uluyol, Sayın dost’ başlıklı  şiiri  okudum ‘İşte bu Seys Sılıman Hanesli’nin kocası  annem gibi Bingöl’ün bir köyündendi.O köydeki  Tekyadan (dergahtan) ayrılan  dedelerden  biriymiş o da, gelip  bizim Onpınar’a Ameran’a yerleşmiş. Erkek kardeşi ölünce  de karısının adı Şerife’ymiş, Seys Sılıman onunla  evlenmiş, Hanesli’de  karşı çıkmış kocasının evlenmesine.O bana öyle anlattı ‘niye evleniyorsun’ demiş’ –‘elinden öpmek lazımmış Hanesli’nin, o berbat…o saçmalığın dibi…ensest geleneğe karşı çıkmak o devirde ne kadar cesurca bir davranış. Belki o evlilik olmasa annen de zorla evlendirilmeyecekti  amcanla, peki nasıl bir bedduaymış ettiği’ –‘demiş ki ‘ dilerim kendi ceddimden  parmaklarının hepsi kopar, tek tek düşerde insanlara muhtaç olursun, sakat kalırsın, o bana öyle dedi’. Sonunda o güne değin fark etmediğini   annemin sık sık kullandığı  ‘o bana öyle dedi’, ‘hiç unutmam’  cümlelerini fark ediyorum yıllar sonra ‘Neyse , Hanesli’nin bizde kaldığı  o yıl,  altı çocuk… Ben,   sekiz yaşındaydım, okula başladık. Okul dediğim bir eğitmen geldi köye adı Remzi,  çeşmenin yanında bir  ev verildi, biz çocuklar  okul diye o eve giderdik;  ben, Hanım,  Fikriye teyzen, Fazıla, Süleyman, Abbas…okul tam gün, sabah gidip akşama doğru eve  dönüyoruz, civar köylerden de çocuklar geliyor. Amcamın kızı Fazıla çok  da güzel bir kızdı, annem de çok severdi onu. O  kadar sessizdi ki tabii   annesi döve döve… öyle sessiz   eğitmen onu alır getirir böyle  koltuğunun yanında oturturdu’ –‘niye, çok mu severdi eğitmen onu?’-‘  demek ki.. hepimiz çok  yaramazdık  bir çeşit ödüldü eğitmenin yanında oturmak, akşam dönüyoruz, diz boyu kar, çeşmenin orda baktım ki…’ –‘ Anne!  üzerinde dedemin adının yazılı olduğu  çeşmenin suyu ne kadar güzeldi değil mi? buz gibi’ –‘ Cepanik yaylasındaki  dağlardan gelir o  su da, ondan’ –‘ senin bu bahsettiğin eski çeşme nerdeydi ?’  sonraları dedemin şiir kitabına  göz gezdirdiğimde   annemin bahsettiği Çeşme’ye ait

“Asırlarca akıp akıp ta çoşmuş,

Derinden derine çağlayan çeşme.

Su yüreklere su vermiş koşmuş,

Derinden derine çağlayan çeşme

….

Bir fasıl koşmuştur şairle sâze,

Bir dem varmış hakka nazu-niyâza.

Ermiş hak sırrına ezelki râze.

Kaç bin kervan geçti yoldan saydın mı?

Kocamışsın, bilmem gözler aydın mı?

Kaynak mısın yoksa dağdan kaydın mı?’

Şiiri  görecektim ‘eve 200 metre uzaklıktaki yeni çeşmenin az ötesindeydi eski çeşme,  beton borularla şimdiki yerine çekildi.Neyse eski çeşmenin orda  baktım ki  Fazıla çok ağladı dedim ki  ‘niye ağlıyorsun?’ dedi ‘ başım çok ağrıyor’. Eve geldik, kapıdan içeri girer girmez  ‘Daye!’ dedi ağlamaya başladı,  amojın (yengem) Zehra kalktı, bir tane attı… bir tokat attı, beni gösterip  ‘seni Turna mı dövdü?’ dedi. Şimdi düşünüyorum da o  kadar  nefret edermiş ki annemden, bizden de. Hep suçlayacak bir şey bulmak umuduyla dolaşırmış.  Fazıla  ‘Daye…Daye o beni dövmedi. Benim  başım çok ağrıyor ‘dedi. Yengem aldı onu  odasına götürdü. O zaman  üç erkek kardeş, üç aile bir evde  birlikte kalıyordu.  Herkese avluya açılan bir oda düşüyordu. Sabahleyin  kalktık,  biz çocuklar hepimiz  hastayız. Kızamık tutmuşuz’ –‘kızamık olduğunuzu nasıl anladınız?’ –‘başımız ağrıyor,  vücudumuz dışarı atmıştı kırmızı lekeleri.   İlk gün Fazıla , ikinci gün kardeşim  Leyla, ben, diğerleri  sonra Fazıla’nın kardeşi Süleyman, memedeki altı aylık Hüsnü Cemal,  Abbas. Şimdi diyorum ki hep cahillikten öldü bütün o çol çocuk. Bizim orası dört bir yanı dağla, ormanla çevirili , dağlardan esiyor buz gibi rüzgar, tipi kış ki ne kış.Babamın da kış  şiiri  de vardı

“Şu orman ağaçları

Soyulmuş kuşa benzer.

Dumanlı yamaçları

Korkulu düşe benzer

her tarafı bem beyaz

Bütün ovalar dağlar

Gök ayazdır, yer ayaz

Altı aydır halk ağlar”

soğuk buz kesiyordu

“Bağırdıkça karlı kışın

Senden bezdim doya doya”

denecek kış.Bunlar sobaya mazgal, kalın meşeler koyuyorlar,  sobalar kızıyor  kızgın, kırmızı alevler gözüküyor sobanın tenekelerinden, saclarından, demirlerinden… ateşimiz var yanıyoruz, odaların içi  hamam, su vermiyorlar.Soğuk su üşütür diye sıcak çay veriyorlar.Ateşimiz daha da çıkıyor.Benim annemin odasının bir masası var, böyle (kollarını iki yana açıyor, elinde metre varmışçasına gösteriyor) tutuyorlar bir metre, adamın birisi yapmış anneme tahtadan. Ali Usta diye biri yapmış. Bizim köyde bir tane de kirve var, Hüseyin kirve. Baktım kapı açıldı,  odaya girdi Kirve,  elinde   Amerikan bezi böyle tuttu ölçtü ‘ –‘anladığım sizin orda metre  vazifesi anneannemin masasına yüklenmiş’  gülüyor ‘meğer Fazıla ölmüş, ben bilmiyorum. Babası  amcam  Hüseyin de  o zaman  bu pisliklerle uğraşıyormuş  Varto’ya gitmiş, 1953 de araziyi almış diyorlar ya işte o zamana denk geliyor.Sordum dedim ki Kirve ne ölçüyorsun dedi bir şey yok.  Fazıla  da  ölmeden  önce Hanesli’ye  ‘Daye ,bana klam, ninni söyle’ demiş. Hanesli’nin  öyle güzel  sesi vardı… öyle yumuşak…öyle içli…yavaş yavaş söylerdi, hep de dert yüklüydü klamları.Fazıla’yı iki duvara çakılmış çivilere asılı halatlardan yapılmış beşiğe koymuşlar, bizim orda o beşiklere bir de  kalın  ip bağlarlardı;  böyle oturuyorsun o iple çekiyorsun beşiği kendine sonra bırakıyorsun öyle sallayarak ninni söylemiş Fazıla’ya,  belki de  beşikte sallanırken öldü bilmiyorum. Şimdi benim annemin odası evin  arka, İbrahim amcamın odası  ön tarafta bakardı ,  kızı Hanım  görmüş’ –‘neyi görmüş, Fazıla’nın öldüğünü mü?’ –‘yok yıkarlarken görüyor. Cenazesini kapıya koyup yıkıyorlar ya, onu görmüş.Dört bir yan

“ Altı aydır şu kargalar

Dağdan kopan kasırgalar

Önünde yere serili

Karlara gömülür kalır

Altı aydır bu illerde

Karlı dumanlı bellerde

Nasıl yaşarlar şaşarım

Ben olsam dağlar aşarım

Uçar giderim sahile

Karda çekilmez bu çile “

Kar,  altı ay çekerdik bu çileyi. Dedi ki Hanım; karların üzerine uzun tahta bir masa koydular, yanında kara bir kazan içindeki sudan buharlar çıkıyordu.Siz bilmezsiniz bizde kilerlerde , ambar derdik biz koca kepçeler vardı sütü, haşlanan  buğdayı karıştırmak için. Baktım Fazıla’yı kucakta getirip o tahtanın  üzerine serdiler,  gözleri kapalı, elbiselerini çıkardı yenge Zehra  ‘ daye , daye ‘ ağlıyor, işte o zaman ölmüş dedim Fazıla, korktum bende öleceğim.Hanım öyle dedi ama ben hiç bilmiyorum neyse akşam oldu ikinci günü ’ –‘bir dakika, bir dakika dur ! hiç  merak etmedin, sormadın mı nerede bu Fazıla diye.Aklım almıyor çünkü  her sabah birlikte yediğin, içtiğin, okula gittiğin arkadaşın  aniden ortada  yok, sormuyorsun kimseye?Kimseler de bir şey demiyor, bir açıklama yapmıyor mu?. Anladığım ölümü gizliyorlar ne faydası varsa  sanki ölen bir tavuk…bir inekmiş gibi  davranıyor.Eminim o yıllarda köylüler  süt, et verdiğinden ölen bir inek, manda, koyun, keçi  için daha çok üzülmüş, daha çok ah, vah etmişlerdir’  –‘ aynen öyle,  soruyorum tabii; anneme sordum bir şey  yok diyor, herkes bir şey yok diyor.İki üç gün sonra  ben ve Hanım yavaş yavaş ayağa kalktık ama nasıl halsiziz, Fazıla’nın kardeşi Süleyman’da beni ‘baba odasına götürün’ demiş.Annemin odasına demeyeyim  zira erkek çocuklardan  kim evlenirse,  ev damında ona bir  oda verilir, o oda da çocuklar anneleriyle babalarıyla birlikte ( öyle çocuklara ayrı; büyükle ayrı oda nerde? ) kaldıklarından bizim tek odalık evimize de çe Taloda  ’baba odası ‘ diyorlardı. Getirdiler arkada böyle bir sedir var Süleyman’ı sedirin arkasında yatırdı Amojın  Zehra, ama kadın çok kötü, Fazıla’yı kaybetmiş ağlıyor. Benim kız kardeşim de beşik diyoruz ama  bu kadar, karyola kadar büyük’ ne önemi varsa soruyorum  ‘ tahta mıydı o beşik’ – ‘ tahtaydı evet, çok büyüktü çünkü. Leyla 48 doğumluydu 53’de öldü, kaç yaşında altı yaşında mı ’ –‘beş’ –‘beş yaşındaydı değil mi  ? kocaman kızdı , çok güzeldi bemrad.Öyle uzun kirpikleri vardı ki buraya kadar.’  elmacık kemiklerinin yerini gösteriyor , inan buraya kadar uzundu kirpikleri, sarışındı… o zaman Leyla’da orda karyolada yatıyor iki de bir anneme “ben çok hastayım daye, sen beni ne yapıyorsun” diyordu.Aannem de “ben seni ne yapayım yavrum, yavrum” diyordu.  Leyla orada, o da burada, ikisi aynı anda, aynı o odada  öldü. İkisi de  aynı dakikada öldü’ –‘Süleyman kaç yaşındaydı?’-‘ Süleyman da 46’lıydı benden bir yaş küçük’ –‘ yedi yaşındaymış.’ –‘böyle parmağını (işaret parmağını ağzına götürüyor) ağzına koyardı  emerdi, demek ki onda tik varmış, yazık… biz de ona Sılı Musi dın’ der, kızdırırdık, o da  arkamıza verip bizi kovalardı. Sılı Musi diye  yaşlı bir adam vardı, hep parmağını  ağzının içine sokar dolandırırdı. Süleyman da o da onun gibi yapıyordu Canım benim, nasıl güzeldi nasıl…   Hiç unutmam gece öldü ikisi de,  bizim yanımızda, benim yanımda öldü ikisi de’ -‘öldüklerini nasıl fark ettin sen  ?’ –‘ Hiç unutmam Süleyman  annesine  ‘daye,   bak dedi pencerede bir tane adam var bana elma uzattı’, Leyla  bir şey demedi. Leyla  o  kadar dedi  ‘ben ölüyorum daye‘ onu öyle duydum’ derken aktı akacak gözyaşlarına engellemeye çalışırken o anda neden kalkıp anneme sarılıp da onunla ağlamadığıma  anlam veremiyorum , gözleri televizyon ekranında hiç görmediğim teyzemin ölümünü anlatırken bana, bir an dönüp  artık yaşlanmış , çizgilerle dolu yüzüne bakıyorum.Niyeyse insan annesini, babasını hep anne, baba  doğdu sanıyor; evlenmeden önce başka bambaşka bir  hayatları olduğunu aklına bile getirmeden yıllar yıllar geçiyor anne baba yaşlanınca, evlatlarda orta yaşlara gelince; illaki agresif davranılıp eleştirilere boğulmuş  annenin , babanın şüpheci, sevgisiz, açgözlü, merhametsiz ya da tam tersi duygusal, verici,  fedakar   olmalarının nedeni çözüp,  onları anlamanın,  ona göre davranmanın artık hiçbir yararının olmayacağı  vakitte de, yani yine iş işten geçtikten sonra  birden peydahlanan  merak sarıyor soruyor da soruyor, bilmek istiyor geçmişi.O an belki de yaşananın trajedinin etkisinde kalkıp gözyaşlarını içine akıtan anneme sarılıp  birlikte Leyla’ya ağlamadım ama  küçücük bir çocuğun “ben ölüyorum anne” demesindeki o titreyiş… nasıl bir şey olduğunu bilmediği ölümden kurtulamamamın çaresizliğindeki  masumiyet içimi parçaladığından kendiliğinden akan gözyaşlarımı göstermeden geceliğimle silerken; ekranda ceylana saldıran aslan’nın görüntüsünde takılı gözleri, titreyen sesiyle  ‘kızım, kızım  bırak öyle kalsın bu dertler burada’ diyerek elini kalbine götürüyor ‘Leyla  öldü, annem o güzel sarı saçlarını ördü, bir tutam kesti bir beze sardı teyzen Sare’ye uzattı ‘çene, bunu sakla !.Ben ölünce gözlerimin üstüne koy’ ağladığımı anlamasın diye sesimi çıkarmadığımdan   ‘teyzem Sare  öldüğünde anneannemin gözlerinin üstüne Leyla’nın saçlarını’ sorusunu gerisin geriye itelerken    ‘öyle de oldu’ diyor ‘ kaç yıl sakladı; elli , elli beş yıl…annem öldüğünde çıkarmış, hiçbir şey olmamış saçlarını, gözlerinin üzerine koymuş.’ –‘  aranızda  Leyla’ya kim benziyor?’ –‘Kims,e başka bir güzeldi o.Hiçbirimizde ona benzemedik çocuklarımız arasından da benzeyen yok. Ben orada, odada öyle  bakıyorum yani bende şaşırdım birden öldü iki çocuk.Feryat, figan kucağına aldı annem Leyla’yı, Amojın Zehra Süleyman’ı, odanın ortasına bir döşek attılar ikisini yan yana uzattılar, çok küçüklerdi.Hiç unutmam, şey geldi bu Vaide’nin annesi senin halan Elif, geldi.O iki çocuk o gece… o  halan Elif  yanımızda sabaha kadar oturduk. Tabii bende ağlıyorum bende; aynı  ev çocuklarıydık,  beraber oynuyorduk. Bir de karınlarının  üzerine büyük tepsiler koydular hiç unutmam, şişmesin diye evet.Sabahleyin  onları da götürdüler etti üç ölü’ – ‘anne! tepsinin içine de bir şey  ağır bir taş  falan koydular mı?’ –‘yok,hayır… hayır,  tepsi bakır ya ağırdı zaten. Sabahleyin onları  götürünce yıkamaya  o zaman ben de dışarıya çıktım. Bildim artık dediler Fazıl’a da ölmüş.  Leyla’ yı  Kurmanj yıkadı annemle. Leyla’nın boynu böyleydi (yana eğiyor) şöyle olmuş, Kurmanj’ın kocası geldi cenazeye baktı ‘neden Leyla’nın boynu büküktür, niye düzeltmedin’ dedi.İkisini götürdüler o yukarıda beş kardeş mezarı  var ya  Fazıla’nın  yanına  gömdüler bu sefer de hasta  Abbas ağırlaştı. Amojın Zehra  doğum yapmıştı altı ay önce Hüsnü Cemal diye bir kız,  memedeydi…meme emmiyordu  o da öldü, ama Abbas ondan önce öldü’ –‘bu amojın Zehra kaç çocuğunu verdi kızamığa?’-‘Üç tane, bir ayda üç tane; Fazıla, Hüsnü Cemal,  kendi babasının adını koyduğu Süleyman.Çok güzeldi, hiç unutmam bu   babayiğit olarak maddi mirasını değil ailesini işbirlikçi hain ilan edip soyadını  değiştiren Almanya’da ki ite, amcaoğluna  benziyordu. Benden bir yaş ufaktı,  yedi yaşındaydı. Bunlar, ev damındakiler dedeyi, bizim Piri çağırdılar’ –‘niye?’ –‘dediler gel Abbas’ı Şehidi Merge götürelim. Abbas’la, Hanım kardeş, aynı oda da hasta yatıyorlar. Hanım bir gün dedi ki  ben babaannemi  sevmiyorum, Abbas’la hasta yatıyoruz babaanne girdi odaya  elinde bıjıki dorak ( peynirli gözleme ) Abbas’a verdi, benim de canım çekti istedim vermedi. Kızlar insan değildi onun gözünde, oğlan torunlarını  severdi onun için sevmedim babaannemi. Neyse Abbas’ı kızağa koydular tamam mı?  Abbas’a  bir şey olmasın  diye biz dua ediyoruz, üç tane çocuk ölmüş, biz de çocuğuz, tabii üzülüyoruz. Ondan sonra kızakla götürdüler Seyidin  üzerine, niyaz da pişirdiler, yanlarında götürdüler… karı yara yara,geri dönüp getirdiler Abbas’ı, Piro’nun sırtına verdiler.Piro sırtına aldı , ahırda etrafında öküz çevirdiler   dediler ki ‘ ne kadar senin hastalığın,  kadan belan varsa hepsi bu öküzün üzerine, sırtına gelsin.’ –‘Öküzü kurban mı ettiler ?’- ‘ Bilmiyorum, Abbas’ı içeriye aldılar, uzattılar…  Abbas öldü. Hiç unutmam; benim annem de Bingöl’den  yirmi gün önce, yeni  gelmişti, babasıgil şey vermiş ,böyle güzel renk renk  yemeni, elbiselik kumaş falan, annem  ölünce Fazıla o yemenilerle başını süslemiş’ – ‘Şimdi ben sana yoksa biz Hıristiyan mıyız? desem kızarsın, iyi de anne öleni böyle süslemek Hıristiyanlarda var’ –‘ Her kılığa, her dine koydun bizi,  bu da üstüne olsun. Annem  Fazıla’nın  başını yemeniyle sarmıştı ya    amcam Hüseyin  Varto’dan  geldiğinde gömülmüştü Fazıla, düşün bir geliyor çocuğu ölmüş.Yan yana gömdüklerinden  mezar açılınca tekrar Fazıla’yı çıkarmış, ağzını, yüzünü açmış’ –‘çocuklarının öldüğünden sonra mı haberi oldu?’ –‘ yok Fazıla o yokken ölmüştü, diğerleri öldüğünde evdeydi. O zaman Fazıla’nın yüzünü açmış babası, görmemiş ya.Annem diyordu ki sanki yeni uykudaydı.Sanki  ağzını burnunu kapattığımız o  yemeniye…o leçeğe buhar vermişti.’ –‘Yani nefes mi almış, belki de ölmemişti,  kim bilir ki?’ –‘Annem hep anlatırdı.Çok güzel kızdı   hakikaten güzeldi, sessiz sedasız bir kızdı. İşte hepsini gömdüler orada…biz  diğer hasta çocuklar ayaklandık  ben, Hanım,  Hatun ablam, Selvi  hepimiz hastalanmıştık. Yenge Zehra,  o kadar hasetti, o hep benim derdime düşmüştü ‘ –‘düşse ne olur?  evladını kaybettikten sonra.İiyi kadın delirmemiş’ –‘çok fena oldu, hep benle Selvi’yle uğraştı, ilgilendi. Nasıl sen yeğenlerini seviyordun öyle. Allah var kadının bizim üzerimizde emeği çoktu, oğlu Selvi’nin, kızı benim yaşımdaydı. O bizi var ya… her hafta,  çocukları öldükten sonra her hafta; o kadın bizi yıkadı… saçımızı yıkıyor, iki örük yapıyordu. Nasıl sen düşkündün Can’a, Bella’ya  kadın da bize düşkündü. Bir yıl bizimle uğraştı, en sonunda partiyi  şaşırdı’ –‘ Kolay değil,  üç çocuğu bir anda kaybetmek’ –‘ne zaman amcam İbrahim  annemi aldı,  kadın zehir oldu anneme yapıştı ama emeği bizde çok’ –‘ kadın korkmuştur benim kocamı da elimden alır  diye’ –‘kızım,  annemin kaynıyla zorla evlendirildiğini en iyi o biliyordu.Sonra hamile kaldı ama bu defa da sıtma geldi köye.Kinin içti. Sağlık memuru gelip köylerde geziyordu,  bulaşıcıdır  diyor kinin dağıtıyordu herkese içsin diye.İşte o zaman 1954 yılıydı, yok yok  yani 53’ün kışında  onlar öldü,  o çocuklar,  53’ün ilkbaharıydı. Tamam,  bu kinin içti, hamileydi ya  meğer   ikizmiş  çocuklar, ikisi de erkek, kinin yüzünden düşük yaptı. Böyle resmen…o düşmüş  çocukları bende gördüm, böyle her şeyleri belliydi, ondan sonra da bu  Leyla  oldu ’ –‘şimdi anladım teyzem Leyla farklıydı demek  kinin iz bırakmış.Zekasında gerilik vardı sanki, eee onca kinine dahi olacak değildi ya’ –‘zavallı  Leyla !  amcam kızı dünyaya gelince,  kız kardeşim Leyla’nın adını da koydu.’–‘ Allah… Allah amcan Hüseyin  ne biliyordu ki Leyla’yı, ne kadar tanıyordu, ne kadar ilgiliydi ki  kızına adını veriyor, laf olsun işte’ –‘ Amcam Hüseyin  pislik yapmasaydı…o zamanlar tabii yaptıklarını bilmiyorduk, çocuktuk, babamız yoktu.Ben onun kucağında büyüdüm…ben var ya öyle sanıyordum babamdır, anladın?’–‘Sadece babacan  görüntüsü değil gerçekten yüzü, bıyıkları dahi  benzediğinden  biz çocukların Hulusi Kentmen’e benzettiği amcanı öz  dedemiz  bildik yılarca.’–‘gerçekten de benziyordu Hulusi Kentmen’e .Akşam olunca  ev damında misafir odasında toplanırlardı,  böyle sedirler vardı,  sobanın arkasında her zaman amcam Hüseyin otururdu, ben de her zaman onun kucağında uyurdum.Mesela çağırırmış annemi ‘gel dermiş götür kızı’,  amcam İbrahim’de Selvi’yi çok seviyordu. Selvi, amca olarak ona düşkündü, bende buna. Amcam  Hüseyin öldüğünde düşün ben çoluk çocuk sahibiyim daha haberim yok babamın arsasını üzerine geçirdiğinden, hoş o arsa da Ermeniler yollanınca Varto’dan Hazineye intikal edilmiş ordan da  ihaleye çıkarılmış. Sende gördün tapuyu, ne yazıyordu….’  Evet, görmüştüm de  kahrolmuştum; hiç yere…hiç yere evinden, yerinden, yurdundan sürülüyorsun;  bin bir emekle aldığın içine  ağaçlar diktiğin, duvarını ördüğün evine başkaları kendilerinmişçesine el koyuyor; bu el koyuşu  “11295 metre …. Tarla ermen milletinden Simo Korki Veladanı hovikden hazineye intikalı hasebile tapu 24,5, 1959 tarihi ve  sıra no, da hazine maliye namına kayıtlı iken bu kere mezkur tarla hududu asliyesi ışbu hudutaamahdut 11295 metre murabbain mahalli bilifraz Varto ilçesi Kasıman köyünden Ali oğulları M….. F’ye sekizyüz lira bedelleri satıldığından ve parası tamamen teslim vezne edildiğinden namına tescilli malmüdürlüğü ifadesiyle Varto kaymakam 6,4,1949 günü ve 59458 sayılı müzekkerısı ve tarafından……” ibareleriyle yasallaştırıp devletin resmi evrakı tapuya yazmaktan çekinilmediğinden,   onlarca mazlumun “ ahı” alındığından, lanetlendi bu topraklar…bu yüzden huzur yok… sadece mal mülk mü?  Karısına kızına da göz koyuyorlar, tehcir sırasında  yollarda saldırıp altınlarını, paralarını çalıyorlar. Sonra  önce bizim atalarımız  yapmamışlar pürü pakmış; savaştaki başarısızlıklarının sorumluluğunu  Ermeni milletinin üstüne yıkıp göçe zorlayan, uçsuz bucaksız yollarda kırıma uğratan   Padişah Mehmet Reşat’ı, Enver, Talat, Cemal paşalar’ı   Hitler, Mussolini örnek almamış gibi neymiş Hitler Yahudilere neler , neler etmişmiş de , soykırım uygulamışmış…. başka bir konuya dalış…geçiş yapan zihnin anneni  ‘ çok ağlamış çok üzülmüştüm’ de yakalıyor ‘ Hüseyin amcam öldüğünde,  annem  de  İstanbul’dan gelmişti, bizdeydi.Ben çok ağlayınca  ‘eree çok mu  seviyordun?’ bende  ‘evet anne  ben amcamı çok seviyordum’ dedim, baktım o da başladı ağlamaya.Bu son zamanlarda  bu pislikler…demek ki ben şimdi düşünüyorum  53’de o kış zamanı, babamın Hazineden aldığı arsayı üzerine tapu etmeye, geçirmeye  gitti, öyle olmasa karda, kışta  Varto’da ne işi vardı? Sonra amcamla karısı yaptıkları iyiliklerin içine sıçtıkları kaşığı koyup önümüze bıraktılar.Oyyy  amojın Zehra  az yapmadı hepimize; lanet olsun !  ben hep derdim ki ‘ bokuyla oynasın’, hakikaten bokuyla oynadı .Kız kız kız…(bu yapılır mı ? şaşkınlığındaki  ifade yerleşiyor  yüzüne)  Zehra’nın annesiyle benim annem, çene Küçükağa  amca çocuklarıydı, annem onun teyzesi gelirdi, ayrıca babaannem Fidan’ın  abisi Süleyman’ın da kızıydı. Kız, ben onlar kadar birbirine düşman iki insan görmedim aynı   halam  Rukoş’la   ablam  Ceylan gibi. Babaannem senin gibi vericiydi, her şeyi verirdi;  köylülere bal, ekmek, un.. Zehra’da o verince çok kızardı. Yani ne bileyim  aman! her şey geldi.. geçti ama çok güzeldi babaannem Allah için ’–‘anne!  teyzem Sare’nin oğlu Hasan’ı  anlatıyordun, ne oldu sonra?’ –‘İşte Hasan ölüyor hastanede, enişte ölü çocuğunu yine  sırtında  vuruyor   karı yara yara  getiriyor köye’–‘ yuh ya hükümet verseymiş ya bir taksi?’–‘Hükümetin gemi değil, derdi bitti de ölü Hasan’ı taksiyle yollayalım mı diyecekti,  öyle mi kızım? Öyle, kızım…kızım  kim; kime o zaman, her gün o köylerde  onlarca çocuk ölüyordu .Neyse   ablam Sare’nin kocası İbrahim’in  annesi Kurmanj’ı sen hatırlıyor musun?‘– ‘tabii hatırlıyorum, kapılarının  önünde otururdu, etekliğinin içine koyduğu ekmekle yoğurdu, mastı yerdi. Ama çok yaşlıydı, yüzündeki, elindeki  çizgiler kalemle çizilmiş gibi  kalındı,  bir de alınmadığından gözlerini kapatan kalın siyah kaşları vardı. Adı  niye Kurmanj’dı ?’ –‘ Köye, Kasman’a  gelen ilk Kürt gelindi,  adı  Gulé ’ymiş de   Kurmanj kaldı. Eniştenin babası köye getirdiğinde hiç Zazaca bilmiyormuş ama kolay öğrenmiş’–‘ öğrenir tabii Kürtçenin bir lehçesi Zazaca’–‘ alakası yok biz Türk’üz. Zazalar Türk’tür’ odayı terk etmesiyle sonuçlanacak Hasan’ın başına gelenleri   öğrenmeni  engelleyecek bam teline bastığını cümle sonunda  sonra fark ettiğinden annenle   tartışmaya girişmeden kıyısından atlamayı tercih edip ‘tamam anne! sen Türk ol, ben Kürt sonra’–‘Kurmanj çok sevdiği torunu Hasan’nın öldüğünü görünce…’–hep dram…hep trajedi… ölü oğlunun  kaskatı kesilmiş bedenini taşımak saatlerce…karda, kışta. İyi karşısına ayı, kurt falan çıkmamış ’–‘ çıkardı da,  öyle az olay olmadı değil, İbi Rısk’ın oğlunun burnunu kopardı ayı, ormanda odun keserken’  sanki hep rastlanılacak, rastlanılmış olaymışçasına ayının  insan burnunu koparmasını es geçip, ara vermeden anlatmaya devam ediyor ‘ Kurmanj, çok ağlamış. Teyzen Sare önüne çökmüş, demiş ki ‘ niye ağlıyorsun daye, dakıla,  bu kadar ağlama, bak geride dokuz torunun var, yetmiyor mu sana?’  aynı evde bir ayda ölen beş çocuğun, burnu ayı tarafından koparılmış kan, revan bir yüzün dehşetini hazmedememişken ‘ yetmiyor mu sana dokuz çocuk’ cümlesiyle sırtımdan  vuruluyorum  ‘ bunu benim teyzem Xale(m)  Sare mi söylemiş?Olamaz…yapma anne!’  ilkokul  iki ya da üçüncü sınıfta, tatilde  ‘baba odas’ında  üzerine kilim serili böyle yüksek tahta sedirde yatıyorum,  hastayım yanımda annem;  titriyorum,   baş ağrısından gözlerimi de açamıyorum , üstü süt kokan biri yaklaşıyor elini alnıma koyuyor ‘ kalk! diyor anneme; waye (m), wardı pay; yanıyor , kalk!  deré  Mengelî’n  kenarında kucağından indiriyor otların üzerine  bırakıyor, elbiselerimi çıkarmaya çalışıyor,  debeleniyorum ‘ anne kurtar,  yapmasın’ .Elbiselerimi çıkarmaktan vazgeçiyor  kucakladığı gibi çırpınan beni,  suyun içine daldırıyor, donuyorum ‘kêna (m)…çenik  eza vana, vındı;  kızım,  kıpırdama dur! vındı!’ söylediklerini anlamıyorum ama  çocuklara karşı kullandıklarından en çok duyduğum kelime  ‘vındı’nın dur demek olduğunu biliyorum,  suya her batırılıp,  çıkarılışımda   bacaklarımı birbirine vuruyorum. Gözlerimi açmaya kalkıştığımda güneşle parıldayan sular süzülüyor saçlarımdan, elbiselerimden  dereye,  teyzem   Sare gözlerimi açmama  fırsat tanımadan tekrar daldırıyor  ‘ eree vındı, vındı.Dur!   şimdi geçecek, iyileşeceksin’ dudaklarımın morardığını  görünce annem dayanamıyor  ‘ a o  Hz.Ali’yi  seversen bırak kızı, nefesi kesildi, boğulacak’la  alıyor   ellerinden, kucaklıyor    ıslanmasına aldırmadığı  neredeyse yer süpürecek uzunluktaki  elbisesinin eteğiyle  sarıyor beni, anne kucağı rahatlatmışken  sanki bir mucize olmuş ağrıdan açamadığım gözlerim, saçlarımdan damlayan dere sularının ışıltısıyla parıldamış, başımın ağrısı da geçmişti. Beni deré  Mengelî’n  serin sularına daldırmakla hastalıktan  kurtaran, alnıma koyduğu elde anne şefkatini hissettiğim   teyzem Sare’nin vicdanını, anneliğini, merhametini sorgulatan oğlu Hasan’nın ölümündeki tavrının şaşkınlığında  yataktan doğruluyor yüzüne  bakıyorum annemin ‘ bir anne, nasıl der bunu? Canavarlık bu’ burnu ayı tarafından koparılmış bir yüzü görmüş annemin,  çocuk ölümlerine alışkanlıkta   bu kadar basit bir mevzuya   şaşkınlığıma, şaşıran bakışlarına baka kalıyorum  tabii ya diye düşünüyorsun bu  teyzem Sare’yla  ilgili duyduğum ilk vaka değil ki,  annem de teyzeme dair ilginç  olayları bildiğimden tepkime şaşırıyor olmasın. Orta okulu bitirinceye kadar  yaz tatillerini  geçirdiğin  sonrasında çok uzun yıllar  sonra  ikibinli yılların ortasında gittiğinde Kasman’a, odanın bir duvarını kaplaya uzun tahta sedirin üzerinde yan yana otururken   ‘bu annem var ya bu annem, senin teyzen’   kızgınlığıyla ‘ öyle bir vicdansızmış ki’yle başladığı  ‘ niye ne yapmış ki?’ nin sonrası  bir  tek isminin geçtiği kısımları  anladığından  ‘bu ne anlatıyor’ bakışıyla kuzenin Nade’nin hızlı,  Zazaca,  Türkçe karışımlı ‘iki buçuk yaşında kız kardeşim varmış benim adı Saime.Çok hastaymış çokk… öyle inliyormuş ki  artık neresi ağrıyorsa, öyle de ateşi varmış, babam gece kucağına almış  odanın içinde gezdirmiş,  çocuk ağlıyor, yanıyormuş. Bu da ‘ annesini gösteriyor ‘ uyuyormuş.Babam kucağında Saime eğilmiş  ‘eree Sare uyan, kalk ! haydi uyan! Çenek,  kız,  çok hasta.ölüyor’ annem gözlerini aralamış  ‘çok uykum var’ demiş,  uyumaya devam etmiş.O uyurken  Saime ölmüş’ konuşmasını kulakları da az işittiğinden   tepkisiz dinleyen az biraz Türkçe bilen teyzene, Nade’nin söylediklerini  Zazaca’yı tam konuşamadığından elinden geldiğince  bağırarak tane, tane anlatma çaban ‘teyze, maye mı, dayé  kızın ölüyorken sen nasıl yatabildin?’   sorusuyla  nihayetleniyor, söyleyeceklerini anlaman için kelimelerine  tam vakıf olamadığı  Türkçe konuşması gerektiğinden yardımınla tamamladığı  ‘ çene ma, o zaman ev damında;  en az 300 koyun, keçi,  yirmi inek; mal vardı . Sabah gün ışırken kalkardım,  yazın ata atlar  malları sağmaya giderdim sonra dönerdim dokuz çocuk , dünya kadar iş,  çocuklara, tarlada çalışan marabalara yemek hazırla. Öğlen ata atlar tekrar yaylaya, süt sağmaya.’ –‘ Doğru,seni hep at üzerinde hatırlıyorum, bir keresinde beni de önüne almıştın, korkmuştum,  indirmiştin hemen.Rüzgar gibi giderdin atla, bir bakardım  pencereden yaylaya giden yol üzerindeki’  gösteriyorum elimle ‘tepeyi çoktan aşmışsın, yoksun öyle hızlıydın’ –‘severdim ata binmeyi babamda severdi .Yayla dönüşü süt kaynat, ayran çal, yoğurt ,çökelek, peynir, yağ yap, ekmek için hamur yoğur, lojını yak  ekmek yap. Akşam tekrar malları sağmak için düş yollara ….kızım kızım sen bunlara ne bakıyorsun? Hal mı kalır insan da?  Köpek, a o babamın kapısındaki Bozo  bile benim kadar koşturmazdı…yorulmuştum uykum vardı, gözlerimi açıp kalkacak halim yoktu ama bunu şimdi , bu devirde kimse anlamaz’ konuşması hayal kırıklığı yaşatsa da  kalbini sızlatan, dehşete düşüren   çocuğu ölürken yorgunluktan, uykusuzluktun ayağa kalkamayacak kadar iş yapmak zorunda bırakılan bir kadının payına düşürülen şefkatsizlik olduğundan  niyeyse bu kış gecesi annenden duydukların kadar  canın yanmamıştı. Bir filmde seyretmiş ya da biri anlatmış  olsaydı  belki ‘yok canım, bu kadar da olmaz’ la    senaryonun, kurgunun  gerçekliği sorgulanacak ancak  bir filmin hayal öteliğinde olabilecek  vahşi batıyı anımsatan yaşanmışlıkların arasında yetişen kardeşi ölürken  annesinin  uyduğuna şahit; gördüğünü tekrarlayacak çocukluktan gelen sonrasında ‘ nasıl dönseydim? Evim mi ? işim mi vardı. İlkokul mezunu bile değildim. Gel yanımıza,  iş bulalım, ev tutalım, oğlunla seni yerleştirelim diye kim el uzattı bana? Bende babamın, annemin, abimin yanına sığınacaktım, onlara muhtaçtım. Her gün küfür, hakaret, dayak ya bildiğin dayak  canıma tak etmişti, boşanıyordum, Ankara’dan köye dönüyordum, abim dedi ki ‘eğer arkanı dönersen, çocuğu  almak zorunda kalırsın.Ben de seni bırakır giderim, haberin olsun.Ancak sana bakabilir babam.Hem oğlanın babasının işi gücü var, devlet memuru, kendi çocuğu baksın ‘ İstemediler oğlumu,  ne yapacaktım? İnsan çocuğunu bırakmaz hizmetçilik yapar, tek göz bir oda tutar akıllarını verenler acaba hiç hizmetçilik yaptılar mı?Acaba çaresizlik ne bildiler mi?’ teyzen kızı  Nade’ye ; Dikmen’ deki  beş katlı asansörsüz apartmanın dördüncü katındaki evinden elinde bavuluyla  çıktığında ardından koşan,  kapı önünde babası tarafından zapt edilmeye çalışılan  altı yaşındaki oğlunun  ‘anne ! beni bırakma , beni de götür’ feryadına bakmadan, koşup oğluna sarılmadan metanetle merdivenlerden inmeyi sürdürmesine ‘zalımın kızı…nasıl ya nasıl ciğerin  parçalanmadı o figana, nasıl geri dönüp de  almadın çocuğunu’  siteminin yapılması  büyük bir haksızlıkmış.Bunları yazarken bugün, canının  sana anlatıldığı  günkünden daha fazla yanması nedendir biliyor musun ? Bu olaylar olur, yaşanırken daha kaybetmemiştin Haldun’u, Can;  masal, çizgi film  kahramanı hayvanların en asili, en masumu; çocuklar sevdiğinden senin de seveceğini düşünüp okuduğum, tepkilerinden  hoşlanmadığını görüp kaybettikten sonra bile nedenini hâlâ  anlayamadığım  badem gözlerin uzun kirpiklerini kırpıştıran “ahh ne kadar nazik, ne kadar zarif, ne kadar kırılgan” övgülü “bambi”leri; aç karınlarını doyurmak için  saldırıp parçaladıktan sonra afiyetle  mideye indiren  vahşi  hayvan  belgesellerini “doğanın kanunu bu işte! yaşamak için öldürmek zorundalar ” umarsızlığında seyredenlerin “aman Allahım bu nasıl  merhametsiz bir anne’yle eleştirdikleri teyzen Sare’den  bin kat daha merhametsizlerin  cirit attığı diyarda;  bir araya gelmek istemeyeceğiniz düşünce, tavır  ve kişiliktekilerle mecburen birlikte  çalışılan devlet kurumlarında, övünerek   en az iki üç teröristi öldürdüğünü söyledikten sonra yaşadığı  acımasızlığı aşan gaddarlığı   ‘Kuzey Irakta operasyondaydık. Bu bacağımı (protezli sol bacağını kaldırıyor ) kaybettiğim çatışmada  şahit olduklarım…yaşadıklarım  bütün insanlara inancımı  yıktı, geçti niye biliyor musun? Ölüm kalım çizgisinde kader birliği yaptığın insanlar eğer öyle davranıyorsa  artık kimseye güvenemez, inanmazsın. Yanı başında ölen arkadaşlarının kolundaki saatini, parmağındaki yüzüğünü, cüzdanındaki parasını cebe indireni görmek…bir insan öldüğünde  diğerinin bunu düşünebilmesi, yapabilmesi akıl yitirtir insana.Diyelim ki öldürdüğün düşmanın malı ganimetin, al koy cebine ama birlikte yarım saat önce siperde sigara içtiğin,  aynı şey uğruna savaştığın, kaygılandığın  arkadaşına, düşmanına yaptığının aynısını yapmak. Sanma sadece bizimkiler yapıyor, karşı taraf senin gerilla dediğin  o teröristlerde yapıyor bunu. Ölülerini olduğu yerde bırakıp kaçarken üzerinde ne var, ne yok alıyor, soyuyorlar‘  anlatımlı Görkem’le aranızdaki  bir araya gelmenize engel  onlarca farklılığa rağmen ‘tiksiniyorum insanlardan…uzak durmak lazım  bu yaratıklardan’ ortak düşüncesinde buluşturan yaşadığı, gördüğü neyse bir süre sonra biçimi değişse de  gördüğünün, yaşadığının  aynısı yapma, aynısı yaşatma, aynısını düşünme peşinde;  merhametsizlik, vicdansızlık ve  gaddarlığı miras bırakan, felsefeden, bilimden haz etmeyen,  birbirlerini vahşice  döven, katleden  ev damlarında –neler döndüğü az çok tahmin edilen  kapıların ardında –  yaşananları  büyük çabalarla gizleyen; kardeşi Leyla’yı dört amca çocuğunu gömdükten sonra sanki hiç yaşamamışlar gibi  geride kalan çocuklarla oyun oynamaya devam eden annene  de  kanıksatılan   ‘ölümü hayata katık yaptıran’ toplumdaki  açgözlülüğün, gaspın, şiddetin, öldürme, dövme dürtüsünün, acımasızlığın   içselleştirilerek yaygınlığına  neden  bir şey var bilmediğimiz; bir hata…bir  yanlışlık  var ortada fark edilmeyen yoksa nasıl olurda aynı acı, aynı kaybediş karşısında  onlarca farklı tutum kol gezebiliyor da yakınlarından anlayış  beklemek; Marsa seyahat kadar uzak bir hayale dönüşebiliyor.Duyduğun büyük acıyı antidepresanla  uyuşturmayı sana iyilik yapma  algılayan, algılatan yakınlarında değil de ‘ahhh  Marcel  Albertine ( Alfred ) öldüğünde, yanında bir tek  hizmetini yapan uşağın Francoise’nın bulunmasının yanında uşağını göndererek evde olup olmadığını kontrolden sonra saat kaçta geleceklerini ya da eve kadar gelip müsaitsen görüşmek istediklerini bir notla ileterek  rahatsız etmeyecek saygıda, anlayıştaki  sosyal çevreye sahip olduğun için ne kadar şanslı olduğunun frakında mıydın acaba?’ iç geçirmelerle okuduğun  asır öncesi yazdıklarında duygularını, yalnızlığını, acını, teselliyi  bulduğun  Proust  amcadan  minnacık feyz almış  birileri yanımda bulunsaydı  ‘daha mı katlanır kılınırdı hayat’  diye düşündüğünü düşünüyordum ki tam bir görgüsüzlük addedilecek viski yanına  lahmacun katık etme, atletle dolanma, sosyal medya da  bedenini  sergileme; okumayı, gözlemi, insanı anlamayı  ‘boşa geçirilen zaman’ sayan tembellikte; Youtube ve Instagram fenomenliği uğruna tüm gün web de başka ülkelerde yayımlanan ilginç trend videoları bulup taklit  etmenin, aptalca tik tokların; kopyala, yapıştırların, fotoshopların peşinde koşmayı faaliyet, çalışkanlık  sayan muhtemeldir senin de ait olarak doğduğun,  hep bir üst seviyeye   geçmek için çırpınan, insan harcayan  tahammülsüzlükte Tanpınar’ın deyimiyle  ” oturup beklemenin yeri..” taşralılıklarını bağdaştırdıkları kentleri,  kasabaları  ele geçirmiş  köy kökenli küçük burjuvazinin,  orta sınıfın kentli olma uğraşında, o hiç bitmeyen iç çalkantılarını…bunalımlarını… yersiz  korkularını,   her an ortaya çıkaracakları  törpüleyemedikleri  çiğlikleriyle ‘ben’i ,başkalarını   delik deşik eden; işin enteresanı kendi  kendilerini entelektüel  tanımlayan ya da  üniversite bitirmelerini kültürlü olmalarının kanıtı görüp kendilerini  diğerlerinden, bariz ayrım koydukları  halktan   farklı  yerde konumlandıran  senin… benim  sosyal çevremiz olan; pek çok şeyi birlikte paylaştıkları  biri kaybedildiğinde  ki itiraf et senin de önlenebilirliği kesin ölümlerde dahi yakınlarını kaybedenlere söylediğin; ama olandan…yaşanandan  kopuk sanallık içerdiğini   Haldun’u, Can’ı ve O’nu kaybettikten sonra  fark ettiğinden nefret ettiğin;  rutine sarıldığından sana  da söylenmiş  “kader bu..yapılacak bir şey yok” , “zaman her şeyin ilacı …sabır sabır” telkinli ve de    Thomas Bernhard’ın   “ zamanımızın  gerçek iblisleri” dediği  psikiyatrlarla, kişisel gelişim kitaplarının uydurması, nevrotik  belleklerin   safrası niyesi belirsiz   “hayata tutunmak lazım”  abartısıyla  ruhlarda fırtınalar  yarattıklarından habersiz  seviyeli, kaliteli  insanlardan  fersah fersah uzakta,   bir  dağ köyünde, bir deniz kenarında nehre, denize  daldırdığın ayaklarının üstünden minik dalgalı serin sular akarken ya da aşağısındaki alabildiğine ağaç, çimen,  gelincik kaplı  tarlalarına bakacağın bir tepede, Palaka’da  rüzgarda eserken   öyle tek başına kaybettiklerime,  hıçkıra hıçkıra ağlamak…ağlamak istedim  hep,  o samimiyetsiz kalabalığı gördükçe kendime de acıyarak. Hiç ağlamadım ben kendime, kanser olduğumu öğrendiğimde bile, ki  gaipten bir ses değil, bir falcı  onca doktordan önce söylemişti; DSP-MHP koalisyonu döneminde hep yapıla,  olageldiği üzre liyakatı bir kenara atacak   MHP li bakan da;  maddi,  manevi rantdan kendi partilisi, adamı faydalansın diye sosyal demokrat daire başkanını ha bire görevden almasına,  Danıştayın  da  sürekli göreve iade kararı vermesine kızıp ‘bezdirelim de  şu cadıyı  emekli olsun, bırakıp  gitsin’ anlayışını devreye sokup,  koca Başkanlığı  çalışanlarıyla Etlik’te ki eğitim tesisine (sürgün edince) taşıtınca,  her  an koridorda denk gelinecek üst düzey kişilerden, gözlerden, baskıdan  uzak  kamp hayatını iş yerinde yaşama mutluluğunda   bir gün mesai  arkadaşlarından  birinin   ziyaretine gelen– kısa  boy, göbekli bir beden,  turunculu sarıya çalan  boyası akmış kabarık saç, sürekli etrafı, insanların yüzlerini tarayan çipil gözleriyle  tuhaf görüntü sergilediğinden belki de,  bazen size hiç bir şey yapmadığı, kötülüğü dokunmadığı  halde birinden durduk yerde huzursuz olur ‘ne diye geldi şimdi bu  çekse gitse ‘ dersiniz ya işte öyle bir his uyandıran– arkadaşıyla odada oturulurken  lafın  lafı açtığı,  her zamanki gibi nerelisin muhabbetiyle de  Alevi’liği de öğrenildikten  sonra devrimciyken salakça nitelendirip, yurtta kızlar birbirlerine baktıklarında  ‘ bize de bak bakalım, bugün faşistler saldıracak mı? İzmir’e mitinge gidebilecek miyim? 1 Mayıs’ı kutlayabilecek miyiz?  ha ! bir de acaba Cansu bugün  altında mercedes  yakışıklı bir “boy”a kantinde rastlayacak mı?’yla alay alıp  sonrasında  niyeyse ??? müptelası olunan  “haydi bir kahve söyleyin de size fal   bakayım, ben çok iyi bakarım”  önerisine bu defa balıklama atlamayan isteksizliğini geleceğe dair merak yüzünden  kırıp hayır diyemediğinden  hele de “iyi bakarım” tırmalamışken beynini…

…Ellerini yanaklarına dayamış ‘acaba dediği kadar mı, neyse şimdi anlarız’la  önündeki sandalyede oturduğu masadaki ters döndürülmüş kahve fincanına  parmağıyla dokunup ‘soğumuş’la   fincanını açmasını beklerken ‘tamam, soğumuş, haydi bakalım’la  fincanı eline alıp   ‘bak! korkmaca yok, sen ciddi  hastasın, kanser bile olabilirsin, bir doktora  git” dediği anda  ölümcül ‘kanser’ kelimesinin irkintisiyle  ellerini masaya koyup ‘aaa daha yeni tahlil yaptırdım bir şey  çıkmadı.Doktor tahlillerin normal, aksi bir yok ‘ dedi  itirazını   deli bakışlarıyla ‘ sen bilirsin ben öyle görüyorum’la iteleyen adını o gün  unuttuğundan üç yıl sonra  kanser teşhisi konulduğunda   peşine düşüp aramana rağmen  bulamadığın – bir gün  ‘ iki Temmuz’da çok sevdiğinin birini  kaybedeceksin deseydi sinirlenip   ‘bu kadar abeslik… bu kadar saçmalık olmaz’la kahve fincanını, tarot kartlarını, suyu, taşları   yüzüne fırlatacağının kesinliğinde bazen iyi ki de bulamadın diye sevindiğin ;  o kadının dediğini yapıp doktora gitseydim kanseri başlangıç noktasında yakalayacağından sol göğsünden olmayacak; kansere yakalanma ihtimalini görüp kim demişse ‘çocuk yapanlar yakalanmıyor’a inanıp  bir an önce bir çocuk sahibi olma peşinde  kırk yaşında  ‘ayrılmak istiyorum evden  ama daha  kemoterapin bitmedi,  sana ayıp olmaz mı’yla evden ayrılıp kendine yeni bir hayat kurmak isteyen  kız kardeşin Leyla’yı   ‘git kendine bir hayat kur, beni düşünme’yle  cesaretlendirmeseydin, İsmet’ le tanışmayacak Can doğmayacak sonrasında pek çok yıkıcı  şeyle de karşılaşılmayacağından yaşamındaki her şey  bugün çok farklı bir yerde olacaktı. ‘Falcı bana böyle dedi doktor bey ,bir baksanız’ diyemeyecek her mantıklı insanın yapacağını yapıp doktor gitmeyip akşam iş dönüşü mutfakta sigara içerken  annene ‘ bizim bu Alevilerin dillerinin kemiği yok, var ya  karar verdim  çoğu da deli.İnsan her aklına geleni tartıp biçmeden  niye söyler? Hiç mi düşünmez  söyleyeceğim  karşımdakini ne hale getirir diye? Bugün Hülya’nın Alevi bir  arkadaşı kadın işyerine geldi, bana da fal baktı,   tak diye sen kansersin‘ …– ‘ayy sus…Allah korusun a o nerden çıktı? Allah, Allah deli demek,  olmasa öyle şey der mi? Ne kanseri olacak sende, inanma kızım , o kadar doktora gittin hiç mi biri görmedi.Asabını bozma’ –‘ niye bozayım canım, her fal bakana  inansaydık öyle değil mi ?  ölümünün üçüncü yılının ertesi günü  üç Temmuz’da;   yaşasaydın  belki şiirlerini elinden düşürmeyeceğin,  belki   ‘harflere  cambazlık yaptırıyor’la küçümseyip   ‘  hayata, yaşanmışlıklara dair ayrıntılara sevdalıymış Proust gibi’yle  hakkını da  teslimleyecek vicdanda aynı cinsel tercihtekileri ABD‘de,  medeni ülkelerde orduya alınır, evlenirken “sapkın”lıkla, “hastalık”la itham edileceği  marjinal, despot Türkiye’nin; her şeyiyle sahici, yalansız yüzünün “zaman ki sana hasta olmuş, incelikli haytasın”ın; Can, senin gibi  sıska, narin bedeninin, kırık duygularının  üzerinde toprak  yığılacak vefatını Twitter’da okuduğunda; onlarca  ‘ ahhh…ahhh’lı  açık yarayla dolu yüreğinde “ahhh ince sözlü şair ahhhh…’lı yeni  bir  yara daha yerini alırken;  bulunmayacak olsa da ki  biliyordun   bulamayacaklarını “ en derin yaralarımıza gizleyeceğiz onu; rüzgar güllerimizin kokusunu duyacaklar sadece, anlamayacaklar…”ı dolduracağım  “kara kutunun” yokluğunda;  göz yaşlarıyla mahremiyetlerinde mahremiyetini  saklamanın  belki de öfkesini  yaşarken hayatına aldıkların; kimseye tuz bastırmadığı açık yaraları vardı, zaten kimsede de  tuz yoktu düşüncesinde; naif bünyelerin cehennemi bu dünyada;  bir an önce  av bulup, parçalamak için sürekli  tetikteliğin aptallığından, getireceği huzursuzluktan  bıkmayan, bulduğu her ‘leşe’ üşüşen ‘Akbaba’lıkta;  doy(urula)mayan  iflah olmaz  iştahtaki insan oğullarının ‘hiç’liği sergilemek adına kara kutularını  ortaya saçmak   lazım’ diyerek taslak romanının rahat yatağı Sen9.word dosyasını; seni kaybettikten tam üç yıl sonra açtığım bugün;  domuz gibi değilse de insan gibi iki kadeh içesim  de var;  bir şair öldü diye… çok mu?

Bugün, hayatının da  didiklendiği bugün;  öldüğün gün ister bir apartman katı,  villa, köşk, gecekondu; ister  ofis, okul, karargah, mağaza,  hastane, bakanlıklar; ister bar, sinema salonu; ister  AVM olsun işlevi aynı  duvarlar arasında… kuytularda ömürlerini tüketen insanların açığa çıkmasını istemedikleri korkularını, sıradanlıklarını, cinsel tercihlerini, gizli kapaklı sevişmelerini, algısızlıklarını,  ötekileştirdiği kesimleri  canından bezdirmiş,  kendinden sapmış Türkiye’nin  çiğliğini sergilerken “sözcük aralarına, sözcük oyunlarına,  gizlenme ve oradan çemkirme…en uç sınırlara kadar gitmekten” çekinmeyerek  düşündüklerini, hislerini  yazıya dökme, istediğini söyleme serbestliğini; lanetlendiğin, horlandığın zamanlarda Beyoğlu’nda kendini siper ettiğin gay’liğinin, deyiminle ibneliğinin ‘O mu ?  rahat bırakın, ne yaparsa yapsın  marjinaldir ( ki oysa ne çok  da işine yaramıştır bu  yafta) ayyaşın, otçunun teki’dirli  kalkanını eline verenlere nispet, yaptıklarına, yapacaklarına  sınırsız  özgürlük alanı açan  zekaya sahipliğinin; çürümüş, çürüyecek  yaşamlara batırdığın kılıcınla derin  uykudayken mahalleli ’uyanın salaklar ! hayat kaçıyor’  şamatana  ‘terbiyesizlik etme gecenin bu vakti’yle karşılık verdikten sonra  yeniden  yatağına uzanırken  ‘valla doğru söylüyor oğlan,  aslında’yla onaylanan  ahhh benim kışkırtıcı  Şairim ahhh ! yaşadıklarını şiirlerine taşıtırken  bazen  ‘ yaptım oldu, ben yaptımsa doğrudur’  tavrın sinirlendirse de, amme hizmeti “uyarma” dan  geri kalmadığın  bu  hayat,   cidden de arabeskmiş be! Tanışıklığımız  da;  bir coğrafyanın işkenceden geçmiş, tecavüze uğramış   bakışlarında bir şeyleri unutmak, başka şeyleri hatırlamak istemenin sıkıntısında;  tutunmak için belki de benim gibi tutunmamak için yaşama, nafile çırpınışlarla bir mahkumun boncuktan kuş yapması gibi  yerimize tükürdüğün,  sövdüğün, dövdüğün, dövüldüğün “ama sonunda….sürprizlerine  yenildiğin”  arabesk hayattan; kazandığımızı sandığımız anda kaybettiğimizi; üstelik  kaybederken de hep, kazanmanın kirlenmekle eşliğini bilmeyenlerin merhametinden kaçmanın, uzaklaşmanın uçarı güzelliğini de  bilmemizdendi.  “ Sarhoş olun”  haykırışıyla hayatı en güzel yerinden yakalamış flaneur  Baudailer,  Rimbaud ,…,..Neruda, Lorca…,Borges,…, Bukowski, Nazım, …,  Orhan Veli, …, Cemal Süreya, …, …, Ece Ayhan, Atilla İlhan, Yılmaz Odabaşı’nı  okuyan ben  “gezegende bir şair daha öldü salak. o nedenle bu masal kahramanı uysallığım. yoksa ben de bilirdim bir peugeot’ya binip ters istikamete gitmeyi ” mısralı, bugün vefat eden sabahın kör vaktinde ezan okuyan müezzinlerle birlikte  şiir yazmak  için  ayağa kalkan şairin  Erotika kitabındaki “ Ben ölürsem ….küçücük ömrüm hep rüzgâr gülleri kokacak…küçücük kabrim bir çocuk gibi haylaz olacak…” mısralarını  daha okuyacak, duyacak yaşa gelmediğinden daha hiç şiir karalamamış ama  masal yazmışken, oyunlar oynadığımız  Lozan Parktan eve dönüş yolunda Kahire caddesindeki  şimdi yerine ŞOK’un açıldığı Hasanoğlu  bakkallının  önünde sergilenen  kağıttan, plastikten  rüzgar güllerinin fırıl fırıl  döndüğünü  görünce ;  o an kim bile bilirdi  ki gün gelecekte sen vefat edeceksin ve ben de sana…; ‘aaa ne kadar güzel’ –‘rüzgar güllü bunlar’–‘ ne garip bir çiçekmiş ’ hayranlığı  satın aldırdığında  önce  zar zor balkon demirine, çamaşırlığa sonunda da bir saksıya  iliştirdiğimiz  dönsün diye rüzgar beklediğimiz, gelmeyince  gazeteyi savurarak  rüzgar yaratmaya çalıştığımız,  tuttuğun takımın  Galatasaray’ın renklerini  de taşıyan her biri farklı renk, şekil, desendeki  rüzgar gülleriyle küçücük kabrinin her  bir yanını süsledim Can, her gelişimde rüzgar, yağmur, güneş ya da karla bozulan  rüzgar güllerini  yenisiyle değiştirdiğimde  aralarından  illaki  biri, ikisi  çocuk sevinciyle döndüğünde  ‘bildin mi yavrum… sen bildin mi kuzum geldiğimi ’  ağıtlarımı  Karşıyakada’ki  tepeden şehre doğru savuracak senin  rüzgar güllerine sadece içimdekileri değil, içimi de bıraktım…  bir rüzgar gülüne tutundurdum  hayatı,  ışığı, seni Can! Ahhh yavrum… ahhh… yedi yıl…o kadarcık kısaydı ki ömrün; yıllar, yıllar sonra karşılaştığımda adının; yüzünün  parktaki kumu küreğinle kovasına boşalttığın, kaydırakta kaydığın, salıncakta sallandığın  arkadaşlarının hafızasında  yer edinmediğini  göreceğimi bildiğimden, her giden…her ölen…her terk eden için değil,  senin gibi  ömrü kısa  çocuklar…gençler insanlar  için söylendiğine inandığım senin  hiç   duymadığın “bir insan onu hatırlayan son insan öldüğünde gerçekten ölür”  cümlesi, seni bilen tanıyan etrafındaki üç, beş yaşı da kemale ermiş  yakınların  da göçtüğünde dünyadan,  adının anılmayacak,  hatırlanmayacak olması gerçeği; yağmur nerde başlıyor… nerde bitiyor;  Proust’un “ölüm kelimesini kolaylık olsun diye kullanırız, oysa ne kadar çok insan varsa, yaklaşık o kadar da …. vardır…”  tanımlı; herkese  illaki  bir suç yükleyeceğinden masumiyeti sevmeyerek kovan ölümün kiracılığını yapan hayat  nerden…nereye kadar beyaz, mavi, turuncu? nerden sonra siyah, griydi?’nin  cevabını da kaybettirdi; bana. Ölüm nedir, ne değildir bilmediğinden ardında bir vasiyet bırakmayı düşünmeyecek kadar küçüktün sen ve  ben  yaşlıların  geri dönüşüm kutusunda beklettikleri  çocukluklarındaki, gençliklerindeki iç kemiren  kaçkınlığı, karşı çıkma,  can  acıtsa da  istediğini yapma huylarını  zihinlerine   geri yüklediklerini   de  gördüğümden,  her defasında  değişik, farklı bir şekilde ama neredeyse aynı olaylar eşliğinde tekrar eden hayata dair her şeyin; ölümün, öfkenin,  benciliğin, yalnızlığın,   aptallığın, aşkın, kırbacın, martının, marketin,  futbolun,  Galileo’nun pergel’inin teğet’in, sigaranın, esrarın, Porche keşkül ve narkozun, iyinin kötünün,  yerleşik  algıların bilindik mekanlarını darmadağın eden,   sarsan benim zehir kusan Şairimin;  her yıl  utancından kızarmış sıcaklığıyla  dünyayı  yakan  kahrolası  Temmuz’un üçünde  vefat etmeden   aylar, aylar önce  bıraktığı vasiyetine  uymak içimden gelmediğinden,  eğlenmek için   gitmedim  dansa, partiye    “….simsiyah bir gece giydim yüzüme!” böyle bir şair yaşadı…geçti  bu yaşayanını bedbaht eden Türkiye’den, dünyadan…  senin gibi  bir de çocuk  dedim Can.

Neden diye düşündüm sonra kendi kendime yine, neden  on yedi yaşındayken  “…. ilk kez ailemden ayrı olarak arkadaşlarımla tatile çıkmıştık,  birinci durağımız Datça’ydı, bir tahta iskeleden denize bakarak ‘söz’ diye mırıldanmıştım, bir gün, öleceğimi hissedecek olursam buraya geleceğim!” sözünü neden tutamadı benim çılgın  Şairim, ‘tutamazdı’  diye mırıldandım içimden… tutamazdı…istese bile tutturmazlardı. Ölümünden sonra sosyal medyada    ”Bir de Flu’es romanının kapağındaki onca fotoğraf karesinden birinde Galatasaray formasıyla poz vermişliği vardı. Bunu niye giydi hiçbir fikrim yok. Zerre sevmiyordu Galatasaray’ı. Bir gün bana “gel Fener’in maçını izleyelim” dediğinde “Galatasaraylıyım ben, sıkılırım orda” dediğimde, üç dört saniye yüzüme baktı sonra da “nasıl yani ya? dedi”   yazmış biri, seninle  yaşanmışlığındaki şaşkınlığını. Belki de  ona göre farklı ortamını, şöhretli   çevreni ‘ çok yakın dostumdur, şiirlerimi beğeniyor’ faydacılığıyla, ölü bedenlerden  nemalanmaktan  geri kalmayanlardan  da olacak,birlikte maç izleyecek kadar yakının birinin, senin “nasıl yani ya?” tepkinde,  gerçeği tabutlayan radikal  yandaşlıktan, doğmalardan,  özgürlüğü yok eden herhangi bir şeye biattan ışık hızı uzaklığını ”kimse kimsenin olmasın” iç boşaltımını    algılayamamış olması; nasıl ki sen çevrendeki  Ortadoğulu Türkiyelilerin  Can’ı, Haldun’u ve O’nu kaybettikten sonra  hislerini  anlayamadıklarını fark ettiğinde, seni anlamalarını beklemekten vazgeçtiysen; öleceğini tahmin eden şairin de  duygularını, hissetliklerini, isteklerini –bireyler   herhangi bir olayda yakınlarının kendilerinden farklı  duygulara sahip olabileceklerini, farklı davranabileceklerini,  hissedebileceklerini hele de öylesi bir olayla karşılaşmamışlarsa düşünmediklerinden- anlamayan  ama duyar kasmaktan da geri kalmayan  kent kültürünü ayak altında ezdirdikleri taşralıklarını  entelektüel  kibirle kapatan, etrafını kuşatmış   dostları ??? peşini  bırakmadığından   Datça’ya   gidemedi   diye düşündün. Ah be! benim   dağınık sözlü, serseri özlü  Şairim  ahhh !!!  sözünü tutmana izin vermeyeceklerdi; ölüm  kilitsiz kapından elini kolunu sallaya sallaya evine  kanserle arz-ı endam ettiğinde ‘İstanbul’un  kirli havasından, bu çat kapı herkesin postu serdiği, girenin çıkanın belli olmadığı, hijyenden yoksun evinden, sağlığın için bir an önce uzaklaşmalısın, pek çok  İngiliz, Avrupalı   akciğer dahil her kansere  havası iyi geldiğinden Bodrum’a yerleşmiş…miş…miş…’ telkinleriyle; hani karşı çıkışlarını umursamadıkları  çocukları, kendilerinden yaşça ufak aile bireyleri, işyerlerinde astları   adına neyin doğru olduğuna  ebeveynler, büyükler, üst makamdakiler  karar verir de, bir kez olsun… bir kez olsun… içinde yerine karar verilenin hayatını barındıran,   cevabı da o denli   basit  ‘sen ne düşünüyor…ne istiyorsun…ne yapalım’ sorusu  sorulmaz ya işte onun gibi  bir balon misali , kanserle iplerini elinden kaçırdığın hayatını, o dakikadan itibaren  nasıl yaşaman  gerektiğine dair kararı; seni daha uzun  yaşatacaklarına,  keyifli, mutlu bir son hazırlayacaklarına inanan  o entelektüel hoppaların; olmamak için direnilse bile  sonunda  olunan  kimsenin… olduğun kimselerin   avuçlarına bırakacaktın, kansere yakalanan herkes gibi bilirim bende. Meçhul de hep yanına katığı merakla  geldiğinden    “ Rimbaud’ya akıl notları”yla seslenmiş sen! aynı hazlar peşinde  koştuğunuzdan, aynı tutkularla kavrulduğunuzdan yazdıklarında kendini bulacağını  düşündüğüm  Proust’a  dair tek kelime yazmamanın; belki de yazdın ben kaçırdım  ama bilesin  ben yazmaman üzerinden yol alıyorum   nedenini artık öğrenmeyecek olsam da, bugünde… yarında herkesin,  benim,  yaşadığın günlerde  eminim senin de düşündüklerinden olan,  yazmasaydı  başkası belki  senin, kesinlikle de benim  yazacağım “hayatta daima sevmediklerimizle, bir kadına, bir memlekete veya bir memleketi içinde barındıran bir kadına olan dayanılmaz  aşkımızı öldürmek için ( bu satırlarda  elbette  bahse konu yaşamını paylaştığı  kişiler  Reynaldo  Hanhn, Alfred Agostinelli,  Albert Nahmias, Albert Le Cuziat, Henri Rochat ve belki  Marie de Chevilly ve Marie Finaly’dır.Sırf  yazdıklarını  okuyor  okuyucuna çektirdiğin azaba bak!  Şimdi işi gücü bırakıp ‘bunları kim, onu mu ’ araştırsın? Şaka ya , rahat ol, telaşlanma.Yaşadığın toplumu bilmezmişsin gibi,  inan bunları  araştıracaklar bir elin parmakları  kadar azdır)   bizimle birlikte yaşamaya mecbur ettiklerimizle; bir arada yaşarız” saptaması, yanından  fark etmeden geçtiğimiz,  ne kadar  doğru  bir gerçeklik. Belki “elbette bir gün ‘Açık Waliz’i bulacaktır evime girenler; tamamlanıp kapatılamamış olan son Waliz…” yazan sen “hangi ağaç büyüyünce ormana katılacağım diye boy atar ki”yle ters köşelerinden birini yapıp, hepimizde, her insanda, sende bende  var olan; sergilesek   dünyayı yerinden oynatmayacak, kimsenin umuru olmayacak  basitlikte ama niyeyse hep de  bir saklama gayretinde,  büyük efor sarf ettirtip,  akan  saniyeleri boşa harcatan, güçsüz kıldığına inandığımız korkularımızı,  arzularımızı, sırlarımızı ( Ahhh, o sırlar değil mi Haldun?) endişelerimizi, söylemek isteyip söyleyemediğimiz “kendini bir bok sananlarla aynı kanalizasyonda olmak zor”,  “en basit yalanları gözümün içine bakarak söyleyen aptallar tanıdım”lı   düşüncelerimizi “bi s.k gidin”li  küfürlerimizi,  kırılganlıklarımızı,  aynı evde yaşıyoruz madem,  o halde hayatı birbirimize mutlak surette zehir etmeliyiz mantalitesine sahip,  birbirlerinin hayatlarına gökten zembille indiler diye birini, birilerini sevmek, korumak zorunda kalınan  keşke yalnızca sevmek zorunda kalınsaydı… hep ama hep de fedakarlık, biat beklemenin dışında hemen hemen  hiç bir paylaşımın olmadığı insanlar topluluğu ailenin, sistemin,  sosyal çevrenin, başkalarının dayatmalarına boyun eğmekle doldurulmuş  kara kutularımızı; kendininmiş… seninmiş gibi ulu orta, bağıra çağıra açarken kim bilir ne çok eğlendin, ne de  çok dalga geçtin sen ! hayatla, bizimle. Seni kışkırtan hayata, yazdıklarına  ihanetin,  açmadığın  kara kutunu, evine gireceklerin  bulmayacağı  “Açık Waliz”ini “… ilk aşkıma döndüm ben. On yedi yaşındayken burada sahilde bir gece tek başıma oturmuş, denize ‘sana âşık oldum, bir gün geleceğim sana, bekle beni’ demiştim. Sözümü tuttum sonunda…” bahanesiyle kapatıp; sözüm ona  kalabalıktan kaçan – genellikle  eğitimli, gelir düzeyi  yüksek işadamı, doktor, dişçi , avukat , bürokrat, sanatçı ve beş yıldızlı asker–büyükşehirlilerin yaşadıkları yere rahmet okutan kalabalıklar yaratmak uğruna; bir zamanlar orman, tarla, zeytinlik  olan  yeşil alanları  yakarak, doğayı katlederek  deniz esintisinin  yüzlerini okşamasını engel betondan evlerini, otellerini övdükleri; yaz ekranlarının değişmez magazin merkezi, her beş  kişiden dördünün “ tatile nereye gideceksiniz”inin   adresi; bir gece konaklamaya burun kıvıran, en az iki, üç gece konaklama şartı koyan,  göt kadar otellerin  geceliğine beş bin, yedi bin,   lahmacuna  beşyüz ,  yarım litrelik bir şişe suya yüz  Türk Lirası  ödenen uçuk fiyatlı işletmelerin  müşterilere köpek muamelesi çektiği;  Barlar sokağında  on ikiden  sonra laf atmakla yetinmeyip  her an üzerinize atlayacak kız, oğlan  avına çıkan ”….ardıma bakmadan kaçtım onlardan….şimdi onları unutmak için terapi gören kuşlarla bir olup menfaatlerine tükürüyorum! ölseler cesetlerine yok. yaşasalar manasızlar” mısralarının muhatabı, teşhircilikte dipsiz,  yalancılıkları, iki yüzlülükleri ile de o beyaz çatılı saflığını bir şekilde kirletmişlerin;  duygunun “d”sini dahi  bırakmadıklarından ruhsuzluğa, ‘leş gibi’liğe mahkumladıkları;  “ her yeri boyamışsın, çok güzel, ama burada biraz kan kalmış, zincir kalmış, kırbaç kalmış…”ın  paçoz Bodrum’unda, yaşandığında    bilinecek, mecalsiz   bıraktığı bedenine  söz dahi geçiremeyeceğin  kanserli zamanlarında; başlarını  mineli, gümüş kumlara sokan devekuşu vizyonlu  “olduğun kimseler” yüzünden bekledin ölümü… beklemek zorunda bırakıldıni kimsenin duymadığı sessizliğinde, dilinde ‘“mutlular,  ölüleriyle mutlular“;  bundan sonra hayat böyle olacaksa, salak sersem kanser; ciğerimi, her uzvumu; sırtımı, kollarımı, bacaklarımı dermansız bırakacak ağrılara  boğacaksa, böyle  Ulan İstanbul’suz,  pezevenk Beyoğlu’suz  kalacaksam, neye yarar ki yaşamak? İyisi mi,  bitsin artık  şu yaşam dersinde kaldığım hayat da; kıçına kına yakacaklar da yaksın, ben  Zozi’nin, Uzay’ın yanındayken diyerek  o s.ktiri  boktan  kasaba da,  Bodrum’da ‘nerde kaldın ey sevgili ölüm’ü istedin hemen, belki “…sonrasında ne yazılabilir” dedirtmiş  aylaklığın, küstahlığın   elebaşısı Rimbaud, sadece altı yılını şiir yazmaya ayırdığı ömrüne  otuzyedisinde  ‘veda etmedi mi’yi de aklından  geçirerek. Ömürleri hep kısadır  serserilerin, aylakların, dalgacı  şairlerin, sen   benim kışkırtıcı Şairim, sende, illaki  bir gün  hayatım bitiyor işte  diye de düşündün o hastane odasındaki  hasta yatağında  son dakikalarını yaşarken.Haydi kalk ! in   Beyoğlu, ordan ver elini  İstiklal caddesine,  duvarları uzunca bir geçmişi  yaşatan  hep tütsü kokan   eskiden ” ucuz, güzeldir” imajını şimdilerde  Terkos pasajından üç katı fiyatına sattığı mallarla yerle bir etse de,  bir kere  uğranılmışsa, hep  uğranılan  her çeşit dükkanın bulunduğu, kendini evinde hissettiğin “ Çalıntı’ya uğradım, Suat kapının önüne posterler yığmıştı, fakat diğer posterler Kurt’un ismini örtmüş. Sadece sarışın, onlu yaşlardaki bir delikanlının resmi. Ben resme baktım, baktım, çocuğun gülümsemesini, gözlerini, saçlarının rengini çok beğendim. Ne bileyim, çocuğum olsun gibi mi hissettim? Bir yandan da tuhaf geldi. Çocuk resmini niye duvara asayım? İki-üç tur attım, sonra geldim, önündeki poster düştü ve altından Kurt Cobain  ismi çıktı. O ânı hiç unutmuyorum. Kaldım. Üstümde para yoktu. Dükkanın sahibi Suat’a üstümde para yok, sonra veririm dedim..O gün bugündür duvarımda asılıdır ”lı   anılarının mekanı   Atlas pasajında giriş katının sonunda çok güzel t-shirtler,  figürler satan mağazaya da  bak bakalım!  cırtlak sarı, yeşil  ya da gri, beyaz çizgili  renkli bir tişört , bordo, sarı, mavi  bir pantolon var mı,  on, yirmi Türk Lirasına? Sonra   belki Atlas Sinemasına  da uğrar,  hangi film oynuyor diye bakar,  kafan eser bir bilet alır, film  de seyredersin, belki.  Kalk haydi! kalk! seni, vazgeçemediği haşarı çocuğunu bekliyor Beyoğlu;  beklemesin  mi diyorsun? Bu  beni ötekileştirmeyi hep sevmiş, horlamış devletin hastanesinin  yatağında pencereye kadar  zar zor adım atan bedenimi titreyen  bacaklarım  taşıyamıyor; halsiz, yorgun…çokkk yorgunum,  iki cümle kuracak, iki cümle yazacak takatim  yok, canım  ne içki, ne de sigara istiyor artık;  istediklerim yerine  istenenleri yapacak durumdayken  gelemem sana puşt Beyoğlu…gelmem, boşuna bekleme mi diyorsun? Nihayet şimdi mi anladın  beni,  bitik…geçmişi yitikken,  Beyoğlu mu diyorsun? Bak! yatak odanın kapısı, seninle  sevişmek isteyen  delikanlılara açık  koynun gibiydi, karşında yine  el değmemiş bir beden,   keşfet haydi, seviş onunla her zaman ki  fütursuzluğunla, yapamıyorsun değil mi? Ölüyorsun çünkü. Çok zor, en zor işmiş hiç bir duyguya, olguya  imgeleyemeyeceğin ölümü yaşamak, anlatmak şiir yazmaya  hiç benzemiyormuş değil mi?  zormuş be hocam !!!! zormuş öleceğini bilmek…ölümü beklemek….son dakikalarını yaşadığını bilenlerin  gizleyemedikleri,  gizlediklerini sandıkları acıyan  bakışlarını da görünce. Oysa, muhtemelen artık tükenmiş bedenim, çarpmayacak kalbimi, süzmeyecek böbreklerimi, sindirmeyecek midemi,   bağırsaklarımı makinelerle çalıştıracakları yoğun bakımda kapanacak bilincim sayesinde,  bilmeyeceğim  öldüğümü, diye düşünmüş müydün o hastane  odasında;  “ulan olm blym” ben de, rezil edip, kalbimi bıçakladıklarını unutup, her ölenin arkasından yaptıkları gibi adımın önüne ölünce  Beat kuşağının, Underground edebiyatın,  alt kültürün Türkiye temsilcisi,  post modern hayatın ağzı,  Türk şiirinin Rimbaud’u vesaire, vesaire onlarca övücü çok az da yerici   sıfat koyacak  sonra çekilecek  belgeseller de  şiir okuduğum videoların yanı sıra ‘huzurluydu’  sanki başka bir yol varmışçasına ‘olgunlukla karşıladı ölümü, bir gün  dedi ki’ yle anlatacaksın sen de son anlarımı, yanımda olmanın belki de ilk defa  yararını  görerek.Halbuki, farkında bile değildiniz hiç biriniz, hasta yatağında ben hakkımda ’ bebekler gibi  niye öyle yapıyor? Ne demek istiyor ? acaba niye elini açıp kapıyor ? ‘ konuşmalarını yapanları algılamaya çalışarak manasızca,  ayağa düşmüş bir yabancınınmışçasına dışında biriymişçesine bakıyordum bana puştluk etmiş hayata; yazacağımı  yazdım,  otuzbir yılda altmışdokuz kitap; deliler gibi içerek, çalışarak, sevişerek, bağırarak  el atılmadık ne bir nesne, ne bir duygu, ne bir kavram , ne de alfabede bir harf, ne bir sözcük  bıraktım, söylemek istediklerimi söylemek için.Evet  sen ! benim anlaşılmamak için her şeyi yapmış  Şairim,  madem Proust gibi; el atmadık, yazmadık  bir şey  bırakmadın sana göre artık   yazacak bir şey de kalmadığına göre bitti artık …bitti hayata gösterin bitti senin de, siyah perdenin inme zamanıdır, şimdi.  Oysa katlanmak zorundalığına son verip  nedense hep  finalini intiharla süsleyeceğini   düşündüğünü düşündüğüm  ama  yapmanı, yapacaklarını  engelleyen bu boktan  hayatın kanser ibneliği yok mu ? Geç kalmışsın olm, hem de çok geç… geç kaldın; Tanrı’nın elinden hayatları tehdit ettiği ölümü alan Nilgün  Marmara gibi,  James Dean gibi,  Uzay gibi, Junkie  Can gibi, gibi, gibi…  “benim o yaşlarda  öyle tebessüm eden fotoğrafım hiç yok, evdeki en temiz poster odur, çerçevelidir. Sürekli temizlenir, silinir” dediğin  evinin duvarında Kurt Cobain’in  asılı fotoğrafına bakıp  “….Avrupa Yakasında Burhan Abi gibi o duvardaki ağlayan çocukla konuşuyor, ben de bazen onunla konuşuyorum. Kurt Cobain’in resmi bana her zaman hüzünlü bir umut verir. Hem zekiyim diye bakıyor, hem gülümsüyor ve sonra da intihar edecek. Filmin sonunu biliyorum ama yine de seyrediyorum. O bakışlarda, “ben her an çekip gidebilirim” var. Bu adamın “ben öleceğim” dediği zaman koluna yapışmamak lâzım. O zaman sinirlenir…” düşüncelerinde gezindiren Kurt Cobain gibi belleğinde bir yerde sırasının gelmesini beklettiğin, değişmeyen yegane  düşüncen değil miydi  intihar? Bu kadar ağrı, acı çekmeden sen vurmalıydın hayata; sen vurmazsan  balyozunla işte böyle başlangıcını belirleyemediğin ömrünün sonunu   belirleme hakkını   da elinden alıverir; indiriverir  seni tek  yumrukla, nakavtının farkına vardığında  da zaten  her şey bitmek üzeredir;  halde  olmadı işte, olmazdı da…belki sende bindokuyüzdoksandört yılının sekiz Nisan’ında yirmiyedi  yaşında ”sönüp gitmektense yanıp kül olmak daha iyidir” mottosuyla, kanında üç  tane iğneyi peş peşe vurmaya denk yaklaşık 1,52 mg eroin bulunan;kotunu, gömleğini, ayakkabılarını giymiş,  sırt üstü uzanmış durumda, göğsünün üzerindeki yirmi kalibrelik  tüfekten attığı  tek  kurşunla suratını dağıtan Kurt; dokuzyüzdoksanaltı’nın  yedi  Mayıs’ında   onyedi yaşında,  otopsi raporunda   düşme sonucu öldüğü yazdığından;  rivayete göre de öldüreceğini bile bile aldığı  overdose uyuşturucuyla fenalaşınca, öldüğünü düşünen arkadaşlarınca uçurumdan atılan, Rumelihisarı’nda boş bir arsada  cesedi bulunan, pek çok insanın,  hatta Kurt Cobain’nin    “inandığım hiçbir ideoloji yok. değerlerin hepsi yapay. Gerçek değerlerin hepsi yok olmuş, inanacağım insanlar yok. riyakar ilişkiler, düzenbazlıklar… bunlardan hangisinin içine girip beraber olabileceğimi bilemiyorum. hiçbirine ait değilim…” li düşüncelerini savunan annesinin  “yanlış bir dönemde, yanlış bir dünyada doğurdum ben o’nu…” dediği, seninse  “olmayan kurdun ayağıyız biz seninle!” dediğin  Junkie Can; dokuzyüzdoksansekiz yılı dört Nisan’ında  “İstanbul kötü ya, tek istediğim sevgiydi” haykırışının yankılandığı  Beyoğlu sinemasında cesedi bulunan Kanat gibi  lanetli dokuyüzdoksanlı yıllarda intihar edenlerin en güzel, en uygun  zaman saydıkları  aşikar   bahar mevsiminin üç ayından  birinde; eğer kanserle kalleşlik etmeseydi hayat ;  “Sen de biliyordun ….. bu hikaye böyle bitecekti; istesen de istemesen de!” yazman gibi sende biliyordun hayatının; diğer insanlar gibi öyle dümdüz… öyle kavgasız, gürültüsüz…  öyle acısız, hüzünsüz…öyle fırtınasız…öyle huzur içinde  seksen,  doksan yaşında sonlanmayacağını; hikayene son noktayı koyarak  bitirenlerden   olacak sana kalsaydı; benim senfonik yaşamış Şairim zaten  kanserden ölmektense, Seattle’dakilerin tersine    asırlarca    yapıla geldiği   gibi   vitrine koyduklarının  ideolojik duruş sergilediğini  bildikleri halde  politik tavır işlerine gelmediğinden imaj kısmından etkilendiğini bilen  uyanık  işadamları  mağazalarını pahalı  postallar, haki renk çanta, yırtık kotlar, salaş hırkalarla    doldurduklarında;  yağlı saç, hafif ter kokusu, omuz düşük yürüyüş, ölü balık bakışıyla kombinlenirse   optimum yarar sağlar,  mutlu mesut depresyona gireriz düşüncesine nail,  maddi, manevi  açıdan sorunsuz  gençlerden mütevellit Türkiye’deki temsilcileriyle hiç karşılaşılmadığından; dokuzyüzlü yılların Seattle menşeyli bunalım takılmayı meşgale edinmiş, dağınıklıklarının dezavantajlarını; düzensiz sakal, darma duman saçlar, bileklikler, bol, lekeli; kot pantolonlu, kazaklı, oduncu gömlekli giyim kuşamlarını avantaja çevirip üstüne de  ‘kime ne’  ideolojili bir duruş,   politik bir   tavır yükleyip  tarza çeviren “Grunge”ların  simgelerinden; The Manhattan markalı iki cepli,  düğmeli yün, likra karışımı yıllarca giyindiğimiz hırkanın benzerini değil neredeyse aynısını Kurt Cobain’in üzerinde gördüğümüzde,  esen soğuk  rüzgarları kesmek için pencereleri kalın, şeffaf naylonla kapatılan, duvarları sıvasız gecekondularda  annelerimizin üşümeyelim  diye  mahalledeki tuhafiyeciden aldıkları ucuz yeşil, haki renkte  yumaklar, dört, dört  buçuk  numaralı şişlerle ördükleri, içinde kaybolacağımız kadar dökümlü  geniş (large) , her sonbahar kışlıklar çıkarılınca görür görmez ‘canımla’  sarıldığımız sonraları  apartman katlarında  kışın elde kahve, çay yada bir kadeh şarap ;  battaniye altında saatlerce kitap okur,  film, dizi izler, ağlarken yakalarına, kenarlarına tutunarak gel gitlerimizi, kahkahalarımızı ilmeklerine döktüğümüz  ‘ bizim bazen  yüzüne  bakmadığımız eski püskü, kırk yıllık hırkalarımız  biz yerimizde sayarken meğer meşhur olmuş  ad bile konulmuş “depresyon hırkası”  hayretimize, sende evine gelip giden gençlerden birinin  bende de Kurt Cobain’in hırkası varmış. Üzerimdeki hırkaya Cobain hırkası diyorlarmış” dediğinde  öğrendiğinden belki bize  katılarak, belki  “Grunge”lar habersizliğimize  şaşırarak ama illaki    üzerinde “depresyon hırkası”, Nevermind’i dinlediğin bir ânda aklını, vücudunu  uyuşturacak, Nirvana’ya yükseltecek ne varsa elinin altında onu kullanarak kendin  sonlandırmayı tercih edeceğin  harcadığım onca emeğin kadrini, kıymetini  bilmeyip önüme kanseri koyan nankör  hayata’ ‘ ibnesin … ulan puştun da puştusun be !  deme hakkını  kullandığında  belki buraya kadarmış diye düşünüyordun buraya kadar da  biraz tekrar, biraz dağınıktım ben, şimdi içimdeki beni ordan oraya savuran fırtınalar öldüğümü bildiğinden duruldu sanki dalgalar… yaşadıklarım, hoyratlığım, kırdıklarım,  dert saydığım, saymadığım  onca  şey nasıl  da manasızlıklara , anlamsızlıklara büründü Nazım gibi, Can baba gibi, Ece gibi, onlarca yazar, şair  öldüğünde  benim de yaptığım gibi ardımdan yazılar, yüz kırk karakterli Twitler, Facebook, Instagram mesajları… mesajlar… mesajlar; bir barda, Cafe de  bir masada beni anmak üzere toplanıp sarhoş olana dek  içip  ‘rahmetli rakıyı sevdiği kadar sevmedi hiçbir şeyi, haydi  onun  şerefine’ seslerini bastıramayan duvarlardaki  ekranlarda şiir okuyan  ölmüş ben. Haydi kalk! Bak!  vazgeçemediğin  “terbiyenin sadece çorbada bulunduğu” arenasından beslendiğin, şiir gecelerinde haykırışlarınla yerini  göğünü inlettiğin  uçarı  sevgilin Beyoğlu bekliyor seni, lakin hani iş için, gezmek  için, bir akraba ziyareti  ya da bir cenaze için  ayrılmak zorunda kalırsın da  birkaç gün geçtikten sonra sanki sevgilinmişçesine hatta sevgiliyi  sollayan  özlemde, kavuşmak  istediğin; yokuşlu, loş koridorlu, ufak pencereli, yerde  müzik seti, masada kitaplar; buzdolabında, sandalye, koltuk üstlerinde, kenarlarında her yerde bira, rakı şişleri, kadehler; memleketin  sanatçılarında, yazarlarında,  şairlerinde eskiden çayken yurt dışına özellikle de Paris’e gide gele filizlenmiş, sonrasında alıp başını gitmiş; nedeni araştırmaya kalkışmadan benim de rutinime kayıtlı     kahve içme modası ki günde 40 fincan içen Balzac kadar olmasa da  hizmetçisi Céleste  Albaret’in  “Bu bir ritüeldi.İlk olarak, sadece Corcellet kahvesi kullanılabilir ve taze olduğundan ve aromasının hiçbirini kaybetmediğinden emin olmak için kavrulduğu on yedinci bölgede Rue De Lévis’teki bir dükkandan satın alınması gerekiyordu.Filtre de Corcellet olmalıydı.Küçük tepsi bile Corcellet’teydi” anlatımına konu Proust gibi kahvesiz (rakını da  atlamadan) yapamayanlardan olduğundan  bardakta koyu nescafe;    Pulp Fiction, Sürü film  posterlerinin, ara sıra  konuştuğun Kurt Cobain’in  fotoğrafının, gitarın  asıldığı duvarlar;  yirmi dört saat açık TV, salonda Fenerbahçe forması, nerdeyse Türkiye’deki bütün şehir takımlarının atkıları; köşe bucakta  küçük notlar, karalanmış şiir parçacıkları, senaryo, sergi, konser tasarımlarınla tıka basa  dolu; öpüşen, sevişen,canı sıkılan, muhabbet, etmek, gecelemek için yer arayan evsizler, düşkünler, parası olmayanlar,  dışlanmışlar; gay, lezbiyen, Kürt, Türk, Çerkez, Arap,.., ..,la   kaynayan;  ara, arka  sokaklı  canlı, parlak bir o kadarda kirli, küfürbaz  Beyoğlu’nu mekanlarını taşıdığın  evinden; ayrıldığın ilk günlerdeki gibi durgun da değildin kıstırıldığın Bodrum’da; karmakarışıkken sen !  aslında İstanbul’un kalbinin atışını duyduğun kaldırımlarında; sabahların erkencisi çöpçülerin, fırıncıların, polislerin, simitçilerin, otobüs, dolmuş şoförlerinin, apartman görevlileri kapıcıların;  gecenin müdavimi   evdeki eşini , lokantadaki Ayşe’yi, caddede ki  Nurgül ‘ü de kapsama alanına  dahil ederek  “sokakta hanımefendi, mutfakta asçı,   yatakta orospuluğunu”  isteyen  iki yüzlü erkek egemen toplumun abazan  erkeklerinin, işin acınası o  erkeklere istediği hizmeti vermek için çırpınan kadınların  ayıplayarak  dışladığı; para karşılığı seks işi icra edenleri tanımlamasına karşın  daha terbiyeli, kibar   sanki bir kadının gelebileceği en üst mertebe imajını da veren 1950’ler de, 60’ lar da köyden kente göçün hızlanmasıyla, dönem romanlarında çalışan kadın için kullanılan sonrasında 80’lerde 90’larda; bilmem neredeki, bilmem ne ? fuhuş  baskınında  yakalandı haberlerinin  çocuk, genç akılda;    kısa kollu danteli, abiye elbiseler  giyen, şapka takan, makyajlı bakımlı,  zengin algısını bıraktığı  “hayat kadını “ tabirli orospuların, sarhoşların   ezilen  hayallerin gezindiği; senin  otuz dakikada beş bira  devirdiğinden kayışını kırıp “hapşurduğun da “çok yaşa!..” diyene,  burnunu silip  kırmızı gözlerinle  “baş başa!..”, “… birinin kız arkadaşına ‘bu çocuğu bu gece yalnız bırakma, alırım elinden”le cinsel tercihini açık etmekten çekinmediğin aksine açık etmek için el kaldırdığın; gündüz, gece fark etmez Chelsea kaşkollarıyla ellerinin  bağlanıp soyulacağın, her an çantanın gasp edecek kalpazanların  cirit attığı; mikropları öldürecek sıcaklıkta kaynatıldığından çorbadan başka bir  şeyine ki  çorbasına da  el sürülemeyecek ufaktan pis  mutfaklı,  bir gecelik avunmaların peşinde koşunulan; kafaların sigara, içki, ot, esrar, hapla tütsülendiği; şarkıların söylendiği, sevdaların  tazelendiği; arayışların, doyumsuzlukların gizlenmediği arka sokak meyhanelerini kutsadığın; Pazartesi, Salı, hafta sonu şiirlerini okuduğun Deli, Veli, Redrock, Meis …, …,Lovel,  Taksim Roxy barlı; Leman Kültür Merkezli annenin de doğduğu, yaşadığı  sana  şiirler yazdırtan  katedralin Beyoğlu’ydun; birazcık Gümüşsuyu, Taksim, Cihangir çokça İstiklalin ara te arka sokaklarıydın; Küçükparmakkapı, Nizam Pide’nin karşısındaki köhne birahane, St Antoine’ın  az ötesindeki  muhallebici, melek resimli Emek Sineması,  Beyoğlu / Pera gettosuydun.O paçoz…o hoppa  aydınların aldatma, ihanet kürsüsü, her şeye aç kasabasının  Bodrum’unda;   annesinden ayrılmak zorunda bırakılan ya da  yatılı okula gönderilen  bir çocuğu nasıl eritmişse  hasret…gurbet, yanlızlık gün be gün  içine itildiğin, karakterine, kişiliğine uymayan ama  “kanserin” yüzünden   yaşaman istenen  temkinli ‘hayat’  öyle…öyle eritip yok oluş sürecini hızlandırdığında  bile  korkmaması için “Ölmüşüm. kendime gelmişim“ güzellemeleriyle “İskender’i ben öldürmedim” yazmış sen biliyordun ki, senden başkası öldürmüş olamazdı  benim bağrı açık küçük Şairimi; öldürmek için   her şeyi yaptın benim hoyrat Şairim, her şeyi; estin, gürledin, dövdün, dövüldün, ihanet edildin, ihanet ettin; harfleri dans ettirdin, yerini değiştirdiğin  sözcüklerinle;   oynayabilirmişsin sandığın  hayatla oynuyormuşçasına oynadın. İnsan doğduğu coğrafyaya, ait olduğu neresiyse oraya az biraz da olsa benzermiş ya Türkiye gibi…Ortadoğu gibi…Türkiyeliler gibi  o  küçük Şairi; altından kalkamadığın hırçınlığınla kendinin  yarattığı fırtınalara; bedeninden geçirdiğin karasal, ılıman, step, Akdeniz, Karadeniz, Okyanus, Ekvator, Muson, Çöl   iklimlere;    dört, beş  mevsime;  yaza, kışa, bahara,  sonbahara, hüzne, aşka   boğdurdun, en çokta anneni de öldürdüğün şiirlerinde öldürmüştün benim  küçük Şairimi, sen ! hiç benim olmayan Şairim;  ‘tut elimden pis orospu’larına tutkun Haldun’da  ‘diğer kadınlar gibi  ‘vermem de vermem’ nazında  “ne derler sonra…?” sonra ne olacak? “ ne yaparım  mesela hamile kalsam…ailemin yüzüne nasıl bakarım”la bin dereden su getirmezler çünkü  orospuyla benim sevdiğim tabirle yosmayla  ilişkide biz erkekleri ürküten sonra yoktur. Bakma sen insanların orda burada hayat kadınlarını  ayıplamalarına. Mahalledeki en  mutasıp  kadının  bile  o aşağıladığı yosmalara   on basan fettanlık kaynar içinde.’ bir bilsen derken gülüyor ‘hem  niye kötü olsun İşi  kendi bedenini kiralamak olan hayat kadınları; hayatını yaşayan kadın niye kötü olsun?; hayat verir, rahatlatır, çeker gider işte, ne güzel. tır yanlar Gidince de  bir sigara yakmam ben, düşünmem ‘ne olacak şimdi’ diye  memnuniyetini gizlemediği kadın, erkek ilişkilerinin günümüzde yalanla, dolanla, maddi çıkarlar göz önünde alınarak  yürüdüğü,  televizyonlarda kelli felli  adamların, kadınların birbirine  “üstüme ev yapacak mısın ?”,  ”kaç tane evin var?”, “ne kadar paran var ?” , “ söyle evleneyim senin’yle”  bas bas  bağırdığı;  birlikte takıldığı, flört ettiği kişiyle sevişmeyi evliliğe kapaklama yöntemi görerek seksi  trajediye, duygu sömürüsüne vurduran kadınların; önüne geleni becermeye çalışıp sonrada bakire arayan saplantılı erkeklerin;  yüzü çoklu  politikacıların, liderlerin, ailelerin  Türkiye’sinde, milletin, tanıdıklarının  bedenini zorla sahiplenen erkek devletin  yönetenleri, politikacılar, aile büyükleri kadar kimseye   zarar vermediklerinden açık seçik kim oldukları, ne yaptıkları belli, fazlaca yalana dolana girmeden dürüst kadın, erkek ilişkisinde takdirini  hak ettiklerinden  bir gün ‘sonuçta ben de  geçinmek için işe gittiğim Plazaların, Towerların, devletin  kurumlarının  AVM’lerin, cadde yer alan bir  dairenin, ofisin  büronun,  mağazanın emrine verdiğim bedenimi haftanın 6 günü, günde 8 saat  kiraladığımdan  sırtım ağrıyor, kollarım uyuşuyor, çoğu zaman bilgisayar önünde gözlerim yanıyor, uyuya kalmıyor muyum yorgunluktan? Vücudun neresini feda ettiğinin önemi var mı?  İkimiz de  cebinde parası olana, başkasına hizmet veriyoruz bedenlerimizle. Üstelik onlara  yine  “nasıl düştün? buralara” diye soranlar var,   bana kimse sormuyor  bile ‘niye, düştün ki buraya’. Tek fark da belki onların, gece    benim  gündüz  çalışmamken ;toplumun bakış açısına göre üniversite bitirip bir mesleğe sahipliğimden onlardan  farklı  algılansam da, değilim işte, şayet mesleği  beden üzerinde yarattığı tahribata göre  değerlendiriyorsak da yıprandığımın, kendimi kullanılmış hissettiğimin apaçıklığında;  ben de diğer kadınlar gibi   “hayat kadını”yla   aynı yolun yolcusuyum, hayat kadınının üzerinden erkekler, benim üzerimdense    hayat denilen bir  ‘pezevenk’ geçiyor’ fırtınalı akıl yürütmelerden kendimi alamayıp nasılsa geldim, gidiyorum dünyadan ama her şairin, yazarın  yazılarının, şiirlerinin iham perileri  – tek istisna Thomas Bernhard’mıdır? belki – orospulara düşkünlüklerinin nedenini hâlâ    çözemedim diye az  hayıflanmadım da değil. İyi de aklın o kadarına bassaydı  ne işin vardı  burada’yla   tıka basa dolu otobüs, dolmuş, metrodakilerin  terlerine karışan işportadan alınmış  ucuz parfüm  kokusuyla ağırlaşan   havada  nefes almaya çabalarken yanında oturan da  kulaklığını çıkarıyor; bol dıptıslı şarkısını açıp kafayı geriye yaslıyor; dizine hafifçe  dokunup “sesini kısar mısın” diyorsun Öfleyip pöfleyerek kısıyor. Tam çoş şükür atlattım gerginliği atlattık derken birkaç durak sonra  canları sıkılmasın diye  bindikleri duraktan, indikleri durağa kadar; ayda elli bin dakika konuşma süresi veren!  mobil operatörlere  küfrettirecek  cep telefonlarıyla  abartısız yarım saat sevgili, kanka, iş arkadaşları, patron, akrabalarla yapılan bazen  tartışmaya dönüşen  boş muhabbetlerinin, özel sorunlarının   herkese  duyuranlarla mecburiyetten birlikte olunulan  ortak yaşam  alanlarında; nasıl davranılması gerektiğini bilmeyen yahut  da  bildiği halde  ‘bu yaşlılarında bu saatte, orada…burda   ne işi var’, ‘ben ondan bin kat daha yorgunum, dikildi başıma gitmiyor, yer vermemi bekliyor,  pencereden bakıyormuş gibi yapayım’,’kıro biri, kibarlıktan anlamaz üzülme yer vermedim diye, inan  ayıp ettiğinin farkında bile değildir’ ,’ bundan böyle adamına göre muamele’li kulplar taksalar da  şayet bir toplu taşım aracında bir hanımefendi ayakta, siz genç  bir delikanlı olarak oturuyor, yerinizi vermiyorsanız, bir centilmen değil, bencil bir bireysinizdir denilse onu da  umursamayanların  kültürün, asaletin göstergesi  nezaketten, adab-ı muaşeretten yoksun  magandavari jestlerin, mimiklerin kol gezdiği, anladıkları manada kentlilerin bulamadıkları ortamlardan uzaklaştırdığından diye düşündüm sonra; kimi incitir, kimi yaralar diye temkinli davranmadan,  yaranmak için birilerine kendilerini paralamadan, ruh ve bedenin karşılıklı ve  kisvesiz çırılçıplaklığı;  her şeye ota, boka  kullanıldığından anlamını yitirmiş aşk oyunlarının Chanel  parfümlü, acı Truff soslu  canım, cicim , aşkım, bir tanem, sevgilim’lerindense ; darılmaya,  gücenmeye de  yol açmayacak  ‘sen nasıl da işveli bir kaltaksın öyle’, ‘sende iyi  pezevenkmişsin ha’ yla   birbirlerini  tahrik eden  ‘ haydi bakalım…. ..k beni’li, “kaçma a..mına koyayım’lı  açık saçık cümlelerle seks ihtiyaçlarını karşılayıp, partnerlerinden istemeyecekleri içlerinde ukde kalacakken sayelerinden denemek istedikleri her türlü   cinsel ilişkiyi yaşatarak  hazzın dibine vurdurma  karşılığında  vizite ücreti, iki kadeh içki dışında ne mücevher…ne  çiçek…ne de başka bir hediye, hiçbir şey beklemeyip rahatsızlık vermediklerinden ve de canları istediği anda ulaşılacak el altındalıklarından olsa gerek yazarların , şairlerin orospulara düşkünlükleri, belki  yanılıyorumdur da kim bilir? bildiğim  seninde diğer şairler gibi içinde  “tut elimden pis orospu! tut ki elim sana bir mektup gibi kanasın”, ”Siz Orospular !  Aşkı sex sandığınız için, erkeklerin adı piçe çıktı…”,”sağanak halinde seviyorum bütün orospuları“  geçen onlarca mısraya imza attığın,  bazılarının içki ve seksten  aldığı zevkle aklından geçirdiği,  bazıların   gizli homoseksüelliğinin “erkekçe” itirafını sağlayan  ama istisnasız tüm  erkeklerin;  bir gün ağzından dökülen (müş), dökülürken de  dünyanın en ilginç şeyini ilk kez o söylüyormuş havasına girdikleri  oysa, pis Moruk Bukowski, Kadınlar’ında  bahsetmeden önce de yazılmış, kullanılmış dünya kadar eski ;  içinde  kesinlikle ‘ ah keşke tüm kadınlara bunun doğruluğunu anlatabilsek de, alayı bize verse’nin yatırıldığı klasikleşmiş erkek incisi “kadın olsaydım orospu olurdum”u;  ”Orospu olsam eline su dökemezdim belki de”yle revize ettiğinde; istediği cinsel yaşamı sadece kendisine,  orospu  nitelendirdiği kadınlara hak gören erkek egemen mantaliteye   kadınların da “erkek olsaydım çok çapkın olurdum” tepkisi “kızım dil orospularından kork sen asıl’ diyen anneannene rahmet okutup  işin orospuluğu…işin orospu yanlığı bu olsa gerek dedirten,  nasıl bir psikolojiyse   artık,  hem orospu olmanızı istemezler hem kadın olsalar orospu  olurlarmış…hem çapkın olmanızı istemezler hem  erkek olsalar çok çapkın olurlarmış; arzularına bakıp da  kapitalizmin “kazan kazan (win-win)”,”  pazarlanan arzu her şeydir” sloganlarına harfiyen uyan, cüzdanlardaki paraya el koyma peşindeki  şimdinin V, Y, Z  kuşağı  orospularını,  fahişelerini, eskortlar kızlarını, hayat kadınlarını gördükçe, 18.inci, 19.uncu yüzyıllarda    “Kötülük Çiçeklerinin”, “Kayıp Zamanın İzinde”lerin ilham meleklerinden  Odette karakterini şekillendiren Léonie Closmesnil ile romanı okuduğunda kendini tanıyınca (düşünün  dönemin fahişeleri Proust, Baudalaire, Balzac, Kant okuyor) Proust’a  öfkeli  mektup yollayan Laure Hayman’lı;  Fransız İhtilal’inden sonra giyotin ve kanın ve frenginin başkenti Paris’in birbirini kesen dik sokaklarında, sisli bir geceye şiirsellik katsın diye öylesine konulmuş ürkek, titrek ve kendini bile aydınlatmayan bir sokak lambası altında, yırtık jartiyeri, beyaz baldırı arasında sıkıştırdığı, kedi çevikliğiyle çıkardığı bıçağıyla hakkını arayan; Baudalaire’ı Baudalaire;  Proust’u Proust   yapan Fransız yosmalara, fahişelere duyulacak minneti pas geçmeden bunları  yazıyorum hiç benim olmamış Şairim, sen!  Baudelaire’in “durmamacasına sarhoş olmalısınız,  ama neyle? şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz ama sarhoş olun” anlayışına canla başla riayet etmekle kalmayıp,  yeşil peri absent, afyonu da menüye ekleyen gueer (kuir) Arthur Rimbaud,  Paul Verlaine, Bukowski gibi  “alkolle bağım sabittir, ancak narkotik maddelerle ilişkim süreli ve zaaf çerçevesinde olmadı… insanoğlu, ona sunulan bütün tabiatı kullandıkça mutlu olur…”la hayatının merkezine  koyduğun,   süngermişçesine çektiğin, ömrünün sonuna kadar sadık kaldığın tek sevgilin… eşin içkiyle  “sigara çok içerim. Tok içimli sigaralardan hoşlanıyorum.Her zaman içerim ben, yalnız çalışırken falan değil. Uyurken bile içerim mesela. Bırakmayacağım. Her sabah uyandığımda bağdaş kurup, yakarım.Bıraktım diyen insanların karşısında bir (tane) yakıyorum hemen, sırf içleri geçsin diye”  övündüğün  sigaranla  rakı bardağını dudaklarına götürdüğün parmaklarının arasında her daim  tütecek kadar bütünleşmiştin ki, yine de iyi dayandı ciğerlerin çalkantılı, aldatmalı, aldanmalı ötekileştiriciliğindeki  marjinal Türkiye’ye,   eşeleye eşeleye kendini  öldürmene; rakıyı, birayı da   bırakmamış gibiydin  hem o Allahın cezasının  Bodrum’un da ; Halikarnas Balıkçısı’nın, Zeki Müren’in  şerefine bir kadeh kaldırmasaydın olmazdı ki. Proust “Albertine’in içimde taşıdığım sureti, her yerde karşıma onu çıkardığı için, kızların hepsi bana birer Albertine gibi görünüyordu” da ki  ilizyonu Albertine’de yaşattığı  sevgilisi Alfred Agostinelli’yi; Haldun’nu , Can’nı kaybettiğinde  nasıl içinde bir şeyler…çok şeyler öldüyse…gömüldüyse ta derinlere ve etrafındakilerin edepsizliğini, ihanetini fark ettirerek yaşadığın hayal dünyasından  seni çıkaran yeni bir benlik doğurduysa kaybetme acısı; önce Uzay, sonra Kazancı Yokuşu’ndaki evinin perdelerini kapatıp üç gün yas ilan ettiğin Zozi  öldüğünde sanırım  senin   de içinde  ölmüştü  bir şeyler…çok şeyler de ortaya sermediğin nefis karakalem çalışmaların vardı ya işte  ölümü sonrası çizdiğin  tükenmez kalemle çizilmiş yıldızlı göklere   “Uzaaaay!..” diye bağıran adam silueti  o  karalamalarındandı.Sevmek ve kaybetmek nasıl da değiştiriveriyor her şeyi hem    bir kere sevmezsen birini  alemi cihanda olsa  o kişi, değil kırk, yüz yıl da geçse sevmezsin, bu  sadece senin benim  değil herkesin  başına gelen bir durumdur diye düşünmem  Şark’a, zihniyetine, orda yaşananlara dair izlenimlerinin Binbir Gece Masallarıyla sınırlı sevgili  amcacığım Proust  izninle buraya bir mim koyuyorum “aynı olayın farklı insanlarda farklı izlenimler uyandırması, zihinlerin arasındaki farkla, bizi sevmeyen birini ikna etmenin imkansızlığın da duyguların farklılığıyla açıklanabilir” yorumuna  katılmama engel olmamakla birlikte ,  çoğunlukla kayıplarından  sonra anlaşılır; aynı olay karşısında etrafındakilerin, kişilerin  faklı izlenimleri yalnızca zihinler, duyguların farklılığıyla   ilişkilendirilse bile yetiştiği, yaşadığı ülkenin, toplumun,  ailenin   medeniliği, ilkelliği; geleneği, göreneği, geçerli dinin, Kitabın aklı paravanlayan  buyruklarının etkisi de   yadsınmayacağından,   her seferinde,  sanki insanlar daha daha vursun kan revan içinde bıraksınlar diye sere serpe ortaya döktüğün  açık yaralarından akan irinlerinin,  vücudunu zehirlemesini,  izlediğin hayatının son demlerinde belki de, belleğin bir şey algılayamaz,  ruhun da yavaş yavaş uyuşurken; her yanlarından  özelini yaşamana  izin vermeyen  taşralık akanlar ziyaretine geldiklerinde, hasta yatağında sana  yazdıklarını ya da  şiirlerini  okuyanların  pejmürdeliğine katlanıp, gider ayak hoşuna gitmiş gibi yapma sahteliğine  soyunmaman  belki yaşadığında sürekli saate bakman da her günün son günün olabileceğini bildiğinden miydi ?   zaten kimsenin sevmediği  “vedaları” da sevmediğin  zamanlarında   daha adın şair k.İ. değil Derman’dı.Daha seni k.İ. şair   yapacak  “her Rimbaud büyüyünce Verlaine olur” lu epigraf dizeli  aynı patırtıda şiirler yazdırtacak Baudelaire, Rimbaud,  Verlaine, Nazım Hikmet, Edip  Cansever, Foucault, Spinoza, Bataille, Allen Ginsberg, …, ..,  onca yazarı okumamış; daha beğendiğin şairlerin şiir kalıplarını aklında tutup onlara benzer şiirler yazarak şairliğe adım atıp kendi üslubunu yaratmamış;  daha yaşamını idame ettirme kapısı, geçim kaynağın olacağından periyodik  halde çıkarmak, satmak, söylemek  zorunda değilken şiir kitaplarını, dinletilerini; daha  hakkında sosyal medyada,  sözlüklerde  ergenlik çağında erkeklere düşkünlüğünü sezeceğin cinsel dürtülerini ifşa etmekten imtina etmediğinden  “gizli bahçede otururken garsonun gelip “bu kağıdı size vermemi söylediler” demesinden sonra benim kağıdı açıp içinde yazanı okumam.arkadaşıma “ohaa olum kim bilir hangi hatun yazdı bunu” demem, garsonu çağırıp kim verdi bunu acaba diye sormamın ardından “şurdaki bey verdi” cevabıyla camdan atlamaya çalışırken arkadaşımın kurtarması… yazları her gün Neviza’de de rastladığım bahçıvan içine cırtlak turuncu, cırtlak yeşil, sarı  gömlekler, bordo pantolonlar giyen, masamızda erkekler varken hoşsohbet olabilen, erkekler yokken kafasını çevirip bakmayan kişilik “li entry’ler girilmemiş, hoşlaşmayacağın anılara,  yazılara da muhatap olmamış ve  daha  sen ve ben, biz;  yağmur damlalarından, sabahın “sağır vaktinde” yapraklara düşen çiylerden  gökdelenler yapmamış, çizmemiş; kimseleri  de baharlarda, Temmuzlarda toprağa gömmemiştik, daha, vefatınla başkalarının rakı, benimse kederle dibe vurma hikayemi de kaybettiğim bugün, Temmuzun üçünde, üç yıl sonra  açtığım  ‘sen9.word  dosyasındaki  şimdi konusunu, kurgusunu, ne yazdığımı  dahi  hatırlayamadığım,  bildiğin  unuttuğum  taslak  romanıma  ait   satırları, paragrafları  sanki ben değil de bir  başkası yazmışcasına okuyorum.

‘Oysa ki’ diye başlamışım romana; daha karşılaştığın, karşılaşacağın ‘bu kadar  olmaz, bu da  yapılmaz ki’li  yapanın yanına da hep kar kaldığından ‘hep kötüler kazanır’ı teyitlemiş, vicdansızlık,  merhametsizlik, alçaklık  karşısında;  darbe  yapan, gençleri astıran generallerden, yargıçlardan  dahi  ‘ah’ların, ‘ah’ınızın  çıktığını şu ana kadar da hiç görmediğinizden zaten sonrasında da  göremeyeceğinizden yaşanan her kötülüğün, haksızlığın, ahlaksızlığın, yoksulluğun,  keskin bıçak; ötekileştirmenin  arkasında sadece insanların değil Tanrı !!! nın, Allah !!! ın  olduğuna inanıp, şayet yazmasaydı; M.Ö 341’de  bol Tanrılı antik Yunan’da Epikür “Tanrı kötülüğü engellemek istiyor da gücü mü yetmiyor? öyleyse o güçsüzdür, gücü yetiyor da kötülüğü önlemek mi istemiyor, öyleyse o iyi niyetli değildir; hem güçlü hem de iyi ise bu kadar kötülük nasıl oldu da var oldu?”; 1800’ler de de yazmasaydı Nietzsche “ yarattığınız ‘Tanrı’ öldü, buyruklarını dayattığınız kitapları da”yı belki de sizin yazacağınız;  ailede, okulda, işyerinde, partide, sivil toplum örgütlerinde her yerde; illaki   herkese ne yapması, nasıl davranması  gerektiğini söyleyen ki bunlar ‘kime güveneceksin ondan başka’yla  dokunulmazlık bahşedilip kötü olabilecekleri, bireyi  körelttikleri  algılanılmayacak kimi zaman devleti yöneten liderler, siyasetçiler, başkanından müdürüne şefine bürokratlar, generaller, yargıçlar, hakimler, öğretmenler; kimi zaman da babadan anneye, kardeşe, arkadaşlara uzanan geniş bir yelpazede Tanrının yeryüzü temsilciliğine soyunan kendilerine ait sistem, kural ve beğenilerine göre programlayıp yok eden bir biat… bir  adanmışlık…  bir  hizmet bekleyen lüzumsuz efendilerin etrafındakileri  yiyip bitirdiğini, iliğini emerek  bireyselliklerini karamboleyip  özgürlüğe  ulaşmasını engelleyen, ezen  hastalıklı insan pompalığı da  anlaşılacak; başkası söylese belki üzerinde durulmayacakken  söyleyen o  günlerde  büyük sansasyon yaratan Prens Charles’ ın elinden ödül  alan olunca, bugün sorsan iş peşindeki senin için önemi büyük  ama o görüşmeyi yoğunluklu ilişkiler arasında anında  çöp tenekesine atacak önemsizliğinden  hatırlamayacak  ”herkes beni bu devasa  kooperatiftin   imparatoru sanıyor ama aslında ben yönetimim altında şirketlerin başkanları da dahil 99 imparatorla çalışıyorum’ unda  hayat bulmuş  her olumsuzlukta, her yanlışta,  her kötülükte suçu da hep başkasına atan küçük imparatorların, kendini cevval sanan tosunların, samimiyet kisvesi altında çürümüş dişlerini bileyleyen iblislerin diyarı buram buram taşralı kokan toplumsal yapıda; ‘daha iyi’si gelmiyor, daha güzel’iyle  karşılaşılamıyor’ günleri, yılları ardı ardına akıp giderken; ağzınızla kuş tutsanız ilk önce ailenin sonra   ilişki kurulan herkesin  sizi başlangıçta  konumlandırdığı yerden kıpırdayamadığınızı da  fark edip   “dünyanın derin anlamını duyar gibi olduğum her seferde, onun basitliği şaşırttı hep beni” demiş Camus’e selam yollatacak sıradanlığını keşfettiğiniz  ‘olmamalıydı, yapılmamalıydı, yapmamalıydım’ın arkası ; ‘aman sen de’yle  kanıksar  hale geleceğiniz; filozofların, yazarların, şairlerin üzerine tonlarca yazılar, şiirler döşediği, olağanüstü, büyüleyici anlamlar yüklediği; sona yaklaştığınız istediğiniz zamanda ilerleyeceğiniz yaşta ‘ne kadar  da gereksizmişsin, değmezmişsin’  denilen hayatta; daha kiraz…ayva ağaçlarının hangi renk çiçek açtığını bilmeden, daha ihanetini yaşamadan yoldaşlığın, kardeşliğin, daha Proust’un “ …siyasal tutkularda tıpkı diğer tutkular gibi kalıcı değildir’”ini de okumamışken, kendinizi kucağına attığınız devrimci  isyanınızın gölgesinde, sırf bu şehirde dinlediğinizden şarkıların,  dilendiremediğinizden  muhatabının hiç bilmeyeceği  platonik,  imkansız sevdalarınızın  bir  anlamı varken bu şehirde daha, Osmanlıdan bugüne her yerde, her  mekanda  biattın  ‘nedir o sokakta kıkır kıkır kıkırdamalar,    gülmeler’, ‘ seni orospu, ibne sanırlar’ dendiğinde bile kapalı gişe oynatıldığının ayrımına varmadığından ‘öyle içimize işlemiş ki boyun eğdirme,  sokaktakilere  dikkat et ! memlekette  herkes  boynu eğik, kambur, gülmeden, çatık kaşla yürüyor’ demediğin; işin garip yanı zavallılığına, çaresizliğine  bile bakmadan  ahlak polisi kesilmişleri de kapsayan  dayatılmış, dayatılan, dayatılacak  bir hayatı başkası için yaşamanın kimselere faydasının olmadığını sonuçta herkesin   yalnızlığında  kendi sınavını verdiğini; hafızanın, kalbin bir yerlerinde unutulduğundan gün ışığına çıkmayı bekleyen  “annem birini gönderip, küçük madlen denilen, bir tarak midyesinin oluklu çenetleri arasında biçimlendirilmiş gibi görünen o kısa , tombul keklerden aldırdı. Az sonra, o kasvetli günün ve iç karartıcı bir yarının beklentisiyle bunalmış bir halde, yaptığım şeye dikkat etmeden, yumuşasın diye içine bir parça madlen attığım çaydan bir kaşık alıp ağzıma götürdüm…..sonra ansızın o hatıra karşımda beliriverdi. Bu  tat, Combray’de Pazar sabahları  Leonie halamın günaydın demeye  odasına gittiğimde,  çayına ya  da ıhlamuruna  batırıp bana verdiği bir parça…”  Madlen tadının yönlendirmesiyle Marcel Proust’un bir keki,  kurabiyeyi,  piyano sesini, bir Akdikeni, bir çiçeği; nergisi, safiye kasabası; Balbec’i  başkalarının yaptığı gibi yalnızca anımsatmakla kalmayıp hatıralar silsilesinin yaşandığı “kayıp zamanların”  ardına düşmesinin nedenini de  henüz tam  kavrayamadığın; annenin, babanın, aile üyelerinin, arkadaşların hep bildiğin, tanıdığın yaşta kalacağını sandığın, ummaktan yorgun düşmediğin vakitlerde, zamanda  olduğundandı belki de ; her şey ama her şey anne, baba, kardeş kucağı gibi öyle   sımsıcacıktı ki henüz içinde döndüğün, döndürüldüğün  bir film, bir dizi; İstanbullu Gelin, The İs  Us, Bir Aile Hikayesi– izlendikten sonra  olması istenen, hayal edilen ailelerin    karşılığını aramaya kalkışamadığın, kalkışsaydın da bulamadığında… ‘hayalindeki  ailenin karşılığı bende yok  niye mi? Çünkü bize  rehberlik eden anne, baba,  aile, öğretmenler, arkadaşlar, Yoldaşlar, Hevaller, yöneticiler, sanatçılar,   hep  eğri, büğrü,  çürük çarıktı  ve  ondandı işte hayat listesinin kabarıklığı, ”to do list”in  boş, bomboşluğu da. Elde maus,  kalem, içki, kahve, doldur evde ne varsa viski, şarap, votka; iyi gider yanında yak bir sigara… kesmedi mi?  bi daha yak…bir daha ve haydi yap bakalım sende bir lisede;  içine sığdırılamadığından, gün gelecek  nefretine haiz olacak aile, ülke, toplum,  sahip olamadığın  evlat ya da  evladın sandığının öyle olmadığını, olamayacağını vura vura, kalbini kanata kanata öğretecekler…söyleyemediğin sözler; kalp kırıkların… kapatılması, açılması  gereken hesaplar, hesaplaşmalar…yarım kalanlar… yamaların… öncelik vermen gerekirken ancak  listenin sonunda yer alacak fırsatını bulabilseydin yapacakların;  aramadığın dostların geçmişi anacağın, muhabbetler…seyredemediğin filmler, oyunlar …okuyamadığın kitaplar… sevdiğin yazarların, ressamların yaşadığı; gidemediğin, görmek istediğin yerler…tatmadığın yemekler…ilişki kurmak, dinlemek, katlanmak  zorunda kaldığın aptal,  seni anlamaktan Everest kadar uzak dar görüşlülükte  onlarca insan; içimde koca  boşluk, ne yaparsam yapayım dolduramadığım.Bir anda bulunduğum ortamdan, ‘ận’dan kopuveriyor, söylenenleri anlamıyorum   eksik  ne ? aradıkça üşüyorum. Belki de eksik olan kendimim,  bilmiyorum, yoruldum;  dışlanmamak için herkes gibi olmaya çalışırken, yüzeysel konuşmalar yaparak yaşayıp, hiçbirinden tatmin olmadan günü bitirmekten yorgun, ‘bitik’im. Beni rahatsız eden bütün sorunları, kişileri  yok sayıp  kimseyle konuşmak istemiyorum ama bu aralar  inadına o sorular…o kişiler   gelip tekrar  tekrar beni buluyor; onları yok saymaya çalıştıkça ben olmaktan uzaklaşıyorum. Anlıyorum ki yıllardır ben değilmişim. Evet, buldum !!!! eksik benmişim; içimdeki zavallı, mutsuz  ‘ben’e   acıyor, sarılmak, teselli etmek istiyorum. İnsan hep bir farklılığının olduğuna inanmaz mı ? İnanır, hepimiz bir farklılığımız olduğuna inanmıyor muyuz? ‘yahu beni  başkalarından  ayıran, farklı  kılan yönlerim bu kadar çok, ortadayken  niye değerim anlaşılmadı;  nasıl göremediler siktiri  boktan herifler, kadınlar’ diye kaç kez iç sayıklaması yaşamadın(k) mı? sitem etmedin(k) mi ? Acaba bizi farklı yapan yönlerimiz gerçekten bizi farklı kılıyordu muydu? Yoksa  kendimizi, kendi gözümüzde biz mi büyüttük? Hiçbir şey değiliz sonuçta; statümüz, paramız, işimiz, başarılarımız, başarısızlıklarımız, ismimiz, kavgamız, sevdamız, yazdıklarımız, düşündüklerimiz,  hayallerimiz bizi   hiç bir şey   olmaktan  alıkoymadı.’  İçselliğini birine, birilerine  açarak  yüzleşmediğin; aslında ne kadar da zavallı, acınası bir haldir;  her insan, nefret ettikleri de dahil sevilmek, övülmek  isterse de her insan,  her zaman da tek bir insan tarafından çokk sevilmek isterken her geçen gün  daha çok  bağlanmasına, sevgisinin büyüklüğüne sinirlenirken daha çok, daha çok sevdikçe, sevdiği, sevdikleri tarafından da daha  çok…daha daha çok sevildiğini, önemsendiğini  bilmek  de ister  ama  zamanın hışmına uğrayıp illaki yıpranacak, belki bitecek sevginin imkansız kalıcılığını görmediğindeyse kendini eksik, boşlukta sallanıyor,  değersiz hissederek  kendi kendine ‘niye’ diye sorup  ‘buradayım’ demek için  attığı  taşları  isabet ettiremediği  hayatın(ın), o  noktasında geriye dönüp baktığında başlangıç yerin; yuvandan , ailenden  o  zamandaki duygularından, düşüncelerinden  uzaklığını  görüp içinin sızlamasına, ürpermesine  neden; kimse  evlenip yuvadan uçmamış, tanıdık herkes de bazen  hasta ama  sağlıklıyken,  şairin “kimse bilmez be canım,  bir yara bir ömrü nasıl kanatır”ını  yaşatacak  ‘meğer girdiği her yeri, ocağı  dağıtıyormuş’  dedirtecek  her şeyi hayatı,  aileyi, kendini  ters yüz eden ölümle, herkesin  evinin sahibi   mezarla tanıştıran kimsenin ölmediği,  yere kapaklandığında sıyrılan, bazen  kanayan dizleri, bacakları görünce çığlığı basıp ağlamanın ardından ”tamam geçti”, “geçecek”le yaraya kapanmış bir daha asla kimselerde de bulamayacağınız  hesapsız, saf, şefkat yüklü  sevgiyi duyumsatan dudaktaki ıslaklıkla avutulabilinen her şeyi, sımsıcak  kucaklayan o vakitlerdeydi  işte, gidenlerin  geri döneceğini sanıp da kurttun midesine indirebileceği  Kırmızı Başlıklı Kıza yanmamak; arayanın her engeli aşıp  bizi bulacağına; kötülerin illaki cezalandırılacağına Külkedisi; burnu uzayacağından kimsenin yalan  söylemeyeceğine Pinokyo  sayesinde  inanmanın  da  miraslığı yüzündendi işte,  terk edinceye kadar nasıl bir  ceninin dünyası, yuvasıysa ana rahmi,  yedi, on yaşlarına kadar; dünya diye bilinen  ev, mahalle, köy, kasaba ve şehrin ve ailenin ve   hayatın; sadece on yaşına kadar kurulabilecek bir hayal olabilecek olması da…

Şu an; sen9.word dosyasında yazdıklarımı, üç yıl sonra okuduğum şu an,  ne kadar inanılmaz, ne kadar  garip geliyor daha  sen yaşıyorken; vefat edenin arkasında bıraktıklarının  hayatını allak bulak  edeceğine ‘kesin’ gözüyle bakarak  ölümle  dair   satırlar yazmış olmam. Şimdi beni şaşırtan bu satırlar; yaşasaydın  bir gün sana da anlatacağım,  sen doğmadan yirmibeş belki otuz belki  daha   önceki yıllarda okulda, işyerinde, kışlada, partide, dernekte, örgüte, cemaatte   ailenden  daha çok vakit geçirdiğin; mekanları, güncel, ailevi, sevdasal sevinçlerini, sorunlarını, dertlerini paylaştığın,  teneffüste koşturduğun,  ders notlarını değiş tokuş ettiğin, şakalaştığın, tartıştığın, sunum hazırladığın, yemek yediğin, elini tutuğun, sarıldığın,  müzik dinlediğin, benimsediğin ideolojinin ” Bağımsız Türkiye” , “Kahrolsun Faşizm” sloganlarını attığın, ırkçılığa,  HES’lere  karşı eylem yaptığın, sinemaya, tiyatroya, konsere gittiğin, mektuplaştığın sonrasında mesajlaştığın, Whatsaaplaştığın onlarca Yoldaşın Hevalın arasında; ilk karşılaşılan her şeydeki  gibi  aylarca etkisinde kalacağın  ismini, hatıralarını ölene dek unutmayacağını sanırken yaş ilerledikçe onlarcasıyla  karşılaşacağından  her defasında sanki o güne değin  hiç bu kadar yakın birini  kaybetmemişsin –  Haldun’dan sonra  ölen kim olursa olsun  bu kadar çok canını yakmayacağını düşündüğün  acının, çaresizliğin  kat be kat fazlasını Can’ı, babanı  kaybettiğinde yaşadığını  hatta o günlerde  hiç unutmayacağım dediğin Haldun’u dahi aklına getirmeyecek–hislerini yaşatan;   ilk amcan kızı Leyla’yı sonrasında Aytül’ü, Haldun’u, Can’ı, …, …,  toprağa verme   sana; sonsuza dek  beraber  olacakmışcasına  yaşadığının  vefatını kabullenme süresiyle  duyduğun   acının derecesinin; sıfatna, yakınlığına, kimliğine bakmaksızın  ilişkideki emeğin, paylaşmışlığının  azlığına, çokluğuna göre farklılaştığını algılattığında;  sonrasında  yaşanacaklardan  haberi olamayacağından, sanki onu terk, ihanet etmiş incitmişçesine   sızlayan kalbinle bir başına    “Guermantes tarafını tekrar görme arzusuna kapıldığımda, Vivonne Nehri’ndekiler kadar, hatta onlardan daha güzel nilüferlerin olduğu bir nehir kenarına giderek … bana bir akdiken çalısını…”  okuduğunda,  gelmiş geçmiş en bilgili, en kültürlü üstelik  bilgilerini  hizmete sunarken başına da kakmayan mütevazilikteki baş öğreticin, danışmanın Google’da  Combray  sayfalardaki ufacık bir  gezinmeyle,  doğasına hayran kaldığın  Combray’ın Illiers köyü, Vivonne nehrinin  Le Loir  ve çok merak ettiğin acaba hiç gördüm mü diye akıl yokladığın akdiken çalılığına, ağacına da hiç rastlamadığını anladığında, her ülkenin kendine özgü,  hayran bırakan  doğal güzelliğe sahipliğini, hiç yurtdışı görmeyenlerle  yurtdışına  çokca seyahat edenlerin belki de  vatan hainliğine eş sayılacağı korkusuyla bile bile  “tamam memleketimiz güzelde, dünyada  daha da güzel yerler var efendim, gördüm ben. Edinburg mesela uçsuz bucaksız kırlar…keza Karadağlar, Kotor, Viyana, Paris’ demeyerek  ‘memleketimizden  güzeli yok’ böbürlenmelerine tok karnınla,  Guermantes tarafında Le Loir nehri üzerindeki köprüden geçerek,  iki yanı ağaçlarla  örtülü  Proust yolunda yürüseydin de  attığın her adımdan birinin boşluğa geleceğini… ne kadar meşgul  ve nerede olursan ol, neyle uğraşırsan da uğraş; ister dünya kadar kitap oku, ister yaz, ister şirketin bütçesini, yatırım planını çıkar, ister arkadaşlarınla otur bir Cafe’de;  olursa olsun,  derinlerde tam olması gereken  yerde, kaybettiğinin   bıraktığı boşluk,  eksiklik olmasa, hayat nasıl da  ‘tam olacaktı’yla   ordan oraya  savrularak   yaşayacağın,  bir daha dönmeyecek yola, ‘miş’li geçmiş zamana uğurladığının ;   ne bir  umut…ne yaşam sevinci… ne  gelecek…ne devrim…ne özgürlük hiçbir şey bırakmayıp,  bugüne, yarına dair  de ne varsa hepsini, hayatı katlanılır kılan gerekçelerini yanına   alıp götürmesiyle,  herhangi bir ölüm… bir felaket  karşısında hiç bir Jung, Freud analizinin açıklayamayacağı;  görülme olasılığı yüzde %50 den fazla olacak  ‘ben gencecik oğlumu…kardeşimi  yitirdim bana ne… derdim, tasam bana yetiyor, ben kendime ne yaptım ki sana…ona yapayım? daha yeni kaybettim hayat arkadaşımı, babamı, annemi, kardeşimi, evladımı,  ölmüşse ölmüş ne yapayım’, ‘her şeyim evim, eşyalarım,  ailem bir gecede  yok oldu gitti, o beğenmediğim hayatım meğer nasıl da güzelmiş’    duyarsızlıklarıyla dolu tavırda eskisinden farklı belirsizliklere, tahmin edilememeye gebe bir kişilik…bir ‘ben’   armağan ettiğini,  bunu da yalnızca o   boşluğu dolduramayanların bildiğini, bildiğin(m)dendi  belki de, daha   Arapça “gece” anlamına geldiğini bilmediğin; üç aydır hiç  eve uğramadığından ‘ nerde?’–‘ çalışıyor,  çarşıda arkadaşıyla ortak  otel aldı. Sevin kız, babanın  oteli var Kartal Palas, zenginsiniz artık’  açgözlülüğündeki   amcanla evin ihtiyaçları karşılansın diye  para yollayan babanın yaptıklarına karşı ‘ne yapabilirim ki, nereye giderim ki bu çol çocukla’  çaresizliğinde,  elinden hiçbir şey gelmeyeceğinden ‘iki, üç aya kalmaz doğum yapacağım , bu herif  gece gündüz hiç    gelmiyor  eve, bir şey var?  ne var söyle bana ?diyorum   kardeşine hep  bir şey  yok, otel’de iş çok diyordu. Sonunda dayanamadı  anlattı bir  kadın varmış, Leyla’ymış adı, Ankara’dan gelmiş  bir dansöz, odasında onunla yaşıyormuş. ‘ şikayetinin  ‘Komşum üzülme ! öyle kadınlar eninde sonunda bir gün çeker giderler, o da geri döner .Ne demişler  tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer yuvasıdır, sabret, erkek değil mi? hepsi yapıyor‘  karşılanmasıyla  aldatmayı  ‘kabullenme zorunlu’  yol yordam gösteren aynı durumdaki  kadınlara, çocukları duymasın diye yavaş sesle anlatan  anneni kederiyle  Mahsuni Şerif, Ali Ekber Çiçek, Mahmut Erdal, Feyzullah Çınar, Muhlis Akarsu’lara  sığındıran pikapta,  çalmak için, sadece adını duyacağın  Kartal Palas’dan  üç ay sonra  yıkık ruh halinde,  elinde bir plakla eve dönen babanın, defalarca  çaldırdığı,  “bas bas paraları Leyla” öncesinin şimdi kimin söylediğini hatırlamadığın naif  “su ver Leyla’m yanıyorum”, “Mecnun’um Leyla’yı gördüm”,  “dertliyim Leyla”   şarkılarından, türkülerinden, yaşlılardan , amca çocuklarından dinlediğin  masallar, hikayeler yüzünden  mavi gözlü olabilmesi mantığına  ters gelecek,  etrafındaki illa doğulu, kara bazen  koca yeşil gözlü, uzun  saçlı,  esmer tenli,  güzel bakışlı  kız  çocuklarının çoğuna; annelerin dışındakilere  mecnunluğundan babaların en çok  koydukları isimlerden (annen  daha  sana  ölmüş  sarışın teyzenin  adının da öyle olduğunu söylememişken) Leylâ’yı her   duyduğunda; daha önce ebeveynlerin  sonra haki  postaların tekmesiyle yokuş aşağı yuvarlanmadığın; coğrafyada hiç kimseye  ölüm yaşanmadan  tamamlanmayacak bir çocukluk, bir gençlik bahşedilmediğinden;  kayıp  bir Özge Can olarak uzaklarda kerpiç bir evin pencere pervazında oturmuş sessiz, sedasız gözyaşı döken,  sanki  gitmek için  mi gelmişlerdir buralara, kalsalar  ‘Leyla olmayacaklar sanki’ yi ruhuna   kazıtan tamamlanmamışlık duygusu  yaşattığından   beleğinde  niye silinmeyen iz bıraktı demeyeceğin  oyun arkadaşın amca kızın Leyla’nın kaybıyla  altı yaşında tanışacağın  ölüm;   dünya da dijital devrim tavana vursa, Mars’ta yeni keşif  Europa’da koloni kurulsa da;  kötülüğün MasterChef’liğinde y kalpleri   pas tutmuş;  başkasının, komşusunun  evlerini, işyerlerini  yağmalama, talan etme suçunu işlediklerinden taltiflendirilecek “masum çocukların”   6/7 Eylül’ün , …, …, Maraş, Çorum, Madımak, Roboski katliamlarının planlayıcısı   “katiller“e dönüşünü sağlayan sistemin  ürünü  Türkiyelilerin  nasıl  değişmediklerinin,  her nefretin, her öfkenin   nasıl linçle zincirlendiğinin, hüküm süren…sürecek  karanlığın kanıtıydı da, sana göre.

 

 

II.BÖLÜM

Amcan oğlu Talo’nun  bahçedeki  çınar ağacının   köklerinden ayrılmış  evin çatısını kaplamış kalın dallarına halat bağlayarak  kurduğu  salıncakta, beyaz yaka siyah okul önlüklü amcan kızını sonra seni salladığını anımsadığın;  annesinin akrabası anneannenin  ‘ismini ben koyuyorum Bad-ı Saba olsun ’  demesinin  bir şey ifade etmediği, babanın anlatımıyla  Gımgım’da;  ilerde sırf ‘hırboydu,  kiminle ilişkisi vardı da bu kız doğdu’ densin, başına bela olsun diye bilerek nüfusuna kaydettiği ancak  iki binli yıllarda vukuatlı nüfus örneğinde fark ettiği biri 1956 ( annenle evli bile değilken)  diğeri 1965 tarihli aynı isimli,   farklı doğum tarihli  iki kız çocuğundan sanal olanının –ölümü halinde miras işlemlerinde  sorun çıkaracağından–yokluğunu ispat için tüm aileyi, iki de şahidi   mahkemeye hakim karşısına çıkaran;  Cumhuriyetin  ilk yıllarında  1930’larda , 40’larda,  50’lilerde  hatta   60’larda   önceleri iki, üç  sonrasında yılda bir kez;    baban dahil   onlarca köylü çocuğun  doğum tarihinin   31 Aralık  olmasından yola çıkarak muhtemelen baharda;  doğanları, ölenleri kaydetmek için  köydeki   evleri gezen; taşrada özellikle de  resmi ideolojinin   Doğu ve Güneydoğu Anadolu adlandırdığı Kürdistan’da devlette, hükümette çalıştığından yaptığı işe bakılmadan Başbakanmışcasına hürmet göstermekle kalmayıp kendilerinden de akıllı saydıkları annenin amcasının kızı Zozan’la evli bacanağı Reşat gibi,  nüfus müdürlüğünde çalışan memurların;  ‘giderse tarlada kim çalışacak? çocuğu askere almasınlar,  sorarlarsa ölen var mı diye ağzınızı sıkı tutun,  Abbas’ın öldüğünü söylemeyin,  yerine bunu saydıralım, nerden bilecekler’ kurnazlı köylülerin ‘bunu yazmış mıydık? Yazmışız, peki bu ne zaman doğdu?’–‘beyim dere taşmıştı, sel önüne ne geldiyse katmış, götürmüştü zanımca bahardı’ –‘bizim  amcalardan apo Sofi  hastaydı, bütün  köy başına toplanmıştı, ot biçme zamanı Haziran’dı’ –‘deprem olmuştu apo Rıza  ev damının altında kalmıştı, sıcak çoktu Ağustos’ du’–‘ en tavlı inekti baktık bir gün ahırda  ölmüş,  kar kıştı; o esnada çenek de doğum yaptı, bunu doğurdu’ beyanlarını dikkate almayıp boyuna, posuna bakıp  akıllarından geçirdiklerine, ideolojilerine göre genellikle de  kendi ailesindekilere, çocuklarına, kardeşlerine  ait  isimleri  köydeki çocuklara yazmalarına, doğum tarihlerini  belirlemelerine ses çıkarılmadığından,    Bad-ı Saba  yerine  adı  Leyla yazılan üç yaş büyüğün amcan kızından; babasını mahpusa   düşüren    başlı başına  bir  film hikayesi kadınlara zaafına dair  vukuatı sonrası  aynı mahallede oturduğunuz Van’dan bir ayağı sallanan  iki sandalye, döşek, yorgan,  iki, üç kap kaçaktan ibaret eşyalarını  kamyon arkasına yükleyip, Zazaca (Gümgüm) Gımgım’ın yerini Ermenice “Vart=Gül”den  türetilmiş  Varto’nun alması gibi Türkçeleştirildiğinden Badan (Bada)  yerine Teknedüzü demek zorunda kalınan köydeki büyükbabanın evine (çe Resule) geri dönmeleri yüzünden  ayrılacaktın.Aynı topraklarda, aynı coğrafyada asırlardır  yan yana yaşadıklarından olmamasının mümkün olmadığını düşünecek çapsızlıkta; çok uzaklarda  Kürdistan’ın  dağ köylerinde İstanbul’dakilerden daha önemli kıldıklarından okur yazarlığı, çocuklarını yatılı okullara gönderdiklerinden evlerinde  klasik romanların  bulunmasına  şaşırılmayacak zanaatkarlıklarından; örfünden  adetlerinden; dillerinden, dini ritüellerinden; başları  kaplayan, dik kenarlı, yuvarlak tepeli, içi astarlı, dışı  fesli  ortasından kenarlara doğru siyah püskülün sallandığı  keçe dedikleri şapkalar takan kadınlarının  yöresel  giyimlerinden; küplerde  pancar,  kışın donmamaları için tepeleri açıkta kalacak şekilde toprağa gömülmüş lahanalardan turşu, sarma, dolma,  kavurma, yoğurtlu bulgur, buğday çorbası ,  kurut, sulu köfte, sir, şir, siron   belki onların belki de değil  Babuko ( Zerfet) …, ..,  onlarca yemeğin yapıldığı  mutfak kültürlerinden etkilenmemiş;  bugünde üzerinde çocuklarının  oyun oynadıkları  otların altında kaldığından kalıntıları, güç bela fark edilen viran eylenmiş kiliselerde ilahiler okuyanların kederli  yakarışlarını  duymamış, tehcir sonrası ilk sahibini   kendileri saydıkları, üzerlerine tapuladıkları, üstüne  evlerini  yaptıkları arsalarda, tarlalarda birlikte  ekin biçmemiş,  bostanlarda lahana, pancar, patates yetiştirmemiş, kavak ağaçları dikmemiş; çoğuna el koydukları içerisine girildiğinde bazen kapılı, bazen  kapısız  holün  mutfağa, misafir, yatak   odalarına, mahzene,  üst kata çıkan merdivenlere  açıldığı, yemek pişirilecek  ocağın da içinde bulunduğu geniş mutfakta, holde çocukların  etrafında dolanmayı, koşmayı, birbirilerini yakalamayı sevdikleri  ev damını taşıyan,  destekleyen  kalın tahta  sütun “danik” lerin kullanıldığı genellikle  iki katlı, üst katında derenin, ormanların, dağların, tepelerin, yakın köylerin seyredildiği  balkonlu mimarisini beğendiklerinden annenin çocukluğunu geçirdiği   depremde yıkılan  konak  dahil benzerini yaptıkları   evlerde sacda,  bazen de depo gibi kullanıldığından odunların da istif edildiği, ekmek, balık,  bıjıkı dorak, güveçte et pişirilen toprağa gömülü tandırda  lavaş, yufka ekmek  pişirmemiş ayran içerek ‘baoo bu sene zor geçecek, ekin az tarlada, vergide boyun bükecek’le dertleşmemiş  deré  Mengelî de  kuru, sıcak havalarda  yıkanmamış,  dedenin evindeki gibi bahçe duvarının üzerine  yatay biçimde yerleştirecekleri  hasır, çalı söğüt dallarından örülmüş  kül, toprak, saman ya da    tezek, kül  karışımı çamurlu harçla sıvanan arıların gireceği kadar delik bırakılan  sepetler, oyma kütüklerle bal ticaretine girişilmemiş; Gımgım ‘ın sokaklarında dolaşmamış, çarşıdaki kahvede oturup kağıt, tavla oynayarak  çay içilmemiş,  şarapla demlenmemişçesine; hâlâ  kullandıkları  Amaran, Bodan , Dodan, Gümgüm,…,  köylerine, kasabalarına adlarını  veren,  büyüdüğünde    yabancı bireylerde, filmlerde, dizilerde , kitaplar  da    rastladığından  ‘nasıl oluyor   da asır öncesi yabancıların kullandıkları  Sare,  Benevşa gibi isimleri çocuklarına   koymuş köydekiler’ merakına ‘ne bileyim?’ kaçamaklı cevapların da nedeni; her  Dudu, Diran, Nazgül, Gülizar, Rozin, Azad, Elli ismini seslendirdiklerinde  bilmeden  andıkları,  geride bıraktıkları  geçmişi saklayan mezar taşlarının  hüzünlü izlerini  silmek için düşmanlaştırılmalarına  göz yumup, katkı sundukları  halbuki  1915 li yıllarda Rus işgalinden yaşlıları,  kadınları çoluğu çoğu kurtarmak adına Kârir dağlarına, ordan 1916’da Malatya Engüzek köyüne ulaşmak için çoğunluğun yaya , hastaları, yaşlıları  yatırdıkları kızaklar,  kağnı arabası, at, eşek üstünde sarp geçitleri, tepeleri  aştıkları o kuş uçmaz, kervan geçmez taşlı  yollarda,  ayaklarda çarık,  lastik ayakkabı, rüzgar, tipi, fırtınada sağ  kalma mücadelesinde, açlıktan hiç yapmayacağım denileni,  dilenciliği denedikleri, hayatını kaybedenleri   mezarın bulamayacaklarını  bile bile öldüğü  yerde gömecek her an kadınlarına da  tecavüz edecek hatta hoşuna gideni  alıp kaçıracak  korkusunu hissedecekleri  çetelerin, eşkıyaların tehdidi altında  ‘bizi bu hale düşürenler hiç  gün yüzü görmesin’  lanetinde,   ocağını, malını, mülkünü arkada bırakarak bilinmedik diyarlara gitme  zorunda bırakılmanın nasıl bir facia …nasıl bir ‘düşmeden askerin, eşkıyanın, çapulcunun eline ölsek de kurtulsak şuracıkta’   yılgınlığı…nasıl bir keder  olduğunu bilmelerine rağmen  yerine koymadıklarından ganimet için göç yolunda  yanlarına altınlarını, paralarını, mücevherlerini almış Ermeni konvoylarına saldıran  Türklerin, Kürtlerin,  Çerkezlerin, Rumların hiç   birlikte yaşamamış, bir bardak çay içmemiş tavrında  kendilerini haklı da çıkaracakları  tonlarca yaratılmış bahaneli Kaf dağının  ardına sığınıp; acısının dilinden kimsenin anlamadığı çaresizliğin, kalp sızısının fotoğrafı  kiliselerinden, evlerinden  getirtilmiş   taşların, mozaiklerin;  onlarca Lara’nın, Lena’nın, Angel’in   yemek yaptığı kap kacak, kara kazanların,  ellerini  sürdükleri saatlerin, lambaların; David, Adom ve Nurhan’ın  su taşıdığı bakraçların hatırlatacağı oturdukları  masalar, sandalyeler  kadar  yakın geçmişlerinden kurtulmak istediklerinden   Ermeni komşularının  kayboluşuna  sanki büyük bir tufanda  yer yarılmış, toprak yutmuş yaklaşımlı  Alzheimer’lı  toplum , sülale,  aile bireylerince;   93 Harbinde olduğu gibi kaybedilen toprakları, Kars’ı alma,  Ruslara  darbe vurma amacıyla başlayan; 90 bin Osmanlı askerinin donarak öldüğü  Sarıkamış Harekatına !! dair  haber, bildiri, yayınlar Enver Paşa tarafından sansürlenip saklandığından,  Osmanlı tebaasınca savaşla  ilgili gerçeklerin  uzun süre  bilinmemesi misali her devlette…her ailede…her kökende…her dinde, mezhepte…her örgütte olacağı…yaşanacağı üzere bol güzellemeli resmi; devlet, din, köken, aile…, …, …,  tarihlerinde, kitaplarında yer aldırılmayacağından,  kimse de  dillendirmeyeceğinden,  pek çok konuda aralarında ihtilaf bulunan köken, din, mezhebin, …, …, sülale, aile üyelerinin  faydalandıklarından geçmişte, yarında  işledikleri ganimete konma, yakma, yıkma, yerinden etme, taciz, tecavüz, hırsızlık , ötekileştirme benzeri aynı suçlarını örtbas için  ‘kol kırılır, yen içinde kalır’ absürtlüğünde aralarında   yapılan defacto sözleşmeler, anlaşmalarla  gizlenen;  gençliğin devrimci başkaldırısının büyüleyiciliğinde, Marx’ın Kapital’inin, Lenin’in Ulusların  Kendi Kaderlerini Kendilerinin Tayin Hakkının altında bıraktığın, yaşadığın  coğrafyanın geçmişinden, tarihinden;   ötekileştirilenlerin  acılarından, kayıplarından;  hayal meyal hatırladıklarından  belki de vahşetin utancından  belleklerinin bir köşesine ittikleri  ‘ bizde bir kazan vardı beş teneke su alırdı, beş teneke… onda çorba yapar, yağ eritirlerdi. Onların,   40 kişiymiş bir evde,  bizim evle bir dostluğu varmış, falan. Onlar şey ederken, o kazanı bize verdiler, bu son senelere kadar da vardı o kazan. Beş teneke büyüklükteydi. Onlar gidince arazisi  olmayan köylüler gitti sahip çıktıları arsalarına, öyle ellerinde kaldı.Bu sonunda,  Tapu kadastro gelince tapu ettiler. Bizim köyde  Ermeniler yok idi  ama Ameran (Onpınar) o köy onların elindeydi. Ne deselerdi o olurdu.’–‘ Bir gün amcam bana dedi ki Ermenilerin köyü Ameran’da   Çarbuhar ‘ın kollarından deré Mengelî’de bir kom (ahır) vardı, belki sende gördün köye gittiğinde. Sey  (Sılıman)Süleyman’ın mezarına giden yolda köprünün hemen altında, işte  devlet bunlarla ilgili  ferman çıkarmadan önce bizimkilerin  Malatya’ya göçüne sebep  Ruslar  Varto’yu işgal etmişler, savaş var yani,  eee bu Ermeniler de tabii Ruslardan yana olmuşlar hemen.Neyse  Ameran’da ağalardan   ( o zaman insanlar  önce isim sonra baba adı söylenerek tanıtıldığından Ali’nin  oğlu Veli  yerine)   Velié Alié (Veliye Eli)  başkanlığında diye anlatmıştı  amcam İbrahim kırka yakın  Ermeni erkeğini esir tutup    Kom’a hapsediyorlar.Sonra kom’un kapısı önünde  bir camışın (manda) üzerine gazyağı döküyor, ateşle yakıp içeri atıyorlar, tabii içeride dolu saman,  camışla birlikte içeride ne var ne yoksa yanıyor.’lar  çok geç dile gelip, sana, bu nasıl bir canavarlık…nasıl gaddarlık. Allahım bir hayvanı canlı, canlı yakanlar neler yapmaz hayatta…kimse kusura bakmasın, hiç kimse benim kaşığım ak demesin  mayasında gaddarlık, vahşet var bu toprakların dedirten  aile büyükleri sayesinde yıllar sonra  su yüzüne çıkacak anılardan  uluslararası öneme haziliğinden “bizim yoldaşlar iyi eş becerdi” alkışlı heyecan yaratacak   proletarya diktatörlüğünü kurma peşinde  arkana dahi bakmadan dolu dizgin koştuğundan, bir zamanlar doğduğun köyde; Kasman’da Varto’da,  Ermenilerin evlerinin, kiliselerinin bulunduğundan;  annen dahil  pek çok akrabanın  da  ailevi   miras davası nedeniyle ele geçen  ‘Ermen milletinden Simo Korki Veladanı Hovikden hazineye intikal … ‘ibareli tapuyla  tehcirden sonra  dedenin aldığı arsanın  Ermeni bir  vatandaşa aitliğinden çok çok sonraları  ikibinli yıllarda   haberdar olunan  koşulların varlığında,  ne hazindir  ölümü sonrası o  da   istemeden ağzından  kaçıran, annenden  öğrendiğine göre  amcan kızı Leyla’dan seni ayıran amcanın mahpusluk  vukuatı  şöyle gerçekleşmiş ‘ baban Karayollarında tabldot memuru,  Nuri bey diye birini   göndermişler Ankara’dan, Van’ da, İskele köyünde TRT’nin  radyo evini açacak.Baban  rica ediyor ‘köyde bir abim  var işsiz, odacı olarak alsan’ adam  tamam diyor.Tamam deyince, baban haber yolladı  amcanı köyden getirtti, işe başladı  sonra gitti   yengeni,  üç çocuğunu da aldı, geldi. Yanımızda  ev kiraladık.Yazın  yengen okullar tatil olduğunda  çocuklarıyla  köye gitti kışlık hazırlamaya; peynir, kavurma, çökelek, yağ.Gitmeden de iki üç tane  böyle eldiven’–‘ eldiven?aaa yaz günü???’–‘ Şehirli ya artık, fors atacak  köylü kadınlara, akrabalara; iki tane  jarse, pamuklu siyah, beyaz renkte eldiven, bir de  manto aldı. O sıcakta köyde eldivenli, mantolu dolaşıyor, başörtüsünü de  köylü kadınlardan farklı boynunun altından bağlıyor şehirliler gibi. Bizim kadınlar fes takıyordu daha, bir de beyaz leçeklerle  bağlıyorlardı başlarını. Yalan olmasın Yoğurtçuoğlu mahallesinde oturuyorduk,  evlerin yanında ahır,  bağ, bahçeler vardı, komşu kadınlardan biri  adı Makbule’ydi,  sütçüydü, mahalleli sütünü ondan alırdı. Amcanlarla yan yanaydı evi Makbule’nin. Yengen kadına “ben köye gidiyorum, kocam burada tekdir, sana zahmet her   sabah bir bardak  süt kaynatıp versen” diyor. ‘-–yok artık, olacak şey mi?’ –‘Aptal Makbule’de  yengen gidince köye, sütü kaynatıyor amcan öyle diyor günahı onun boynuna dedi  ki sütü kaynatmış içine de şeker atmış, getirmiş ben  zannettim gönlü bendedir.’ –‘Amcama  bak sen !  süte atılan bir şeker neler de kadirmiş’ –‘neyse, amcan gece vardiyasında çalışıyordu. Akşam radyoevine gidiyor, gece yarısı araba getiriyor bırakıyordu  eve. Bu  sinyal almış ya her gün arabadan inince  kadının evinin kapısının, camının önünde  bekliyor, duruyor, kadını gözlüyor. Hiç unutmuyorum,  kocası da  çok şerefsizdi  Makbule’nin. Adı Ali’ydi,  kendi annesini kaç kere dövdü, yaşlıydı yanlarında kalıyordu  yok yemek döktün, yok altına kaçırdın, yok  bilmem ne yaptın, ölmedin gittin diye dövüyordu. Bende  kalktım…’  her zamanki gibi bir  olayı anlatırken birden bağlantıyı kaybeden annen  yine  son söylediği cümleyi (niye kalktığını) havada bırakarak  anlatmaya devam edecekti ‘ondan sonra Ali yeğenini  çağırıyor  ‘gel , bu gece biz bu adamın hakkından gelelim diyor’–‘ anne ! dur, dur adam mı fark ediyor, Makbule’mi söylüyor amcamın kendini gözetlediğini’–‘kadın söylüyor.Kadın bir gün değil, iki gün değil, bir hafta  gözetledi beni diyor.Artık kadının burasına (boğazını gösteriyor)  tak  ediyor, söylüyor kocasına.Ondan sonra bende…tövbe, tövbe…Amcan yengen gittikten sonra baktım bir hafta bize gelmiyor   bende diyorum ki ‘niye gelmiyor bu?’ meğer adam meşgulmüş. Ali’yle yeğeni bir plan yapıyorlar, kapının arkasında amcanın radyo evinden dönmesini bekliyorlar. Bu nasıl ,  kapının önüne gelir gelmez birden kapıyı açıyorlar amcan içeri  düşüyor. Vay ulan!  sen misin, namus ırz düşmanı? vur da, vur. Eeee amcanda iri yarı, durur mu? O da adamları cırmalıyor, dövüyor.’ Aniden gözünün önüne hayal meyal gelen;  yoksulluğun aktığı 60’lı yıllara ait, Van’a ilk geldiklerinde senin de bebekliğini geçirdiğin annenle, babanın ilk oturdukları tek göz odalı evde çekilmiş; biz çocukların sabaha kadar kaşınmalarının, faresiz, tahtakurusuz, sineksiz hayat yok sanmalarımızın, yatağa yattığımızda tavanda bir o yana, bir bu yana patır patır koşturduklarından  ‘oyun oynuyorlar’ı  düşünüp   ölesiye de korktuğumuz farelerin sesini duymamak için  başımıza yorgan çektiren  tavanı, tabanı tahta, ahşap  evlerde; bugünkü kadar yaygın olsaydı   üç dört seansa bağlayıp  Ümit köyde, Çay yolunda,  Beykoz konaklarında, Mavi Şehirde  bir villa daha  alsam çırpınmalarındaki  paragöz   psikiyatristlere götürüldüğümüzde, gözlerini fal taşı açtırtacağından ‘bildiğin cehalet. İnsan hiç küçük bir çocuğa bunu der mi? Ne yaptınız siz biliyor musunuz? Hayat karşısında sağlam durduracak özgüveni dinamitleyip, korkak  çocuklara neden oldunuz’ çıkışmasına ‘  sanki mutlu sonla biten Yeşilçam filmleri Küçük Hanımefendi, Tatlı Meleğim, Vesikalı Yarım, Şöför Nebahat, Senede Bir Gün,  Ah Nerede,  Hababam Sınıfı  izletilen, peri masalları öyküleri,  okutulan  nesilleriniz  psikopat olmadı mı? Zaten  içinde bulunulan koşullarda psikopat olmaları doğal  değil mi?’ yle karşılık vermekten  aciz,  çok şükür ki  o çocuklarda, bizlerde   Bipolar bozukluk beklerken,  eksiklikleri  olacak normallikte  bir  Beat, X kuşağıyla karşılaşmamalarını  nasıl izah edeceklerinin de merakında,  ebeveynlerimizin  ‘kapatın  gözlerinizi yoksa şimdi gelip ısırır, koparırlar burnunuzu’  korkutmalarını çoğaltan;  komşu evden diğerine  seyahati seven,  arka sokak otellerin, Hostellerin,  evlerimizin sahiplerinden  huylandığımızdan yatağa girmek istemediğimiz,  geceleri  ışıklar söndüğünde  fareler gibi harekete geçen yan yana çakılmış iki tahtanın arasına girebilecek kadar yassı, ezdiğimizde fışkıran  kanlarımızla  beslenmiş, ısırdığı yeri  kaşındırdığından habire yataktan kalkıp ışığı yakarak ortalığı kolaçanla kırım yapacakken  ışığı görür görmez hızlıca  kaçan, kaldırılan yatakların altında tespih tanesi gibi dizildiklerini de gördüğümüz  uykularımızın düşmanı hayvancıklardan kırmızı renkli  iğrenç tahta kurulu, mutfakta süt tenceresinden  süt içen  yılanlı çocukluğumuzu aratacak,  on basacak kadar  kötü olaylarla yarında  karşılaşılacağını bilen, alanı daralmış   dimağlarımız  yer açmak için çocukluğa ait o günleri sildiğinden, Türkiyelilerin  hep  eleştirilen ama  değişmeyen en karakteristik özelliği  balık hafızanın bizleri, çoğumuzu psikiyatristlere düşürmemiş işe yaramışlığını da görerek,  kireçle boyanmış duvarda her gece masal  kitabıymışçasına  bakarak uykuya daldığın her defasında değiştirdiğin ‘şimdi o kırmızı elmaları bebeğe uzatacak’ kurgulu, kendi kendine anlattığın hikayelerin, masalların  dayanağı; bir kadının kollarındaki açık  örtüdeki  güzel, tombik  bir bebeğin önünde diz çökmüş elinin altında kuzu olan bir adam, yerde tabakta kırmızı elmalar, bir devenin yalnızca  bacaklarının göründüğü  ressam titizliğiyle hiçbir ayrıntı atlanmadan  Kurban Bayramından ziyade  Hz. İsa’nın doğumunun  tasvirlendiği  duvar halısının  göründüğü siyah beyaz  bir fotoğrafta annenin ayda bir mikroplar, tahta kuruları ölsün diye  leğendeki koyu Arap sabunundan sürdüğü  tahta kıl fırçayla kazıyıp, silerek  yıkadığı, halısız, kilimsiz   tahta zeminde, üstüne atılan örtü kısa geldiğinden bir tane  demir ayağın  gözüktüğü  somyadaki yaslı  kanaviçe işli  yastık kadar uzun kırlentlere yaslanmış, yan yana oturan  siyah saçları kısa kesilmiş yengenin , amcanın, Leyla ’nın ,   Talu’nun yanında  buluyorsun kendini ‘ben köydeydim amcan mahpusa  düştüğünde.Dişim ağrıyordu önce doktora gittik  okulda tatil olunca aldım çocukları doğru ev damına, çe Resule.Bu Makbule her sabah  süt sağardı.O da benim gibi ufak tefekti’ diyecekti  bir gün yengen–  Ey okuyucu !  yanında mutsuz olduğundan, artık davranışları battığından,  hoşlanmadığını aldatacak kadar bıktığı  eşini bazen sevgilisini  aynı fiziksel ruhsal özelliklerde benzeri biriyle aldatmasının nedenini çözme görevini şimdilik size devr ederek amcanın  vukuatını–  anlatamaya devam ‘ kırmızı mantosunu böyle (derken sırtını geriye yaslayarak vücudunu sağa sola evirerek taklide de yelteniyor) giyinir,  kuşanır,  içsin diye  süt  getirdiğinde amcana  ‘akşam  Muazzez Türüng hangi saatte türkü söyleyecek radyoyu açayım’ diye sorarmış. Bilmiyorum artık kim doğru söylüyordu Makbule mi? amcan mı?’ Güneşin batarken gökyüzünü hafif kızılaştırmasına yakın radyodan yayılan öylesine çağıldayan billur  bir sesti  ki  gece  annenin dilindeki  kardeşlerinin ninnisi “kışlalar doldu bugün” , “geçti dost kervanı”lı  çocuk yüreğini tarif edemediğin nedenini  bilmediğin  hüzünle dolduran Muazzez Türüng, bir gün ayağında sallarken Can’ı gayri ihtiyar dudaklarından dökülendi de.  Amcanın Ankara Ulus’ta bir hanın alt katındaki kasetçilerin “amca öyle bir sanatçı mı var?” gülüşmelerine sebep  Muazzez Türüng  kasetini aramasını aklına getirdiğinden Makbule’ydi doğruyu söyleyen diye düşünmüştün yengen konuşurken ’ Makbule’nin kocası Ali şantiye de çalışıyordu; bir giderdi on, on beş gün bazen bir ay yok. Zaide vardı  komşumuz.Bu olay olmadan önce  bir gün bana dedi ki ‘Makbule, kocanın yolunu gözlüyor dikkatli ol, kocanı elinden alır ha’. Amcanın dediği gece işten geldiğinde bu Makbule ekmek bırakırmış bahçe duvarının üzerine, kocam evde yok manasına.Kocasının annesi de bunlarla kalıyordu Eze.İşte bu Eze oğluna diyor ki “senin bu karın orospu,   komşunla her akşam bahçede aşna, fişne…”Sonra işte yeğeniyle amcanın yolunu gözlüyorlar, yakalıyorlar…’–‘yengen ne bilir? Köydeydi o sıra, olayı amcanın anlattığı kadarıyla biliyor. Ben kocasına Makbule söyledi biliyorum o annesi diyor.Sonuçta  bunlar birbirlerini bir güzel dövüyorlar.Polis geliyor alıp götürüyor bunları, tecavüz.Dünyada herkes bana  öyle kazık attı ki… ben o kadar onun o çol çocuğunu yedirdim, içirdim…’ annenin  bir kopma anı daha ‘sabahleyin  kahvaltı yapıyoruz, ben kapının önüne çıktım bir baktım postacı Mehmet var, bak o adamın adını hatırlıyorum, Karayollarında çalışıyor ‘yenge hanım, eşin  evde mi?’ dedi ,  evet dedim. Dedi ya ben yolda gelirken, onun abisini iki polis alıp götürüyordu. Bende bilmiyorum ne oldu?  tek bir şey bana dedi ‘git kardeşime haber ver’. Hallah hallah dedim  ‘bu ne yapmış’ dedim, valla bilmiyorum .Baban vey, vey  kör olaydım abim, abim diye dövüne, dövüne giyindi, çıktı gitti.Gitti ki mahkemeye götürmüşler. Hiç karakola falan değil direkt, hemen cezaevine göndermişler. O zaman annemin akrabası Küçükağaoğullarından   avukat  dayım Teyfik’in (Tevfik’in)  Mustafa diye bir hakimi varmış, amcanın davasına bakıyor.Baban gitti dayı Teyfik’le konuştu, tabii  Teyfik dayı çok üzüldü. Neyse amcan altı ay cezaevinde kaldı, yok üç ay.Dayı Teyfik babana demiş ki ‘altı ay cezaevinde kalabilir abin .Ama demiş benim tanıdığım arkadaşım hakim. Yıl 1965 tamam mı? Baban geldi amcanın evine, yataklarını götürdü; döşek, yorgan, yastık cezaevine.Ya biz diyoruz ne oldu? Baban gitmiş sormuş ‘ula Uso, sen ne yaptın?’ demiş böyle, böyle ama ben hiçbir şey yapmadım.Sen nasıl bir şey yapmadın? kadının gittin penceresinden, kapısından baktın, adamlar da seni yakaladılar, sen demiş ceza çok yiyeceksin.Dayı Teyfik, ben hakimle,  Mustafa  beyle görüşürüm hele bir üç ay içerde kalsın diyor.Üç ay sonra bunu bıraktılar.Bize geldi dedim amca sen bir hafta nerdeydin?Sen bir hafta, bize her akşam geliyordun, yemek yiyordun Cumartesi, Pazar  geliyordun, sen nerdeydin? Dedi eree,  hiçç…Ben  böyle bir kuyunun içinde çamur vardı dedi, ben o  çamurun içine düştüm, nasıl kendimi kurtardım bilemedim.  Çünkü dedi kadın her sabah sütü kaynatıyor, içine şeker atıyordu. Ben dedim amca olacak şey mi. Kızım zaten  sen bilmiyor musun? Doğu’nun insanı saf, hani yengen (süt götür)  öyle demiş ya bu da hani karısına jet (jest) olsun diye.’ Saçlarına aklar düşmese zamanın aynı yerde durduğuna inandıracak, bir  akrabana benzediğinden resmini gösterip adını söylediğinden aşinalığını bildiğin  ‘kendi kendime annem herhalde Sophia Loren’le  ilgili bir şey duymuş  anlatmaya  çalışıyor diye düşündüm ‘oğlum Sofialora içsene sesini duyunca. Bir  baktım elinde Pasiflora şişesi karşımda, yıkıldım ya o an, bir de tam bir Nazi diyeceğine şifresini zor çözdüğüm  ‘Nazili, Nazili’ deyişini unutamam ’la  çocuklarının anılarda yer edinen   konuşmalarında bazı  kelimeleri telaffuz edişindeki  komik harf hatalarının torunlarına   banka ajandasında bir sayfaya  ‘Gergadenger Gergadan, regretör radayatör, jet jest, Tiborg Trump,  Marko Macron, Ingılışov English Home’ notlu  ‘anneannenin söylediği yanlış kelimler’ başlığını açtırtırken, seni dumura uğratan kelime –yanıldın  okuyucu demeyeceğim zira kaç kere söyletsem Associated Press’i,  acaba nasıl telaffuz eder diye düşünmedim de değil– hiçbir yemekte kullanmadığından olmadığını bildiğin ’bulamadım  sehpanın üstüne koymuştum mayonezi , gördün mü? nereye koydum‘  dört dolanmasını, sonunda ne çıkacak  merakıyla izleyip ‘buradaymış gözümün önünde buldum sonunda’yla gösterdiği  Magnezyum Plus tabletlerinin ‘ gel sultanım , gel anacım, çok şükür buldun mayonezi’ sevecenliğiyle kucaklattırdığı annenin   ’amcana dedim ki kadın sana sütün içine şeker atmış getirmiş, dememiş ki gel benim kapımın, penceremin….Peki senin yatakların nerde? Dedi ki cezaevinde bıraktım. Ondan sonra çıktı gitti köye. Gitti gitmesine de  yengen alıştı bir kere şehre, durmak ister mi köyde, sürekli çalışacağı bir saniye dinlenemeyeceği kalabalık ev damında. O kış köyde durdular, ailenin büyüğü, Leylanın babası gibi  babanla anne bir babaları da  kardeş  amcan Hasané Halilé da  rahatsızdı onlarla erzakını, iki göz odalı ev damını paylaşmaktan’ larını  dinledikçe ; Ortaçağ Avrupasında şortla gezecek bir kadının  bugünün Türkiye’sinde göreceği  tepkinin aynısıyla karşılaşacağını dışlamayarak, sosyologların  yasaklanan her neyse onun insanı tahrik,  cezp ettiği tespitinde;  yüzyıllar öncesinin Apollo Belvedere (Belvedere Apollo), Knidos Afrodit (MÖ 4. yüzyıl), 1500’lerde Michelangelo’nun  Davut  (heykelleri Osmanlının İstanbul’unda sergilenseydi  başta parçalamak  heykelin  başına nelerin getirileceğinin, bunun nedeninin de ne olduğunun   herkesce  tahmininden kapatıyorum parantezi)’unda, tablolarda, resimlerde görüleceği üzere    giyinirken, soyunurken, banyo, tuvalet  yaparken  çizilmiş vücudun tamamlayanı, ayrılmaz parçası  (penis, vajina)  her uzvun Rönesans, Aydınlanma çağının etkisiyle çıplak  gösterimini, cinselliğin   ayıpsız, günahsız  doğallığını kabullenmiş Avrupa’da eğer ruhsal  hastalıktan muzdarip değilse şortla gezen bir kadına  en fazla bakılır belki de  bakılmazken   “ kaldır da amcana, abine göster”   övüncünün  nesnesi  “çükün…pipi”nin  evde, parkta, sokakta  değil de  meydandaki heykellerde, tablolarda  sergilenmesinin ‘ayıp, günah’  nitelendirildiği  abes  Ortadoğu’da; yalnızca rakamların değiştiği bir şeymiş de yıllar ; coğrafya,  zaman, toplum, ülke,  bireyler  hep aynı  yerde kalakalmış  hissiyle dolup taşarken, şimdilerde   cep telefonu kamerasına kayıt edilebilindiği için kamuoyuna yansıyan, gündeme taşınan  yüzde 99’unun başına geldiği halde ‘süte şeker atmıştı kaltak, gönlü olmasa niye atsın”   basitlikleriyle, illa ki   suçlanacaklarını öyle ki yazın  Avrupa’da,  Küba ‘da  ya da başka bir ülkede bazı kadınlar sadece şortla dolaşır, sutyen  takmazken bunu  vatanı Türkiye’de yapmaya kalkışsa bir kadın, iki  adım yürüyemeyeceği gibi hemcinsi  kadınlar  da dahil herkesin “böyle dolaşırsa…tabiii“yle her türlü tacizi, tecavüzü , laf atmayı sindirten  ‘geceleri yatağa yatmaya kokuyordum,  odalara serilen yer yatağında kız çocuklarını, akraba diye aynı yaşta ya da kendinden üç,  beş yaş büyük oğlanlarla yan yana yatıran akıl; başta annem   dayın…kuzenin…amcan sana böyle bir şey yapmaz iftira atma diyecekti.Kime söyleseydim, kim inanırdı bana? Kardeşini, amcasını, yeğenini korumak adına kendi çocuğunu kötü lanseleyerek  feda ettirten  ‘kol kırılır yen içinde kalır’lı aşiret, sülale, aile, toplumsal  zihniyet ‘çocuk bu, ne söylediğini bilmiyor, yalan söylüyor dedirttiğinden, asıl vahimi  olan, yaşanan   sanki  yaşamın olması  gerekli  natürel bir durumuymuşcasına ha , yoksa niye bizleri yan yana yatırsınlar  sandırttığından  onbir , oniki yaşlarında başa geleni  biz kız çocukları  birbirimize  itiraf edemeden  sustuk hep… iğrendiren koca bir elin göbeğin üstünden külotunu aralayarak okşamak, kendini tatmin için   mahrem yerini  bulacağını bileceğin geceleri yatağa girmemek için direnirdim uykuya,  kızardı annem  ‘eee,  uyu artık, lambayı söndüreceğim elektrik boşuna yanmasın’ baskısında,  yatmış numarasıyla  uzandığı yer yatağında   senin yanına yatırılmanı bekleyen … hayır ! anlatınca bile şu an  nasıl da ürperiyorum, düşün o zaman çocuk ruhun  dehşeti  yaşadığından  yetişkinliğini de  darmadağın eden; tesadüf eseri saçıldığında ortaya,  sanki ilk defa  yaşanılıyormuşçasına hiç duymadıkları, karşılaşmadıkları için istisnasız herkesin   “kanının  donduğunu” söylediği,  bol kepazeli  “Palu ailesi”  hikayeli de  olabilen; ensestliğin hak görüldüğünü  deneyimlerinden bilecek  kadınların aşikar edemedikleri süre giden, gidecek kadına  yönelik her türlü ayrımcılığın, tacizin, cinayetin   bin kat daha fazlasının yaşandığı dünün tacizcilerinden  amcanın cezalandırılmayıp beraat ettirilmesinde görüleceği üzere bugünde  devamı;  hangi kurumda, her nerede olursan ol…ne kusur, ne halt, ne suç  işlersen işle  eğer  yüksek mevkilerde tanıdığın, adamın varsa  sırtın yere gelmemesi, hayatın kolaylaşması “mülkün temeli” adalet  mekanizmasında tanıdık bir   hakimin,  yargıcın   istenen  kararı almasını ‘iyi hal’e sığdırıp  işlenen suçu yok saydırması    karşısında,  sadece üniversite bitirdiği için kendini kültürlü sayan  yandaşlıkta kimsenin ellerine su dökemeyeceği sığlıktaki;  laik, dinci, muhafazakar, solcu, sağcı çığırtkanların sırf destekledikleri  liderleri, iktidarları,  zamanı, dönemi ve devirleri  ululaştırma hedefli  “bizim zamanımızda; adalet, özgürlük, eşitlik, saygı, sevgi vardı,  düşün enflasyon dahi sıfırdı, yoktu böyle şeyler.Kadına şiddet, taciz,  yolsuzluk  falan hiç duymadık”  yalanlığı  “her şey kısıtlıydı, fakirdik  ama daha mutluyduk”un  mümkünlüğü; hayali bir yalan… sanal bir mümkünlük olduğundan ispata kalkışmanın  gereksizliğinde; hay Yarabbim! Yirmibirinci yüzyılda, bu devirde aklı başında birinin  başkasının oyuncağına, evindeki eşyasına, yediğine, içtiğine,  Malboro sigarasına özendiği, istediğini  alamadığı, ulaşamadığı;  bir kamera çekimi sayesinde  Emine Bulut, George Floyd cinayetlerinin “kim vurdu”ya gitmesini engelleyen ki;  eğer o günlerde keşif edilseydi  cep telefonu kamerasına  kaydedileceğinden Sinan Suner’in öldürülmesinin protesto edildiği Ayrancı Hoşdere Caddesi’ndeki  eylem sırasında  çıkan  çatışmada  Er Zekeriya Önge’li  vurmadığı ortaya çıkacağından Erdal Eren  tutuklanmayacaktı bile;  rüşveti, yolsuzluğu, haksızlıkları, hakareti, linci anında ispatlayacak  iletişim araçlarından kameralardan, telefonlardan, internetten, televizyonlardan,  sosyal medyadan  yoksun kele koltukta gezilen sansürlü, mahalle baskısını, yalanı, iftirayı  ortaya sereceği bir kamera, kendini, kimliğini ifade edeceği  bir platform bulamadığı,  darbenin ayak izlerini göremediği  karanlığını bir kenara bıraksa  bile, yalnızca her dakika bulaşığı elde yıkadığından zıvanadan çıkılacak  bulaşık makinesiz  dünü   ‘ahh nerede o eski günler’ özlemiyle anması, tutturması nasıl bir beyin fırtınasıdır, belli bir yaştan sonra eninde, sonunda herkes, ebeveynlerindeki, bir,  iki ,üç  beş kuşak öncesi akrabalarındaki huyların, duyguların, davranışların, hastalıkların kendinde zuhurunu  ‘annem gibi bende bir şey atmaz, her şeyi biriktirir …babam gibi aniden öfkelenir oldum.Oğlan  büyük dayı gibi özgürlüne pek  düşkün… anneannem de elini böyle sallar ‘heyvaho hey’ derdi’yle   kanıtlamasına  rağmen ‘ayyy bir inatçı…bir inatçı , tembel ya bıraksan yatar demez ki kalkıp iki şey yapayım,  kime çekmiş bilmem ki’ hayretleri içinde kendiyle, genleriyle   bağlantılı saymayıp  suçu evladına atan gerçekten kaçışı rutine bindirmişler gibi , dediğim dedik yeni yetmeliğini bir türlü üzerinden  atamayan Türkiye’de kast edilen    imparatorluk  zamanlarına  özlem olduğundan “bizim zamanımız da…”yla söze başlayanların aksine hayatı çekilmez kıldığından mevcudun, statükonun tarumarlığına taraftarlığın pekişirken   Les Tuileries bahçelerinde ilk otomobil fuarının düzenlendiği  1898 Fransasının   Paris’inin  sokaklarında otomobilin  atlı arabaların yerini almasına,  telefonun icadına, elektriğin, uçağın  kullanımına  tanık  Proust’un “Françoise, telefonu kullanmayı öğrenmemekte –sanki aşı kadar tatsız ve uçak kadar tehlikeli bir şeymiş gibi– ısrar ettiği…Paris çevresinde, kısa bir süre içinde, gemiler için limanlar neyse uçaklar için aynı işlevi gören uçak hangarları inşa edilmişti;… Albertine sevinçten kabına sığamaz, uçak havalandıktan sonra geri dönen teknisyenlere sorular sorardı…. Aynı şekilde, bir zamanlar, yarattığı mucizelere şaşırıp hayran kaldığımız, doğaüstü bir aygıt olan telefonu da şimdi hiç düşünmeden, terzimizi çağırmak veya dondurma sipariş etmek için kullanıyoruz …” satırları; geç fark etsek de  başka türlü rahata, iyiye ulaşma  ihtimalsizliğinden, kaçınılmazlığı tartışılmayacak  bir nevi hayatın, evrenin mazotu, dinamiği; ülken aralarında   yer almasa da sanayide  ‘atağa…yeni icatlara’ odaklanmış dünyanın itelemesiyle  ‘bizim zamanımızda yoktu ki böyle şeyler’ dedirten bir önceki nesilde anne, babalarımızın gençliklerine, orta yaşlılıklarına denk gelen 30 yıl öncesine  90’ların başına  kadar– az da olsa bugünde de bazı–evlerde  bulunmayan buzdolabı, çamaşır, bulaşık makinesi, telefon keşifli teknolojideki, düşünsel alandaki   yeniliklere, farklılığa açlıktan  belki de  sanki, hayatında hep varmış gibi  tahta, çamur bebekler Barbie’ lere, konuşanlara;  elde dikili bez çantalar    sünger Bob, örümcek adam, araba baskılı okul çantalarına,  radyolar   televizyonlara,  merdaneli çamaşır makineleri otomatik makinelere, ev telefonları  internete cep telefonlarına yerini bıraktığında;  eskiden  kadına üstünlük sağlatan  meziyet kabullenilenlerden ‘bu yaşa kadar biriyle birliktelik  yaşamamışlığı ne bileyim  şüphe uyandırıyor,  kesin bir şey var’lı bakireliğin yerildiği ; ahlaksızlık, kusur sayılan ‘hamile kaldı diye banka yönetimi mensubumuzun  evlilik dışı gayri meşru  çocuk doğurması genel ahlaka örf ve adetlerimize  aykırıdır diye işine son verdi. Şimdi  sperm bankasından edindiğin kimliğini bilmediğin erkeğin spermiyle hamile kalınıyor  çıt yok kimse de’li  ayıplananın ayıplanmadığı; düşünsel, zihinsel gelişimin  uzunca bir süre sonra değil de    bilgisayardan   laptop ‘a  geçiş  kadar  hızla teknolojik gelişime  paralel  ilerlemesi ‘ ay öyle sevindim ki anlatamam. Ermeni’ymiş biliyor musun? Pek bir zanaatkar olurlar o yüzden  duyguları da pek bir  incedir. Bu ülke  Dolmabahçe Sarayı gibi  şaheserler yaratıklarından çok şey borçlu onlara ’yla    ötekileştirilenlerin hak ettikleri  değerin verilmesine vesile de olurdu düşüncelerinde götürdükleri arasında  çocukluğun, gençliğin bulunduğundan içten, çıkarsız “nerde o her şeyi sımsıcak kucakladığımız eski günler” kederli  bir özlemin üzüntüsünde ama ve lâkin “nerede bizim zamanımızdaki….” okunu fırlatanların yaşadıkları  toplumdan habersizliklerinin,  ilgisizliklerinin   “biz hiç bilmezdik kim Kürt ? kim Ermeni? kim Rum? kim Alevi ” söylemiyle çarpıklığıyla yaratılan;  resmi ideolojinin kendisinden saymayıp,   çizdiği  sınırların dışına atarak   ötekileştirdiği  kökeni, dini, mezhebi farklıyı,  muhalifi   mahkum eden Türk müesses nizamına muktedir  akılın önce başörtüsü yasağı  ardından “Türkiye İran olmayacak”,” Mollalar İran’a” sloganları eşliğinde  28 Şubat darbesiyle yaşatacağı mağduriyetle, budamayla  belki de güdümde güçlendirdiği AKP eliyle  iktidara taşınan muhafazakar, mütedeyyin,  milliyetçi,  İslamcı az biraz da liberal kesimin  kendinden öncekilerin  söylemlerini kendilerine uyarlayıp  “biz eskiden kim ateist, kim deist hiç öyle şeyler bilmez idik. Bizim de Gayrimüslim arkadaşlarımız oldu ama saygılarından Ramazanda ağızlarına bir lokma koymadılar. Din derslerinden  muaflardı  yine de  girerlerdi. Herkesin dini de, dinsizliği de kendindeydi, saklıydı. Şimdi öyle mi ?  yok inanç ayrılıkları,  yok ben Aleviyim, ateistim,  oruç tutmam da  vıy vıy da  vıy”  versiyonunu  ortaya sürmeleri yok mu ?? işte o,  tam evlere şenliğiydi  Türkiye’nin. Hayır,  yani yaşamasan,  görmesen  sanacaksın ki  ‘sen kimsin’e içinden geldiği, hissettiğin gibi her türlü aidiyetten uzak ‘ne, kim  olmak  istersem o’yum’ dediğinde  manyaklıkla  damgalanmayacağın,  bireyin düşündüğüne, davranışına, eylemine   hoşgörülü, yaftasız yaklaşan  toplumsal olgunluğa  eriştiğinden geçmişinde  Sierra Leone’de yaşanmış  tehcirin, 6/7 Eylüllerin, Maraş, Madımak katliamlarının olmadığı, onlarca gencin Taylan Özgür, Vedat Demircioğullarının  öldürülmediği, Deniz Gezmişlerin, Erdal Erenlerin  darağaçlarında asılmadığı, faili meçhul cinayetlerin kol gezmediği, işkencenin, şiddetin hiçlendiği,  kadına saygının tavan yaptığı, darbenin ‘d’sinin, rüşvetin ‘e’sinin  bilinmediği, demokratik, insan haklarına saygılı  ‘ ayyy eskiden de  pek bir güzel,  pekkk bir hoş  memleketimiz vardı’’yı  haklı kılacak   bir Türkiye, bir  memleket  var ortada,  o  yüzdendir “ bizim zamanınızda yoktu böyle şeyler, eskiden buralar bağ bahçe, tarla dutluktu” hasretli  gurbetlik. Heyhat ! yıllar yılar öncesi de özel, resmi bir kurumda  işe girmek   ya da hastaneden randevu alma gibi herhangi   kıytırık bir iş için bile gerekli torpili, adamı bularak, rüşvet vererek kayrılarak  başkasının hakkını yemeyi  ‘ben yapmasam , etmesem, bulmasam oraya girmek, o kadroyu, ihaleyi  almak, o arsayı kapatmak  için başkası  uğraşacak, rüşvet verecek torpil bulacak’la normalleştirilmesine herkes gibi  babanın, amcanın, etrafındakilerin de yetenek, liyakat istenmediğinden balıklama dalmaları;  uzağa gitmeye gerek yok  güya göz önünde yapıldığından güvenilmesi istenen  FETÖ’cülere verildiği ispatlandığından  mahkemeye taşınmış ÖSYM den çalınan sorularla yapılmış  KPSS, ÖSS,  komiserlik, askeri okullara giriş, görevde yükselme  sınavlarının binlerce mağduru göstermiştir (teknolojinin bu kadar gelişkin olmadığı yıllarda neler yapıldığını kim bilmek ister) ki  “bizim zamanımız da her şey başkaydı …”yı  dillerine  pelesenk edenler; değiştirilemeyen, değişmeyen mevcut sisteme hakim  günün  egemenleriyle– merkezi ya da yerelde  iktidar olmuş partisinin   MYK üyesi,  bakanı, milletvekili, belediye, il  başkanı, meclis üyeleri ya da onları tanıyan partili  biri ve de  hâlâ iş yaptırmada  en etkili  güvenlik güçleri ya da medya  mensubu kişiler vasıtasıyla–  ucundan kıyısından kurulacak ilişki sayesinde akla gelen her türlü işlerini rahatça halledip, çoluk  çocuklarıyla hep “hayatın bayramlığını” yaşarken vesayetçi alışkanlıklarını sonlandıran bir hükümet  değişikliğiyle karşılaşmaları yüzünden düştükleri   bunalımda kıvrananlardan, başkası değildir.

Heyvaho hey ! Bak benden söylemesi,   üç yıldır elini sürmediğin sende9.doc Word dosyanda kurguladığın roman taslağının, taslaklıktan romana dönüşmesi, her satırda  ardına düştüğün  “istemsiz belleğin” belleksizliğine   uğramak üzere.Seni ölümle ilk defa  tanıştıran amcan kızı Leyla’dan sonra  yaşadıklarının  yol açtığı  onarılmaz ezikliğinle daha da  kabarmış  yaranın ardındayken, aniden okuyucuya bir önceki paragrafta yazdıklarını unutturacak uzaklaşmalar, çağrışımlar romanını içinden çıkılmaz, gelişi güzel yazılmış  metin haline getirmek üzere , haberin olsun. Hayır ! hemen  savunmaya geçme,   ben söyleyeyim de sen yine bildiğini yap,  tamam… tamam sustum ben. Üç aylık mahpusluktan sonra dewa ma  Badan’a  geri dönen, ayrıldığınız  günden sonra köyle özdeşleştirdiğin Leyla’nın babası Uso’ya, Üseyine ahlaktan, kuraldan  bi  haber, kabile yaşamı  cinselliklerin   yaşandığı, evlenen  erkek çocukların eşleriyle çoğalan   hane halkının (  damın, bono manın) eve, ocağa  çalıştığı feodal  aşiret, sülale  ilişkilerindeki gibi  çocuklar aynı soydan, kandan  geldiklerinden, aşirettin  ortak malıymışçasına muamele gördüğünden  her kadın, her erkek evin içindeki çocukları kendi çocuğu; amca, teyze, dayı, hala çocukları da   kardeş saydırıldığından,  hayatlarda  o kadar çok dede, nene,  teyze, dayı, hala, amca, kardeş olurdu ki göç edilen  şehirde ‘aaaa teyzen mi?aynı yaşta teyze nasıl oluyor?’ şaşkınlığına şaşırmanın sıradanlığında; tarlanın, tapanın, malın mülkün ev damındakilerin  yeme, içme, giyinme gereksinimlerini karşılayamaz hale gelmesi,  köyden şehre göçle  yeni yeni ‘çekirdek aile’ moduna  geçildiği  günlerde; bono ma’nın, çe Resulun   büyüğü amcan Hasan’ın ‘ bi sıtar olmadın ( duramadın, geçinemedin) Van’da. Laooo burada ne yapacaksın şimdi? Bu arazi, bu üç beş davar  geçindirmez  bizi. Almanya’ya işçi alıyorlar. Çene Use Haydar  (Haydar ’ın kızıda) gitti; kadınların şansı erkeklerden daha fazlaymış, hemen alıyorlarmış. Önce karın gider, iki üç ay sonra sen. Çocukları, bizim çocuklarımızdır, gül gibi bakarız. Durumunuz düzelince alırsın yanına. Hem  kurtulursun tırpan çekmekten, ot, buğday  biçmekten’  akıl vermesi, şehirde yaşamaya dünden razı yengen Nace’nin  de  ‘ben giderim, çalışırım oralarda. Bu damda, bu kadar kalabalığın hizmetini göreceğime. Hem çocuklar için de iyi olur, şehirde okurlar. Apo Ali Haydaré Zeynelé’n çocuklarıyla  aynı yaştasınız onlar okudu dava vekili  oldu, Turna’nın abisi  Hakim çıktı’ iknasıyla   Ankara’ya gidecek babasıyla, annesinin yeni doğmuş üç dört aylık kardeşi Burhan’ı   emanet ettikleri amcan kızı Leyla, üzerinde kalın hırka  serin   ilkbahar  sabahında  toprak köy yolundan   ana  caddeye   kadar  birlikte yürüdüğü  ‘çene ma,  dön,     çok uzaklaşma köyden, köpek vardır’– ‘daye, maye mı ne zaman  gelirsin ? ’ – ‘ sen ölmeden gelirim‘ cevabını alacağı annesinin arkasından hava kararana dek  ağlayacaktı. Onlarca başvuran arasında  Almanya’ya güçlü, kuvvetli, sağlıklı işçi götürmek istediklerinden, alacağı hayvanın incelenmedik yerini bırakmayan  celepmişçesine  ağızlardaki 32 dişten birinin eksikliğini ,bedenlerdeki ufacıcık bir çiziği  dahi bahane eden  Alman yetkililerin,  sağlık raporuna  baktıkları amcan kızı Leyla’ nın annesinin, 46’daki  Varto depreminde,  kalın koca direk üstüne düştüğünden kırılan  alnındaki belirgin  yara izini gördükleri anlarda  ‘çok uzaklarda, dilini bilmediğim bir yerde, tek başıma ne yaparım diye sıkışıyordu  göğsüm, o  sarı kafa Almanın söylediği söz onca yıl geçti,  hala aklımda  “fan, fun”…  anladım, beni almayacaklar‘  düşüncelerinde,   sevincini açık edemediğinden hayalinde  havaya uçan  amcan kızı Leyla’nın annesi Nace  büyük amcan Hasan’ın   Almanya rüyasını  söndürürken, herhangi bir  Alman yetkilinin gördüğü  anda Almanya’ya  göndereceği  güçte, kuvvetteyken    Almanya için niye müracaata yeltenmediğini  sormayı hiçbir zaman akıl edemediğin  1.90 boyunda iri cüssesiyle  manda, at, öküz (Camış, astorı, ga) yerine kendini koştuğu sabanla tarlayı sürdüğü dilden dile dolaşan,  bir oturuşta un, bulgurla birlikte pişirilip ortasına sarımsaklı yoğurt, tereyağı dökülen  koca bir tencere (haşılı) Xaşıla’ı ‘Eroo Uso, bu yaptığın ne senin? suyun başını tutuyorsun  önce benim tarlam  sulansın diye, diğer köylülerin tarlası ne olacak? suyu bırak da biz de tarlalarımız sulayalım ’lı eften püften onlarca,  bilhassa da  ‘buraya koyduğum taş benim arazinin sınırıydı, sen niye alıp bu tarafa koydun. Gör bakalım şimdi’  hışmıyla kucaklanan  kaya büyüklüğündeki  koca taşı az öteye bırakıp ‘madem öyle arazimin yeni sınırı işte burasıdır’la   tarla, arsa, yayla, mera  anlaşmazlıklarının, kavgaların eksik olmadığı, bugün   traktörle yapılan ağır fiziksel işlerin   beden gücüyle yapıldığı,  çoğunlukla da  günde  bir kez yemek yenilen dağ  köylerinde;  Batıdaki, Akdeniz’deki  gibi  yılda iki üç kez mahsul alınmasına sebze, meyve yetiştirilmesine izin vermeyen iklim koşullarında, hem enerji veren, hem besleyici, hem  lezzetli, hem de  her zaman evde bulunacak malzemelerden yapıldığından ucuza mal edilen üstelik  misafirlere de sunacak bir şey bulalım derdinin,  fakirliğin keşfi  ‘bugün öğlen ya da akşam  yemekte  yiyeceğiz’ denildiğinde  akan suların, işin gücün durdurularak hatrına, utanma duygusu, düşmanlık  bir kenara itilerek,  kanlı bıçaklı olunanın  evine bile gidilecek kadar mühim  bazı yörelerin Bafko, Babuko,  kilora sîr’i ,   bir tepsi  Zệrvet’i (Zerfet’i)   her köylüsü gibi kaşık yerine baş, işaret ve orta parmaklarını birleştirilip kaşıkmışçasına  kullanarak  yiyen amcan kızı Leyla’nın babası,  bir yandan da ‘ eree bu  Zerfet var ya… bir keresinde ne olmuş biliyor musunuz? büyük büyük dedelerden birisi bu Zerfet’le idare  lambası sayesinde..…’ hey gidinin günleri heyyy! sonrasında   lüks (lüküs, löküs)’ün, elektriğin pabucunu dama attığı  köylerdeki, şehrin gecekondu mahalleleri, gettolarındaki eziyetli yılları akla düşüren; küçük, titrek, yarı karanlık  ışığında ders  kitabında yazılanları görmek için neredeyse kitabın içine girilecek,  bilmeyenlerin en son Kıbrıs Barış harekatında Ankara’da gece karatma  uygulandığında mumla birlikte revaçtalığından  haberdar oldukları,  yazın  tek ışık kaynağı olduğundan sinek, böcek cinsi haşereleri o dakikada ortamına teşrif ettirten,   kış akşamlarında yanan soba, kısa dalga çeken radyo eşliğinde, evin dedesi, ninesi yoksa anne, baba, amcası  tarafından cinli, devli, dört başlı yılanlı masallar, hikayelerle  mükafatlandırılan çocukları geceleri  dışarıya çıkamayan,  tuvalete gidemeyen  ıslah edilmez  korkağa dönüştüren,  hafif siyah dumanı, etrafına yaydığı    buram buram  gazyağı kokusuyla    solunum sistemine ince ince zarar verdiğinden akciğer hastalığının can dostu, evin hanımlarının da onca iş arasında vakit yaratıp  el işi, göz nuru  örmeler diktikleri şehirlilerin  gazyağı, köylülerin idare lambaları yakılmadan önce  az kalmış gaz, gecenin bir vakti  dert olacağından  bakır, porselen ya da  cam  haznesindeki   mevcut gazı kontrol etmek gerekirdi  ki yeteri kadar  gaz yoksa, gazyağı tenekesinden huniyle gaz   ikmali sağlanır; yanınca çıkan duman çabucak is yaptığından her gün  temizlenmeden önce  uzun, ince  –azar getirse de kırana, kırılmadığı hanenin olmadığı  –  şişesi kırılmasın diye büyük bir dikkatle yerinden çıkarılır; kimi zaman küllü su, kimi zaman ince kum, sabun, deterjanla  yıkanıp, yumuşak bir  tülbent,  bezle kurulanıp içine “hoh” diye nefes verilerek  parlatıldıktan sonra bu defa da fitili kontrol edilir; şayet  kömürleşmiş, erimişse  ucundan az kesilir, fazla yükseltilirse gereğinden çok ısı verip şişeyi çatlatacağından kibrit çakılıp  en uygun ışığı yayması için fitil  ayarlanır, nihayet  parlatılmış lamba şişesi dikkatlice yerine oturtulduğunda ya hemen yakılacağı odadaki duvara çakılı çiviye  asılır ya da hava kararıncaya kadar  bekletileceği  yere konulduğu,  sahip olunan  lamba sayısının ekonomik durumuna göre değişkenlik gösterdiği üzerinde yemek, ekmek yapılan  şöminevari ocağın; lojın’ın  bulunduğu ev damlarında, antrelerde, hollerde  çıra; odalarda  gazyağı lambaları yanar  eğer   geç kalınmışsa mızmız erkeklerin   ‘eree bir bakın hele! kimse, hiç kadın  yok mudur orda? zifiri karanlıkta az kaldı kapıya…sedire…sobaya  çarpıyordum, önümü göremedim  düşüyordum  lamba  nerde   kaldı’ sesleri korktukları karanlığı deldiğinde, yakılmış lambayı elinde taşıyan kimse  onun  eteğini tutarak gidilen  odalarda çocuklar;  çoğu kez gündüz koyunların peşinde çobanlık yaptıklarından yorgunluktan annenin amcası Hüseyin’in kucağında  uyuması gibi  ‘gece karanlıkta bir şey yapılmaz’la ya büyüklerin kucağında, odalarında   uyuya kalır   ya da     odanın en uç kısmında  oturup büyüklerin konuşmaları dinlerken çaktırmadan  ressamışcasına duvara yansıyan ışığın gölgesinde elleriyle hayvan şekilleri çizer, avuçlarındaki kuru yufka,  elma, salatalık, mısır, kavrulmuş buğday, çedeneli kuruyemişleri yiyip bazen de  birbirlerini korkuttukları idare  lambasının ‘yarı karanlık ışığı sayesinde’  derken  Zerfet’i koca lokmalarla ağzına atığından dudaklarının kenarından akan tereyağlarına aldırmadan konuşmaya devam eden   amcan kızı Leyla’nın babası ‘ öyle akıllıymış ki büyük büyük dedemiz’ diyordu ‘çuvaldan yapılma bez bir kesenin  içine  üste bir  büyük Reşad altını, arkasına da   yuvarlak   altın şeklini vererek  kestiği   Zệrvet’in kızarmış sert, sarı kabuk parçalarını; kırtiği yerleştirip Seydali’ye Eliyi  Zerfet yemeğe çağırıyor. O zaman ağızdan çıkan söz  senet, çek  tamam. ‘Eree Seydo   bak ! anlaştık değil? Kesede on büyük  Reşad   altın var,  şahitlerin huzurunda sana veriyorum. Uskül sen ve sen Piro Kamer  huzurunuzda   tekrar soruyorum, Seydali’ye Eli  Kortagul’de ki tarlayı  bana sattın değil mi? ‘–‘sattım gitti’yle  şahitlerin önünde aldığı kesenin en üstündeki  odadaki yarı karanlık  ışıkta  parıldayan altını görünce,  büyük büyük dedeye de güvendiğinden işin içinde bir numara, bir kandırma  olacağını düşünmeyen zavallı  Seydali keseyi  açmadan,  altınları saymadan kalkıp  evine gidiyor. Evine gidiyor ki ne gitsin keseyi açıyor,  soluğu bizim ev damında alıyor  da  ne fayda!  itirazını ‘iyi valla, şahitlerin hem de  Piro’nun önünde el sıkış,  altınları al git. Sonra altın değilmiş, beni  kandırdın diye ortalığa düş,   ne kadar akıllısın’la  geri çeviren büyük büyük dedenin aldığı tarla, civardaki en iyi buğday veren tarladır’la hikayeyi sonlandırdığında, büyük büyük dedenin; koca  tarlaya Zệrvet’in, idare lambasının yardımıyla  bedavadan  el koyma sahtekarlığını ‘o kadar akıllıymış ki’yle   pazarlanması aile tarihinin özlü deyimleri arasına  ‘oyun bozandır, tüm dengeleri değiştirir’i de eklettiren;  tam buğday, çavdar, siyez, kara buğdaydan   yapılanlar da   piyasaya sürülüp çeşitlenen unlar kullanılarak   ayda en az bir kez  ‘ anne! hafta sonu yapsan, dayımları da çağırsak, güzel olmaz mı? ’ siparişi verildiğinde, Romatoid Artritin  eğri büğrüleştirdiği elleriyle zorlanarak en az üç kilo un, su, tuzla  hamur yoğururken  her seferinde  ‘hiç unutmam Ali abimin eşi yenge Saadet   benim yaptığım   çok güzel olur. Bende yenge  farklı bir şey koyulmuyor niye seninki güzel olsun diğerlerinden derdim. Çünkü ben çok yoğuruyorum derdi’  demeyi de  unutmayan  annenin, yuvarlak  ekmek şeklini verdiği  hamur en az üç saat  fırında ki, makbulü sac altın da yavaş yavaş piştikten,  ellerini yıkayacak  aile üyeleri  sofra başında yerini aldıktan sonra tepsi içinde ortaya konulan  yemeğe başlamak için meşakkatli bir yolun aşılacağı Zerfet’le ; ‘geçenlerde  daire de… ofis de… okulda  konuşuyorduk.Herkes memleketinin gözde yemeğini anlatıyordu, bana da sizin  oranın meşhur yemeği ne ? diye sordular sormasına da…’yla sofraya buyur edilen anekdotların vardığı son; hayatının her evresinde yaşatıldığından ötekileştirileni yöresel  yemeğini tarifinden alıkoyan sağcı, solcu, demokrat, otoriter, laik, mütedeyyin, İslamcı,  fark etmez herkeste, her şeyde, her alanda, her yerde  kökleştirilmiş, kökleşmediğini  gördükleri  nüvelere  kök hücre nakliyle  enjekte edildiğinden  düşüncesini, inancını, dinini– madem Tanrı hepimizindi her biri, bir öncekini ötekileştirecek tek değil de  dört Peygamber, dört kutsal Kitap  yollayıp “hayatı tamamıyla kaydedilen tek peygamber Hz.Muhammed ve ne güzel dindir İslam ve onun kitabı  Kuran, gerisi…” kutsamasını da yaptırtacağı kullarını niye birbirine düşürdü sorgusuzluğunda– mezhebini, ibadethanesini,  kökenini,  dilini, zevkini,  giydiğini, yediğini, içtiğini, müziğini, sanatını, modasını, cinsel tercihini bir başkasına…diğerine dayatan tahammülsüzlük  ‘Çankırı’dan, Yozgat’tan, Çorum’dan adam çıkmaz’a  ilave ‘Kürtlerden adam çıkmaz’, ‘senin yaptığını Çorumlu yapmaz’, ‘bakma sen onlar Müslüman değiller, inkar etseler de resmen  başka bir din  Alevi’ler’ vari tonca  kırıcı, aşağılayıcı yapıştırmalarla kimseyi, illeri, ilçeleri, köyleri, ülkeleri  beğenmemezlik   ‘genç kız dediğin dinç olur sabahın köründe kalkar ayağa, uyumaz ‘la uyduğu uykunun bile haram edildiği  ‘boş bırakırsan orospu olur’la izlendiği “kadından şöför mü olur?”,  “kadın dediğin erkek işine karışmaz,  evde oturur, çocuk bakar”  cinsiyet ayrımcılığı da  yüklü ; ülkenin neresine gidilirse gidilsin karşılaşılacağından bir Isaac Newton, Edison, Dostoyevski, Debussy, Faulkner, George Orwell, Maria Callas, Obama, Bill Gates, Mark Zuckerberg, Aziz Sancar , Oğuz Atay olunsa bir nebze  katlanılacak, tolerans tanınacak, olmadıkları halde öyleymişçesine tavan yapmış boş bir egoyla dolaşılıp her şeye mi karşı çıkılır arkadaş? Fatih Portakal, Selçuk Tepeliymişçesine her şey mi dizayn edilmek istenir ve beğen, beğenme ağızdan  çıkan her şeyi  ‘aaa’yı bile  yorumlamaktan hiç mi  usanılmaz,  dedirten;  devletin bir bakanlığına, o güne değin hiç işin düşmediğinden, öyle düşünülen bir ortamda bulunulmadığından,  bireylerin  inanılmaz  derecede kötü niyetli olabileceğini  de öğretecek öyle bir soruyla da karşılaşmadığından üstüne gerçekten de bilmediğinden ‘sadece Varto’yu biliyorum ben ama akşam annemlere  sorarım’ındaki    masumluğu delen  ‘aklınca   kibarca sormuş, sana direkt Alevi misin, Sünni misin  soramadığından ama inan kimse o, boktan biri belki MİT’dendir, uzak dur ‘ açılımına sebep,  ortaokul sonundan itibaren gitmediğinden   sende  iyi bildiğin kanıtı ayrımcılığını akıtmaktan  mahrum kalmadığı ‘nerelisin? Öyle mi ? peki aşağı, Doğu  Varto’dan mı? Yukarı, Batı Varto’dan mısın?’ cinliğindeki faşist yaşam kültürü, tavrı   daha sen ‘ bizim oraların meşhur yemeği  Zêrfet..’  der demez ‘dur,dur hele adı ne dedin ?le mim kondurup  ‘ Zerfet’ –‘ayy   o ne öyle ayol, nasıl bir isimdir o, zeret, zerved, zerdi mi?’li  on kafadan çıkan küçümseyici  on değişik isimlendirmeyle kendini ele verdirir. Şayet   Ermenilerden, Rumlardan, Lazlardan çalınma baklava, sarma, dolma, börek, döner gibi dünyada  da popüler  yemeklerden olsaydı Zerfet,  üstüne atlayıp  ‘şu Yunan’ın, Rum’un, Ermeni’nin , Gürcü’nün yaptığına  bak ! tarih boyunca bizim olan her şeye sahip çıktıkları gibi buna da    sahip çıktılar,  kıçımızdaki donu sahiplenmediler ya ona dua edelim’ nefretini de kusanın; bir arada yaşanılan toplulukların yemeğinden, dininden, dilinden, inanışlarından, geleneklerinden, müziğinden, kültüründen etkilenmemesi,  kaynaşmaması doğanın matematiğine ters onun içinde  ne kadar güzel ki  Türk, Kürt, Yunan, Ermeni, Rum mutfak kültürlerinin kıyısından köşesinden katkı sunup,  emek verdiği baklava, lokum, börek, çörek, yufka  hepimizi sevindirecek kadar nam salmış dünyaya’ cümlesini kurmaktan  yoksun  mantığına   ‘yemeğin isminin  Kürtçe olması mı  faşist kulaklarınızı tırmaladı, yine’ eleştirisi sonrası olacakları  deneyimlerinle  bilip, sonuçsuzluğundan  usandığın, tek başınalığını artıran   tartışmalardan kaçınmak, o ‘mim’li  safhayı geçmek için      ‘ anlatıyorum  tekrarı yok  ona göre’yle atlamak istediğin  ama  ‘nasıl tarif edeceğim’le   kararlar bağladığından kendinin dışında kimsenin haberi olamazdı, zira üst kabuk yuvarlak biçimde kesilir kenara bırakılır,  alt kabuk  tepsi, tabak şekli verilene kadar  kaşıkla oyulurken çıkarılan hamur parçaları ufak ufak bölünerek ufaltılıp  geniş bir tabağa hatta tepsiye  konulur. Bu arada ağzınızın, dilinizin yanacağını bilmenize rağmen sımsıcak haliyle ağza bir parça pişmiş hamur  atılır… demedim tabii, geçtim orayı. Efendime söyleyeyim sonra o altta  tabak halini almış sert kabuklu kısım sarımsaklı yoğurtla sıvanır, ufaltılmış hamurlar  üzerine, ilkin hamurdan ayırdığımız ufak ufak  parçalanmış,  kırtik dediğimiz altına benzeyen,  pek bi değerli  sert üst kabuk  yerleştirilir ki ‘  –‘ yoksa ??? büyük büyük dedenin hikayesini  de mi anlatın’ –‘ daha neler… sahi  bu ailenin en akıllısı  büyük büyük dedenin ismi neydi, bilen de yok. Baba?’  sofradaki aile üyelerinin  şaşkın bakışları böylesi bir sorunun  babana sorulmasının kesinlikle  bir anlık  boş bulunmanın  eseri olduğuna  inandıklarındandı  zira  öldükten sonra  ne kadar haklıymış, ne kadar da iyi tanıyormuş  babam herkesi, şimdi anlıyorum diyeceğin ilişkisini asgaride tuttuğu  hiçbir akrabasının  hikayesini ,,   yeğenlerinin  isimlerini  dahi bilmediğini  bildiğin; nerede yaşadığını, kiminle evlendiğini,  kaç çocuğu olduğunu merak etmediği, görüşmediğinden çocuklarında  tanımadığı üvey kız kardeşi, halan hakkında  ‘pek fena bir kız değildi, evlenip göndermişler,  ben  Badan’da mıydım, değil miydim hatırlamıyorum sonra da…  ne merak edeceğim, evlenmiş işte’den başka bir şey konuşmayan ;   kardeşini götürdükleri daire doktorunun ‘ nasıl bir babasın çocuğunun doğum tarihini bilmiyorsun‘ öfkesiyle  annene de ‘bu kimin çocuğu’ demesine üzülmeyecek  vurdumduymazlıkta,  ne zaman doğduklarını, doğum tarihlerini bilmemesini ‘ne olmuş , bilsem ne olacaktı’yla savunduğu çocuklarına soran, yaşadığı anı o saniyede bir daha da  ‘öyle değil de böyle yapsaydım…yapmasaydım keşke’yle geri dönüp bakmadığı geçmişe  yollayan, çocuklarına  tek  bir gün hayata dair ‘eğer  böyle davranırsanız’ tavsiyesini verdiğini duymadığın ama kimseye güvenmeyen ruh halinde ‘ sırf yemek… yemek  yemek için yoksa düşündüğünden, beni sormak için  gelmiyor bize.O yok mu az mı kopardı benden para…para  gözü paradan başkasını görmez.Ha nedir gideyim de yanına iki üç kuruş koparayım.Ben bilmez miyim onu,  bedava nasılsa diye kaçırmaz, illa ki  gelir buraya… aman ha, Tunceli’nin okumuşundan uzak dur’  ihtarını yapacağı  akrabalarından, çevresindekilerden  hep bir olumsuzluk, bir kötülük beklentili   düşüncelerini aktarmayı unutmayan, 12 Eylül darbesinde Kastamonu’ya sürgün sonrası kırkaltı yaşında resen emekli  olan babanın aksine çocukluğunda    yaşadıklarını  bile hafızasında canlı, canlı bekleten, aile tarihine meraklı annen her zamanki gibi geçmişle dair soruyu  cevaplandıracaktı ‘  babanın tarafının tam bilmem (dedelerinin amca çocuğu olduğunu unutarak)  o yüzden büyük büyük dedenin adını bilmiyorum. Ama çok önceleri olmuş  bir olay. Bizim dedeler akıllarına  eseni de yaparmış  belki de  o akıllı dededir  bir gün başını alıp giden. Bir daha ne  gören olmuş onu, ne de akıbetini bilen var, gidiş o gidiş, ismi Selim’miş, galiba. Babanın dayısı Yusuf’un oğlu Ali araştırdı ama bulamadı izini…, ‘ information’nu  yemeğe düşkünlüğü tartışılmaz babanın ‘de bırakın bunları da haydi ! tereyağını getirin’ sesi yarım bıraktıracaktı  hikayeyi ‘ veee  final   pişmiş hamurların  üzerine  sarımsaklı yoğurt,  tereyağı dökülür. Sonra büyük bir hata yaparak  herkes  elinde   kaşık yumulur tepsideki Zerfet’e’ diyerek tamamladım tarif verme işini. Donuk, bakışları görünce araya   zorunlu kamu spotu koyarken  buldum kendimi  ‘tek bir kaptan  yemek, ne   göze batar, ne mide bulandırır,  ne de akla bir şey getirir,  o kadar damak çatlatan bir lezzettir –‘anladılar mı tarifini?’ –‘ sence ???’–‘bence uygulamalı anlatsaydın tam anlaşılırdı’–‘anladılar anlamasına da o anda oradakilerin hepsinin  kafasından geçen ‘kırolar ne olacak, yemeklerinde kullandıkları malzeme hep aynı; un, tuz, yağ, yoğurt. Nerde bizim  zeytinyağlı tabaklarımızın, enginarımızın, şevketi bostanımızın  asaleti…nerde bunların Zerdo mu, Zerdi mi,  daha isminde meymenet olmayan yemeği’ düşüncesinin  sözcülüğüne de soyunan her  dairenin, odanın her ofisin,  evin,  her yerin  olmazsa olmaz tahrikçilerinden   Emine ‘söze bir yemekte’ diye başladı ‘sarımsaklı yoğurt ve tereyağı varsa…bu ikili  hangi yemeğe girse,  o yemeği zaten şahane yapar. Benim anlamadığım niye pişmiş hamurları çıkarıyorsunuz, sert kabuğundan başlayıp ekmek gibi ufak ufak parçalara bölüp , açın herkese bir servis, koyun ayrı ayrı  tabaklara, dökün üstüne tereyağını, sarımsaklı yoğurdu  mis gibi yesin herkes’ Tam isabet ! karşınızda  varılacak son ! buyurun buradan yakın.Haksız mıymışım  Zerfet’i  tarif etmek istememekten? Şimdi Zerfet bütün aile bir araya gelince ya da ağır bir misafir geldiğinde yapılan bir yemek olmasının yanında  kültürümüzde  topluca yenirse tadı çıkan bir yemektir de . Yoksa bilmiyor muyuz biz,  herkese servis açmayı. Ayrıca reytinglerde ilk ona  giren ayıla bayıla seyrettiğin Hint dizilerinde  elle yemek yiyen Hintliler, İranlılar, Araplar  senin yediğin gibi yemek yemiyorlar diye ‘ayy elleri, gözleri yağ içinde pislikler’le   öldürülmeyi mi hak ediyorlar?  Etçi avcı toplayıcı, göçebe toplumdan  yerleşik  topluma evrilerek gelinen  günümüzde;  gelişmiş, gelişmekte olan ve   bir kap yemek olsa da karın doysa gelirli makarnalı, patatesli, unlu, bulgurlu karbonhidratlara talim  yoksul ülkelerin; sanayi, tarımla ilişkisine, gelir düzeyine, iklimsel, kültürel durumuna, tükettikleri geleneksel gıdalara göre  değişkenlik gösteren;  yapımında, pişiminde kullanılan teknik, yöntem ve  malzemeyle bütünlük arz eden, damakla ilgili basit  biyolojik ihtiyaçlık  dışında;  bugünde proteine dayalı  sağlıklı, organik küresel beslenmeyle alakalı  tezlerin  yazıldığı  gelişmiş ülkelerde,  güzellik müptelası  erkek egemen  kapitalist sistemin yaratığı sonra da   dayatığı  1.70-75 arası boy,   90-60-90 beden ölçülerindeki  güzellik koordinatlarına uymak için çılgınlar gibi diyet listelerine, diyetisyenlere  koşan,  yoktan var edilen “anne yemeklerinin” yapımcıları kadınları  “akşama ne pişirsem” sendromunda öğüten sunumu, yeme biçimleri  farklı   yemek kültürleri  hem ülkelerin, hem de insanlığın  ayrılmazlarındandır, eee hal böyle olunca daha  hiç tatmamışken,  denesen belki de seveceğin, hep yemek isteyeceğin bir yemeği ‘damak tadıma uymuyor’la sevmemek  başka bir şey;   midesizlik,  niye öyle yapıyorsunuz falan,  filan ifadelerle yermek, b.k atmak, karşı çıkmak başka bir şey.Yeme usulüyle  UNESCO’nun dünya mirasını koruma listesine girseydi Zerfet, o zamanda böyle eleştirecek miydin yoksa denemek içi kalkıp ta Varto’ya  mı gidecektin merak ettim? Duyan da; dünya mutfaklarını sallayan  yemeklerin çıkış noktası bir  ülkede yaşayıp, 80’lerden sonra  küreselleşmenin etkisiyle Hint mutfağı baharatlarının Fransız yemeklerine entegresiyle hayat bulan  “bırakınız karıştırsınlar” mottolu; tabloyu andıran sunumu bozmaya kıyılamazken minik porsiyonları doğurmadığından aç bir karnın haz etmediği gastronomik akım ‘fusion cuisin’  füzyon mutfağını  yaratan Michelin yıldızlı şeflere,  restoranlara,  özgün, farklı  yemeklere, tatlara  aşinalığından   diğer  mutfakları, yemekleri beğenmiyorsun  sanacak ‘ Emine  diyebilirdim, demedim…demedim.Çünkü sadece Zerfet’i  değil  hava alanlarının yurt dışı dönüş kontuarlarındaki   “hiçbir şey yiyemedim Barcelona’da, ne o öyle hep tapas, hep tapas, Allahtan bir dönerci bulduk da …”–“ne kaz ciğeriymiş, bi dünya da  Euro.Bildiğin tereyağı kıvamında bir şey.Midem kalktı, sittin sene yemem artık”–“ayyy  İtalya dediler geldik, Rönesans falan iyi hoş da her yer pizza.”–“Domuz çok pis hayvan ne bulsa lüüp götürüyor, domuz eti, jambonu, salamı hepsi kokuyor.Zaten biz Müslümanlara  da günah, ağzıma sürmedim, aç kaldım oralarda.Yanımızda birkaç paket bisküvi vardı da… yok onların kurabiyelerinde, bisküvilerinde de domuz yağı kullanılıyor”–“Ya yemin ediyorum kahvaltı bilmiyor bu adamlar, bir kere çay yok çay.Hep kahve… hep kahve.  Beyaz peynirle zeytin, mumla ara “ –“aptal, aptal çörekler, kuru Hasan bir de. Gülme, Kuruvasan dedikleri (zordur da yapımı; hazırlanan hamur buzlukta dinlendirilir, çıkarılır yağlanır, tekrar buzdolabına konur bu işlem belli aralıklarla tekrarlanır ki en az iki, iki buçuk saat sürer) bizden çalınma ay çöreği, üstüne reçel. Nerde benim simidim,  beyaz peynirim, zeytinim, domatesim, yumurtam”–“ bizde tek kahvaltı da görünen yumurta maşallah  onlarda her öğün yemeğin ana kahraman ” –‘ ben yedim , Fransa ‘da hangi restorana gitsen bulacağın  pek bir şeye benzemeyen bir tatlı Creme Brulee.”   konuşmalara  yansıyan,   seyahatten döndükleri  ülkelerin kültürlerinin parçası   yöresel  yemekleri yerin dibine batırmaktan kendini alamayan; sızlanmacılığı da bol  mevcut faşist yaşam kültürüne ait  bakış açısının altında; artık, ne söylersen söyle, ikna etmek bir yana,  günümüz dünyasında her insanın istediği, merak ettiği her konuda bilgiye ulaşabileceğini, her konu hakkında bir fikir oluşturabileceğini  sağlayacak başta Google’ın yer alacağı mecra ve  teknolojik olanakları yok sayan  ‘ayyy maşallah her konunu da uzmanı, her şeyi de biliyor mübarek, bir şeyi de bilme be adam…be kadın,  ne olacak ukala’ dövmeli psikolojik  rahatsızlığın yattığına  inandıran delilerin yeterliliğinde   savunmasını yarıda kesen  avukat edasında; aynı dayatmacı düşünce sistematiğine sahipliklerinden hastalarıyla  iyi anlaşacak  psikiyatristlere de  “tanık sizin” diyerek aradan sıyrılmayı   akıllıca bulacaktın.Şöyle ki  her gün  duyulan   “Zerfet dedikleri bu muydu ? ‘– ‘ay o ! neydi öyle, damak tadımıza uymak bir yana…’–‘ahhh, ahhh eskiden ne güzel bir hırka, bir tas çorbayla yetinirdik. Şimdi öyle mi ya,  bildiğin tavuk sandviçin Chicken Royal, pişinin  pankek  yutturulduğu  garip garip Sushi Maki, yok  Risotto, Paella yok o, yok bu isimler konulmuş yemekler her tarafta .’ –‘Çoluğun çocuğun elinde hamburger paketleri, lezzette  bizim Türk kahvesinin yanına  yaklaşamayacak kağıt bardakta bir değil bin bir çeşit  filtre kahve; latte, Espresso, Mocha, Cappuccin, Macchiato bir de cep telefonu’ muhabbetlerinde  asl olan, olanakları el verdiği halde  yaşadığı ilin, ülkenin  dışına çıkmayı istemeyen elindekiyle yetinmeyi istikrar, tutumlu, prensipli  olma  sayan tutucu taşralığında ;  yeni bir fikre, düşünceye,   davranışa, yemeğe, ürüne  açık olup denemektense,  alıştığı  ‘kuru fasulye, pilav turşu, soğan’  kalıbının  dışındaki  gıdalar, sebze ve meyvelerle değişik   mantarlı, zerdeçalı kuru fasulye ya da   çikolata soslu kadayıf  sunma gafletinde bulunanı   ‘kırk yıllık Kani olur mu yani, kaldır gözüm görmesin. Farklı tatta değişik bir şey  yapmak istemiş.Ne yaratıcılık ama  çikolata sos… ha bir de yeni bir kahve çıkarmışlar, benim gibi Türk kahvesi  tiryakileri için berbat bir deneyimden öteye geçemez…Türk kahvesine çikolata, zencefil, tarçın aromaları yakışmıyor..sallama çay nasıl  demleme çayın yerini tutmuyorsa, makinede filtre kahve, cezvede – hemfikirim ama velakin onca iş, telaş, arasında kimin cezve başında on, onbeş dakika geçirmeye zamanı var?– pişenin yerini tutmuyor’   linçlemesiyle  yemediğini,  içmediğini, yiyenleri içenleri   “ığğğğ iğrenç, Taylandlılar  çiğ balık yiyorlar,  Çinlilere ne demeli? Önlerine ne gelirse hoop mideye… ”yle  aşağılayan  Narsist söylenmeli depresif  kişilikler ; tavırlarında, düşüncelerinde ufacıcık bir gedik açılmasına izin vermeyeceklerinden   Emine’yle  girişilecek  sonuçsuz   düelloda  yaralanmaktansa ‘ bir gün Zerfet yaparsan sen,  herkese   servis açarsın  canım benim’le konuyu kapatmanın mutluluğunda ‘ben Zerfet’i  kahvaltıda yemeyi daha çok seviyorum, çelik tavada kuru kuru ısıtılınca tadı başka oluyor’–‘ yani bitirmeyin diyorsun?’–‘yok canım ! geçenlerde benim de başıma seninkine benzer  bir şey geldi. Öğretmenler toplantısına gittim, Tuna’ın  öğretmeni Simay hanım ‘ Gilda hanım, bir şey soracağım Zerfet nasıl bir yemek? ‘demesin mi! Fransız eğitim veren Tevfik Fikret okulundan, dünyanın en iyi mutfağına sahip Fransa’da Tartare de  boeuf, Chateubrıand, Croque Monsieur , Makaron  yemiş  biri sorunca, az daha  küçük dilimi yutuyordum. Telaşla ‘bir şey mi oldu?’  –‘ yok anket  yaptık. Çocuklara sevdiğiniz yemekleri yazın dedik. Herkes köfte, patates, tavuk, hamburger, nutella, dondurma…  sizin oğlan Zerfet yazmış. Sordum,  nasıl bir yemek bu Tuna ?  anlatamadı. Duymadığım  yemek olduğu için de…’–‘ Simay hanım, bizim yöresel  yemeğimizdir, evlerde yapılır restoranlarda  bulunmaz.  Nasıl desem bir tür kıymasız mantı. Tarifini şimdi versem size  açıklayıcı olmaz. İyisi ben bunu anneme yaptırayım o arada  videoya çeker, yollarım size. Sevinirim dedi Simay hanım. Yaparsın değil mi anne!’ sohbetleriyle  yenilen  taş kadar sert kırtik  çiğnendiğinde kırılan dişlerin hesabının tutulamadığı bir tepsi Zerfet’i onbeş günde bir yiyen, büyüdükçe  pek çok vukuatına tanıklık edeceğin amcan kızı Leyla’nın tacizci babası,  yengen Nace Almanya’ya gidemeyince  onca yolu kara trenle  gerisin geriye kat ederek köye dönmektense Ankara’da kalıp iş arama kararı verilecekti ‘Huylu huyundan vazgeçmiyor, iş ararken biliyor musun ne yapmış? Kendisi anlattı; bir gün Ulus’ta bir yerde, asansöre biniyor,  bir kadın da biniyor. O yukarıya basıyor, çıkıyorlar, durunca amcan aşağıya basıyor, iniyorlar. Böyle in çık, in çık bırakmıyor ki kadın insin. Sonunda kadın  sinirleniyor diyor ki ‘ senin paran var mı? sen ne istiyorsun?’ o zaman, o, kendisi anlattı onu da bilmem günah, yalan  ben görmedim. Diyor ki cebimde de beş kuruş yoktu. Yakın akraban  derezası Enginé Alié Haydaré Zeynelé Ankara’da avukatlık yapıyordu onun evine gidiyor.O zaman ayıptı, ağza bile alınmazdı   şimdiki gibi “müsait değiliz, kabul edemem”. Kim gelmişse kapına baş, göz üstüneydi çünkü hem  oteller, hem  insanlarda  para yoktu,  hem de  misafiri, akrabayı evine  kabul etmemek  örfümüze aykırı utanç verici  bir şeydi. Enginé Alié Haydaré Zeynelé’ n  annesi yaşlı Mayk’da  Ankara’da. Karısı da  hemşire çalışıyor Hacettepe’de.  Hızır gibi imdatlarına yetişiyor yengen;  hem  Mayk’a bakıyor, hem de evin  işlerini yapıyor’  Allahtan o günlerde   memlekete azıcık okur yazarlığı bulunanların memur, ilkokul mezunlarının müdür  görevlendirildiği devlette  iş bulmak kolaydı, çünkü  iş yapacak adama  ihtiyacı  had safhadaydı da bir süre sonra bir  Çimento fabrikasında  işe giren amcan kızı Leyla’nın babası,   bir göz oda  kiralayıp köye  haber gönderecekti  ‘çocukları  Hese Alık trenle Ankara’ya getirecek, hazırlayın’. Emekli edilinceye dek  çalıştığı Karayolları nezdinde  devletine  sadıklığını hiç yitirmeden memurluk yapan baban, yıllık izninin yarısını   herkes erkenden uyanıp tarla, tapana gitmiş, yaylaya  yollanmışken çok sevdiği uykuda yakalandığı depremde ölen büyükbabanın evinde  Badan’da, kalanını da  annenin köyü (Köprücük) Xasıma, Oasima’da geçirdiğinden; Türkçe bilmeyen Zazaca konuşan akrabalarınla iletişimini sağlayan tercümanın amcan kızı  Leyla’ya kavuşma heyecanını solduran, seni çocuk dertlerine salan, gitmeden tatilini kabusa çeviren  ; ağaçlık bir yerde küçük bir kuyu kazılıp dışkı bırakıldıktan sonra üstünün toprakla kapatıldığı ya da dere kenarında dışkının yapıldığı günlerde  doğmadığına sevinsen de; ev damına en az  50, 100 metre   uzak, kuytu  bir yere   bazen  sebze ekili bahçe,  tarla içine kondurulmuş, ayağa  kalkıldığında köy ahalisini görebilecek yükseklikte üstü açık manzaralı, başını  eğerek  tahta  kapısından içine girdiğinde  öyle ki Anadolu’nun  sıcağında  yukarıdan güneş vururken, aşağıdan gelen helanın dayanılmaz kokusunu bastırmak için tütün yakıp içildiğinden  Osmanlı devletinin “günlük def-i hacet miktarı kadar tütün içmek caizdir”  fetvasının bulunmasına neden pis, keskin bir kokunun derhal burun deliğini yaktığı,  açılmış  derin, geniş lağım çukurun  üstünü kapatan direk, kalas ya da kalın  odunlardan az yüksek  iki kalın tahta, yassı taş, kerpiç sonraları betondan yapılma ortasında bir götlük delikten her an aşağıya   düşüp  bok içinde boğulup ölme, birden bir elin  çıkıp da  yakalayacağı poponu  hoplayacaaak bir fare mi, zıplayacak bir   kurbağa mı, yılan mı ısıracak,  endişelerinde,  ip üzerinde  düşmemek için  dengesini sağlamaya çalışan  akrobatmışçasına,  ayaklarını güç bela yerleştirdiğin hela taşına; olma olasılığı yüz binde birken,  bir keresinde  o mahrem yerini soktuğunda canhıraş bağırmanı duyan  ‘ ne olduuu’  paniğiyle koşan  annenin ‘ dereye koş, çamur sür’ haykırmasıyla acıdan ağlayarak, bacakların arasından aşağıya düştüğünden  koşmanı engelleyen külotu bir çırpıda çıkararak (Allahtan  yakındı da) yetiştiğin  deré Mengelî’n soğuk suyu, eğilerek içinden çıkarıp sürdüğün taşlı, kumlu  çamur acısını alsa da yumru gibi şiştiğinden yamuk yürüyüşüne kuzenlerinin alaylı ‘valla kaç yıldır sıçarız, böylesi başımıza gelmedi, nasıl soktu anlat hele ’ sözlerinin,  gülüşmelerinin baş rolü  arılar yüzünden korka korka çömeldiğinde; rivayetten öte odur ki  henüz ortada bir  adabı yokken Güneş Kral  XIV. Louis’in yaptırdığında teamül gereği koydurmadığından; Versailles (Versay)  sarayını, ortalığı kaplamış bok, çiş kokusunu gizlemek için parfümün  kullanıldığı  Avrupa’da,  gündüz, gece  demeden insanların  dışkılarıyla  dolu lazımlıklarını pencerelerden sokağa, bahçeye boşalttıkları  ancak 18’inci yüzyılın sonuna doğru yasaklanmış “oturak terör”lü  kanalizasyonsuzluğun, hijyensizliğin   binlerce insanı öldüren veba,  tifo, kolera, tifüs salgınlarını önleme arayışları sonunda,   1855 yılında  III. Napolyon’un  Baron Haussman’ı yetkilendirmesiyle  inşa edilen, 1871 yılında doğduğunda en azından adabı yerleşmiş, 1894’de gurur kaynağı görüldüğünden  ziyarete açılmış kanalizasyonlu Paris’te,  23 yaşında “   Hazlar ve Günleri” le meşgul  ‘‘O sırada, neredeyse mendireğin ta ucunda, şaşırtıcı bir lekenin hareket ettiğini gördüm; ilerlemekte olan beş veya altı genç kız…Karşımda, denizin önünde gördüğüm, Yunanistan’ın bir sahilinde, güneşin altında sergilenmiş heykellere benzeyen bu figürler, insan güzelliğinin soylu ve dingin örnekleri değil miydiler?Öyleydiler ….’i yazacağın  koşullardan yüzonbir yıl sonra  1966’da,  canımın içi Proust’cum , daha nerede, nasıl dışkılanacağı  sorunsalını çözememiş Balbec yerine dewa ma Badan’da,  mendirekte değil deré Mengelî’de  buluşan sadece çocuklukta değil, gençlikte, orta yaşlılıkta taş, toprak, tozu yollar; tahta, kerpiç, taş yapılı elektriksiz  evler; karanlık   sokaklarla çevrili;  çevremizdeki büyüklerin  yaşamlarında iç içeliklerine rağmen  haberdar olmadıklarından  yerleşik “Roma hoyratlığı…Bizans riyakarlığı” deyimlerini kullanmadıklarından;  ‘insan hiç köy dolmuşunda kapıya yakın  oturan daha önce  görmediği  birine elindeki erzak dolu çuvalı  ‘kardeş sen bir bak buna,  ben şuradan şekır alıp geleyim’ diyerek teslim eder mi? iyi oldu sana, adam  almış gitmiş  işte beş kilo pirinci’ kızgınlığını ‘bu oğlan Lolıj, ancak bir Lolıj yapar bunu’, ‘eree sen Lolıj ‘mısın?’la Gestemerd (Çobandağı), Zaçek (Acarkent) köylerinde yaşayan haz etmedikleri  Lolan aşiretine yakıştırdıkları   saflığa, aptallığa  bağlayacakları  ötekileştirici; savaş ortamında karşılıklı yapılabilinecek canavarlıkları yükleyecekleri yıllarca aynı  köyde yaşadıklarını  çocuklarına söylemedikleri Ermenilerin tehcirini destekletecek devletin  resmi söylemine  paralel  ‘ Ermeniler, Ruslarla birlikte işgal ettiklerinde Varto’yu  önlerine kim  gelmişse zulüm etmiş,  bizim köye kadar gelmişler benim iki teyzemi öldürmüşler. Kara Ermeni  çetesi dehşet salmış. Bu melun çete köye geliyor, iki teyzem evde yalnız, teyzemler bunları görünce birer  sepi alıp dama çıkıyorlar, Kara Ermeniler de peşlerinden, sırt sırta çarpışıyorlar, direniyorlar sonunda Kara Ermeniler   silahlarıyla deşik deşik ediyorlar.  Silah seslerini duyup gelen köylüler ne görsün ! Memilé Faki’nin  kızı Elif kanlar içinde, son nefesini verirken   ‘namusumu korudum.. ağlama’ der kocasına. Bizimkiler çok güzel olan iki teyzemin intikamını  alıyorlar,  Bingöl dağlarında pusu kuruyorlar Kara Ermeni çetesini paramparça ediyorlar’  söylenceleriyle düşmanlaştırıcı; ‘Kulan köyündekiler Sünni, kanımızı içseler doymazlar,  bak ! onun için sana  bir bardak çay bile vermemişler, Alevisin diye’ öfkelerine alışık çocuk dünyamızda; görmediğimizden, duymadığımızdan, rastlamadığımızdan Yunan, Gotik mimariden esinli Rönesans heykellerine  benzetemeyeceğimiz biz “çiçek açmamış”  genç kızların birbirlerine  ’ben sana söyleyeyim   dikkat et !  Oğlanlar tahta aralıklardan  bakıyorlar ‘ uyarsından  önce de;   elinde  tırpanla tarlaya  gideni, Monet’in At Les Petit Dalles tablosundaki toprak yolu andıran yayla yolunda, omuzlarında  heybe  bazen de  eşek  üzerinde ilerleyen  çocukları, indirim yapılan mağazalara  girmek için isteyenlerin birbirini ezmeleri gibi    sabahın ilk ışıklarıyla kapısı açılan kümesten çıkan tavukların didişmelerini  seyrettiğin,  özenle  kimseye göstermemen istenen   mahrem yerini ilk  gören akrep, kertenkele, örümcek, hamam böceği,  arılar ve sineklerle göze geldiğin gezindikleri  aralarında en az iki parmak boşluk bulunan tahta  duvarların arasından kara, yeşil  bir  çift gözle karşılaşmaktan korkarak adeta doğal yaşam parkında dışkıladığın,   küçük bir fırtınada  uçacak,  yıkılacak   eğrilikte derme çatma  tahta kulübe; adabı bilinmeyen  tuvaletin, varlığıydı. Hele de gece, hava karardığından   belli bir yaşa kadar tek başına gidilmeyeceğinden çişin gelmesi bir çocuk için  felaketlerin büyüklerindendi. İdare lambalarının  ancak kendisini, küçük  bir odayı aydınlatacak kadar cılız ışığı pencereleri aşıp sokağı  gündüze çevirmediğinden  zifiri karanlıkta; her akşam değişen ev damdaki  çocukları yatmadan tuvalete  götürme sorumlusunun   ‘çişi gelen, haydi bakalım’ komutuyla  iki, üç, beş  kişilik turlar  düzenlendiği  tuvaletin  kapısı  açık iş görüldüğünden,   piyano dersine yeni   başlayan  birinin ilk derslerinde  tuşlara  tek parmakla her basışında   bir saniyelik  es vererek çıkardığı  do, re, mi, fa,… notalarına  benzeyen; çişin tahtaya,  taşa  çarpması, delikten kuyuya akarken çıkardığı tıp..tıp..şıp..şıp seslerinin resitalliğinde, ay ışığında   sıranın kendisine gelmesini  bekleyenler,  gözcülük görevini  ifa edeceklerdi  tabii eğer  tuvalete yetişemeden yol üzerinde bir yerlere çişlerini yapmadılarsa. Eldeki gazyağı lambasının fitilini bazen de yakılan çakmağı  söndüren, ürperten kurt, ayı, köpek, domuz, at, inek, horoz… hayvan seslerine karışan,   dedenin yazdığı

“ta şafaktan gürlerdi

Fırtına kopmuş yeller hızla eserdi

Yaylalar yel altında titrer giderdi

Bu yüce dağ başından

Deniz gibi kudurmuş

ufuklarda dalgalanır gezerdi”

şiirinin  ilhamı;   birbirlerini tüketen… birbirlerini parçalayan bir aşka ev sahipliği de  yapmış İngiltere’nin soğuk bozkırları,   uğuldayan  tepeleriyle aşık atan

“İnliyor uzaktan pek korkunçtur sesi

Kızgın ağır hasta gibi çıkıyor nefesi

Onu inleten bu korkunç rüziğârdır

Dağların başında kuzgun yeller vardır”

esintili Bingöl  dağlarının  kaçık  rüzgarlarıyla dalgalanan  ağaçların  hışırtılarının,  gizlemeye çalışsa da  uykundan uyandıran çişini yapman için tuvalete götüren  onbeş yaşında seni doğurmuş çocuk gelin anneni  korkuttuğunu gördüğünden  daha da artan korkun; ev damından  az biraz   uzaklaşır, uzaklaşmaz  kimse var mı, yok mu diye etrafı şöyle bir kolaçan ettikten sonra   ‘çene, haydi  çabuk çişini yap, buraya’ demesiyle azalsa da,   ‘anne! ya biri gelirse, görürse ’ huzursuzluğunu; bu kadar eziyeti  çekmektense   neden  lazımlık alınmadığına  ya da geceleri çocuklar içine  çişini yapsın diye bir plastik kovanın, leğenin  ayrılmadığına bugünde akıl sır erdirmekte zorlanırken; çocuk olduğundan  kâle almayıp sana   ‘ben burdayım ya.Çene konuşmayı bırak, oyalanma ta oraya gitmeyelim şimdi.De haydi…çabuk , indir külotunu da yap çişini.Bende yapacağım’ çıkışıyla çişini yapmak için annenin toprağa, yere  bıraktığı idare lambasının  söneyim mi, sönmeyeyim mi kararsızlığında  rüzgarın etkisiyle bir o yana,  bir bu yana devrilen, oynaşan  ışığına  ‘cici…güzel  lamba sakın sönme’ şefkatiyle bakarak çişini yaptığında, 1388 yılında İngiltere Kralı II.Richard’ın göllere, derelere  def-i haceti yasaklamasından 572 yıl sonra,  evlerde  tuvalet bulunmadığından  gezdikleri  yerlere dışkısını bırakan primitif topluluklar,  hayvanlar  gibi köylülerin de  ihtiyaç duydukları  anda deré  Mengelî’n  kıyıları  dahil bulundukları yere çekinmeden,  çömelerek yaptıkları   dışkılarına karışan, hayvan dışkılarından (sil, maysa) yayılarak her yeri saran, insanların, yenilen, içilen  her şeyin  üzerine   sindiğinden  teneffüs ettiğin hava  genzini yaktığından   ’anne !!!!  iğrenç,  ne bu? her taraf çok   pis kokuyor… midem bulandı, yemeyeceğim, süt de kokuyor, içmiyorum ’ kazanı kaldırdığın;   ‘ne gelişmemişlik, bu nasıl bir sorumsuzluk, yöneticilik? her yer b..k’ eleştirisinde bulunulan  şehirde   bayramda  kurban  pazarında  dolaşıldığında  birden, köy yolunda çocuk geçmişinle yürürken buldurduğundan  ‘bizim orası gibi’ dedirten gide gele oda spreyimişçesine  alıştığın (dewa  ma ra boya tezekan éna) köy kokusuna; günün  moda deyimiyle gezen ( hindilerin) tavukların, anneannenin  sacda, tereyağında kızartıp ‘ naz etme,  sırf bunları taze taze yemek için geliyorlar, bu tadı  şehirde bulamazsın, de  haydi’ övgülü yumurtadaki  zengin proteinin  otlandıkları, yemlendikleri  tuvaletlerle; köyün her yerinden kürekle toplanıp el götürüldükleri açıklık alanda  biraz saman, su  konarak   hamur gibi   karılıp,  koparılan bezeler de elle yassılaştırılıp toprağa, güneşin altına serilip   kuruyunca  da,  o zaman bilseydin benzeteceğin   Mısır piramitleri gibi üst üste yığılarak kışın sobada yakmak için bir kenarda bekletilen hayvan dışkılarının   dönüştüğü tezekten, tarlalara, bağ  bahçelere atılan gübreden karşılanmasının  komikliğinde,  banyo, tuvalet derdine rağmen sadece oyundaşın kuzenlerini sevmen; Osmanlı öncesi, sonrası kurnazlık, dolandırıcılık hep  akıllı olmayla   eşitlendiğinden  Zerfet’i altın diye yutturan  büyük büyük dedenden  asır sonrası; sırf Motorola’yı dolandırdı diye “koca ABD’yi dolandırdı ya adam, helal olsun işini biliyor”la  neredeyse  üstün hizmet madalyasıyla onurlandırılacak,  1992 genel seçimlerin de %7,25 oy attıkları Cem Uzan’nın sırf bu nedenle Başbakanlığını  hak gören  bir kitleye sahip  yaşadığın toplumda, büyüdükçe;  bir dağ köyünde  edindiği daktiloyla şiir yazdığı  için büyük büyük dedenden çok daha saygın bir yere oturttuğun annenin babası Efendi; Mehmeté Şerifé Alié’ nin,  keçileri gözlemleyip zehirsizliğine kanaat getirdiklerini toplatıp  pişirttiği  – şükür ki hâlâ Vedat Milör’ün, MasterChef Mehmet Yalçınkaya, Somer Sivrioğlu’nun kapsama alanı dışında kaldıklarından  kolayca bulunan–  şehirde hiç rastlamadığın otlardan; rayihası, kokusu bilindik ebegümeci, ısırgan, madımak, kara hindibaya     on basacak,  karların  erimesiyle  öldürüleceklerini  bilmeden belki de bildiklerinden  coşarak her yanı

“Çayırında tatlı gözler akardı

her yanı yemyeşil birer lâlezârdı” lı

bahara boğarak hayata  merhaba diyen  hệlig (çiriş otu),  kardun, so, jağ=Jalik, kenger, wındık, mendik; lezzeti tartışılmaz mantarlar ve de Van’da Süphan dağı eteklerinde  Poppies At Argenteuil  tablosunun canlı  izdüşümü   gelincikli tepelerin,  dağların eteklerindeki  kardelenler,  ters laleler; yanı başlarından  geçerken kokularıyla başını döndüren  adını bilmediğin çiçeklerle  bezeli  doğasını  özlemen  değildi; asıl acılarına, sevinçlerine bakmadan kaygısızca akıp gittikleri  coğrafyaların  sahiplerinin Nil, Tuna,  Seine,   Murat  gibi  en güzelini  vermek için yarıştıkları  isimlerine;

“Fıratın sevdiği ey nazlı dilber

Alem deli olmuş aşkınla inler

Fırat ulu bezirgândır

Gönlüm bir gevheri kandır

….

Fırat gibi deli deli söylersin

İnip deryalara umman boylarsın

Fırat der ki benim mülküm servetim

Fani dünyadaki pazara benzer”

mısralarını döktürdükleri; aynı sokaktan yıllar sonra geçtiğin gibi  giderken  birlikte götürdükleri  kederleri, mutlukları, kayıpları, sırları çağıldayarak okyanuslara açılan  denizlere,  göllere  bıraktıklarını ‘nereye gidiyor böyle, sonu nerde bitiyor ki’yi  merak etmediğin  yaşlarda,  tatil süresince hemen hemen her gün ayaklarını sokup  elini daldırıp  çıkardığın kaygan ufak beyaz, siyah bazen parlak  mavimsi, pembemsi taşları  gerisin geriye  attığın;  etrafını  çevreleyen kara çam ağaçlarına tünemiş  suskun kuşlarla kıyısında saatlerce  oturduğun, öyle yalnızca bazen usul usul, bazen taşlara çarpıp köpürdüğü akışına baktığın; çamaşır ya da  bir  bez parçasına süreceği kil, dereden çıkaracağı çamur, bugünkülere beş  basacak kalınlıkta sabunla bulaşıkları  yıkamaya gittiğinde ‘beni de,  bende’yle peşine  takılıp,  iş yaparken  ‘susadım ben’le rahat vermediğin;   ardından akan suların –kenarında,  içinde görüp  tiksindiğin bokları–  alıp götürerek  temizlediğini gördüğünden, düşündüğünden   tereddüdünü ‘ben de  içiyorum, , kirli değil, ne kadar da duru çenek ! iç, bir şey olmaz   işim var benim ,seninle mi uğraşacağım, eree haydi’yle   silen  annenin, teyzelerinin  bilmeden belki  de senin gibi   sevdalandığından asırlar önce saatlerce akışını izlediği,  yüzeyinde her defasında yaprak, çer çöp, bez , pamuk parçaları, yün yıkayan kadınların ellerinden  kaçırdıkları yünleri  getiren, götüren  farklılığını  keşf edttiğinden   “aynı nehirde, aynı suda iki kez yıkanamazsın” demiş  adından, keşfinden  habersiz  Herakleitos’la aynı sonuca ulaştığını  yıllar yıllar sonra öğrendiğinde  nasıl da rahatlamıştın onları  dinleyip buz sularından avuçlayarak içtiği,  deré Mengelî ‘ n varlığıydı da;   seni pencereden  dağlarını  seyrettiğin köye çeken.

Niye’sini uzun yıllar sonra anlatmalarından çok önce  algıladığın telaffuzunda “nerelisin? Doğu’lusun değil mi? Türkçe meali; Kürtsün değil mi?” sorusunu sordurtmayacak sekme, kabalık bulunmayacak kadar  iyi Türkçe konuşan; Türkiye’deki asimilasyon lobisinin  ailedeki işbirlikçisi, lideri konumdalığından habersiz başta anneannen çene Küçükağa, annen, baban,  akrabalar öğrenmesinler diye ev damında  çocuklarla Türkçe konuştuklarından, ergenliğin de  hâlâ  ana dilin olduğunu  bilmediğin,  iki farklı dille  haşır neşirliği  ‘demek ki şehirde başka, köyde başka dil konuşuluyor.Biz de şehirde yaşadığımızdan annemler,  bizim köy diliyle konuşmamızı  istemiyorlar’ çerçevesine  oturtarak,  kendine göre izaha kalkıştığından,  biraz da konuşmaya başladığında kötü telaffuzunla    alay edildiğinden hiç bir zaman tam manasıyla  konuşmaya yeltenmesen de yine de köyde, şehirde  akrabaların, annen, baban  kendi aralarında  konuştuklarından ne dendiğini anladığın  bazen  (nan, aw  mı rê’)  ekmek, su istemek , bazen  büyükler, aile üyelerini  güldüreceğini bildiğinden  ‘erooo, eree Memooo ? Ez şona Gımgım (ben Varto’ya gidiyorum’)’   ‘namệ şıma çiyo ?( adınız ne) ‘yi konuşup asıl şehir de  kimsenin anlamını bilmediğinin  rahatlığında kızdığın kişilere Zazaca küfür etmekten keyf aldığın; “Orda bir köy var uzakta” kartpostallarının canlı  hali    dört yanı dik dağlar, tepeler,  ormanla  çevrili ortasından  üzerinde her geçişte sallanan tahta köprülü  Bingöl dağından doğan deré Mengelî’n geçtiği; yazın tatile girdiğinde okullar  şehre göçmüşlerin, dışarıda okuyanların da gelmesiyle bir   araya toplanan ahhhh hiç benim olmayan Şairim ahhh !    herkesin iyi kötü bir ailesi vardır  ama olmayanın    teyzenin kaynının, görümcesinin oğlunun, kızının ya da eşinin kardeşinin çocuğunun; yalnızca  teyze bağlantısı yüzünden okumak, işe girmek, hastaneye, tapuya, bakanlığa , DSİ’ye, Karayollarına gitmek vari   tonlarca  neden ileri sürerek  eviymişçesine hiç çekinmeden çat kapı gelenin;  sakinlerince içeri alınmayıp kapıdan çevirme ayıbına kalkışmaları bir yana şikayet edeni  ‘ma ne olmuş? nereye gitsin, akraba… akraba,  benim akrabam bize gelmeyecek de kime gidecek’le  yerin dibine koyup illaki sadece ona değil,  ailesindekilere de  hediyeler alınarak uğurlandığını bilmeyeceği; kocası öldüğünde  dul kalan, ailesinin yanına gitmek isteyen kadınlara   ‘bu evden tek çıkarsın, bizim  çocuklarımızı yanında götüremezsin, onlar bu evin çocuklarıdır.Bak!  kaynınla evlen,  çocuklar ortada kalmasın’ dayatmasıyla; şehre göç ederek çalışan, az çok durumu iyi olanın  maaşına , servetine ‘  1000 TL ayır…yolla  bana’ ‘altın al şu yengene’, ‘ borcum var öde’, ‘ bir ev al kardeşine ne olur ki’ rahatlığında ortaklığın garipsenmeyip hak görüldüğü  onlarca  karmaşanın ortasında; sev sevme, sadece kan bağından dolayı  katlanmak, görüşmek zorunda kalınan  birinci, ikinci, üçüncü, yirminci dereceden değişken dinamikli, tiplemeli, karakterli  akrabaya aitliğin  apayrı  detaylar, deneyimlerle ”özel”liği parçalatılan bireyin hayallerin  dalgakıranı – eğer  aynı evi paylaştığı  hatta marazi bir aşk yaşadığı bile söylenilebilinecek annesi Jeanne  Clemence Weil,  1905 yılında hatırı sayılır bir miras  bırakarak  ölünce,  hayatını kaybedeceği elli bir yaşına  dek yalnız yaşamış özgürlüğüne düşkün apo  Proust ‘un da  olsaydı  kim bilir Kayıp Zamanın İzinde nasıl bir nehir içinde, kaç bin sayfa da  yol alırdı  diye düşünmekten kendimi alamadığın– bir sülale içinde  bulunma…yaşama,  geleceğinin sınırını çizdiğinden hayatın katili de olabilecek Osmanlı tokatlı ellere sahip, kız çocuklarının büyüdüklerinde garip bir şey  ama evlenmekten korktukları ama benzeriyle evlendikleri ,karakteri  neyse  evi de aynısı olacak   babaların reisliğinde; hır gürün, şiddetin eksik olmadığı, ebeveynlerin birbirine bırak aşkla bakmayı ‘çocuk okula gitmese bugün’ basitliğindeki ufak bir mevzuda dahi  ortak bir karara varamadığı, hiç sonlanmayacak  ‘aybaşı gelse de et alsak. Erciyes bakkala veresiye yazdırmaya artık utanıyorum.Ha adamcağız ‘yenge hanım bir şey olmaz, nasılsa abi devlette çalışıyor, sabit  maaşınız var, ödersiniz’ diyor’  kaygısında, yaşanacak onlarca olumsuzluğun  başlangıç yeri;  her evlada bir gün  ‘18’ime geleyim bavulumu, pılımı pırtımı  toplayıp gideceğim’i düşündürten, “bu salak gibi  değil, o  daha akıllı”–“pek umudum yok bundan”– “ölme eşeğim ölme.Sen! okuyacaksın da  bana adam olacaksın öyle mi? “– “bıktım yaramazlığından, azıcık da şu abin…ablan gibi uslu dur be evladım”– “bazen şüphe ediyorum seni ben mi doğurdum…”– “bu da fena değil ama  asıl sen  bunun küçüğünü gör  çokk güzel”–“Allahtan erkek, güzellik önemli değil yoksa…” – “bunu en aptal çocuk çözer ama nerde sen de o akıl? “ –“geri zekalı gibi durma karşımda, ne demek anlamadım?” – “ama sen tabletle oyuna devam… İsmail’in oğlu, kızı maşallah her sınavda ilk ona giriyor ya benimkiler?”– “Nato kafa , Nato mermer; na to kefari,na to mermari”– “dinle evladım dinle sen bu  Rock mudur , tak mıdır onu.Sakın çıkarma kulağından  kulaklığı çünkü  yarın sınavda bu şarkıdan çıkacak  sorular” – “ayyy sen nasıl bir kardeşsin hep ben, hep ben…bir de sanki boyun varmış gibi   aldığım güzellim elbiseyi  giyip, içine etmişsin…”–  “ucube, abla değil ucube”– “Fatodur  bu Fato, her şey bekle…”– “kim alır seni bu halinle, evde kaldın işte” tabirleriyle özgüvenin ezim ezim ezileceği ilk ötekileştirilmeyle karşılaşılıp; ister kabul ister reddedin, başta yaptığı iddia edilen dişi kuşun itilip kakıldığı, kendini   üstün gören kibrini, baskısını  fıtratında  varmış gibi sunan ülkeye,  topluma da egemen,   muktedir, iktidar  olduğundan leb demeden leblebilerin önüne serildiği ‘aman çocuktur sümüğünü yese doyar, ama  erkek  öyle mi? yemese güçsüz kalır, çalışamaz eee para girmese bu haneye ne olur? o yüzden önce onun karnı doyuracaksın,  yemeğin en etli tarafını ona vereceksin, çay demeden çayını önüne koyacaksın’la  hizmetin daimiliği de sağlanan  ayrıcalıklı erkekler; dede, baba, amca, dayı, abi ve sonunda  kocayla  da ilk tanışılan,  bireyin  ilk sosyal çevresi ; barındırdığı olumsuzluklara rağmen ”benim gibi olsan keşke” istemli    ebeveynleri, yakınları sevsin, takdir etsin diye olmasını  istedikleri  gibi davranıp, onlar  gibi olmaya çalıştığını  unutarak  yıllar sonra  “kimsenin huyuna gitmek, gönlünü yapmak zorunda kalmazsınız neyseniz o’ sunuzdur, kimse de sizden sızlanmaz,  şikayet etmez…  ah şimdi orda  olsaydım” yalanlarıyla kutsanan ama kötü hissedildiğinde, can yandığında kaçıp saklanılan  sığınak;   ilk  görmenin, algılamanın, yaşamanın  eşsiz kılınmasını sağlayan  mekanlığından değişmeyen, daima  özlenecek bir sıcaklığı  olacak,   şablonlar dışında  gerçekten tam olarak neydi, ne yaşadım ben orda ??? dan    uzak,   güzellemelerle anılan; göğüs kafesinde  yaşam boyu taşınacak  kişiliğin, karakterin  yaratıldığı,   kulunç altı çocuklukta hiçbir yere gitmeden hep  orada kalınacak ,  içinde  bir sıcaklık, sevgi  barındırdığı  sanılan  ardında  kahpece gizlenmiş  ayrımcılık, güç, otorite,  biat taşıyan, iyiliğin, kötülüğün,  naif duyguların,  faşist ya da demokrat mantığın mayasının atıldığı   “evimiz, yuvamız”  yerine, ne çirkin bir söz öbeği, tanımlamadır  aslında “baba evinden”  bir gün ayrı eve çıkma, başka şehre gitme, okuma,  evlilik gibi  sebeplerle ayrılındığında   ‘gittiğim yerde eminim her şey burdakinden   daha güzel olacak’ diyerek     yapılan değişikliğin, getireceği sanılan  özgürlüğün sarhoşluğunda cidden de  önceleri  her şey istendiği, düşünüldüğü gibi yolunda gidiyormuş ilizyonlarında  gezinir, durulur,  huzur bulunduğuna inanılan “baba evinden”  “yuvamız”a, ”yuvam”a  terfili yeni mekanda; can ne istenirse yapılır, istemezse  yemek   yapılmaz   kahvaltı  daha akıllıca gelir mesela, kitap okunur, yatak toplanmaz, ev işi önemsenmez keza yiyecek alışverişi de.Partiler düzenlenir, arkadaşlar çağırılır ya da kimse çağrılmaz kendine göre  hoşça vakit geçirilir. Bir süre sonra  “baba evi”ndeymişçesine sıkılmaya başlanılır, hem iç dünyasını, hem de “yuvam”ın  kapılarını açacağı özel birilerini  katmak ister hayatına; işte o andan itibaren “yuvama”  kafasını uzatanlardan birisi  şöyle bir bakar geçer, birileri konuk olur bir süreliğine yine gider…bazılarının gözünün içine bakılır  bir an önce gitsin ya da biraz daha kalsın diye.Tüm bu isabetsiz denemeler, atışlar, ne istediğini bilememe…bilmenin  yorgun, bıkkınlığında; dili olsa bile konuşmayacak duvarlı , odalı;   her yerde bir dünya kişinin ağdalı yüzleri, izleri arasında dönüp de  kendine baktığında görürsün ki sende,  artık umut yüklü ayrılığın meyvesi “yuvam”ın yavaş yavaş dönüştüğü  “baba evi”ndekilerden  herhangi birisin; hayat dedikleri de belki bu döngüyü döndürmektir değil mi benim kendine   hoyrat Şairim!  Bunları niye yazdım ki şimdi ?!?!? insanın hayallerinin uçsuz bucaksızlığının, karakterinin, narinliğinin    kaynağı içine  doğulduğundan  orda  bulunup , bulunmamayı  isteme, belirleme hakkının olmadığı  “baba evlerinin “ bir türlü  taşralıklarından  ödün vermemelerine isyan yazdırdı belki bu satırları; belki de  Haldun, yanımızda, kıyımızda, köşemizdesanattan, edebiyattan, okumaktan zevk alan, bilgili, kültürlü olmanın ötesinde  geniş  vizyona sahipliklerinden daha çocukken  Sarah Bernhardt’ı izlemeye tiyatroya, Debusy’nin,  Reynaldo Hahn’nın,   klasiklerden  Beethoven’in  eserlerini  dinlemeye opera binasına,  Monet’in, Tissot’un  tablolarını  sergilendiği galerilere, duvarları Raphael, Boticelli, Roselli, Signolli, tavanı Michelangelo’nun  freskleriyle süslü Sistine şapelinin bulunduğu Vatikan’ı,  Rönesans’ın doğduğu Floransa’yı, Venedik’i görmesi  için seyahate götürecek  gelire de sahip Proust’un ki gibi ebeveynler olmadığından; ‘şimdi nerden aklına geldi deme, ultrason bulunmadığı zamanlarda hamile kadınlar çocuklarının  kız mı , erkek mi olacağını nasıl anlıyordu diye sordum anneme . Cildin güzelleşirse erkek, çirkinleşirse kızdır,  benim yüzüm kızlarda  hep leke, leke oldu o yüzdem Fazıl Çil  kremini çok kullandım.Birde erkek bebek de karın sivrileşir, kızlarda yanlara doğru genişlerdi.Bende erkek çocuklar   yılan gibi alt tarata, kızlarda  tam tersi  karnın her yerinde dolaşırdı,  yaramazdınız  dedi’–‘ niye kızayım? çok iyi yaptın öğrenmekle.Eminim, hamile kadın erkek mi, kız mı doğuracağını nasıl anlar  Tanrı’nın sorgu sırasında soracağı sorulardandır Öğrenmeden ölseydin cidden çok yazık olacaktı, Tanrı katında  cahil, kültürsüz görünecektik.’–‘alay etme, inan merak ettim çünkü “bebek, sağlıklı doğsun da  kız mı, erkek mi önemli değil” anlayışına gelene kadar…oooo  kadın erkek pek çok akrabanın “Allahım ne olursun bu sefer de  oğlan olsun, bu sefer oğlan  olmalı yoksa a bu gördüğün  mal, mülk sahipsizdir.Tarlayı sürecek, ekecek, biçecek, evlenip  soyumuzu devam ettirecek bir oğlan nasip eyle. Allahım  arada  bir de tabii süt sağacak, peynir, yağ yapacak, evlenilecek, çocuk doğuracak  kızlar doğurtmayı da unutma Son üç kardeşimin doğumunu hatırlayacak yaştaydım. Bakma yüzüme öyle ilk üç kardeşimle aramızda birer, ikişer yaş farkı var,  peş peşe üç kız çocuğu doğurduğundan babam annem doğum yaptığından yine mi  kız doğurdu diye sormuştu,  ben evet deyince çekip gitmişti, annemin yanına bile uğramadan. Kadınların o ağrı sırasında, sanki kız doğurmak elindeymiş  gibi   kocasının suçlamalarına maruz kalacağından ya kız doğarsa  korkularını düşünsene.Ne kadar zalimişler şu erkekler? Hayır Haldun! hiç öyle değilmişsin gibi bakma bana, yeri gelir sen bile gaddarlaşırsın  şaşırmam  bile  çünkü bu toplumun ürünüsün sen de. Hele de beş numara Mine Leyla doğduğunda…’  ah o sırlar değil mi Haldun? Bu konuşmayı yaparken Mine Leyla’nın adı geçtiğinde gözlerini kaçırıp  parmaklarını kıkırdatman o zaman dikkatimi çekmiş olsaydı  ‘ ne diyordum ha, Mine Leyla kız olunca  iyice morali bozulmuştu babamın zira artık tek oğlan dört kız babasıydı. Allahtan son çocuk erkek oldu da annem yakasını  kurtardı babamdan. Bir gün sabah kalktık  nasıl bir ağrı biz kızlar kabakulak olmuşuz, sonra tek erkek oğlu  Oğuz’a da bulaştı tabii. Van’dayız, kıştı,  kar diz boyu.Ya  oğlu  hastalanınca evde hastalık olduğunu anladı da  bir çuval portakal getirdi eve.Senin has arkadaşın Oğuz sayesinde  edinilen C vitamini,  hastalıkla mücadelemize katkı sundu.Ya bir şey diyeyim mi ben bunu, babamın gözündeki kız çocuklarının  değersizliğinin ispatı o portakal çuvalını hiç ama hiç unutmadım.’ –‘ Düşün baban devlette memur daha aydın olması beklenir değil mi? Demek köyde kalıp  çiftçiliğe devam etse  annen gibi on iki yaşında başlık parası için satacaktı kız çocuklarını. Bozulma, ne bekliyordun anlamadım ? Tek vizyonu aç kalınmayacak bir hayatı   idame  olacak,  yufka ekmek arası peynir, soğan, çökelek, yumurtayla  karın doyurulan iki dağ arasındaki  köyden  geldikleri  şehirlerde şayet iş de bulmuşlarsa  bir anda  gördüklerini, istediklerini az, maz elde edecek  üstelik de  her ay ellerine geçen düzenli kelir; maaş sayesinde  kendilerini;  eline buğday, yağ, peynir, bal, koyun sattığında para geçen,  kıt kanat  geçinen köylü akrabalarından  üstünde  görecek, hiç tanışmadıkları edebiyatın, sanatın, resmin, sinemanın eksikliğini öncekiler  nasıl hissetmemiş, önemsememişlerse onlar gibi hissetmeyecek ebeveynlerimizin derdi, sorunu  olabilir  miydi hiç  iyi mizaçlı, donanımlı, kültürlü, naif, duygulu, dürüst,  ayakları yere basan bireyler, çocuklar yetiştirmek? Rant paylaşma, ihale kapma alenen  rüşvet alma peşinde aç gözlü bürokratlarla, işverenlerle de tanıştıkları, bir iki kişinin otomobil sahibi olduğu şehirlerde;bir arabaya, buzdolabına sahipliği  bile kenara iteleyecek kadar sığ hayalleri,  yoksullukları, gördükleri  kadar  olduğundan; ancak çocuklarına okuyarak   avukat, öğretmen, devlette memur olmayı  aşılayacakları; onca kişiyle paylaşılan ev damlarındansa, kendine ait  tek gözlü  bir odayı; yufka değil  beyaz fırın ekmeği, ayran çorbası yerine – zengin değilseniz ölen hayvanın eti dışında  kırk yılda bir önemli bir devlet memuru, yetkilisi,  ailenin  büyüğü misafirliğe geldiğinde  ya da  kışlık kavurma yapmak için hayvan  kesildiğinde  edindikleri ama şimdi kasapta her ana alabildikleri etle yapılan–   patates, kuru fasulyeyi lastik yerine kösele  ayakkabı giymeyi  bir  lütuf ,  hayaline kavuşma sayacakları şehre. alıştıkça  yeni şeyler görüp, yaşadıkça; ülke  geliştikçe yavaş yavaş  hayalleri de;   tek göz sobalı  evden gecekonduya ordan kaloriferli, merdaneli çamaşır makinesi bulunan  apartman katına geçiş yapacak, etrafındakilerin, mesai  arkadaşlarının, Ediz Hun’un, Türkan Şoray’ın  giyindiği güzel bir elbise, çanta,  ayakkabı edinme, yılbaşında kızarmış Hindi dolması yeme    derinliğine, vizyonuna ulaşan ebeveynlerimizin elindeki çocuklardan senden…benden herhalde  bir  Tolstoy, Oscar Wilde,  Virginia Woolf,  Rembrandt,  Orhan Pamuk, Tezer Özlü,  Gilles Deleuze,  çıkacak değildi. Dua et  ellerinde kitap görmememize rağmen  en azından okumayı sevdik biz‘  öyle ya  rastlantısal karşılaşılan bir insanın, bir peyzajın, elle tutulur bir nesnenin, bir koku, tını,  tadın,  müziğin irade dışında belleği,  hayal gücünü devinime geçirdiği 19 yaşında oyun yazarı Rene Peter’in evinde Debusy; Paris’te seçkin sanatçıların, edebiyatçıların beş neslini bir araya getiren Dreyfus yandaşlarının merkezi de olacak ünlü edebiyat salonları sahiplerinden arkadaşı Gaston’un annesi   –Proust’u yazı yazmaya iteleyen, ilk kitabı Hazlar ve Günlere,  önsöz yazmasını sağladığı – Anatol France’ın sevgilisi Madam De Caillavet; Geneviève Halévy  (Georges Bizet’in  eşi) ile Robert de Montesquiou’nun güllerinin   imparatoriçesi Madeleine Lemaire’in Salı, Çarşamba, Perşembe  (Les jeudis de Ludovic ) günleri düzenledikleri onca yazar Emil Zola, Guy De Maupassant, Ludovic Halévy, Paul Bourget, Robert de Flers’la; onlarca ressam Alphonse Daudet’in oğlu Lucien Daudet, Whistler, Helleu, Turner’ın katıldığı edebiyat toplantılarında zaman, mekan konusunda kendisini etkilemiş  felsefeci Henri Bergson’la da  tanıştığı   bir gençlikti  belki de  Vatikan da Sistine Şapeli’nde  yer alan Boticelli’nin Freskinde Jethro’nun kızı ve Musa’nın karısı Tsippora’nın çalışma masası üzerindeki reprodüksiyonunda “Odette bu haliyle, İlkbahar tablosu ressamının kadın figürlerini her zamankinden çok hatırlatıyordu “ yla betimlediği Odette ile Tsippora’nın çehresi arasında  benzerlik kurdurarak M.Swann’ı, Odette aşık ettiği,    Madam De Caillavet, Geneviève Halévy, Madeleine Lemaire’den  Çarşamba toplantıları düzenleyen  Madam Verdurin’i; Robert de Montesquiou’den  eşcinsel Baron de Charlus’ı;  Kontes Élisabeth Greffulhe’den  Guermantes Düşesi’ni; Sarah Bernhardt’tan  Berma’yı,  Anatole France’dan yazar Bergotte’ı,  Whistler’le  Helleu’n   adlarının anagramından Elstir’ı   yaratıp ; Tissot’un  Le  Cercle de la rue Royale’in de   kapıya yakın kişi  diye  belirttiği(Charles Haas)  M.Swann’ın   arabacısı Rem’i  Antonio Rizzo’nun dük Loredan büstüne; bulaşıkçı kızı Giotto Di Bondone ’nin Mercy’i heykeline; arkadaşı Bloch’u Gentile Bellini’nin Fatih Sultan Mehmet portresine benzettiği sayısız tabloya, heykele, büste göndermelerle doluluğundan , yanlarında cep telefonu laptop, tablet  bulundurup her iki sayfa da bir Google’da   yazar, ressam, felsefeci, besteci, tablo, portre  araması  yaptırtacak analitik zekasının ürünü Kayıp Zamanın İzinde nehir romanı okuyucularının  gözünde  roman  karakterlerini   kanlı canlı   siluete büründüren Proust’un yaşadığı  zamandan çok sonraları,  1960’ların sonlarında daha tek tük sinema salonunun  bulunduğu, tuvalet sorunsalını çözememiş gecekondu mahallerinde;  tiyatro, opera, bale, resim, heykel  dimağlarda soyutluğu aşamamışken, zaten de ismini duymadıkları   herhangi bir ressamın tablosunu, heykelini  görmek için müzelere götürülme,  gitme; operayı, baleyi merak etme,   klasik romanları okuma, Van’dan  İstanbul’a, İzmir’den  Muş’a gidilecek farklı bir şehrin, bir  ülkenin kültürünü, yaşayanlarını, doğasını, yemeklerini    tanıma  amaçlı yurt içi, yurtdışına seyahat, onca çocuğa bakma telaşlı  geçinme uğraşında  bir ev  edinme hayalinde;    tek kanallı radyodan mecburen  Müzeyyen Senar, Safiye Ayla şarkılarını  öylesine dinleyen  ama asıl  bugün nostaljiler arasında sayılan  bütün yükünü sırtlatıp ‘yaşasan ne olur bu rezil dünyada’lı  umutsuzluğu katmerleştiren baba evinde  her gün  Kerbela’yı  yaşatan  Ali Ekber Çiçek, Davut Sulari,  Aşık Daimi’ in plaklarından  “aslan yavrusu yiğitler, su içemeden öldüler/ deniz derya dolu iken su içemeden öldüler”,  ‘illa dostun bir tek gülü yareler beni beni’, “bilmem şu feleğin bende nesi var” türkülerini dinleyen  ebeveynlerimizin zaten akılarının  ucuna değemezdi, Bach’lı, Mozart’lı klasik bir müziğin, Jane Austen, William Shakespeare,  Lev Tolstoy’lu klasik romanların varlığı da . soyutluğundan  zihinde canlandırılamayan   ‘asırladır etrafımız çeviren düşmanların tek amacı…’lı hamaset nutukları ’tek başına daldı arasına, Allah, Allah diyerek’   kahramanlık,  şehit hikayeleri yüklemeleri   altında; ‘ölmeli  öldürmeli uğruna vatan, devlet , millet …’ yarışması, aşık atması imkansız varlığının değersizliği bir yana,  kaderini belirleme yetisini elinden alan bitmeyen  bir ‘fırsat eşitsizliğinin parçası, farelerden, tahta kurularında korkacağı;    Ayvalık’ta bulunan   yaz kampına görevli gönderilecek devlet memuru; dansöz  Leyla’ların ardına düşmüş ‘bakma öyle durduğuna,  dairedeki Yüksel ; hin oğlu hindir, aklınca beni yerimden edip kendi oturacak şef  koltuğuna’ kuşkusuyla yarattığı aslı astarı da olmayacak  düşmanlıklarda kıvranan,  işin kaybetmemek için üstlerine  her türlü yağcılık  da yapacak bir  baba da yoksa onbeş  değil  belki otuzlu  yaşlarda  denizi görecek , ancak  kırk yaşlarında  da bir otelde tatil yapma imkanına  kavuşacak,   nasıl bir şeydir en ufak bir fikri olmayacağı klasik müzik  dinlemeyeceği müzeye, sanat galerisine,  baleye gitmeyeceği koşullarda  halk ozanlarının keder, dert akıtan   türküleriyle büyüyen; nerede yaşarsa yaşasın, nerede olursa olsun    en az üç , altı çocuğuna bakmakla görevli yalnızca ailenin değil sülalenin bedava hizmetçisi…bedava aşçısı…bedava çamaşırcısı…bedava dadısı…bedava sucusu… kapı önüne dökülen bir ton kömürü tek başına kürekle doldurduğu  el arabasıyla kömürlüğe boşaltacak bedava hamalı  olma da  yetmediğinden, yatılı  kalmaya gelmeyip  hizmet etmeden mahrum bırakan dedeleri  bir amcasının oğlunun oğlu   derezası Rıza’ya  ‘oyy amca, ben senin kızınım. Kızının evi  burada dururken sen kalk derezam Şükrü’nün  evine gel,  çok üzüldüm’le   darılan  ‘kokla hele, mis gibi kokuyor, bembeyaz’ çamaşırlarıyla övünen;  işten, yorgunluktan değil  roman, gazete  okumak  ‘ne nedir, ne değildir’i merak için  bile, vakit bulamayan Türkiyeli annelerin himayesinde ki bir çocuğun;  hayallerinin  vizyonunun, düşünce siteminin  kurgusunun , dünyaya bakış açısının , gelecek algısının; atıf da bulunacağı  somut hayallerine ulaşmasına yardımcı fırsatların eşitliğinde kaderini kendisinin   çizeceğine    inandırılacağı… inanacağı    duyguların, düşüncelerin etkisindeki ailesel, toplumsal yapıda  büyütülen; kaygılarını, sevgisini   Madame de Sévigné den alıntı sözcüklerle anlatan  bir büyükanneye;  sadece  ülkesinin  yazarlarını değil diğer  ülke yazarlarını  Puşkin’i,  Dostoyevski’yi  okuyan  anneye, babaya; avukatına 500 sterlin ödeyen  Whistler’in resmine hakaret ettiği, itibarını zedelediği  gerekçesiyle aleyhine açtığı  davada sadece bir çeyrek peni tazminat ödeyen sanat eleştirmeni John Ruskin’in  Susam ve Zambaklar’nı çevirecek yabancı dile; kendisine  Hz.İbrahim’i andıran Benozzo Gozzoli gravürünü hediye eden,  Hz.İsa’ya ihanet edecek sakallı figür Yahuda’yla diğer havarilerin üzerinde  sadece  ekmek ve şarap bulunan  dikdörtgen masada yedikleri Son Akşam Yemeği tablosunda   tempera boya kullanıldığına ilişkin  detaylara sahip  sanat eleştirmeni  aile dostlarına sahip (bireylerden )  çocuklardan;  Marcel Proust’unkinden  farklılığından  doğal ne olabilirdi ki? O yüzden  Proust’un “uykusuz gecelerimde görüntüsünü kafamda en sık canlandırdığım odalar arasında Combray’nin odalarına en az benzeyeni, Balbec’te ( diye betimlediği  tatillerini geçirdiği Normandiya kıyısındaki sahil kasabası Cabourg’da ) Grand-Hôtel de la plage’daki odamdı.” çağrışımlı zekasını keskinleştiren, hayallerini  bileyerek sonsuz  kırları önüne sereceği  okuyucusunun  gözlerinden, dudaklarından, zihninden geçerek  benliğini yolculuğa çıkartan ” tıpkı arzuladıkları bir şehri gözleriyle görmek için seyahate çıkan ve hayalin büyüsünü gerçeklikte tadabileceklerini zanneden insanlar gibi,…” sözcüklerinde, Cabourg’u, Floransa’yı,  Venedik’i, Norman  Gotiği kiliseleri, Rönesans tablolarını, heykelleri  çocukluğunda, gençliğinde  görmesinin etkisini küçümsemek olası değildir. Doğumundan 89 yıl sonra hâlâ, 1960, 70 ve  80, 90’larda  Ortadoğu’da dünyaya gelmiş nesillerin Proust’un  gençliğindeki olanaklara sahipsizliği; İbn Haldun’un zamanları aşan “doğduğun coğrafya kaderindir” tespitinin tecellisi miydi ki  Proust’u,  Rimbaud’u, Zola’yı, Balzac’ı okuyan, Claude Monet’in,  Paul Cézanne’nin, Edgar Degas’ın tablolarına    hayran, Bach, Debussy dinleyen Fransız  yosmaları da.Gerçekten öyle miydi? başkalarının yerine seçtiği coğrafya kaderi… şansı… şansızlığı mıydı bireyin? genler de  bir nevi kaderse eğer  , şimdi bu  ikisi birden hayat  mı oluyordu? IQ ? Onun kaderle bağlantısı ???? ya Kristof Kolomb’un keşifleri, coğrafyanın kader olmadığını tersine kaderin coğrafya olduğunun mu kanıtıydı ? Yoksa  insan coğrafya  kederin, hüznün müdür  mü demeliydi? Offf ya “her yeri boyamışsın çok güzel, ama burada biraz sonbahar kalmış”lı  Şairim,  sence ne deseydik !  işin içinden çıkamadım,  kader olan  ne ? coğrafya… aile…ana dil… kültür… din…gelenekler… köken… gen…IQ’ mü  ne? ne??? Doğduğun yer mi kötü kader yoksa benliği gerileten kabullenilmişlikler, körü körüne bağnazlık, biat, yönetenlerin yönetim tarzlarına yansıyan zihniyetleri mi?  Dur bakalım hele bir !   bu arada  biattın  İslam dininin,  Ortadoğu’nun  Müslüman   toplumlarının etle kemikle  ayrılmazlığını da atlamayalım. Ha, bir de Lucien Fevbre’in  “coğrafya imkandır” aforizması var, haydi bakalım şimdi ne diyecek, üşüneceksin   sen! eyyyy  bu romanı bitiremeyecek  kadın ! söyle bana kim haklı Lucien Fevbre’mi, İbn Haldun’mu ? Kokusunun ruha sineceği doğulan  toprağın kimyasal bileşimi,  coğrafi ( fay hatları üzerin deliği) ve iklimsel konumu,  kültürel, dini, medeni, feodal   yapısı  halkının   yapacağı işleri, tüketecekleri  gıdalara, yaşayış tarzlarına, iyi ya da kötü, duyarlı ya da duyarsız   psikolojiye sahipliğe  kadar her şeyi etkileyip, belirlediğinden  ey oğul  !  eğer yapıcı bir coğrafyada doğmuşsan  daha olumlu bir seyirde pek çok şeyin gelişimine katkı sunma üzerinedir eylemlerin, düşüncelerin yok  savaş, ihanet, şiddet yüklü her güzelliği yok etmeye yeminli bir zihniyetin kol gezdiği  bir coğrafyada  Ortadoğu’da doğmuşsan mesela,  hiçbir şeye musallat olamamışsan bu defa  uğraşacağın kendini, benliğini   yerden yere vuracak eylemlerinin, düşüncelerinin  hepsi  yıkıcılık üzerinedir  diye mi  düşündün, tam da Kültür Bakanlığınca yapılan   restorasyon  çalışmasında  700 yıllık  Osmanlı Tuğrasının bulunduğu,  duvarları hitli ile   yıkılan Galata Kulesi’nin görüntüsünü izlerken haberlerde; Paris’te Arc de Triomphe (zafer takının) restorasyonunda böylesi  bir yıkım  vuku bulsaydı, tüm Parislilerin ‘tarihimize, değerlerimize  yapılan bu saldırının  sorumluları derhal cezalandırılsın’ diye ayağa kalkacağı bir muamma değilken’in  çağrışımı;  bir ülkede demokratik bir sistem söz konusuysa  sorumluluk doğru iş yapmayan,  beğenilmeyen yönetimde ısrar eden toplumdadır  onun içinde İbn Haldun’un   14. yüzyıldan çıkıp “coğrafya kaderdir” dediğini duyduğunda yaşadığı döneme, bölgeye bakarak  tespitinin   doğruluğuna  kanaat getirip  ‘buna söylenecek sözüm yok ama  bunu  alkışlayanlara sözüm var; 18 yaşında  üniversiteye giden,  kendisini diğerlerinden bir adım öne taşıyıp, donanımlı kılacağından  Pursaklar’daki evinden  yoğun trafiğe takılmadan  İngilizce kursuna  yetişmek için  her gün saat 5.30 da uyanıp, saat 17’ye kadar kursta, okulda kaldıktan sonra  uzunca bir yolculukla tekrar evine dönen birinden beş adım öndeliğini  sağlayacak olanakların  önüne serildiği  İsviçre’de doğan,  aynı yaştaki  bir genç de   5.30 da kalkacaktır ama spor yapmak, ata binmek belki de yüzmek için. Ana dili seviyesinde İngilizceyi konuşacak eğitimi daha kreşte aldığından  Londra’ya gidip dilini geliştirecek  artan zamanlarında elektronik müzik partilerine giderken bir  yandan da mesleği ile ilgili staj yapacaktır değil mi? Bu durumda kendini geliştirmek yeni bir dil öğrenmek için çabalamaktan, yorulmaktansa  ‘ uluslararası  piyasada İsviçreli  gençle nasıl bir rekabet edebilirim?  ne yaparsam yapayım bir şey değişmeyecek, kaderim bu coğrafya da bu kısır hayatı yaşamak’la işine gelecek   bahaneyi  bulan  Pursaklı gencin  havlu atıp mücadeleden vaz geçmesi, kolaycılığa, bedavacılığa tutkun Ortadoğulu toplumda garipsenmeyecek hareket olacaktır.Oysa, gözleme, deneye, yeni keşiflerin gücüne dayanan bilimin, akılın kaderci yaklaşımları reddini gerektirecek dünya tarihinde yerini almış onlarca olay göstermiştir ki, coğrafya sadece istenilmeyen bir hayatın yaşanılmasının  mazerettir, bataklıkta bile güzel çiçekler açtığını  tabii bir de atılan tohumun GDO’lu olmaması gerektiğini de unutmadan; Abraham Lincoln’un ‘köleliği kaldırma’ kararıyla ‘ ne yapsam da kölelikten  kurtulamayacağım’  düşüncesinde ki Afrika kökenli bir siyahiye; Hitler’in akıldışı yönetiminin ülkesini savaşa sürüklemesiyle  oğlunu savaşta,  komşusu Yahudileri Nazi kamplarında yitiren bir Alman’na;  çizdikleri  kaderin coğrafyayla alakasızlığında, ya tamam belki  doğrudur da; doğduğun coğrafyanın var olan  sistemine, geleneklerine, dinine  göre   hayatını, mizacını, seni farkına bile varmadan – Almanya  ya da başka herhangi bir  ülkeye göçenlerin ülkelerinde  edindikleri yaşayış tarzını, alışkanlıklarını, düşünce yapılarını  aynen  devam ettirdiklerinden yola çıkarak– şekillendirdiği kalıptan kurtulmanın  sanıldığı kadar kolay olmadığını görsek, bilsek de; bugün bir ekrana sığacak , dünyada kimi istersen onunla ilişki kuracak kadar  küçülmüş küresel dünyada, toplumsal refahını,  güvenliğini, özgürlüğünü artıracak önlemleri alarak , korunması gereken bir şey varsa o  da güçlü devlet  değil   karşısındaki  güçsüz   bireyken Latince  “quis custodiet ipsos custodes? koruyuculardan kim koruyacak?” ekseninde  hukukun üstünlüğünün,  yargı bağımsızlığının devreye girmediği genellikle de Ortadoğu’da hüküm süren  otoriter yönetimlerdeyse  devleti, yönetenlerini  korumayı  kabullendirdikleri   bireylere “ Allah razı olsun, Allah zeval vermesin” duaları  ettirtip ne veriyorsa onunla yetinilecek; aile, toplum yapısındaki   hem döven, hem seven    babalığı temel aldırdığı ‘devlet baba’lığında İbn Haldun’un  sözü anlamını yitiriyor.Çünkü aynı coğrafyayı paylaşan  Güney Kore,  Kuzey Kore (Güney’de  kişi başına milli gelir 30.000$, Kuzey’de 1,000$ dolar) Türkiye, Bulgaristan, Yunanistan, Rusya, Irak, İran Suriye’de  kişi başına düşen gelir , refah, eşit yurttaşlık yaklaşımında gözlenen    farklılıklar benzeri gibi tonca  verinin yönetim anlayışı, ideolojisinden kaynaklanan ülkeleri yönetenlerin  halkın, bireylerin   kaderlerin  belirlenmesinde ki  güçlü etkenliklerini,  argümanlıklarını teyit eder  ki,  bir başka güçlü argümanda  Warren   Buffett ‘ın  geleceklerini garantileyen  gelir düzeyine sahip olarak  dünyaya teşrif eyleyen   zengin çocuklarını kast ettiği  “şanslı sperm kulübü üyelerin” den biri olarak kültürü, bilgisi  sığ Sierra Leone’de bile doğulsa  edinilecek farklı  arkadaşlarla çevresini yenileyecek, sosyalleşecek, yoksul ülkesinden  daha gelişmiş bir ülkede okuma şansını  elinde bulundurduğundan…… ‘mola’…’mola istiyorum hocam ! rica ediyorum, bir dakika ara ver yazmaya, söylemeyeyim, söylemeyeyim diyorum ama çığırından çıkarıp  başlangıçtaki temasından uzaklaştırarak günlük bir gazetede ya da sosyal medyada, internet sitesinde bir köşe yazarı tarafından yazılan izlenimler, görüşler, yorumlarla  dolu  makaleye döndürdün romanı,    nasıl bir kurgudur bu ? Bunları  niye yazıyorsun? Bak yazmasan sen kimse bilmiyor zaten bunları küçümseyici  bakışınla,  beni,  yazdıklarımı, romanımı önemsediğini, kötü bir duruma düşmemi  istemediğini  hissettirerek  yapıyorsun sende, herkesle aynı  dayatmacı  faşist tavrı gösterdiğini fark ettirmeyerek  hem de. Tamam acemiyim, bilmiyorum işte roman yazmayı ama madem dostumsun neden herkesten önce sen kırıyorsun beni?Başkalarından farklı davranıp eleştiriye hemen başlamayıp yazma zevkimi  kırmasan…  azıcık bekleseydin  belki senin düşündüğünden  çok daha iyi bir yola evrilecekti roman. Her zaman ki gibi yarardan çok zarar,  ne yazacağımı da unutturdun araya girmekle… evet ! Satre’ın  “var oluşumuza karışamayız ama ondan sonrasının sorumluluğu, kaderi oluşturmanın yükümlülüğü bize aittir” ni elinin tersiyle iten; daha, daha iktidarda kalmak, güçlenmek  için,  gelişimi, ilerlemeyi  durduracağından din, mezhep, tarikat, cemaat, etnik köken temelli  savaşlar yaratıp sanal düşmanlıklara blokeleyerek, kendisiyle alakalı  beceriksizliğinin, başarısızlığının, mücadele etmemesinin,  alıştığı konforda debelenmesinin , özgürlüğünün kısıtlanmasının sorumluluğunu   üzerinden atmanın yolunu da açacağı bireyi,   kitleyi; her şeyin şahane olduğu  yalanını durmadan yineleyerek sanki kendisinden daha iyisi gelmez ,bulunmaz düşüncesinde oyalayarak kullanma uyanıklılığında ki;  o coğrafyaya…o topluma egemen yönetenler; isyansızlığı, mücadelenin faydasızlığını, kabullenişi  getirdiğinden kaderi  doğulan Coğrafya kılan zihniyetin de baş destekçileridir. İşte sen ! şayet var idiyse  Tanrının kırk yılda bir de olsa iyi bir şey yaptığına inanacağın daha yeryüzüne …, …,    Marx,  Schopenhauer, Monet, Renoir, Rilke, Joyce gibi onlarca yazarı, sanatçıyı  ve  kimi zaman bir çocuğun  annesinden “iyi geceler” öpücüğü alma arzusu,  kimi zaman uyku, uyanıklık arasındaki muğlaklık,  kimi zaman Rönesans üslubundaki mekanları, kimi zaman etnobotanik dalına hizmet peyzaj, çiçek izlenimlerinden  yaratığı,  sınır kapısını istediği zaman açan…istediği zaman  kapatan apo Proust’u  göndermesidir’ demediğin,  Ortadoğu’da doğmanın  da  gözyaşı, keder, acı, savaş  getirdiğini de bilmediğin,  duyumsadığın kokuların, tattığın yiyeceklerin, gördüğün çiçeklerin, böceklerin, dokunduğun insanların  hayatının içinde  genel geçer  sınırsızlıkta  ilerlediği  zamanda; günde tek bir taksinin, dolmuşun, cemsenin geçtiği, geçim kaynağı olup karınları da doyurduğundan; koyunlara, keçilere,ineklere, tavuklara, camışlara (manda), atlara, süte, (hak) yumurtaya, salatalığa, sebzeye, buğdaya;   çocuklardan  daha çok değer verilen, itina gösterilen   dewa malarda, köylerde; yaşamadıklarından  şaplaklı, çimdikli, saç çekmeli  kabalığı sevgi sanan; on, on iki yaşındaki kız çocuklarını  ‘bu benim oğlanın eşekten yalnız iki kulağı eksiktir, amcan oğludur, akrabandır  evlen bununla,  sen aklısın idare edersin’  ilişkilerine   zorlamalı,  başkalarına göre  eften püften ama oradakilerin hayatını etkilediğinden  sonsuz öneme haiz birbirini kıskanan eltilerin, yengelerin, kaynanaların,  amcaların, yeğenlerin, gelinlerin  ‘bütün gün çüçe anam çüçe…anca otursun,  biz öküz, çamış  gibi çalışalım neymiş, şehirdeymiş işi ama ot, kavak  parası almaya gelince başta o koşuyor‘– ’a o mergệ Seterıj’de ki çayırı tek başıma tırpanladım, otları  bağ yapacağına gitmiş uyumuş dere kenarında ‘– ‘şu münafığa bak hele ! eline çay bardağı, yanına  gıle Hasena’yı almış, ma  a o lojının önünde konuşup duruyor  sabahtan bu yana.Hamur kabarmış taşıyor tekneden, çoluk çocuk aç  ekmek geç kaldı, sofra kurulacak, ne gam’lı; bazen  yanından su geçtiğinden  verimli  gördüğü arazinin kendisine verilmesini   istediği bazen  de  sattığı 100 kavak ağacından aldığı parayı bölüşmeyi istemeyen  erkek kardeşlerin atışmasına dahil olacak oğlan çocuklarının (Talo’nun)  amcasını (babanı)  kuzenlerinin  ( senin) gözünün   önünde  dövdüğünü görünce   bu defada diğer kardeşin  (büyük amcanın Talo’ya)  eline geçirdiği sopayla daldığı,  yumak halinde birbirine girişmeli,  yumruklu, saygısızlığın tavan yaptığı bitmeyen  kavgaların  sonrasında hiçbir şey yaşanmamışcasına birbirlerinin yüzüne bakacakları  aynı sofraya oturup yemek yeme riyakarlığını  koca yalan ‘akrabayız biz, aynı kandan…’ sığındırmanın ayıbını içte taşımanın da olağanlığında,  en az yirmi  kişiye ekmek, yemek yapan, sofra kuran, kaldıran, dereden çektikleri suyla bulaşık, çamaşır yıkayan, onca  kişinin oturacağı sandalye, kürsü, minder  ayarlayan, yaşı  küçükleri koğuştaymışçasına bitiştik nizam  yatırmak için  yer yatağı  hazırlayan, sürekli sıcak su bulundurmak için  ele ne geçerse ocağın üstüne koyup  bir ordunun ihtiyacı kadar iki üç çaydanlıkta, semaverde – yeniden demlenmeyip  ha bire üzerine sıcak su  eklendiğinden   çaylıktan çıkan – çay demleyen annelerin, kadınların ; çocuklarının ‘açım’, ‘su’ , ‘ne giyineceğim’ , ‘baksana! her tarafım kaşınıyor ‘ isteklerine ‘ karnım ağrıyor’, ‘İbo,  beni dövdü’ dertlerine  kayıtsız kaldığı,  belki de yetiştirilmesi gerekli onca iş arasında söylense   ‘hele bak, çok önemli bir şey mi bu?olmasa ne olur’ basitliğine koyacakları…suçlama, hayır !  annelerinden görmediklerinden akıllarından geçmeyen   çocukluğunda annenden almadığın;  yatmadan önce her akşam annesinden aldığı “iyi geceler öpücüğünü”   eve misafir (M.Swann) geldiğinde  alamamasıyla sancılı,  girdaplara  düşmesini manalandırıp bir yere koyamadığın; evlerin etrafını saran en sevdiğin reçelin hammaddesi,  üzerine limon sıkılarak kırmızılaşan suyuna kırtlama şeker batırılıp çay içilen Van’ın koca  yapraklı, mis kokulu güllerinden, Süphan dağı eteklerini kaplayan gelinciklerinden, lalelerinden haberdar olunan, tezek kokularının arasında burna değdiğinden  cennette  yaşanıyormuş  hissi uyandırıp ‘ yok dünyada bunun gibisi, nasıl bir kokudur bu yaydığın  beni benden alan‘ sevgisinde  yaprakları okşanmadan, güzelliklerine  bakılmadan ilgisizce  yanlarından geçilip gidilen,  ömrü solduğunda ‘elbet farkıma varacaklar’ inadıyla ertesi yıl yine açan, toplanıp , olmadığından  vazo da  değil  su bardağı ya da  şişe de odalara, salona  fresh, taze  koku  vermesi için konulmayan bin bir çeşit çiçeğin, adının ne olduğunu  ilaç için  çocuklarına anlatmayı düşünen tek bir ebeveyn çıkmadığından  ancak belki inanılmaz gelecek  ama onbeş, ondört yaşlarında ‘aaaa!!! ama…ama  bunların aynısını  dewa ma Badan’da, Kasman’da, Ameren’da   görmüştüm demek adı sümbülmüş ‘ şaşkınlığında nergis,  hanımeli, …, …,’yle   tanışıldığından  “yeşil hortumdan çıkan su damlaları gibi serin ve sert olan  Gilberte adını yaseminlerin ve şebboyların üzerinde yankılanırken duydum”  betimlemesiyle  harflere, sözcüklere resim yaptırtıp, ilk aşk tomurcuğunu  bir çiçeğin renginden alınan  ruhani doyumla; yumuşacık yastıklar üzerinde, ipeklere sardığı sözcüklerle anlatan  duygulardan, benzetmelerden fersah fersah uzakta; olması  için öncelikle   gidilecek bir memleket, gidildiğinde  karşılaşılan hepsini tanımanın imkansızlığında isimlerini de bilemeyeceğin elli teyze, bir o kadar amca çocuğu arasında kaybolan benliği ezilmesine,  varlığın önemsenmemesine alışılan; birbirlerine  sayan, söven  sonrasında hiçbir şey olmamışçasına gülüşen  riyakarlık…haydi bunlardan   dostluk, insanlık  bekle ! ha ben  oldum olası akraba sevmem hepsi dedikoducu,  parçalamaya hazır akbaba gibiler.Yedi kat yabancı  kardeşinden daha candır, daha samimidir’ yorumlarıyla sonlanan, genetik kodları, fikirleri aynı, yeni çevre, fikir ve bireylere açılmayan kapalılıkta;  bazen iyi, bazen kötü, bazen canından can,  bazen  canından bezdiren kalabalık topluluk;  akrabaların da   dimağda yer edindiği  yılların sonrasında;  yendiğinde, karşılaşıldığında ortaya çıkan  tadın, kokunun peşinde sürüklenerek  yaz tatillerini  geçirdiği Combary’e   atacak çağrışımı tetikleyecek çaya batırılan bir parça madlenli kek (kurabiye )  ya da özelliği olan bir yiyecek yemediğinden,  bir şey alınmadığından denesen de seni  ev damına, dewa ma  Badan’a götürmeyecek  ‘çaya batırılan bir madlen parçasından bu kadar cümle nasıl fışkırdı’ imrenmeni   apo ‘Proust’ da gerçekleşmişi var.Zaten herkesin kayıp zamanlarını dürtecek cinsinden hem de’yle bastıracak, büyükbabanın dokuyüzkırkaltı yılındaki depremde altında kaldığı yerde  yeniden aynısı yapılmış ev damı çe Resulde geçirdiğin; ”bırakınız yapsınlar, bırakınız üzerinden geçsinler” düsturlu  Türkiye devletince  yaygınlaştırılmış,   ilgilenmediğinden  sorumluluk yükletmedikleri  babalar gibi “saldım çayıra, mevlam kayıra” çocuk yetiştirme, büyütme tekniğini benimseyen ev damı kadınlarının; kendileri de aynı yoldan geçtiklerinden  üzerine  tereyağı sürdükleri, arasına çökelek, şanslı gündeyseniz bal kaymak bazen  soğan, yumurta  koydukları  yufka ekmeği,  bir parça  niyazı, çöreği  ellerine tutuşturarak başlarından savıp , günün geri kalanında kendilerini rahatsız etmedikleri müddetçe ne yaptıklarını, ne halt ettiklerini  merak etmemeleri  ev damındaki  on, onbeş çocuğu alakadar etmese de   yine de ‘ bugün  Cepanik yaylasına gittik, yolda Nade kenger sakızı nasıl yapılır size göstereyim mi dedi. Toprağın üzerine  çer, çöp gibi kısa  çalıları, otları  yana yana dizdi sonra  kengerin kartlaşmış kısmını çat diye ortadan böldü böyle süt gibi akan  bir şeyi  dizdiğimiz  çalıların üstüne tuttu, yine çer çöple kapatıp gizledi,  burada kurusun iki gün sonra gelir alır, çiğneriz dedi. Sonra bir kayanın üzerinde sarı, siyah,  kahverengi böyle kum gibi  bir şeyi ufak  taşla kazıdı, tuluktan azıcık su döktü alın size  kına diyerek tırnağımıza  (bu esnada parmağın iki  boğum yeri gösterilir) buraya, buraya sürdü çaputla  bağladı.Ben güzel olmaz diye  yıkmak istedim, bırakmadı, çene rahat dur, bekle dedi sonra çeşmede yıkadık.Bak ! kına gibi  mi olmuş ?‘ keşiflerinin sevincini  kıran  ‘eree çenek sırsı mı? Adamlar kapıda çay bekler, çekil önümden, sonra anlatırsın’ koşturmasında ‘ evlat mecburen bakıyorsun, atsan atılmaz ha satsan kim  alacak’ modunda   katlanılması gereken  nesne muamelesi, ‘ne yaptın bugün, nerelere gittin’  meraksızlığı  Badan’daki yaz tatillerini lunaparkta gitmekten daha eğlenceli, daha gizemli   geçirmenin   nedeniydi de.

Eğitimleri de ne olursa olsun hayatlarında kim varsa   hep  hizmet beklediğinden i ‘haydi kalkın, güneş doğdu çoktan, ne duruyorsunuz, çabık, çabık ‘ guguk kuşlu  çalar saat yaşlıların,  uykuyu haram ettikleri,  şafaktan   gece yarılarına fabrikadaymışçasına   bitmeyen  iş akışında fırsat bulurlarsa  ‘eree  ne olmuş, ne? biri de dese yazıktır, günahtır  bu kadına,  öldü açlıktan…waye,  insaf bana   bir  çalkama (ayran) yap , ben  de ekmek alayım’la  a oraya çöküp  yemek yerken, kırtlama  çay içerken ancak çocuklarıyla konuşacak yazgılarının;  eziyet, fakirlik çekme, horlanma, değişmeyen  mansplainingle  eşitlendiğini  öğreneceğin ilk yer  dewa ma Badan’da , Xasıma (Kasman) da  a o  yüzdendi işte, çocuklarıyla ilgilenmesini erteleten sağdığı malların sütünü kaynatmak gibi bekletilemeyecek  işlerin  önceliği çene ma,  kızı Saime ölmekteyken  yorgunluktan göz kapaklarını açamamasını  anlayabildiğinden  acıdığın   teyzen Sare’nin, kadınların peşine takılıp mala gitmek; oturduğu görülmediğinden ‘niye bütün işleri hep sen yapıyorsun?’  üzüntüsünde  zayıf mı zayıf, kızıl saçlarıyla  gözüne diğerlerinde  farklı görünen elinde  bakır,  alüminyumdan   bakraç,  sırtında deri tulum ( meşk)le yola revan annenin amcasının kızı Fikriye’nin; onlarca hayvan varek, bızek, beran, tükş’ün arasında ev damına ait  keçileri, koyunları tanımasının hayretinde   ‘çene, çeniii, şu kulağı yırtık sarı bızek var ya  o da bizimdir, bıjı bere ( hadi getir), korkma bir şey yapmaz’ komutuna uyup yakalamak için düşe, kalka koşturulan  keçiler, koyunlar ağızlarını   büzülerek çıkardıkları ‘şışşşş, bırrrr, bürürü’ sesleriyle   bir bacağından tutulup önlerine çektikten  sonra  kalçalarına     şaplaklar  indiren kadınların  ‘sakin, sakin ol… güzel kızım’ la sevecenliğinde  sağıldığında, bakraçta köpüren süte bakıp; ‘hayvan deyip geçme, onlarda kendi evlerini tanırlar’ önermesini   haklı çıkaran  yemleri; samanların, ot yığınların da   depolandığı  evin biraz ilerisindeki  “kom”larda kalan   koyunlar, keçiler gibi otlaklara,  yaylaya (ware) çıkarılmayan, çobanın sabah lıp akşama doğru köye getirdiği büyükbaşların; inek, dana, camışların (manda)nın  herhangi  bir şey yapılmasına   gerek kalmadan kendiliğinden sürüden ayrılıp taş, toprak  zeminli  ahıra  girmelerini izleyip;  bazen akşama doğru, bazen sabahın kör vaktinde evin önünde ya da lojının olduğu mutfak da  tavana  asılı  kalın halata,  bir ağaca ya da üç ayaklı (Sepi) Sêpik’e   içine  yoğurt, soğuk su doldurulduktan sonra bağlanan  keçi,  koyun  derisinin  sıcak suyun içine  daldırılarak kıllarının yolunduğu,  üzerindeki yağlardan arındırıldığı  epeyce  zahmetli  işlemler sonrasında ortaya çıkan kızıl,  siyah renkli tuluk ( meşk)in   ya da   tahtadan  yagukun kapakları  kapatılır kapatılmaz ileri, geri  hareketlerle iteklenmelerinden  çıkacan  çalkalanma sesi duyulur duyulmaz yataktan fırlayan  ya da  nerede bulunuyorsa ordan  koşularak yayık yayanın yanında biten çocuklara   ‘ben yapayım’- ‘çenei…çenei , laoo, lacek rahat durun, o kadar iş var daha, bırakın da bitireyim, oyalamayın beni,   gücünüz yetmez yorulursunuz’ direnmesine  ‘yorulmam ben, sen dinlen, a o taşa  otur biraz, biz yaparız’ yalvarmasına  ancak on dakika  dayanamayacağı  bilinen  ’errrr,  tamam’la havlu atan büyüklerden genellikle de Fikriye’den koparılan izinle  yayığın başına geçilen anda  ayranın çalkalanmasının “tık, tık, tok tok” ritmine  karışan  dere Çor’un,  Mengéli’n, köpeklerin, tavukların, ineklerin sesi “oooo, eroo memo, memo’ bağrışları,  senfonik  bir konser veriliyormuşçasına köyü inletirken, teknolojik devrim sayesinde her şeyi somutlaştıran görselliğin; dimağı tembelliğe iterek düşünme, yaratma, hayal etme yetisini azaltıp, duyguları ifade edecek yeni sözcüklere, betimlemelere ihtiyaç bırakmayacak 21.inci  yüzyılda dewa ma Badan’da sülale ortamında yaşayacak Proust ‘un;  kalabalıkta hiçlenen benliğin  devinimini, acısını, aşkı, ölümü, umudu nasıl,  hangi  sözcüklerle dile , hangi betimlemelere sığınacağının  merakında,  kim bilir  belki de bu yüzyılda  ‘imgelemeler, izdüşümler, sözcükler arasında debelenmeye ne gerek?  yormayayım kendimi; vereceğim  linki tıklayarak görün işte neyi betimlediğimi, anlattığımı,  hissettiklerimi  de  arada sıra da blog’umda  yayınlayarak yazma  hevesimi tatmin ederim, hepsi bu.Hem istediğini  fotoshoplayacağın  görsellik varken artık yazında betimlemenin sonunu kutlayabiliriz dermiydi  acaba?’ yı  düşündüren multiculture de;  yukarıda yazdığın cümlelerle nasıl yapıldığını, ne olduğunu, şeklini şemalini  ifade  edemediğin  meşk, yaguk  olayını http://galeri.netfotograf.com/fotograf.asp?foto_id=40832;http://www.erzurumgazetesi.com.tr/haber/yayik-geleneğiyasatiliyor/56519;http://rojnameyannewroz2.com/emekci-kadinlardan-bidemet-yayla-kadinlari-ve-asiklar-14364.html   şu üç  linki tıklayarak  görebilirsiniz yazarak okuyucuya  anlatmayı denesen mi ?? heyezanında debelenen, şayet  yazınla uğraşanlar böyle bir yol izlese, kitap okunan ülkeler listesinin sonlarındaki  Türkiye’de pek   revaçta olacağından bu yazın türü,  ortalığın  20, 30 sayfalık romanlardan geçilmeyeceği edebiyatın cenaze namazına davetiyede çıkarılmış olunmaz mı? Senin bu  tembelliğe serenatlı uyanık aklına tüküreyim ben daha  fazla uzaklaşma e mi evladım? devam et yazmaya; arada  sırada  yaymaya ara verilip kapağı açılan meşke, yaguka  parmak daldırıp  ‘oldu’, ‘az kaldı, beş on dakika daha’, ‘offf bitti nihayet’le çalkalanmaktan köpük köpük  ayranın  döküldüğü,   içinde  çamaşır da kaynatılan,  yıkanmak için su da ısıtılan kara kazanların üzerinde  toplanan yağlar ( ronu teze’nin) elle topak  yapılarak  bakraçtaki  soğuk suyun içine atılması sonrasında odun ateşinin  üzerine konan kara kazanda çürütülen  ayranın  beyaz tülbentlerden, kevgirden süzülmesiyle  kışın, yazın  yenecek çökelek (dorak) deri  tulumlara hava almayacak biçimde  iyice, elle bastırılırken bazen   araya tereyağı konulan  ‘hoş dorak’ yapımında bulunmalı;  yer yer paslanmış, emayesi, kalayı dökülmüş  tencereye konulmuş buğday,  yemek artıklarıyla yemleme ardından     yakalamak için kovalanan tavukların  kümesine girip  toplanan yumurtaları  bazen peşine düştüğün  üstleri kirlenmesin diye önlerine önlükten geniş peştamal takan kadınlardan farklı, hiçbir yeri kirlenmesin diye  elbisesinin  üzerine lastik geçirilmiş etek giyen, muhasebeciler gibi kolunun  yarısına kadar çektiği siyah  bez kolluklar kullanan titiz anneannenin  eteğine  koymalı bazen de toprak, saman, su karıştırarak yapılan kerpiçleri kürekle kalıplara dökmek,  uçsuz bucaksız  geniş   alana serilmiş dizi dizi  kerpiçlerin üzerinden atlamak, aralarında oluşmuş  labirentli yollarda koşmalı ucundan kıyısından tutulan onlarca faaliyetin, etkinliğin içinde kimse karışmadığından akla esen de  yapıldığından dağ, tepe, çayır, orman gezilirken   susuzluğun  çeşmeden,  kıyısında ya da ortasındaki bir taşa oturup ayakların daldırıldığı dereden giderilip  açlığın da   toplanacak kenger, yemlik, elma, yabani armut, erik, alıçla bastırıldığı  saatlerin  nasıl geçtiğinin habersizliğinde; altı , yedi ay kar, kış altında  geçirildiğinden ve babanın  yıllık izni de  değeri büyük  salatalığın, sebze ve meyvelerin  ancak yenildiği, başakların olgunlaşıp sarardığı  harman zamanına denk geldiğinden (ma şérére cıwéna ser) haydi harmana gidelim, dövene bineriz’ eğlencesiyle  dibe vurmak için harman alanına uğramadan akşamın edilmeyeceği çocuk zamanlarında; ufak  taş köprüyle karşı kıyısına geçilen  deré Mengelî’le arasında bir iki ağaçlık mesafede  neredeyse bitişik , iki erkeğin çimen, uzun sazlık çalılıkları ve   kamışlarını  bükerek yaptığı kalın ot halatlarıyla bağlanmış arpa, buğday saplarının; samanlarının  üç çatallı bir sopayla  yerleştirildiği  öküz arabasında  ya da insan, at, eşek  sırtında taşınarak  istif de edildiği harman alanına dağıtılan olgunlaşmış başaklar; altına kesici çakmak taşlarının çakıldığı, boyunduruğa koşulu, ezecekleri  buğdaydan ( usareden)  yemesinler diye ağızları kalın  bezle bağlanmış iki öküz, manda, atın  çektiği önü hafifi kalkık tahtadan döven ( moşene ) de bir nevi arabadaymışçasına uçurulmak; kendisi de on iki yaşında evlendirildiğinden, ölmeseydi teyzen Leyla,  onun da diğer  beş kızı gibi  on iki yaşında “kocaya” verilmesine susacak, kız çocuğu için evlenmekten başka bir alternatifi varsaymayan  ve dahi o yaşlarda (yedi, on ) ellere tutuşturulan ibrikle suladıktan sonra odaları , evin etrafını ta Palakaya kadar süpürmeyi iş görmeyen çene Küçükağanın ‘bahardır.Murat yükselmiş; çağıldıyor, gürlüyor, yıkıyor geçiyor.Her yer, köprüler  sel altında,  kimse geçemiyor karşıya, Turna bakmış  yükseklerden insanların acizliğine seslenmiş  Murat’a  “ suyun yükselmiş Murat, Turna’nın umrunda mı ? qulıng gotıye, ava Muradệ rabuye xemệ min e”  siz kızların ki de Turna hesabı. Evde iş, güç mü var, çeşmeden su mu getirilecek, odalar mı süpürülecek, sofra mı kurulacak,  varsa yoksa tıro vıro işler; gez, toz.Yarın, öbür gün gideceğin el, evinde senden dövende oynama istemez,  iş bekler, iş…’  öfkesine değerdi değmesine de,  altındaki başağı  sapından samanından ayırmak için durmadan dönen hayvanları  ayakta idare eden büyükler bir tülü işe ara vermek istemediklerinden   dakikalarca dövenle dönme,  ortaya çıkan hışır, hışır ses, buğday,  çimen, ot, çiçek karışımı  kokuyla ağza, burna giren toz, toprak   mide bulandırıp,  başı döndürüp, göz kararttığında “bir anı”  kollayıp,  atıverirdin kendini otların arasına. Bir dakika dursana!  sadece bir tavsiye yanlış anlama   yazanın kurgusuna müdahale değil amacım da ama okuyucunu “harman dövme” , “Eskiden Harman Dövmek (Kovmak)”,” Hey gidi hey…”, “Eskiden harman döğme gem sürme döven sürme böyleydi”  başlıklı Youtube videolarını izlemeye yönlendirsen  dövene dair  bunca satırı yazmazdın ki öylesi bence çok daha açıklayıcı olurmuydu ???? işaretli olsa da ultra post, post modern yazıncılık daha mantıklı değil mi? Böylece okuyucun da amcan kızı  Leyla’nın vefatına giden sürece bir an önce dahil olur.Ya ben de biliyorum, bilgisayarmışçasına ard arda tık…tık… tık açılan bir çok pencereden her şeyin;  duyguların eşliksizliğin de  “tak…tak…tak”  süratinde,  çarçabuk  izlenerek olup bitmesinden yana insanların fazlalığındaki  bu ultra modern Alfa çağda , uzun satırlarımın sıkılmadan okunmayacağını  ama üzgünüm her  ayrıntının  önemli kıldığı  geçmiş; belirlediğinden  geleceği; ultra Alfa okuyucuyu  bu anlamda memnun edemeyeceğim, benden karşılayamayacağımdan  beklentisi olmasın. Daye kurbane cane !  sıkıldıysan… yine de , kim bilir,  belki ilerleyen sayfalarda kendinden de bir şeyler bulacağın  sürprizlerle karşılaşabilirsin. Ve sapından, buğdayından, arpasından, çavdarından  ayrılacak kadar dövenle çiğnendiğinde kürekle, tırmıkla harman alanının ortasında  koni biçimi verilerek  toplanan, bazen ertesi güne bırakılacağından düşecek çiğden,  yağacak yağmurdan korumak için üzerlerine naylon geçirilen  ‘pencereleri kapatın, ambarda, kilerde, ortada  açık bir yiyecek bırakmayın her yer  toz, toprak  dolar şimdi’ uyarısını yapan ağızlarını burunlarını leçeklerle, bezlerle  kapatmış erkekler; genellikle  akşama doğru rüzgarın estiği yöne göre başakları tanelerinden, samandan ayıracak  savurma işlemine koninin tepesinden aşağıya doğru inerek  başladıklarında; öksürük sesleriyle  birlikte  göğe yükselen kalın,  ince  sarı, bejimsi  toz bulutu köyü karartırken, saman, toprak karışımı çer, çöp  de her yere; bostandaki meyveye, sebzeye,  kirpiklere,  saçlara, elbiselere konmasının ertesinde  önce iri ardından seyrek gözlü  kalburdan, elekten   geçirerek taştan, topraktan buğdayı, arpayı, çavdarı  ayıran kadınlara, erkeklere   güğüm, testi, bakraçtan ziyade  hafifliğinden taşıması kolay alüminyum   kovalarla  çeşmeden soğuk su taşımayla görevlendirilmiş çocuklar da bezlerin, naylonların  üzerine serilecek çiği karnı ağrıttığından arakladıkları buğdayı, mısırı   ordan buradan buldukları teneke, kullanılmayan kap, kacağı üzerine koyacakları iki taşın altında yakacakları  ateşte   kavururken, çuvallara, tenekelere konulan buğdaylar  öküz, el arabalarında veya  sırtta taşınarak   köyün değirmenine götürülürken,  evin ihtiyacı için ayrılan     yıkanıp, kara kazanlarda haşlanır, kalbur, bez üzerinde  kurutulur, azıcık ıslatıldıktan sonra her evde bulunan  ‘koca taş nasıl böyle yuvarlak hale getirilip, üst üste konulmuş’ la nasıl yapıldığına akıl sır erdiremediğin    döndürmekten yorulup bırakacaklarını  bildikleri  çocukların denemelerine ses çıkarılmayan  taş  ya da tahta kollu  taş  el değirmeni (distar)yle, çe Taluda kom’un yanında toprağa  gömülü koca dibek taşında  bir çocuğun kaldıramayacağı  ağırlıkta  ağaç,  taş tokmaklarla bir tenekesi  için iki kadının ayakta en az   2 saat kol gücüyle  dövdüğü  buğdayın  bulgura dönüştürülmesi  de dahil  hava kararmadan gün ışığında bitirilmesi gerekli   gece yarılarına kadar  sürecek bi dünya işin aceleliğindeki   kadınların,  hiç olmasa gece dinlenen arılardan daha fazla çalıştığı yazda;  ancak çok acıkmışlarsa  yanına uğradıkları, koyunlardan kırpılan yünleri dere de   taş üzerinde tokmakla yıkma gibi keyifli  işlerinde yardımlarına koştukları  ebeveynlerin;  kendilerini  geç ya da hiç fark etmeyen  ilgisizliklerinin  ruhlarda yara açmaması herhalde çocukluğunda herkesin  aynı  tavırla  karşılaşmasından dolayı bunu da yaşamın doğal bir parçası  kabullendikleri   hengamede göz önündeki  ip gibi arka arkaya dizilmiş  yuvalarına yiyecek stoklayan çalışkan  karıncaları;  peteklerine girip çıkan arıları;  “insanların arasında da yalnızlık duyulur, dedi yılan… Ve geceleyin gökyüzüne baktığında bütün yıldızlar gülüyor gibi olacak… Yalnızca senin gülen yıldızların olacak! ” okuduğunda Can’a,  gözlerinin bir o yana, bir bu yana salınmasının ardından gelen “bu neydi şimdi”  kalakalmış   ifadesine  bakıp  ‘Küçük Prens’i anlayan bir tane çocuk varsa kör olayım’ derken  filmlerde sık rastlanılan yan yana uzanmış iki kişi arasında   ‘yıldızlar nasıl da parlak, bu ben, şu da sensin, bak yıldız kayıyor haydi çabuk bir dilek tut’ repliğini tekrarlatacak “gülen yıldızları”  gözlemenin düşünülmediği  Champs Élysées’deki dükkândan satın aldığı akik bilyeleri hediye edecek Gilberte tarzı roman okuyan, müzik dinleyen, şık giyinen  zarif  arkadaşlardan bir haber; Marcel’e  “kuşkonmazların pembe tuniklerinin üzerindeki gök mavisi hafif taçlar, tıpkı Padova fresklerindeki Erdem’in çelenk yapıp başına taktığı, sepetine sapladığı çiçekler gibi ince ince, yıldız yıldız çizilmiş olurdu” göndermeli ucuz bucaksız hayal dünyasının kapılarını aralayan  dimağı, yetisini  geliştiren; Kasman da  şiir yazan dedenin “baba oda”sında iki  raflı cam kapaklı küçük dolapta gördüğün  birkaç  kitap  dışında şehre okumaya gönderilmişler getirinceye dek   ev damlarında kendilerine de okunmadığından, okumadıklarından  okusunlar   diye   Aya Seyahat, Define Adası, Tom Amcanın Kulübesi, Çöplük, Çocuk Kalbi,  Dede Korkut Hikayeleri, Cin Ali hatta Nasrettin Hoca fıkraların bulunduğu  kitaplarından bir tanesinin  bile çocukların eline tutuşturulmadığı büyük düşmanı evin içindeki üvey baba, üvey anne kılan  dünde;   Valdermort’u defetmeyi  planlayacak Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu’na kabul edilen Harry Potter, Alacakaranlık (Twilight) ta  nasıl oluyorsa kan emen  ama sevimli vampirler Bella, Edward ;  cadı Sabrina, Selena, Spider Man  olunmak istenen Narnia Günlükleri,  Netflix  izlenerek büyülünen bugünde;  yediklerini, içtiklerini görgüsüzce paylaşıp, sosyalleşmeyi de  kendileri gibi düşünen, hisseden yüzlerini görmedikleri Twitter, Whatsapp, Facebook, İnstagram  kullanıcılarıyla yazışma, mesajlaşma  algıladıkları,  filmleri, dizileri  gerçek kıldıkları sanal   dünyalarında  acı çekmeden, sevgiden   hayatın gerçeklerinden uzaklaşıp sorunlu olmayı seçen,  acı çektirmeyi de sevebilen  Z , Alfa kuşağının Edward’a  Justin Bieber, Selena Gomez’e ağlayıp, üzülmelerine bakıp  sanki “Öyle Bir Geçer Zaman Ki”nin Ali Kaptan’ı,  Üvey Baba’da ki Halil Güneşli’den farkıymış gibi Lamia’ya ağlayanları eleştirmelerinin de  bal gibili saçmalığında;   saman kağıda basılmış, imla hatalarıyla dolu kitapların yerini almış televizyonların Lamia çilekeşliğini çektirdikleri  Küçük Emrah, Küçük  Ceylan’nın oynadığı   Üvey Baba’nın,  Küçük Besleme’nin bin beteri dramlarla dolu  Prime Time’larını kaçırmamak için gecelikli, pijamalı, eşofmanlı, tepsisine kumandasını yanına çay meyve,  çekirdek, kek  tabağını koymuş yaşayamadıkları ama olmasını, yapmayı istedikleri, düşündükleri ne varsa, aşk, zenginlik, patronluk, çete reisliği,  kariyer, eğitim, ve kültüre sahiplik, özgürlük ; ne varsa, hepsini   tadacakları  içinde bulunmayı  sevdikleri, özlem duydukları  evlerde, konaklarda, işyerlerinde başkalarının, yakınlarının  yaşadığı hayatlarla dolu Bay Yanlış, Sen Çal Kapımı, Çukur, Aile, …, …,   dizilerinin, Esra Erol,  Müge Anlı, Zühal Topal’ların   realite Show’larının sadık izleyiciliğinde   ‘ iyi ki bir  dizi çektiniz;  durmadan sabah akşam tekrarlamazsanız hatrım kalır’ demeden, usanmadan on yüz bin kere de tekrarına bakacakları onlarca Geniş Aile,   Aşk-ı Memnu, Öyle Bir Geçer Zaman Ki ‘nin senaristlerinin  yönetmenlerinin , yapımcılarının  yazdıkları  ne idiyse, yazdıkları aynısıydı  diye düşündüğün Kemallettin Tuğcu’ya  ait bir romanın uyarlaması filmin, dizin yorum kısmına   ‘bir eğitici, öğretmen bu tür  psikolojisini bozacak ağlak kitapları nasıl tavsiye eder  şuncağız çocuklara?’  ifritiyle yüklenilmesinin acayipliğine dalış yapmadan özellikle taşralı  dar, orta  gelirli sınıfın okumaya meraklı çocuklarını,bir nesli kederi önceden öğretmenin ne gereği vardı, kederi öğreneceği bir coğrafya karşısındayken demeyip  hayata hep hüzünlü tarafından baktıracak   “Tuğcu Sendromu”yla tanıştırıp, gereksiz merhamet gösterisine kalkışmalarının en… en önemlisi de  kendilerini  kötü hissettikleri  anda bile,   babasını kaybedip annesiyle şehre taşınan, orada türlü sıkıntılar yaşayan , pek çok tanıdıkları öldükten  seneler sonra döndükleri köyün tamamen yanmasıyla karşılaşan bir çocuğun  başından geçeni anlatan az önce bitirdikleri  romanı hatırlayıp  “olsun  her şey bundan daha beter… kötü olabilir”  kanaatkarlığında  kaderciliğe  teslimini başardığından,  kesinlikle, üzerine en az dört beş tez yazılması gerekli   “her sakat biraz üzüntü içindedir ve içine kapanıktır… Ben onun (annem) için iç acısı idim. Beni sakat doğurduğu için gizli gizli ağlardı” ruh halinde   camdan seyrettiği oyun oynayan  mutlu çocukları  görmeye dayanamadığından belki de  Öksüz Oğlan, Ana Hakkı, Kolsuz Bebek, Sokak Çocuğu, Baba Evi, İçler Acısı, Yavrucuk , Yetim Malı … gibi acıklı isimler koyduğu hemen her romanını “çocuk acı çekmeli” ana fikrinde   temellendirerek;   annesi babası hasta ya da annesinin , babasının ölmesi yetmezmiş gibi üstüne fakirlik  çektirdiği  yavrucaklara üvey anne ya da babası tarafından yapılan eziyetlerle doluluğundan  büyünce tek satırını  değil   her birine yüzlerce gözyaşı döktüğü   hatırlanan; ilk okulda  öğretmenler “ okuyun” tavsiyesinde bulunduklarından,  yatağa uzanıp   fotoroman gibi ard arda,  gözyaşlarını sile sile okumanın  etkisinde kendilerine kızan, bağıran , tokat atan   annelerinden  ‘üvey anne misin? kötü davranıyorsun? bohçacı kadından alınan üvey çocuk muyum?’ şüphelenme dışında, ortamlarında karşılaştıkları, gördükleri gaddar  acımasız  büyüklerin  taklit edildiği  ‘çocuk acımasız’lığında;  AP’den senatör  akraba vasıtasıyla tayinini Van’dan Ankara’ya çıkaran babanın yaptığı  gecekondu yaptığı mahallenize iki, üç  kilometre  var, yok uzaklıkta az ötenizdeki  Ulucanlar cezaevinin avlusundaki kavak ağacının altında, 6 Mayıs 1972 tarihinde   sabaha karşı saat 03’de idam edilmelerinin  %98 ‘inin sevinçle kutlayacağına güvendikleri  Türkiyelilere  müjdelemek  için yıldırım, ikinci baskı yapan gazetelerin neredeyse hepsinin ortak  “ Gezmiş, İnan, Aslan idam edildi”  manşetlerini ‘oyyy ananız ölseydi ! Allahım, gece yarısı  asmışlar’ gözyaşlarıyla okumasına, ‘ bizim Selvi bugün  bana  ne desin ? iyi de nasıl geziyor bu insan denizde’ hayretine,  teyzen Selvi’nin de    inanması zor ama gerçek ‘ ben  Deniz’ in isim olarak  bir insana takıldığını  bilmediğimden, Deniz, Deniz diye duydukça adını, sanıyordum ki  denizin üzerinde dolaşıyorlar’ açıklamasını  yaptığı  her gün sabah,   öğle, akşam ajansında radyoda aranan “anarşistler” listesinin bir numarası olarak  adı okunan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yakalanıp  tutuklandıklarını radyodan öğrendiğinde  ‘  vah…vah… yazık çok zulüm yapacaklar, öldürecekler  bu gençleri’  üzüntüsüne mantıklı bir açıklama bulmadığın,  ilkokulu, beşinci sınıfı  bitirdiğin yıllarda  söylemlerini, yaptıklarını, işleyişini  onaylamasa bile ‘ ne yapayım Partimdir, vereceğim oyumu, şimdi Baykal’ı beğenmiyorum diye koca partiyi mi gömeyim? ’le vazgeçmeyeceği  ‘babadan, atadan CHP’liyim ben’ gururuna sabitli sadıklığını, fanatikliğini ‘ geç git kızım, rahat bırak  ben vermem, vermem  oyumu senin istediğine’ kızgınlığına dökmesine gülümsediğin tam hatırlayamadığın ama  dur…dur  hiç unutmayan annene sorsana ‘ evi öyle yapmışım çiçek gibi,  tertemizdi  tamam ben dışarı gittim geldim ki evi öyle yapmışsınız karıştırmışsınız, çocuktunuz tabii, oyun oynamışsınız..Dedim yazık günah ben sabahtan akşama temizliyorum tamam Hakife bacıyla oturduk çay içiyoruz dışarıda, bahçe de  o ağacın dibinde.Biraz kaldık sen geldin beni çağırdın gel dedin  , dedin evin tertemizdir geldim ki kapının önünde kum vardı,  eteğine koymuşun, getirmişsin halıların üzerine bir ton kum koymuşsun.Hadi dedin şimdi git temizle..’ –‘bunu ben mi yaptım? aaa hatırlamıyorum inan’–‘ben nasıl ağladım, Hakife abla, Allah rahmet etsin o da benimle ağladı, dedi ki sen hiç moralini bozma benle sen şimdi gider bu halıların hepsini çırparız….hepimiz çırptık ondan sonra temizledik getirdik serdik.Bir de  sabahleyin temizliyordum böyle çiçek gibi yapıyordum süpürgeydi ya neydi?Dışarı çıktım geldim ki,  böyle her taraf yere atmış yastıklar, a o  yataklar darmadağınız,  ulan dedim bir de  baktım ki yoksunuz.Bağırdım ulan  nerdesiniz mahvettiniz beni. Herkes girmiş somyenin altına, hiç unutmuyorum Mısto’yu da taşımışsınız.Bir gün sordum dedim tamam siz saklanıyorsunuz somyanın altına,  Mısto’yu niye götürüyorsunuz ?Ama dedi tabiî ki götüreceğiz o bizim kardeşimiz ya sen onu döversen?  Doğum yapmışım Oğuz’a küçüktü daha kundaktaydı bende helva yaptım, siz helvayı çok seviyordunuz bende helva yaptım…sana’yla , Ayşe’ye. Van’da Karayollarının lojmanındayız, hazırladım sizin önünüze koydum  helvayı dedim yiyin.Bende  dışarı çıktım geldim ki bebeğin başına oturmuşsunuz, helvayı çocuğun  ağzına koyuyorsunuz…le..le, le, le  bebekti, bebek, yeni  doğmuştu.’gülüyorsun  ‘büyük bir fırsatı kaçırmışız, öldürseydik üç yaşında ben, iki yaşında , Ayşe kim ne diyecekti ?’ –‘hele bak sen! duyan ?Nasıl düşkündün kardeşlerine. Başucunda oturmuşsunuz ben dedim  ‘ayyy kız ne oldu? kız ne yapıyorsunuz?’  Çocuk böle aaa boğuluyor.Sen dedin ki ne  yapacağız?  biz helva yedik ona da  verdik.Ya yavrum bu çocuk bebek, helva yemez,  olmaz kızım olmaz dedim. Böyle  damağına yapışmış helva, böyle çıkardım aaa bu kadar (bir lokma yapıyor parmağıyla) iyi boğulmamış’ –‘ sanki boğulmadı da ne faydası oldu memlekete, ailesine, karısından başkasına?’ –‘ ben anlamadım o kadar tutkundunuz kardeşlerinize, ne oldu? Eee tamam, şimdi yıllar geçti, birbirinin ağzına sıçıyorlar.Böyle  yerde sürükleyip götürüp koyuyordunuz yatağın altına çocuk küçüktü iki yaşında var ya da yoktu o da geliyordu hemen.Niye yapıyorsunuz bunu, eee bizim kardeşimizdir, döversin.Allah şahittir ben çocuklarımı dövmedim.Niye öyle diyordunuz bilmiyorum ama babanız dövdü, çokkk.. Yalan söylemeyeyim, ben bir çocuğuma tokat attım.O da her zaman edepsiz olan Gilda’ydı bir gün a o beter Gilda yine  sabah babanın peşi sıra çıktı akşam döndü eve.Telefon yok, yol yok, otobüs yok , başına bir şey geldi  diye deli oldum   ben baktım bu geliyor  nasıl rahat  ‘nerdeydin bu saatte kadar?’ –‘halam kızı Vaide’yle Kızılay’a indik, gezdik’–‘madem öyle bunda ne var haber verseydin istediğin yere gitseydin’ dedim geçti gitti ama anam  Gilda bu baş edemezsin yine giyinmiş, kuşanmış ya ortaokulda daha , nereye gidiyorsun  diyorum bana söylemedi . Öyle bir tane vurdum ki Gilda çantasını omzuna attı  gitti, hadi defol  dedim. Gilda kadar beter bir çocuk dofandı, belaydı bacı bacı ooooy oyyy  kız sen benim hakkımı nasıl ödeyeceksin? Yine bir gün beni kızdırmışsınız valla sebep ne  şimdi hatırlamadım,  durun hele ben sizi  döveyim artık’ dedim, a ordan   sandalyeyi elime aldım  tabii yine patır patır somyanın altına, baktım sen karşıma dikildin ağlıyorsun ‘ben küçüğüm, beni, kardeşlerimi  değil  gücünün yettiğini döv’  dedin’ – ‘o yaşta  muhtemelen seni döven babama suskunluğuna itiraz etmişim’ –‘ bilmem kızım da o günden sonra ne zaman pataklamak geçse içimden, senin sözün aklıma gelir , vazgeçerdim.’ çocukluğunu,  ergenliğin savrulmalarını büyüteceği çocuklarının yanında  yaşadığından ‘hiçbir çocuğum beni anne olarak görmedi, onların,çocuklarının hizmetini yapan biri oldum hep’ ukdesinde,  destekledikleri farklı  sol örgütlerin  sempatizanı yapmak için yarışan üniversite sınavlarına hazırlanan dayılarının ( amca oğulların ) anlamını bilmediği ‘şimdi bu faşist diktatörlük koşullarında….duymasın eniştem, yatsın öyle anlatırım… ‘ lı  sesiz, gizli  konuşmalarından ,  okulda kötülenen anarşistlerden yanalıklarını, kavrayamadığın  nedenlerle  askerden  korktuklarını  hissettiğinden  ‘bemrad,  benim canımı yedi  bu kız, rahat durduğu yok anam’  kızgınlığındaki  mutsuz  çocuk gelin  annenden intikam almanın yolunun ondan daha güçlü gördüğün askerlere şikayetten geçtiğine kanat getirerek; sıcak havalarda,  sarkıttığın ayaklarını  geceye, rüzgara emanet ettiğin altına konulmuş  somyanın üzerine çıkıp açtığın pencere camından;  bir caddeyle ayrılmış mesafe yakınlığındaki  Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayının nöbet tutan erlerine  ‘askerler dinleyin! annem anarşistlerin,  Deniz Gezmiş’in arkadaşı ‘ haykırışını  duyduğunda alı  al  suratıyla koşup , kolundan tutu camı kapatmasına engellemek için debelendiğinden kan, ter içinde  kalarak  elinden kurtardığı   kulpuyla pencereyi  kapattığın da ‘veyyy  ya Hızıro Kalo,  nedir bu başıma gelen.Hiç  mi demedim ya Ali? Kızım sen, deli misin? Ya  duydularsa… bırak askerleri ya komşular duyduysa…ne olur halimiz, babanı alıp götürürlerse’ çırpınışları yaptığının çok, çok  kötü, bela getirecek  bir şey olduğunu anlattığından  bu defa seferde korkudan, üzüntüden  ağlayacak hale gelmiş  pişmanlığın bakışlarına yerleştiğinde;  olayın şokunda başını yumruklayarak  dolanıp    ‘ ahhh Allahım, ya Bozatlı Hızır  yetiş, yardım et …ne yaptın? Ne yaptın? ya gelip beni alıp götürseler, hapse atsalar.Vudayy  kim bakar size’ söylenmesinde    ‘kim bakar size’  vurgusu  babanın eve getireceği   üvey anne ya da  üvey baba tokadının (dayak yemediğinden değil)   daha bir acıtacağını sandıran  ispiyonlamanın sebebi hikmetlerinden ; coğrafyanın hüznünden, acısından, savaşlarından, yoksulluğundan, bitirilmeyen düşmanlıklarından  soyutlayarak  pembe bir dünya  sunmanın  abesliğinden belki de  her evrede karşılaşılacak  ” hiçbir zaman iyiler kazanamaz, her öykü de  mutlu sonla bitmez” mesajıyla hayata hazırlama rehberliğin yerine getirdiğinden okunmasında beis görmeyeceğin   Kemalettin Tuğcu’yu;  buz sularının geçmesi için ayaklarını daldırdığın,  kaya  büyüklüğündeki  taşlarının  üzerine basıp düşmemeye çalışarak  karşı kıyısına geçtiğin,  köylülerin dinlenme, gençlerin elle ya da dinamit patlatarak  balık avlama, sevgilileriyle buluşma yeri, onlarca  aldatmanın, kaçamağın sırrını gizleyen    deré İn’in,  deré Mengelî’n  sesine karışacak hıçkırıklarla  okuma zevkinden  azat edildiğin, uzak tutulduğun     ‘amcam kızı Leyla’yla öldüğü , o sene vedalaştık mı, ne dedik birbirimize son kez, acaba Ankara’ya gideceğinden bahsetti mi?’ sorularını   karanlıkta bırakan, o günlere ait  silik, bölük pörçük  birkaç anıdır işte; bugüne kadar getirdiğin, çocukluğundan.

  III BÖLÜM

Ahhh ! benim  yüreği hep yangın yeri  Şairim; birlikte oyun oynamanızı sabotelediğini  düşündüğünden ‘ uykusuzluğuna çare  bulacağım’ diye kız kardeşim  Gilda (o)’nın, 22 yaşında  antidepresan Laroxy’e alıştırmaktan çekinmediği,  İstanbul’dan ziyarete  gelmiş  –büyüdükçe içinde taşıdığı  küçük Gilda’lığını ortaya serecek– kızı Bella’yla   sohbetinizi engelleme adına  yaptığı; minderlerini, halıya attıktan sonra tepesine çıkıp  üzerine atladığından  iskeletine oturmak zorunda bırakıldığınız koltukta da elleriyle yüzüne doğru saçlarını dağıtıp kulağının dibinde avaz avaz  “lailaiii laii”  bağırmalı,  anlık dikkatsizlikle düşüp kolunu, bacağını kıracak, kafasını yardıracak tehlikeler barındıran  Nirvana  yaramazlıklarıyla bezdirdiğinden   ayaklandırıp seni;   yere saçtığı minderlerini toplayıp koltuğa yerleştirirken  ‘ama yeter artık! ‘ la kızdığın,  ‘otur bakayım buraya !  azıcık da çizgi film izle ‘yle  kucaklayıp televizyon karşısına oturttuğun  Can’ın  fotoğraflarını çekmeyi de unutmadığın günün  akşamı, yastığa başımı koyar koymaz ‘niye kızdım…bağırdım ki ? çocuk nihayetinde  ’ li  düşüncelerin etkisinde ‘ya annesine, babasına ‘ bana kızdı gelmesin,  istemiyorum’ derse’ kaygısına da düşürdüğünden yaptığın,  intihar etmeyi düşünecek kadar üzüldüğünden, derdini birine anlatarak rahatlama ihtiyacında  ‘ böyle böyle oldu… kendimi çok kötü  berbat hissediyorum, uyuyamıyorum…perişanım….intihar bile edebilirim’ telefonunu açtığım  Gilda’yla olayın tanığı Bella’nın  ‘ama teyzeciğim, kendini bu kadar da kahretme,  o da  bugün çok yaramazdı, dayanılır gibi değildi, kim olsa eninde, sonunda patlardı’ sözleriyle az da olsa  sakinleşmene rağmen  yer edinmiş  ‘ inandım, sen ! cidden delisin,  bunda üzülecek ve var ? dövdünse… kızdınsa… bağırdınsa… ceza verdiysen  ne olmuş ?   bunlar sana da yapılmadı mı? hangimiz dayak yemedik… evden kovulmadık… arkamızdan atılmadı terlik, tekme ama  şimdi  çocuklukta, ergenlikte başımıza gelenlerin, yaşadıklarımızın  kaçını hatırlıyoruz,  o da bizim gibi unutur gider’ tavrına  sığınıp uykuya dalamayarak kendini suçlamaktan  vaz geçememen ; “ ortada anımsatacak hiçbir veri yokken… durduk yerde “ denir ya bazen benim  kafası dağınık yazarım  ama değil, Türkiyelilerin ölüm, yas  karşısında takındığı kaderciliğe, umursamazlığa isyanının doğal seleksiyonunda Ankara’da,  karın yağdığı bir kış günü annene sordurduğu  –‘ teyzem Sare (a)’in kaç çocuğu öldü?’ sorusuyla  Varto, Kasman, Badan, Van, Ankara  hattında radarına takılan; şu an içinde bulunduğumuz, bulunulan  dünya vatandaşlığına  uzak,  küçük, bireysel cehennemimizin, cehennemlerin  yaratıcıları,  hepsi de yalancı ebeveynlerin “uslu çocuk olur bizi…büyüklerini dinlersen her şeyin yolunda gider”ciliğine uyulmasına  karşın,  tokat gibi çarptığı suratta iz bırakan; yaş ilerledikçe yalnızca bırakmakla kalmayıp, tesadüf etmediyse de sana, yaşayanı da vardır ama çoğunlukla,  güzel olmayan belki öyle olmadığından insanın yıllarca  yanında taşıdığı “serkeşliğimizin iplemezliğimizin, sessizliğimizin, itliğimizin, yiğitliğimizin, kopukluğumuzun” karakterimizin, insanlığımızın, saygısızlığımızın, ötekileştirmelerimizin, sevgisizliğimizin,  itaatkarlığımızın mayası; akla her düştüğünde  soğuk terler döktürten, bazen  irkiten  bazen  de; İlkokulun bitirildiği  Van’dan Ankara’ya gelindiğinde; komşunun rahatsızlanan eşine takılan serum şişelerinin lastik kapaklarının silgi  kullanıldığını” bilmediğinden  okullu  olmuş  dört  kardeş arasında ki  silgi kavgasına ara verilip, üzerine geçirecek naylon  bulamadığın gazeteyle kapladığın defterlerin, kitaplarınla  ortaokuluna başladığın Çankaya Lisesinde  özgüvenini parçalayarak  hayatın boyunca her şeyden çekinmenin, her yerde kendini yabancı, itilmiş hissetmenin nedeni; ne kıyafetinin, ne konuşmanın, ne düşüncelerinin, ne de ten renginin benzemediği yaşıtlarının ‘anlamıyorum konuşmanı’yla vurguladıkları farklılığının…farklılıklarının  utancıyla,  hediye  alamadığından ne Emel’e, ne de bir başkasına  “ ne zaman mendil görsem, ilkokulda doğum gününde arkadaşıma hediye  götürdüğüm mendili hatırlarım” konuşması yaptırtacak doğum günlerine katılmadığın, ailece hiç pikniğe gitmediğin; farelerin, karafatmaların cirit attığı ”ya fare kulağımı yer, burnumu ısırırsa” endişesiyle  büzüşerek yer yatağında  yatılan  sobalı;  kavganın, dövüşün eksik olmadığı  mutlu yuvanda ! gün boyu  babanın isteklerini yerine getirme,  altı çocuğa  bakmanın  yorgunluğuna  geceleri de ‘karşıdaki İsmail’in gecekondusunu kiralamış moda evinde çalışan Sakine ‘nin  getirdiği ‘ tam şu şeyin İsmail’in evi vardı ya  gecekondusu karşımızda, Malatyalı bir çocuk, ilkin  onlara kiraya verdi,  taşınıp gidince onlar sonra Sivaslı  bir kiracı Sakine geldi . Ada moda evinden , gelinlik, nişan , sanatçıların, pavyonda çalışanların  giydiği elbiseleri getiriyordu, hem çalışıyor, hem de  götürü iş alıyordu önlerine, yakalarına, kollarına boncuk işliyorduk, dikiyorduk. Bir tanesini unuttu bizde , a o dolabın üstünde bohça içinde duruyor yeşil tuvalet, üzerine gri gümüşi pul işlediğimiz. Parayı alıyordum ,vallahi bilmiyorum  çok fazla bir para değildi. Niye yaptım? sen  okuyordun,  yapıyorduk para gönderiyorduk, çocuklardan Ayşe’de  yardım ediyordu’– ‘yazık sana, çok yoruluyordun onun için..’  –‘yorgunsam…yorgundum, ne yapayım’la   el iş  yaparak aile bütçesine katkısını da  eksik etmeyen,  tatlı istediğinde çocukları  un helvası kavuran, çamaşırı, bulaşığı  elde yıkayan anneye yardım için küçük yaşta  temizlik,  yemek yaptığın, leğende çamaşır yıkadığın, baktığın  kardeşlerinle  Eylül ayında mahallede  traktörlerle satılan bol çekirdekli  Hasan Dede üzümlerinden kasa kasa alınmasına sevindiğin, çocuk istismarının, tacizin  orta yerindeliğini konuşmak istemediğin anda farkında olunmayan geçen mevsimlerin buğusundaki  akan  zamanlar da  büyüdüğünde; ‘istemiyor olsa da Tanrı,  adaletliğine kanıt diye,  bir kerecik mutlu olma fırsatı verdi işte geride bırak… yürü be!’ dediğin…denilen  beklenmeyen  anda  bir  ‘merabaaa, beni hatırladın değil mi’  sözü, bir hareket, bir ses, bir gülüş, bir kokuyla geri gelip ortalığın  altını üstüne getiren yaşama bakışa, ilişkilere  yön veren; kimi an  tökezleten… kimi an  koşar adımlatan ama  hepsinin   iç burkan olduğu, olacağı  öyle söylendiği, nasihat, tavsiye edildiği  gibi de unutulmayan…geçip gitmeyen… kapatılamamış nice  hesap  içeren,  Freud’un  “karakter oluşumunun depolama süreci” sayarak üzerine;  hepsi melek doğan,  bir kenarda ebeveynlerini, etrafındakileri, olan, biten  her şeyi sessizce izleme sonrası bireyin, yetiştirildiği şartların kendine biçtiği  rolü  uygulayarak şeytanlaştığını öne sürdüğü “psikanaliz”ini  inşa ettiği  çocukluğa dair amcan kızı  Leyla’nın ölümüyle  belirginleşen, bugününe  getirdiğin yüreğe, dimağa  ömür boyu  çöreklendiğini…  yerleştiğini bildiğin(m) binlerce berbat anının  peşi sıra sürüklendiğinde,    çok garip diyecektin;  hayatımda senden önce  var olanların…yoldaşların… kaybettiğim Haldun’un değil de   barizliğine  karşın nedense diye yazmaktan,   cevabın ne olacağını asla öğrenmeyeceğimi  bile bile merak etmekten kendimi alıkoyamadığım şeylerden birisi de,  yaşasaydın herhangi bir yerde… sosyal medya platformlarında “çocukluğun iç burkan anıları” başlığını,  # hashtag’ini  gördüğünde  acaba  aklına önce hangi; ömrünün kısacıklığını düşünememe…tahmin edememe rağmen,   bugün  hiç olmasa  o saatleri istediğini yaparak uyumadan  geçirmeni sağladığımdan huzur duyduğum,  öğlen uykusuna yatmak istemediğini ama  öğretmen kızar diye gözünü kapayarak uyuma  numarası  yaptığını anlattığında,  o kadar çok üzülmüş, bunalmıştım ki  ertesi gün hemen   Minik İzler  kreşinin yöneticisi Gülay hanıma  ’çocuğun  psikolojisi de dikkate alınmalı,  uyumuyorsa zorlamayın, oyun odasına götürün, başka bir şey yapsın’ uyarımla rahatlayarak  geçirdiğin  günler mi ? sadece birinci sınıfını okuyacağın ilkokula dair ilk üzüntülerinden  ‘kalbim acıdı’yla şikayet ettiğin, annenin de öğretmenini aradığı Ege’nin koluyla karnına vurması mı ?  A4 kağıdına  senin yeni öğrendiğinden eğri büğrü  el yazınla mavi, sarı,  gri   Can,  Nil,  muz 20, 19 rakamlarını, benim de  ‘11.01.2016 tarihinde Can Kocataş,  Kayra’nın Melis’e “karpuz kafa” dediğini duymuş.ve çok üzülmüş .Can bir daha karpuz kafa diyenleri asla afetmeyecekmişşşş ‘ yazdığım  o gün mü ? Teoman Erel parkında yaşıtlarından Berk’in istediğine uyarak dikenle topunu patlattığını fark eden  annesinin elinden tutarak getirip  senden özür dilettiği Sarp  mı?  yoksa anlatmadığından bilmediğim  başka bir   hatıra mı  düşecekti merakı da ;  başta;  annem, çevremdeki; Bahman Ghobadi’n Niwemang’ın da  ki tanımadığım bir köyün, tanıdığım dewa ma Kasman’ın, Badan’ın; hakları çalınmış her defasında engellendikleri başkaldırı için çabalayan kadınların;  ellerindeki  herhangi bir yerde ya  bir ilahinin huşusu ya bir ölümün yası  ya da bir  zafer kutlandığında sesi duyulacak  erbane’lerinin,  sağ el darbesiyle birbirine, derisine çarpan zillerinin feryadı,  âleme çığlık çığlığa pervasızca dağılırken, gök kubbeye çarpan avazı; neşeli  görünen sonrası hüzünlü şarkıdan daha beter geçmişiyle,  hep üzüntü, hüsran dolu  anılarla geri dönüp böğrüne saplandığında,  sol yanın da akşamın sönen güneşi gibi hitama erdiğinde, bütün yaralarımızın, çektiklerimizin, yapamadıklarımızın, özlemlerimizin, hayal kırıklıklarımızın bol  kıvamlı  cerahatinin  cûş u hurûşa getirdiği benliğimizle; bir o yana, bir bu yana devrilirken; girişi güneşin doğuşu,  yükselmeye başlaması gibi hareketli,   gümbürtülüyken bitişi hazin, solgun ve fakat  yine de rengârenk bir gurûba benzeyen; bazen uzayan, bazen kısalan  içinde çokça kayboldukları…kaybolduğumuz hayatlarını, iç burkan anılarını; bilmem, duymam beni  yeise itmekten, insana güvenimi, inancımı  sarsmaktan başka hiçbir işe yaramamış, kırılganlıklarımı yok edememişken,  seninkini bilmemin   yaralarıma merhem olamayacağını   öngördüğüm  halde belki de  içinde  çokça  yer aldığım, var olduğum hayatında yaşanmışlıklarımızdaki eksikliği kapatma  isteğimden miydi Can!  bilemedim. İnatla Ömer Seyfettin kurgulu  projelerini önüne koyan, erbanenin derisine vuran her biri, birbirinin aynı o minik zillerin sesleriyle örtülmüş her mazlum’un  bir Hüseyin,  her zalimin  bir Yezit olduğu hayat…sen !  ufacıcık bir dalgayla yıkılacak çürüklükteki  deniz  kumuyla inşa edildiğinden, her an  tuzla buz  olacak, hiç birimiz için iyi değildi denilebilinecek, denilecek  dünün,  geçmişin masumluğundan… günahlarından… yaralarından sızıp suikast düzenleyecek,  çocukluğun yaz tatillerinin mekanı; Emin Alper’in “Kız Kardeşler” filmini seyrettiniz mi? İlk sahnelerden birinde  Havva’nın geri döndüğü kapısını açıp içine girdiği evin, duvarlarını, eşyalarını görür görmez sahneyi dondurarak    seslenmiştin  ‘ anne ! çabuk gel,  bak !  evler   Kasman’daki , evlerin  aynısı; taş, aralarında tahta serpilmiş duvarlar,  sac çatı; odaya baksana!  köydeki mutfağın ‘bon’un  aynısı,  ortada  Lojın, süpürge değil mi o , yanındaki? o bile aynı, biri bana anlat deseydi ‘köyünü, yollarını, dağlarını  ancak bu kadar anlatabilirdim,  köylüleri de’ sinemanın büyüsü, sahiciliği   bu işte’den ziyade betimlemeye yetersiz kelime dağarcığın, yazındaki yeteneksizliğin kurtarıcısı oldu bu film? Yoksa köyünü doğasını, yaşayanlarını tasvirlerken nasıl da zorlanacaktın oysa şimdi okuyucuya,  çocukluğumuzun geçtiği yer, yakınlarımın yetiştiği ortam  aynen   böyleydi, az biraz farklı olsa da köylülerde bunlar gibiydi seyret olsun bitsin, diyerek  belki de otuz, kırk sayfalık anlatımı otuz satıra sığdırın .Eeee tabii alfa, Mars çağının aklı bu. Gulamın taşlamaların etki etmez zira bir birey olarak var olamamayı, konumlanamamayı; taciz, tecavüz, istismar sınıfsal çelişkiler arasında dal budaklaşmış kötülüğün normalliğini,  klasik beyaz yaka stoikliğinden beslenen ;sosyoloji de bilinen anlamıyla kent kültürünü özümsemeyip sadece biçimselliğini, görünüşlüğünü  yaşayan ki, emin ol    Bella’nın, çocuğu,  torunu bile olmayabilir; en az üç, dört  nesil sonra  biattan, yandaşlıktan, ötekileştirmeden kopmuş medeni,  kentli bireylere, nesillere ulaşacaktır bu toplumda;  şehirli , okumuş, aydın, entelektüel vs..vs süslü sıfatlarla anlamlandırdığı   kendine has feodal, burjuva karışımlı ahlakıyla kurduğu imparatorluğunda,  sürekli   bir ‘ ne güzel  köy; yaşamalı… yerleşmeli ‘ coşkulu doğaya dönüş sendromunda; okumuşluğunun getirisi devletle bütünleşip  ortak muktedirliğini iş, torpil ayarlamada  kullandığından, velinimetle birlikte beye,  Efendi’ye, sahibe, patrona, ağaya  dönüşüp, köyün kavaklarının satışından, havasına sözünü geçirten, evlerine köyden  hizmet için götürdükleri  çocuk yaştaki besleme kızları geceleri odasına kapatan, bazen  “mide bulandırıcı bir hümanizmin sözcülüğüne”  soyunan,  bazen  abartılı merhamet gösterisi sunan  ama hep köyden,köylüden bitmeyen istekleri, beklentileri  olan onlarca  doktor Necati’lerin dewa ma Kasman, Badan, Zengen,  Darabi’deki iz düşümleri Velié Ağaé’yı , Memilé Talo , İbrahimé Talo’yı; Alié Haydaré Zeynelé, hakim Atillaé Mehmeté Şerifé’yi;,  devrimci Alié’ Hikmeté’ İbrahimé,  Selimé Hüseyiné’ni  bir   Emin Alper  kamerası kadar saçamazdım ortalığa ( yapan varsa da o ben değilim) keza çatışmaları, bunalımları, yıpranmışlığı, sırları sandık gibi taşıyan, dinmeyen  devinimde, akıl ve akıl dışılıkta gidilip gelinen  hikayelerin , olayların  merkezi “Kız Kardeşler” in o tek odasına, annenlerin  mutfak ‘bona ma’ya  sıkıştırdıkları geçmişleriyle, sakladıklarıyla yüzleşmeye açık gibi görünmelerine rağmen  hep yarım bıraktıklarından topaç gibi  sürekli etrafında dönüp durdukları bastırdıkları duygularının, özlemlerinin ardına düşemeyecek çaresizlikteki kadınlar; öksüz Reyhan, Nurhan, Havva  gibi çocuk gelin çene Küçükağanın, teyzen Sare’nin, Selvi’nin,   doktora götürülmeyi beklerken son nefesini veren ortanca kız Nurhan’la aynı sonu yasamış Leyla’nın, Ceylan’nın, Belkıze’nin geleceklerini belirleyen   kızlarını besleme olarak bir  kapıya atmayı amaç edinmiş; kucaklarında buldukları mutsuzlukta belki aradıkları mutluluğu değil ama ufacıcık bir mutluluk bulacakları   sonsuz tekrarlı “size üç nankör kız kardeşin hikâyesini anlatayım mı? anlat demekle olmaz”  fıkrasını anlatan,  kendisini herkesten  akıllı  gören    “ baba Şevket “ in    muadilleri  başlık parası  açgözlülüğündeki   Memilé Talo’ların,  Velié Ağaé’ların,   Alié Hüseyiné’lerin,  İbrahimlerin, Hasane Resulé’lerin; “Kız Kardeşler”in köyündeki  yıkılmış, kapanmış  madenden kömür “tırtıklayan” köylüler gibi odun için ormanlarını kesenlerin,  kurulan muktedirlerin erkek sofrasındaki sohbetinin  ortasına dalıp   herkesi kızdıran saplantılı bir ısrarla  ikide bir   iş isteyen  “ doğruları dillendirme hakkı vurulan deli damgasıyla  sabotelenen çoban Veysel’lerin, Haticelerin  dewa ma Badanı ,  Emeranı, Zengenası,  Darabisi, Kasman’ında; şimdinin eski köyünde;  geliri  iyi olanların iç,  dış cephesini evlere  temizlik havası katan   kokusuyla gecekondu  klasiklerinden; tenekede, alüminyum kazanda,  leğende, hemen oracığa açılan küçük  bir  kuyuda  söndürülmüş  kireçle badana;  diğerlerinin çimento  niyetine de kullanılan, kışın soğuğu geçirmeyecek tuğla şeklinin verildiği tahta  kalıplarda kurutulan kerpicin de hammaddesi  saman,  sazlık, kamış, ot  bazen de kalitesini arttırmak için  kil eklenip  suyla  karılarak  çamurlanmış toprakla  sıvadıkları, idare  lambasının, kap kacağın,  maşrapanın, kepçenin, günlük kullanımdaki  tahta kaşıkların,  ıvır zıvırın  konduğu bugünde niş, oyma denilen,  çamurdan, tahtadan çıkıntıların, rafların da bulunduğu ; genellikle ev damındaki kız çocuklarına yaptırtılan  toz kaldırmasın diye önce  plastik ibrikle sulanıp sonra ele ne geçmişse ondan yapılmış  ot, çalı , hasır  süpürgeyle süpürüldüğünde öksürtecek toz bulutuyla  birlikte kokusunun odayı dolduracağı   zemini toprak; duvarları el uzatılsa bulunacak  fazlalığından inşaat  malzemesi yapılmış  birbirinden farklı ; aralarına pencere, kapıları da destekleyen yatay  biçimde konmuş  birkaç sıra tahtanın üzerine döşenmiş kesme taştan,  kerpiçten ya da tahtadan… –karışmayayım dedim, dayanamadım  olacak şey değil? madem yazacaktın  evlerini Kasman’ın  ne diye okuyucu Kız Kardeşler filmine yönlendirdin, “nerden baksan tutarsızlık”, he baoo, he tutarsızım ne yapayım?Onca insanı kabullendiniz her haliyle  bana gelince mi bu itiraz, kabullen beni de  böyle, ne olur – her gün  otlamaya çıkmış malların keçilerin, koyunların içine girip, çıktığı  bazen tek, bazen  iki ,bazen  üç oda,   misafirlerin ağırlandığı geniş  salonlu; çoğunluğu düz,  sac   çatılı   yıkık…dökük  otuz  belki de  kırk  evde  yarı sağlam birkaç odanın kaldığını bilen bir  çobanın,  bir evsizin,  belki çatışmadan,  askerden kaçan bir gerillanın  gecelediği Bingöl, Cepanik, Şerafettin dağlarının donduran, ten karartan rüzgarından, soğuğundan korunmak için sönmesin diye bir duvarın, diğeriyle kesiştiği yerde,  yakıldığı yeri karalaştırmış  ateşin külünün…kırık bir  cam parçasının…‘içinde kim bilir  kimin resmi vardı’yı  düşündüren kenarı kırık  kahve renkli ince  tahta çerçeveli bir  fotoğrafın…her taş, her kerpiç, her tahta,  her yerinden sökülmüş çivinin bıraktığı izin  ip uçluğuna bağlı hayatların sesini  bastıran metruklukta arada  önüne çıkan  kaya büyüklüğünde  taşların, üzerine basa basa ilerlediğin dar toprak yollarda, bir zamanlar uğruna ‘kardeştir,  akrabadır’ demeyip  adam öldürdükleri şu an  ine,  cine bıraktıkları  malların; ineklerin, koyunların,  keçilerin otladığı arazilerinde, tarlalarında, bahçelerinde  yürüdüğünde; ıslak  yeşermiş yosunlu taş duvarında “M.Ş ARMAGANI 1950” yazılı çeşmenin paslı demir borusundan gece , gündüz devamlı su akması ‘ eree, a o  Mengel köyünün oradaki   dağlardan,  Cepanik ‘e  geliyor bu su, hiç kesilmez’ denildiğinde  çok…çok  uzaklığından o  dağı hiç göremeyeceğini anladığında ‘baoo  hayret ! bilmiyorsun  Mengel değildir artık Alabalık köyü diyeceksin’ düzetmesiyle; orta yaşlarda sorulara alakasız cevaplar verdiren, nereye koyduğunu unutup  yarım saat aranan  TV kumandasını mutfak tezgahında  bulduran  “bu kaçıncı soruşun bugün Perşembe” zılgıtını yedirten, sağ olsun koca Türkiye Cumhuriyeti devletinin  büyük  başarısı   tarumarlığın… bilinmezliğin içine çektiği  çocuk dimağ; Gımgım’ı, Gümgüm’ü Varto’dan,  Badan’ı Teknedüzü’nden,  Kasıman’ı  Köprücük köyünden uzak ,  farklı köyler, yerler  sandığından ‘yarın Gımgım’a gideceğim, piyimle (piyemi) baba’yla ‘  havasına   ‘beni de babam  Varto’ya götürecek’  karşılığına teyzen kızı   Nade’nin  ‘ wıdayy …ma…eree a bu çenek Lol(u)ıj’a , Lolıj…hera her, Varto’yla, Gımgım…hayret bo ! şehirli güya,  aklı fıncık’a, aha bu  kadar’la alay etmesine benzer onlarca anının silikleştiği zamanlarda, bir web sitesinde “Berivanların At Sırtında Zorlu Yolculuğu; Kasman köyünde az sayıda kalan Berivanlar (süt sağan kadın), yüksek rakımlı yaylalarda otlayan koyunlardan süt sağmak için at sırtında zorlu bir yolculuk yapıyor….” okuduğunda,  Ali’nin Eli, Hüseyin’in Uso, Hasan’ın  hEsen, Haydar’ın Heyder , Heydo, Güllenin Gılo, Lütfiyenin Lüto, Mustafanın Mısto, Mehmetin Memo  telaffuzuna da alıştığın  ev damında çe Taluda;  çobanların ikindiye  doğru köyün dışında bir yere, mezreye; süt sağmaya ( beriye)  getirdikleri  malların sağım seanslarını kaçırmamak için  telaşlı   ’beppooo  geç kaldık, haydi gidelim (be! maşıma)  beri’ye’ seslerini duyduğunda, çene İbrahimé  Alié   (Ali ağanın oğlu İbrahim’in kızı)  teyzen Fikriye’nin, çene Resulé Talu; amojın Fatma’nın peşinde koşan sen, çeneni yorup Fikriye’ye, çene Mehmet Şerifé  Alié Hatun ve Sara’ya,  çene Kamerî  Sofué İbrahimé Benevşa’ya,   teyzeli (xalı), halalı (Emıke (a) ) sesleneceğine hepsine– dağ çiçeği ismi olarak kullanıldığını da duymadığın–‘Berivan ‘ demek  işine geleceğinden,  günlük konuşmada yer alsaydı  hayatta  unutmazdım  diye  düşündüğünden; kimsenin aklında değilken varsa yoksa para,  satın alabileceği şeyler, arzulandırma, arzular  üzerinde yürüdüğünden  artık ne public, ne de halkla ilişkisi kalmamış inanılmaz  bir PR (public relations ) çalışmasıyla !!!! rahatsızlık verdirmeyeceği  resmi ideolojiyle  uyumlu, Türkiye Kürdistan’ına otantik bakış açısı denemesine girişen  arabesk piyasasının; Sibel Can’la ülke  gündemine arzı endam ettirdiği, sesi güzellerin ‘hadi patlat bi….. dinleyelim’ kabusu, popülerliği sonrasında; ‘süt sağan kadın’ dışında, Google’da görselini göremediğin ama    “kayalık yerlerde yetişen ve etrafında hiçbir bitkinin yaşamasına izin vermeyen bitki türü”yle   tanımlanmış  Berivan ’nın anlamıyla ilgili   spekülasyonlara ‘ ben ne etrafımda, ne de ev damında tek kişiden duymadım,  biz Zazaca da hiçbir zaman süt sağmaya giden kadına  Berivan demedik, Kürtler demiş olabilirler’le ömür boyu dert yandığı  ötekileştirmeye başvurarak  kendini, sülalesini  Kürtlerden  virgülle ayırmayı  ihmal etmeyen annenin beyanı  karşısında; bilemedin en fazla 3000  metre uzakta yan yana yaşadıkları, ortak pek çok kelimesi bulunan aynı dilin farklı lehçelerini konuşanların bile aralarında  bir kelime ve  anlamıyla ilgili  mutabakata varamadığı topraklarda; tehcir  öncesinde 15 hane de 80 Ermeni’nin yaşadığı , 1900’ler de  10 Ermeni,  30 Kürt’ün hanenin varlığından bahsedilen, 1965’de 464 nüfusa sahip,  Emeran, Ameran, Amaran, Amoran,  Hamaran, Canarn da  denilen, kayıtlarda  1912 yılında Amarak, 1928’de Ömeran yazılı köyün   1967 sonrası Onpınar ; Kalamaki’nin Kalkan; Makri’nin  Fethiye;  Nif’in Kemalpaşa; Parsa’nın  Bağyurdu  Türkçeleştirilmesinde  görüleceği üzere; Batı dan Doğuya, Kuzeyden Güneye  genellikle de  Kürt coğrafyasında;  nerdeyse  köylerin büyük bölümünün Ermenice  isimlerinin; bir coğrafyanın  merhametten, adaletten, geçmişe, değerlerine  saygıdan, sevgiden  habersiz acımasızlığını,  yıkıcılığını, demografik yapıyı  alt üst etmesini  karakteristik özelliği yapmış kibirli ulus devlet  yönetenlerinin, destekleyicisi yazarlarının, medyanın sürekliliğini  kesintiye uğratmayarak,  farklı  saydırdıkları her millete, dine, mezhebe ait folklorik zenginliğine,  türkülerine, geleneklerine,  kültürüne, yemeklerine, isimlerine uyguladıkları  “Güneş Dil Teori (1935)”li ırkçılık, tehcir, asimilasyon getirecek anti demokratik, anti vicdani politikalarından “Türkçeleştirme”yle,  Onpınar gibi on farklı ismi olmasa da, bir köyün en az üç isimle anılmasının çocuk akılda yaratacağı bulanıklık umur değil, dünya kadar mesele  durur ve de hiç gereği  yokken,  sırf Türkçeye benzesin diye Türkçede bile anlamı bulunmayan isim değiştirmeyi marifet, devrim sayanların eğitim, kültür düzeylerine, ses uyumuna  göre  uydurdukları  harf topluluklarına dönüştürerek,  onca yaşanmışlığı bir anda  sıfırlayan,  her  ismi değişikliğinde yerleşim yerlerinin bir kez daha… yine…yine…  yeniden işgalinin resmi  geçitliğine;  ölümü, tecavüzü,  acıyı, vahşeti, tekerrürüne…Vandallığına karşı durmak her  insanının boynunun  borcuyken; ümmetin ümmetliğinden  hesabını sormadığı;-savaş, salgın, kıtlık, pahalılık, seçim, darbe, göç  vari herhangi bir sebep öncesi, sırası ve sonrasında; bozulan siyasal,  ekonomik koşullardan ötürü toplumda  karmaşa,  boşluk, düzensizlik hakim olduğunda, işler iyiye gitmediğinde, sistemin  egemeni güçler sorumluluğu üstlerine alıp gereğini yapacaklarına, çözüm üreteceklerine; sarf edecekleri belirli bir etnik köken, dini inanç, ideoloji, cinsiyet  sahiplerini hedefleyen militarist, hamasi söylemlerle kışkırttıkları kitlelere   taşlı, sopalı  saldırı, yağmalama, linç  talan içerikli her türlü öldürme, maddi hasar verme kastıyla şiddeti de uygulattıkları;  önceki çağlarda da vuku bulmasına karşın, sonrasında da başı sıkışan tüm otoriter, faşist yönetenlerin başvurduğu dünde, bugünde ve dahi yarında da  geçerliliğini hiç yitirmeyecek  yöntemlerden, kayıtlara geçen tarihin  ilk pogromunu;  1881 yılında İmparator II.Aleksandr’ın öldürülmesiyle  tahta çıkan,  beceriksizliğine karşı oluşan  öfkeyi, hoşnutsuzluğu kendinden, yöneticilerinden uzaklaştırıp dikkatleri başka kesimlere yönlendirmediği takdirde tahtını,  gücünü  kaybedeceğini hesaplayarak yarattığı hayali  düşmanı…düşmanlığı   ete kemiğe  büründürüp, gerçeklik kazandırmak  için; 34 yıl sonra meydana gelecek İstanbul’un güzide, elit  Beyoğlu, Florya, Nişantaşı  semtlerinde ve  Anadolu’da yaşayanları  galeyana getirerek  yıllarca içten içe zengin yaşam biçimini kıskandıran  faşist duygularını köpürten aynı işi, apartmanı, bahçeyi  paylaştıkları komşularını katl ettirten, mallarına el koydurtan,  ibret olsun diye  meydanlarda  sallandırtan, kadınlarına taciz, tecavüz ettirten Ermeni Tehcirini, 6/7 Eylül olaylarını, Aşkale Çalışma Kampına sürgünü tetikleyen gazete manşetleri, asılsız rivayetler gibi siyasi, ekonomik başarısızlığını üzerlerine yıkarken,  hedef tahtasına koyduğunda  geçmişte  İsa Mesih’in çarmıha gerilmesinde sorumluluk atfedildiğinden ve de  ticaretle uğraşmalarından,  zenginliklerine irrite olmalarından  dolayı   geçim sıkıntısındaki  fakir,  sivil halkın desteğini kolayca alacağını da  bilen saray ve çevresinin  el altından yaydıkları; II.Aleksandr’a suikast yaptıkları söylentisine; atılan yemi gagalarken arkasından  yumurtası alınan tavuk misali inanıp, hiçbir şeyden şüphelenmeden, sonucunu düşünmeden  arkalarında devlet mekanizmasının olduğundan emin kitleyi harekete geçirip  700’ e yakın köyde, kentte kadın, yaşlı, çocuk demeden onlarca  Yahudi’nin  sistematik   katlini III.Aleksandr’ın  planlayıp  gerçekleştirdiğinden Osmanlı İttihatçıları haberli miydi, biliyorlar mıydı ??? bilinmez ama İttihatçı borazanı haline getirildiğinden askerlerin başına gelenler Payitahtta duyulmasın diye gerçekle alakasız,  ordunun Kafkasya’ya doğru muzafferce  ilerlediğine dair yalan beyanda bulunan başta Tanin,  gazetelere, mecmualara yayın yasağının  uygulandığı I.Dünya Savaşında Sarıkamış Harekatında  90 bin askerin donarak telefinin bahanesi,  izahı için yaratılan suçlular; Müslüman olmayan azınlıklar; Rumlara  sonrasında tehcir  edilen Ermenilere, Süryanilere yönelik “Memalik-i Osmaniyye’de Ermenice, Rumca ve Bulgarca, hasılı İslam olmayan milletler lisanıyla yad edilen vilayet, sancak, kasaba, köy, dağ, nehir, ilah. bilcümle isimlerin Türkçeye tahvili mukarrerdir”li,  “özgürlük, kardeşlik,  eşitlik” şiarlarındansa; terör dönemini örneklediği Jakobenciliğiyle gururlanan kendisini; ‘yaratmasaydın’direnciyle işin içinden çıkılacağından,  otoriterliğini, egemenliğini yalnızca yaratmanın sağlamayacağını tahminlediğinden, üzerlerinde sonsuz güç kuracağı bir nevi Anayasa işlevi gören Kutsal kitaplarıyla  belirlediği kurallarına, ayetlerine uymayanlara yağdırdığı cezalarını‘istediğim gibi olsan… davransan,  dediklerimi uygulasan…yapsaydın, sınavımdan geçer, başına bu kötü olaylar  gelmez, mutlu mesut yaşardın’la  kılıflayıp,  haklılığını da savunduracağı onlarca katakulliyi, kötülüğü, entrikayı  piyasaya arzdan  da   geri kalmayıp böylece  başlarına gelenlerin nedeni gördükleri yaptıklarından, davranışlarından dolayı kendilerini suçlu hissederek, bunalıma düşecek kullarını ötekileştiren,  düşmanlaştıran  Tanrı’sının  yeryüzü temsilcisi sayan çağına damga vuran  müesses nizamların  egemeni  yönetenlerinden  Padişahların , Sadrazamların  yanı sıra onca Enver Paşanın dokuyüzonaltı yılı ( askeri yazışmalarda  karışıklığa meydan verdiğinden  altı ay sonra yeni bir emirle iptal edilerek durdurulan) talimatnamesi yayınlandığında,  Kraldan çok kralcı kesilip “Ülkemizin sahibi olmak istiyorsak, en küçük köyün adını bile Türkçeye çevirmeli ve Ermenice, Yunanca veya Arapça biçimlerini bırakmalıyız. Ülkemizi ancak bu şekilde kendi renklerine boyayabiliriz” yazılarını yazarak, yaşadığı toprakta kendinden  önce yaşayıp  bir medeniyet…bir kültür kuran devamı  olduğu nesillerle, atalarıyla o toprağın…o şehrin…o kasabanın…o  köyün  geçmişi, tarihsel dokusuyla bağını kesen, yaşanmışlığını yok  eden  hoyratlığını, gelecek nesillere  sirayet ettirerek Türk, Türkçe,   Müslümanlık, Sünnilik  dışındaki  uluslara, dillere, dinlere, mezheplere, kültürlere,  ibadetlere daha pek çok şeye  karşı azdırılan  düşmanlık, nefret tohumlarını diye  devam edersen şayet  yazmaya sen; dini bilgiden yoksunluğuma karşın, herkesin bildiği kadarıyla benim de bildiğim,  bir  kadına  vahiy gönderip  peygamberlik vermeyerek halife, imam seçilmelerini de   önleyen cinsiyet ayrımcılığında önce Adem’i, kaburga kemiğinden de  Havva’yı yaratan ötekileştirmesiyle ataerkil,  erkek egemen toplumun temelini atan…kuran; yönetimindeki  cennette sessiz, sakin oturan Adem’le, Havva’yı cennetten kovdurmak için sadece kendisinin  bildiği bir gerekçeyle belki de rutinine, can sıkıntısına aksiyon, heyecan katmak amacıyla, bugün olsa sahiplerinin,  diğer meyve bahçesi sahiplerini  meyvelerini sattırmak için işbirliği yapıp  komplo düzenlemekle suçlayacakları;  yarattığı   elmayı ‘ ağacından koparıp  sakın ! ola tatmayın, yoksa’yla yasaklayarak tertiplediği yasak elma katakullisi…tezgahında tarafı yaptığı; muhtemeldir ki kolayca baştan çıkardığından tüm meleklerden  daha güzel, çekici  olma olasılığı yüzde yüz;  kapsama alanı dışında bırakıp sonrasında  kötülüğe  sevk edecek caziplikte  onlarca nesneyi, şeyi önlerine sermekten geri durmadığı bu dünyada,  sürekli tetikte kalmalarını gerektiren  sınavlı, büyük ödülü cennet olan  öbür dünyalı yaşamı dayattığı kullarının; Kutsal  kitaplarına  uymalarını,  isteklerini yerine getirmelerini sağlayacağından yaratması  gereken bahanelerden tam bir    “Demokles’in kılıcı” şeytana,  söylettirdiği “sana sonsuzluk ağacını, çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?” sözlerinden Havva’yla sınanacakları değil cennette yaşayacakları söylendiğinden  kuşkulanmayan, kırmızı kabuğunun güneşte altınmışçasına  parıldamasının sihrine kaptırtarak yasakladığı  elmayı  yemeye teşvik edip sonrasında  tekliğini, kanun koyuculuğunu  vurguladığı  Anayasası Kutsal  kitabına, ayetlerine itaatsizliğini  ‘elmayı niye yedin, uymadın yasağıma’yla  sorguladığında, mızmız çocuklar gibi Havva’yı gösterip ‘valla benim suçum yok…o verdi, ye dedi, ne yapsaydım’ diyen saf  “eyyy  Adem’e”  ilk  ispiyoncu kul ödülü veren Tanrı sayesinde;  Ortaçağ’da  din adamlarının “kara lekesini tüm kadınlara geçiren….tüm kötülüklerin ana’sıyla  karaladıkları Havva’yı öne atarak  yüzyıllarca  istediklerini yapmalarını engelledikleri  bir  yaşama, ayrımcılığa  maruz bırakılan,  mansplaining uygulanan kadınlara  ‘alt tarafı bir elma yedik bilader, zaten onu da  boğazımızda dizip, zehir zıkkım ettiniz ‘ fırsatı  da tanınmadığından   ‘nefslerine hakim olup da yemeselerdi her şey çok güzel olacak mıydı? adaletinden sual olunmaz bilirim  de, ama elmayı bir erkek Adem yedi, bizim suçumuz neydi ki hâlâ dünyadayız? Sonrasında vuku bulan kötü cadının elmayı Pamuk Prensese de yedirilmesiyle bilmediğimiz  gizli bir bağlantı mevcut muydu? İşlenen günahın yanında  önemsiz bir ayrıntı olsa da  yine de yenilen  elmanın cinsi de  merakımı celbetmedi değil; Jerseymac Summerred, Galaxy Gala, Golden, Fuji, Amasya’mıydı?’yı  sonsuza dek açıkta bırakacak kalıcı  durumun varlığında;  bu esna da okurlardan bir #aynachallenge bekleme hakkımı  da muhafaza eyleyip ; bir gün kanepe de yan yana sohbet ederken öylesine, nerden aklıma geldiyse ‘çeşmelerden bal da aksa o ağaca  dokunma, aman ha yeme, sakın yapma  ültimatomlu faşist yönetim, diktatörlük  karşısında  bence  Ademle, Havva; dayatılanın tersine şeytan gibi diktatör yönetim anlayışına bayrak açmış, zincirlerini kırmış, isyan etmiş ilk devrimciler’ dediğinde Haldun’un ‘sen var ya sen  pek  bi akıllısın… bu düşündüklerim günahsa, yerim de cehennemse  bunu düşünmeme sebebiyet veren aklımı yaratan da Tanrı değil mi ?yle cennette giriş biletini  yakmamış oluyorsun… ‘lu alaycılığının da nedeni,  akıllarında yokken allayıp pullayarak  yarattığı  gözlerinin önüne koyduğu ağacındaki  elmayı yasaklayarak tırmandırdığı  merakın işlettirdiği  günahı , bahane edip cennetten kovduğu kullarıyla  kötülüğün, şeytanlığın, gemlenemez  arzunun, nefretin ilk tohumlarını da yeryüzüne eken, yaratan Tanrı’yı atlamış olacaktın ki müdahale ederek   hatandan  döndürdüm seni, eyyy benim daha şimdiden Alzheimer belirtileri  gösteren  yazarcığım !  medeni ,  kentli davranışın göstergelerinden okkalı bir yüzleşmeyle, karşılaşandan özür de dilenmediğinden  tehcirli, etnik temizlik politikalarını katmerleyen taşralı devletin  hep tehdidi altında kalacak güçsüz  bireyin, kentin, kasabanın, köyün hakkını savunacak,  illaki bir  muhalifliği barındırması gerekli içeriği  ta Osmanlı’da   boşaltılarak   resmi  ideoloji dışına taşması istenmeyen  bir aydın kesimin oluşturulmasının  sonuçlarındandı işte  1928’de Latin harflerine geçilmesiyle  uluslararası kullanımda adı İstanbul’la dönüştürülmeden önce  1927 yılında  Konstantinopolis’in geçmişinden geleceğe köprüsü sokak, cadde ve meydanlarına ait  6.215  ismin değiştirilerek Türkçeleştirilmesi de. Oysa  dini argümanlarla halkın ekonomik sömürüsüne katkı sunan  kilisenin, asillerin Ortaçağından; ilmin, doğa kurallarının dinle, sezgiyle çeliştiğini fark ettirdiğinden  sempati beslediğin her şeyin  şiir gibi geliştiği; coğrafi keşifler, matbaa, Rönesans, reform derken bireyi, aklını, duygularını geliştiren  bilimi kutsayan Voltaire, Diderot, hümanist Rousseau’lu düşünce sisteminin  etkisinin yaban atılmayacağı Fransız İhtilali’nin, on ay süren kanlı terör dönemi ertesi gücünü kaybeden  kilisenin, soylu sınıfın  feodalist ilişkileri  sanayi devrimli, burjuvazili   kapitalizme evrilirken ” inancıma hakaret edemezsin”le tarihe gömüldüğü sanılan  dogmaların yerini ne yazık  yeni, başka doğmalar alırken,  aklın, bilimin  öncülüğünde  her şeyin mükemmelini yaratmak isteyen insanoğlu, kendini idealize ederek Nietzsche’nin “bütün tanrılar ölmüştür şimdi istiyoruz ki üstinsan yaşasın” muştusu  “üst insan”lı,  “ari ırk”lı  Nazizm  kisvesine girmeden, Yahudilere uygulanmadan çok önce en büyük vizyonu kaybettiği toprakları geri alma olacak Osmanlı’da, 1908-1918 yılların da devlet yönetimine egemen   İttihat ve Terakki’den gelme Cumhuriyeti kuran kadrodan bazılarının da bilerek… bilmeyerek altına imzasını  attıkları, bu coğrafya da yeşertilen,  dünyanın da   adı daha  faşizm nitelenmeden önce  etnik  kırımın ilk uygulamalarından birine şahitlik edeceği Ermeni Tehcirini yaşatan  ötekileştirici ideolojisi gereği  yapılan ancak  mizah konusu olacak isim  değişiklikleriyle,  yasaklanan eski isimleri kullananların bölücü,  terörist, hain   ilanıyla tutuklanıp, cezaevlerine  konulması,  20.yy da  başbakan yardımcısının  akıl çürümüşlüğünün  ötesine geçen “kadınsa o da iffetli olacak. Mahrem namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak, bütün hareketlerinde cazibedar olmayacak” konuşması…Noel yılbaşı kutlamak caiz mi? heykel günah mı?  kızla erkek aynı okula gitmeli mi ???  sorguları…hâlâ yalnızca öznesi değişen hep yapıla gelen  “Van‘ın Çatak ilçesinde tarlalarında çalışırken operasyona çıkan askerler tarafından tartaklanarak bindirildikleri  helikopterden atılan Servet Turgut ve Osman Şiban  …” manşetli  işkence, katletme haberleri…eğitimli, mastırlı okur yazarlar,  koca koca paşalar, doktorlar, yöneticiler ve iş adamlarının tarikat lider(ler)ine himmet parası verecek biattın devamlılığından kurtulmayan vatanında, oniki yaşındaki kız çocuğuyla ilgili her haber, her on iki yaşındayım diyen kız çocuğuna bakış ‘ aman Allahım ! annem bu kadarcıkmış evlendirildiğinde daha göğüsleri çıkmamış’ kahrını yaşattığından, 12 yaşındaki kız çocuğuna cinsel istismarda  bulunan tarikat liderleriyle fotoğraf çeken siyasetçileri, devlet adamlarını  gördükçe insanlık Ortaçağ’ı deneyimlemedi mi? neden  aklı, bilimi, felsefeyi bir yana bırakıp tekrar oraya dönmeye uğraşılıyor? farz et  karanlıklar içindesin…içine atıldığımız, tutulduğumuz keşmekeşten  kaçırdığımız, yetişemediğimiz Kant’ın aydınlanma çağı parolası “ kullanma cesaretini göster”  dediği “akıl”la  karanlıktan çıkarak,  kendinin,  ülkenin kaderini  daha güzel yapılabileceğini gösteren  onlarca örnek, olgu, olay  dururken karşısında, Ortaçağı yaşatmaktan…yaşamaktan  zevk alan   Ortadoğulu  yönetimlerde… toplumlarda  her şey bu kadar mantık, akıl dışıyken yine de mantıklı bir neden aramadan duramayanlar, bunca korkutuculuğun…zalimliğin, yoksunluğun ortasında;  daha  ooof of neden ? neden ? Varto da değil de mabedim Proust’cumun  Paris’inde doğmamışım sanki ! yi düşünmediğin günlerde zihninde; dört,üç,  “dört, üç, iki dil, bir bavul” la aynı mekanlara, aynı şeylere, nesnelere, duygulara   ait onlarca ismi, kelimeyi, sıfatı  anlamlandırıp  bir yere oturtmaya çalışırken, suyu hiç kesilmeyen çeşme başında ‘Nade, Lol(u)ıjlar çok mu kötü, ne yaptılar ki’ konuşmana gülen teyzen Fikriye,  anneannen;  çene Küçükağa (çéna axayé gıjî) alüminyum bakraca,  ışıl ışıl parlayan gümüşsü güğüme su   doldururken  sırasını bekleyenlerin, o güne değin görmedikleri  seni işaretleyerek ‘waye…vaye, pirika, maye mi, gıle çene Küçükağa  a bu kimdir ?’  ya da ‘mala geç kaldım’la hızla yürüdüğünden yetişemeyip arkasından koştuğunu görenin ‘eree güneko (yazıktır), dur biraz, yavaşla’ sözlerine aldırmadığını görünce  rüzgardan  yanmış morumsu, çatlak derili eliyle elini tutarak ‘çenek, dayemi, ben seni götürüm, koşma ’ tavsiyesine  nefesin kesildiğinden uyup  birlikte yürüdüğün, beri de seni beklemediğine kızdığın teyzen Fikriye’nin yanına gitmeyip, bazen tam sağarken o günlerde  iltihabi bağırsak sendromu belirtilerinden  olduğunu bilmediğin keçi’nin leblebi tanesi dışkısıyla doldurduğu köpüklü  sütü yanında  getirdiği, plastik yoğurt kapları çıkana kadar gün yüzü görmeyen  bakracın üzerine  örttüğü tülbentten geçirerek temizleme işlemini seyrettiğin adını bilmediğin  ama ‘nasılsa köydeki herkes gibi bu da ya teyze, ya hala, ya gelinlerden, akrabalardan hatta kuzenlerimden   biridir’ le güvendiğinin ‘ çeneka, dakıla  hele sen, kimlerdensin’  ?  ‘çéna Kemalé Resulé ağaé …’; ‘ toruna Efendi(é) ye… beğe’ veya  (çene waye  ma ) benim kardeşin kızı, teyzem  kızı’ cevabını  bir gün kendin  ‘çene Küçükağanın  torunuyum… çene Rukoşé, çene Kemalé’yle verdiğinde;  ‘öyle bir yer var mı ki’  şüphesini tam manasıyla ortadan kaldırmamış yeteneğine, ideolojisine bakmadan  insana, haklarına verdiğin değerin, saygının, başarının, başarısızlığın,  iyi niyetin kriter alındığı uygar, medeni  ilişkiler ağında kimsenin sallamayacağı ama  maalesef yaşanılan ülkenin gelişmişliğine göre  ömür  boyunca muhatap olunacak  bir kere bile gitmese de   doğduğu yer,  yaşamasa da içinde bulunduğu sülale, aileyle tanımlanma, konumlandırmayla kendisinin, kişiliğinin  değil, kimlerden olduğunun önemsendiğini  yüze vuran “nerelisin ???? kimlerdensin ????”de  ki “ler” çoğulunun içinde; tıpkı niyeyse  birbirine sıkı bağlarla bağlı  bir topluluk, bir toplum, bir aile olabilmeyi  ancak milliyetçilik, ırkçılık, din, kardeşlik, kan bağı   tutkalıyla   sağlayacaklarını düşündüklerinden  doğuştan  sistemli  bir şekilde her safhada iyi bir insan olmayı özellikle  “din” ve “vatan” sevgisine eşitleyip; “çarşı pazar pahalı , asgari ücret artırılsın”, ‘resmi işlemlerde bu nasıl bir karmaşadır her şey sadeleştirilsin’ istemlerine dahi  “dikkat !!! fazla düşünüyorsun sen!  bak vatan mevzusuna geliriz işte o zaman yanarsın…” abası altındaki sopa da olan  siteme muhalif onca Sabahattin Alilerin, Mumcuların, Üçokların, İpekçilerin , Özgürlerin, Aydınların, Dursunların  öldürülmesinin, Denizlerin, Erdalların asılmasının koruması kollanması, parçalanmaması  adına yapıldığının iddia edildiği;  sağcısından solcusuna darbeyi yapanların, destekleyenlerin  iteleyici güdüsü   Hrant Dink’in katili Ogün Samast’ın eline Türk bayrağı tutuşturan polislerle birlikte çekilen fotoğrafın  ana teması “… toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez”; “mevzu bahis … gerisi teferruattır” aforizmalarında ki  “vatan” kavramında yok edildiğinden artık ne  özneliği, ne  nesneliği,  ne de özgürlüğü kalmamış bireye; vatan uğruna savaşılmasını çok sevdiğini bildiklerinden olsa gerek Tanrı’nın vereceği  düşmanı yenecek  iman gücünü çanta da  keklik sayıp,   kararını verdikleri savaşlarda ölen evlatlarının,  vatanın yanındaki   ‘teferruatlığıyla’  övünmesinde,  silah, cephane yığan, faili meçhul cinayetler işletmekten çekinmeyen, haraççı, gaspçı, şantajcı, tarikatçı mafya, ihale  çete sahiplerinin ciritliğine ses çıkarmamayı; manalı söylemlerin  piyasaya uyarlaması “mevzu bahis paraysa vatan teferruattır” cıngıllı öncesi…sonrası defalarca  tekrarlanmış  Sakarya’ya fındık toplamaya giden mevsimlik tarım işçilerine Kürt kökenlerinden dolayı  “it sürüsü” hakareti edenlere, telefonu  Kürtçe  müzik çaldığında ya da Kürtçe konuştuğunda   “burası Türkiye, burada Türkçe konuşulur”la  linçleyenlere  dokunmamayı;  teknolojik, bilimsel gelişmelere adapte de zorlandıklarından “ne güzeldi bizim zamanımız’la değişimi…değişmeyi de reddettiren  zihniyetin yaratıcıları inanmayacaksınız –zaten ne yapıldıysa, yapılıyorsa hep bu inanılmayacağa inanılması yüzündendir–böylece  Cumhurbaşkanından,  Başbakanına , tüm siyasi parti liderlerinden  genel kurmay başkanlarına, yüksek yargı mensubuna, üniversite profesöründen,  gazeteci, yazar, düşünür, sanatçı  kimliği taşıyanlara  kadar herkesin daima referans aldıklarını söyledikleri,  gösterdikleri  hayali,  isteği  “fikri, vicdanı hür” bireylerin yetişmesini engelleyerek Atatürk’ün ülküsü  “muasır medeniyet”e büyük ihanet  yaparak; yalnız vatanla sınırlı kalmayıp aile,  sülale içinde  de geçerli kılınan “dört bir yanımız düşmanla çevirili”, “hiç dostumuz yok” söylemlerine – her kesimce biteviye tekrarlanan  var olduğu söylenen  Petrolun; yardığı dağlardan, tepelerden, ovalardan, yollardan, akışını değiştirdiği nehirlerden  akmadığı, dört bir yanının her 20,30,40,50,100 yıl sonrası şehirleri, kasabaları, köyleri, binaları yıkan, on binleri enkaz altında bırakıp, öldüren, hasarı  önlenebilecekken önlenmeyen 7.8’lik yer sarsıntılarını, depremleri meydana getiren fay hatlarıyla sarılı olmasının– hoşlandıklarını gördükleri yönetenlerini pohpohlayıp,  isteklerini yaptırma aracı kıldıkları yalana devamı politik tavır benimsediklerinden– stratejik önemsizliğine işaretini bilen güçlü, büyük devletlerin bile bile öyleymişcesine muamelelerine   sebep olmayan “jeopolitik durumu gereği Türkiye’yi parçalamak, bölmek, Sevr’i dayatmak  için ” ,”dünya lideri olmayalım”  diye “her şeyi yapar doları yükseltir,  kredi notumuzu düşürürler“   sürekliliğinde,  üst seviyede kırmızı alarmlı tehlikeli bir  durumun  varlığından bahsederek,  paranoid  haline getirecekleri bir  korkutmayla sorgulama yetisini kaybettirdikleri  bireylerin sonsuz biatında;  her şeyin, her sıfatın, her tanımın, her olgunun üstünde bir yere  koyarak putlaştırdıklarından kendini  hukuktan üstün gören   liderlerin de  gölgesinde,  her zaman , her dönemde  egemenliklerini sürdürmenin keyfindeyken dewa ma Badan’da, Kasman’da, Emeran’da, Zenge(na)l’de   yalnızca erkeğine, erkeklere  hizmetle mükellef kılınan yaşayıp yaşamamasının, haklarının  teferruatlıktan öteye gitmesine izin verilmeyen  sülale, aile  içinde  kimliği, kişiliği  kimyasal  maddeymişçesine eritilen kadınların varlığından habersiz;  çocuklarından, eşlerinden dostlarından daha çok parasına, evine, arabasına, değer veren pek saygıdeğer  “Hatırla Sevgili”li beyaz Türk elitler ’yahu sene olmuş bilmem kaç, onlarca badire, savaşlar atlatılmış, faşizm geçirilmiş  koca İmparatorluklar, SSCB  yıkılmış hậlậ ekonominin  siyasetin odağını  insanın kendisi,  hakları, refahı,  eşitliği değil de;  deden kalma vatan, ülke, din, etnik kimlik yapmışsın . Bugün   erkinden  hoşlaşmadığınız,  varlığınızdan  hoşlaşmayan  parti AKP’yle, lideriyle paylaşmak zorunda kaldığınızdan  yerdiğiniz,  dünde size gösterildiğinden   üzerine  toz kondurmadığınız   ülkeye armağanınız biatçılığın “şunu da yap ölmezsin ya!” cümlesiyle aynı  anlam derinliğine sahip, her alana sirayet ettirdiği ‘söz konusu; mevzu bahis olan sağ, sol fark etmez  örgütse…dernekse…tarikatsa… İslamsa…  Müslümanlıksa… Türklükse… aileyse… aşiretse… sülaleyse sen bebeğim! bir hiçsin… ayrıntıdan mütevellit  teferruatsın ama bak  Türkiye Türklerin;  sen de ömrünün adattırıldığı,  arzularını yerine getirme,  derdini çekme, dayattığı  hayatını yaşama  mecburiyetinde getir, götür, dur, kalk ‘ komutlu lüzumsuz efendilerin; sülalenin… ailenin…erkeğin tahakkümünde  ‘öyle yordun… öyle bunattın… öyle yerin dibine koydun ki  beni’yle  farkına varamadığın, keşfedemediğin benliğinin, özelinin, yeteneklerinin,  kıymetlerinin  de katili; her şeyi  beklediğin kötü kötü kazaklar, çoraplar, hırkalar örüp başından  aşağıya geçirecek  yığın…yığın insanla dolu çevrende;  ‘kalabalık yurt ortamında;  geride bırakılan pisliği katmıyorum, ortak bölgelerde ihtiyaçlarını aynı anda görme eğiliminde  herkesin  akbaba misali  kapıyı açmanı, tuvalete, mutfağa ya da banyoya gitmeni beklediği anlarda dahil, geldim, az kaldı gidiyorum dünyadan; bu yaşıma kadar tek bir gün  yalnız kalmadım, özlenir mi demeyin, ayna da yüzünün nasıllığına bakacağı, ne istediğini düşüneceği, iç sesini dinleyeceği  sessizliği…yalnızlığı  özler insan.Ama  ‘sosyalleşmek  lazım azizim’  diye diye gereksiz yere trend yapılan sürü halinde  birlikte ordan oraya gitmek,  AVM’lerde dolanmak,  bowling oynamak, yemek yemek, kahve içmek, birbirine laf yetiştirme peşinde koşturmaktan helak edildiğimiz  memlekette,  evli olsan da partnerinin  özelini, sınırlarını, yaşam  alanlarını daraltmayan saygıda, özgürlüğünü kısıtlamayan  sade ilişkileri ara ki bulasın’ iç sıkıntısında ‘Ayyüce ayrılmış ya’ – ‘saçına ne yapmış öyle, bu kaçıncı sevgili?’– ‘maaşı Euro alıyormuş …’– ‘yatakta çok iyiymiş…’–‘kocası tapuladı o makamı, her şeyi bedavaya getiriyorlar, görsen duba gibi olmuş ye.ye ye, …’–‘Allahaşkına Youtube da şu parçayı dinle … şu tiktoku  seyret çok eğleneceksin ’– ‘akşam haberleri seyret büyük bomba, iktidarı sallayacak  itiraflar geldi mafya babasından’ –‘ gelse ne olur yüzlülükte tavan yapmış bu iktidar ’   sesleri,  delirten bir uğultuya dönüşür sadece, dudakları sürekli hareket eden, diğer her şey önemsizmişçesine saçma sapan  şeyler  anlatan, durmadan konuşan  insanlar; sonunda aslına rücu edecek her şey gibi silikonlu, botoxlu, lazerli,  liposuctionlı  cilt çatlayıp el elde, baş başta kalınacağından ilk söyleyeni  bulsan, eline  geçirsen yeminlen  boğup hapis yatmayı göze alacağın; insanın  kendisini  iyi, hoş, güzel hissetmesi için söylenen, niye gerek duyulduysa –niye mi? en çok sen harcarsan, en güzel de  sen  olursun temalı ‘dolgun, silikonlu, ıslak, nemli, şuh, davetkar’ özellikli çeşit çeşit  rujlar, farlar , BB’ler, yapay tırnaklar, kirpikler ( yakında gözün  yapayını da piyasaya sürerlerse şaşma),  parfümler, gökkuşağı rengine varıncaya kadar renk renk saç boyaları  üreten  kozmetik,  giyim, kuşam  şirketlerinin  pazarlama stratejisinin mihenkliğinden olmasın?– duyduğun büyük yalanlardan ‘ ( olmamasına mantıklı bir açıklama getirilemeyeceğinden) çirkini yoktur, bakımsız kadın, erkek vardır’ motivasyonuyla, ‘elbet bir gün  beni bu kaşımla, gözümle,   seven birkaç insan olur’u  elinin tersiyle itip, kendini iyi hissetmek, beğenmek , beğendirmek  için ‘ bakım da bakım yapmalı’yla;  kuaför, güzellik, spor  salonu, estetik, güzellik  merkezleri  arasında  çoşan  olgunlaşma arifesinde hala bütüncül bakamadığından  diğerlerine, çevresine ya ölesiye nefret edeceği  ya da  ölesiye seveceği bir ideale, ideolojiye örgüte,  tarikata,  lidere, kişiye ya da başka  bir olguya, şeye  inanan biatçı benliğin;  Karl Marx‘ın artı-değeri, emeğin sömürüsü cephesinden dünyayı algılamaya çalışan  gecekondu soylularının  gençliklerinde devrimci kimliklerindeki kara sevdası;  yaşama hiçbir önemli katkısı olmamışçasına  gereksiz görüp ölesiye nefret etikleri yıkılması, yok edilmesi için kıyasıya mücadele verdikleri, bugünde  keşke olsaymış temennisinde  bulundukları burjuvazinin kültürünün, demokrasinin hayata, kalitesine ne denli olumlu katkı sunduğunun…sunacağının farkındasızlığında; hoş Osmanlı’da dini ulemanın da engeliyle bilimsel, sanatsal, toplumsal  gelişimi  hızlandıracak güçlü bir aristokrat kültürün (var olan da  sarayla,  İstanbul’la sınırlı kaldığından) mimarı  Rönesans  da  atlandığından, Cumhuriyet sonrası da; gözümün nuru Proust’cumun elimde veri olmamasına karşın kendisinden nefret ettiklerini bildiğine  inandığım  zarifliğinden, modayı takip eyleyen giysilerinden etkilenip Odette de Crécy ve Albertine’ nin giyim  tarzını benzettiği Kontes Greffuhle, “petit Marcel” le seslendiği Proust’u sevmediği sır olmayan Kontes Laure de Chevigé, Clermont Tonnerre Düşesi Elisabeth de Gramont (yazar Natalie Clifford Barney’in sevgilisi), Madam Emile Straus dan esinli  romanının baş karakterlerinden Guermantes Düşesi gibi  devrim sonrası isimlerinin önünde bir çok unvanı taşıyan, bazen ceplerinde  beş kuruş bulunmayan topluluk haline gelmiş aristokratların sosyeteye dönüşmesi öncesinde,  kendini aristokrasiye eklemlemeye çalışan James Watt’ın buhar makinesini geliştirdiği teknolojik gelişmeler ışığında üretim ilişkilerinin değiştiği,  fabrikaların kurulduğu,  ticareti kolaylaştıracak  demiryolu ağının genişlemesiyle feodal düzeni tamamıyla alt edecek  “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” güdüsüyle hareket ederek; Haussmann’ın yol, kanalizasyon, su şebekesi  inşasıyla  Paris gibi kasabaların şehre dönüşmesine paralel bilim adamları, yazarları, müzisyenleri, ressamları, maceracı gezginleriyle bir bütün olarak her konuda egemen sınıf haline gelen; değişimden,  ranttan, moderniteden kocaman  pay alırken çalıştırdıkları emekçilere uzun çalışma saatlerini  dayatarak sömürüde sınırsız  kapitalizmin  hırslı, aç gözlü ve de  gözü kara girişimcisi burjuvazinin; baskıcı,  sefahat düşkünü monarşiyi temsil eden  Ortaçağ Kalesi Bastille hapishanesini 14 Temmuz 1789 da basan  98 ölü, 73 yaralı veren isyancı Parislilerin,  öldürdükleri monarşi yanlılarının  kelleleri takılı süngülerini havaya kaldırarak “hainler böyle cezalandırılır”la resmedilmiş bir çatışmaya girişip, bedel ödeyen devrimini  gerçekleştiremediği için feodal değerlerinden kopamadığından kangrenleşmiş  ırkçılık eksenli bitmeyen baskı, sansür, savaş, ötekileştirme, ölüm getiren otoriter müesses  nizamı,  darbeleri destekleyen demokrasiyi, insan haklarını yerleştireceği tarihselliğini yaşamadığından  kendisini geliştirmeyip deforme olmuş, çarpık Avrupa aristokrasisine ait kültüre yamanarak medeniyet saydığı batılılaşmayı da yaşam tarzında, giyim, kuşam  yüzeyselliğinde  yaşayıp giderken aniden karşısında bulduğu yaşam tarzını benimsemediği  iktidarı temsil edenlerden  Emine Erdoğan’la, Melania Trump’un  aynı karedeki fotoğrafını ‘ bak ! şu resme o da Cumhurbaşkanı eşi, bizimki de; kıyas kabul etmez biri Anya, diğeri Konya. En çirkin, en sakil kıyafet bizimkinin. Ne giyinse yakışmıyor, yok… olmuyor işte silemiyor rüküşlüğünü . Melania’ deki asaletin, inceliğin “i” sini bulamazsın  bizimkinde. Valla utandım… orta çağ, geri kalmışlık akıyor üstünden, rezil etti  bizi dünyaya…’  sızlanmacılığında partilerin makarna, kömür, kahve,  bez alışveriş  torbası, liderlerinin oyuncak, top, balon, şal, atkı  dağıtarak, çay atarak  oy toplamalarına öfkelenen ama devlet ihalesini, kömür, altın madeni işletmesini nepotizmle, rüşvetle kapıp makarna, kahve satmasının  aynılığını göremeyen çapsızlıkta; siyaset  üretemeyen  edebiyattan,  sanattan bir haber ‘sadece zengindir, paraya para dememektedir o kadar işte’yle tanımlanabilinecek; resmi ideolojisini temellendirdiği  etnik köken, dine mensup, itaatçi  makbul vatandaşlarına katlettirdiği,  vatanlarından kovduğu gayrimüslimlerin mal varlığını milli piyangoymuşçasına   dağıtan devletin  eliyle besleyip,  teşvikleri, kredileri, vergi muafiyeti, ihaleleriyle  büyütüldüğünden kendini var eden mekanizmaya    bağımlılığından  özgürlüğü kısıtlı  sınıf olamamış  Hawaii  desenli ,sonradan görme  Türk burjuvazisinin; kendini bedava servet edinmeye alıştıran devletini bile  yüzü kızarmadan kuralsızca soyma – hayır ! hayır  benim   dikkatli  okuyucum,  açığı yakalayamadın  aynı şey değil galiba 2008-2009 global krizindeydi,  Avrupa’da devlet desteği  alan burjuvazinin;  o sosyal devleti var eden  bugünlere getiren olduğunu  unutma – en  bariz yeteneğiyken, aracılık, komisyonculuk hizmeti sunduğu küresel işbirlikçileri nereyi işaretliyorsa oraya doğru eğilen kesiminden ayrılıp; tüm birikimini riske ederek sınıfına ait değişimci  bilinçle gelir adaletsizliğini törpüleyecek eşitlik, kardeşlik, özgürlük ve  hukukun üstünlüğünü sağlayacak, tonca eşitsizliği gidermeye yönelik ekonomik, siyasal adımların atılmasına ön ayaklık etmek isteyen Osman Kavala, Cem Boyner, Sakıp Sabancı, Özdemir Sabancı gibi temsilcilerini de öyle,  böyle  bir yolunu bulup  harcayıp devre dışı bırakan devlete egemen ettirdiği bürokrasiyle birlikte, menfaati için  bazen muhafazakarlığı, mütedeyyinliği,  batı karşıtlığını savunuyormuşla kitlelerin gözünü boyayan; geçmişte ve bugün ve yarın evrensel  değerlerinden   yoksunluğundan  sınıfsal işlevini yerine getirmemesinin  Türkiye’nin başına neler açtığını…açacağını hậlâ anlamamakta direnen Sermaye Piyasası Kurulunu kınamakla kalmayıp,  bırakıp sonrasında cahil nitelediği halkına da maddi, manevi tazminat ödemeleri gerektiğini bildiren İsveç’li  bilim adamı değil  İsveç’li  düşünür  hiç değil ; İsveç, batı (tendency) tandaslı –konuşmada, yazmada değişik dillerden etkilenip daha zengin bir dille konuşma, yazma  aynı anlamı farklı kelimelerle  ifade etmenin kimseye zararı dokunmayacağından,  cidden  severek kullandığın  böylesi   süsleme amaçlı, yabancı kelimelerin anlatımı güzelleştirdiğine inandığından değil entelektüellik düzeyinin belirleyicisi sayılması da  bir nevi görgüsüzlükken– herhangi  bir  sıfata sahipsizliği yüzünden düşündükleri, yazdıkları gaile alınmayacak Türkiyeli  isyancıların elebaşı aday  adaylarından olması muhtemel bu satırları yazanın, düz mantıkla ‘ülkenin ayakları yere basmayan hoppa burjuvazisi   sanatsal ve siyasal derinlikten uzak ve   kopuk lümpenlikteyken onu örnek alan, resmeden  sınıfların, kesimlerin, meslek erbabı; hamalın, berberin, bakkalın, öğretmenin, profesörün, albayın, milletvekilinin, fahişenin hoppasızlığı, lümpensizliği,  imkansızdır önergesini onlarca yazar, besteci, ressam, fotoğrafçı, tasarımcı, heykeltıraşı etkilediğinden  edebiyat, sanat dünyasına katkılarına bakarak  doğrulatacağın  roman  (dahi diyeceklerden  değilim)  yazmış Fransız fahişeler ??? şaşırmış  yüz ifadesini kelimelere dökmenin zorluğunda,  tam buraya iki elini de yanağına koymuş sadece baştan ibaret şaşırmış yüz emojisi koyup, yazında betimlemenin, imgelemenin yerini alacak  görselliğe bir kez daha  şans tanıyarak  hatta romanının  bundan sonrasını yazmaktan vazgeçip  bilginin hap vari tüketildiği gelecekte…yarında  kimseler de kitap, blog okuma isteği…sabrı kalmayacağından belki sende bu romanı yazmayı bırakıp ‘güneşin soluk ışıkları karanlığı delerek girmeye çalışırken penceremden uyandım bu sabah’–”bugün markete gittim”- “Starbucks’ta şöyle bir şeyle karşılaştım”–”arabam bozuldu”– “insanlar pek bir yavan”–“ dolar yine yükseldi”– “Acun uçak, Hülya ada aldı, Ağaoğlu da adasını satışa çıkardı ama neden???”– “bak bu elbisemi Trendyol dan  aldım”–“ Morhipo’da %70 ucuzluk vardı halbuki’  falanlı, filanlı arka plan dağınık çalışma odan, kaloriferin yanına çöküp elde sigara, kutu bira “dışarıda yağmur değil, deli kar yağıyor” günlüğünü okuyormuşçasına; depresifliğin dibinde; sen üşüyorsun , ben üşüyorum; sen gülüyorsun, ben gülüyorum hissiyatında yaşanılanların, düşüncelerin, tanık olunanların on, onbeş dakikalık videolara sığdırılmasından ibaret log çeşitlerinden video-log çekerek vlogger’liğe taşı  kendini diyemiyorum  zira handikabın teknolojik özürlülüğün   ayrıca her şeyden çabucak sıkıldığından her gün, her gün…video çekmek ….hayır…hayır sana göre iş değil vloggerlik, o yüzden sen !  devam et yazmaya da en son ne yazmıştın? evet “fahişe” kelimesini okur okumaz, önceki paragraflarda  “Baudalaire’ı Baudalaire;  Proust’u Proust   yapan Fransız yosmalara, fahişelere duyulacak minnet”  yazdığımı hatırlayarak,  yok artık yine mi fahişe,  ne  alıp veremediğin var anlamadık fahişelerle ? takıntı yapmışsın belli  ama niye ??  diyen totale yönelik yaşadıklarıyla, yoluyla  hiç  kesişmeyecek  gözleri kısık, soğuk duruşunu “boşuna dönüyorsun dünya ! okeyin ikisi de bende’ yi cooluk sanan  yarı çıplak erkeğe bağımlı salak kadın temalı Senden Daha Güzel, Bay Yanlış, Sen Çal Kapımı, Emanet, Aşk Mantık, İntikam, Esaret sapkınlığın son kertesi Yalı Çapkını  türü dizileri izleye izleye  sersem salağa yatmış benim TV’lerde trend topic (TT)  dizilere göre eğilimi,  algısı, tavrı değişen  okuyucum !!  az sonra   ‘fahişelere’ ilgimin nedenini öğreneceksin fakat ve  lakin;  klavye başında, başrol oyuncusunun inciği, cinciği, saçı başı  yanında; final yapar yapmaz  bitse de; az da olsa seni  psikoloji, sosyoloji konularında  araştırmacılığa  yönelten  “gerçek yaşam hikayeleri” logolu popüler dizilerden   Kırmızı Oda, Masumlar Apartmanı ve  Netflix ‘in  Bir Başkadır’ını    görmezden gelemem; ebeveynin ekonomik, kültür düzeyinin, aile  ilişkilerinin  çocuğun  kişiliğini  belirlediğini,  geçmişin ruhta bıraktığı yaralayıcı ya da mutlu  izlerin kolayca  silinmediğini; konuşmayan, konuşamayan; dinlemeyen, duymazdan…görmeyen, görmezden… anlamayan, anlamamazlıktan gelen içinde yaşanılan  aynı ortamda,  aynı odada bulunmalarına rağmen aile bireylerinin  “bir başka”lığına, farklı dünyalara sığınmalarına; istersen git dünyanın öbür ucuna master yap, bilimsel yeterliliğin, üç yabancı dilin olsun dön, gel memlekette otur  bir lokantaya,  kendinden aşağı seviyede,  eğitimsiz gördüğün servis yapan  garsonla sıradan bir olay hakkında  ‘gördün değil mi, yaptığını adam değil ki’– ‘yok yok bizden bir şey  olmaz’  yılgınlığında  aynı  ortak düşüncede buluşturan,  birbirimizin   farklı, bir o kadar da aynılığına, kahramanlarından en az birini televizyon seyredişine, oturuşuna, uyuyakalışına, temizlik yapışına bakıp  kendin  ya da yakınlarından biriyle eşleştirip aynı ben… aynı sen… aynı bizim kız, oğlan…aynı komşum…arkadaşım… aynı babam aydınlanmasında, izlenen bir dizi, film   sayesinde ulaşma, kavrama  garipliği artık nasıl bir gerçeklikten kopma…nasıl bir yaşamı algılama… nasıl içinde yaşanılan koşullara, topluma yabancılaşma, kayıtsızlıktır  anlayabilmiş değilim deme sakın ! on yıl çalışsa alacak parayı biriktiremeyecekleri  maddi imkansızlıkta bir otomobil  donuna kadar Avrupa’da üretilip gemiyle  getirildikten sonra vurulan  “made in Turkey” damgasıyla  sergilendiğinde fabrikanın  temeli  dahi  yokken dahi Türkiye’ye de üretilmediğine  inanmayıp Türk zekasıyla gururlanan Türkiyeli yoksulu da bir başkadır ama budur! Öylesine budur ki yetiştiği ailenin  ekonomik, kültürel yapısının, toplumun,  ülkenin müesses nizamının, bulunduğu coğrafyaya hakim zihniyetin,   geçmişin, üzerindeki etkisini perdeleyen çoğunluğun gerçek gördüğünü, algıladığını gerçek sayma,  ‘algılama’ yla kendini tatmin ettiği mevcut ilişkilerle, sistemle, otoriterlikle çatışmaya  girmeyen,  sürü içinde kaybolmanın  konforuyla biattı birleştirip, kazandıran ‘görüntü, gösteri, imajdır’ sevdasıyla değer verilen  modern kıyafetler, modern mekanlar, sokakta yürürken elde taşınan bilmem ne marka kahve bardakları, sosyal medya profilleri yeterlidir en modern, en akıllı, en kültürlü, fenomen   benim…biziz Kate Middleton, Bill Gates, Obama hatta Roger Penrose yaklaşımda     Kerem Bursin, Hande Erçel, İrem Derici, Youtuber Enes Batur, Danla Bilic ‘in;  Oğuz Atay, Orhan Pamuk,  Genco Erkal, Proust’cum ve  Bach’dan daha popüler olduğu ortamlarda başarılarıyla övünen,  faşizmin ötekine tahammülsüzlüğünü beğenmediğini,  varlığını görmek, bilmek  istemediğini sosyal medyada engellemek,  onunla bir  araya gelmemekle   halleden;  kaynağına inmeden sorun…sorunlar hakkında ‘bu Avrupalı çocuklara nasıl imreniyorum,  düşseler de ağlamıyorlar,  yemeğini bitirince tabağını  lavaboya koyuyorlar, hem de  uyumlular… havuz başında, kumsalda büyüklerini rahatsız etmeden sakince oturup oynuyorlar.Bir de bizimkilere bak!!!   incelik,  nezaket  hak getire,  her biri bir çete mensubu sanki… her yerde bağır bağır, zırıl zırıl ağlıyor, küfür  ediyor tutturuyorlar; yok su, yok mısır, yok dondurma isterim… çözemedim bu işi ’  yüzeyselliğinde değerlendirmelerde, paylaşımlarda  bulunurken  bir kez kendilerinin, ebeveynlerinin, etrafındakilerin çocukluklarına  dönüp bakmadıklarından  çözemediklerinden sosyal medyada   “Avrupalı çocuk ve Türk çocuk arasındaki farklar “ başlıklarını açan da  bugünün post truth mantıklı Türkiyelilerdir işte.Tamam nasıl bir anne babanın eline düşüleceği  şans, kısmet   ama  “bir babanın çocuklarına yapabileceği en büyük iyilik onların annelerini  sevmektir” Hesburg yorumlamasının  gerçekliğini  tartışmaya açmadan devam edeceksek şayet, erkeğin, kadını  toplumda konumlandırmasına,  pozisyonuna göre şekillendiğinden  eğer despot, erkek egemen anti- demokratik  devlet ve toplumda yaşanıyorsa aynısını aile içi ilişkilerinde de  sürdüren, Nietzsche’nin “erkek evlat, babanın eksikliğini taşır” da  dediği  erkeklerin ;  genellikle de   görücü üslü  ve  çocuk yaşta  evlendikleri;  her olumsuzlukta  kendilerinde  hiç hata görmeyip suçu  ‘sen yaptın bu çocuğu böyle…sen yüz verdin işte de’ olduğu gibi suçu üstüne attığı, kimliğini,  varlığını  görmezden gedikleri ,  psikolojik şiddet; sevgisizlik, iteleme, dayak uyguladıkları kadınların;  içi, dışı yıkık  dolaştığı huzursuz evlerinde tatmadıkları sevgiyi, saygıyı; mutsuzluklarını yansıttıkları evlatlarından  huzurlu,   sakin , mutlu, uyumlu, nazik   olmalarını  beklemek; ancak geçmişi yadsıyan Ortadoğulu  bir birey düşüncesidir ki  hiç birimiz de yolun en başında baş koyacak bir omuz bulamamış, hayal kırıklığına uğratmayan bir babaya tesadüf etmemişken Ey Okur, gelelim senin  roman yazamaya kalkışmış bu pespaye yazarının obsesifliği  saydığın  Fahişe mevzuna; başı açık, türbanlı, çarşaflı, eğitimli, eğitimsiz ya da herhangi başka bir kategoride bulunmasının  hiçbir şeyi değiştirmeyeceği kadının, paspas, temizlik  bezi   muamelesi gördüğü…göreceği İslam coğrafyasında, hangi ülkede yaşadığının da önemsizliğinde, birlikteyken ”hayatımın anlamısın sen… senden önce hiç yaşamamışım ben…”i’  sarf eden, ayrılık sonrası aynı kadınla ilgili ”hocam,  nasıl yenge?  afiyettedir inşallah…”– ”bırak Allasen, çoktan unuttum o orospuyu… o fahişeyi”  yapıştıran yalnızca erkeklerin değil, Azerbaycan Ermenistan arasındaki çatışmada Azerbaycan’ın savaş propagandası için sosyal medyayı bloke ettiğini öne süren Ermeni  Kim Kardashian’ın paylaşımlarını, kendini  savunma hakkı olmayacağını bile bile ana haber bülteninde  “Kim Kardashian’ın kameralara göstermeye alışık olduğu büyük bir kaynağı var, yine aynı kaynağı mı referans aldı acaba?” diyecek kadar seviyeli !! çiğlikten uzak,  entelektüel üsluplu kadınların da  bulunduğu çok…çok  geniş bir kesimde; ailede, işyerinde, okulda, partide, örgütte babası, annesi,  kardeşi, abisi, ablası, amcası, kocası,  arkadaşı  tarafından  yüzüne  olmasa  bile arkasından  bir kez olsun “orospu”  sıfatı  yakıştırılmamış, suçlanmamış  “fahişesin”  hakaretini , küfrünü yememiş tek bir kadın yoktur, varım diyen de  kesinlikle hünerli bir  yalancı… cidden bir yosmadır. Bu arada naçizane bilgilendirme kitaplarını okudukları Proust, Zola , Maupassant,  Fils’in  katıldığı edebiyat toplantıları düzenleyen, tiyatroya, operaya giden  pek çok yazarın, bestecinin, sanatçının eserlerinin ilham kaynaklığından edebiyat, sanat dünyasına katkıları takdire şayanla anılmadan geçilmeyecek özellikle  19. yy Avrupa’sında  ev işi, çocuk bakımı, kendilerine  hizmet  dışında herhangi bir konuyla ilgilenmelerini  istemeyen zaten bu kadar sorumluluk altında dewa ma Badan, Kasmanda ki kadınlar gibi yorgunluktan,  başka  şeylerle  ilgilenecek vakti  bulamayacak ev kadınları;  temiz  aile kızlarının evlerinde kapalı kalmalarını sağlayan erkeklerin; vakitlerini geçirdikleri, fikir alışverişinde bulundukları artı  cinsel ihtiyaçlarını giderdikleri  kitap okuyan, sanat, politika, edebiyatla ilgilenen  hayat  hakkında derin düşünceler  yürüten  adab-ı muaşerete haiz kentli, kentsoylu fahişelermiş… bak sen! bunu bildiğinden miydi Haldun’un ‘yosmayla ilişkide  biz erkekleri ürküten sonra yoktur. Bakma sen ! insanların orda burada hayat kadınlarını  ayıplamalarına…dili  suskun ruhu,  bedeni diri  daha çok  tinsel kaynaklı bir karakter bence  yosma, yanlış anlama güzel olmak  yetmez, hayat görüşü, tecrübesi  ister yosmalık  şayet çirkinse de   hal, hareketleriyle  bilemedin bir şiirle, basit bir sözle   ‘bir adam vardı bir zamanlar bana gelen böyle hiç konuşmayan ama bir ahhh derdi anlardın derinlerdeydi  ’  yaşanmışlıklarıyla    kapatır eksikliğini. Erkeklerin ne mal olduklarını, ne istediklerini bilirler ama sevgililer, eşler   gibi  zayıf yanlarını, istismar etmezler;  o yüzden vazgeçilmezlerdir,  düşkünlüğümün sebebi birincisi  “imkansız” kadınlar olmamalarındandır, ikincisi  bıkmazsın yosmalardan  diğerleri gibi hemen sahiplenip ‘iki kişilik bir ilişki de  tek kişi yaşıyorsun o zaman niye benlesin’ triplerinde ‘ acaba yanlış mı anladı? keşke demeseydim öyle… aklında  ne vardı, uğrasam mı’ düşüncelerine daldırıp  yormadıklarından  zaman da  farklı akar sanki yosmaların yanında; daha yavaş, demlenerek, öyle bir bakarlar ki  adamın  ta  içine; yıldızların  arasında umarsıca uçan kuyruklu yıldızlara benzetirim ben;  baki kalmazlar  insanın hayatında, dönem dönem girer ve giderler illaki de. Bu coğrafyanın yarattığı kadınlar olduğundandır belki de efkar  sebeplikleri de …’yle  bitirdiği serenadına bakıp iyi de  Haldun,  benden bir şeyini saklamaz diye yemin üstüne yemin edeceğim, ölümün sonrası ortaya çıkan, sakladığın  sırının; çenemiz yorulmasın diye kısaca  Li diye hitap ettiğimizden  ‘evden çıktım size gelene kadar karşılaştığım beş genç kızın en az ikisinin adı Leyla, erkeklerin mecnunmuşçasına kadınlara bu ismi vermeleri de Allahlık bir muhabbet konusu ama ben şu anda bir kadına daha aynı isimle seslenemeyeceğim o yüzden ilk ismini kullanıp  Mine diyeceğim ki, bence bu isim sana daha çok yakışıyor,  ev halkı da alışsa iyi eder’ muzipliğinin   hiç de öyle yansıttığın  gibi olmadığını  anlayan  belleğimde, sohbetini  ettiğimiz  –güne dair  o titrek anların bu kadar netleşmesi –yosmalara tutkunluğuna kendin gibi beni inandırdığından mıydı diye  düşünmeden edemedim sonraları.Yanı başındakini, hayatını paylaştığını bile yüzde yüz tanıyamayacağından, düşündüklerini bilemeyeceğinden,  bu hayatta  kimseye  ‘ben seni bilmez miyim? seni  tanımıyor muyum ? denmemeli  zira kendisine inancını, güvenini  bilmesine rağmen kişiyi  izin verdiği ölçü kadar  tanırmışsın, gerçeğinin  de   anlattığı  kadarını bilirmişsin’ini  kaybettikten sonra anlaman Haldun’u –haydi diyelim  gecelerini, gündüzlerini paylaşmıyordun Haldun’la o yüzden  de yanıldın  ya  Mine Leyla (Li), ona ne demeli ? kardeşin, otuz yıl aynı odada uyuduğun (seni ayakta uyutan)  birinden bahsediyoruz, yahu demişti haklı olarak  dertleşmek için kapısını çalıp ‘inanır mısın bilmiyordum, yeni öğrendim. Yıllarca “aklı fikri yatakta, bir erkekle  tanışmaya görsün  sapık, hırsız, uğursuz  çıkabilir diye düşünmeden, korkmadan hoopp yatağa atan seks düşkünü, hep de, problem,  problem ”le  eleştirdiği  Çağla’yı tanırsın, evin kızı gibiydi  çok yakın arkadaşlardı Li’yle. Şimdi araları bozulunca  sırları dökmeye başladı meğer Li,  Çağla’nın bin beteriymiş. Hayır, ne bok yaparsa yapsındı  ‘neden kimse benimle birlikte olmak, yatmak  istemiyor , niye benim flörtüm yok ‘ karaları  bağlamasını da anlarım ama bunun için ağlamak ? ağlamış ya kimse beni istemiyor diye işte o beni çok… çok …şaşırttı  bizim  sesiz, sakin Li’mizin istekleri, düşünceleri konuştuklarıyla ne kadarda alakasızmış. Bin tane psikiyatrist, bir araya gelse de  Lise yıllıklarında  arkadaşların kişiler hakkında  yapıtığı  tahliller, tespitler kadar gerçeği yakalayamaz. Neden biliyor musun ? masumluk vardır ortada, art niyet yok,  gördüğünü, kişiliğinin ayrılmazı davranışını gizlemeyi akıldan  geçirmeden yazıyorsun. Geçenlerde bir şey ararken Li’nin, Lise yıllığını gördüm,  o günlerde  okula gidecek para bulamazken ‘ şuraya da, buraya da seyahat ‘ edeyim  aklımızdan geçmezdi onun için de    bir günlük bir tatil olmaya görsün bavul elde yollara düştüğünü görmedikleri halde ne yazmışlar biliyor musun  “ Evliya Çelebi soyundan geldiği de iddia edilmektedir. Sakin görünüşün altında canavar gibi bir mizaca sahiptir. Tek gözünü kapatmakla neyi ima ettiği hala anlaşılamamıştır.” İşin ilginci babam da tek gözünü kapatarak konuşur. San gıcık olmuşsa, beğenmiyorsa öyle bizim gibi eşeklik edip acıtmadan pat diye yüzüne söyleyip ilişkiyi bitirmez akrep gibi bekler…bekler en acıtacak anı bulduğunda sokacak gaddarlığına ta Lise’de  farkına varmış arkadaşları ama bennn…ooooo Çağla daha neler anlattı  bir bilsen   ‘acaba  yalan mı söylüyor diye gidip de çıktığım oğlanı  oturduğu Cafe de kontrol edip hiç basmadım, Li yaptı.Sorsan ben ona göre daha kıskancım, bencilim,  takıntılıyım  diyecektir.Az düşüp, kalkmadı ama niyeyse çapkın, erkeklerle  dolaşan hep Çağla, namus abidesi hep Li oldu. Sinsiydi çok, derinden giderdi, duygularını, düşmanlığını  belli etmezdi  ne düşündüğünü anlamazdın (babam gibi diyorsun içinden). Ansızın vurdu  bana da ,  beklemediğin anda.Düşün Hasım’ın  ki adam bildiğin gaydi’ –‘nerden bileyim,  hiç mekanına  gitmedim, tanımıyorum adamı. Li ‘gecikeceğim  iş çıkışı Cafe Bien’e gideceğim, Hasım bekliyor’  bahsini ederdi merak bile  etmezdim‘ –‘Doğru, sen hiç gelmedin oraya.Hasım’ın annesi vefat etmiş ikimizde evliyiz, ben daha boşanmamışım,  başsağlığına gittik. Adamın annesi ölmüş senin Li dönmüş  herkesin içinde ‘bu var ya bu  sevgililerine şiir yazardı’ diyor ‘özel’imi paylaşıyor ulu orta. Allahtan Kadir yanımda değildi .Öyle sinirlendim ki ‘peki sen ne yapardın , onu da anlatsana?’  dedim.Kocası İsmet atıldı hemen ‘ Li ne yapardı ki?’  –‘kendisi anlatsın sana ‘kapattım konuyu. İşte o an çizdi beni, kendisi başkası  hakkında konuşunca kötülük barındırmayan iyi niyet,  başkası onunla ilgili konuşunca  anında kara defter…aramız düzelmedi bir daha.’ da dedi. Aslında;  ne iş yapıyorsun  dendiğinde  ne olduğunu, neyi  kapsadığını bilmemesine rağmen kimsenin de  dönüp  ‘ne yapıyorsun  mesela’  demeyeceğini bildiklerinden işsiz güçsüzlerin sığındıkları mesleklerden  afili ‘grafiker’ titrli;  kulağında küpe,  sonbaharda,  kışın sırtında parka, boynunda puşi,  koltuğunun altında okumadığına kalıbımı basacağım  Michel Foucault “Kelimeler ve Şeyler “, elinde Ludwig Wittgenstein “Defterler”  kitaplarıyla dolaşan İsmet’le, Li’nin tanışıp  iki ay içinde evlenmeye karar verdikleri ancak Can’ın  ölümü sonrası  bir  gün sırf  ‘nasıl bir yerdi’ düşüncesinden kurtulmak için  gittiğinde  kimse  görmesin diye mi ?  sarmaşıklarla sarıldığından girişi, tabelasını görmeyip  önünden geçip az ileride birine sorduktan sonra tekrar geri dönüp de öyle bulduğun;  ortamdaki  namından, hayatında, ailende   estirdiği fırtınalardan habersiz  salaşlığında biraz da tuhaflığından  büyülü atmosferinde pahalıda olsa  menüsü  peynir tabağı, sunumu özel Akdeniz tostu,  şarapta da  seçenek fazlalığının memnuniyetinde,  erkeklerin %99’unun “karı, kız “,  kadınlarında “ cool erkek” kesme, bulma   için geldiğine yemin edilecek;   müptelalık yapması olası  New Order’den  ‘How does it feel to treat me like you do? When you’ve laid your hands upon me -Sana senin davrandığın gibi davranılması iyi oluyor muymuş ? Ellerini üzerime koyup,  Kim olduğunu söylediğinde’ li  Blue Monday çalarken “aha ! ben bu simaları her gittiğim ortamda görüyordum bu vesileyle arayı  da soğutmadık ama  iki laf edemeyecek kadar da yüzeyselim” duygusunda,  masa kapma yarışındakilere bakıp ‘Ankara’nın ücra köşesinde  başka bir seçeneğiniz olmasa tamam, ama hemen 50 metre yakınında zibille kaliteli konsept mekanlar;  Old Mariner Pub, Koala, cafe Kish karşısında ışıl ışıl geniş ferah Bomonti Brasseri’e varken’ rahatsız demir sandalyeler üzerinde,   doğru dürüst ısıtma mekanizması da kurulmamışken  buz gibi  bir o kadar  uyku  getiren,  loş  kıç kadar izbe  bahçesine tıkışma ısrarına anlam veremeyip, diğer mekanların ergenliğine tezat olgunluğa erişmiş bir duruşta,   gecenin geç saatlerine kadar  birbirini yıllardır tanıyan otuz yaş üstü  kemik kadrosunu ağırlarken kırılan bardak seslerinin de duyulacağı,  sağlam miktarda  gay’e de ev sahipliği yapan, Konur’da  ki Mülkiyeliler Birliği gibi  ağır entelektüel abilerin, hocaların da takıldığı  Bülten sokağın belki en eski, en köklü ve de  kuytusundaki barı Cafe Bien’e  haftanın en az üç günü  gittiğini bilmediği halde; alışkanlığından hiç vazgeçemediği pencereden kızlarının yolunu gözlediği gecekondu zamanlarında  yaşansaydı  ‘geç kaldın… geç geldin’le   dayak  atacağı ‘nerden geldiysen oraya git’le  kapıyı yüze kapatıp, eve almayacağı ( her birine  bir dörtlük yazdığı altı çocuğundan)   Li hakkında da;

“ Birisi var Fona Bakar

Sık sık bara, saza gider

Aklına estikçe İstanbulla gider

Sıkıldıkca pencereden parka bakar”

dörtlüğünü yazarak  sadece uzaktan gözlemleyerek  evlatlarını  annenden daha iyi tanıdığını kanıtlamış babanın haberinin olmayacağı  senin de ; yıllar yıllar sonra  can ciğer kuzu sarması arkadaşı Çağla’yla arası bozulmasa duymayacağın   ‘Li’nin Cafe Bien’ maceralarını    ‘nasıl olur benim kardeşim bunları yapar’   infialiyle karşılayacağın  dün yerine bugün de  öğrendiğinde  yalnızca şaşkınlık  uyandırması   belki de  artık en ‘yapmaz, yapamaz’la kefil olduklarının  her şeyi yaptıklarını, en olmayacak denilen şeylerin olduğunu gördüğün hayatın varlığından ‘la anlattığında  ‘Bir dakika…bir dakika şimdi nasıl bir vizyonsuzluk, nasıl bir  gözlemleyememe, algılayamama eksikliğidir ki otuz yıl aynı odada yattığın kardeşini tanıyamamış, arzularını fark edememiş,  bilememiş  biri olarak tanıdığını varsaydığın topluma inanıp koşullar olgunlaştığında vaktin geldiğine  devrim yapacaktın yoldaşlarınla,  nasıl bir ironidir  bu ? Kardeşini tanıyamayan sen zaten de kimseyi, hiçbir şeyi doğru tahlil edemezmişsin ki bu saatten sonra bunu  bilmen de, inan bana hayatında hiçbir şeyi…olacakları  değiştirmez   aptallığına yanmandan başka’ demiş Haldun’dan sonra yaşamında olmasının aynı tadı vermediği İlhan’a  itiraz edecek bir şey bulamaman  ‘önemli olan ben, vücudum değildi, önemli olan koca, çocuk, torun,  akrabalardı,  onların rahatlığı, mutluluğuydu, kendimin hiç  değeri yoktu.Şu lekelerle dolmuş, buruşmuş, romatizmadan yamulmuş ellerimin  şekli şemali nasıldır, parmaklarım uzun, kısa  mıdır? tombul mudur ? kurumuş, çatlamış mı,   krem sürmek lazım mı?  diye bir gün bakmadım ben .Kolay mı altı çocuk bugünün  anneleri  bunca kolaylığa birine  bakamazken. Onlar hasta oldu, ben onlarla yatardım  ki hasta olayım, kızamık oldum onlarla. Veliler toplantısına giden ben, hastaneye götüren ben, kuyudan su çekip getiren,  keseleyen yıkayan ben. Zaman mı kalıyordu yüzüme, ellerime bakayım.Hep bakmak zorundaydım ya birilerine, babana, amcalarına, dayılarına, evlenip gittikten  çocuklarını büyüttürdükten sonra  arayıp, sormayacak çocuklara,  onların çocuklarına;  torunlara. Ne içindi bunca çalışma…emek,  bu kendini boşlayan  hizmet, hizmetçilik? Boş emekmiş hepsi boşşş; çocuklar, torunlar yesin diye beş kilo undan gözleme…su böreği yapmış, lahana dolması sarmış  bu eller  şimdi kavanoz kapağını açamaz, dizlerim  merdiven çıkamaz halde. Ben insanlara hizmet ettiğimde; saçlarını taradığımda, boklarını temizlediğimde,  çamaşırlarını yıkadığımda, çayını demlediğimde, elde börek açtığımda, Zerfet yaptığımda; çocuklarına baktığımda, evlerini temizlediğimde, lavabolarını, yerlerini sildiğimde anaydım… ablaydım… yengeydim yapamıyorum ya artık ne anayım, ne ablayım, ne de yengeyim, hiçbir şeyim. Biri bana Mesut  bey gibi çıkıp da ‘insan  vücudu  para gibidir, tasarruflu kullanmak lazım, ne kadar çok harcarsan o kadar erken bitirirsin, kıymetini bilmek lazım  çünkü zaman öyle bir zaman ki yaşlandığında emek verdiğin, hayatını adadığın çocukların, torunların  kimse yüzüne bakmıyor, yük kabul ediyor’ deseydi, uyarsaydı ya da ben; yetmişsekiz  yaşında dewa ma Kasman’dan şehre göç etme zorunda kalan  ‘yuvasız kuşluğuna’ ağıt yakışına  üzüldüğüm çene Küçükağa’nın  başına gelenlerden ders çıkarıp kendimi yıpratmayayım, yormayayım  diye düşünseydim. Halbuki  beni ikaz etmiş ben anlamamışım. hiç unutmam  Bella  doğduğunda annem bizdeydi,  ben Gilda’nın yanındayım, İncirli’de onların evinde kalıyorum,  bir hafta geçti  telefon ettim annemi banyo  yaptırın, sizde bana telefon açtınız   dediniz ki anneannem demiş ki ‘ Turna, gelmeden  banyo yapmam’ .Bende gideyim anneme banyo yaptırayım yarın dedim Gilda’ya.O gece sabahleyin gelecem, biz hastaneden eve gelmişiz,  kayınvalidesi de  gelmiş Gilda’nın,   omuzlarının arasına böyle  şal atmış, kuruluyor, kıkırdıyor.Akşam bir de bakım Gilda’yla kocası tartışmış.  Gilda, kocası, Bella  aynı odada yatıyorlar ben de diğer bir odada, kızım doğum yapmış yardıma gitmişim ya annesi olarak. Tartışma niye? Cem bey  tutturmuş  Zere koyacağım kızımın adını. Babaannesinin adı mıymış ne. Gilda ‘da ben o adı istemiyorum, ben Bella koyacağım demiş.Tabii  Cem ne bilsin benim kızımın  istediği olmazsa hemen sinir kriz geçirir, genç kızlığından beri bu böyle. Gilda kriz geçirmiş yine  elini, ayağını böyle kapatmış. Girdim odaya öyle görünce  dedim ki ne oldu? dedim. Bir şey yok dedi,  o bana dedi ki  annemlerin apartmanında bir doktor var,  çağırayım. Ya bunların yaptıkları… güya gazeteci üç gün olmuş eşin doğum yapmış, lohusa kadına bu söylenir mi?  sırası mı şimdi. Ailesi de geldi doktor da  Gilda’yı  muayene etti, ellerini, ayaklarını zorla… dedi ki doktor ne oldu dedi bu bir şeye üzülmüş ki böyle. Kızım,  ben eşeğim o zaman dönüp desene böyle, böyle…Ben hiç sesimi çıkartmadım,  neyse doktor avucunu açtı, dilini açtı,  ağzını açtı  Gilda kendine geldi.Bende sabahleyin geliyorum Gilda dedi ki gitme.Ben dedim anneanneni banyo yaptırayım, geleyim.Ondan sonra ben kalktım eve geldim, annem oturuyor gittim elini öptüm, böyle önünde oturdum, diz üstü… ellerini öptüm, ovdum  anne dedim kurban olayım  ben bu ellerine ama dedim ben seni üzdüm ama bir haftadır dedim,  bak dedim,  böyle de yaptım (bir tutam saçını tutuyor) gösterdim, bak  bembeyaz olmuş, ben daha yeni torun sahibi oldum.O  zaman kadın  bana hiçbir şey demedi şöyle saçımı okşadı ‘he yavrum he’ dedi ‘ sana bir şey söyleyeyim’ dedi ‘biliyor musun  zaman her şeyin ilacıdır yavrum,  bekle de gör ‘.O kadar , başka da bir şey değil, bir  kelime; zaman her şeyin ilacıdır yavrum dedi bekle de gör, o kadar.Ben elini öptüm götürdüm banyoya koydum.Gördüm işte, annemin bir sürü torunları vardı görmüş, geçirmiş kadın  açıkça bana sonunu bekle dedi.Yavrum bu kadar sevinip  duruyorsun ama sonu da b..k demeye getirmiş ben anlamamışım  har…har… har tahtaları fırçalayacağıma, halıları kilimleri çırpacağıma korusaydım ellerimi, kollarımı, dizlerimi   en azından  şimdi elimi attığımı tutacak haldeydim. İnanmayacaksın belki  ama inan, sanırdım ki hep öyle kalacağım; el yok, ayak yok…bel yok her tarafım ağrıyor ya şimdi , bu hale geleceğim hiççç aklımın ucundan geçmedi; öyle hay- huy, hır-gür arasında  yaşarken, ne zaman bitti  çocukluk, gençlik ? ne zaman orta yaş oldum, ne zaman yaşlandım  fark edecek zamanım da  olmadı, bir baktım yetmişdördümdeyım..’ birinin mutluğunun diğerinin mutsuzluğuna bağlanmasının  kederinde; sahipleri erkeklerin; özgürlük getireceğini bildiklerinden ekonomik açıdan kendilerine bağımlı kılarak, pasifize  ettikleri  ev hanımlığında; pencere sildirip, çamaşır yıkatarak, beş saat  sürecek su böreği, mantı, içli köfte, yuvalama, analı kızlı, yaprak sarma yaptırtarak, lahana sardırarak ömürlerini tükettirdikleri; misal  kırk yıl geçse niye elimde bulaşık yıkıyorum, bir makine olsaydı koysaydım  içine o yıkasaydı  bende rahat rahat kahvemi içip, film seyretseydim  düşünemeyecek kadar biçilen role, nefes aldırmayan hizmete adanmışlıklarını…’cidden de malmışsınız kendiniz için kol kıpırdatmamışsınız zılgıtını yiyeceği ‘ne yaptın bu  güne değin’ sorusuna çocuğa, kocaya, toruna   baktım;  ev işi, ütü, salça, konserve yaptım, hamur mayaladım, tutmaç, erişte kestim, turşu kurdum, dolaba kış için domates, fasulye, biber, bezelye, barbunya, sebze attım;  dolma biber, patlıcan kuruttum;  cevabını vermeyecek’ Avrupalı, ABD’li  pek çok hemcinsinin varlığını   dahi  fark edemeyecek ip belirledikleri kalıpların dışına çıkışlarını da   yasakladıklarından  yeteneklerinin keşfini, gelişimini  de stabil tutukları bir hayata razı edilen,  toplumun yoksul, emekçi kesimleri gibi    yaşadıklarından   memnun  olmalarını sağlayacağından itirazsızlık getireceğini bilen   toplum mühendislerinin sevdiklerinden   hep başvuracaklarından  “vatan, millet,  devlet, din, Kutsal Kitap, Peygamber” gibi abarttıkları kavram    “kutsal”ın  içine  koyduracakları    “anne”likle, gözlerini  bağladıkları, kulaklarını tıkadıkları kadınların, annenin  ; emeğinin   ‘annesin…anneydin doğurdun  tabii yapacaktın…’la değersizleştirilmesini,  hizmetlerin ‘ yapmasaydın ben mi yap dedim’ şımarıklığıyla hebasını içinde bulunduğu durumu eğer okutulsaydı ‘bir çok rotasında, tam isabet ettireceğim yerde  ıskaladığım hayatın genelde bana yaptığı bir eylemdi, teğet geçerken sıyırdıktan sonra “gel hadi yaşa” demesi’yle  ifade edeceği ötelediği arzuları bitmeyen…bitirilmeyen hizmet, sorumluluk, adanmış yüklü  hamallığını   ‘anne oldum diye günahkar mı oldum’ serzenişinde  yetmişdört yaşında,  anlamasına eşdi.Ellerine bakacak fırsat bulamamasını ‘biri karnımda,  biri kucağımda, biri elimdeydi…ilk çocuğumu seni,  on beş  , ikincisini  onaltı, üçüncüsünü onyedi buçuk yaşımda doğurdum.Kırk günlüktün sen, dewa ma Kasman’dan Van’a geldiğimizde. A o baban işe gidiyor; sabah çıkıyor, akşam geliyordu,   amcanı da  getirmişti yanımıza okusun diye. Benden başka kim vardı ki evi temizleyecek, işi,  yemeği yapacak, çocuklara bakacak hazır çocuk bezi mi vardı? Çocukların boklu, kakalı  bezlerini yıkamak, kaynatmak o kadar zaman alırdı ki, gün doğmadan kalkardım işleri yetiştirmek için’le mevsimlerin yalnızca penceresinden  akıp gidişinin  şahidi  çocuk gelin annenin, gözlerinde birikmiş yalnızlığın hüznünü…  çaresizliğini, yorgunluğunu büyük hedefin sosyalizmi kuracak devrimci   mücadelenin cevvalliğinde  atlayıp,  proletarya diktatörlüğünün altına  gömdüğün… hani bana ‘zeka denilen şeyin derecesi  hayatı, insanı etkileyen basit ayrıntıları gözlemleyebilme de, tanımada işte  böylesi durumları algıda ortaya çıkar,  fark edilir.Aptalmışsın çünkü annenin biçareliğini göremeyecek  sezgilerin var, ağır oldu biraz  safsın demeliydim, safsın sen’ diyordun ya bildiğinden diyormuşsun Haldun ’ikisi de gizlemişler kendilerini benden, hem de,  hiç de  gereği  yokken’ le  gözümün önündeki  olanları göremeyecek  kadar kardeşim   Mine Leyla hakkında yanılacak kadar harbiden safmışım  da iyi de  neden  saf, iyi niyetli  olmayacaktım  ki? Biliyor musun kızım demişti hastane koridorunda sonuç göstermek için doktoru beklerken yanında oturmuş annenin yaşıtı teyze ‘sen iyiysen insanlar da iyidir?’ –‘o öyle değil artık teyzem.Sen iyi olsan da insanlar kötü ‘  iki saniye önce  dediğinin tam tersini ‘ haklısın kızım, o zaman seni saf sanıyorlar, üstüne biniyorlar.Benim oğlan bana kitap okur bazen, bir yazar demiş ki insanoğlunda üç özellik vardır bir; yılan gibi sinsi, iki; kedi gibi nankör, üç; tilki gibi kurnazdır ‘la   savunmasına  bugünde şaşırmayacağın  tecrübede erişmeden çok önceleri  ‘biz,biraz sonbahara benzemiyor muyuz?’  analizini yapmada  harbiden yetkin, yüzüme bakıp ‘bir  seni tanırım, bir de Meryem Ana’yı ama senin bana’ bu  yosmaları anlatsana’ demen yok mu?Bu yosma   merakın cidden de incelenmesi gerekli bir vaka. Tanımayan sanır ki sabah, akşam piyasada  iş kovalıyorsun’   kahkahalarının ardından ‘ geçenlerde ‘keşke bu işe alınsan sayende biz de dünyayı gezeriz’ dediğin turizm şirketin de iş görüşmesine gittiğimde…’ ahhh yaşanmaz denilen  bir dünyanın, ülkenin   varlığının   yaşanabilir  bir dünyaya, bir ülkeye bağımlılığında; belki  maddi durumu bizler kadar kötü olmadığından, harçlık veren meslek sahibi  abilerinin bulunmasındandı Haldun’da ki ‘ daha içeri girer girmez ısınmadım o kendini bir bok sayan, göz kenarı çapaklı patrona, işe alsaydı da iki güne kalmaz kavga ederdim.Ulan sen kimsin be! hasbelkader  paralı ,  sağcı bir ailede  doğmasaydın görürdüm seni…iyi ki olmadı’ sevinmeli  genişlikten, rahatlıktan eserin bulunmadığı 12 Eylül sonrası “ sakıncalı…anarşist…komünist bunlar “ damgası vurulan ‘devrim yapıp ülkeyi yönetecektik ya evim, arabam şunun bunum olsun peşinde koşmadık da ne oldu? halimize bak! açlığa ‘ iş olsun da ne olursa olsun’a mahkum edildik kimsenin umurunda değil’   üzüntüsünü yaşayan biz, gecekondulu  solcu  gençler ne çok iş aramış, ne çok  ‘yine olmadı…almadılar’ la yıkılmış, dibe vurmuş,  ne çok da  nefret etmiştik   sonucu hep  ‘biz size haber veririz’le bitten   iş görüşmelerinden. ‘Bana kalırsa annenler günlük sigara, bira paranı  verse, poponu  kaldırıp da iş aramaya çıkmazsın sen’–‘ya dur dur’–‘gülmeden anlatsana’ –‘sen nazik olacağım diye kıç, göt yerine popo deyince , Turna teyzenin pipiye blo deyişi geldi aklıma.Sünnet olacağım diye korkudan ağlıyor Mustafa,  annen ‘oğlum blo’ndan azıcık kesecekler’ diyordu, Oğuz’a dedim ‘bu blo ne?’ garip garip baktı suratıma ‘ blo işte ‘ anlamadığımı   görünce ‘çük, oğlum çük’ dedi.’ –‘ayyy tamam ya evet biz ‘blo’ diyorduk.Asıl mevzu senin  çalışmak  istememen.Biliyor musun Karl  Marx’ın “herkesten yeteneğine göre alıp herkese ihtiyacına göre verme ” kuramından çok önce İtalyan felsefeci Tommaso Campanella’nın  1602’de yazdığı  “herkesin ihtiyacı neyse sadece onu aldığı ”  ütopyası (Civitas Solis)  Güneş Ülke’sinde  de  doğsaydın  yine de mutlu olmazdın çünkü  orda bile “herkesin çalışması esastır…her insanın günde sadece dört saat çalışarak geçirmesi yeterlidir ” kuralı geçerliydi’ sataşmalarına alışkın  Haldun’a  ‘ İşine geleni hatırladın yine araya kaynak ‘blo’yu ekledin. Sadece sayende dünyayı gezeriz demedim ki’ –‘ doğru, şansa bak! dört ayağının üzerine düşmek diye buna denir, işyerin de  tam yosmaların piyasa yaptığı  cadde üzerinde. Artık akşamları iş çıkışı  ne olur bilmem de ‘ demiştin ama bilirsin ben fahişelere, travestilere  mekanlık etmeseydi de; seksi giyinen birine  ‘ne o Cinnah’a  mı çıkacan aksam ehe…ehe”  ya da parasız kalanlarla “Cinnah’a çık olm”lu  muhabbetlerin odağındaki; sağında solunda biz  gecekondu soylularına,  oturma hayali kurdurtmayacak, görkeminden  erişilmez gözüken güzel  apartmanların, villaların;  yaşlı ağaçlarla  süslü, geniş bahçeli farklı mimaride bir kaç büyükelçiliğin  ( favorim Almanya, İsveç’di);  ilkbaharda  Çevre sokak girişinde tomurcuklanan iğde , ıhlamur ağaçlarından, leylaklardan yayılan kokuları getiren akşamın ılık esintileriyle  sersemleten, göğe yükselen envai çeşit ağaçları, çukurluğu, etrafındaki binalarıyla izole edip  gizlediğinden,  yakınlarındaki ailelerden habersiz okulu kıran Çankaya  Lise’si öğrencilerinin  kapağı attıkları,  içindeki  artık ne su,  ne de kocaman kırmızı balıklarının olmadığı havuzun kenarında gençliğin en heyecanlı  günlerinin yaşandığı, 12 Eylül ‘de kapısı kapanmış,  çiçekleri terk edilmiş, serası metruk  cam kafese dönüşmüş bir daha da kendini toparlayamamış, çocuk parkının eklendiği kısmı da  simitçi, helvacı, gazozcu işgali altındaki öncesinde yerinde  Amerikan subaylarının  gittiği orduevinin bulunduğu,  Atakule  girişinden aşağıya inildikçe  hâlâ sessizliğini,  sakinliğini koruyan, geceleri  ıssız…karanlıkta  hangi yönden geldiği anlaşılmayan köpek havlamalarıyla adeta  korku filmi setine dönüşen sevdasız..’ –‘ufacıcık bir düzeltme yapmama izin ver sevgilisiz dolaşılmayacak’ –‘ Hayır ! Haldun beyciğim hayır ! sevgili, yavuklu  değil,  neden hemen aklına sevgili geliyor sevda denince…sevdasız diyorum, sevda devrim olur…özgürlük olur…yalnızlık olur …hüznün olur….simit olur… tatlı olur…Proust’un romanı olur…benim Şairimin;

“De gülüm! De ki: ela bir günde geleceğim

İstanbul darmadağın olacak, saçlarım darmadağın.

Hepsi, darmadağın! üzülme gülüm! Toparlanacağız, birlikte, ayağa da kalkacağız, yürüyeceğiz de gülüm “

şiiri olur…olur da olur… Kuğulu,nun  Seğmenler’in  abartılmasının anlamsızlığında Ankara’nın Central parkı  Botanik parkının da  yer aldığı;  yabancıların, zengin bebelerinin 70’li yıllarda başka araba olmadığından Amerikan arabalarıyla  darg race’ler yaptığı, sonbahara yenilmiş ağaçların sarı, kırmızı, yeşil yapraklarıyla kaplanan ya da kışta yağdı mı kartpostallık görüntü kar kapatmışken yollunu,karanlığa direnen aydınlığın içinde Kızılay’a doğru duraklayamadan  yokuş aşağıya şehrin manzarasına bakarak yürümenin (koşturmanın) zevkine doyulmayan öyle ya da böyle  her Ankaralının  belleğinde bir anı…bir fotoğraf  bırakmış adı hayat kadınlarıyla anılmış Cinnah caddesini severim ben.Bir keresinde öyle bir kar yağmıştı ki Ankara’ya, iş çıkışı  Kızılay’da otobüs,  dolmuş,  taksi, araba ne  bulsan razı olacakken tek bir araç  görünmediğinden ortalıkta,   eve  ulaşmanın tek yolu  yürümek… onca insan dökülmüşüz caddeye  konvoy halinde  dağa tırmanır gibi tırmanıyoruz Cinnah’ın soluk kesen  dik yokuşunu; nefes nefese.Karşıdan yüzümüze yüzümüze  vuruyor kar, tipi, göz gözü görmüyor’–‘ o günü unutmam, nasıl bir kardı o, ben de yürümek zorunda kalmıştım, eminim o gün evine yürüyerek gitmeyen tek Ankaralı yoktur. Beyaz  karı aydınlatan  sokak lambalarının  ışığıyla adeta gündüzü yaşayan caddeyi   kara bata çıka yürüyen onlarca  kardan adamlar istila etmiş gibiydi, rüzgar da inadına kamçılanmış vuruyor da vuruyor kirpiklerimi, yüzümü acıtıyor. Ayak, el  parmaklarımı hissedemiyordum. Üşüyorum, nasıl hem de ,  atkı kar etmiyor, kulaklarım donmuş, morarmış. Karın  ağırlaştırdığı yolda arada durarak, mola vererek  ilerlemeye çalışıyorum, tepeye  Atakule’ye  ulaşabilsem(k)  sonrası kolaylaşacak…‘tamam artık çıkamayacağım burada bırakıyorum’la yılamıyorsun da tam Botanik parkının oraya gelmiştim ki yanımda bir taksi durdu,  arka koltukta  yaşlı bir  bey  ‘Yıldız’a  çıkıyoruz çocuklar, gelin sizde’ taksici atlıyor hemen ‘söz veremem arabanın gideceği yere kadar gideriz, atlayın, birazdan hiçbir araba bu yokuşu çıkamaz.’ Yokuşu birlikte çıktıklarımız arasından iki kişi daha biniyor benimle birlikte taksiye.Mantom da  biriken  karlar  eriyor, ıslanıyor taksinin koltuğu ‘kusura bakmayın… elim, ayağım buz kesmiş , son gücümü kullanıyordum, Allahtan yetiştiniz, çok teşekkür ederim’ derken yaşlı amcaya, taksiciye dişlerim sızlıyor, dilim kamaşıyor zar, zor konuşuyorum,  Simon Bolivar’da caddesindeyken, taksi.Her güneş battığında düne katacağı  günün, yaşananlarını da kendisiyle birlikte götüren zamanda  defalarca gelip geçtiğim Cinnah caddesi ne garip  en çok da o geceden  ibaret oluyor hafızamda.  Haldun ! dalmışsın sen,  dinlemedin beni değil mi?’ –‘ olur mu güzelim ? ben en çok seni dinledim  bu hayatta.Hep sen konuştun, ben dinledim’ –‘abartma, duyan  gerçek sanacak,  olan tam   tersi oysa’  –‘dinle beni, turizm şirketinde iş görüşmesine gittiğim de çok güzel bir  Rus kadın  vardı,  yan yana oturmuştuk.Rus kadınlar  cidden güzel,  yaşlanınca o güzellik kaybolsa da…taş gibiler, nasıl güzel  Türkçe  konuşuyordu, tercümanlık için başvurmuş, Katerina’ydı adı’  –‘pek güzelmiş ismi’ –‘bu güzellikle, Türkiye’de  ömrünün sonuna kadar onu kraliçeler gibi yaşatabilecek zengin adamlar bulabileceğini ’ – ‘yapmadım de! olacak şey mi şu.Bu patavatsızlığın neden peki? İlk defa gördüğün bir kadına, bunu söyleme ihtiyacını niye hissettin? Aynı işe başvurmuş olsanız diyeceğim ki rakibini ellemek için  ama sen pazarlama departmanı için başvurmamış mıydın? Ahhh unuttum tabii, hiç aklımızdan çıkmamalı biz kadınların, erkeklerin beyinlerinin pipilerin de, ‘blo’ların da   olduğunu ’ – ‘ Ne var bunda, bu kadar abartılacak? Feminist damarın kabardı yine, benimkisi sadece amme hizmeti. Bana ne dedi biliyor musun? Tahmin et diyeceğim edemezsin bu söylediğin  “fahişelik  “dedi’  – ‘ bu dediğin biz de peynir ekmek diyemedin mi? Ne korkunç bir şey, Türkçe de  önce  fahişe kelimesini öğrenmek zorunda kalmak’ –‘trajediye bağlama, gündelik konuşmada günde kaç bin kez kullanıyoruz bu kelimeyi, tahayyül  edemezsin. Öyle zengin, fakir eğitimli eğitimsiz ayrımına girmeden. Demin dedin işte  pipi…blo beyinli, sapık toplum bizim ki… Niye bilmem Katerina’nın cevabı o ân aklıma; eleştirdikleri mesleği   “fahişe”  kadınların yaptıklarını yaparak para, ev, araba, mücevher sahibi olan, spor ve güzellik salonlarından çıkmayan, yüzlerinde modernlik maskesi uzatılan mikrofonlara ahlak dersi veren, konuşmaları hayranlıkla izlenen, yazıları  Twitter , Facebook, Instagram da paylaşılan,  karşımıza TV yıldızı manken, şarkıcı, oyuncu, köşe yazarı, sunucu, iş kadını   çıkartılan türbanlı,  açık  no problem; cafelerde, barlarda, meyhanelerde, fakültelerde, AVM’lerde,  sosyal medyada  onca  yerde, dört açılmış gözleriyle koca avına çıkmış ‘koynuna girsem, bakireliğim yitse  mecbur evlenecek sonra bir de  çocuk,   çalışmasam, yiyip, içip, gezsem ’  ilişkisini   para, zenginlik, güç, tembellik stratejisi  üzerine kuran,  geliştiren, ahlaksız nitelenecek her haltı  işleyip lafta Rahibe Terasa kesilen,  günümüzün  kan emici genç  kızlarını  getirdiğinde, kim fahişe,  kim değil karışıklığında  hep kadınlar mı suçludur? mobbinden, baskıdan uzak hayatını idame ettireceği pozitif ayrımcılığı destekleyen  yasaların geçerli kılındığı bir ortam, düzen  yaratılsaydı kadınlar; erkeklerin o altında hep bir günah barındıran çalıntı, kirli paralarına el süreceklerine  emeğiyle çalışır, kazanır  şimdikinden bin misli iyi bir yaşam kurarlardı,  yanlarında birini bulundurup, bulundurmama   kararını da kendilerinin verecekleri. Ama yok… yok illa  koyu  muhtaçlıkta kendini, isteklerini  unutup her anlamda hizmetçiliğini  yapsın diye  devleti gibi mahvedebileceğinizi gösterdikten  sonra el uzatıp yardım ederek  iyi, şefkatli, düşünceli   erkek imajı   içindir  de kadınların başına getirilen  her şey. Genelev çalışanları sendikası başkanı, üyesi edasıyla,   hangi yollardan geçerek yapmaya mecbur (keşke mecburiyet yerine zevkten) kaldıklarını ,  hayatın sillesini suratlarının tam ortasına kaç kere yediklerini, hangi zor şartlar altında çalıştıklarını anlattırdıkları  – erkekler tarafından konulduğu kesin tanımlama sıfatı–  “orospu” ları  k“kader “ mahkumu” edebiyatlıyla,güçsüz muhtaç gösterip ; ağlamaklı, acındırmalı  bir profil  çizerek ancak  parayla  cinsel ilişkiye girdiği  ya da  girmediği ama herhangi bir sebeple öfkelendiği  kadını;  günümüzde kapsama alanına giren  erkeği   “fahişe” , “jigolo” niteleyenler; ki,   Kuran-ı Kerim’de   bir surede, ayetlerde cinselliğin konu edilmesinin değil de günlük hayata konuşulmasının  ayıplanmasının  nasıl  muteber bir ahlak anlayışı olduğunu sorgulamayı bir yana bırakarak; eğer  yapılan  ahlaksızlıksa  asıl  ahlaksız  fahişelik müessesini canlı tutan  fiilin gerçekleşmesinde  “fahişe” kadar emek sarf eden;  tacizi, tecavüzü yüzyıllardır elinden  bırakmayan müşterisi erkeği niye  “fahişe”lendirip, yerin dibine sokmuyorlar? Başlangıçtan özellikle de tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışından  tabu haline getirerek ahlaksızlık etiketi yapıştırdıkları ama düşkünlüklerini gizlemedikleri seksi abartıp beğendikleri, istedikleri  kadınla  birlikte olacakları çok eşlilik (poligami) kuma müessesini hayata geçirecek dinen caizleyecek  “onlardan (hanımlarından) dilediğini geriye bırakır, dilediğini de yanına alırsın. bıraktığın hanımlarından arzu ettiğini tekrar yanına almanda, senin üzerine bir günah yoktur..“ ayetli  “Ahzap suresini” vahiy aldığını söyleyince;  habire yeni eş, cariye alıp öyle ki  kölesi Zeyd’le  zorla evlendirip, boşattırdıktan sonra Zeyneb’le, Cüveyriye’yle  evlenen  Hz. Muhammed’in, Kureyş kabilesi  erkeklerinin, bugünde Kırmızı Oda’da  masaya yatırılması gereken psikolojik soruna delalet; hoşa giden her kadını  mahiyetlerine, haremlerine alacak denli  cinselliğe   düşkünlüklerine, kadınlığı   yüzünden  maruz kaldığı baskıya, rencideliğe “ yâ rasülallah! vallahi bana öyle geliyor ki, rabb’in (kadınların değil) ancak senin arzunu/rızanı, hoşnutluğunu tahakkuk ettirmek için böyle çabuk davranıyor dedim” (Buharî, nikah,29; Müslim, reda’ 49). Türkçe meali  ‘bakıyorum da senin efendi Tanrın yalnızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor. (kaynak: Buhari, hadis no: 1721)” la  karşı çıkışı ve  “yalnızca Allah’a şükretmek için ayağa kalkarım; sana değil” demesiyle Hz. Muhammed’in  Peygamberliğine inanmayanların önde gelenlerinden  olduğuna,  deistliğine kalıbını basacağın dik başlılığını sevdiğin  Hz. Ayşe’ye ‘ üzülme bacım! senin de başına geldi bilirsin,  dünyayı yöneten  bu pipi, blo  beyinliler  var ya illaki bir neden bulup ‘kancık…kahpe…orospu’yla yaftalayıp aşağılayacakları,  bazen para da verip birlikte oldukları kadınların  yanına koşmuşlardır  çünkü kendilerini  yatmayı isteyecek kadar sevecek kadınların, gayse  erkeklerin varlığına  inanmamışlardır’ diye düşünüyorsun gördüğü şeyleri  görmemiş gibi yapmanın imkansızlığında, dinin  göz boyacılığının, tiranlığının, erkeksiliğinin altında yaşayamayan felsefe gibi parlaklıklarını yitirdiklerinden, içlerindeki kıvılcımı her yere sıçratıp özgürlüklerini getirecek güne kadar   her yeri, her şeyi  evi, mahalleyi, vatanı,  dini, imanı, kutsal anneliği  yakacaklar;  haklılığımızı birini kirleterek ispatlamak gibi acayip, adaletsiz  bir yol tutturup iyileştiğimizi sanıyoruz ya  hepimiz, ki hep  yaptık bunu; karşımızdakini suçlayıp yaralayıcı bir söz , aşağılayıcı bir sıfatla seslenip  pürü pak dolanmadık mı ortalarda? erkek diliyle   birileri düşerse  çıkılacağından  inerse de  yükselineceğinden benliğini  dibe çeken vicdansızlık,  şefkatsizlik ve sevgisizliklerini geçici  süreliğine boşaltıp rahatladıkları kadınları , erkekleri “fahişe”yle fişleyeceklerine cinselliğin özgürce yaşanmasını sağlasalardı;  sadece hizmetini alıp  rahat ettikleri  mutsuz bir  hayat sürdürmektense mutlu olacaklarının  yanına gitmek isteyenleri  de   ‘boşanmak mı? aklından geçirme’yle suçlamaktan kurtulsalardı  belki  bu denli  dolambaçlı yollara  başvurarak kendilerini,  eşlerini, sevgililerini, arkadaşlarını aldatma, aldatılma ve  yalanda kaybettirmeyeceklerdi’  düşüncelerinde kaybolmak üzereyken silkinip ‘Haldun ! diyorsun sence de  kiminle çalışacağımı seçme hakkım yokken, bir kezde olsa müşterisini seçme hakkını elinde tutan  fahişeler benden daha iyi şartlarda çalışmıyorlar mı? ‘– ‘ ya kusuruma bakma’yla gülerek ‘bir an seni… ayyy ne dersen de, ne düşünürsen düşün, her şey kabulüm ama düşündüğümü saklamayacağım   söylüyorum işte velev ki fahişeydin,  serde devrimcilik, halktan, yoksuldan yanalık var ya;üreteci değil tüketici bir kent devletin başkenti  Ankara’da,  var olan sanayiciden ziyade taşralı  zengin  bürokrat, müteahhit, galerici, toptancı, esnafın cebinde ne varsa söğüşleme planlarıyla (bunun için gerekli çevreyi yaratma, bulma becerisini de yabana atmayalım)  istemedikleri erkeklerle birlikte olmak  zorunda kalan Bent deresindeki  orospularla  aynı işi yaptığı  halde Monaco Prensesi Grace Kelly , Caroline, Prenses Anne’ni takip eden, Dior, Guess,  Valentino markalı giyim kuşam,  Box Bag çanta, Chanel parfüm satın almasına , lüks restoranlarda  yemek yemesine,  yurtdışına  tatille, yurt içinde kayağa gitmesine, tek başına bir evde kalmasına yetecekden çok daha fazla para kazanan, Bilkent’te ya da başka  üniversitelerde  okuyan   Pretty Woman filmindeymişçesine Richard Gere, Julia Roberts sendromu yaşayan   eskortluk, tele kızlık yakıştırmasını ‘ seviyorum …gönül bu, kim ne dersin’le bertaraf edenlerden olmazdın sen ! Gece yere düşer düşmez dapdaracık payet pembe eteğinin üstüne, inci askılı turuncu dekolte bluzunu giyen, ayaklarına siyah file çoraplarını bacaklarını sıvazlayarak geçiren orospulardan olurdun eğer   topuklu ayakkabı giymekten hoşlanmayan, giydiğinde  ‘ mahvoldu ayaklarım bugün; şık , kadınsı gözükelim  diye parmaklarımızı ezen tabanlarımızı delen şu lanetlere..nalentlere  bir saniye daha katlanamayacağım ‘la eve girer girmez ayağından çıkardığın orospuluğun  raconu;  giymen gereken  cam topuklu rugan ayakkabıları ayağına geçirip sokaklara fırlamak zorunluluğu olmasaydı; kulağında çakma taşlardan yapılma uzun, kristal yo…yo çember şeklinde küpeleri salkım salkım, kirpikleri boyadan gözlerini örtmüş, dudakları yangın yeri, başında  parmaklarını cilvelikle dolayacağı sapsarı peruğu envayi çeşit tokayla süslü,  işportadan alınma parfümü bastıran  nefesinden esen alkol kokusuyla sendelerken bile kırıtarak Taksim’e, Beyoğlu’nun arka sokaklarına, Tunalı’ya, Cinnah’a,  Alsancak’a, Kordon’a inmiş bile;böyle giderse ta kavşağa kadar  tıkayacak trafiği de; iki araba şimdiden birbirine tosladı. Tosladılar ya, kimsenin ne arabalardan indiği var,  ne de birbirini dövdüğü; arabalardaki erkekler sol camdan yarı bellerine kadar aktılar önüne…dilleri tutuştu… gözleri kaydı… istemiyor işte…, istemiyor bu gece sadece yürüyecek. Bu gece kimseye vermeyecek kendini. Mal onun değil mi? keyif onun değil mi? hem güzel kadın da, vermeyecek… inletecek milleti tavrında bir fahişe olurdu senden.’

Belki “orospu” kaldırımlara düşmüş bir peridir erkek dünyasının fırtına estirten  sert rüzgarlarıyla, kim itiraf edecektir ki bunu; çoğu kez bahçedir mekan, herkes orda  toplaşmıştır. Bahçelerinin tadının hafiften kaçmaya başladığı,  güneşin  ısıtabildiği kadar ısıttığı yaz sonudur.O kadar kalabalıktır ki aile, konu komşu, o anki misafirler resme bir türlü sığmamanın verdiği stresle kıpır kıpır ‘ayyy yeter çek çekk artık varsın güzel çıkmasın’– ‘çekeyim de,  yarınız çıkmaz , sen azıcık yanaş.Ablaaa! sen görünmüyorsun az daha yaklaşsana Ayşe’ye.Kolunu at omzuna abimin, oldu nihayet, kıpırdamaydın çekiyoruuuum’lu  siyah beyaz  resimlerden akan  köylülüğünde, seviyesizliğin  bir yerlerinde mutlaka göze çarpan bir duruştur ‘sendeki havaya,  şu hale, şu poza bak, orta halli ailenin kötü yola düşmüş ortanca kızı sanki’ kahkahalarının ardı  erkeğin elin kiri,  kadınınsa  namussuzluğu, ahlaksızlığıyken  hâlâ,   toplumun  birey için…senin  için ne düşündüğünü hayat memat meselesi haline getirmiş sürü psikolojisine katılarak, namusuna söz getirecek olmasından kaynaklanan   paranoyaklık içinde ‘ailenin bu hayatta başını öne eğdirmeyeceksin, adın çıkarsa Saime’nin kızı Yıldız gibi olursan konu komşuya ne deriz  ’   ne yaptığını , niye kızıldığını  bilerek, bilmeyerek olumsuz  eleştiriyi düzletme tümcesine başvurduran  –‘ama anne Yıldız,  öyle bir kız değil itirazı‘–‘öyle bir kız değilmiş, hem  sen nerden biliyorsun,  geceleri birlikte miydin ? Bak git, gel okuluna oyalanma orda burada.Bu erkekler kötü yola düşürür sonra da  almazlar kızları. Erkeklerden uzak dur , adını çıkarırlar “orospu” diye,  evde kalırsın,  kimse bir orospuyla evlenmek istemez, çocuk doğursan “orospu çocuğu’ derler.Dün  filmde bir adam vardı hani, sarı , nursuz oğlan (Nuri Alço ) güzelim, masum kızcağızın  suyuna, çayına, gazozuna ilaç atan işte erkeklerin aklı fikri hep ordadır…orda’   korkuları  salmalar yetmezdi  ‘baban…abin… deden…amcan…dayın… kuzenin duysa, görse aman ! ona göre;sakın ha ! sakın ola….’yla devam ederdi  söylenmeler çünkü kızın orospu olması kötüdür ama daha kötüsü  aileye laf gelmesidir diye büyütüldüğümüzden düşün ki  ta 1950’lerde; sana yağdırılan ültimatom, söylenme sağanağının  aynısını  annene yağdırmasının yanında maruz kaldıkları  anneannenin  beddualarını ‘çıkardı güneş doğduğu  zaman, böyle…  hep derlerdi  annenin duası kabul olur… böyle göğsünü açardı  güneşe doğru derdi  ‘a bu Muhammet  Mustafa’dan dilerim yavrum, sen gün göresin ama senin çocukların   ateş olsun senin canına yapışsın’ aynen öyle oldu, gün  görmedim, çocuklarda ateş olup yapıştı canıma. Yemin ederim günde kaç kere  böyle beddua ederdi’yle   mutfakta kahvaltı sonrası tabakları bulaşık makinesine yerleştirdiğin sırada,  yemek masasını silerken  anlattığında annen,  bazı bilgilere, tariflere kolayca ulaşayım diye hiç kullanmayacağını bilerek annenin cep telefonuna yüklediğin  Whatsapp’a yolladığın Youtube da Nefis yemek tarifleri (Pastane Usulü Poğaça) videosuna bakıp  poğaça yapmayı düşünürken sen, bir yandan da  ‘bir şey mi yapıyordun, ne yapıyordun da  böyle beddua ediyordu anneannem’  – ‘ A o Hazreti Hüseyin,  hiç… bir şey yaptığımdan değil, çok beddua ederdi, arada da  ‘çéne, çeni,  yıldızın güzel olsun, başkasına güzel gözükün ki rahat edin’ derdi ama  daha çok beddua. Amcam kızı Hanımı dövüyordum,  kızıyordum o da beni dövüyordu. Ev damında babam zamanın çoğunu geçirdiğinden  ‘baba odası’ dedikleri annemle, biz çocuklarının  birlikte kaldığı bir bakıma evimiz sayılan odaya  gündüz  ‘eliniz ayağınız kirlidir  girmeyin, kirletirsiniz ’ diyerek bizi  bırakmadığından annem, biz de Hanım’ların odasında oynardık,  yatağının içine girerdik, onların odası  küçüktü,  böyle karyolada amojın Fatma,  çocukları da yerde yatıyordu. Bizim ‘baba odası’ büyüktü, kocaman bir sedir vardı, iki kat yatak seriliyordu üzerine, burda benle Selvi, o tarafta da geniş karyolada  Hatun’la, annem, Leyla’da kocaman bir beşik vardı orda yatıyordu. Babam öldürüldüğünde ben dört, Selvi  üç,  sağır dilsiz Hatun ablam da beş yaşındaymış.  Annem akşam,  güneş batmadan bizi alır evimize ‘baba  odasına’,  girer, kapıyı da kapatırdı. Babam öldürüldüğünde üzerinde beyaz bir gömlek varmış,  annem  üstünde babamın kanının kuruduğu, kanlı elbiselerini çıkarır  Zazaca  ( Hardê Vartoyî hardo raşt o, min hinî zana ke no ap nê birazeyî de raşt o..)

Anne kurban Varto’nun yeri,

Düz bir yerdir

Aslanım , Paşam içinde dükkan kurmuş

Ben öyle sandım ki bu amca yeğeniyle ilişkilerinde dürüsttür

Ben ne bileyim ki onu öldürür’

bir de Kürtçe (Germê havînê Germê havîn gij gij e, hêk dêyne hêk dipije, Gelê der û ciranan, ki dîtîye, ap birazayê xwe kuştiye)

Yazın sıcaklığı kavurucudur

Yumurta koysan pişer

Kimin aklına gelir ki

O kavurucu sıcakta

Dostlar, komşular

Kim görmüş ki

Amca kalksın yeğenini öldürsün

(wayî, wayî, kes çîno ke ez mektube binîvisnî biruşnî Husnî birayî, text û payê çêna axayî şiknayî)

Waye waye, bacım bacım

Kimse yok ki ben mektup yazıp

Kardeşim Hüsnü’ye yollayayım.

Diyeyim ki o Yezid yıktı geçti

Çene Küçükağanın tahtını

Elini kolunu bağladı   ’

ağıtlarını söyler ağlardı…ağlardı  o ağlayınca biz çocukları da  annem ağlıyor diye ağlardık. Hiç akşam yemeği yemiyorduk, ağlaya ağlaya uyuyorduk. İki, üç  sene hep böyle geçti  sonra Kurmanj geldi, anneme dedi ki ‘waye, kardeşim  a bu  böyle olmaz,  yazık bu çocuklara,  böyle yaparsan deli edersin,  babalarının kanlı elbiselerini bunlara niye gösteriyorsun?’ –‘koca dewa ma Kasman’da  Kurmanj dan başka akıllı, gün görmüş biri de yokmuş, aferin kadına’ –‘Biz bilmiyorduk ki baba ne? annem ağlayınca biz ondan daha çok ağlıyorduk. O duruyordu bu sefer de biz durmuyorduk,  daha çok ağlayınca bu defa da bize ‘ niye ağlıyorsunuz’ diye kızıyordu. Suç bizde değildi ki? Çok ağlıyorduk be! isyan ediyorduk benle  Selvi, annem ağlıyor diye.Kanlı gömleğini görünce babamın, ben çok ağlardım. 25 yaşına kadar her gün  görmediğim babama ağladım durdum.’ –‘ sizi ağlatan anneannemin kendisi   ağlıyorsunuz  diye  beddua mı ederdi?’ –‘ağlamayın derdi, gitme derdi ben giderdim; apo Yusuf’un evine, Naze’yle oynamaya.Bırakmazdı bir yere gidelim. Su getir derdi çeşmeden, arkamdan bağırırdı ‘çocuklarla, kimseyle oynama, doldur hemen gel!’ . Düğün olurdu,   ben çok seviyordum düğünü, herkes böyle oynardı bakardım… gidip bakardık Hanım’la,  Selvi’yle o kapının önüne çıkar bağırırdı ‘  çene, Turna, Hanım  eve gelin hemen! ‘ bırakmazdı  o düğünü seyredelim. Bende derdim ki niye bırakmıyorsun?.O da gitmeyeceksin, bakmayacaksın babanız ölmüş sizin,  bu ne düğündür? size düğün ne lazım? Sadece kendi çocuklarına değil çe Taluda ki kız çocuklarını terbiye etmeyi üzerine vazife aldığından bize de yasaktı.Gulamın, biz kızdık , baharda a o uzağa Kozik’ın  o taraflara  ormana gittik  mantar için.Ara, ara bulamadık, her ağacın, her meşenin, her taşın  altına baktık, bulamadık döndük, eve yaklaştıkça birbirimize sığınıyoruz annen Turna’yla, el ele tutuşuyoruz , korkuyoruz çene Küçükağa’dan ,dört açılmış gözlerimizle etrafı tarayıp  eve girdik , doğru ambara, orda oturduk, saklandık bir müddet sonra ordan çıkıp hiçbir şey olmamış gibi  ‘bon’a lojının yanına çömeldik. Bizi görse ‘Hanıma hanım, Turna ! utanmıyor musunuz, dağlarda, çöllerde geziyorsunuz. Siz ağa kızısınız niye geziyorsunuz ?Ne işiniz var, mantar yemeseniz ne olur?’  ağa da ne ağa ortada kimse yok ağalık var.Nasıl ağalıksa, çe Taluda bir teneke unla ekmek pişirirlerdi,  a o Kasmanlılar gelir alıp götürür yerlerdi,  biz hizmet ederdik köylüye.Köyün içinde birinin  düğünüydü, tabii yine ‘anne’ den gizli gittik, annemin üzerine kuma gelmişti sevmezdim  hiç çene Küçükağa’yı ,  gene de çe Taluda  ‘anne, daye’ derdik. Anam bir korktuk… bir korktuk; oynadık geldik ama ödümüz kopuyor hemen yatağın içine girdik  görmesin bizi  çene Küçükağa, kızmasın diye ya düşün yani, çok zaman düğüne gitmemize izin vermediklerinden uzaktan seyrederdik, damın üstüne çıkar ordan bakardık   yine  kızardı, sevmezdi düğünü, oynamayı sevmezdi, gezmeyi sevmezdi, zıplamayı sevmezdi. Çocuktuk ya saçmalamayın,  nasıl karşı çıkacaktık? Bu nasıl usulmüş ağa kızları oynamaz, bizimkilerde tuhafmış. Öyle deme demişti Şerifé Sevişé, bizim Karer’de de öyleydi,   Sünnilerden geçme bir adetti “ağanın kızları  oturur, düğünlerde falan  oynamazdı bir nevi taş yerinde ağırdır muhabbetti.”  Annem , çene Küçükağa; hep karamsar, hep kızgındı  gülüyorsun niye gülüyorsunuz…  oynuyorsun  niye oynuyorsun…  niye düğüne bakıyorsun,… niye rahat durmuyorsun…  niye çocuklara  karışıyor, dövüşüyorsun. Arkadaşlarla oynuyorduk , kavga çıkıyordu, haksızlık yapıyorlardı mesela elimdeki leblebiyi alıyorlardı. Eee ben onları dövünce onlarda beni dövmez mi?Bir gün Naze’nin annesi emıka , hala Benevşa  geldi anneme  ‘ bilmem senin bu kızın bizden ne istiyor? Senin kızın Turna Naze’yi  çok dövüyor’. –‘Turna mı?Turna nerden çıktı?’–Babam halam Rukoş’un adını koymuş bana, annem ‘gökyüzünde bölük bölük …’  türküsünü  ve de İmam Ali’nin sesi diye   sevdiğinden Turnaları, Turna derdi bana, akrabalarda Rukoş.’–‘eee sen niye dövüyordun arkadaşın Naze’yi ’–Hiç. hala Benevşa’nın  beni şikayet ettiğini duyunca koştum gittim çayıra, bildim annem bunun acısını benden çıkarır. Benim annem var ya bir kere yapma dediyse tamam.Hiç düşünmezdi bu kız durduk yerde dövmemiştir ya Naze’yi.Mutlaka bir şey yapmıştı ki onu dövüyordum,  o da beni dövüyordu, eli bağlı değil di ya.Onların dövmesi değil benim ki göze batıyordu.Yazık Naze’nin kardeşi Zeynel de bizimle oynamaya geliyordu, biz kovuyorduk ‘sen git’ diyorduk. Böyle boyu da ufaktı babası apo Yusuf gibi. Yazık Allah rahmet eylesin ne kadar da iyi bir adamdı, biraz sinirli olmasaydı çok iyiydi. çok sinirliydi çokk’ –‘nasıl iyi olabilir,  hanımını Benevşa’yı, çocuklarını döven biriymiş’ –‘ne yalan söyleyeyim, döverdi. Hiç unutmam babaannen Zelhan  yün getirmiş emika  Benevşa‘ya , onlara halı örsün diye; ev damında. Benevşa halıya başlamış, örüyor ,  böyle şu kadar yer kalmış ( bir metrelik bir alan gösteriyor)  halı bitecek, tamam.Biz de okuldan geldik  Cumartesiydi gittik halaya yardım etmeye, halı dokumayı  öğreniyoruz ya. Tamam mı? Amca Yusuf  geldi dedi ki ‘eree  Benevşa   ben açım’. O da dedi ki ‘hele,hamur ekşi olmamış’  dedi ‘Rukoş gitsin eve çene Küçükağadan    4-5 ekmek borç getirsin ondan sonra…sonra ben de kalkayım,   ekmek olunca, ekşiyince yapayım.’ Annammm  bu ‘ senin babanın ağzına sıçayım’ dedi aldı eline makası kıtır… kıtır… kıtır… kesti  halıyı, böyle hepimiz donduk. Nasıl üzüldük ağladı ya  kadın.Bu kadar kalmış bitmeye.  Ondan sonra ikinci günü, biz oturduk o ipleri var ya kestiği ipleri tek, tek, tek  birbirine bağladık.Kadın yeni asma yerini yaptı, bizim böyle duvarda değil, hazır tezgah yoktu, dört tane kalın ağaç, ortada da bir ağaç ipler geçirilirdi. Kadın yeniden ördü  halıyı. Bak benim yanımda yaptı, onun kızı Nazlı vardı,  bendim, amca kızı Hanım abla da vardı.Hanım  pek gelmezdi amca Yusuf’lara,  ben daha çok giderdim halı yapmaya, severdim halı yapmayı.Anam… anam benim yanımda kesti ya o halıyı. Yazdır ,  kızının Naze’nin  günü kesilmiş, onbeş  sonra düğünü  olacak.Biz Hanım’la  de evin üzerinde o  cün var ya Palaka’nın altında bizim saman yeri vardı, geniş boş bir yer,  biz “cün”  diyorduk.Hanım abla ile orda oturmuş böyle onların evine doğru   bakıyorduk. Bir de baktım  Naze koştu,  apo Yusuf’ da arkasından öyle bir taş attı, a o kızın  şurasına (alnına) değdi. Hele (hala o ) yaranın izi durur.’ – ‘Allahım! Niye? Naze’nin suçu neymiş?’ –‘ Dur, sana anlatayım. İnek  gelmiş  yavrusu ineği emmiş.Niye emiyor? Niye bıraktın emsin diye. Koştuk,   anneme ‘mayemi, daye, daye anne… anne… anne’  dedim. Naze yere düşmüş,  gittik, kızı kaldırdık  bak şöyle şurası yarık olmuş. O  öğ(y)le  yaralı, düğün yapıldı, gitti. Bir de…bir gün  annem   git dedi,  bizim çay demi  bitmiş,  misafir gelmiş dedi,  git dedi emika Benevşa’dan biraz çay getir sonra Varto’dan gelince veririm. Ben de gittim,  işte yoğurt koyuyor  şeyin içine (meşk)  ayran yapacak ya dedim  emika…hala  ben geldim sizden çay isteyeyim. O da dedi ki ‘Rukoş,  bizde yoktur ‘. Amca Yusuf  da orda kürsüde oturuyordu, hama öteden uzandı  öyle bir tekme vurdu kadın ‘ay’ dedi yere döküldü (düştü).  40 gün, o kadın öyle yatakta  yattı .Ben buna şahidim, hepsi gözümün önünde oldu,  gördüm.’–‘aaa niye öyle bir tekme attı ki, herhalde  Benevşa hala ayaktaydı ki kötü düşmüş’–‘yok, kadın böyle  çömelerek oturuyordu,  dizleri üzerinde… böyle  bir tane attı burasına kadın yıkıldı ya’ – ‘omuriliğini  mahvetmiş  amcan Yusuf’ – ‘e tabii kadın, öyle bir darbe alınca ondan sonra yaşlandıkça omuriliğinde kaç kere ameliyat oldu  yerlerde sürüne, sürüne gidiyordu ya böyle otura otura , yan yan gidiyordu, yürüyordu oturarak.Öyle dövüyordu ki vallahi, kadının kalçası, beli hep kırıldı’ – ‘Yusuf amca niye tekme attı, çay yok sen yalan konuşuyorsun diye mi?’– ‘ Yok, yok hala Benevşa ‘şu anda işim var sonra çay veririm’ dedi, yok demedi ki’– ‘Ne dedi?’ –‘benim işim var şu anda sonra  ben vereyim’ dedi. Apo Yusuf  da ‘ vayy, sen niye hemen kalkıp vermiyorsun’ diye tekmeyi attı’ – ‘offf sanki Allahın adaleti mi var? ne oldu  amca Yusuf, herkesten iyi yaşadı, herkesten de  güzel öldü değil mi? nasıl öldü?– ‘öyle güzel öldü ki… bir görsen, kanser oldu. Ne güzeli, akciğer kanseriydi. Deliydi ya deliydi… herkes deli ‘Yusuf ‘a heğo’ derdi .Benim yanımda yapıyordu ya. Kendi kız kardeşinin halısını kesti ya. Hala Benevşa,  amca Yusuf’dan sonra epey  yaşadı’  –‘ seni o zaman babamla  nişanlamışlar mıydı?’ – ‘Ben nişanlı değildim, on yaşında falandım o zaman, yardıma gidiyordum  ben. Cumartesi, Pazar  tatil ya biz de  halaya yardıma gidiyorduk ‘ –‘Kasman’da iyi dedikleriniz Yusuf amca gibiyse …’– ‘kız çok mertti, insanlara karşı çok iyiydi, kimseyi şey yapmazdı. Bir lokma ekmeği kırk kişiye verirdi. Allah var şimdi bacı,  insan konuşunca bir de iyi yanını konuşur. Hep kötü yanı konuşulmaz. Ne yapayım dövüyordu, kızını da dövüyordu.Herkesi de dövüyordu.Dövüyordu ondan sonra pişman oluyordu.Böyle evi yolun üstündeydi ya,   gelip geçen herkese   kapının önünde  ‘baoo ! laoo gel, geçip gitme.Bir çay iç , bir yemek ye’  diyordu, yoldan geçen de ‘ben size gelmedim başkasına gidiyorum’ derdi.’ Olmazzz, mümkün değil. Sen mutlaka  burda oturup yiyeceksin, içeceksin,  sonra gideceksin.’ Mahalledeki  çocukları toplayıp eve getirdikleri için ben de bir zamanlar Oğuz’la , Mustafa’ya  diyordum ‘amca Yusuf… amca Yusuf’ ya mertti… çok mert adamdı  ama öbür taraftan  çok sinirliydi, aşırı sinirliydi.Bir semah giderdi  ayakları havadaydı’ –‘Herhalde  ayakları havada olur anne. Adam Hint keneviri ekiyormuş tarlasında, esrar yapıp içiyormuş sobanın üstünde,adam esrar içip semah gidiyormuş.Esrar içince tabii ayakları havada olacak. Komiksiniz ya.Yahu bu sen amca diyorsun ama babamın dayısı Yusuf amca bir de    katil değil mi? İlk karısı Hakife bunun yüzünden kendini asmamış mıydı? O olay nasıl olmuştu?’ –‘şimdi boş ver bir gün anlatırım. Ne bileyim, hayat böyle bir şey.  Badan’a  çe Resul’e, yeğenlerini, babanları  sormaya çok giderdi amca Yusuf’  annenin cep telefonunu eline alıyorsun – ‘Hani nerde bu? Hay Allah ya ne çok tarif yollamışım, pastane poğaçasının tarifini bulamıyorum.Hah işte’ –‘ne diyorsun?kendi kendine’ –‘poğaçanın tarifini arıyordum, buldum, bir yumurta kır anne.Bu tarifte süt,  yoğurt yok…’ –‘Amcam kızı Hanım   sessizdi ama  suyun altından saman yürütüyordu, ben öyle değildim her şeyim açıktı. Çok tembeldi akşam kadar bıraksan uyurdu;  çe Taluda, ev damında erkek çocuk yoktu, benle,  Hanım harman dövüyorduk, öküzlerin üstüne biniyorduk böyle, öküzleri döndürüyorduk. İş bitince de  öküzleri çayıra götüreceksin bırakacaksın, gidiyordum ki hanımefendi o saatte  onlara ait odaya  gitmiş, yatağa uzanmış,  kafasına yorgan örtmüş uyuyor. İnek o kadar çok ki, 17, 18 tane  inek var, çamış (manda)   var, evin  kadınları  Zehra yenge, annem, amojın Fatma,  üçü de sağıyorlar. Bizim  evde apo Musa vardı, bizim evde çalışıyordu,  çobandı.Bir gün gitmiş,  bakmış amojın Fatma hanım da süt sağıyormuş, tamam.İneği sağmış ama inek süt vermemiş .O da sinirlenmiş demiş ki ‘ be mübarek niye süt vermiyorsun?’ demiş bırakmış, gelmiş. Amca Musa’da  “bon”da otururken anam dedi ‘sen gidip ineği sağıyorsun kuru… kuru konuşmuyorsun, a böyle usul usul  okşarsın memesini, şarkı söylersin, türkü söylersin ki sana süt versin. Sen öyle yapmıyorsun, onun için vermiyor’ Hakikaten öyleydi sessiz dururdu amaa…Amcam İbrahim  dedi ki bana… her gün gidiyorum koyunları otlatmaya, öküzlere bakmaya çayıra, annem bana yağ, dorak karıştırıyor, yumurta haşlıyor ‘git…gidersin çayıra ama’ diyordu,  biz gidip bir şey yapmıyoruz, çimenlere uzanıyor, öküzlere, mallara bakıyoruz. Bir ağaç vardı koca bir ağaç belki de kesmemişlerdir daha, o ağacın dibinde uzanıyorduk. Annem diyordu ki ‘bak gidiyorsun diyordu, bir tane erkek çocuğu yanına gelse kovacaksın tamam mı? Yanına almayacaksın’.Bir gün, iki gün, üç gün, dört gün, on beş gün hep ben, tek başıma  çayıra gidiyorum eee artık  isyan ettim dedim ki ‘gitmiyorum’, a o  amcam geldi İbrahim ‘ niye gitmiyorsun ?’  –‘’ben her gün giderim senin kızın Hanım, hanım olmuş orda yatıyor. Senin kızın gitmiyor biraz da o gitsin.’ Amcam tuttu beni böyle iki kolumdan…canım neydi ki çok zayıftım, şu iki kolumdan tuttu beni,  kaldırıp şöyle  yere vurunca, bende sinirlenmişim burnumdan kan boşaldı.Hiç unutmam annem  inekleri sağmayı  bıraktı geldi beni tuttu, elimi yüzümü yıkadı, burnumu temizledi dedi  ‘çene, kızım, kızım sen hak ettin,  ben sana bir şey söyleyeyim mi? niye konuşuyorsun, karşı çıkıyorsun ?  aha gidip geliyorsun, sen niye öyle dedin ki amcana?’ ben de ağladım dedim ki  ‘daye, bir gün değil, iki gün değil ben hep çobanlık yapıyorum onun kızı  oturuyor.’Ben uyumuşum baktım annem ‘kalk kalk Hanım harman döndürüyor, git yardıma’  Gittim Hanım öküzleri getirmiş harman döndürüyor.Neyse işimiz bitti, dereye indik, amcam kızı Hanım,  şeyin üstüne oturmuş, derenin kenarında kozık var ya, a o kozık’ın az ilerisinde  bir taş  vardı, üstüne oturmuş, yazık elini yıkıyor. Ben bir tane tokat attım sen dedim  ‘eşek oğlu, eşeğin kızı, yine oturmuşsun, sen az değilsin’ babasına küfür ettim  ya o da  ‘sensin eşeğin kızı’ diyerek  benim babama küfretti, bu defa da ben ‘ sen benim babama küfür edemezsin’  diye  tokat attım, bir daha birbirimize giriştik. Birlikte babamın  Kasman deresi dediği  deré  Mengelî’ ye  düştük, ıslandık, kalktık, eve  geldik üstümüzü değiştirdik sonra tekrar  hiçbir şey olmamış gibi beraberce harmana gittik.’ –‘ Neden siz küçük kız çocukları  harman döndürüyordunuz,  kimse yok muydu?’ –‘erkek çocuk yoktu dedim ya iki tane, üç tane biz artık çoban demeyelim, yardımcı diyelim vardı ot  biçerlerdi,  buğday öyle çoktu ki  sen gördün kilerde  tavana kadar uzun tahta un ambarı  vardı ağzına kadar un dolardı. Allah bir vermişti…bir vermişti… ekiyorlardı,  marabalara veriyorlardı, biçiyorlardı payımızı getiriyorlardı, biz  usare diyorduk, şimdi senin organik diye aldığın tam  buğday, esmer un  yapıyorduk.Deré Mengelî’den arkla getirilen suyla dönen değirmen bizimdi, amcamlar  buğdayını un yapamaya getirenlerden para yerine; bir teneke buğdaydan bir ölçek, on tenekeden  on ölçek buğday  alıyorlardı.Mısır da çoktu, çoktu çokk.Bizimkilerin maddi durumları çok iyiydi, gerçekten iyiydi.  Koyunlar, öyle çoktu ki 300,400 koyun vardı, bizde  keçi pek yoktu. İlkbaharen çobanlar  koyunları dereye koyar yıkarlardı, yününü kırparlardı,  oradan gelip yün alır götürürlerdi, Diyarbakır dan gelip   yağ alırlardı,  bal alırlardı,  biz onlara çerçi diyorduk tamam mı?Bize de Diyarbakır dan pirinç gelirdi, öyle güzeldi her tanesi böyle iri iriydi, kahve alırdı annem,  kahveyi kavururdu değirmeni vardı,  misafir gelince çekerdi. Sadece bana değil, bütün kızlarına beddua ederdi. Selvi çok yaramazdı annemin canını yedi,  çok ağlıyordu, hep peşindeydi, anneme taş atıyordu,  annem de ‘ nereye gidiyorsan git günün hep kara olsun,  yüzün hiç gülmesin;  lokma ağzında gözyaşı gözünde olsun,  kızın da sana yapsın ’ diye beddua ederdi  Selvi’ye‘–’ Gulamın ! aynen annemim dediği  gibi öyle de oldu, hiç gülmedi yüzüm, hep ağladım, öyle çok ağlardım ki ev damındakiler beni susturmak için kara reşanı (siyah urgan) damda bir kova, tencere vardı onun üzerinde  getirip götürüyor ‘bak bu Tilki’nin kuyruğu, eğer daha da ağlarsan seni alıp götürecek’ dediklerinde  hele duruyordum.  Ben  bilmişim daha küçükken başıma gelecekleri de çekeceklerime, dertlerime ağlamışım. Ev damında amojın Fatma ‘çene Küçükağa   arazileri  oğullarının üzerine tapu ediyor’la ortalığı kızıştırıp amcamlara söyleniyordu.İki yenge de anneme olan hınçlarını bizden çıkarıyorlardı;   dövmüyor, beddua ediyorlardı. Amojın Fatma  çift oynuyordu, yüzümüze kurban heyran, can arkamızdan da ’Efendi’nin kızları çok yemek yiyorlar…evlendirin yoksa  orospu olurlar’la  şikayet ediyordu amcalara.Kasman’da ev damındaki  genç kızlara  ‘orospuluğun’ bol keseden  dağıtıldığını  daha annenden, teyzen Selvi’den  dinlemeden,  öncesinde daha çocukken duyduğumuz  uğruna  “Nisa ve Nur süresi ” nin indiği Kuran-ı Kerim’le iffeti korunan bir anda… bir dakikada oldurulan iftiraların, yalanların   istendiğinde suçlanan kadına  aynı hızla  masumluğunun  geri yüklemesinin yapılacağını gösteren bugün olsa Esra Erol, Müge Anlı’ nın el atıp  anında çözecekleri    basitlikte; elde edilen ganimet yanındakinin  sayıldığından ekonomik  kazancın müstakbel sahibinin belirlenmesi için  eşleri arasında çekilen  kura  gereği Yahudi Mustalıkoğulları  aşiretine düzenlenen,  zaferle sonuçlanan   birlikte  sefere çıktığı; “ beni nasıl seviyorsun “; ” kördüğüm gibi” cevabını veren kocası Hz. Muhammed’in,  Mustalık kabilesi reisinin kızı İbn-i Kays’ın savaş ganimeti,  ismini  küçük kız, kadın anlamına gelen Cüveyriye’yle değiştireceği   Berre Hatun’la ücretini  ödeyerek evlenmesinin; hoşuna gitmesini beklemeyeceğimizden her insan gibi  kindar, kıskanç duygulara yenik   düşmesini de garipsemeyeceğimiz;  hacet gidermek için ayrıldığı mola yerine   kaybolan kolyesini  arayıp gecikince,  ordunun kendisini almadan çekip gittiğini gören bu sırada  karşılaştığı; sonrasında işin içinden çıkamayınca,  kendisini bir şiirle hicveden şair Hassan bin Sabit’i elinden  kılıç darbesiyle yaralayacak, hakkında “gay” dedikodusunun çıkmasını dahi göze alıp  “ya Müminler ben hasurum zaten” deyip konuya bambaşka bir mecraya çekecek  Safvan Bin Muattal’ın  devesinin  üstünde Medine’ye dönünce,   hakkında çıkarılan   kocasını  aldattığı dedikodularını   çürütemediğinden  kovduğu  ama  ayrılırsa babasının desteğini yitireceğini, itibarının da sarsılacağını  düşünerek geri getirmek için gittiği Hz.Ebubekir’in  evinde; orada bulunanlardan kaç kişinin kedisine  inandığı muammasında ki;  herkesin ortasında Allah’ın olaya el atmasıyla,  minderin üzerine inen  vahiy; Nur süresi 11- 20  ayetlerindeki  iftira atan “münafıkların” cezalandırılacağını–tüm bunlar yaşanırken  bugünde  rastlanmayacak   kadın dayanışmasına parantez açıp; rekabet ettiği  Hz. Âişe için  görüşüne başvuran peygambere “yâ resûlallah! ben işitmediğimi ‘işittim’ demekten, kulağıma gelmeyeni ‘duydum’ demekten kulağımı; ve görmediğimi ‘gördüm’ demekten gözümü korurum. Vallahi, ben onun hakkında hayırdan başka hiçbir şey bilmiyorum.” (Müslim, 8:118.) diyecek Hz. Zeyneb ‘i anmadan geçmek olmazdı – Hz.Muhammed’in ümmetine açıklamasıyla aklanan Hz. Ayşe’ nin maruz bırakıldığı; niyeyse de her kaybettiğinde İslam dininin yeni ayetlere… yeni geleneklere… yeni temizlenme usullerine (teyemmüm abdesti) kavuştuğu  “ İslamiyet’te  kaybolan kolye, gerdanlık”  İFK hadisesi için  bile ayet gönderirken onca karalamaya, asılsız  ithama, küçümsenmeye   maruz bırakıldıkları aşikar kadınlara için   neden minicik bir ayet gönderip de rahata erdirmeğini  ayrımcılık yaptığına inandığından  bilmek istemediğinin  Tanrı’nın  makbul, dokunulmaz kulları  erkeklerin adını koyup  işlevini tanımlayıp   kendilerini muhtaç  kıldıkları ilişkiyi hem kendisi hem orospu için sıkıntılı hale getirmekle kalmayıp ‘ bil bakalım kadının teki yolda yürüyormuş ayağı tökezlemiş soora oruspu olmuş nie…??? ‘  –‘ayıp ya bu nerden çıktı şimdi?’ –‘bugün okulda Enis bize  sordu’  –‘ konuştuğunuza şeye bak,  kadınlardan başka konu yok muydu? Cevap neydi?’  –‘kötü yola düşmüş de ondan’ sohbetlerinde bile suçladıkları biz Ortadoğu’nun  ‘çiçek açmalarına  fırsat  tanınmayacak’  genç kızları;  bu hayatta; hep ve her zaman, en çok   isimlerimizin ‘orospu’ya çıkarılmasından, ‘orospu seni’ hakareti edilmesinden; kötü yola düşmekten…düşürülmekten korktuk…korkutulduk. Daha, hayat, toplum, vatan, din  hakkında bir fikre, deneyime  sahip değilken   önce  ebeveynler sonra çevresindekilerce kız çocuklarının  beyinlerinin en…en dibine kazınan  ‘bir bildiği olmasa böyle konuşmaz insanlar. Hem ne demiş – pişkinliğin bu kadarına pes! Sanki hiç  olmamışı, olunmuş yapmamışlar, iftira atmamışlar, günahsızlar  gibi kör olasıca  – atalar; ateş olmayan yerden duman çıkmaz  ona göre  biri ya da bir şey  hakkında bir şaia çıkmışsa mutlaka bir nedeni vardır, söylentiler , duydukların  gerçektir.Aman ha kızım ‘erkeklere güvenme,  tek istedikleri yatağa atmaktır, onun için peşinde koşarlar.Bir kadına baktıklarında…bir kadınla konuştuklarında  tek düşündükleri, tek istedikleri, tek merakları   etek, pantolon altında saklı ( derdi cinsellik  olmayanlarda mevcuttur; medeni erkekliğin ayracı da   bu noktadır ) deliksiz kızlık zarıdır ‘ söylemleri, genellemesi geçerli olmakla  birlikte; başta sosyolojik açıdan  istediklerini elde edecek ekonomik güçteki eğitimli beyaz yakalılar; biyolojik  gereksinim cinselliği; diğer hazlardan daha çok  isteme, sevme  eleştirilecek bir durum da değilken; bütün güzel hazlar gibi mutluluğun aracı etmenin doğallığını bozarak;  kapalı ortamda  anda kendini gösteren şehvetin karanlık yüzü  inlemeli, bağırmalı bilemedin en fazla yirmi dakikalık hazzı, dünyanın merkezi; tecavüz, taciz, cinayet nedeni yapıp, hayat kaydıracak  kadar önemse(T)menin, abartmanın her gün  ayıplığı  ilan edilmiş  kadın, erkek üreme organının başrolü paylaştığı “a… koyum, siktir et ”lerle  başlayan küfürlerin, vajina-penis diyaloglarının akarlığında, varoluşun  amacını üremek ile seks ile anlamlandırmak işte tam bu noktada, burda; bireye, topluma empozelenen refah düzeyi yüksek, adaletli, özgür, kaliteli bir yaşam  için değil  de   ‘insan çoğalmak için vardır, onun için  yaşar’la  ortaya sürülen anlamsız amaçlığa bakıp   Homo Sapiens  “modern insan” soyu  da kaçınılmazdır  Arkaik Sapiens,  Neandertal’ler  gibi bir  gün yok olacaktır,  varlığı sonsuz  canlıya rastlanmamıştır  dememek için frene basmak zorunda kalındığım şu an, düşündüm de bunu bilmelerinden …yüzü  ölen dedesine benziyor… amcası gibi yalancı, annesi gibi ruhsuz, babası  gibi sinsi, halası gibi inatçı, anneannesi gibi eli açık, dayısı gibi  cimri, teyzesi gibi  hayalci, babaannesi gibi duygusal   tanımlamaların kökeni genetik  pek çok özelliğini, karakterini, huyunu , suyunu,  göz rengini, yüzünün ifadesini,  güzelliğini, çirkinliğini, boyunu posunu  belki zekasını da  atalarından alıp   sonraki nesillere devreden insanoğlunun  genetikle  ilintilenmeyecek  çevresini algılama, ayrıntılara dikkat,  sorgulama,   sanatla  haşır neşirlik benzeri sosyal yönü;  dünyadaki 8 milyar bireyin   birbirine benzemeyen parmak izine sahipliği gibi kişiden kişiye değiştiğinden  ‘babasının…annesinin oğlu hiç değil…iki kelimeyi yan yana koyamıyor şu kadarcık babasından annesinden  feyz almaz mı insan? bu kadar mı farklı olur’ yakınmalarını duymalarından…kendisi gibi  düşünüp yazmayacağını, çizemeyeceğini, üretemeyeceğini de  tahmin etmelerinden miydi acaba aman da  soyum devam etsin telaşına kapılmayıp  diye ardında bir çocuk bırakmamış onca  Schopenhauer,  Michelangelo, Kant, Nietzsche, Beethoven,  Descartes, Proust, Thomas Bernhard, Franz Kafka, Edgar Degas, Sait Faik  ve  sen   benim  ”Kaldır başını…Aşk belden yukarıda sevgilim!”ci Şairim.Cidden ve de eğer kitleleri etkileyen roman, şiir  yazma, resim çizme, heykel, beste yapma,    farklı , reformcu düşünceler öne sürme,  yeni şeyler icat etmeyi sağlayan   kişiye özgü yetenekler kendinden sonraki kuşağa  devr  edilseydi Karl Marx, Victor Hugo, Ernest Hemingway, John F. Kennedy, Martin Luther King , Che Guvera  Marie Curie, Steve  Jobs; Nazım Hikmet,  Tezer Özlü, Vedat Türkali  gibi onca yazar , besteci , ressam,  felsefeci ve siyasetçinin;  aldıkları telif ücretleri sayesinde  kimseye muhtaç olmadan bir ömür sürdüklerinden el-hak şanslılıklarına diyecek  söz  bulunmayacak    çocuklarının, torunlarının; en az onlar kadar kitleleri peşinden sürükleyen  eserlerinden, düşüncelerinden  söz ediyor olacaktık bugün diye  düşünmene sebep de öyle tez hazırlamak için yazarların , sanatkarların, düşün adamlarının soyunu, kuşakları  araştırman, gözlemen falan  değil, her gün ekranlarda seyredilen, kitapları okunan,  müzikleri dinlenen  yazar, şair, felsefeci, sunucu, gazeteci, besteci, oyuncu, ressam ; Mehmet Ali Birand, Ulus Baker, K.İskender,  Oruç Aruoba, ,.., …,  Müşfik Kenter öldükten ya da Sabahattin Ali, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi öldürtüldükten,  Deniz Gezmişler astırıldıktan  sonra illa ki ‘ yolu yolumdur…ondan çok şey öğrendim‘le   fikirlerini, davasını sürdüreceğini  öne sürerek ortalığa dökülen tonca mirasçının,  kısa sürede hem söylediklerini  unutup kaldıkları  yerden hayatlarına devam ettiklerini,  hem de onların eline su dökemeyecek sıradanlıklarını, eserlerini  gördüğündendir her yinelenen gerçeklik gibi…aldanış gibi orospuların peşinde koşan caddede, otobüste, dolmuşta karşılaştığın asık, memnuniyetsiz suratların tabu saydırıldığından konuşulmasından  hoşlanmadıkları, utandıkları cinselliğin eşleştirildiği  başka bir dilde  dürüstlük anlamına gelen  namus da,  öğretilenin aksine kesinlikle iki bacak arasıyla ; her  ne kadar bazı insanlar için hâlâ öyle olsa da , bir gün herkes değişecek; cinsellikle  ilişkisiz, kendin olmadır ki, çalıp çırpmayı,  ahlaksızlığı, çapsızlığı  felsefesi  yapmış rejimlerini ayakta tutma derdindeki   yönetenlerin kurtuluşu ‘ne yapsak, ne bulsak  da   uğraşıp dursunlar,  peşinden gitsinler yaşadıkları hayatın rezilliğini, zehirliğini anlamsınlar ‘ yalanlarında, üç kağıtçılıklarını kapattırdıkları; istendiği zaman, istenilen yere çekebilsinler,  doldursunlar diye dinini de kullanarak ,  olağanüstü anlamlar yükledikleri abartılı bekaret, namus, onur, şeref, vatan benzeri kavramlarının odağına  yerleştirdikleri  uyuşturucu   objeyi de   kadın oldurup,  geçici  rahatlama… haz almadan öteye   gidemeyen  cinsellikle de   tamamladıklarında  sen !

“Bizi sevmiyorlar hayta sevgilim

Bizi sevmiyorlar

İstemiyorlar bu gezegende.

Ne erk, ne demokrasi, ne muhalefet, ne de aşırı uçtakiler” le

kaleme dökmeden de  benim  sevdalara aç Şairim  bil  ki,  kimse seni,  sadece sen olduğun için sevmeyecekti, o yüzden boşuna demiş olacağımdan  ‘dünyanın para, cinsellik, seks üzerinde döndüğü bir gerçek’ diyenlerin gerçeğinin paradan, seksten başka bir şey olmaması  nedir Allahaşkına? da demedim ben. Evet ! çocukken  bakkala şimdilerde markete ekmek ya da başka bir şey almaya gönderildiğimizde parayla; pardona de mua ! muadili kredi kartıyla  tanışıyoruz, isteneni  aldıktan sonra etrafımızdaki bütün çocuklar da  öyle yaptığından belki de;  sakız, çikolata, şeker, bisküvi, cips,  oyuncak   falan alıyoruz, bir nevi kendimize ait olmayan, güvenildiğinden  emanet edilmiş  parayı kullanarak,  daha o  yaşta mala çökmeye, vurgunculuğa alışıyor, bundan haz alıyoruz hem de ailenin, komşuların   ‘çocuktur ne olacak, canı çekmiş’ korumacılığında kötü bir şey yapılmadığına inançla devamdayken  yola bir gün,  hayatın ortasına yerleştirildiği  keşfedilen  seks,  parayla birlikte hareketleniyor; parası olan sekste de profesörlüğe uzanırken, olmayan  “el”izabeth’le idare ediyor; sen de farkında  bile değilken  bir  bakmışsın, başkasının hakkına saygılı, iyi  bir insan    değersizleştirmiş yerine değerler  silsilenin en tepesine ‘uyuşturucu mu satarsın, kara para mı aklarsın, zaman zaman devletin desteğiyle şeytanlaştırılan kesimlerin kayyumla  malına mı konar, mafyatik usullerle Paramount oteline mi  çökersin, 750 milyon dolar kredi kullanıp devleti mi dolandırırsın… ne yaparsan yap yeter ki  ol,  nasıl olursan ol’ lu zenginleşme…çok para kazanma=  güç & güç + seksi kadın konduruluverilmesine açtığı gedikten dolayı bilimle, teknikle, finansla içi içe  Mary Anderson, Grace Hopper, Lisa Su, Marissa Mayer, Demet İkiler, Berna Akyüz,  Bill Gates, Mark Zuckerberg, Jeff Bezos, Elon Musk, Aziz Sancar gibi aklını, yeteneğini  kullanarak para kazanmanın teşvik ediciliğini de atlamadan; o saatten itibaren de  dirsek çürüterek sınavlara hazırlanıp, kazanmanın köküne kibrit suyu eken %60  dilimde yer almış bir öğrencinin  her şehirde mantar gibi türetilmiş  özel  ya da devlet üniversitesinde  parasını bastırıp, YKS ‘de ilk bine, beş bine girmiş  öğrenciyle   aynı  “elektronik elektrik… bilgisayar yazılımı… tıp” bölümünde okumasını  sağlayan başarısızlığını,  para ve sonrasında büyük bir ihtimal   torpille, rüşvet vererek  dolgun maaşlı  işe girerek iyi para= seksi  hatun= iyi bir seks, para, seks döngüsünde   kola takıp cemiyete sokulan  güzel, bakımlı bir kadına, bir erkeğe sahipliğinin başarı sunulduğu  –bakmayın siz, ortada dönen  kişinin dış görünümden önce zeka, entelektüel seviye ve kültür düzeyinden etkilendiklerini iddia edip  sapyoseksüel kadın, erkek tercihimdir  geyiğine.  Playboy dergisine kapak pozu vermesini eleştirenlere “Kadınların kendi bedenleri üzerinde istediklerini yapma hakkı her zaman ve her yerde savunulur. İkiyüzlülerin ve gericilerin hoşuna gitse de, gitmese de” diyecek  Fransız bakan Marlene Schiappa’danlardansa; Osmanlı İmparatorluğundaki gibi  yaşam amacı akşam Padişahın, Sadrazamın, Paşanın, Efendisinin  yanına çıkarılırsa, götürülürse  gözdeliğe, Valide Sultanlığa, hanımlığa  atlayıp  bir de veliaht doğurarak  sarayda, hanede  söz hakkına kavuşmak olduğundan,   tek işi, tek düşüncesi süslenip, püslenip  akşamına seçilerek erkeğin yayına gitmeyi bekleyen cariyelerden yana oy kullanacakların çoğunluğunda ki –  noktada; tarih boyunca üzerlerine; bulunduğu her ortamda erkeğin  rahatını sağlama,  hizmetini görerek hoş tutma, memnun etme  misyonu yüklenen, erkeğin sekse zaafını bilen kadınlarda   şuh, güzel, bakımlı görünme,  cilveli davranma gayretinde, kadınlıklarını kullanarak istediklerini elde etmelerini  sağlayan yumuşak karınlarının farkındalığında ki  erkekler de;  başları sıkıştığında işlerini yoluna koymak,  rakiplerini alt etmek için te ortaçağ öncesinde kabile yaşamında  bile  var olan  Sedat Peker’in ifşalarını duymadan önce de  herkesin bildiği ama failleri bilerek   gizlenen, istisnasız her partide, örgütte, şirkette, aşirette  var olan  ‘fakir olan kızlara burs verip okutuyorlar. Hem kendileri, hem de yakın çevrelerine bu kızlardan sevgili ayarlayan’ Esenyurt Üniversitesi sahibi Orhan Özyurt gibi, onlarca Aliye Uzun, Korkmaz Karacanın;   Deniz Baykal, Burhan Kuzu, uyuşturucu patronu Zindaşti’ye,  belediye başkanlarına , siyasetçilere , “…Acarkent’teki bekar evinde yaşanıyor. Cihan Ekşioğlu; o eve davet ettiğin, alem yaptırdığın, kafan güzelken padişah kaftanı giyme” tarzlı iş adamlarına servis, hediye “kadın sunulması”   imparatorlukların,     savaşların, bariz  örneklerden  I.Dünya savaşında Alman Gizli Servisi’nden  30.000 Mark aldığına dair senedin delil gösterildiği Almanya yararına kullanmak için pek çok  kara, deniz ataşelerine metreslik yapan, erkeleri parmağında oynatmış , idam edilmiş Mata Hari’nin rol aldığı istihbarat örgütlerinin faaliyetlerinin  akışını da değiştirendi;  yoksa  bir halı içinde  sarayına girerek  sevgili olduğu  ( sonrasında yakın müttefiki Marcus Antonius evlenen)  Roma diktatörü Julius Caesar   hükümdar ilanı edip arkasında durmasaydı  ne  Kleopatra Mısır Kraliçesi, ne de 1711 Prut Savaşında  tarihçilerin hepsinin olduğunu kabullendikleri çadır ziyaretinde  kendisini sunduğundan Osmanlı Sadrazamı Baltacı Mehmet Paşa’nın kuşatmayı kaldırdığı   iddia edilen   Çar I. Petro’nun da “  çıkardığı emirnamede kurtarıcılığından söz ederek” 1712’de  evlendiği Katerina Rusya’da  Çariçe olamazdı da yine de   güneşin etrafında döndüğü unutulup “dünya para, petrol, pırlanta  ve seks üzerinde dönüyor” düşüncesine ; yol verildiğinden Afrika’da üstsüz dolaşılan bir kabilede kadınların memelerinin kapatılmasını savunacağından  ‘yüz yıllardır böyleyiz, kadın memesinden tahrik olunur mu? sapık mısın’la suçlanacağının yüzde yüzlüğünde ‘bakma ! kafanı çevir! yürü yolunda ‘ seçeneklerini dışlayan;  cinsel obje saç ise saçla; gözse gözle; simsiyah bir örtüyse örtüyle; 6-8 yaşındaki bir çocuğun duru teniyse  o tenle; sakızsa sakızla; gölgeyse gölgeyle  hareketlenmeye hazır ve  nazırlıklarına isyanını “ayyy yeter  be! ben eteğimi değiştirmeyeceğim, etek giydim diye aranıyorum sanan kişi sen kafanı değiştireceksin. Evli değilim “başımda bir erkek yok” diye gece eve geç geldiğimde perdenin arkasından cık cık yaparak beni gözetleyen komşu, sen perdeni kapatacaksın. Denizde beni süzen kişi , ben denize girmekten vazgeçmeyeceğim sen önüne döneceksin.Artık seninle olmak istemiyorum dediğimde üzerimde hak iddia etmeye çalışan kişi , sen yoluna gideceksin; çocuk doğurmuyorum dediğimde “aaa ne demek çocuk yapmam” diyen politikacı, sen işine bakacaksın. İnsanlara kadın işi, erkek işi diye rol biçenler, paylaşmayı öğreneceksiniz!!!’le kelimelere döken Emel’in ardına düşüp  rica ederim bir taraflarınız şişiyor diye saç teline, ayak bileğine, popoya, göğüs ucuna, gözlere, ellere ;  bikini, dekolte, mini etek, pantolon  giyinilmesine  ‘tahrik ediyor…oluyorum “la  bok atmayı bırakın artık,  zira  son durağı  burkadan göz gözüksün mü, gözükmesin mi? kara çarşaftan burun çıkmalı mı, çıkmamalı mı’ olacağından kaşının üzerinde neden gözün bahanesiyle tahriksiz bakmayacağını bildiği erkeğin  sırf nefsi  körelsin diye   ‘tesettüre girin, örtünün, saçın  tellerinin  gözükmesi  Allah’ın gazabını üzerinize çeker’le kadın bedeni üzerindeki söz hakkını da  tebliğleyen, ayıp saydırdığı cinselliğin nasıl yaşanacağını,  Gusül  abdestini, zinanın tespiti için de  yeterince tertibat almasalar da paçayı yırtacakları asgari şahit  sayısını 4  ( why not four ?) belirleyen Kuran’da ki sure ve ayetlerle ve hadislerle   yasaklar getirilerek ömür  heba ettirildiğinden; kurallardan, konuşulan konuların, yakıştırılan sözlerin sıradanlığından,  seviyesizlikten,  muhatap olunan  bakış açısından, anlayıştan haz etmediğimden, sevmediğim hậlâ  ısınamadığım  İslam coğrafyasında…hem anlayamıyorum çıkış yeri  aynı coğrafya olmasına karşın büyük absürtlük  Hz. İsa’nın bakire Meryem’den doğmasını  kabullenmiş  Hıristiyanlıkta,  İncil’de  bu derece yer almayan ama var olan gündelik yaşam,  değişim,  akıl ve    bilimle  çatışan,  çelişen yasakların; dinle, tabularla kıyasıya mücadeleye  girişilmeden (Galileo ve Engizisyon mahkemesi) kaldırılmasının zorluğu yaşanmışken dünyada, durdurulamayan teknolojik  gelişimle  tezatlık arz ettiğinden  ne kadar ötelerse ötelesin kadınlarına yönelik açılıma izin vermek zorunda kalan Suudi Arabistan örneğinde  görüleceği üzere, bir gün tabuları, yasaklarıyla mücadeleye girişilmeden de şartlar gereği mecburen dinlerde, ayetlerinde,  kurallarında   değişikliğe gidileceğini de  unutmadan; dönüp dolaşıp sürekli kadın ya da  erkek doğmanın yol açtığı sorunlara  demir atmaktan da bıkkınım. Öyle  ilahiyat eğitimi almış, prezantabl sofu, soft irticalığını gizleyecek mantık gereği “cennette erkeklere kadın verileceği gibi, kadınlara da erkek verilmeli” söylemeyi  ihmal etmeyen, medyatikliğinin arkasına beyaz Müslümanlığını saklamış ilahiyatçı profesör sendromunda,  tavrında  dini,  İslam’ı yorumlayacak halimin bulunmadığını baştan bildiriyorum ki kafa karıştırmaktan öte gitmeyen   ‘yok o ayette şu vardı , yok bu süre de böyle deniyor’  tartışmasına bulaşmadan kafama yatmadığından ki;eğer yer almasaydı Kuran’da örtünmenin isteneceğini öne sürebilir misiniz?; mantıksız bulduğum yasaklarının, kurallarının tartışılmasını, sorgulanmasını  ‘günahla’ kısıtlayan cinsiyet ayrımcısı –Allasen, en nefret ettiğim şeyi yapıp,  ordan laf sokup durma ‘başka dinlerde de öyle’ diye,  öyle olabilir…muhtemelen öyledir de, ama muhatap olduğumdan   hayatımı biçimlendiren kendi dinimle sorunum  var benim ha sende tersini savunmak için  yaz bir  roman elini tutan mı var?– baskıcı, erkek erkli  İslam dininin geçerliliği yüzyıllarca  sürdüğünden, süreceğinden  bugünde  onlarca  Hiranur Vakfı kurucusunun  6 yaşında kızı H.K.G.’yi, 29 yaşındaki talebesi  Kadir İstekli ile dini nikahla evlendirmesi gibi din kadar…yobazlık kadar  toplumu, çağdaş olduğunu söyleyenleri bile etkisi altına almış; kadına, çocuğa, aileye   ‘benim malımdır’  zihniyetiyle bakma; onlarca kız çocuğunun, kadınların başına bela ettiği;  “Küçük yaştaki kızlarla evlenilmesi sünnettir”ine binaen; gelişimine, değişimine bakıldığında, incelendiğinde   bilinen hiç bir medeniyet , çağ  masum değildir insan gibi diyerek, günümüzde Sudan’da kadın sünnetleri, Afrika’da Albinoların cadılara satılmak üzere öldürülmesi, Uganda’da eşcinsellere ömür boyu hapis cezası verilmesi gibi o yörelerde geçerli    “kültürel” farklılıkların cinsiyetlere, ırklara yönelik  haksızlığı,  insan hakları ihlalleri,  vahşeti, gaddarlığı  nasıl mazur görülmeyecekse; apolojetik yaratıcılığının eline su dökülmeyeceğinin, apologist kanıtlarından; yaş ergenlikten sonra sayıldığından  aslında 18 yaşında genç kızlarla evlendiklerini söyleyecekleri Peygambere, Halifelerine  sübyancılık yakıştırmalarını bertaraf için, zamanın Arap toplumunda diye başlamadan evvel Hz.Aişe’nin evlilik yaşıyla ilgili   copy paste “onlar beni bezeyerek öğlen olmadan Resulullah’a teslim ettiler. Ben o zaman dokuz yaşındaydım.”( Sahih-i Buhari, c. 5, s. 70 – 71) “ben Resulullah’ın huzurunda oyuncak bebeklerle oynardım; benimle oynayan arkadaşlarım da vardı. Resulullah içeri girdiğinde onlar utanırlardı, ama Resulullah onlara iyi davranır, onları benimle oynamaya teşvik ederdi; onlar da benimle oyuna devam ederlerdi.” (Sahih-i Buhari, c. 8, s. 37)   içerikleri aynı hadisleri Buhari, Müslim ve  Ebu Davud    yanlış aktararak gaflete düşmüşlerdir diyorsanız da  İslam’ın  önemli hüküm kaynaklarından “sünnet”i inkar edeceğinizden  susma hakkımı kullanıp; M.S 600 yıllarında  6 yaşındaki Hz.Aişe’yle nişanlanmış  Hz. Muhammed’in iki kızının;  sekiz ya da  on yaşlarında evlendirdiği Rukiye’nin ölümü üzerine diğer kızı    Ümmü Gülsum ‘ü de  verdiği Hz.Osman’ın; Hz.Ali’nın  on bir yaşındaki kızı Ümmü Gülsum’ün Hz.Ömer,  ölümünden sonrada  ağabeyi  Cafer’in oğlu Avn’a, Avn ölünce, kardeşi Muhammed’e, o da ölünce yine Cafer’in bir başka oğlu Abdullah’la  çocuk yaştaki evlilikleri;  kadın erkek arasındaki  ilişkilerde “ seksonormatif” likleri  ayyuka çıkmış; akışı içinde tarihin özellikle  de bireyin özgürlüğünü reddederek  kadına da  her türlü eziyeti  reva görmüş  dinlerin, sistemlerin arkasındaki ataerkil,  sınıfsal  iktidar yapıları  görmezden gelinemeyeceğinden Ortadoğu coğrafyasındaki  erkek familyasına   bakıp; 1400 yıldır değişen hiçbir şey yok demek ki;  diyenlere içten  kalp emojisi yolladıktan  sonra,  iradesiyle  istemesinin mümkünatsızlığında 6 yaşındaki  kız çocuğunun (Hz.Aişe) yeni kurulan bir devletin başkanına verilmesinin bile evrensellik, bilgelik iddiasını  yerle bir ettiği İslam dinini kabullenmiş  Kureyş ve diğer kabilelerin dışında dünde ve bugünde   İmparatorluklar, Krallıklar, çok uluslu  şirketlerde, aşiretlerde , ailelerde  de  görülen  çıkar ve iktidar uğruna kadınları; ana malları, kapitalleriymişçesine takaslamalarının, evlendirmelerinin, berdellemelerinin, sunmalarının  yüzyıllardır  kız çocukların kaderi oldurulan çocuk gelinliklerin; ölünce kocası , karısı; kardeşi, baldızı, eniştesiyle  evlendirilme geleneğinde gizlenmiş ensest ilişkilerin yaygınlığının yadırganmaması  sorgulanmaya  kalkışılmadığı müddetçe, “her kadın (artık ne kadarını kapsıyorsa) bir parça  orospu’durun tezahürü ‘her erkeğin bir parça orospu çocuğu…pezevenk olması’ tartışmasına bakıp sanırsın dünya orospu…orospu olmayanlardan ibaret bir yer ve  ataerkilliği şaşırtacak düzeyde bazen  erkek çocuklarına bile  ‘nerdeydin ? saat kaç biliyor musun? neredesin bu saatte kadar, kiminleydin’  copunu elinde sallayan  babaların  dayağından kurtulduktan sonra bu defa da  ; ‘saçmalık’, ’aptallığın dibi’ görecek  medeni bir insanın kavramasını beklemek, ötenin ötesi bir gerçeklik olan   erkek ayarı   ‘ sana demedim mi ben baban duysa…. güzel güzel git gel, eli eline değmesin‘i  saçı, kulağı  çekip verecek  annelerin;   kızlarının ‘kendi haline, gönlüne bırakırsan kızı Cumhurbaşkanı Özal kızı Zeynep’  gibi  davulcuya, zurnacıya kaçmasını…  orospuluğunu  önleme çabasında, yetişkin olamadan evlendirildiğinden  inisiyatif almayacak  çocuk gelinler, boş egolu kocalar; babalar, anneler, abi ve  ablalar, büyük kimse O’lar  tarafından yapılan;  hiçbir  karşılık beklemiyorlar  ya  ‘insanın başka nesi, kimi  var ki, aile önemlidir,  her şey yapılmalı onun için ’li “kutsal aile” manipülesi;  ‘ iyi  evlat ol,  anneyi, babayı, atayı  üzme –birilerinin üzülmemesi,  birilerinin üzülmesine bağlı ise buradaki hakiki üzüntü nerededir ? – geç kalma, ders çalış, yaramazlık yapma, otur, kalk,  ye, iç, dolanma, açık saçık  giyinme..’li psikolojik baskıların,  şiddetin, kötülüğün  hak görme anormalliğini  kabul ettirerek yetiştirdikleri, büyüttükleri  çocukların şanlı  özgür bireyliği fark etmeleri  de  “kutsal ailenin”  yalanlığının  idraki  gibi  ömürlük   zaman alacağından acaba ? ebeveynlik ruhsatı uygulamasıyla, merhamet, anlayış, sevgiden uzak, çağa uyumlu çocuk yetiştiremeyecek karakteri tespit edilenleri kısırlaştırarak   topluma daha mı iyi hizmet edilir… hey ! gülüm heyyy !  senin bu “üst insan”, “ari ırkı”  çağrıştıran onlarca insana ölüm getirmiş düşüncen  çoktan tarihin çöplüğüne yollandı  üstüne  İsrail devletinin Filistinlilere  yaptığı insanlık dışılıklara, ihlallere bakıp da “Hitler,  Yahudilere az bile yapmış” diyerek  Nazi kamplarında milyonlarca insanın sırf kökeninden dolayı  yok edilme canavarlığını savunacak kadar şirazesi kayanlar   bir gün illaki herkesin  faşizm barındıran  bir düşünceyi  akılından geçirebileceği…bir tavırda bulunabileceği demek   ki   doğrulanmış  önermeymiş; ufffff  sen eyyyy ne yazacağını şaşırmış yazarım , birazcık gergin misin  ne ? Amca kızı Leyla’nın ölümünden iki, üç yıl sonra neydi o derenin adı, hani Oğuz’un sel suyuna kapıldığı’  –‘ eree ! ben vakit bulup da  sormuş muyum acaba ? buranın adı ne, nerden  geliyor  diye? adını bilsem ne olurdu? bilmesem ne… nereye baksak hep akan bir dere, her yerde de dağlar  vardı. Benim için, a burdan Lozan Park’a kadar bir mesafede geçen Şamran altı dedikleri yerde  kilimleri, yünleri  yıkadığım deré Mengelî  gibi suyu yazın azalan, ilkbaharda coşan bir dereydi, o kadar’ – ‘ben anlamıyorum koca sülalede kime sorsam ne sen, ne teyzemler, ne amcalar, ne dayılar…Allahın bir kulu da  yaşadığı  Kasman’nın, Badan’nın , Muskan’nın, Emeran’ın, Van’ın, Muş’un  etrafındaki dağların, su taşıdıkları, çamaşır yıkadıklar  derelerin, gittikleri yaylaların, evinin karşısındaki ormanın adını  bilmiyor ? İnsanın çevresine karşı bu ilgisizliği… on bir yıl yaşadığın bir şehir’de en az bin kez gördüğün bir derenin adını bilmemek, merak etmemek  tuhaf?’ –  ‘tuhaf mı? tuhaf sensin? Ne kimse bize anlattı, ne de biz kimseye sorduk. Zaten niye soracaktık ki; şimdi aklıma geldi mesela deréyi Efendi derlerdi babamın vurulduğu yere eğer dere bizim evin önünden geçseydi  büyük dedenin adı verecek  deréyi  Talu diyeceklerdi,  Deré Mengelî ‘nin adı  Kasman’da   Kasman deresi,  Badana  varınca  Badan deresi oluyordu, ne bileyim ben… iş yapmaktan fırsat  bulduk da sormadık mı  derenin adı neydi  diye; devamlı çalış, çalış. Misafirsiz tek gün yok, köyden ipini koparanın;  işi için, gezmek için, hastane için,  okul için,  alışveriş  için olmadı nefes almak için geldiği, ne diyordu senin arkadaşın Emel “ nohut oda, bakla sofa”  bir ev, onca çocuk; amcan Haydar yanımda okuyordu,  Leylanın babası geldi  sonra amcan Cemal, deliydi ya deprem sonrası büyük amcan apo Hasan, hafta sonu evci çıkan yatılı bölge okuluna  yazılmış hepsi akraba bir dolu  öğrenci, Lise’de okuyan dayın, Piro Kekil’in oğlu Cemal; her şeye yetişecek, hizmet edecek tek ben…hiç akla gelir mi bu derenin adı nedir diye sormak.Bilsem ne değişirdi hayatımda?’ elindeki cep telefonuyla Google bakıyor ‘‘Akköprü deresiymiş’ diyorsun, duymuyor bile’ – ‘üçüncü   sınıfa geçtiğinde sen, ikinci sınıfa giden Ayşe’nin elini tutar üstündeki tahta  köprüden  karşıya, beş dakika yürüme mesafesindeki  İskele caddesinden de   geçip  babanın işyeri Karayollarına,  ordan da   2 Nisan İlkokulu’na giderdin.’ Şimdi servis kapıya dayanmadan okula gidemeyen çocukları gördükçe, annenle, babanın ‘başına bir şey gelir mi? gelmez mi ‘ düşünmeden  kilometre uzaklıktaki  okula  göndermelerindeki rahatlığı, güven, itimadı  aklın almasa da  tek başına yanında aranda bir yaş fark olan  kardeşinle  gittiğin  ilkokulunun,  yolu üstündeki kavşağın  köşesinde  önünde babanın kışın  evden hiç eksik etmediği  içine parmağını daldırıp  büyük iştahla yediğin tahta kutuda  pekmezlerin, bakliyat dolu çuvalların, sepette saman arasında yumurtaların yığıldığı,  her gün uğradığın, şeker, bisküvi, sakız aldığın  bakkallı;  yıllar yıllara sonrasında bir keresinde de   alıp şaşkın bakışlarına gülerek boynuna ‘ kolyen pek güzel oldu’yla takıp  ‘aman yavrum bunun içinde çok çekirdek vardır, bir de minicik bir kurtçuk da çıkabilir, dikkatli ye’ uyarınla asıp, bir tane koparıp elindeki peçeteye silip, çekirdeklerini çıkarıp  ağzına verdikten çiğnemesini bekleyip merakla  ’nasıl sevdin mi?’ –  ‘çok güzelmiş’ takdirini aldığın Can’la  yiye yiye eve geldiğiniz, Ankara’da ne zaman yol kenarında, kaldırımlarda, parklarda yine yaşlı bir satıcının önünde, elinde ipe dizilmişini görsen ‘çok severim, iki kuruştu, ilkokulumun önünde satılırdı,  tadı, aroması hatta  aurası   başkaydı.Nerde  Van’ın etli, etli  güzelim  alıçları,  nerde bu bozkır’ın susuz, iç geçmiş alıçları’ dediğin (şalvar), şapık (gömlek)  giymiş yaşlı, köylü bir  amcanın el arabasından  bardakla alıp  gazetede kağıdından yaptığı  külahlara  doldurduğu sonbaharın müjdecisi  kırmızı, sarı, turuncu alıçları; nerde olursa, olsun hep  dewa ma Badan’nın uçsuz bucaksız tarlalarındaymışçasına  koşturur gibi hızlı, hızlı yürüyen,  genellikle mahalledeki bostanlardan sebze meyve veya çarşıdan fistan, ayakkabı almak, bir yere gitmek için  birlikte çıktığınızda,  istese de yavaşlayamadığından, on adım önünüzde yürüyeceğinden  annenin dahi yetişmek için arkasından nefes nefese kaldığı babanın;  işe gitmek için  sokağa adımını attığını görür görmez  arkasından koşturan  çocuklarına;  az daha o kadar istediği  erkek çocuğundan Oğuz’dan  edecek;  bir, iki kuruş  vererek şımartma   huyu  sayesinde, önlüğünün  cebinde hep bakkaldan açık karton kutularda satılan şeker, lokum, bisküvi, sakız,  okul önünde satılan halka tatlısı, simit , boğulmaya sebep leblebi tozunu, diş kıracak sertlikteki  keçi boynuzu, alıç, elma, pamuk helvayı alabilecek üç beş kuruş bulunduğunu  hatırlatan  günlerde ’Van’da sen ilkokula gidinceye kadar dört yanı yüksek duvarlarla çevirili, içinde mensuplarına ucuz mal satan kooperatife ait dükkanın da bulunan  lojmanında oturduğumuz  Karayollarıyla aramızda İskele köyüne gidip gelen dolmuşların da geçtiği, iki yanında gökyüzüne yükselen ağaçların bulunduğu, işlek İskele caddesi vardı’ Allah…Allah …aaaa emin misin? her şehrin  büyük ana caddesinin adı ya Atatürk ya da Cumhuriyet  caddesidir, yanlış hatırlıyor olmasın şaşkınlığını yansıtmaktan vazgeçtiğini bilmeyecek annen anlatmaya devam ediyordu ‘ yakın olduğundan   babanın işyerine gitmeyi çok severdiniz; amcan  Haydar’ın  adını Gülvan koyduğu  sarı saçlarına, güzelliğine bakıp  o zamanların  çocuk artisti  Ayşeciğe  benzeten komşum Dürdane’nin  ‘Ayşecik’ diye seslenmesine katılarak … ‘ bak ! diye düşündün annen anlatırken, mahalleye, sokağa, çarşıya çıktığında kara çarşaf giydirten; Aleviliğimizi  açık etmemek için ses çıkaramadığını söylemiyor, İFK hadisesinde yer almış 100 esirin serbest bırakılması şartını da  ileri süren  Berre’yle  “senin yerine mukâtebe ücretini ödeyeyim ve seni eş olarak alayım.” teklifini  edip mehir olarak da 400 dirhem gümüş vererek evlenen  Hz. Muhammed’e kızgınken   “Ey Allah’ın Resulü, Allah sana darlık vermez. Sana kadın çoktur. Sen cariyene (Cüveyriye’yenin de Hz.Aişe’nin hamur yoğururken uyuyakalıp hamuru keçilere yedirmek haricinde hatalı hiçbir hareketini görmediğini söylediği ) sor, sana gerçeği haber verir  ” telkini yaptığından,  hakkında  “bir adam” diye bahsederek  cephe aldığı Hz.Ali’nin    Cemel Vakası  sonrası  “ya Ayşe, Resulullah sana ve bize bunu mu vasiyet etmişti?” uyarısıyla,  etkin olduğu siyasetle, halifeliğin  kime verilip verilmemesiyle uğraşmayıp köşesine çekilmiş, katıldığı savaşlarda deve koşturan   Ehlibeyt’e reva gördüğü haksızlıklarını, entrikacılığını  tasvip etmeyip kadın olarak erkek otoritesine başkaldırışını sevdiğini söyleseydin şayet,  yüzüne tüküreceğinden emin olduğun çene Küçükağanın;  Kasman’da, Badan’da   köylülerin, annenin en çok da Gilda için kullandığı  söylenişi  aklına bir  kadını getirdiğinden  Montera isimli  kadının evde oturmayıp  o kapı senin,  bu kapı benim dolaştığını düşündürtmüş en sevdiğin Zazaca atasözü kalıplarından  “(çeneke zé mantorî cérena)  Montera aşık gibi dolaşıp, duruyordu” demeyi de  ihmal etmediği ’ eree bu Ayşe nerden çıktı? Bunun adını kim koydu Ayşe diye, benim yanımda o naletin adını anmayın. Hazretmiş,  ne Hazreti? Kim kaybetmiş de o bulmuş…hindir o.  Hz.Ali’nin başını yiyenlerdendir. Ehlibeyt’in kanını içse doymazdı, a o   Ayşe’ye  yüzbin kere lanet ’  karşı çıkışına karşın herkesin,  senin de    adını  yıllarca Ayşe bildiğin  ‘kardeşinle, sana çok güzel kısa kollu, yakası dantelli, beyaz elbise dikmiştim, o elbiseyle çekilmiş bir fotoğrafınız var hatırladın mı?Benim size diktiğim ilk elbiseydi, babanın memur olması, lojmanda oturmamız sayesinde çok şey öğrendim.ben,  Dürdane abla vardı  o bana anne, abla, arkadaş oldu; çocuğa bakmayı, giyim kuşamı, dikiş dikmeyi, yemek, turşu, salça yapmayı,  alışverişi, lüzumlu ne var, ne yok her şeyi öğretti. Van’ a ilk geldiğimde  lojmana yerleşmeden önce baban bir oda tutmuş, tek bir oda; yatıp, kalktığımız, yemek yaptığımız yediğimiz, tek bir oda; tuvaleti dışarıda. Van’a da hiç unutmam babamın amcasının oğlu Varto’da dava vekilliği , CHP İlçe Başkanlığı yapmış,   dereza ma  Alié Haydaré Zeynelé ’n eski model bir cipi vardı, baban onu parayla  kiralamıştı Tatvan’a kadar Alié Haydaré Zeynelé’n şoförü   getirdi, gelmeden bir gün önce,  hakim abim benden…kız…kız iki arada bir derede nasıl düşünmüşlerse, amcamla birlikte babamın mirasından vazgeçtiğime dair  vekaletname aldılar elimden. Tatvan’da bir gece otelde kaldık, ertesi sabah otobüse bindik ama sen bir ağlama tutturdun susmuyorsun amcan ‘eree Rukoş ver hele şunu göle atayım kurtulalım ‘ deyince ben öyle korktum,  öyle bir sıkı sarıldımki sana ‘yok, yok’ diye. Annen çok korktu ben öyle deyince.Gece Van ovasına girdik aman Allahım ! onyedi yaşındaydım o zaman,  hiç böyle bir şey görmemiş, her yer ışıl ışıl, aydınlık, nasıl parlak sanki gündüz mavi, kırmızı, sarı ışıklar oynaşıyor   dedim bu nedir ? bu elektriktir Erzurum’dan geliyor onlarda Rusya’dan alıyorlar.Valla Muş’ta var mıydı bilmem ama 1960’da,  Varto’da elektrik yoktu, görmemiştik .Geldik Van’a, otogarda  baktım baban şey kiralamış at arabası, böyle çadırlı madırlı…fayton. Apo Hasan  şehre gidiyoruz  bir kat yatak, bir de cacım (kilim) başka bir şey vermemişti, kap kacak hiçbir şey.Amcan Haydar  da Kasman’a beni almaya gelmeden, apo Hasan’ın   verdiklerini  Varto’ya götürüp  cipe atmış.Van’a giderken Badan’a uğramadığımdan annemin verdiği sandığım da orda kaldı, bavulum mavulum yoktu, ne bavulu?Tı lo…lo…lo…to…Ne diyorsun sen? alay ediyorsun benimle, onbeş yaşındaydım seni doğurduğumda,    doğum ne ? bebeğe ne lazım?  bildim mi ki sana bir şeyler yapayım,  kim bana parça, bez  verdi  al bunu çocuğun doğunca zıbın yap dedi de ben sana  zıbın yapamadım. Hiç hazırlığım yoktu ne kundak, ne zıbın, doğduğunda birileri  bir bez getirdi, sardık seni sonra   çe Talu’nun  terzisi   amojın Zehra, çok güzel dikiş dikerdi, çok dikti sana; kundak,  kollu  bir gömlek minacık, bir hırka bile ördü, altını bağlamak için bezler getirdi.Van’a gelince pudra var ya, hani böyle   beyaz pudralar satılıyordu eskiden, biliyor musun? Amerikan bezi alırdım etrafını makineye çekerdim, bez olarak kullanırdım. Ben doğduktan sonra kırk gün her gün yıkardım çocuklarımı, böyle çocuk tertemiz pırıl pırıl olurdu,  pudra serperdim nasıl güzel kokardınız. Sümerbank’tan divitin alırdım,  mermer şahin vardı, kumaş,  incecik leçek gibiydi,  bembeyaz onu alırdım,  şöyle etrafını dikerdim  uzun kollu zıbınlar yapardım,  işte öyle,  ne olacak ?  benim param mı vardı, ben gidip en lüksünü getireyim… giydireyim  çocuklarımı… abimin düğünü için yanımda getirdiğim atlet, don iki  elbiseyle, sana ait iki üç bezi  annemin bohçalarından birinin  içine koydum, bağladım aldım elime o kadar, al sana bavul bohça.Düştük yola amcan Haydar’la. Otobüsün bagajından  eşyaları  alıp, babanın getirdiği  at arabasına bindik eve geldik,  içeri girdim a böyle   rum rut… çırıl çıplak tek bir eşya,  perde yok , bohçadan   basma elbisemi çıkardım, astım pencereye. Ertesi gün  baban Karayolları demirbaş listesinde yazılı bir tencere, bir gaz ocağı, iki üç çatal kaşık, bardak, tabak aldı getirdi imza karşılığında. Ev sahibi  meğer…biz bilmiyorduk, bir kızı da vardı, ikisi de şişmandı, bir ay kaldık kalmadık daireden biri babana ’ çıkın o evden  o kadınla,  kızı kötüler, orospuluk yapıyorlar, başınız belaya girer’  demiş, demese bilmeyecektik çünkü hiçbir şeyini görmedim ben kadıncağızın da, kızının da . Bunun üzerine  başka bir ev tutuk, aynı mahallede,  ev sahibinin çok güzel büyük bir bahçesi vardı, hiç unutmam, kadının adı Kevser’di; küçük bir salon, bir oda. Amcan okula gider gelirdi, o olmasa ben delirirdim, arkadaş oldu bana ‘şöyle yapalım, böyle edelim, okulda şu oldu, bu oldu’ konuşurduk, bebeksin ağlıyorsun, ben de ağlıyorum niye ağladığını, ne yapacağımı ?  seni nasıl susturacağımı ?  çocuk bakmasını bilmiyorum. Amcan kucağına alıp gezdiriyor yine de  susmuyordun. Allahtan sütüm çoktu, bebekken topaç gibiydin,   fakirdik bez yoktu, çamaşır yoktu.Bir süre sonra   lojman çıktı, çeşit çeşit meyve ağaçlarının bulunduğu bahçe içinde tek  katlı müstakil evlerdi öyle apartman dairesi değildi. Büyük bir oda,  arkada  koca  bir kömürlük, varmış gibi  fazla eşyanın,odunun konulacağı. Pahalıydı kimse kömür yakmaz, odun yakardı. Tuvaletler  evlerin dışındaydı ama tuvaletti yani içinde musluk vardı.Dış kapıyı  açıyordun tuvalet karşında, çok da güzel taşı vardı, betonunu  da güzel dökülmüşlerdi. Tuvaletle, kapı arasındaki aralıkta oyun oynar, ip atlardın çocuklarla.  A bu baban az değildi, hani Leylanın annesi veyvi Nace doğru demiş sana,  demek  görmüş,  görmese yoksa  niye anlatsın. Güler vardı baban ona tutulmuştu , onbeş yanındaydı .Şaşırma on beş yaşındaydı, diyordu ki  ‘Güler, ateşin beni yakıyor ‘ . De boşver gitsin –‘ niye boş veriyorsun, anlat işte’ –’olan oldu geldi…geçti .Lojmanda yedi yıl kaldık,üç çocuğum da lojmanda doğdu, sen  ilkokula orda başladın, önlüğünü giydirdim baban elini tuttu, götürdü. Karayollarının servis  arabası lojmandaki öğrencileri sabah tek tek toplar,öğlen üç gibi  okuldan alır, Karayolların önünde indirir, oradan herkes evine dağılırdı.Okula başlayınca Ayşe’yi ilk sen götürdün.Hükümette, devlette   çalışmak herkese nasip olmayan  bir şanstı, düşün  memurların  eşleri, çocukları için  toptan sinema bileti alınırdı, sinemaya ilk orda gittim, seni de götürmüştük. İlk ve son  kezdi diye düşündün ailece sinemaya gidişimiz; bir tepenin arkasına gizlenmiş kameranın kocaman mavi gözlerine zum yaptığı başroldeki kadına, kum üzerinde kıvrılarak hareket eden uzun, iri bir yılanın yaklaştığını gördüğünde  bağırmanla salondakilerin yerinden sıçradıkları, annenin de ‘korkma, bağırma ayıp’ diye elini sıktığını  hatırladığın. Uzun yıllar  yılanın kıvrılışını,  mavi  gözlerini  unutamadığın ilk seyrettiğin  filmin adının ne olduğunu  merak ede dururken, bir gün televizyonda “Boş  Beşik“ filminde aynı sahneyi görmenle  kırk yıllık merakında sonlanmıştı.Ne yazık gençliğinde, orta yaşlılığında ‘acaba neyi olsun isterdi… hayali, derdi neydi…en çok neyin hasretini çekti… yetimlik kolay değilmiş başına ne geldi’ye   kafa yormadığın evin, sülalenin  hizmetçisi annene ‘haydi’ demiştin  bir gün,  yaşlılığına adım attığında ‘sinemaya  gidelim seninle anne kız’  – ‘hayırdır, nerden çıktı şimdi’  –‘güzel bir film,  Vizyontele  bizim oralarda, Doğu’da  geçiyormuş.Seversin’ Ankara’da Şubat, kış; dışarıda kar, sabah ayazında  daha demir kapısı açılmadan okul önünde beklediğinden haline acıyıp içeri alan hademeler temizliğe girişirken  boş sınıfının keyfini çıkarıp tahtada öğretmen gibi ders anlatma, resim çizme  aktivitelerinin; iş yerinde odacıların ‘evden mi atıyorlar sizi  ….hanım?  müsaade etseniz de  odayı temizlesem ‘ sataşmalarına,  ‘ saat sabahın yedisi ya Emel bak ! ben şimdi yürüyüşten eve gidiyorum ya babam kahvaltı yapıyor ‘ , ‘yok canım’ şaşkınlığına, muhataplığın nedeni okula,  işe başladığında  gün ışımadan  çocuklarını uyandıran babanın   ‘haydi kalkın!  geç kalmayın  okulunuza…mesainize; geç kalmaktansa erken gidin’ kulağa küpeliğini; ‘aman kalabalığa kalmayalım’, ‘nasılsa yapılmayacak mı? erken kalkıp da  bir an önce yapalım da  aradan çıksın ‘la  destekleyen, evi sabahın köründe  temizleme,  randevuya en az yarım saat erken gitme,   açıldığında  marketin , bakkalın kapısında olma versiyonlu  aile geleneği …huyu gereği, saat on; ilk seansına bilet aldığın 2000 yılında mahallede açılmış, yeğenlerini  trafiğe, kalabalığa karışmadan yürüyerek  sinemaya götürdüğünden  Atakule’nin üst katında açılmış, Ata On ‘la aynı ayardaki, yedi yıl sonra  kapatıldığında  yasa boğulduğun  2 büyük,  3- 4 de küçük salonlu Cine Magic’desiniz,  film başlıyor, salon  sıcak ki ne sıcak, bir ara bakıyorsun annen  horul horul uyuyor.Film arası da  uyuduğunu gördüğünden kendi kendine  ‘elleme,  yorgun, bırak uyusun ‘ diyorsun, salonun  ışıkları yanıyor,  çıkış kapıları açılıyor ‘anne! anne! uyan artık’ – ‘film başladı mı?’ kulağına eğilip ‘bitti anne, eve gidiyoruz’ diyorsun gülerek, şaşkınlıkla bakıyor ayağa kalmış insanlara ‘aşk olsun, senin bu yaptığın işi mi ? neden uyandırmadın?’  –‘uyuyordun’ –‘ nasıl yorgunsam’ –‘üzülme yine getiririm’  annelere verilen bir türlü  yerine getirilmeyen boşlukta, havada kalacak  sözlerden biri  oluyor  senin de  ‘yine getiririm’ vaadin..‘Karayollarının olanakları çoktu.Baban yemekhanede tablod memuruydu sonra mutemet oldu, maaşlarını ödediği memurlar  küsuratını  iki, üç kuruşu bırakırlardı, üst üste gelince   epey bir para ediyordu.Bazen  arta kalan yemekleri  getirirdi, yemekhaneye  toptan alındığından malzemeler, dışarıdaki fiyattan ucuza peynir, zeytin, reçel, pirinç, kuru fasulye  falan,  filan da   alırdı. Su, elektrik parası ödemezdik. Elektriğini yaka yaka  perişan ettik Karayollarını…he valla, aynen öyle oldu.Her şeyi elektrik ocağında, sobasında yapardık, yemek, çay, banyo için su ısıtma, ısınma.Öyle olunca devlette çalışan herkes para biriktirdiğinden  hiç çıkmak istemezdi lojmandan Van’ın önemli ailelerinden Kinyaslara ait Kartal Palas otelini işletti  bir arkadaşıyla,  aslında oranın pavyonuydu işlettiği, orda  vuruldu dansöz Leyla’ya. O sene kardeşi Cemal’i de yanımıza getirmişti, Karayollarında işe koymuştu, işçi olarak. Cemal alışveriş yapıyor, Cemal’e veriyor, ekmek parasını  da koyuyor, Cemal alıp geliyor, tamam.Bir gün geldi dedi ki ‘sana bir şey şöyleyeyim mi  Turna’  dedi.Dedim ‘niye? ne oldu?.Dedi ki  bir tane Leyla isminde bir kadın var dedi pavyonda, abim  Kemal   onun bacaklarını öyle ovuyor da ovuyor,  ovuyor da ovuyor.’Ero ‘ dedim ‘Cemal sana bir şey diyeyim, sen ne kadar eşeksin, ee bir bacağında sen ov.Niye gelip bana söylüyorsun? bana gelip söyleme oğlum dedim bir bacağını da sen ov. 3 ay sonra ne oldu? Gece, kapı çalındı Kim o dedim Kemal beymiş.’–‘pavyon macerası  6 ay değil miydi?’ –‘3 aydı, üç ay.Kapıyı açtım ‘sen buraları  bilir miydin ? bilir miydin? Sen ne kadar edepsiz  bir şeydin’ .Yok özür dilerim. Ne özrü ya, özür dilerim. ‘–‘ Anne Allah aşkına özür dilerim  dedi mi, babam?’–‘ Evet dedi, ne özür dedim ya kimden özür diliyorsun ve Leyla oldu, onun ismi de onu taktı, ben de kızdığımdan Mine koydum ilk ismini. Adam da pavyonu kapattı, parayı aldı gitti.Birlikte iş yaptığı adam.’ –‘ Babam  pavyonu nasıl açtı?’–‘Ben ne bileyim?’–‘ Kim geldi dedi gel pavyon açalım?’–‘işte o  Malatyalı İbrahim  diye bir adam. Alevi,  iş yerinde değil. Malatya’dan gelmiş orada bir Astsubay vardı Malatyalı. Hani kızı  vardı,  öldü ya, Mine Leyla’yla yaşıt, Filiz, öldü. Onların akrabalarıydı adam kendisi değil adam geldi gelmiş Malatya’dan.Baban bana öyle dedi. Ben olayı bilmem adam Malatyalıymış. Adam uzun boyluydu böyle. Onu anlatıyorum sana,  6 ay oldu para, para.Adam demiş ki buna bir tane senet vermiş, ben sana paranı altı ay içinde ödeyeceğim demiş.Baktı ki adam senedi ödememiş.   Kemal bey de kalktı, tıraş oldu, bıyıklarını adam çalışıyordu ya, bıyıklarını kesti. Ondan sonra Yenişehire, Yenidoğan şehrine getti.’–‘ Doğanşehir’–‘ Doğru, Doğanşehir’e gitti, parasını oradan aldı,  geldi.’–‘benim anlamadığım bir insan geliyor Malatya’dan bir akrabasının yanına, gel birlikte pavyon açalım diyor, o da olur diyor.O zaman öyle mi oluyormuş.İnsanlar birbirine ne kadar güveniyorlarmış.  ‘–‘Onu bilmiyorum, o kadar biliyorum adam Malatyalıydı. kahve var diye orada bir kahve var ya doğulular Aleviler varsa orada birleşiyor orada tanışıyorlar.’– ‘Babam sana dedi mi ben pavyon açıyorum dedi arkadaş gelmiş ortak olup pavyon mu açıyorum dedi ‘–‘pavyon açıyorum dedi.’–İnanmıyorum ya’–‘Şarkı, türkü söyleyen yer açıyorum dedi. Öyle deyince babanın bir musayip kardeşi vardı, o da dedi ki “kara koyun, sonra çıkar oyunu.Bırak bu işleri, yapma’ .Ama baban,  adam çekti gitti ,3 ay sonra döndü adam.’ ‘hele bir çay koy ‘ diyor devrimci dayın annenle, mutfak masasında yaptığınız konuşmaya  dahil olup ‘ o zaman bende Van’da Atatürk Lisesinde okuyordum.Baban hırslı   adamdı’–‘güldürme dayı’–‘öyle deme kızım,  para kazanmak için hırs yapmıştı. Şimdi anlatayım sana, baban Karayollarında satın alma memurluğu yaparken cebine para atıyor,  alışveriş yaparken eve de alıyor.Kumar oynuyordu, bir dönem parayı faizle  iş arkadaşlarına da veriyordu.Baban  kumarda da gelmiyordu, ben hafta sonları geldiğimde size ,Kemal abi iki gece gelmiyordu, Pazartesi günü  bir bakıyordun,  sabah gelmiş, giyinmiş işe gidiyor.Kahvede oyun oynuyordu hafta sonu. Ben abla diyordum hiç karışma, boş ver hayat onun hayatı. ‘–‘ verdiğin akla bak, enişten kumar oynuyor, belki batacak, aç açıkta kalacak ablan, sen hayat onun hayatı diyorsun?’–‘ kaç kere arkadaşları yolda öldü. Engin diye bir arkadaşı öldürüldü, kumar yüzünden ‘ –abla biliyorum , iki arkadaşını öyle kaybetti.Engin içinde çok ağlamıştı. Sonra ne oldu biliyor musun? kardeşin Oğuz da kumarcı oldu,  o da kahvede kumar oynamaya başladı.Evde de oynuyorlardı, paralarını alıyorlardı birbirlerinin, kavga ediyorlardı.Baba oğulluktan iş çıkmış kumar arkadaşlığına dönmüştü.Daha Mustafa ortaokula gidiyordu, o da oynuyordu. Şimdi eniştem, para için her numaraya yapardı, her  numara vardı işin içinde.Yani ben şuna inanıyorum mobilyacıdan para almıştır.’–‘Mobilyacı Yılmaz’dan.’–‘tabii  Güler’i peşkeş çekmiştir,  para almıştır.Kadın çok akıllı kadınmış  resmen  pezevenk demiş babana.Kadını satmıştır yani inanırım. ‘–‘dayı..’–‘gerçek can yakar kızım’ Öyle, öyle para topladı baban da,Sen  sekiz yaşına geldiğinde, üç yıl oturduğumuz bahçesi,1200 metre kareydi,  büyüktü, serdiğim kilimlerin üzerinde oynadığınız geniş mi geniş balkonlu müstakil bir ev aldık, ayrıldık lojmandan.’ Ahh   diyorsun içinden tahta tavanında çocuk uykularının katili  farelerin cirit attığı  o evi, anımsamamak  mümkün mü ? ‘ Bak, dere gibi  adı neydi diye sor şimdi, bilmem  hangi mahalledeydi ev, aradan neredeyse elli yıl geçti. Aklımdan Suvaroğlu, Selimbey, Yoğurtçular, Polatoğlu , Alipaşa bir sürü isim geçiyor ama hangisiydi  bilemiyorum. Otlu peyniri  küplere koyup gömdüğüm, koca bir tandır odam vardı. Karlar eriyince  ilkbaharda, yaylalardan toplanan tadı  güzel olanlarının dağların Van Gölü’ne bakan tarafında yetiştiği otlar; sirimo, sirik, mendo,  hellizle  yapılan taze peyniri,  biraz da çökeleği, bazen çarşıdan, bazen köylerdeki tanıdıklardan alırdı baban. Tazeyken değil küpte bekletilip   suyunu saldığında tadı,  lezzeti artardı otlu peynirin. On,  on beş kilo taze peyniri leğenlere koyar sonra bütün bir yıl yeneceğinden en  az dört, beş küpün içine çökelek, üzerine az kaya tuzu üstüne taze peynirleri sıra sıra  dizer, son sırayı iğde yaprağıyla kapatır, beyaz  bir tülbentle  sıkıca bağlar  kazılan boyu  büyüklüğündeki kuyuya  ters çevirerek ağzı aşağıya gelecek şekilde gömerdik küpleri. Eylül’e, Ekim’e kadar beklerdi toprakta  sonra   çıkarır, yerdik. Balkon, bahçe  sohbetlerinin, sofrada ister kızarmış  kuzu , ister Confit de Canard, Flemish Stew ? ne olursa olsun, sonunda mutlaka yendiğinden yemeklerinin değişmez  partneri, alışkın olmayan, buraya bir mim koy Allahaşkına ! Amsterdam’da  niye yapılmıyor,  otun, peynirin meşhur değil mi senin sevgili Hollanda? Yapsaydın bir  otlu peyniri de ’ sırf ithal diye  ‘Rokfor da hiç kokmadığından (tuu sana,  yaptığın benzeşmeye, güzelim Rokforun kokusuyla kıyasladığına bak ! haddini bil azıcık  ) ayyy kokusuna dayanamıyorum… tadı  berbat  ’   nidaları atanlar, her gün market raflarını dolduran Fransız, İtalyan, Hollanda orijinli  peynirler tükettiklerinden !!! vazgeçemeyecekleri alışkanlıklarıymışçasına lezzetini ballandıra ballandıra anlattıkları Camembert , Gouda , Mascarpone , Gorgonzola, Parmesan  peynirleri gibi yere göğe sığdıramayacaklardı sırf  menşei Hollanda’da    diye  otlu peyniri de. Küpten çıkarılmış hafif kekremsi, küflü Rokfor tadında hele de tandırdan, fırından yeni çıkmış sıcak ekmek,  yeni demlenmiş çayla, mükemmel uyum gösterdiği  şarapla,  tadına doyulmayan canım otlu peynire laf giydirenler beğenmesinler, hatta mümkünse  merak edip de almasınlar,  böylece eski usul küpte dinlendirmediklerinden hiçbir şeye yaramayan üretimden vazgeçilip,   hakikisine kavuşulacağından sosyal medya ortamında  ‘ıııggg tadı berbat, kokusu da’  yazmadık, duyurmadık yer de bırakmasınlar. Biz; naylon beslenme çantasına; haşlanmış yumurta,  patates, börek, Karayollarının kooperatifinden  alınma bisküvi yanına konulan    Yılmaz Erdoğan’ın “soğuk ve şehirlerarası otobüslerde vazgeçtim çocuk  olmaktan ve beslenme çantamda otlu peynir kokusuydu babam” mısrasının kokusu  üste sindiğinden   birlikte sıraya oturulan otlu peynirli çocuk bünyelerin ellerindeki kulplu naylon kupalarına; ya kuyruk ya da  oturduğu okulun tahta sırasında; yıllar sonra çocuk felci, kalp, karaciğer yağlanması  türü  hastalıklarla karşılaşılınca   ‘meğer  insanın genetik yapısına, beynine  ciddi anlamda zararı varmış,  işte bunlar hep o zorla yedirdikleri, içirdikleri şeyler yüzünden. Mahvettiler bizim nesli, sağlığımızın içine ettiler, gerçeği  dururken kimyasal işlemlerden geçirerek laboratuarda ürettikleri, sentetik sütü içirdiler. Bunun için ‘süt içirin çocuklara’ kampanyası bile yaptılar’  konuşmalarının sebebi; içeriğine bakma, şüphelenme  gereği duymayacak  ileri görüşlülüklerine,  vizyonlarına  ve ABD’ye sadakatlerine hayranlık duyulacak devleti yönetenlerin,  bürokratların, öğretmenlerin, ebeveynlerin  ‘Amerikan çocukları bunu her gün içiyor, onun için  zeki, sağlıklı ve güçlüler’  telkinleriyle; tokalaşan iki el resimli  beyaz çuvallar,  teneke kutular içinde muhafaza edilen, okulda hademelerce kara  kazanlarda kaynatılan sıcak su içine dökülerek eritildikten sonra  doldurulduğu güğümden  dökülerek  içirildiğinde,   ağza gelen  erimemiş  beyaz topağından, kötü tadından iğrenilen – savaş şartlarının bulunmaz nimetliğinden mi ? nedendir, bilinmez  askerlere de içirildiği – 2.Dünya savaşı bitiminde; kıtalararasında  kolayca taşınabilen, uzun sure saklanabilen araç gereç, tank, top, tüfek, buğday benzeri   mamuller gibi elde kalan; şartlarından birinin de ABD’den mısırözü yağı alınmasının olduğu,  buna yönelik  ilk margarin fabrikasının kurularak  yüz binlerce zeytin ağacının söküldüğünden habersiz  mutfaklarda bir köşede duran üzerinde “eritilmiş tereyağı koku ve lezzetinde bir mutfak yemeklik nebati margarinidir. brüt: 2kg net: 1.7kg ” yazan, sarı renkli boş tenekesi genellikle sardunyalara saksı  oldurulan  “annem kullanırdı” cümleli anıların assolisti  Vita’yla,  margarinle memleket insanlarını  tanıştıran; karşılığında  askeri üsler, petrol arama  izninin alındığı; 940’lı,50’li yıllardaki  Marshall yardımı dahilinde dünya haritasının tepesindeki ABD’den  aşağıya doğru bir hat  içinde onca yol kat ederek en son kişide sende…onda, bunda sonlanan; ayrımsız herkesin  her ortamda dayatılacak her şeye  itaatini sağlamak  için  ağacın yaşken eğdirilmesi gerektiğini  bildiklerinden nasıl yapılacağını;  ‘süt tozunu zorla içirme’ uygulamasıyla;  aba altından sopa gösterme yöntemini   öğreten emperyalizm ve yerel uşaklarınca –hay bin kunduz!  yıl  ikibinyirmileri de   geçti,  kendini  bir türlü bitirmediğin devrimci mücadele içinde  sandığından  hala 68- 78 lerin sloganvari sözcükleriyle yazıyorsun, no değişim, no! pes! – dünyada, ülkede, ailede, sülalede, okulda, örgütte, cemaatte normalleştirilmiş faşizmin manipülatif  kalp coşturan, ayak koşturan  kelimelerinden biri de   ‘ülkenin…vatanın…devletin… vatandaşın… senin iyiliğini düşünüyorum… istiyorum , hoşlanmadığını ama  gerekliliğini bildiğimden inandığımdandır  yaptıklarım, yaptırttıklarım yoksa bana ne senin, çocuklarının süt içip içmemelerinden’ olduğundan; savaşın   yıkımı karşısında büyük alicenaplığını göstererek batı bloğu, bağlantısızlar harekatı,   aç, yoksul  ülkelere, sağa sola çuval çuval” insani yardım” adı altında dağıtığı, bazen öğretmenlerin cicili , bicili paketler içinde  ‘evde anneleriniz yapıp, içirsin’ diye de  verdikleri Amerikan süt tozlarına, Amerikan bayraklı gri kutulardaki  limon sarısı renginde ekmeğe  sürerken ‘acaba domuz yağı  mı? ‘ kaygısındabir  bildikleri olmasa  yapmaz, yemez Amerikalılar’ la parmakların yalanarak yendiği margarinlere; yuvarlak teneke kutulardaki turuncu  peynirlere, bisküvilere diğer ABD yardımlarına kolayca ulaşacak makam, mevkide ki,  bin yıllık devlet geleneği adam kayırmacılık  yolsuzluk  yüzünden, mecburiyetten (yoksa vallahi de, billahi de akıllarının  ucundan geçmezdi) evine,  eşine, dostuna, akrabasına götürüp,  bir kısmın da ileride kullanırız diye  zulalayan devlet yetkililerinin Van’daki temsilcilerinin de  ilk yediklerinde sevmedikleri otlu peynire yıllar geçtikçe  bağımlılıkları söz konusudur ki hâlâ damağının  aradığı küp tadında; delicesine sessizlik, mavi  gökyüzlü bahçelerdeki ağaçlarından badem topladığın Kız Kulesi hakkında sayısız efsanelerden birinden  antik Yunan Mitolojisindeki Hero ile Leander’in hikayesinden araklandığı muhtemel; sevdalısının kapatıldığı adaya ulaşmak için yüzerek aşması gereken mesafenin nefesini kesmesiyle “ahhhh    Tamara…Ahh Tamaraaa… Ahhh Tamaraaa” diye, diye can veren  delikanlının yasından  martılara yüz vermeyen küskünlükteki Aktamar adasında; şehrin manzarasına  bakmak için tepeye tırmanırken ayağının  kaymasıyla düşebileceğin   sarp  kayalıklar  üzerine inşa edilmiş  kalesinde; annenin ‘ denize  götürsen Pazar günü de yıksam şu beyaz çamaşırları; atletleri, gömlekleri, külotları, nevresimleri de tertemiz, bembeyaz ‘ olsa isteğiyle  gidildiğinde,  onlarca kadını çamaşırları “çiti”lerken gördüğün,  mayoyla falan değil rengini de solduracağı elbiseyle içine dalındığında,    boğaza, burna  kaçıp, yutulduğunda  ağızda bıraktığı acımsı tadı kusturan, içinde sık sık yüzüldüğünde saçların rengini açtığı tespit edilmiş sodalı suyunun  bazen turkuaz, bazen açık mavi, bazen lacivert rengine büründüğü,  kışın  tepesi karlı, yazın gelincikli  dağların çerçevelediği kumsalında,  ayak  acıtan taşlarının ‘görürsün  senle’ uzaklara fırlatıldığı Van denizinin, Süphan dağının rüzgarlarıyla kıyıya vuran dalgalarının köpüğünde kaybolan ilkokul günlerinde henüz öğlene kadar  okullarda öğretim, devlet dairelerinde mesai yapıldığından,  üç dört saatliğine yataktan kalkıp hazırlanarak  okula gitme zül   geldiğinden,  büyük sevinç yaşatan 1974 yılında  başbakan  Bülent Ecevit tarafından Cumartesi günü öğretim , mesai yapılmamasına dair kararın alınmadığı Van’da yeni mahallenize taşındığınız yıl, okula götürecek servise binmek için  Karayollarına doğru yanında Ayşe, üstünüzde  kolalı beyaz  yaka,  siyah önlük, bazen boynunuza, bazen kolunuza  astığınız devlet malzeme ofisi damgalı kahverengimsi kalem, silgi, defter  koyduğunuz  heybemsilerinizle  yürür,   tam da  Akköprü deresi üzerindeki   köprüye yaklaşmak üzereyken,  birlikte oyunlar oynadığınız yaşıtınız üç, dört kız çocuğu yolunuzu kesip, elleriyle önlüklerinize, yakalarınıza dokunup, heybemsilerinizi elinizden almaya çalışırken; kaç yaşında olunursa olunsun, anlamı bilinmese de  ağızdan çıkan iğneleyici telaffuzdan kötülüğü anlaşılan cümlelerden  ‘okuyup  orospu  mu olacaksın?‘ dediklerinde; olunmak  istenenle, etrafındakilerin olmasını istedikleri, öngördükleri mesleğin  bambaşkalığını da vurguladıklarını anlayıp ‘her orospuyu, orospu yapan bir orospu çocuğu vardır’  savunmasını yapacak kadar büyümediğinden ‘yok ben orospu değil, Teyfik dayı gibi avukat olacağım’ kızgınlığıyla  itelediğin hemcinslerinden kurtularak yola devamının sonu; sonra  “şarkılar çalmaya başladı, bizi anlayan olmasa da anlatan varmış” dedirtecek  Berfin Aktay’dan  Xwezi Yare’yi, Sasa Serap’dan Ay dîlberê’i dinlemek mi olacaktı? Ey okur seni tanımıyorum, şu an kiminle, nerede, ne yapıyorsun bilmiyorum, emin olmamakla birlikte bildiğim; bu dünyada yaşayan herkes gibi senin de canını sıkan, üzen şeylerin olduğu. Canını sıkan, üzen  her neyse,  geçecek demek isterdim lakin ? belki de geçmeyerek ömür boyu yanında kaldığında, benim gibi öğretilmediğinden hissetmediğin, anlamadığın sonradan algılayacağın  bir şey daha  var; kendinin, hayatının  kıymetini, değerini bilmemenin pişmanlığı kavurduğunda yüreğini ve de ne zaman yaşanmışlıklarını özlesen, kaybettiklerin, acıların  düşse aklına hüzünlü, seni kör edecek derecede ağlatacak  duru bir ses, bir şarkı duymak istemenin garipliğinde  Youtube’da açtığım   Sasa, Berfin alıp götürürken beni;  belki  hemen üst, belki bir sokak aşağıda,  az uzağında her gün Beyoğlu, Tunalı, Konak, bilumum Cumhuriyet  caddelerinde, Atatürk Bulvarlarında   rastlaştığın  eşlerinden, babalarından, abilerinden aldıkları parayla onların istedikleri gibi giyinen,  istedikleri yerlerde yemek yiyen, alışveriş yapan,  gezen   arada  sırada da korkarak, kimse görmesin duaları ederek  istediğini yapan kadınlara; bana, sana   ‘cilveleriyle yakan kader’ diye dayatılanın kor ateşler düşürdüğü yüreklerde,  meydan savaşları  sürerken   ‘Allah hepinizi kahretsin ‘ yerine  gülümseyerek çevrendekileri aldatma  becerisinde ‘bunca çaba, bunca katlanmışlık bunun için miydi? Evet bunun içinmiş’le  vardığın son noktayı gözlerinin önüne serdiğinden  “Li bаxê min bû zivistаn / Ay dîlberê dem gulîstаn / Li bаxê min bû zivistаn / Ay dîlberê dem gulîstаn / Ay dîlberê ke menale /Feqîyê Teyran êdî kal e/ Nexweşekî pir bêhal e; Bаğımdа kış oldu / (Güzelim) bаhаr zаmаnı / Soldu bаğım, bаhçem / Perişаn oldum, evim yıkıldı / Ey Dilber, sen inleme / Feqiyê Teyran artık ihtiyardır / Çok halsiz ve çok hastadır”;  gecenin bir yarısı ışıklar şehri kapatmışken bir tepeden  son ses açıp dinletesin var  Ankara’ya, Varto’ya, Ay dîlberê’i. Akıldan geçen ama “İnsancıklar”ın da yazıya döktüğünden Dostoyevski’nin  duygulara tercüman “ çok tuhaftı, ağlayamadım ama ruhum paramparça olmuştu “ tümcesine sarılıp  başa sarıp tekrar, tekrar dinlediğin türküler eşliğinde henüz  ağlamamış  ama imkansız hayallerin,  bir daha hiç görmeyeceğim  baban, Can, Haldun  öncesi Aytül, amcan kızı Leyla; sonradan öğrendiğin, gördüğün  kalp acıtan, üstesinden gelemediğim gerçekler; gözünün önünden geçtiğinden  az sonra ağlayacağın kesinliğinde;  Zazaca’dan  anımsadığım  “bû zivistаn-bu sene” gibi   bazı kelimelerin anlamını çıkarıyorum çat, pat, belki de aynı açıdan değil aynı acıdan baktığımdan hayata  Berfin’in, Sasa’nın mısralarını anlıyorum, Kürtçeyi bilmememe rağmen . Hoş,  ağlamak için anlamak da gerekmiyor; yeter ki  yüreğe işleyecek kadar içli, naif  bir ses olsun.Annem hep insanın içi güzelse  sesine, yüzüne, ruhuna  yansır derdi, Berfin’in, Sasa’nın yüzlerine bakıyorum ‘annemin dediği doğruymuş’ derken zaman…mekan…dünya…kolayca vazgeçtiklerimi… benden vazgeçenleri kaybettiren  tınısının acılarımı yerinden oynatıp  depreştirdiği büyülü  sesler  bu romanı yazmaya çalıştığım  odayı “Xwezî Yаrê tu yа min bа/Tu j’ber serê min rаnebа;yar ; keşke sen benim olsaydın /  başucumdan hiç kalkmasaydın”la sarıp, sarmalayıp ‘çocukluğum şu an eşiyle uyuyor’ dediğinde, diyemedin ki ‘hâlâ seninle uyuyorum’ öyle uzun…öyle de kısa  bir yoldu ki  babanın tayinini aldırdığı  Ankara’nın merkezinde, kantinin,  beden eğitim dersinin yapıldığı içine  denge aleti, üzerinde takla atılan koca minder, erkeklerin  atlatıldığı kırık dökük atlama kasası, masası konmuş spor salonunun bulunduğu alt  katların yaz mevsimindeki  soğukluğunun  eskiden hastaneyken morg kullanıldığından kaynaklandığına dair  rivayetin dolandığı,  70’li yıllardan itibaren aralıksız meydana gelen olaylar yüzünden  Ankara’nın acayip belalı okullar listesinde  TT (Trend Topic);   balkonların hepsinde görülecek  ufak süslemelerin, bir kaç taburenin içinizde yuva sıcaklığı uyandıracağı sonu pek güzel bir yere çıkmasa da 1,5 porsiyon döner üzerine irmik helvasının yeneceği Mutlu dönere yürümenin keyf verdiği  ismini sevdiğin Portakal Çiçeği sokağının başında, çok paran olduğunda her gün çay içmeye, çikolatalı pasta yemeğe and içtiğin öncenin Funda sonranın Denizatı pastanesinin karşısında,  baharda, sonbaharda okul kırdırtan  Botanik Parkına  yakın,  6 Fen F’ deyken sıkıldığında dersten, penceresinden Halide Edip Adıvar İlkokulunun teneffüs saatinde  bahçedeki çocukların  koşuşturmalarına, ip atlamalarına, top oynamalarına,  gelip geçen arabalara daldığın, herhangi bir koleje girememiş, önceki okulunda gelir düzeyi yüksek,  statü sahibi  siyasetle uğraşan, milletvekili , bürokrat, gazeteci  babasına güvendiğinden arıza çıkarmış zengin bebelerinin  ya da bok püsür ocağı reisinin çocuklarının,   oturduğu mahalleye yakınlığından mecburen kabul edilen  gecekondu bebeleriyle hasbihal ettiği, dönemin iyi eğitim veren okullarından olmasından dolayı da  popüler;  daha 18.yüzyılda  “söz konusu para olunca herkesin dini aynıdır “ demiş  Voltaire amcayı, 21. yüzyılda ama ne yazık ki yaşlılığında ‘bu  hep geçerli olmuş  olguyu  senden tam iki yüzyıl önce fark etmiş  Voltaire’n  önünde eğil be ! aptal kız’la  kutsadığın; zengin, fakir  ayrımının  belirgin yaşandığı tam bu satırda  ta eminim ki  geleneksel  ‘biz bilmezdik zengin, fakir kimdi? kim değildi, hepimiz eşittik, insanlar  da zenginliklerinin belli olmasından  utanırlardı, öyle mütevaziydiler’ yalanlarıyla müesses nizamı yeşillendirenleri mühtezi  bakışlayıp,  ayağında kara  lastik ayakkabılar,  üzerinde kalın hırka (yeminler yeriydi,   depresyon hırkası) en kötüsü de çantan olmadığından kolunda kitap, defterlerin arasına konmuş kalemlerin,  bozkır rüzgarının karını yüzüne, yüzüne vurdurttuğu tipide,  yürüyerek şimdi Kuzu Kumru Rezidans, Adana sofrası, Park Otel olmuş tarlaları, arsaları  aşarak 3 yıl orta + 3yıl da  lise eğitimini tamamladığın Çankaya Lisesine  ulaştığında, kol derine adeta yapışmış kitap ve defterlerin, donmak üzereliğinden hissizleşmiş ellerinle,  hırkanın üzerine birikmiş yürüyüşünü ağırlaştırmış kar tabakasını  temizleyip,  merdivenleri çıkacak gücü kendinde  nasıl bulduğunun da  muammasında sınıfına girdiğinde;  ıslak saçların, morarmış yüzün, ellerin,  su içinde   ayaklarına bakıp  ‘ne oldu?’yu   cevaplayacak dudaklarını kıpırdatamadığını,  tit tir titrediğini gören sıra arkadaşının ‘ yardım edin…bir şey olmuş…çok kötü’ bağrışına dökülenlerin ‘aaa donuyor, çabuk  mantoları getirin’le sınıf içi askılıkltan alınan  kürklü, kürksüz mantolarının  arasında kaybolup epey süre sonra ovalanan  ellerinin acısını hissedip ‘kaldırın… boğuluyorum’ diyecek duruma geldiğinde, durumunun   müdür yardımcısına iletildiğini  ’ gelsin yanıma dedi,  haydi gidelim, bekletmeyelim’le koluna girmiş arkadaşlarının arasında  tedirgin vaziyette kapısını tıklattığın ‘ gir’ gürlemesiyle ıslak saçların, kavuşuk  ellerinle karşısına bir suçlu gibi dikildiğin müdür yardımcısı Neşide’nin  ‘ne oldu kızım, bu ne hal, su gibi olmuşsun bu havada insan yürür mü? Tamam,  bunu al,  evine git üstünü başını değiştir, hasta olacaksın, haydi’yle  imzalayarak uzattığı  günlük izin  kağıdı elinde odasından  çıkmak üzereyken  ‘bir dakika, dur kızım!   eve neyle gideceksin?  paran var mı?’  ikircimli haline bakıp, açtığı çantasından çıkardığı  cüzdanından aldığı  bozuk parayı  ‘al bakalım’la yanına   gelip verdiğinde,  Sakıp Sabancı’nın “hilekarlık ahmaklık, gurur eşekliktir”  aforizmasını okuyacak, bilecek, duyacak yetkinliğe uzaklığından  ayaklanan  genç gururunla, utançtan yüzüne bakmadan ‘ sağ olun, istemiyorum, param var benim’ der demez arkanı dönüp  hızla odadan çıkıp koşarak girdiğin sınıfından kitaplarını, defterlerini aldığında hiçbir arkadaşına da bir şey demeden   tipinin yerini kuru ayaza bıraktığı  havada,  yine diz boyu kara bata çıka   yürüyerek  evine döndüğünde, artık yürüyecek takati kalmamış ayaklarından,  yamalı çoraplarını, üstünden  ıslanmış giysilerini çıkarıp battaniyeye saran, saçlarını havluyla kurulayan annenin yardımına koşmuş  dört ve bir buçuk  yaşındaki  kardeşlerinin minik çabalarına,  garibanlığınıza  bakarken  gözleri dolan  devrimci dayın ve sonuç; Okul Aile Birliği yardımından  faydalanacak öğrenciler listesine alınma. Psikolojileri bozulmasın, rencide olmasınlar  onun içinde sınıfta kimse yardım aldıklarını bilmesin diye son derste nöbetçi öğrencinin kapıyı tıklatarak içeri girip ‘hocam!  ….. ile Emel müdüriyetten çağrılıyor’ anonsu olmasa da , zaten  aşikar  yardım alan öğrenciler kervanına katılanların ellerine, odasında    ‘çocuklar burada  çizme, pantolon, kaban, çorap  var  güle güle kullanın’la yardım torbalarını  tutuşturan,  öğrencilerin “çok isiplinlidir”le  sertliğinden korktuğu, boyu  gibi saçları da  hep kısa  kesilmiş  hocalardan Birsen’in yanından ayrıldığında, üzerine  giyinecek doğru düzgün bir şey yokken  soğukta üşütmeyecek  yamasız  giysilere sahip olmanın  sevincini kursakta bırakan, arkadaşlarının bilmediğini sanacak saflıkta ‘sınıfa bunlarla giremeyiz , anlarlar yardım aldığımızı. Ne yapalım şimdi?’ sıkıntısına ‘ kimse görmeden bir yere saklayalım… zil çalınca sınıfta oyalanır, herkes gidince de alırız’la  Emel’le kafa kafaya verip bulduğunuz  çözümü zora sokan sakladığınız  yerde birileri tarafından bulunup çalınma endişesini  ‘alırlarsa alsınlar, ne yapalım ’ – ‘zaten,  yarına da giyemezdik’le bertaraf edip,  yardım poşetlerinizi bayanlar tuvaletinde pencereye yakın temizlik malzemelerinin  konulduğu dolabın arka boşluğuna yerleştirip sınıfa döndüğünüzde ‘niye yalnız ikinizi  çağırmışlar?’ kinayesini ‘bir şey yok, Birsen  öğretmen yarın veliniz okula gelsin dedi’yle  gaile almamanızın nedeni  içinizdeki  ‘ya alırlarsa…aldılarsa’  paniğiyle beklenen son ders zilinin çalışı,  kimseye yakalanmadan eve varma  coşkusuna ‘bende  giyeyim…bakayım bir’ – ‘ayyy çok güzel,  sıcak tutuyor, ben de giyerim değil mi?’yle katılan kız  kardeşlerinin de sırayla denediği,  ganimetlere kazasız belasız  sahip olmaya  tüy diken; annenin bir buçuk  yaşındaki kardeşine çorba diye sıcak su içinde sade şehriye pişirip, ortaya bir yemek koymak için bahçedeki envai çeşitli otu toplayıp  üzerine yumurta kırdığı yoksulluğunuzu dahi  zengin saydıran; Emel’in çare bulamayacağın ‘ yiyecek hiçbir şey, ekmek  bile yoktu evde,  komşu bahçesinde yetiştirdiği  kazlarının önüne yemeleri için ekmek bırakmıştı, açtık, toplayıp  yedik kardeşimle’ anlatımını    ‘Emel dün kardeşiyle , komşunun bahçesinde kazların önüne konulan ekmeği yemiş,  çok fakirler, açlar ’la  annene de   duyurduğun  yoksulluklarda; daha devlet ‘imarsız bölge’ diye elektrik getirmediğinden  arka komşunuz Kürt Mehmet de ‘Alevisiniz’ diye kendisinin de bir başka komşudan çektiği (sonrasında siz de Alevi bir komşudan çekecektiniz)  kaçak elektriğin  evinize bağlanmasına izin vermediğinden, uzun süre   gaz lambasının ışığında ders çalıştığın; ihtiyaç duyduğunda  okulda sahip olduğunu bildiğin arkadaşlardan  yalvar yakar dilenilen, gecekondunuzda şifa niyetine bir tane  dahi  bulunmayan  ansiklopedi yoksunluğunda, bir  türlü öğretmenlerin istediği biçimde  yazamadığın kompozisyon ödevinden yine zayıf alınca  ‘herkesin annesi  avukat, hakim, yönetici; babası milletvekili, kuyumcu, bakkalcı. Çocuklarına derslerinde yardım ediyorlar, sen hiçbir şey bilmiyorsun’ gözyaşlarını sicim gibi akıttırırken,  yanına gelip saçını okşamak isteyen elini o kızgınlıkla itmene aldırmadan ‘okutmadılar beni ne yapayım? Ben olamadım kızım; sen hakim ol…sen avukat ol da çocuklarına  yardım et, benim gibi cahil kalma’ diyen dağarcığındaki sözcüklerin yetersiz ve azlığını bildiğin annenin yeşil gözlerini  gölgelemiş çaresizliğin  etkisinde,  köyde, şehirde farklı dillerde konuşulduğunu  fakat her şehirde aynı telaffuzun geçerli olduğunu sandığından  başlarda büyük bir özgüven sonrasında  parmak kaldırıp soru sormaktan, cevaplamaktan caydırtan  Van şivesi ‘gidaĝ oraya… gettim…eve gec kalım…demağ ele… men…görisen.. Ayşe sensen… yıganağğğğ… kağ gideğ… içağ…toğ yedim yemağı…afat yiyasan…ele gözimin…vıle’yle  konuştuğunda ‘anlamıyorum ne diyorsun, niye  değişik konuşuyorsun ’ tepkisi ; seninde arkadaşlarının, etrafındakilerin   konuşmalarını   anlayamamanın,  geldiğin diyarın , senin farklılığını  hissettirmesi, düşündürtmesi yetmezmişçesine gülüşmeler, kıpırdaşmalar, göz kırpmalar, süzmeler  arasında, alı al moru mor yüzle başını sıraya doğru  eğip ‘Giderem Van’a doğru (valla(h)) Yolum İran’a doğru,  beni havar zalım yar (oğul) Kes başım kanım aksın (valla(h)), Kadir bilene doğru’ türküsünü söylemeye zorunlu tutan boş ya da müzik derslerinde ‘susalım şimdi arkadaşınız bize Van  türküsünü söyleyecek’ komutlu öğretmenlerin “çirkin ördek yavrusu” muamelesiyle,  tam manasıyla tabii tutulduğun mobbing, ötekileştirme,  ayrımcılık; hâlâ sesinin güzelliğine  rağmen  topluluk içinde türkü çığıramamanın nedeniyken, bir kenarda tek başına koca bir orduya karşı  mücadele de, ilk yıl zayıf dolu bir  karne, nerdeyse tüm derslerde ikmale kalmayla sonuçlandığında, Van dışında bir yerde yaşamamayı düşünerek alınan evin bulunduğu mahallede, izin alınmadan bahçenizden 100 metrelik bir yerin yapılacak caminin inşaatına katılmasına karşı çıkan babanın  “Allah’ın evine arsasından pay vermeyen Allahsız Alevi”  düşmanlığı…damgasıyla   baş edemeyeceğini anlayarak  koca bir  Isparta halısını camiye bağışlamasının  bile nefretlerini söndürmediği  Sünni komşuların bostanınızı, ağaçlarınızı suladığınız arkın önünü toprak, taşlarla kapatarak suyu kesme hamlesiyle  ev sattırtacak  noktaya taşınan  ötekileştirmelerle,  baskılarla karşı karşıya kalınmayacağına  ‘ne de olsa Başkent, buradaki gibi olmaz,  hiç olur mu?’  düşüncesinde  güvenerek   tayin istenilen Ankara’da  da,  aynı durumla karşılaşmanın hüsranıyla, yeni   yaşama uyumsuzlukta seni  anlayacak tek kişi olacağını hissettiğin annenin  ‘senin konuştuğun dille buradaki aynı, köyde konuşulan gibi apayrı değil. Kızım,  sen  ‘anne yabancı dil diye bir ders varmış, sınıf  öğretmeni birini seçeceksiniz  dedi, ben de ismi hoşuma gittiği için Fransızcayı seçtim’ demedin mi? Demek ki, dünyada daha bizim duymadığımız, bilmediğimiz o kadar çok dil varmış ki. Okulda arkadaşlarının, öğretmenlerinin  konuştuğu  Fransızca gibi hiç  duymadığın bir değil. Sadece konuşurken şiven farklı, o yüzden zor anlıyorsun, konuşman onun için  değişik geliyor insanlara.İlk geldiğimizde daha kötüydü, şimdi yavaş yavaş onlar gibi konuşuyoruz.Sen hepimizden çabuk  düzeltin Türkçeni, zamanla onlardan daha  güzel konuşacaksın.Sen şimdi onu bunu boş ver, üzülme ,  derslerine çalış, çok çalış ancak çalışkan bir öğrenci olursan,  arkadaşların bilgili diye sana  yanaşırlar’lı  neyi kapsadığını  bilmediğin  motivesiyle sonraki yıllarda  hep  takdir alarak geçtiğin, bitirdiğin yıl  da iftihar listesindeki  adının Hürriyet gazetesinin Ankara sayfasında okul tanıtım haberinde yayımlandığı Hoşdere caddesindeki Çankaya Lisesinde; ‘sınıfın  en çirkini benim, kara kuru bir şeyim,  nerdeyse her hafta  saç rengini değiştiren Hülya, Alev  gibi kuaföre gidecek paran, evde  saç kurutma makinen olmadığından  hale yola koyamadığım, kıvır kıvır, kabarık, düzleşmeyen – öyle  ki hakkında iki satırlık yazının kaleme alındığı Çankaya Lisesi yıllığında  “…herkesin dikkatini çeker” yazılacak– şu saçlarımın berbatlığına da  bak!  Keşke   Mine’nin   dümdüz, bal rengi  kısa  saçları gibi saçlarım olsaydı benim de. Burnum da  babamın ki gibi kocaman Handan’ın ki küçücük. Bu halimle kim beğenir, kim sever ki beni ‘yle  platonik takılacağın   Şenol,  Hüseyin, arabasıyla hava atan Levent, Bülent yakışıklı jön Kemal’le konuşmayacak içe kapanıklığında; Eylül ayında okullar açıldığında, memur çocuklarının,  senin;  “uçaaan baloonn pantolonum, gömleğim, ayakkabım tişörtümmm”  reklamlı, alana üzeri şablonlu cetvel, bir iki silgi, kalem tıraşın  hediye edildiği,okulla ilgili her türlü ihtiyacın karşılandığı geniş ürün yelpazeli;  en az iki üç sene yıpranmayacak  dayanıklılıkta, ayakları vurup  yara, bere içinde bırakan  ama yağmurda, karda  su çekmeyen her türlü darpa, kovalamacaya bana mısın demeyen hantal görünüşlü, sert  deri ayakkabılarını  giymekten öte yoksulluğunu belli etmesinden bıkmışların hissiyatını  ‘büyüdüğümde…(herkesin tek hedefi ) okuyup büyük adam olduğumda, Sümerbank’ı kapatacağım’la dilendiren Oğuz’a ( hoş anladığı anlamda büyük adamlıktan vazgeçtik adam dahi olamadı ya)  gerekli fırsatı vermeden; ‘devlet, işi gücü bırakıp  ayakkabı, basma mı üretir’ haklılığına, haraç, mezat satılıp , arazileri yok paralara peşkeş çekildiğinden  leke sürülerek özelleştirilmiş, Ankara taşlı duvarları, basamakları, yüksek tavanıyla Cumhuriyetin ilk binalarından Ulus’ta ki  Sümerbank mağazasına ailecek alışveriş  yapmak için adım atıldığında  ortalığa yayılmış   kumaş kokusuyla mest olunan,  püfür püfür, desen desen, top top kumaşları hızla açıp toplayan; babanın  Ecevit mavisi gömlek istediği tezgahtarların hünerli ellerine bakıp ‘bu kadar çok kumaşı acaba ne yapacak ‘ demeyeceğin  annenin,  kiloyla aldığı makasla dahi  güç bela kesilen  perde, nevresim, sofra örtüsü, el bezi, çarşaf , mendil, çanta diktiği  Amerikan bezini, pijama için çizgili pazenleri, divitinleri, patiskaları, Rahşan Ecevit’in de giyindiği dallı güllü emprime, basma kumaşları, halıları,  bugün arasan en kaliteli mağazada bulamayacağın sağlamlıkta havluları, çarşafları almaları için  alışveriş çekini,  istihkakını vererek haksız rekabeti palazlandıran (kamunun  ekonomideki azımsanmayacak payını düşünün) devlette  çalışanlara taksit de yapıldığından nevresimlerin, elbiselerin, pabuçların, pijamaların, çarşafların birbirine benzediği fakir evlerde “tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek vatan” ideolojisini pratiğe döken tek  parti dönemi havası soluttuğundan” insanları tek tipleştiren, bir kalıpta giyinmeye zorlayıp özgürce mağaza  seçme, giyinme  hakkını elinden alan SSCB  estetiğinde  Sümerbank’tan  alınan pijamayı Sümerbank çorabının içine sokup, Sümerbank’tan alınmış çarşafa  yatıp ertesi gün lastik yerine artık ayağında Sümerbank’tan alınma  siyah ayakkabı…üzerindeki  siyah önlük…siyah hırkanla  okula gelip; kokulu silgilerine, renk renk kalemlerine, kalemtıraşlarına,  parlak  kağıtlarla kaplı defterlerine kitaplarına, cicili biçili  renk renk tokalarına, çantalarına,  deri çizmelerine,  ayakkabılarına, Dior’dan alınmışçasına parıldayan zarif pilili siyah formalarına, hırka, mont, mantolarına, ince çoraplarına ancak aybaşında babanın verdiği harçlıkla alabilirken sen,  her gün kantinde  sucuklu tost almalarına  gıpta ettiğin   sınıf, sıra arkadaşların  Handan,  Feray, Neşe, Hülya’nın;  imkansızlığından hayalini  kurmaya  dahi çekindiğin kaloriferli bir evde;  Denizatı pastanesi üzerindeki apartmanda oturan babası kuyumcu Nilgün’ün  yaşamlarını   ‘onlar zenginler, babalarının işleri iyi tabii’yle normalleştirmene rağmen  ‘ tamamda sıcacık evde otur  sonra da çalışamadım hocam , mazeretim var, ailevi’ diyerek her gün ilk dersin ortasında kapıyı çalan Ali gibi  ‘hocam yani bir kerede göz yumsanız  geç kağıdı istemeseniz, etek boyunu bir daha kısaltmayacağım’ sırnaşıklığında ki  Tülin gibi şaklabanlıklarla  paçayı kurtarmalarına ne demeli, iyi valla’yla kendi haline üzülüp, öfkelenmeden  de duramadığın;  yönetici sekreter annesinin okuldan  gelince yesin diye  buzdolabına  akşamdan yapıp koyduğu pirinç pilavını, yoğurtla yerken,  yiyenlerin ‘eline sağlık çok güzel yapmışsın’la övdüğü annene karşı  ‘pilavı  niye Şule’nin annesi  kadar  güzel yapamıyorsun’  ergen isyanlarında, olumsuzluklarla dolu eşitsiz şartlarda okumanın dokunuşuyla  sol örgütlere devrimci mücadeleye katılmaya hazır ve nazırlıkta;  baban duymasın diye geceleri, üniversite hazırlık kursuna  giden –  annen erkek amca çocuklarının hepsinin dayın olduğunu öğrettiğinden – onca  dayının  eğitim çalışmasına tabii tutukları  annenle konuşmalarında duyduğun içeriğini,  anlamını bilmeden kulağına  hoş geldiğinden  cezb etmiş devrim, özgürlük, eşitlik, kardeşlik,  sosyalizm, yoldaş, paylaşım, emek kelimelerine de aşinalığından ‘bizim kızlarla  tanıştıracağım seni; Canan, Firuzan,…, …, Onlarla birlikte  İlerici Liseli  Derneğinde (İLD) de çalışırsın.Tanıştığında yerli yersiz sorular  sorup da  beni mahcup etme ‘ tekmilini veren illegal TKP MYK’ sında yer aldığını 1987 yılında TKP, TİP birleşmesiyle oluşturulan TBKP ‘nin  temsilcisi Haydar Kutlu (Nabi Yağcı), Nihat Sargın’ın Türkiye’ye dönüşleri, tutuklanmaları, 1990 ‘da serbest bırakılmalarının ardından  çok sonraları öğrendiğin altı yaş büyüğün,  onlarca sol örgüt arasından diğerlerini değil kendi örgütünü  seçme  hakkını tanıyacak kadar lütufkar; aa bak yine   aynı şey oldu… ne zaman  TKP’yle ilgili bir mevzu geçse  gömüldüğü yerden  ok gibi fırlayıp; 4 Haziran 1990, TBKP kuruluş dilekçesini gövde gösterisiyle İçişleri Bakanlığına vermek için legale çıkmış komünistler Ankara’da toplandığında, ricasını geri çevirmeyeceğini bildiğinden ‘abla bir gece, bir arkadaşımı misafir eder misin? olur mu?’nun sonucu, partinin hemen tüm stratejik metinlerinde  imzası olduğunu bilmediğin ama şık giyimi, mütevazi  kişiliğiyle evdekilerin kalbini yarım gecede kazanan Zülfü’yü  misafir ettikten bir gün sonra  ‘eree oğlum bak,  ben bir aydır ablan Turna’nın evindeyim,  a bu bir, iki defadır  görüyorum seni. Ma  bu kaç gündür  hiç burada (Ankara’da) değildin, nerdeydin?’ – ‘daye,  İstanbul’a  gittim, toplantımız vardı. Parti kurduk. Dün de arkadaşlarla birlikte  Atatürk’ün kabrine çelenk bıraktık’  cevabını duyduğunda siyah başörtüsünü eliyle düzeltip  başını iki yana sallayarak  ‘errr, laooo, tı lo, lo, lo…  ula oğul ! sen hiç utanmadın mı Atatürk’ün huzuruna çıkarken? Sen onun devrimlerini yıkmak için çalışmadın mı? devrimlerini yıkacaktın bir de yanına gidip  çelenk mi koydun? ‘ kızgınlığına gülerken,  cebinden çıkardığı Maltepe sigarasını  ‘ daye ! al bir sigara iç , kendine gelirsin ‘le  uzatan elini, 12 Eylül darbesinden sonra 1990 yılına kadar arandığından kaçak yaşamında,  çiftçi dedenin gönderdiği senin güç bela kendisine ulaştırdığın paranın yetersizliğini bilip,  örgütünün, arkadaşlarının yardımıyla geçindiğini  düşündüğünden olsa gerek  değil, aynen öyle  düşündüğünden ‘laoo, eree  oğlum,  ben,  senin sigaranı içmem.Kim  bilir ? kimin  parasıyla aldın bunu  haram maldır’ itelemesine küserek evden  çıkınca arkasından az önce nahoş bir olay yaşanmamışçasına, sigarasını yakan çene Küçükağaya bakarak ‘anneannem ne zaman sigara içmeye başlamış?Dedem biliyor muymuş?’  –  ‘Çok oluyor.A bu annem bana,   hamileyken hep   sigara içtim, beni sigaraya alıştıran  babandı demişti. Yenice sigarası getirmiş ‘ bunu iç Emine  bayan sigarası ‘ demiş. Ben daha Kasman’daydım ,  evlenmemiştim, hatırlıyorum  annem kapağında gelincik resmi olan Gelincik sigarası içerdi.Sigara içtiğimi çe Talu’da bir babaannen  Fidan bilmezdi demişti.Hiç ara vermeden tam yetmiş yıl sigara içmiş annem, değil mi anne?’ dumanını dışarı verirken burnundan  başını sallayan  anneannene bakıp   ‘ ben de hatırlıyorum.  Kasman’da kürsüye oturur  altın renkli parlak sigara tabakasına koyduğu   tütünü çıkarır, ince kağıtlara sararak yaptığı sigarayı içerdi ’–  ‘daye sonra sigara sarmayı bıraktığında  ne sigarası içtin?’ –‘ Bitlis sigarası içtim’ sohbetinin de  ana figürü  az önce oğluna yaptığı çıkışın  haklılığına inanarak büyük  bir keyifle sigarasını  içen çene Küçükağa’ya  bugünde yerini aldıran bir kaç anının ortasında  devrimci dayının önemi tartışılmayacak devrimi yapma da sana  güvenmesinin kabarttığı koltuklarınla,  adımını attığın ama  perde gerisinde  ‘lise örgütlenmesinde isteğimiz gibi yol alamıyor, tabanını genişletip sempatizan  toplayamıyoruz. Liselerde örgütlenmenin zayıflığı, üstünlüğü Dev- Yol’a, Kurtuluş’a, Rızgari’ye, Halkın sülalesine kaptırdığımız üniversitelerdeki örgütlenmeleri de etkiliyor. Üniversite sınavlarında tercih listelerine  örgütlenmede zayıf olduğumuz üniversiteleri yazdırarak sempatizan, üye  akışını sürekli kılamazsak aleyhimize olan bu  durum devam eder’ konuşmalarını yaptıklarını bilemediğin örgüt yöneticisi yoldaş abilerinin, ablalarının   doğal süt içmesi gerekli çocuk bünyelere, çıkarı  için değil de daha sağlıklı olmaları için (katkı maddeleri konduğunu söylemediği) süt tozu yolladığını lanse eden  ABD  emperyalizmi gibi  – ne oldu? çok mu alakasız buldunuz?  yazdığım hoşuna gitmedi değil mi yoldaşım? ABD, devlet, aile, parti, örgüt, cemaat ya da anne, baba, koca  patron yapınca dayatma, devrimci sen yapınca yön verme adlandırdığın  iradeyi hiçleyen  “dayatmalarınızın”  farksızlığını, aynılığını gizlediğiniz zaman, bu zaman değil  artık ? diyebilseydim keşke –  düşüncelerini, karakterlerini aslında kendilerinin  okumayı istedikleri bölümü, sahip olmayı istedikleri mesleği   ‘iyiliğin için…geleceğin parlak olur eğer bu üniversiteyi, bu bölümü tercih edersen’ diye, diye sempatizanlarına,  üyelerine istemedikleri halde dayatmalarıyla,  kaderlerini belirlediklerinin;  devrim düşüyle aydınlanmış, sakin bir gölgelik arayıp da  bulamayacakları  şu afişte  hayatta; duymayan hiç kimsenin kalmadığı ki  az duymamış, karşılaşmamışsındır sende  benim,  müptelası olup onca mısrana  hayat bulduran içkine, sigarana  ‘çok içiyorsun… bırak artık…değiştir   hayat tarzını ‘ söylevlerini tek bir insana  çekmemiş  şairim; ‘ bırak artık, değiştir şunu, yapma’ istekleri, yönlendirmeleri  görünüşte  çok masumca  duruyor  değil mi  ? aslında kişinin kendisiyle ilgili iyi, güzel şeyleri düşünme yetisine sahip  olmadığını varsaydığını gizleyip, benliğini yok sayarak büyük haz  içinde;  söylediğinin, yaptığının; söylettirdiğinin, yaptırttığının yüzde yüz  doğruluğuna da inanarak karşısındakinin  adına neye üzülüp üzülmemesi gerektiğine  kadar her konuda kararlar alma, verme yetkisini  kendisinde gören devletin, örgütün, partinin, ailenin  yönetenlerin,  kocanın,  arkadaşın,  sevgilinin, ilgili,  ilgisiz herkesin   çizdiği kırmızı çizgilerini  aşma,  geçme ihtimaline karşı    savunma da  olan ‘senin iyiliğinden başka ne düşünebilirim? iyiliğin için… mutluluğun için…üzülmemen için söylüyorum, yapıyorum yoksa bana ne’ yle başlayan, dağda, taşta her yerden, her kesimden işitilecek  ‘kızma ! bu yasaklar vatandaşın…senin  iyiliğin için ’–‘ yapılan operasyon milletin selameti içindir’ – ‘ Suriye’ye, Irak’a , Libya’ya, Doğu Akdeniz’e, Afrika’ya müdahalemiz ülkemizin çıkarlarının gereğidir’– ‘güç durumdayım seni MYK’da  değil İstanbul İl Başkanlığında değerlendireceğim…’ –  ‘listede yer yoktu ama  seni belediye başkanı, meclis üyeliğine atayacağım merak etme ’ –   ‘bu sefer il delegesisin’– ‘ gitme oraya ne işin var? ‘–  ‘yapma demiyorum , yap ama hobi olarak ‘–  ‘ bak son kez söylüyorum ondan uzak dur! ’ –  ‘yeme bu kadar canım tut şu boğazını, duba gibi olmuşsun’ –  ‘kıçını kır ders çalış, master yap’–   ‘ayy buna mı üzülüyorsun, berbat biriydi… salla gitsin bebeğim …cehennemin dibine’ –   ‘evladım ders çalış ders,  böyle elde telefon ‘– ‘ annelik öyle olmaz, o dediğin iş öyle yapılmaz’– ‘ ben biliyorum o adamdan koca olmaz’ –  ‘evlen artık, yoksa …’ –   ‘geleceğin dijital dünyası  yazılım üzerine doktorluk ne ki, onca yıl oku sonra bir  bilgisayar mühendisi kadar para kazanma. Ya bilgisayar ya elektrik, elektronik ya da genetik mühendisliliğini yaz’–  ‘bak o kızı…o oğlanı  gözüm tutmadı, maddi durumu iyi bir aile kızı bul yavrum, sıkıntı çekmezsin’ – ‘…gitme…gelme…yapma…etme’li klişeleşmiş  cümlelerle hayatlara  müdahaleden kendini alamayan, bunu adeta borç bilen, sonrasında yol açtığı  tahribatın büyüklüğüne de dönüp  bakmayacak  “patronizing”liğine muhataplıkta istediklerini yapsan da,  yapmasan da   ‘gör bak ! sonunda onlar gibi…beğenmediklerin, o eleştirdiklerinden olunacağını göreceksin’  realitesinde,   isteneni  yapmasaydın evet !  ‘kötü vatandaş’, ‘kötü evlat’,  ‘kötü kadın’, ‘kötü öğrenci’, ’kötü kardeş’ , ‘kötü yoldaş…arkadaş.. sevgili’ olurdun ama en azından korkaklığına  ‘ başka bir şey yapamazdım…elimden bir şey gelmezdi’li  ölçülü davranış kılıfı  geçirdiğin  yarım bıraktığın arzuların, ukdelerin  olmazdı.Hem isteneni yaptın…istedikleri gibi   oldun da  ne oldu? Ne değişti hayatında;  mutlu mu oldun?  Özgürlüğünü mü, bireyselliğini mi  elde ettin? Şeytansın,  şeytan; mutluluğunu…iyiliğini senden daha çok isteyen, geleceğini  düşünen  devletin, örgütün, partin, ailen, arkadaşların, sevdalın herkes ama herkes senin  için çırpınırken bu düşündüklerin oldu mu şimdi, yakıştı mı sana? Sonuç da   hep  mutsuzluk…kötülük….üzüntü mü  getiriyor denileni yapmak, nasıl bir nankörlük, vefasızlıktır bu yaptığın , vallahi de  utanmazsın, bilahide ! yav he..he..birine hediye alırken bile hediye aldığın kişiden  daha çok  kendi rahatı, iyiliği, mutluluğu ve duygularını tatmin edip  iyi hissetme güdüsünde   içinde  özgürlük   bile barındırmayan, tersine büyük   iticilik taşıyan  “ iyiliği…iyiliğin için”li     abidik gubidikliklerin;  ‘devlet dediğin…lider dediğin esmese de gürlemeli’ – ‘ bravo oğlun Anadolu lisesi … üniversite sınavında ilk bine girmiş‘  tarzı övgüler ışığında  para,  güç,  başarı , IPhone’lu imajla dizayn edilen medeni  diye de yutturulan stratejilerin odağında  söylenenler, yapılanlar, yapma(n)m istenenler  benim iyiliğim için miydi şimdi? Başkaları, kurumlar  neden neyin iyi, neyin kötü olduğunu bize söylüyorlar  ki? Ne vardı bir kez de  benim iyilik halimi belirlemeyi  bir kenara bırakıp da  kendimden olmadı Allahımdan ?  bulmam beklenseydi; ben yapabiliyorsam… sen yapabiliyorsan, o da yapabilir denseydi, işte bebecan !   iyileşmeye, kendini sahiplenmeye  tam da buradan başlanılacak; başka birine tutunmaktan, arkasına gizlenmekten vazgeçilerek,  bu  hemen olması imkansız bir durum zira yılların paternleri her yerden, her duvardan vurup duracak; eski kalıplarına dönmek isteyeceklerinden  her bağımsızlaşma çaban hayal kırıklıklarına uğrayacak…aşama, aşama korku döngüsünü, kaygı girdabını zorlayarak iyileşmeye yüz tuttuğunda bileceksin ki  sana  öğretilmeyen, gösterilmeyen  içinde  yaşadığın iyiliğini düşündüğünü durmadan arz eden devletten… baba, koca  evlerinden… parti, dernek, örgüt, cemaat mekanlarından…yanında yörendeki bıkkınlık veren insanlardan öte bir hayat da  var (mış) . Ama ne yazık her şeyin belki de  öte bir  hayatın olabileceğini sanmakla değişebileceği repliğini  duymak istemeyen insanların dünyasındayız değil mi benim huysuz Thomas Bernhard’cım,  yaşasaydın ‘ bokunu çıkardınız dünyanın be! mevcut  çarpık düzenleri  beslettiğinizi aşikar edemediğinizden, durmadan  kavramlara – neymiş post-truth’muş– öldürttüğünüz,   algılattığınız ya da ‘ne algılıyorsan o’dura’ indirgetip,  bitter  çikolatalı sosta kaybettirdiğiniz gerçeğin yerine yalanı koymak yeni bir şey mi? Yahu dünya hep böyleydi… hep post-truth çağındaydı,  gerçek yerine  illüzyonun … ikiyüzlü… yalancıların  kazandığı…’ diyecektin diye düşündüğümde ‘döktüklerini, eşyalarını, oyuncaklarını topla’ sesi  bu defa  tanıyamayacağın halde haykırır ‘o kalbini topla yerden, akşama yeni maskelerle misafirliğe gelecekler’ yoksa  annenin sesi miydi duyduğun?    Belki bir gün kalbimi yormayan birine denk gelirim kim bilir dediğinde Haldun’a  ‘biz ‘ demişti o’da  ‘biz yolları hiç kesişmemesi…tanışmaması  gereken iki insanız  ya da vaktinden önce tanışmış…iki türlü de işin içinden çıkmadık; ne yaklaşabildik birbirimize, ne de uzaklaşabildik, yaklaşsak birbirimizi yok ederdik…uzaklaşsak da kendimizi.’

 

 

IV BÖLÜM

 

“Uzaklaşsak da kendimizi yok edecektik” demişti, ömür yiyen büyük aşkları tetikleyip, sonrasında bu aşkları alnından vurup öldüren sakinliğinde, gençliğin. Ne büyük huzur, ne büyük rahatlama   diye düşünmüştün sende, Haldun’a bakıp çoğumuzda olmayan bir şekilde geciktirmeden, zamanında o günde…o anda hissettiklerini  anlatabilmek,  annenin, teyzelerinin bekleyip…bekleyip de  ancak yaşlılıklarında  anlattıklarına bakıp. Başka  hiçbir yeri görmeden, hiçbir yere gitmeden on iki yaşında yaşadığı evinden uzaklaşırken  sesini duymamak için kulaklarını elleriyle   kapatan  on beş gün önce Kasman’a gelip  ‘Kemal döndü askerden, gelinimizi alıp götürmek isteriz, ona göre tedbirinizi alır, hazırlığınızı yaparsınız.Ben davul zurna da getireceğim ’ dediğinde  amcan kızı Leylanın babası apo Üso  ‘benim kızım ne bilir bu yaşta düğün ne ? babası öldürülmüştür. Davul, mavul istemez eğer  davul  getirirseniz  kızı vermem , bak size söyleyeyim’ demiş,  düğüne gelenlere   hazırladığı çayı  bardaklara   doldurmak için elini uzattığı  anda  babamın annesi Fidan’ın odasından , çe Talu’yu, damını  inleten   ‘daye…daye, dayema,  ben seni nasıl bırakır giderimmm’ figanının paniğiyle devirdiği teneke soba üzerindeki demlikten  dökülen çayla  yanmış ayaklarının  acısını bastıran, dinmeyen ağlamalarına dayanamadığından Sara’ya ‘sakın Turna’yı  Allahaısmarladık için benim yanıma getirmeyin, sakın… ‘ demesine rağmen  ne yapacağını, ne edeceğini şaşırmış ‘baba  odasında’ ordan oraya  gidip gelen annem çene Küçükağa ‘kızım, yakında düğünün olacak dediğinde bile ihtimal vermedim ben,  çe Taludan   gideceğime. Öyle ki onbeş gün önce evlendirilen Hanım’a, sağır dilsiz ablam Hatun’a gelin elbisesi dikilirken; düğünü yapılan hiçbir  kızın üzerinde görmediğimizden gelinlik dediğime bakma’ ne gelinlik, ne gelinlik; pazenden, divitinden bir elbiseydi. Düğün yapılacak ya amojlar peşime verdiler   ‘gel, sana ölçü tutalım’; ‘ olmaz da olmaz’ Baktılar ölçü vermiyorum,   gittiler Hanımı  çağırıp, getirdiler,  ölçü alıp elbiseyi, gelinliği  diktiler. Eree a onlar, öyle gaddardılar ki  aynı gün iki kızı da  gönderdiler  “el evine” biri de demedi ki ‘yazık’.Haydi beni, Hanım’ı evlendirmeye karar verdiniz ya siz a o sağır dilsizden ne istediniz? Niye evlendirdiniz? Amcalarım evlendirdi, başımıza kalmasın diye  sağır dilsiz kıza koca buldular, annem dedi…dedi  ki ‘ma bundan ne istediniz? bu kızı evlendirmeyin.Bu sağır dilsizdir,  bu yazıktır.Ben bakarım, ölene kadar kalsın yanımda’ ama anam  a o amojın Zehra, ev damında  ateş oldu yapıştı, her önüne gelene  ‘bu evlenmese orospuluk yapar’ dedi – ‘aaaa vicdan ya sağır dilsiz kadını, zavallı teyzem  Hatun’u   orospulukla suçlamak ??? ‘– ‘yemin ederim aynen öyle dedi,  ondan sonra   bizde çalışan bir tane çoban vardı, adı da Hüseyin’di. Lolan’lıydı ? Hanım ‘ın evlendirildiği   Alié İbrahimé Velié Talu,   burnunu koparmıştı Hüseyin’in’– ’bir insanın burnu nasıl ve neden koparılır?Allahım sanki Kasman’da, köyde değil de vahşi bir kabilede yaşıyormuşsunuz  ‘–’ikisi birlikte bizim evde çalışıyorlardı, çobanlardı. Bizim koyunlar çoktu, a o yukarıdaki Şeterij çayırına giden yol kenarına  ahır yapmıştı bizimkiler. Bunlar gitmişler  koyunları çıkarmışlar dışarıya, az buz değil   200 koyun vardı. Kışın koyunlar yesin diye  karın üzerine öbek öbek ot bırakılırdı ‘laooo niye acele ettin, bekleseydin de ben otları yerleştirseydim öyle bıraksaydın koyunları’ deyince Hüseyin de  ‘erooo otuz saad da ot bırakıyorsun, bütün işleri ben yapıyorum ‘ dediği için kavgaya tutuşuyor, dövüşüyorlar .  Alié İbrahimé sinirleniyor, adamın şurdan burnunu koparıyor’ – ‘nasıl ?’ – ‘Hüseyin’in boyu Alié göre kısa,  bu hart diyor adamcağızın burnunu ısırıyor’ –  ‘ Vahşi Batı halt etmiş !  yıl 1952 , dünya aydınlanma çağını döne döne atlıyorken bu nasıl bir iş?’–  ‘  öyle bir figanla çeşmenin ordan  koştu geldi ki Hüseyin,  burnu böyle sallanıyordu, kan içindeydi ‘–  ‘ eminim, hemen köyün profesör doktoru Kameri Şıh Ali ağa çağrıldı ’ –’ evet, aynen öyle, babanın burnunu da o yapıştırdı…adamın sallanan burnunu eliyle şöyle bir  yukarı doğru kaldırdı, bir şeyle yapıştırdı; ince, dövülmüş  bir et parçasıyla;  burunu hemen  yapıştı ama böyle top gibi kaldı’–  ‘estetik operasyonlarda yüzde  yüz başarı diye bir şey yok tabii’–’ çene, sen geç alayını,  Kameri Şıh Ali ağa olmasa ne olurdu bir düşün? Şimdiki cerrahlardan yüz bin kat daha iyiydi. O yoklukta, burun yaptı adama; doktor yoktu, tecrübeyle ne öğrenmişlerse onu yapardı. Saçımız döküldüğünde koyun gübresi sürerdik, çıkardı. Kulağımız ağrıdığında annem ateşin içine soğanı koyar, közler, azıcık soğuduktan sonra  cücüğünü çıkarır,  fitil gibi kulağımıza koyardı, ağrımız kesilirdi. Hiç unutmam bir keresinde amcam İbrahim hastalandı,  hem de nasıl,  komaya girdi. Şimdi olsa direk yoğun bakıma yatırılırdı. Derezası Tekiné Alié Haydaré Zeynelé gelmişti köye ‘ ben amcamın oğlunu doktora götüreyim’ dedi ama amcam kalkacak gibi değil ha öldü… ha ölecek. Evin içi matem. Halam Rukoş geldi Muskan’dan, bal kabağını ikiye böldü, sacın altına koydu, pişince çıkardı, biraz soğuyunca kaşıkla içindekilerin bir kısmını çıkardı, a böyle taç gibi  amcamın başına sardılar. Sonra amcam gözünü açtı  dönüp dedi ki ‘siz beni niye uyandırdınız?   bir çadıra götürmüşlerdi beni,  ben diyorum bu çadırda kim var ? diyolar  Hz. Ali,  Hüseyin, Hasan. Ben diyorum; siz beni niye buraya getirdiniz? Hz. Ali,  beni getiren adama  dönüp ‘benim dediğim adam bu değil, yanlış adam getirmişsin,   alın götürün bunu.Bir de bakın bunun günahına ne var?’ dedi. Bir keresinde koyunları suya götürürken biri inat etmişti, bende söyle bir tekme atmıştım, baktım o  koyun dile geldi sen beni dövmedin mi ? dedi.İşte tam o arada beni uyandırdınız.Bırakamadınız hakkımda ne karar verilecek öğreneyim.’ Neyse, annem ‘ulan oğlum  sen bu adamın burnunu kopardın,  ağzına sümüğü bile girdi, sen hiç utanmadın?’ diyerek  Alié ’ ye  çok kızdı. Neyse bir süre  geçti geçmedi babanın dayısı, apo Yusuf kapıda   ‘ çene Küçükağa ‘ hele bir gel’le annemi  çağırınca  bende arkalarından gittim  dedi ki  ‘Hatun bizdedir, Hüseyin kaçırmış getirmiş, bizim evde oturuyor’ . Gittik ki oturuyor ,  çok zavallıydı, garipti  öyle sessiz , ne olduğunu anlamamış vaziyette oturmuştu sedirde.Annem tek bir hareket yaptı, tek…işaret parmağıyla ‘gel’ dedi o kadar, hemen kalktı geldi. Annem çok kızdı Hatun’a,  Hüseyin’e de ‘bırak çobanlığı git buradan’ dedi  adam çıktı gitti.Köyde ne gizli kalmış ki,  bu hadise ortaya çıkınca amojın Zehra durur mu  başladı  ‘bunu evlendirmeseniz, bu orospu olur’ demeye. Yalnız bir tane Veli diye yok, Mehmet’ti herhalde Almanya’ya giden  bir çocuk vardı, o hakikaten Hatun ablama gönül koymuştu. Adam ‘ben evlenirim bunla’ dedi vermediler. Amcamlar  karar verdiler, amcaları Begoé İbrahimé  Talué’nun  kızının oğlu Hatem’i çağırıp ‘ kızımızı sana vereceğiz gel, al, götür ‘dediler. A o da ablam Hatun’u,  babasıgil zengin diye gelip aldı sonra da burnundan getirdi. Dünyada ablamın, o sağır dilsizin kocasından yediği dayağın  hadi hesabı yoktu, onun için Hatem öldüğünde o sağır dilsiz  kalktı, oynadı. Bizim dilimiz vardı  baş edemedik, Allahın günü dayak yedik  Hormek erkeklerinden, kocalarımızdan,  o ne yapsındı? Çocuk doğuruyordu, oda bizim gibi, durmadan. Kız kız marifet gibi peş peşe çocuk doğuruyorduk, rahat bırakmıyordu erkekler kadınları, biz bilmiyorduk ki nasıl hamile kalıyoruz, üç çocuktan sonra ancak öğreniyorduk, inanmıyorsun değil mi? ama öyleydi.  Yazık,  Hatun ablam yanında yatırıyordu çocuklarını dedim ki ‘sen nasıl anlıyorsun onların ağladığınıda meme veriyorsun?’  elini dudağına götürüyormuş,  ağzı açılınca biliyormuş ki ağlıyor. Ne kadar şerefsizmişler güya  benim hakim abim  vardı ya sen  sağır dilsiz kardeşinin  halini  görmedin mi? hem evlenmesine ses çıkarmadın, hemde elinden aldın arsalarını, bari  sahip çıksaydın,  dayak yemesine engel olsaydın, o da yoktu. Sorumluluk üstünden gitsin de…üstünden atsın da, yanında olmasın da tek,  isterse öldürülsün. Hakim abim Kendini kurtardı  ya yetti ona aslında  ortada aile diye bir şey yok. Annem çok yardım etti Hatun’a evlenince,  fakirlerdi, öyle de güzel kızdı, insan kıyamazdı baksın, annem hiç istemedi evlendirilsin hiççç. Zehra ne emrederse amcam Hüseyin  onu yapardı, sağır dilsiz kızdan bile başlık aldı. Hanım’ı da evde çalışan çobana verdiler üstüne  başlık aldılar. Amojın Fatma’nın kız kardeşi Havse  amcaoğlu   İbrahimé Velié Talu’yla evliydi,  hani şu adamın burnunu koparan  Alié İbrahimé ‘de  onların oğluydu, iki taraflı  akrabaydı  Hanım’la  teyze çocuklarıydılar’–’ bu sülalede  ben çözemedim  kim kimdir, kim kimin nesi oluyor, kim kiminle yatmış kalkmış ? valla belli değil, hepimiz kardeşiz, gülme , genetik yapı da kırılmayınca herkes böyle ruh hastası olmuş. Ortada bir köy var,   o onunla,  öbürü  bununla  evlendiriliyor  böyle şey mi olur? Sadece iki taraflı mı on taraflı akraba olunmuş, bu saçmalığa dur diyen de olmamış, bakıyorsun yan evin kızı, oğlu , evin gelini, damadı olmuş’–’ Çene doğru diyorsun.Biri gelip elini uzatsa  kızları  hemen  ona veriyorlardı.Evlendirildiği (Alié İbrahimé ) Eliye İbrahim de Hanım’ı   sevmiyordu ki, millet fakirdi kızım,  çobandı , evin sahibi kızını verince, ne yapsın zengin kızı diye,  alıp götürdü adamlar. ‘ Niye  mi verdiler?’ diye annene sormayacaksın değil mi? alemsin;  adamın maddi durumu iyi, geleceği de parlaktı, kızımıza saygılı, iyi bir eş olur, geliştirir  onun için verdik  diye bir cevap bekliyor olamazsın; bitli, altında donu  olmayan adamlara vermişler işte kız çocuklarını  ‘cane, bilmiyorum niye öyle yaptılar,  biz hiç bilmedik  bizi niye verdiler, niye evlendirdiler o adamlarla. Zozan’ı niye verdiler mesela  yirmi yaş büyük  bir adama bildi mi? Çeksin gitsin, boğaz eksilsin diye  verdiler başka ne için  vereceklerdi ki.Yoksa  amca İbrahim olmasa kim verirdi kızını Reşat’a, ağzı çok pis kokuyormuş. Şimdi düşünüyorum da öyle de fenaydılar ki çe Taludakiler, 1950 doğumlu amca kızı Zozan’ı Sormemedan Hüseyin’in oğlu, amcan kızı Leyla’nın  dayısı, babanın okul arkadaşı nüfus idaresinde çalışan Reşat  istemişti,  yaşı çok küçüktü.Bir kayıt çıkarmak lazım, tabii ne yapalım? diye yol araştırıyorlar  bakıyor ki Reşat , Makbule diye amcamın bir kızı vardı, ölmüştü o kütükten düşülmemiş,  yaşıyor gözüküyor, onun yerine geçiriyorlar  Zozan’ı. Gulamın demişti bir keresinde  teyzen Zozan ‘ biz ev damında Makbule diyorduk kız kardeşime ama  Reşat kütükte bakıyor adı Hüsniye,  hoop hallediyor , benim adım cüzdanda Hüsniye’dir. Bir gün İzmit’te hakim oğlunun evine  gelmiş ordan da   bize  geldi bir gece kaldı anneannen,  çene Küçükağa;  yatağını serdim, eliyle şöyle bir vurdu yastığa ‘ne güzel , temiz kokuyor Turna’nın yastıkları gibi’ sonra ‘ Zozan ! hepiniz  çocuklarınıza iyi baktınız, ellinizden  her iş geldi, fakirliğe ses etmediniz. Temiz, titizdiniz  ama  çe Ali ağanın, çe Talunun kızlarının bahtı , şansı yoktu.O evden çıkan hiçbir kızın hayatı iyi olmadı’ dedi, hakikaten de öyle oldu…Kızları gönderirken, gelin ederken de  bir kat elbise, bir entari veriyorlardı o kadar. Ellerinden gelse onu da vermezlerdi ya eski bir tahta sandık içine biraz sabun koydu annem,  tarak koydu,  lif,  ceviz, kuru yemiş. Beni yolcu ediyorlar ya yeni bir sandık da aldılar  bir eski,  bir yeni sandık.Köyde başkaları, herkes kızlarına  ne verdiyse  onu koydular;  iç çamaşırı, çorap…çorap örmüşler ayaklarım üşümesin, yün çorabı, leçek, çok  leçek koymuştu.Sabun  çok koymuştu,  ben yıkıyordum a o veyvi Selbi kızıyordu ‘niye sen  iki de bir  leçeğini yıkıyorsun? bu adam; baban da ona çok kızdı ‘sen niye bırakmıyorsun leçeğini yıkasın sana ne ? ‘ Annem her zaman bana  sabun gönderirdi. Ben giymezdim o gelin elbisesini,  ablam Sara  zorla giydirdi,  kınadan önce.Feryadımı, figanımı kimse dinlemedi. Her şeyi usulüne uygun yaptılar,   kız almaya gelindiğinde   maddi durumun elverdiği kadar bir, iki, üç   keçi ya da koyun kesilirdi.Tandır yoktu bizim köylerde.Onun için  temizlenmiş koyunu, keçiyi koca bir kazanın içinde az suyla  kaynatır,  pişince çıkartır,  tepsiye koyar,  tuzlayıp soğumaya bırakırlardı  “birane” derdik biz,  onu öyle getirirlerdi kız evine, yanına kete yaparlardı.Köyde  kaç hane  varsa, hepsine   keteyle birane dağıtılırdı.Kızı almaya gelenlerde her eve taksim edilerek  misafir edilirdi, düğün evine çok  yük olmasın diye.Akşam da herkes düğün evinde toplanır, gelinin ailesinin hazırladığı  etle,  pilav yenirdi. Dewa ma Badan’dan dört beş atlıyla  beni  almaya gelmişlerdi. Çene o kadar çocuk yapmasına rağmen karnı dümdüz, dimdik  tahta gibi vücudu olan annesi Zelhan’a  benzeyen,  Mustafaé Velié Talué ‘nun kardeşi Selim’le evli, yaylada ablam Sara’yla evleri yan yana olduğundan kapının önünde  gördüğüm  kadıncağız,  babanın amcası Halilé Memil’in kızı Cemile   (gelin damadın evine götürülürken refakat eden, yardımcı olan kişi, yenge)  berbümdü. Allah rahmet eylesin ne kadar fakirdi, bizim köyde Selimé Velié Talué evliydi  ya yazları dewa ma Badan’a gelirdi .Çocuk çok yapmıştı. Geldiğinde böyle çorap örüyordu, beş şişle  dedim ‘bu ne?’ dedi  ‘ben kocama çorap örüyorum’ ben aldım  elime çorabı, ölçtüm yemin ederim (dizden aşağıya ) şurası bir metreydi,  kocası öyle uzun boyluydu. Bu  Selimé Velié Talué iş için dewa ma  Kasman’dan birkaç akrabayla   Harput’ a (Elazığ) gidiyor.Devlet Demir Yolları’nın, yol inşaatında çalışıyorlar.Çadırda yatıyorlarmış. Her hafta paralarını  alıyorlar, başlarında  bir yol çavuşu var.Bunlar   parayı  kaybederiz , çalarlar falan diye korkup   ‘ al bu para senin yanında dursun, gittiğimiz zaman alırız ‘ diyerek (ustabaşı) çavuşa veriyorlar.Zaman geliyor  bunlar ‘  biz memlekete gidiyoruz, paramızı ver’ diyorlar. Çavuş ‘ ne paradır, siz ne istiyorsunuz  ? Siz bana para mara vermediniz’– ‘ sen ne diyorsun ? her hafta o kadar para verdik sana,  bir seneden beri burda çalışıyoruz.Sana itimadımız vardı ondan elimizdekini, avucumuzdakini sana verdik’adam, ustabaşı  birden yatağının altında bir bıçak, kasatura çıkarıyor ‘defolun gidin.Bu bıçakla kaç kişinin başını yemişim ben ‘le  diklenince,  a bu Selim hemen kalkıyor adamın elinden bıçağı alıyor,  yere atıyor  ‘ulan kafir , ulan Yezid‘ diyerek başını kesiyor.Sonra firar edip, gidiyor. Ondan sonra kaçak vaziyette  gez… gez… gez  sonunda yakalanıyor. Bir müddet Muş’ta cezaevinde kaldı, bir gün bir af çıktı, bu köye  geri geldi. O sıralarda babasının işlediği cinayeti üstüne alan Alié Haydaré Mehmeté Halité’de  Muş cezaevinde.  Diyor ki bir gün avluda volta atıyoruz Kürtler koca bir taşı getirip ortaya koydular, dediler ‘bu taşı kim  kaldırıp en yükseğe çıkarır, ona madalya takacağız” yani işin özü biz Kürtler çok güçlüyüz demek istiyorlar. Neyse önce bir iki Kürt deniyor dizlerine kadar kaldırıyorlar sıra  Selimé Velié Talué  geliyor tutuyor taşı  omzuna kadar kaldırıyor.Öyle babayiğit, iri biriymiş  neyse köye geldikten epey bir zaman sonra Cemile’yi  istiyor, hiç düşünmeden a o baş kesen adama veriyorlar. ‘Nasıl olur? Bir katile niye vermişler zavallı Cemile’yi? kim vermiş?’–‘ Babanın babası Resulé Memilé’in ilk karısı Selim’in yeğeni Selvi, çene Mustafaé Velié Talué. Cemile’nin babası ölmüş yetim, amcası veriyor işte, yoksa  kim verir.Kadın ev damından çıksın da   kim alırsa alsın yüzünden, önlerine kim gelirse,  hep de delilere verdiler, kızları.Bir akıllı yoktu aralarında ‘ ne yapıyoruz’ diyecek.Ne olacaktı  köy gibi yerde. Apé (apo) Selimé,   Badan’a ot biçmeye  geldiğinde ‘ insanların başını kesiyor‘ diye kimse onunla çalışmak istemezdi.  Benim düğün…babamın annesi Fidan’ın  odasında oldu her şey,  kocaman, büyük  bir sedir vardı,  bir tarafa soba,  bir tarafta lojun (Lojın) kışın hem soba,  hem lojını yakardık. Gelinin sevdiği arkadaşları kimse hepsi gelini  görmeye gelir, ev damındaki son  gecesinde yanında otururlardı,  benim de geldi Naze. Hanım’la, ikimiz birbirimize sarıldık çok ağladık. Biz perük deriz, iki duvara;  bir çivi oraya bir çivi buraya çakılır incecik bir perde tutturulurdu,  perde olmadığından  böyle yatakların üzerine serilen ince dokunmuş cacım (kilim) vardı onu gerdiler,  arkasına beni oturttular,  gelinim ya kimsenin görmemesi lazım beni.Neden öyleydi?  kimse açıklayamazdı neden öyle olduğunu, öyle yapılacaktı o kadar. Kınayı yakacak  berbü ( yenge) de perdenin öbür tarafında  durdu, elimi uzattım böyle, böyle  avuç içine değil, tırnakların  başına,   parmaklarımın da   boğum yerlerine kınayı yaktı. Gece yatmadım ben, oturdum sabah kadar. Öyle bir figan edip,  öyle ağlıyorum ev inliyor,  gözümün önüne geliyor ben tek başına başka bir evdeyim annem yok, Selvi yok, amojınlar, amcalar kimseyi tanımıyorum ne yaparım…ne ?? ağlıyorum hemen,  a o babam öldürüldükten sonra annemle evlenmiş  amcam  – sanki annemi aldı da bize kardeşlerinin çocuklarına, babalık mı yaptı? –  İbrahimé Alié  odasına gitmeden önce geldi,  bana dedi ki  ‘waye …bacı  sen dedi  üzülme, ben  seni vermem’  meğer susmam için yalan söylemiş.Yalancı ! sende bana amca mıydın? Sabah oldu,  elimi, yüzümü yıkadım amcam dedi ya ‘vermem seni’  bekliyorum ‘amcam nerde?’ cevap veren yok,  gelen giden de yok. Berbü  gelip  başına heli örtecek dediler.Kahvaltı getirdiler  amojın Fatma, Zehra  ben yemek istemiyorum   ‘sabah sabah zıkkım mı yiyeceğim? gitmeyeceğim ben’ dedim, her şeye karşı çıkıyorum belki vaz geçerler diye. Oniki yaşında ne yapabilirdim? Aklımın erdiği tek şeyi yaptım  bağırdım, çağırdım, ağladım yapacak  başka bir şeyim  yoktu. Bağırıyorum,  çağırıyorum ‘ deli bu’ dediler,  deliye çıkardılar adımı. Yemeği yemedim alıp götürdüler siniyi,  yemesen yeme, kimin umurundadır ?  ‘Çene böyle yapma, akıllı ol ,  hepimiz bu yaşlarda evlendik, ayrıldık annemizden. Bu kapıdan çıkan, ancak kefeniyle döner’ nasihatlerini yapan  çene Resulé Talu   amojın Fatma’yı, ablam Sara’yı  dinlemeyip Türkçe, Zazaca karışık ‘daye…daye ma, beni bırakma daye! beni bırakma anneee… dayeee… verad!  bırakın annemi göreceğim, helè verd lo, bırakın, anneee ben seni bırakır nasıl giderim’ bağırmalarıma, hıçkıra hıçkıra ağlamalarıma aldırmadan, beni öyle bir kovdular ki. Amcam İbrahim’in  sözü geçemezdi evin reisi  Hüseyin amcamdı, her şey onda biterdi,onun kararı da evlenmemiş meğer. Leçeğimin üstüne gelinlerin başına örtülen, yüzünü de kapatan tül gibi ince kırmızı renkli örtü   biz köyde heli derdik, duvak yani. Damadı değil de  nazardan, kötü ruhlardan  koruması   için yüzünü de kaplayacak şekilde  gelinliğini tescillediği gelini; rezil  ya da  vezir  etme gücündeki detaylığına, aksesuarlığına karşın; bembeyaz tül yığını gibi gözüktüğünden kabarık, uzun olanındansa  zarif, dar , kısa bir  gelinliğe daha çok  yakışacağını  düşündüğüm, uzun,  kısa modelleri  bulunan duvak, ayyy dayanamadın yine; bu işlerde tarağın, bezin yok,  ahkam kesiyorsun ya beni de müdahale etmek zorunda bıraktın eyyy yazarcık! bu zamanda duvak mı kaldı? saçlara; renkli, şekilli gümüş altın toklarla, çiçeklerle, taçla yapılan süslemeler dururken  “ gelinlik, duvak uyumu nasıl olmalı…duvak seçiminin püf noktaları, duvak seçerken hangi  boy tercih edilmeli” pürüzlerini , gelinlik giymeyen biri olarak sana değil, bilene sormak lazım.Ohhh nasıl da çöktün , aha bakın nasıl da morardı,  bu çıkış hak ettin;  her an zılgıt atacak…yiyecek   mevzu, bahane  bulan Türkiye klasiğini bir daha yaşamamak için yerinde olsam “duvak”a dokunmadan devam ederdim yazmaya; örtüldükten sonra amcam Hüseyin beni yolcu etmek için  odaya geldi’ – ‘kuşak bağlamak için mi?’ – ‘bizde kuşak muşak yoktu.Evlenen hiçbir kıza kuşak takılmazdı… babam yok ya,  hiç görmedim ya  ben   baba yerine koydum  o da bana  kızım diyor,   kıymaz bana, acır bu yetime, vermez’ diye düşündüğüm amcamın   elini öptüm, sarıldım, ağladım ‘ağlama, haydi, güle güle  git kızım’ dedi,  işi bitirdi, ilk ismi Ali’yi değil de Hüseyin’i kullanan amcam Alié Hüseyiné Alié  aldı  beni bir güzel sundu elaleme. Ben, kucağında uyuduğum amcamın  beni sevdiğini sanırdım,  ne bileyim ki düşmandır, ne yapacaktı elleriyle göz yaşlarımı mı silecekti? Ooyyy bizler,  o köylerdeki kızlar, kadınlar Allah bilisin  ne kadar  gariptik,  fakirdik. Yeri cehenneme  olsun,  anneme bize çektirenlerin.Annesinin üstüne kuma geldi diye  annemi hiç sevmeyen Hanım da gelmişti  beni yolcu etmeye. ‘Anne, daye …dayeee !!! anne gel’ diyordum ya  boşunaymış; yanıma getirmeyin dediği için beni de bırakmadılar;  annemi görmeden çıktım ben. Amcam Hüseyin gittikten sonra büyük amcan Hasan’la, berbü Cemile koluma  girdiler, beni dışarıya, kapıya çıkardılar, ata bindirecekler…binmek istemedim, ayak diredim; gitmek istemedim…gitmek istemedim. Amcan Hasan,  beni kaldırdı  kucakladığı gibi atın üstüne oturttu. Benim atımının başını babam öldürüldüğünde annemle ilk yetişenlerden, ilk haber verenlerden   apo Hüseyin tutmuştu. Annem  çağırmış ‘eree Hüseyin sen Turna’nın atının başını tut,   Turna korkar’ demiş. Aralığın beşiydi, kıştı,  kar yağıyordu, hazin bir düğündü benimki. Heli’nin   arkasında  ‘bugünden sonra Kasman yok artık, sen   Badanlısın,  yerin kocanın yanı, o hangi köydense sen, doğacak çocukların da – öyle ki ilk çocuğu sen, Kasman’da doğduğun halde hüviyetinde doğum yeri Badan yazdırılacaktı– oralıdır‘ diyenlere,  olanlara artık itiraz  edemeyecek  çaresizliğinde, ne atın karı döven ayaklarını, ne dewa ma Kasman’ı görmeyecek  ağlamaktan şişmiş, kan çanağına dönmüş  gözler bir yana, Turna  Badana nasıl geldiğini de  bir türlü hatırlayamayacaktı.Yeni evi, köyü, dünyası oldurulan dewa ma  Badan’a yaklaştığımı bilmeden ağlıyordum hep acaba ben nasıl bir yere gidiyorum, ben neyle karşılaşacağım…ne olur ne biter, Badan’da evlerine gelin gittiğim insanlardan ne   Leyla’ nın annesini, ne de veyvi Selbi’ yi, hiç  kimseyi tanımıyorum, gitmemiş, gelmemiş, görmemişim hiç ama hiç.Bilinmeyen, ilk olan her şey  korkutur  insanı tamamda ben ev damından ilk defa  ayrıldığımdan değil çocuk olduğumdan çokkk korkuyordum, korkmuştum çünkü büyüklerinden, yapabileceklerinden, karşılaşacaklarından korkar çocuklar. Ayy bende o  kadar çok seviyordum okumayı, biz ne bilirdik koca nedir, evlilik nedir? Zengel’den,  Mengel’den, Emeran’dan,  Badan’dan, civar köylerden her yaştan çocukların geldiği, eğitmenin bütün sınıflara aynı odada  ders verdiği yere konulmuş uzun bir tahta üzerinde devlet göndermekte geç kaldığında, Hukuk Fakültesinde okuyan  hakim abimin  Ankara’dan gönderdiği  defterlere eğilerek, bazen  tebeşir bulunmadığında kömürleşmiş odunla tahtaya yazı yazdığımız köy ilkokulu; önce Cafer diye bir adamın evindeki  bir odaydı, orda    ders görürdük. Sonra  çocukların Leyla’nın, Abbas’ın, Fazıla, Hüsnü Cemal, Süleyman’ın kızamıktan (surıj)   öldüğü sene 1953’de,  babamın öldürülmesi sonrası ailenin devletle ilişkileri ayarlayan amcalarım Hüseyin, Hasan    sayesinde  dewa ma Kasman’da çeşmenin yanında  geniş  tek  odalı bir okul yapıldı. Tarihleri hep bilirim ben. ‘Baba odasında’ duvarda  asılı  arkasında yemek  tariflerinin, güzel sözlerin yazıldığı, her güne bir yapraklı  maarif takvimi  vardı. Her sabah  benim görevimdi yaprağı  kopartmak. Hiç unutmam; hükümet büyüklerine ki  Varto Kaymakamı, Alay kumandanı, (Üstükran; Uskıran) Çaylar’ın  yüzbaşısı çok sık geldiğinden bizim eve,  misafir için kullanılan tabakların, bardakların, pirinçten kahve fincanı takımının konduğu bir  büfe de vardı camdan, fincanların kulpları öyle parlaktı ki gözlerimi alamazdım  ‘kızlar  kahve içmez, içerse yüzleri kararır’ diyorlardı aslında  içmemizi istemiyorlardı  çünkü hem  pahalı, hem de bulunması zor bir şeydi kahve. Üçüncü sınıftaydım, 1955’ in  sonbaharıydı,  on yaşında  nişanladılar beni. Babanı okulda görüyordum, dev gibi bir oğlan, tek bildiğim  beşinci sınıftaydı o kadar…hiç konuşmamıştım hiççç,  aklımın ucundan geçmezdi onunla evlendirileceğim. Badan’lılarla tek alışverişim bir gün  kitapta bir yeri işaretlemek için beşinci sınıftaki Reşat abiden  kırmızı kalem istemekti. Esasen babam; laje (lacé-oğlu)  Resulé Memilé  offf kör olaydım…errr, a o Badanlılar neler getirmediler ki   başına; arazi, çayır yüzünden. Babam ben küçükken elimi tuttu,  büyük oda  vardı onun başına götürdü,  dışarı bak dedi ben baktım  sonra şey geldi,  o laje  Selo Hıra, belki yeri cehenneme olsun, yaşlı babama bir yapıştırdı. Meğer Selimé Alié,  Selo’ya  ‘Resulé Memilé  şimdi damın üzerindedir git de ki ‘ burası onun  köyü değil, köyüne Kasman’a dönsün. Babasının üçkağıtçılıkla elimizden aldığı arazilerimizi   geri versin, gözünü korkutmak içinde bir iki tokat  yapıştır’ demiş’le  annenin sözünü kesip  konuşmaya dahil olduğunda baban; o büyük, büyük dedenin; Mengel’de ticaretle uğraşan Akıncılar aşiretinin;  Karkapazar’ın hanedan  ailelerinden Mala Xeto (Fetö) den  900 altın borç aldığını  duyan,   İbrahimé Talo Mustafaé’nın öldürülmesinden sonra aşiretin başına  getirilmiş  amcaoğlu Selimé Ağaé Mustafaé’nın  borç alınmış  altınları  gasp edecek baskınını ‘altınlarınıza  Selimé Ağaé baskın yapıp el koydu, ondan isteyin’ haberiyle öğrenip altınlarının  geri verilmesini isteyen,  aralarında  kirvelik de bulunan Mala Xeto’ye,  Selimé Ağaé’nın ‘ben sizden almadım ki benden istersiniz’ cevabıyla başlayan gerginliği bitirmek için, topladığı aşiret üyelerine, Hormeklilere atlarına binmeden ‘Karkapazar’a sefere… baskına… savaşmaya gidiyoruz, talana, gaspa değil.Sadece silahlara, fişeklere el konulacak,  ganimet peşinde değiliz.Talan, gasp  yapanı  öldürürüm’ talimatına  rağmen Karkapazar köyüne yaklaşıldığında yüklediği buğdayları  harmana götüren köylüyü kağnı arabasından  alaşağı ettiğini görünce  ‘apo seni öldürürüm, bırak … ne dedim talan yok’ hiddetine,  bir yandan kağnı arabasına bağlı öküzleri  ‘hooo bavemin hooo…. ‘yla sürerken  bir yandan da ‘eree Selimé Ağaé, ben Talo Mustafaé ’nın oğlu  Memilé,  senin   amcanım.İşime karışma, sen  git , kendi işine bak, savaş ‘ karşılığını vermesi, çatışma ortamında  hayatta kalma uğraşında,   iki , üç akrabası da  öldürülmüşken  ‘ne ganimet toplayabilirim , neyi talan edebilir, el koyabilirim ‘  derdine düşmesi, bazen  ‘iki, üç kese altına akbindeki (evin önündeki) çayırımı  vereyim sana’yla  köylülerin   altınını, parasını alıp  arsasını vermeyip;  o aralar her köylünün yapacağını yapıp,  başkasının malına bedava çökmesi, el koyduğu kağnı arabasını  Badan’a  getirmesi  ‘bao a o Selimé Ağaé’ye  doğru demiştir, amcasıdır, büyüğüdür, akılı adamdır..hem savaştır bu, ele ne geçse alınır’la,  gülerek  anlatılan parayı, malı mülkü çok seven, Memilé   Talo Mustafaé  olduğunu; Leylanın babası amcan Hüseyin’in  “öyle akıllıymış ki büyük büyük dede” diye bahsettiği ailenin sözlü tarihinde baş köşesini tutmuş; altın şeklini vererek kestiği  Zệrfet’in kızarmış sert, sarı kabuk parçalarını (kırtiğini)  keseye yerleştirip üstüne iki tane Reşat (annenin  anlatırken Mecidiye olduğunu söylediği ) altın yerleştirip  Seydali’nin elinden çayırını  alan; eşeği suya götürüp susuz getirmeye (Herî têşan beno ser ave û têşan ano..)  yatkın aklını herkese parmak ısırtacak bir biçimde – Gımgım’ın  köylerinde binden fazla sırf Kasman’da  iki ayda  63 kişiyi  öldüren,  nerdeyse mezar kazacak adam bırakmayan Ağustos ayındaki  hal  (tifo)  salgınından önce  1915 Şubat’ın da Rusların Varto işgali üzerine kış şartlarında hastalandığından   kızağa bağlanarak yolculuk ettirilecek  Alié  İbrahimé  Talo’yla  Zengel’li  Velié  Ağaé Mustafaé’ nın öncülüğünde;  iki yüz  yakın haneyle (göç etmeyip Muskan’da kalanların,  köylerini terk edenlerin bıraktıkları samanla  karınlarını doyursunlar diye   Emeran’a  götürdükleri  sürüye  el koyan  Ruslar yiyecek adına ne var, ne yoksa yanlarında götürdüklerinden)   1918 Nisan’ın da döndüklerinde zahire yokluğundan büyük bir açlık , kıtlıkla karşılaşacakları köylerini  Kasman’ı , Badan’ı, Muskan’ı, Zengel ’i, Emeran’ı  terk eden Xormek  (Hormek) aşireti; heybetli Bingöl, (Kiğı) Kârer  dağlarını,  karlı yolları aşma mücadelesinde kucağında ki bebeğinin, elini tutuğu çocuğunun açlığına, ağlamasına dayanmayıp oracık da,  ölen cesetler arasına bırakacak teyzeleri, halaları, amcaları,  kuzenleriyle birlikteyken,  a o göç  yolunda kaybedilen,  belki de kaçırılan  annesi Muskan’lı çene Alié Mahmuté Fatık’ın   amcası  Velié İbrahimé Talo; babası Zeynel Efendi İbrahime Talo’nun,   Emeranlı Hüseyiné  Mustafaé Velié  tarafından gözünün önünde kurşunlanmasına tanık  Alié  Haydaré Zeynelé’n;   14 yaşında Zengel’li    İbrahimé  Mustafaé’yla  evlendirilmiş  kız kardeşi Hediye ile     Velié  Ağaé’nın  hastalıktan ölen  oğulları Ağa ve Zeki’nin isimlerini dahi  unutarak, kendi köylerinde iyi kötü yaşayıp aç açık değilken, 1916’da  sığındıkları Malatya’nın Engüzek, Helavin, Hozan  köylerinde;  geçinmek için; çocuklar, gençler  kör, topal, sağır dilsiz taklidiyle dilencilik yapıp ‘Serhadın körleri, topalları  canımızı yediniz, bezdirdiniz bizi’ isyanına sevk ettikleri Malatyalılardan topladıkları sadakanın günden güne azaldığını görüp  ‘ bundan böyle  ikinci bir adın var senin Osman.Yiyecek, ekmek peynir, sadaka toplamak için gittiğin yerlerde kapısını çaldıkların,  ismini sormadan sen benim adım Osman diyeceksin’ aklını verdiği oğlu Halilé Memilé’n Sünni köylerden  daha çok yiyecek, para  topladığını gören akrabalarından birinin  ‘Memilé   Talo Mustafaé ,  benim oğlana da Sünnilerin seveceği isimlerden birini koysan’  isteğini civarda sadece Sünni değil, Alevi köylerde bulunduğunu bile bile ‘ ‘seninkinin adına   Muaviye diyelim’le   telkiniyle yola düşen akrabasının oğlunun  gittiği Alevi  köylerinde   ismini  her söylediğinde kapılar yüzüne kapanmakla  kalmamış,  bir güzel  dayak yemesine  sebebiyet verecek kadar –kötü kullanmış,    hiçbir işine yaramayacak olsa da; alevere, dalavereyi seven büyük büyük dedenin   Memilé   Talo Mustafaé olduğunun  ölmeden   öğrenmenin  keyfinde, vefatı sonrası tuttuğu günlükte köyünü, Badan’ı ;

Köyümüz iki dere ortasında

İçinde Mengel Suyu Akar

Her tarafı Kavak Ağaçları

Kurumuş Kızıl agaçlari var

Xx

Köyümüz Mus da örnek olmuş

Herkes suyuna Hasret Kalmiş

İnsanları misafir perver edilmiş

Beriyaten işiretine Kuçak açmış

Xx

Sağında Koribabasına komşu olmişlar

Solunda pirboğan gibi zat var

Çayırımızın içinde goşkarbaba var

Derede  Beyaz baba dede var

Xx

Köyümüzün iki tane yaylası var

Merası çok toprağı bereketli

Evimizin damı yıkılmış direği yok

Sahibi kimdir bilen yok

Xx

Köyümüz elli hane vardı

İkiyüz insan yaz ayı beklerdi

Kimi Fakir Kimi Perişandı

Bingöl dağına bakıp duruyorlardı

Xx

Evimizin sahibi Resul ağa  vardı

Odanın köşesinde Kral gibi oturuyordu

Gelen gidene hoş sohbeti vardı

Kimseye kötülük etmesini bilmezdi

Xx

Köyümüzde Seyar Karakol Kurmuşlar

Gelen gidenden kimlik sorarlar

Kimine köstek  kimine destek yaparlar

Sonunda beratına karar veririler

Xx

Yaşlıları gençleri ayırtmışlar

Evli bekarları bir bir dağıtmışlar

Ellerine birer sopa vermişler

Bingöl Dağın yolunu göstermişler

mısralarıyla anlattığını fark ettiğin baban   ‘ Seloé Hıra’nın’ diye konuşmasına devam ediyordu ‘ a o Seloé Hıra’nın babam Resulé Memilé,  tokatladığını duyunca;  kardeşi Halilé Memilé  ölünce,  onun karısı annem Zelhan’la evlenen amcam Halil’den kalan  iki oğluna,  bir kızına babalık eden babamı, babası yerine koymuş anne bir amcam oğlu Hüseyiné Halilé Memilé  babama düşkündü , hep   peşindeydi yani arkasını kollardı.Öyle ki kimse lacé Hüseyiné Halilé demezdi, babamın boynuna atıp laji Hüseyiné Resulé (Resul’ün oğlu Hüseyin) derdi.Gözünü sevdiğimin Hüseyin’i    Hz. Ali gibi yetişti, a o  Selo’yu derenin orda yakaladı dövüyor da…dövüyor. Akşama  muhtar  bekçiyi gönderdi  ‘Usoya Resule  söyle gelsin, niye bu adamları  dövüyor?’ – ‘ get,  söyle gelmiyorum, o da, muhtarda  haddini bilsin yoksa onu da döverim’ dediğini  duyan muhtar da   ‘Talo’nun soyundandır, adam öldürmek onlar için yemek yemek gibidir ’ korkusuyla bir şey yapmadı. Evler Kasman yaylasında, Bingöl dağındaydı, haber geldi Berto’yla oğlu Ali Rıza sizin eve girmişler, evde  kimse yokmuş, sade veyvi Selbi, abim Hasan’ın hanımı çene  Selimé  Mustafaé Müminé   varmış, açmamış kapıyı  bir hayli dayanmış’ – ‘neden eve giriyorlar?’ – ‘neden mi? ya kilerden yağ, peynir, ekmek çalacaklar ya da  Selbi’ye kötülük edecek belki  ırzına geçeceklerdi. Asıl mesele babalarını Memili  gönderemedik, çocuklarını gönderelim amacında,   çe Resulé Memilé’nin ocağını lekelendirmek. Allahtan Selbi’nin yanında bir kadın daha varmış da  bağırıp, çağırmışlar onlarda çekip gitmişler. Köylüler haber getirdi, ben, abaim Üseyin  hemen yayladan döndük. Berto dediğimiz evli, tek gözü görmeyen bir adamdı. Mezredeki evine giderken  Berto’yu,  a o  köprünün orda, yolda yakaladık  ‘eree, eroo lace hero…hera; gelin eşeoğlu eşekler ‘ diyerek bir girişti  ki abim Üseyin,   bir temiz  dövdü, bende küçüğüm ancak  adamın oğlunun başına vuruyorum.O , abim Üseyin olmasa Badanlılarla baş edemezdik. Badanlılar arazi için babamı mahvettiler, öldürdüler. Babam depremde evin  altında çok sağ kalmış,  yardıma gidiyorlar Hüseyiné Alié Sormemedan enkazı kaldırmaya çalışan Badanlılara ‘Resul ağanın sesini  duyuyorsun değil mi? Bak ses bu taraftan geliyor,  demek başı bu tarafta niye toprağı  o tarafa atıyor, yığıyorsunuz’ diyor,  ayağın altındaki toprağı alıp başının olduğu tarafa  atırmış, nefes almasın, ölsün diye . Eğer babam bir gün önce benimle yaylaya gelseydi…ölmezdi. Annemin  ‘laooo, piyi birayemi,  Kemo, git  söyle babana  yaylaya gelsin, köyde bakan  kimse yoktur, aç kalıyor’ dediğini babama dediğimde  ‘ olur,  yarın bende yaylaya seninle,  geleyim’ dedi.Kalktık  beraber deré Mengelî (Badan deresi) üzerindeki köprüyü geçtik, birden durdu… ‘sen git  dedi bana, bak!  arkadaşların geliyor, haydi katıl onlara’ . A o köprünün oradan geri döndü babam. Ben sana bir şey diyeyim esasen  tek başına kalmayı  severdi babam, herkes yaylaya giderdi  bir  o evde kalırdı, kendine de çok güzel bakardı.’–‘Sen babanın yanında sigara içiyor muydun?’–‘  olur mu ya. O zaman ev damında hiç kimse sigara içmiyordu babamdan başka. Bir gün abim Usoya  demiş  ‘git Karlıova’ya iyi  bir tütün  gelmiş,  bana tütün getir.O da gitti, getirdi’ –‘ amcam Hüseyin gitmiş ha.Hayret ettim.Dedeme  kim  para veriyordu ? ‘–‘nasıl?’–‘Büyükbabama para nereden geliyordu?’–‘ ma  yağ satıyordu, dorak satıyordu, hayvan satıyordu.Böyle şeyleri satıyordu .’–‘ot satıyor muydu?’–‘ yok, ancak mala yetiyordu, ot.’–‘ baba kime sorsam, babanın bütün gün oturduğunu söylüyorlar, iş yapmıyormuş.’–‘Hayır, hayır! Çok iş yapmazdı doğru fakat iş yaptığında çok güzel yapıyordu. Komşular perişandı, arsaları yoktu.Onlarla, Badanlılarla  iyi geçirmek için, şey…  kapı önündeki şeyi !!! tarlayı  veriyordu. Diyordu  gelin biçin…gelin  bostanı yapın beraber yiyelim.Böyle bir  şeyler yapıyordu.’–‘ bu durumda oturuyormuş hep.Bir de sık, sık  yemek mi yiyordu, sizler gibi. Büyükbabama bak sen, sigara iç, çay iç otur. Güzel iş’–‘Çay o kadar yoktu.’–‘ne içiyordu?ayran mı?’–‘ ne verilerse, onu içiyordu.Bende Kasman’a gidip geliyordum. Dayımgile,  halo Yusuf’a.Bir seferinde bunların (ananın)  evine, çe Taluya  gittim.Yukarı çıktım, çene Küçükağa böyle oturuyordu. Ben gittim yanına oturdum. Dedi ‘ eree to lace kama? sen kimin oğlusun?’.Dedim ben Resule Memilin  oğluyum. Ma dedi ‘eee neye  gelmişsen ? kim göndermiş?’.Dedim ‘ babam beni gönderdi. Dedi git çe Taludan,  Efendigilden  kahve değirmeni getir,  a bu kahveyi çekelim .’ Ondan sonra Efendi, ananın babası geldi, böyle sırtıma elini vurdu dedi ‘Emine bu  kimdir?’ . Sonra kahve değirmenini verdiler ben  çıktım geldim. ‘–‘  kahveyi nereden almıştı büyükbabam?–‘ bilmiyorum.–‘ Öleng’den Elif  hala  geliyor muydu Badan’a? Elif hala ile büyükbabamın  arası nasıldı?’–‘ İyiydi’ en önemli özelliğiydi, konuşmayı pek sevmeyen babamın kısa ve net cevaplar vererek olayı kestirip atması ‘ ya baba tamam da nasıl iyiyiydi? Elif hala ona para veriyor muydu?’–‘ yok ya, babamın  paraya ihtiyacı yoktu ki mal, davar satılıyordu, yağ satılıyordu parasız kalmıyordu vatandaş .Her sabah yayladan yemeğini; taze tereyağı, peynir, kaymak, yoğurdunu   getirdiğimde  o daha uyuyordu. Çok severdi,  sonunu getiren  uykuyu… depreme de  uykusunda yakalandı. O sabah erkenden kalkan  annem, ondan sonra  Zelhan aslan gibiydi.Mala gidiyor,  dava gidiyor ondan sonra şunu yapıyor, bunu yapıyordu öyle çalışkandı; tuz çuval, çuval alınırdı, mala vermek için. Kıl çuvaldan aldığı kaya tuzunu getirdi  ‘a bu tuzu al, ma  taşların üstüne koy, kuzular, hayvanlar yalasın sonra  a bu  da babanın yoğurdu, ekmeğidir, babana götür’ .Ondan sonra önce yemeğimi yedim; dorakla ekmek,  çayımı da içtim,  tuzu   kuzulara verdim. Kalan  tuzu da  cebime koydum,  babamın  yemeğini de aldım gidiyorum birden   ayağımın altından  yer kaydı, az daha yere düşüyordum. Giyime, kuşama, güzelliğine zaafından,   bir kadife elbise için  babama arsa sattırmış annem Zelhan’ın  ‘heyvaho heyyy! benim ağam gitti…o geç kalkar’la  feryadını duydum.Baktım ! Selimé  İbilé yayla yolunda çırpınıyor, elini sallıyor   ‘ be…be;  gelin… gelin, köy harabe oldu, köy yok oldu’ E ben bunu işittim, daha durur muyum ? Hemen fırladım ayağımda çarık var. Ne ayakkabısı, çarık koştum gittim. Cebimden çaputa sarılı tuzu   aldım attım, babam beni gördüğü zaman, sarılır, tuz babama gelir acıtır diye.Evime çe Resule  geldim ki ev yok, yerle bir,   toz, toprak, taş, tahta birbirine karışmış;  çıkartmışlardı babamı, kapının önüne koymuş üzerine de yorgan  örtmüşlerdi.O zaman … oooyyyyy o zaman… o zaman… o zaman ! feleko felek, ne diyeyim sana. Ne olsaydı yine de yaşamak isterdi babam. Boyu uzundu, sarışındı;  çocuklarından, torunlarından hiç kimse benzemedi ona, belki  biraz kız kardeşi halam Elif,   benziyordu. Kasman’da sülalede Efendi derdik biz;  ananın babası Mehmeté Şerifé  Alié   duyunca babamın babasının  amcasının oğlunun öldüğünü atlamıştı atı  Zülfikar’a,  gelmişti. Ben on, iki yaşındaydım deprem olduğunda, annen daha bir yaşındaydı. A o vakit, köylüler Efendi’nin bir kızı daha oldu diye konuşuyorlardı, ordan biliyorum…‘ – ‘yıl kaçtı’ –‘ Bilmem ben, yılı bilmemin faydası ne? olayı hatırlıyorum yeter.Ooohfff ne bileyim ben, hangi gündü, hangi yıldı, bilsem ne olacaktı, hepsi aynıydı günlerin’ bıkkınlığını saklamayan, yaşamını etkileyen babasını 52 yaşında elinden  alan,   Google amcaya göre  31 Mayıs 1946, Cuma günü  saat 5.12 de olmuş  deprem, askere gittiği,  evlendiği yıl da dahil  yaşadığı  hiçbir olayın,  tarihini, yılını, ayını, gününü, saatini bilme, merak etme bir yana isteği de bulunmadığından altı çocuğundan hiç birinin ne doğum tarihini, ne  nasıl doğduklarını bilmeyen babanın, Efendi’nin kızının, annenin   doğumunu   bildiğini söylediği anda “mümkünatı yok, kesinlikle yanlış hatırlıyordur “ düşünceni depremin olduğu sene  Efendi’nin doğan kızının   annen değil de çe Taluda Luto (Lütfiye)’yla çağrılan  nüfus cüzdanında ismi Selvi yazılmış teyzen olduğunu öğrenmen doğrulayacaktı. Allahtan  “bugün ayın kaçı, günlerden ne, hangi yıldayız, yılın hangi ayındayız” sorulara muhatap olacağı akli dengesi yerindedir raporu  altmışbeş yaşından sonra gerekliydi yoksa  babanın tarih mefhumsuzluğu… ‘babam depremde öldükten dört yıl sonra Mehemed Ali üç, Heydo altı yaşındayken   altmış yaşında ki annem  (çene  Zeynelé Talo  -Talo’nun  oğlu Zeynel’in  kızı) Zelhan, biz çocuklarını bırakıp kocaya kaçtı; Dodan köyünde yaşlı bir adama.Amcan Heydo diyor ki ‘annem ortamızda yatardı benle, Mehemed Eli’nin. ben çok iyi hatırlıyorum, Efendi’nin  vurulduğu seneydi, Kasman , Bingöl yaylasındaydık. Haber geldi ‘Efendi vurulmuş’  herkes gitti. İşte Efendi Temmuz’da vuruldu, o kışın değil birkaç yıl sonra Ocak ayıydı, annem Zelhan  gece aramızdan kalktı gitti, o kadar. Eyle gailesizdi annem, çocukların hepsi de ona benzedi, dünya yansın tek kendilerine  bir şey olmasın… kendini düşünürdü sade’  Zelhan’ın annesinin babası’ –‘baba!  Zelhan’ın annesinin babası ne demek ya, annemin babası, dedem desene’–‘ he..he Emeranlı bir Lolanlıymış adını bilmiyorum’–‘dedenin adını bilmiyor musun? ‘–‘ dee get kızım, şart mı? Bilmiyorum’ –‘a bu baban neyi bilmiş ki onu bilsin,  amcan Haydar bana anlatmıştı Van’da.  Hesena Karamanmış, anneannesinin adı da  Naze (Nazlı)’ymış. Apo Yusuf benim en has arkadaşım olan kızına adını koymuş.Anneannesi Naze, a o da çok geçimsizmiş, çocukları  apo Yusuf , emike Zelhan gibi. Öyle ki kocası Zeynelé Talo’ya   yapmadığını bırakmamış,  hakaret de ediyormuş durmadan  ‘hera, eşek’ dediği kocası, babanın dedesi Zeynelé Talo  iki çocuğunu , karısı Naze’yi, köyünü Kasman’ı  bırakıp bir sabah çekmiş gitmiş…gidiş o gidiş ne haber, ne bir şey…mezarı nerde kimse bilmiyor.Ma o da sorumsuz, bencilmiş, geride   iki çocuk ne olacak halleri diye düşünme yok, kızı Zelhan gibi, bırakıp gitmiş çocuklarını.’–‘Alkışlanacak hareket.Baba, deden  çok akıllıymış.O dar çevrede, kapalı yerde, onca akraba arasında kafayı sıyırmadan, çekmiş gitmiş.Sorumsuz da değil,  bilmiş ki çocuklarına bir şey olmaz, illaki bakan çıkar.Çünkü köy  aynı kökten üreyenlerle dolu.Adamcağız o zamanda kendine dayatılana karşı çıkmış, oraya sıkışıp kalmamış, yeni ufuklara yelken açmış.’–‘hele bak, karıyı, çocuğu bırak git olur mu? Dayım Yusuf , annem  Zelhan çok küçükmüşler babaları gittiğinde, köyde erkek çocuklar babalarının ismiyle çağrılır, tanıtılırdı    ya  dayım  Yusuf’a   lace Yusufa Zeyneli   demezlerdi, Yusufé Nazé- Yusufu Naze (  Naze ’nin oğlu Yusuf)   derlerdi. Dakıla mı. mayemı  Zelhan’a,  o  komşumuz  dul Fadime (Fade)   ‘Dodan köyünden Seys Üseyin’in  karısı  ölmüş,  adam seyittir,   talipleri çoktur.Burda bu hepsi deli çocukların eline bakar durursun,    adam  para verir, bakar sana, kıymetini bilir.Bu her biri cenevar, seni döven, hergün küfür eden   oğlanların elinden kurtul’ diye, diye  kandırdı. Kaçtığı Seys Hüseyin’de   anneme, ne para, ne bir şey verdi, anca hizmetini yaptırdı. Fade’nin kendisi de  Seys Hüseyin’in  oğluna,  Gül dedeye kaçtı,  annemin  Zelhan’ın gelini oldu, bir oğlan doğurduktan sonra da öldü. A  o Gül dedenin karısı , annemin üzerine kuma gittiği Güle baktı o bebeğe.Ben  annemi   akıllı biliyordum…çok değerli bir kadın biliyordum;  teyyyyyy…hiç böyle bilmezdim.Amcam Halil öldü, çocukların perişan olmasın diye  aynı ev damında yaşadığın kayınbiraderin Resul’le evlendin, bunda bir şey yok.Ama babam öldükten sonra bu yaptığı neydi, malının, mülkünün üzerine otursaydın, gül gibi yaşasaydın.’ – ‘çözdüm ben bu sülaleyi, eğer babaannem çe Resulde, ev damında evleneceği bir erkek bulunsaydı kaçmaz, onunla evlenirdi ama kayınbiraderlerin hepsi ölmüş, evlenecek kimse kalmamış ki’–‘ Çene, ayıp babaannen o senin’ –‘Anne! yalan mı?’–‘Kız, doğru diyor. Annem; a o kadın;  kocaya kaçınca, ev damında hem yetim, hem öksüz kaldık biz dört oğlan kardeş. O zaman kavga, döğüş ne ev damında, ne de köyde eksik olmazdı.Her evde bağırma, çağırma, nefret ederdi insanlar birbirlerinden.Her şey kavga için bahaneydi…her şey.Dewa ma Badan’da  yol boyunca suyun aktığı  arkın başında  köylüler durur, suyu  kesip kendi tarlasını sularlardı. Sırf  bu yüzden “eree laooo, kütik, daha benim tarla sulanmadı, suyu kesmişsin’ diyerek  küreği, tırpanı, baltayı eline alanın çıkardığı kavgaları anlatsam 500 sayfayı geçer.Haddi  hesabı tutulamayacak  kadar çok  kavganın, dövüşün  kardeşi kardeşe vurduran  olayların  en bilineni de  Talo Mustafaé ağayla,  Zengel’e  yerleşmiş  Ağaé Mustafaé arasında geçendir; efendime söyleyeyim ; Ağustos ayında Zengel’den  gelen  ark suyuyla dolan  yapay Ağa gölünden Kasman’ın Emeran’a sınırına yakın   arazilerini  sularken, birden suyun kesildiğini görünce o  sıcakta ark boyunca yürüyüp , kan ter içinde bir saatte  göle vardığında kardeşinin arkın başında kestiği  suyla  tarlasını suladığını görünce ‘ ya Hızır’o Galo,  biliyordun tarlayı suladığımı, bu sıcakta beni buralara yürüttün.Eree   vicdansız bırak suyu’ – ‘ hele şuna bakın! demiyorsun arkada birileri de vardır.Hama tek senin arazin mi susuzdur.Bize  tarla  sulayacak su  bırakmıyorsun önce ben sonra sen sulayacaksın.Hak budur çünkü suyun başı burasıdır, benim arazimdedir, benim gölümdür’ atışmalarıyla alevlenen  tartışmada Talo Mustafaé ağanın kardeşi  Ağaé Mustafaé tarafından dövülüp,  dermansız  vaziyette  dewa ma Kasman’a   dönmesiyle ne olduğunu öğrenen beş oğlundan üçünün  silahlarıyla atlarına atlamasını ‘ beni de bekleyin’le  durdurup;  silahını, kılıcını kuşandıktan sonra ‘ haydi gidelim’ diyen babalarına  ‘bu yaşlı halinle sen niye geleceksin? Biz gider, hesabını görür, amcamın anasından emdiği sütü burnundan getirir, döneriz’– ‘ Eroo , kardeşim Ağaé haksızdır ama tekdir, siz üç kişisiniz, böyle olmaz ; siz  Talo’nun oğullarıysanız  biz de    Mustafaé  Zeynel’in torunlarıyız. Bakalım kim kimin anasını  ağlatacak, belli olsun’ diyecek Talo’nun kavgayı önlediği ama kardeşinin suyu bırakmasını sağlayamadığı  şartlarda;  akşama kadar uğraşıp elde  kürek Mengel köyünün alt tarafından; Aradzani (Murat) nehrinin sağ kollarından Emeran’ın üst kısımlarında Güllüce  çayının da kendisine katıldığı  benim  deli dolu avare nehrim  deré Mengelî’n; bir kanalından suyu  Kasman’a getirip; çayırını, tarlalarını  sulamak için hem dedem Memil’in  kardeşinin oğlu  hemde  dayım (Xalo-halo ma)  Yusufé Zeynelé  Talo’ya  yardıma giden  abim (Hüseyin) Uso’nun  peşine takıldığım,  hayvan peşinde  dağ tepe dolaştığım, tarlada tırpan, ot, saman  çekip, biçilen otları  bağ, hayvan pisliğinden  tezek  yaptığım çocukluğumda, babam yok ya öyle bir  yokluk içine düşmüştüm ki abilerim, hanımları sandığa kilitleyip ekmek kaçırıyorlardı bizden. Sadece bizim ev damında değil Kasman’da, Badan’da, diğer  köylerde herkes, yapılan  ekmeği ortadan kaldırıyor, nereyi uygun görüyorsa oraya   saklıyor; yemek vakti gelince sayılı çıkarıyorlardı.Oooo şimdi anlatınca böyle inanmıyorsun ama teyzemin kaynanası öyle bir kadındı ki demişti Uso (Üseyine)  Gaborj, açlıktan ekmeği kilitlediği sandığın önünde kırıntıları toplayıp yiyen  torunlarına  bile acımazdı zaten biri de açlıktan şimdi diyorlar ya bakımsızlıktan öldü. Senesini bilmem, babam öldükten sonraydı  bir kıtlık… bir kıtlık başlamıştı tarif edemem ’nereye gidiyoruz’ –  ‘ Hınıs’a’ dedi abimn Hasané Halilé  ‘Hınıs’a buğday, ekmek aramaya’ bindik Karkapazar seferinde büyük dedem Memil’in  el koyduğu  kağnı arabasına, açlıktan takat, hal yok öküzleri sürelim öyle bir perişan  haldeyiz. Bir köyden geçiyoruz nasıl  çorak, tek ağaç yok zaten Kürt köylerinde çok ağaç yoktu.Kadının biri oturmuş kapı önünde  yakmış ateşi, koymuş üstüne sacı  ‘Kemo, Kürt köyüdür  burası.Bak ! şu ekmek pişiren kadın  git, yüzü temiz birine benziyor. Alla Rızası için  de… ekmek  iste, al, gel’ atladım kağnıdan, yaklaştıkça pişen ekmeğin kokusu midemi çalkalıyordu. Kürt köylerine, Karkapazara tırpana gittiğimden Kürtçe konuşmayı öğrenmiştim dedim ‘xwişka min; bacım Allahın yolcusu, Hz. Muhammed Mustafa’ nın  kuluyuz, açız’,  kadın üç dört ekmek verdi, o ekmeğin karın doyuran sıcaklığını da,  tadını  da bugün dahi hatırlarım. Malımız, davarımız vardı yok değildi  ama tereyağını toplayıp celeplere, çerçilere  satıyorlardı, bir gün Zerfet yapmadılar doya doya yiyelim,  yediğimiz;  dorak, ekmek… dorak ekmek. Kaşık, çatal ne? yoktu ki,  Hase Çarık, ağaç getirirdi ormandan, kaşık yapardık. Çe Resulün  damındaki  veyvilerin (gelinlerin)  ne Selbi’nin ne Nace’nin gamı değildi  temizlik, bitler gözümü çıkarıyorlardı. Altımda uzun paçalı bir tuman ( don) üzerimde demeye bir şahit lazım gömlek diye bir bez. Beş sene bir gömlekle gittim, geldim Kasman’da ki ilkokula. Yine bir gün abim Hasan  ‘eree Kemo, Öleng’e git  emıke (halan)  Elif’ten  biraz para iste, alışveriş yapalım şeker, sabun, un, hayvan alalım’ dedim ‘ayıp değil mi ben , üstüm başım bu  halde nasıl gideyim.’ Para lafını duyan abim Üseyin , Leylanın babası gitti  Hesené Memet Ali Caferin  gömleğini  ‘ Öleng’e gitsin gelsin, hemen getireceğim’ sözünü vererek aldı, getirdi ‘ giy bunu, git’.  Bana güvenmediğinden (Ali)  Eli Kamoru’yu da  başıma yaver diktiler, gittik. Ne para, ne pul, ne  yüz verdi,  sadece iki buçuk lira  verdi Eli’nin eline   emıke(a) Elif o kadar, işe  yaramadı gidişimiz. Onaltı yaşında vardım, bir baktım abim Hasané Halilé ‘Kemo Kasmanlılar, Erzurum’a tırpan almaya gidiyorlar sende git dedi  ‘ne işim var benim ev dolu tırpan’ –‘akla bak’ bozulmayacak mı hiç?  Git boş boş oturacağına’  Alah, Allah o ne meseleydi  ben hala anlamış değilim.Herhalde gitsin yolda ölsün, ben de kurtulayım  diye  düşündü’  –‘Baba yapma! o kadar kötü olabilirler mi?Belki tırpan ucuzlamıştır onun için  demiştir. ’ –‘kızım, kızım kim, niye, nasıl öldü derdi ki, kimse peşine düşmezdi bile, öldün, öldün…tamam . Babamın arsalarını da bir güzel üstlerine alırlardı. İbi Rısk’la birlikte gittik Erzurum’a, tırpan aldık ordan başka bir dükkana girdik orda host vardı, tırpanı üstüne koyup bileylediğimiz, dövdüğümüz bir taş diyeyim.İbi Rısk sen onu çal.Çıktık dolaşırken çarşıda ‘ eree Kemo ben host çaldım’ dedi .Biz dolaşırken bir baktık dükkan çalışanları  bulmasın mı bizi? Nasıl bir dayak attılar, paramparça ettiler İbi Rıskı. Amcam Halilé Memilé’in boyu dedem Memil  gibi iki metreymiş.Dedem Memilé Talo’nun karısı  yani nenem ölünce’ – ‘adı neymiş babaannenin’ – ‘tooo hooo,  ahret sorusu, seksen, yüz  yıl geçmiş,  ne bileyim’–‘ne demek ne bileyim?  insan babaannesinin adını bilmez mi?’ – ‘bilmez..bilmez  görmedim ki, ben varken o çoktan ölmüş.O kadar derdin, açlığın, fakirliğin  arasında  nenemin adı ne diye  sormak aklıma gelmedi. Hem ev damında   ne adı, ne de bahsi hiç geçmedi’ açıklamasının peşinde  bir ay, belki daha da fazla babanın, babasının annesinin adını, büyükbabası Memilé Talo’nun kaç evlilik yaptığını  öğrenmek için yapılmadık telefon görüşmesi, alt üst edilmedik  aile tarihin yazıldığı  kitapları bırakmamana, baktığın kitaplarda K(o)ürtegül (1894, kimilerine  göre 1895) de ki gibi,  diğer aşiretlerle çatışmaların, kavgaların  hatta ve hatta aşiretin ilk yerleşim yeri  Sülbüs, Badro dağlarının  eteklerinde kurulu Dersim’in  Civarık köyünden; her zaman mal sayıp, hiç görmedikleri, tanımadıkları erkeklere sattıkları kadınlardan  şatafatlı bir düğün, yüklü bir başlıkla evlendirdiği erkek kardeşini gerdek gecesinde  beğenmeyip bir  yolunu bulup   evine geri dönen o zamanda  cinsiyet eşitsizliğinin farkına varıp kendisine dayatılan kadere karşı çıkan devrimci karakterine,  cesaretine hayran kalınacak  belki  o toprakların ilk kadın hakları savunucusu olmasının, erkek hegemonyasına başkaldırmasının intikamını  aile tarihini  yazan tümü erkek yazarların ismini söylemeyerek, anmayarak  aldıkları  ihtimalini dışlamadığın Karsanu aşiretinden İlbayı Eliyi (Alié) Mura beyin  kızının kaçtığını öğrenince  ‘namusumuzu geri verin ‘le  evini kuşatan ‘dönmeyeceğim’ direnmesine   Haydaran aşiretinin oğluyla nişanlı  küçük kız kardeşini kaçırıp, kardeşiyle evlendirerek karşılık veren Zeynelé Yusufé ağanın aşiret geleneklerine göre bu  mala tecavüz barındıran saldırısı;  Karsanu, Haydaran ve diğer Dersimli aşiretlerin  başvurdukları Padişahtan ferman çıkartıp Civarık’ı kuşatıp, yakıp yıkmaları, onlarca kişinin de  ölümüyle sonuçlanınca, yapılan aşiretler toplantısında haksız bulunup   geri   istenen İlbayı Eliyi (Alié) Mura beyin  küçük kızını  ‘bizim namusumuz oldu ancak mezardan alırsınız’la  vermeyerek alınan  kararlara uymadığından aşiretini başına getirileceklerden  korumak için;  1786 yılında  30, 40 hanesiyle birlikte yola düşüp  Zeynel  mezrasını kurarak yerleştiği  Karer’in (Kığı) Mirlerinden (beylerinden) Yazıcıoğullarının düşmanı  aşiretlerce  ‘Zeynelé Yusufé  ağayı  oradan çıkar yoksa saldıracağız’ tehdit edilmesiyle  1787 yılında “Kızılbaşlar geldi”yle karşılanacakları Ermeni köyü Darabi’ye sonrasında İran, Irak  sınırına  doğru ilerleyen hat üzerinde Gımgım’ın, Mengel, Kuzik,  Zengel, Emeran, Kasman, Badan,  Muskan, Uskıran  köylerine göçün; aşiretler  arasındaki ve aşiretlerin kendi içindeki husumetlerin,  kavgaların,  Padişaha, hükümete ihbarların, iftiraların,  öldürmelerin; Hormek aşireti liderlerinden Selimé Ağaé’nın öldürülmesinin sebeplerinden  biri olacak kaderlerini değiştirmedikleri, değiştirmelerine de izin vermedikleri  aşiretin  kadınlarının;  ne  adlarına, kökenlerine,  ne ebeveynlerinin  kimliğine, kardeşlerinin olup olmadığına, ne  sürekli  göç, çatışma ortamında kocaları öldüğünde, öldürüldüğünde kayınbiraderleri, kocalarının amcalarıyla evlendirildiklerinde ne hissettiklerine, düşündüklerine, yaşamlarına hangi şartlarda devam edip, hangi kapılarda süründüklerine, nasıl evlendirildiklerine,    nasıl  öldüklerine dair bilgilere, izlere ulaşmak bir yana  adeta yok sayılmaları; maruz kaldıkları tahminleri  bile  aşacak aşağılanmaların, gaddarlığın ve zulmün  gizlenilmesinden başka bir şeyin belirtisi değildi.O yüzden zavallı kadınlara yöneltilen   ‘niye boyun eğdin, niye karşı çıkmadın, niye terk etmenin ’li   altı doldurulmamış cümleler…çözümler sunanların; Zengel’li  Velié Ağaé’nın  Kasman’daki  amcaoğlu  Velié Mustafaé  Talo’nun kızı  Gülnaz’dan doğan beş kızı dışında; çene Küçükağa ‘ben öldükten sonra da çıkarmayın’ dediğinden birlikte gömüldüğü  boynundaki siyah boncuğu vermiş  halası Karer’li  Alié  ikinci Zeynel’in kızı, Küçükağanın kardeşi  Zerif’in doğurduğu,  adı yine bilinmediğinden  ey okuyucu ! her okuduğunda; duygudan, vicdandan bi haber; dağdan, taştan, kavgadan, gürültüden bol bir şeyi bulunmayan sevgisizlikten, düşmanlıktan  beslenen  bu diyarda değil de başka  bir diyar da  doğsalardı yalnızca kendilerinin  değil başkalarında   kaderlerine yön verecek kudrete erişebileceklerinin kanıtı   Habeş kültüründe anlamı  “bu şekilde değil, böyle değil”  Makeda; İslam’da  Belkıs; Matta İncil’inde “Güneyin Kraliçesi”;  Luka İncil’inde  Süleyman’a götürdüğü üç hediye altın, baharat ve değerli taşların   yansıması altın, buhur ve mür’ü verdiği bebek  İsa’yı reddedenleri de yargılayacağı söylenen “Meryem’in habercisi”,   kendini beğenmişlere “kim olduğunu sanıyor, Saba Kraliçesi mi?” ayarı verilen  Saba Melikesi Belkıs; aklına  düşsün diye  Belkıze ismini yakıştırdığın kızını kendi elleriyle  öldürmesi gibi babalardan oğullara mirasmışçasına dünden bugüne devir ettirilen,  adı hatırlanmayan yüzlerce, binlerce kadını hayatından etmiş, yapanın   cezalandırılmadığı…gizlenmiş  devlet, toplum, aile destekli  cinayetlerin sürekliliğinin de  kadınların   sindirilmelerini, korumasızlıklarını, çaresizliklerini  algılamaları cidden o kadar  zor mu? Ahhh Belkıze ahhh; ‘ a o Velié Ağaé kim biliyorsun , amcan  Hasan’ın  mezar taşına yazılmasını istediği  ’ candır dayanmaz cefaya, güldür bir gün solar’  onun lafıydı.O kadar çok ağrı çekmiş ki   a bu lafı söylemiş,  altında kuvvetli doru  bir at var idi, Cibranlılarla yapılan çatışmaların birinde ayağından  kurşunlandığından,  amcasının  oğlu  Mehemed Halité Alié’nin – mezre ve yaylalar içinde evi, ocağı olana göre isimlendirildiğinden – mezre Eliağa’daki evine gelmiş,  bakımı orada yapılmış  fakat sakat kalıp  topalladığından yanında hep kendisini ata bindiren, indiren,  işlerini gören bir hulam (hizmetli) taşırmış.Yan unsurları değişse de ‘avradın’ yerini hep koruduğu, günümüz revizesi;  para, silah , iktidar, karı;   ev, araba, hatun, cep telefonu ya da su…para… kadın (karı)  sesi  oldurulan  cahiliye devrinin, ataerkil kültürün mihenk taşı  hayatta  ihtiyaç duyulan  üç materyal   ‘at, avrat, pusat (silah)’  yanlarında olsun da tek,  geri kalan her şeyin  eğitim,  kültür, medeniyet, bilim, ilim  ve irfanın   fasa fiso sayılıp umur olmadığı her ataerkil soyda, aşiretteki  her erkek gibi  kadınlara; kavgaya; son olarak da   şehirde, köyde, yurtdışında nerde olunursa olunsun ev damlarında ardı arkası kesilmeyen günde en az on kere  duyulan, sorulan  ‘ ne yiyeceğiz… yapsaydın ya şöyle güzel ağır, etli  bir yemek…ne var yenecek…ne yemek yaptın…bir şey yoktur ağzımıza atalım….içelim’le yemeğe, içmeye  de  düşkün öylesine ki  bir gıdıkı (oğlakı), çok sevdiği koca bir tepsi Zerfeti tek başına  yiyen,    akrabalarına   ‘koynunuza genç alın, genç nefesi koklayın ki genç kalasınız, cinîke… kadın …evlilik dar ayakkabı gibidir ( zevaj sol teng o) sıktı mı, çıkarıp atmaktan başka çare yoktur’  nasihatini de  eylemiş Hormekli ulu bilgelerden Zengenli  Velié Ağaé  babayiğit, omuzları geniş güzel bir adamdı da , namı vardı, bir köye, bir  haneye geldiğinde ‘Veli ağa geldi’ denilince ayakkabı giymeye  fırsat bulunmadan çorapsız koşulur,  karşılanırdı.Bir defasında dewa ma Kasman’da  akrabalar toplanmış konuşuyorlar, kız kardeşi Rukoş’la evli Mehemedê Aliê Aliê  Mahmutê çok güzel taklit yaptığından ‘ zama (damat) hele kalk, bize Velié Ağaé’nın  taklidini yap’  dediğinde babam, Efendi, o da   kalkmış yürüyüşünü, sesini  benzetip ‘ eree baoo…Şerif’le  taklide başladığında  dışarıdan Velié Ağaé ‘nın sesi duymuş  ‘ eree baoo… Şerif’ .İçerde  Mehemedê Aliê,  dışarıda Veli ağa aynı Şerif diye  bağırmışlar. Gülüşmelerden mevzuyu anlamış, kızını Belkıze’yi  öldürmüş Velié Ağaé,  kendisini karşılamaya  koşanlar arasında saklanmaya çalışan  Mehemedê Eliye (Aliê)  ‘ ulan şerefsiz, utanmadın amcanın taklidi yaparken, alay ederken amcanla. Al bu atımı, götür… güzelce derede yıka getir, bu da senin cezandır’ demiş.Ma, a  bu Hormeklilerin    en gaddarlarından bu Velié Ağaé’nın   iyi bir başlık  da alarak ağabeyinin oğlu  Alié Mahmuté Ağaé’yla nişanladığı Belkıze; adamın ilk eşi falan değilmiş.Kuma gideceği epeyce de  yaşlı  amcasının oğluyla evlenmek istemediği gibi sürülerine bakan, doğru yanlış bilmem öyle anlatıla , gönül verdiği  çobanla  kaçma planı yapmış. 30 haneli bir köyde kızının çobanla kaçacağını haberini alması zor olmayan  Velié Ağaé   ‘baoo ben dağa taşa nam yazdırmış Mustafa Zeynelin torunu  Veli ağanın kızı çobana kaçmış dedirtmem. Sende Eliye Mahmut (Alié Mahmuté Ağaé), sende  nişanlının, helalinin seni bu hale düşürmesine izin vermeyeceksin. Ailemizi, namusumuzu lekeleyecek böyle bir rezalete evet demem, şanıma da yediremem. Benim kızım… nasıl böyle bir şey yapar? Yapıyorsa da, beni atasını, velinimetini dinlemiyorsa şayet,   ölümü de hak etmiştir. Ben tek başıma  hakkından gelemem. Sen de bana yardım edeceksin’  dediğinde ‘apo,  gel vazgeç, bırakalım gitsin,  kızın günahına girmeyelim,   öldürmek nedir?Hiç baba kızına  kıyar mı ? ’ dese de  Eliye Mahmut  ‘eree ne dersin sen! kulakların duymaz dediklerini, olmaz…olmaz aşiretimize bunu yapamaz’ öfkesindeki amcasına söz geçiremez. Bir akrabanın Zengel’in karşısında  mezre Pıtıka’da vereceği  heyr(hayır) yemeğine  karısı  Zerif’i ‘ben gitmeyeceğim, sen kalk  git, ayıptır’la  gönderdikten sonra yeğenini çağıran Velié Ağaé’nın, babasının  yapacaklarından habersiz, birkaç parça  eşyasını  koyduğu heybeyi  kapı arkasına çakılmış çiviye  asmış, çobanın gelmesini  bekleyen Belkıze, odaya nişanlısıyla birlikte babasının girdiğini görünce anlıyor başına geleceği. O da babası gibi  babayiğit  bir kızmış, kendisini yakalamaya çalışan  amcasının oğlunun  ellerinden kurtuluyor, kapıya doğru hamlesini babasının çelmesi bitiriyor. O andan itibaren hiç var olmamışcasına adı anılmayan, unutturulan…unutulan Belkıze nasıl mı öldürülmüş? Elleriyle boğazını mı sıktılar, ağzına yastık mı kapattılar  kimse bilmiyor,  tek bilinen boğdukları Belkıze’yi’  –‘Peki Zerif,  kızını öldüren adamla yaşamaya, koynuna girmeye  devam etmiş mi?’ –‘Ya ne yapacaktı ??  Kızını öldüren derazası,  akrabası, kan bağı var.Akrabasını mı ihbar edecekti? Hele bakın şunun dediğine, Lolıj seni, aptal mısın? Onca çocuk, kızın arasından biri ölmüş ne olmuş ya… ölmüş gitmiş işte o kadar…o kadardı değerimiz biz kadınların.O zamanda  önemli bir şey değilmiş ki. Düşün!  Alevi, Sünni fark etmez her evde en az altı, yedi, dokuz çocuk, yoksulluk diz boyu, yalnızca aşiretler, mezhepler arası çatışma yok,  ev damında,  köyde akrabalar, köylüler arasında da  kavga, dövüş; insanların  varlığı yokluğu anlık; sabah yanında  uyandığın,  düşman köye baskında, akrabayla kavgada, yolda  eşkıya  baskınında, çatışmada  hayatını kaybettiğinden akşam yanında değil ; gece kucağında salladığın çocuk, süt sağdığın komşun  sabah  hastalanıp ölmüş. Her an, her  gün ölüm var…ölüm. Yas tutacak zaman yok; Saime’yi gömen Sara teyzen, Leyla’yı gömen çene Küçükağa , Fazıla’yı gömen amojın Zehra ne yaptılar, oturup yas mı tuttular? Aynı gün mala gittiler, süt sağdılar, yayık yaydılar, çamaşır yıkadılar, ekmek, çay  yaptılar, misafir ağırladılar. Şimdi ki gibi ölenin  her görüşte  yaşanmışlığını…yaşanmışlıklarını  hatırlatacak, anımsatacak ona ait bir  odası, eşyası, oyuncağı, giysisi mi  kalıyordu sanki, arkasından. Bir  entari, bir tıman  ev damında aynı yaşta her çocuğun küçülünce diğerinin giyindiği,  bir oda birlikte kullanılan, bir yatak birlikte yatılan. Neye bakıp, neye sarılıp  da ‘bu yavrumundu diye ağlayacaksın ki.En fazla belki diğer çocuklar almasın diye  yatak altına saklanmış tahtadan bir oyuncak olurdu kişiye ait. Ben demiş Zerif, çene Küçükağa’ya   ‘şüphelenmiştim  ev damında kıza kötü, kötü bakıyor, için için  kin duyuyor ‘bemrad !  beni rezil ettin aleme. Veli ağanın kızı bir çobanla  olur? ’ diye, diye sabahı, sabah ediyordu. Ama  kızını öldürmez, bunu da yapmaz  diyerek kalktım gittim mezre Pıtıka’ya.’ Bu  Velié Ağaé, evlendiği Ermeni bir kadını Akçik’i  de öldürtmüş.’  İslam dininin,   Arap kültürünün çok eşliliğini benimseyip öncüleri Ehlibeyt erkeklerinin,  Hz. Muhammed’in, Hz.Ali’nin  yolunu yol kabullenen,  bir gece bir hanımının, diğer gece  kumasının, olmadı ahırda bir başkasının  koynuna giren Hormekli erkeklerin de neredeyse tamamı,  altıncı kuşağa kadar en az iki evlilik yaptığından  Veli Ağaé… dur…dur bir dakika ! yazar olmaya çalışan ama olamayacak ancak sosyal medyada  ya da bir web sitesinde  “konuk yazar”la yazdıkları yayınlanacak duyguları  parçalı, bulutlu  yazarcık,  Veli ağa diye yazdığın bildiğin insanlıkla ilgisi olmayan bir   katilmiş  ‘– ‘ senin  katil dediğine,  aile tarihleriyle ilgili kitap yazmış  bizim Hormekliler  “Talo oğulları Veli ağa ve Memil ağa (babamın dedesi) sanki birer cisimli heykel idiler, Memil ağanın nükteleri çok ince ve zarifti….Zengel’li Veli Ağa cesareti,  yiğitliği ve zekiliğin yanında  çok yemek yemesiyle de ün yapmış bir amcamızdı …bu değerli ve sevilen amcamız “ övgülerini  yağdırıp  ‘amca…dereza…amcaoğlu çok akıllıymış’ diye de bahsetmişler.’ – ‘Öyle akıl batsın. Sakın ! katillerin bu kadar sevildiği, saygı gördüğü başka bir memleketi arasan bulamazsın diye başlama. İşte o an sana; dünde ve bugün başbakanın, bakanların   onca gencin asılmasına, onca muhalifin faili meçhul cinayetlerde yitirilmesine sebebiyet veren devlet yetkilileri; onca istihbaratçı,  hakim, savcı, Başbakan, Cumhurbaşkanı; Salim Başol, Ali Erverdi onca Milli Birlik Komitesi Başkanı Cemal Gürsel;  Cevdet Sunay , Nihat Erim,  Mustafa Kubilay İmer,  Süleyman Demirel,  Kenan Evren, Bülent Ulusu, Tansu Çiller, Murat Karayalçın, Mesut Yılmaz, Çevik Bir, Erol Özkasnak, Mehmet Ağar, Sedat Peker, Korkut Eken’in ardından söylenmemiş “bir koltuk için 19 erkek , 20 kız kardeşini, 17  cariyesini,  annesini ve öz oğlu Murat’ı öldüren  katilin cenazesine gidilir mi? Babam da olsa katil katildir “i söyleyecek dürüstlüğünün gereğini yapıp  babası III.Mehmet’in cenaze törenine  gitmediğini  resmi tarihin  yazmadığı,  1603 yılında  tahta çıkmış  I.Ahmet’in 14.padişah   olduğu Osmanlı İmparatorluğunu, Hitler Almanyasını, Mussolini İtalyasını, Boşleviklerin SSCB’sini,  Doğu bloğu ülkelerini, Ortadoğu’nun BAAS, şu anda dünyanın pek çok ülkesinde  var olan “neyse ne, benim dediğim olacak!”lı majestelerinin askerliğini benimseyenlerin,  spiral döngüsündeki diktatoryal , otokratik  ama nasıl oluyorsa aynı zamanda demokratik  rejimlerini  hatırlatacak birisi illaki çıkacaktır.Tehlikeli olansa hep vardı, var olacaklar düşüncesinde insanlıkla bağdaşmayan katilliğe methiyeler dizerek, katilleri  kutsayanlara karşı çıkılmayıp  “dünya var olduğundan beri böyle” mantığında  mevcuda kol kanaat gerilerek yaratılan  “işe-gelen – bihaberlik”  konformistliğine,  kolaycılığa kaçıldığı için sorunları çözmede karşıtını yok etmeye dayalı radikallik  rağbet gördüğünden, gözleri önünde onlarca insanın ölümünü, sudan sebeple çıkarılan savaşları  seyretmekten  hicap duymayan koca bir kitlenin, dünyanın  varlığıdır.Oysa, ülkene, topluma, ailene, sülalene, kendine saygı ihtiyacında – az sonra da ne saygısı diye yazabilme ihtimalini dışlamıyorum – sadece suçu ispatlanmış, bir masumu hayatından etmiş  katilleri değil, onlara meydan  verenleri, yetiştirenleri de cendereleyip,  deşifreliyerek toplum içinde çıkmayacak duruma getirmek,  bir telefonla dünyayı elimizin altında getirmiş, Jeff Bezos’un 11 dakikada uzaya gidip geldiği  bu  yüzyılın, ileri medeniyetin gereği değil midir? Kendisini  yüceltmek, yukarıya çıkarmak  kişiyi aşağıya yere indiren  bir anlayıştan yoksun medeniyet dışı  geri kalmışlıkla eşitlenmiş katillik arasındaki biri indiğinde diğerinin yukarıya çıktığı, diğeri  yukarıya çıktığında o  birinin aşağıya indiği  hiçbir zaman  birlikte ne yükselinebilinen,  ne de aşağıya inilebilinen   tahterevalli ucundaki bir hayatta  “indir lan beni”, “indirsene”, “çok kötü oldum” sesini duymayıp gıcık olunanın kıçını tak diye yere vurdurma pisliğinde,   ne yazık   katilliği kutsamayıp tavır alındığında; zarar görüleceğinin, dışlanılacağının  hayat tecrübesi oldurulduğu mekanizmada güncelliği yitirtilmeden zihinlere itinayla yerleştirildiğinden bireyleri olduğu konumda…bulunduğu yerde  mıhlatan; karşısına dikileni de ya astırtmış ya öldürtmüş ya da tehcirlemiş devlet, beka, vatan, aile, namus, ar, onur  için  yaptım ‘ argümanlarına atıfla, kendini haklı gören onbinlerce sebep,  bahane sıralanıp niyeyse de ! saygı duydurulan   babayiğitlik, kabadayılık,  eşkıyalıkla    bütünleştirilip,  yüceltilen katillik müessesi öylesine geçerli kılınmış, doğallaştırılmıştır ki,  insanları hayatından  eden onca   Topal Osmanları, Haluk Kırcıları, Ogün Samastları   var etmiş, taçlandırmış  bu topraklar da  nice Akçik’ler,   Belkıze’ler kimselerin  ruhu duymadan öldürüldüğünde; geceden yağmış yağmurun ılıklığı kaldırım taşlarında, sokaklarda hava daha tam aydınlanmamış, sabaha karşıydı uyandım.Hep olageldiği gibi  ölenlerden, öldürülenlerden habersiz uyku derinliğinde,  sessizliğe sarılmış şehrin nefes alıp almadığından kaygılı kahve  yaptım,  bir de  sigara yaktım; tek eksik belki de Sezen Aksu’nun klarnet eşliğinde söyleyeceği  “Yarası Saklım; Bir kırık gençlik hikayesi “ şarkısının  arka  fonda çalmasıyken,  boşluk gibi hareketsizliğin içinde artık hiçbir bir şeye kalmamış inançsızlığımla,  yüz yüze oturdum kendimle, sevmeyecek kadar iyi tanıdığım acılarıma, bıkkınlığın çöreklendiği  gözlerime bakamadı gözlerim…ne söylenseydi  kar etmediğinden, dinlemeyeceğinden   şu andaki düşüncelere, inancını yitirmene ulaşmak için onca yılın  geçmesi gerekti  hayatından.Yoksa  çocukluğunda, gençliğinde hep inanmadın mı  sende, her anlatılana, anlatana, olana,  yapılana. Unuttuğunda olmuştur ama ne zaman ki 12 Eylül oldu, yoldaşsız kalındı; ne zaman ki işsiz, aç, açık  kalındı;  ne  zaman baktın  ki 30’undasın; ne zaman ki kardeşlerin evlendi; ne  zaman ki  sosyal demokrat  partilerde çalıştın;  ne zaman ki  kanser oldun;  ne zaman ki  öldü  Haldun…   Can…baban  her şeyin  parçalandığı  o noktalarda; arkasında   en azından “benim kararımdı “ diye duracağın ilkelerin… inandıkların … çoğu kez beslemediğin umutlarını… soruyu sormadan cevabı ezberletilmiş  peşinden koştuğun kavramları; kazara ya da farkında olunmayan  bir anda yapılan yüzleşmeyle  kalkan örtünün  altında tomarla pislik… sırlar…yalanlarla karşılaşılan aile, kardeşlik , bağlarını, ilişkilerini,  dostluklarını  bıraktın(m) sende, belki bende; ‘gerçekte ne olduğunu, ne ifade ettiğini  algılaman, gözlerinle görmen  için gerekli miydi tüm  bunları yaşaman?  ‘iyi oldu’yla alt üst olmasına sevindiklerinin başında gelen; olması gerekli  sevilme, saygı, hürmet, değer  görme arada sırada ‘iyi ki  yanımdasın‘, “seni seviyoruz”u duyma istekli  maneviyat taşıyanı  değil de; herkesin içinde yaşattığı doyuruldukça ‘ver, ver, ver ‘ tatminsizliğinde level’lar atlayan ‘dünyanın neresinde olunursa olunsun adamlar vatandaşlarına sahip çıkıyorlar, hastalansa ambulans uçak gönderiyorlar, kılına zarar gelse yaptırım uyguluyorlar görmedin mi Rahip Brunson için neler yaptı ABD, bizim devletimizse  ohoooo …olaya  şöyle bak !  ABD hükümeti seni niye düşünsün,  senin hükümetin varken’li haklı istemler dışında  ’ el alemden,  komşundan bekleyecek  halin yok  elbette en yakınlarından, eşinden dostundan bekleyeceksin, isteyeceksin  ne bekliyorsan, ne istiyorsan’la   anne, babadan, evlattan, kardeşten, eşten,  akrabadan, arkadaştan, sevgiliden, çalışılan partiden, üye olunan örgütten, cemaatten,  tanıdık bazen  tanımadık pek çok kesimden, devletten (devletin de vatandaşından)    her şeyi, aldığından…alınandan  daha çoğunu   isteyen, isteten;  ‘derdim ki herkes çalar çırpar o asla…’ – ‘ gözümle görsem, kulağımla duysam inanmayacak kadar güvenirdim, herkesten bekler ondan beklemezdim’ – ‘herkes yapar ama o, kesinlikle yapmaz’  dediklerimizin en yapan…en  şaşırtan…en şarlatan olduğunu, olabileceğini  görmeye de engel içselleştirilmiş,   üzerine hayat  inşaa edilen(miş) hep bir  beklenti  içinde olunmasının olağanlığı öğretildiğinden… dayatıldığındandır   belki de  sınıfta kalmaların, hayal kırıklıklarının   çokluğu da. Geçmiştekinin  tersine  bu yüzyılda;  noktalı virgüllü Alfa erkeklerin, kadınların arasında, çakışıyorsa ne âlâ yoksa  ona harcadığı vakitte, kendiyle ilgili  yapmak istediklerini yapamayacağını bildiğinden, gördüğünden hiçbir bireyin başkası için…onun beklentileri için yaşamak, hayatını feda etmek istemeyeceğinin açık edil(e)memesinin çarpıklığında; kan bağından dolayı  en yakının  diye tanıtılmışların,  elalem diye sınıflandırılanlardan  bin beterliğini  görüp  ‘ kardeşin yapmış sana yapacağını , el yapmış çok mu? ‘yla ortalarda  kala kalmalı beklentisizliklerin beklentisinde; yapacağı birkaç yasal düzenlemeyle Avrupa’dakiler  gibi daha  az sıkıntılı hale getirerek zor hayata katlanılmasını kolaylaştıracağından iktidara gelmesi istenin de iktidara geldiğinde –  12 Eylül darbesini yapanlardan hesap sorulacağını programına alıp seçimlerde   propagandasını yapan SODEP, SHP  gibi – muhalifken söylediği  iç acıcı, demokratik  vaatlerini yerine getirmeyip, göz boyayacakları  iki üç  rötuş sonrası her şeyin eskisi gibi akıp gideceğini de  bilmenin salıvermişliğinde; benim  inançsızlığımın, güvensizliğimin, ilkesizliğimin  kime zararı var? Kendine, diyorsun ya,  yanılıyorsun ! inanmamanın, ilkesizliğin, güvenmemenin  tahmin edemediğin rahatlığı, özgürlüğü, boş vermişliği   savurmadı ki beni, ordan oraya; eskiden herkesin; ailedekilerin,  arkadaş bildiklerimin,  akrabaların, yoldaşların, Hevallerin,  ofistekilerin,  dairedekilerin,  okuldakilerin, parktakilerin  hakkımdaki olumsuz düşüncelerinden, dedikodumu yapmalarından, yerin dibine batırmalarından öylesine korkar,  söyleneni duyduğumda da öylesine  etkilenirdim ki,  uyku tutmaz ‘söylenen gibi, düşündüğün gibi, sandığın gibi  değilim ben’ çırpınışlarında,  kendimi ispat için   kahrederdim günleri .Şimdi bu yüzden  sabahlara kadar uyuyamadığım aklıma gelince  “ne kadar aptal, banal, basit biriymişsin, yok yok ne demek, ne  estağfurullah’ı; bütün bu sıfatları, üstünü bile hak ediyorum. Oysa Türk, Kürt, o, bu , Alevi, Sünni falan filan ayrımsızlığında insanların ( seninde  her zaman demiyorum  ara sırada  da olsa  diğerlerinin yaptığını yapan)  karşısındakinin  içindeki büyümemiş çocuğu ortaya çıkarıp yaralarını iyileştirmeyi, sarmayı  düşünmeyecek  bencillikleriyle  kendilerini parlatmak için başkasını karartmaya kalkıştıklarını, bilmem(n), öğrenmiş olman  gerekirdi. Bu bayağı bir efor gerektiren davranışın, düşüncelerin  gereksizliğinde  asalet,  kendini başkalarının gözünden görme, beğenmediğinin griliğini kabullenme  halidir de ama nerde sende o kültür?  okulda, mahallede, örgütte, iş yerinde, partide yüksek mevkilerde, makamlarda  tanıdığı…ardı kuvvetli olduğundan çekiciliğini  arttıran; vurdum duymazlığın  getirdiği güvenli, güçlü tavırlarda dolanan beş para etmez insanlarla sidik yarıştırmaktan kendi cevherinin farkında olmayan milyonla gibi  kendini kahredeceğine, karşılarına dikilip ‘dediklerinizin, düşündüklerinizin  on bin kat  fazlasını yaptım,  ne  yapacaksınız ‘ demediğimden öyle kızgınım ki  tam şuramdan  patlayacak  haldeliğimin hercailiğinde    geziniyorum amaçsız  ve adamım inanamazsın  bu beni öylesine de mutlu kılıyor ki  okuyucunun yazdıklarımı beğenmesi, beğenmemesi,   sıkılması umurum  değil  ayrıca  başladığı bir romanı, filmi beğenmediği halde ‘bir kere başladık, bitirelim bari’yle mecburmuş gibi  kendini zorlayan okuyucuyla, seyirciyle işim olmaz  benim zira yaptığı  o kadar manasız bir aktivite ki  anında to dislike; disslaykk yapmak varken,  hayır !  ben zaten  okunsun  diye de yazmıyorum. Hayat ne kadar sürprizlerle dolu öyle değil mi sayın  bir zamanlara TRT 2 ‘de konser saatini kaçırmayan  okuyucu,   çok iyi bilirsin  çoğu kez insan kendini;  bir eseri, bir faaliyeti, bir şeyi   beğenmemesine yermesine rağmen kimselere  çaktırmadan o şeyleri  sevme,  tüketme vari bir fiil içinde bulabilir; hoşlaştığı  bir karşı cins mensubuna benzettiği birinin oynadığı berbat bir filmi seyretmek;   Franco Gaspari, Paola Pitti’li fotoromanlar; Teksas Zagor’lu  macera öykülerini okumaktan  zevklenmek gibi, misal   şu anda hiç işin olmadığı halde on dakikadır Kanal 7’de dünyanın en saçma senaryolu Emanet dizisini  izlediğini fark ettiğinde yaşadığın tiksinti desen değil, nefret desen değil, acıma desen değil, hoşlanma desen değil anlamdıramadığın   garip duyguların yabancısı da değilken senelerce evvel de; kampüste arabasında görünce kalbini deli çarpıtan araba galerisi sahibinin oğlunu fırsat bulduğunda  tül perde arkasından izlediğini bilmeleri mümkünnatsızken yoldaşların yıkmaya çalıştığın düzenin egemenlerinden   burjuva bir oğlandan ( Bejna’nın da senin fark ettiğini bilmediği karşıt sol ideolojiden  Halkın Kurtuluş’undan Eyüp’den ) hoşlandığını anlayacaklar diye içinin içini yediği, gezici kütüphaneden aldığın Rüzgar Gibi Geçti’yi okurken hissettiklerinin bir gün karşına Türkçeye çevrisi  “suçlu zevkler”, “mahcup zevk” yapılan  “guilty pleasure”la ecnebi kılığında  karşına çıkacağını tahayyül edebilir miydim? edemezdim,  edebilecek kadar öngörün olsaydı zaten vaktini daha değerli şeylere, kitaplara, eğitime, değişik yerleri keşfe harcayacak kadar ilim irfana erişmişliğin icap ederdi (valla iyi ki yazdın bunu) ki, özellikle de eleştirilerinden korktuğun devrimci arkadaşlarının, yoldaşlarının  “ıyyy, onu da mı dinliyorsun”, “öykkk, o diziyi de mi seyrediyorsun” çemkirmelerinden, aşağılamalarından doğan bir utanma durumu  varken kendine  yakıştıramadığından “nereden dolandı dilime bu aptal şarkı?” triplerinde  ‘tamam berbat  olduğunu  biliyorum dostum… suçluyum ama zevk alıyorum, takdir edersin ki bu kumsal da Andrea Bocelli’den “ Love ın Portifino” yu  dinlemek yerine Serdar Ortaç’dan şarkı  dinlemek gibi hepimizin başına gelebilecek tam bir kendini cezalandırma ‘guilty pleasure durumu’ savunmasına yarayacağından yıllar yıllar sonra  müşerrefliğine üzüldüğüm ama bu romanı okuyanların en azından duyduklarında anlamını bilmelerine sevineceğin,  kavramlardandı  “guilty pleasure” – ‘ şöyle de düşünebilirsin neden saklı, gizli olsun, neden hoşuna giden ama başkalarının basma kalıp gördüğü, saydığı   şeylerden dolayı annesi sosyal anksiyete, babası elitizm olacak bir yavrucak; guilty olasın. Benim  gizlim, saklım;   “guilty pleasure”ım yok arkadaş!Bir şeyden hoşlanıyorsam niye bunu saklama çabasına gireyim ki .? İMDB’si 50’ler de  sürünen standart altı filmleri,  “ Sen Çal Kapımı”, “Bay Yanlış”, “Aşk Mantık İntikam”lı yaz  dizilerini izlediğimde   tamam guilty kısmı beynimin bir köşesinde yanıp söndüğünde  af etmeyen  yüksek egom orda kusarken,  pleasure kısmında hücrelerim keyifle dans  edecektir. Elbette kıro görünme korkusu ile basitlik barındıran   beğenilerimizden utanmamız da olasıdır yine de hakkımda  ne denirse densin, bana ne? Yazdıklarını okuyunca,  düşüncelerini dinleyince “guilty pleasure”lara gark oluyorum eyyyy yazarcık sonrasın da diyorum  ki  nihayet,   geç de olsa  hayatı  kolaylaştırmanın  yolu böyle bulunuyor  kimsenin ne  yükünü almak, ne kimseye yük olmak, ne de kimseye bir şey vermek  istemeyerek, ayyy benim bu okuyucularım nasılda  akıllı bıdıklar, yazarı  nasıl da şipşak çözdüler. Peki haksız mıyım  düşüncelerim de? yaşamak için ısrar etmenin  gereksizliğinde  herkesi terk edebilirim;  herkese de   beni  etsin. Nasıl ben artık kimseyi sevmek istemiyorsam, kimsenin de  beni sevmesine gerek yok, sevdiler de… sevince  ne oldu, ne değişti hayatımda? Neden diye çok düşündüm cevabını bulamadım uzun süre  ‘ neden tüm kırılmalarım Can’dan sonra ? . Alışılageldiğinden hep öne konulan “ siyah beyaz olmayan  hayatın önemli olan griliğini görmek, anlamaktır” düşünce kalıbının tersine bünyesine kabul ederek karalığını bulaştırıp kirlettiği bütün renklerden uzak duran hepsini geri yansıtan  yalnız beyazı  da her zaman  siyahın yuttuğunu… yutacağını fark etmeyip  bireyi, seni   nasıl tükettiğini  göremediğinden  ne yaparlarsa yapsınlar ‘ niye kötülüğümü istesinler, beni düşünüyorlar’  kendini  eğlediğin, korunduğunu sandığın   aranıza bir mezar girmeden önceki zaman  ayrılıklarının  ardından atılan hüzünlü kahkahalarımız, gülüşlerimiz vardı bizim diyebildiğin ailenin, yoldaşlarının giydirdiği zırhın içinde dönüp durmuş(um) tun ya sen, ben, şimdi  Yargı dizisindeki  Ceylin gibi  “kendine kök salamamış” biriliğimi keşfettikten sonra hiç bir şeye takılı  kalmıyorum; hiç bir şey, hiç bir kimse, hiç bir ilke, hiç bir ideoloji  vazgeçilmez değil artık dengesiz, patavatsız, dağınık biri kural dışıyım da; aldığı nefes bile ölçülü ağırbaşlı olan senden farklıyım . Değişimi istemenin değil değiştiremeyeceğini kabullenmenin insanı değiştirdiğine, hayatta gerekli  şeyin  huzur olduğuna … huzuru bulmak için yapılacak tek şey  de  mevcutta neye sahipsen ondan; çevrenden, mekanından, dostlarından, ailenden  uzaklaşmak olduğunu anlayınca, böyle olunca  hayattan, insanlardan beklentilerin  sıfırlanınca  olan, yapılan hiçbir şey de canını yakmıyor, acıtmıyor, şaşırtmıyor da.Hem ben, hâlâ sanki şu kapıdan girecekmiş gibi gelen  Can’ı … babamı kaybetmiş, ölümü görmüşüm  daha nasıl büyük bir  acı, felaket bekliyor olabilir ki beni?’ – ‘ deme ! deme ! öyle deme diyorum; bir deprem, annenin ölümü mesela ne hale koyar seni,  un ufak olursun, bulamayız seni’  – ‘ya bir kerede…bir kerede  farklı bir cümle kurun,  anlamaya çalışın insanı.Teselli diye herkesin yaptığını yapıp en uç , en kötü olasılığı öne koyacağınıza. Evet ! kesinlikle öyle olur, toplayamaz,   bulamazsınız beni  diye harap etme kendini  zira Birhan Keskin’in mısrasıyla “ileride bir şey yok gördün”… gördüm diyorum. Ay-nen  bacım  mı dedin sen ! Saime gibi. Şu Saime, çene Haşimé Hasané anam, anam bazen öyle gereksiz konuşuyor ki’ –‘bazen mi?’–‘gelmiş diyor ki babana , seksensekiz yaşındaki adama ‘keke, kocaya gittiği zaman , anneni Zelhan’ı  gördü mü? Yani sen kocaya gittiği zaman gördün anneni? ‘ –‘weyy gördüm ‘ –‘niye tiksindin o zaman? ‘–‘ derçenama Saime, Kemal bey yerine ben anlatayım sana  a bu hala Zelhan, kayınvalidem Van’da bize geldi, Ankara’da da bize geldi, kaldı  sonra amca Hüseyin aldı götürdü Kırıkkale’ye. Haydar’ın yanında evinde kaldı. Ben evlendikten sonra üç sene Badan’da  kaldım ya  geliyordu 15, 20 gün kalıp gidiyordu,  kışın geliyordu .Çocukları gıcık alsa da  geliyordu, hoş geldin diyorlardı,  konuşuyorlardı,  sesini de teybe, kasete almıştık. Öyle güzel sesi vardı ki, içinde ağıt söylemiş, öyle güzel. O kaseti bulamadık Bilmem, a o çocuklar küçükken oynamış ne yapmışlar?’–‘Kemal amca şimdi kalbini kırmıştır onu hatırlıyor,  herhalde  annem sağ olsaydı öyle yapmasaydım mı diyor?’–‘bacı, waye yıllar yıllar geçmiş yapacak bir şey var mı?’–‘ sonuçta pişmandır Kemal amca. Emıke Zelhan  herhalde Seys Hüseyini’ de  sevmiş , orada biraz rahatlık görmüş öyle diyorlar’…şu Saime’ye baksana,  geçmişte, şu anda olan, olmuş her mevzuya dahil bir yorumcu; Selçuk Tepeli maşallah; komik kadın  hele de kendi cimriliğine bakmadan akrabası  80 yaşındaki  kocası Agaé Halité Mehmeté Müminé,  cimrilikle  suçlaması yok mu? Genelleme yapacağım zira Almanya’da çalışıp Türkiye’ye tatile gelen ya da emekli olup 6 ay Türkiye, 6 ay Almanya’da yaşamayı seçen kimi tanıdıysam amanınnnn !!!  Moliere’in Cimrisi yanlarında bonkör kalır  halbuki Türk lirasının 11, 12 katı  Euro’yla maaş alıyorlar üstüne Türkiye’den de emekliler. Onca yıldır tanırım,  tek gün amca  Agaé Halité bir cafe, simitçi de  çay, kahve içerken,  bir lokanta da  yemek yerken, bir otele ya da bir başka şehre gidip  tatil yaparken  görmedim.  ‘Nedir bu dışarıda yemek yemek modası? Cafe’de çay içsem , lokanta yemek  yesem ,tatile gitsem ne   olacak aynı insan değil miyim’ garipliğinde  bir savunma tutturmuş gidiyor.Ayyy  daral geldi dayanamadım sonunda  amca dedim bir gün, herkes senin gibi yapsa, düşünse ortada  hizmet sektörü  kalmayacağı gibi Cafe, Restoran, otel  yapılmayacağından inşaat sektörünü de batıracaksın. Şimdi bunun arsası var Yıldız’da imar geçti  10 daireli apartmanın 5 dairesini almak üzere anlaştığı müteahhitten temelden bir  daire daha satın alıyor, niye ? şeytanın aklına gelmez; apartmanda yönetimde çoğunluk bende olsun, sanki sivil toplum örgütü ta da bir dernek apartman ya yönetim bende olsun nedir ? kimin aklına gelir bu, apartmanı şirket görüyor. Bir insan 32 yaşında gencecik oğlunu toprağa verir de  para, pul, mal  peşine düşer mi? Tuhaf gelecek belki ama evladını kaybeden kimi tanıyorsam, kimi gördüysem önceleri  ‘ malın, mülkün olsa ne yazar, kurtardı mı  evladımı?  o ki ölüm var dünyada ’ diye konuşurken bundan sonrasında   bonkörlük  beklerken  tam tersi  bir yörüngeye giriyorlar. Dikkat etmedin mi? Bundan sonra dikkat et söylediklerimin doğruluğunu, göreceksin.Ya da benim tanıdıklar,  Hormekliler öyle ne bileyim. Can’ın annesi de öyle oldu. Gelin anlattı, Mustafa’nın karısı  Migros’a  gitmişler  yoğurt almak için  ‘aman! her şey burada ne kadar da pahalı. Gel BİM’e gidelim orası daha ucuz nihayetinde yoğurt işte ne kadar farklı olur ki’ diyerek  BİM’e gitmiş.Gelin anlatınca aklıma hemen mahalledeki Fatma geldi, kocası inşaat, turizm alanında iş yapan   holdingin sahibi,  Ayaş’ta , Kaz dağlarında jeotermal beş yıldızlı otelleri var, altı odalı tripleks evde oturuyor ,iki oğlundan birini Can gibi trafik kazasında kaybediyor. Yağmurlu bir günde  eve dönerken galiba Oran yolunda  kayıyor araba, yanında aynı yaşlarda  kuzeni, o  yaralı kurtuluyor.Oğlan kendisi kullanıyormuş, korkunç olan ne biliyor musun? Amcası  yeğenini kaybettiği kazada oğlu yaralı kurtuldu diye kurban kesiyor. Ne amcaymış be! İnsanlık yerlerde anlayacağın.İşte bu Fatma  barbunyasına , çayına kadar her şeyini  BİM’den alır.İndirim günlerini takip eder.Oğlun  ölmüş ya yirmibeş yaşında   trilyonersin git en iyi mağazadan Macrocenter’dan  alışverişini yap, organik al, ye, iç .Böyle üç beş kuruş artırmakla zengin mi olunur. Kocası da maşallah en lüks restoranlardan, mekanlardan çıkmıyor, emin ol aldatıyordur da.Onu bunu bilmem de pek bir acımasız oluyorlar hiç bir şeye üzülmüyorlar, acımıyorlar.Belki de acının dibini yaşadıklarını düşünüp merhametsizleşiyor, bencilleşiyorlar. Düşünülenin, sanılanın  aksine   daha sıkı sarılıyorlar hayatta; ağızlarından ‘Allahım beni al’  duası düşmez,  dört çocuğunu depremde yitirmiş teyzem de her gün aynı duayı ederdi  ama azıcık grip olsun, azıcık kalbi sıkışsın   bir telaş… bir telaş , sevmediği  hayatta devam için hemen en iyi doktora gitmek isterdi. Bir de gaddarlaşıyorlar ki, kötü bir olay karşısında üzülmeyip  ardına sığınacakları başlarına gelmiş felaketten, evlat acısından  istifade edip   mağdur pozlarında yıllardır içten içe öfke biriktirdiklerine kusacağını kusup   “kullan at ” travmasını yaşatırlar, masumluklarını bile bile, hem de. Mine Leyla’da  sanki yedi yaşındaki oğlunu Can’ı kaybeden  o değilmişçesine, evlendiğinde yapmayı düşlediği  ama yapamadığı her şeyi…hamileyken Erkin Koray gibi çocuğunu okula göndermeyip evde eğitmek için tayin isteyip Bodrum Gümüşlüğe yerleşmeyi düşünürdü, Can’ı kaybettikten sonra ilk işlerinden biri oldu.Can yokken bu dünyada Mine Leyla’nın   Gümüşlük’te ev alıp oraya yerleştiğini  duyduğum anda böğrüme saplanan sancı  nefes aldırmadı, bana neyse diyemedim ki,   ha diyince   ölemiyorsun da, anne, baba varsa kardeşlerle  birlikte  başlanılan  hayata;   büyüdükten sonra ayrı, ayrı yerlerde, mekanlarda ayrı kişilerle   devam  doğanın kanunu, gereği ancak sevdiğini  mezara bırakarak  devam etmek, o  kadar acı, o kadar özlem yüklü ki.Söylemek… yazmak istediğim yüzlerce şey var, her zaman ki gibi…herkes gibi derinlere gömüp susmak zorundayım; okumayacaksın  biliyorum.Ama belki günün birinde bu yazdıklarım  şayet   beğenilir, okunur   “best of” olur senin de  ilgini çekip okuduğunu duyarsam;   bir Fransız  filminde  kapısı açık kırmızı bir arabanın yanında ayakta duran,  bigudi yardımıyla lüle lüle şekli verilmiş uzun sarı saçlarını  elbisesiyle aynı renk lacivert bandanayla bağlamış Brigitte Bardot’un da  söylemek istediği, söyleyemediği  “bu kadar… ötesi yok yani. olmaz…”   sessizliğinde arkasını dönüp gittiği andaki yüz ifadesindeki  aynı hisse sahipliğimi bilmeni isterim. Ardından  “Non, je ne regrette rien”le gözyaşlarımı akıtırken  seni çok özlediğimi de bilmeni isterdim sahnesinde… a o  Saime sonunda beni anladı’ –‘ay-nen bacım, ay-nen’ –‘gülmesene! Saime’de  böyle,  sohbet ediyorsun, bir şey,  bir şey anlatıyorsun, bitim noktasında  iki heceli “ay-nen”li bir tasdik  duyuyorsun. Ana dilin Zazaca da Hüseyin’e U-so; Gülay’a Gu(ı)l-o, Haydar’a Hey-do, Hakife’ye Hak-e hitaplı iki heceli konuşmanın, seslenişin   yaygınlığındandır ay-nen’i anladık bu “bacım” nerden çıktı  ?’ –  ‘kızacağını bildiğimden, Seda Sayan gibi mi söyledim? ‘ – ‘He… öyle dedin, başın göğe erdi mi? Tövbe, tövbe. Hayır  ben  de eğlenmek için ara sıra markete falan tanımadığım ama duruşuna, bakışına, saçına, boyuna posuna ifrit olduğuma ‘bacım  geçebilir miyim ? diyorum da,  ipi elden kaçırılmış çoğu kez de ne kadar yükselecek merakından  bilerek bırakılmış, nereye gideceği belirsiz  kopuk uçurtma gibi alıp başımı gitmek isteğim şu anda gereksiz bir hitap oldu bacım.Evin önüne çıkıp,  iki üç basamaklı merdivenin en alt basamağında yan yana oturduk bir sigara yaktık hava tam kararmaya yüz tutmuşken; yıldızlar gözükmüş müydü hatırlamıyorum da  etekleri ağır ağır karanlığa gömülen lavanta, kekik kokan civardaki tepelerin, dağların,  ağaçların, çiçeklerin birer birer gölgeye dönüştüğü  Kasman’da, Badan’da, Emeran’da   gece de aniden saldırır gibi bir anda  gelir; tek tük idare (gaz) lambaları,  korkunun titrekliğiyle boynu bükük ezilirlerdi,  aydınlatamadıkları simsiyah gecenin altında,  uzaktan uzağa köpek , kurt havlamaları duyulurken;  elinde kalan da; herkesin  adaletinin,  menfaatinin  bittiği yerde bittiğini gösteren;  tek bir hatanda yargısız infazla, karanlık, kör kuyulara iterek seni kapı dışarı eden,  mutlulukları, rahatları  için çırpınıp durduğun  en sevdiklerinin, yakınlarının, dostlarının  açtığı,   daha derini olmayacak yaralarla tepetaklak edilmiş,  ihanete uğramış ve kesinlikle  kaybedilmiş  curcuna hayattın  içinde;  seni kendinden koruyacak kadar düşünüp  elini tutarak o kör  kuyulardan çıkarmaya çalışanın hiç tanımadığın ya da bir, iki gün önce tanıdığın birinin olması  ihtimali hayatın en acı şakalarından  değil midir? Şimdi nedir bu? Şans mı şansızlık mı? diye düşündüğünü düşündüğünde  ‘ bu topraklarda katillere bunca tolerans niyedir biliyor musun? oku şunu diyerek uzattığın altını siyah kurşun kalemle çizdiğin paragrafı okuyorum  “dağlık bölgelerde yaşayan, sınırlı düzeyde tarımcılık yapan aşiretler, şiddete en fazla başvuran, bu konuda tecrübeli olanlardı. Onlar, yetersiz üretimlerini yaptıkları talanlarla telafi etmeye çalışıyorlar ve yaşadıkları dağlık alanlar da onları karşı saldırılardan koruyordu. Osmanlı denetiminin zayıflığı sayesinde kendi  köylerinin, kasabalarının uzağındaki köylere, kasabalara  da seferler  düzenleyerek “– ‘ bizimkilerin Karkapazar, Mengel seferleri –  “ gerçekleştirdikleri talancılıkla geçimlerini sağlıyor, zenginleşiyorlardı. Bunun sonucunda  nüfus artışı, yayılma, toprak işgalleri vardı ki  bu  muhatabını öldürmeyi de gerektiren genişlemenin,  gaspın, talanın “  ‘politik merkezle kurulan ilişkiler sayesinde  –  işte bu nedenle Osmanlı’da koşar ayak Hamidiye Alayı, Cumhuriyet’te Milis Kuvveti  olmak istemişti bizim oralardaki aşiretler –  meşrulaştırıldığı  Kürdistan da dahil  memleketin her yerinde; her köyde, kasabada, vilayette, her evde, her ailede, her aşirette, savaşılan milletten, isyan edenlerden derken  verdiğin kitabı elimden  alıyorsun  ‘ düşman görülen aşiretten,   eşkıyalığa,   talana  baskına gidilen yerdekilerden  birini,   namus için bir kadını öldürmüş;  yasama, yürütme, yargı yetkisini tekeline almış  erkeklerin  bulunduğu,  herkesin katil olduğu bir ortam, bir ahlaksız toplum  mevzubahis’  – bahsettiği toplum yalnızca geçmişte mevcutmuş gibi konuşmuyor mu?  yok öyle bir şey, bu toplum hep öyleydi yarın da  öyle  olacak gibi duruyor– ‘ iyi dinle, Cibranlı 2.inci  Hamidiye Alayı basmış  Rakasan’ı, çatışmada  onlardan   3,  bizden Hüseyin’le   Selimé Ağaé’nin  yeğeni    İbilé Mustafaé  ölmüş;   ‘gördün, nasıl tepeledik Hormeklileri.Sırtımızı  Gori’ye vereceğimizi  düşünmemişler, güle oynaya gidiyorlardı ki, duman oldular’– ‘Keke, keko, zannedersin Zülfikar, taktı dokuzluyu koluna Talo Mustafaya Zeynel,  Hz.Ali gibi dağıttı hepsini’ – ‘ tek başına gidiyor  Zeynelé Faki, mezrede  Cibranlı  Eliyê Safê’nin evini basıyor,  elindeki mavzerle  karşı koyanı kim var, öldürüyor,  sürüsünü  de katıyor önüne getiriyor’ –‘öyle eşekler, insanlar elleri bok olmasın diye daldırıp bakmayacaklar diye düşünüp  götürüp  altınları bir kesenin içinde  ahırdaki tezek yığının  ortasında saklamışlar.Kaçın kurasıyım ben’   konuşmalarıyla baskın değerlendirilirken  en çok düşman, insan  öldürenlerin,  ganimet getirenlerin, emeğe, mala çökenlerin   kahraman ilan edildiği; Milli (Mıllan)lı  İbrahim Beyin;  Cibranlı Mustafa’nın , Karkapazarlı Hasan’ın,  Hormekli   Velié ve Selimé Agaé’ların, Hamidiye Alayları komutanı Halit beylerin, onlarca  aşiret mensubunun can almaları, talan ve gasplarını ve tecavüzlerini ‘hayatta kalmak için  başka yol mu vardı? mecburlardı yoksa onlar, düşmanları  öldüreceklerdi’yle normalleştirilip, af edildiğinden kadınların da; güçlü, kuvvetli, sağlıklı  olmaları için didinip, bakımlarına ihtimam gösterdikleri; eşkıya, çete lideri, alay komutanı, asker, milis, kaçakçı olan babaları, kayınbabaları,  kocaları, erkek kardeşleri, amcaları veya  dayılarının;  erkeklerinin yaptığı her şeyi karşı çıkmadan desteklemelerini, gaddarlıklarını kabullenmelerini  bir nebze  olsa da anlaşılabilinir  ama sonrasında Osmanlı’nın “katli vaciptir”ini Cumhuriyet’te de  devam ettirerek Sultana sunulan düşmanın kesilmiş  kellesi  gibi Dersim tertelesinde  katlettiklerinin  kestikleri  kafataslarıyla fotoğraflar  çektirmiş askerler gibi can almış, ocak yıkmış  onlarca tetikçi  Abdullah Alpdoğan, Haluk Kırcı, Abdullah Çatlı, Mahmut Yıldırım’a, Mehmet Ağar’a   gösterilen müsamahaya, kutsanmaya, ilgiye  akıl sır erdiremiyorum diye  yakınıyor, anlayamıyorum diyorsun ya bazen,   dur anlatayım ben sana tane… tane sadece Bilal’e  değil  Joe’ da anlatır gibi. Sen demedin mi her evde bir katil vardı ve hala her evde potansiyel bir katil adayı bulunuyor  diye. Demek ki katillik bir meslekmiş gibi itibar vesilesi sayıldığından  katillerle birlikte  yaşamaya,  onlara hizmete alışkınmış herkes, bu kadar basit  işte !  irdelemeye, altında maddi, manevi gerekçeler, uzun uzadıya tezler aramaya, yazmaya, okumaya  gerek yok artık demiştim bende diye düşündüm ‘seni kırmayayım’  demiştin sonra sen de,  bak Velié Agaé değil,  kadın katili yazdım   ayrıca  bu kadın katili Velié Agaé dört, beş  tane gelinini de karı diye almış’–‘nasıl olur? ’– ‘yiyecek ekmeği zor buluyordu insanlar, herkese ait bir ev mi vardı Gılo;  bütün kardeşler eşleri, çocuklarıyla aynı ev damında yaşıyorlar, kardeşlerinden, amca oğullarından kim ölmüşse kalan onun eşini, karısını almış. Bu da hangisi ölmüş onunkini  almış, tam dört tane.Velié Agaé uzun yaşamış son evlendiği de Ermeni bir kadın; Akçik’miş. Bunların (Ermenilerin) sürülme fermanını çıkaran  Osmanlıdan Cumhuriyete  ve hâlâ  yüzyıllardır  devleti,  aşireti hatta aileyi yönetme, idare etmede;  icraatlarının yanlışlığını, idaresindeki stratejik, teknik hataları kabul ederek yüzleşmektense hatalarının, başarısızlıklarının  suçunu, sorumluluğunu  başkalarına atarak  onu düşmanlaştırma, ötekileştirme  sayesinde pürü pak dolanma gelenek haline getirildiğinden,  I.Dünya Savaşı, 1915 Ocak Sarıkamış yenilgisi, 1915 Şubatında  Rusların Varto’yu işgali derken geri çekilen Osmanlı askeriyle birlikte göç yollarına düşen onca  Kasmanlı, Badanlı, Muskanlı, Zengenli,  Gımgımlı, Muşlu  tebaanın bitaplığının,  Sarıkamış yenilgisinin, Rusların ilerleyişinin  öcünü almak için  piyasaya sürülen ‘Araplar arkadan vurdular, yenilmedik biz, Almanlar yenildiğinden  I. Dünya savaşında  yenik sayıldık’ın” versiyonlarından   “Ermeniler düşmanla Ruslarla ittifak etmişler, İstanbul’da isyan çıkaracaklar”  –  “Kürtler düşmanla ittifak ederek Şeyh Said isyanını başlattılar” –  “Dersimde İngilizlerle anlaşan eşkıya Seyit Rıza öncülüğünde Aleviler  Cumhuriyete baş kaldırdılar ”lı yüzyıllara devrettirilen “hainler, nankörler, eşkıyalar, teröristler, komünistler, anarşistler, düşmanlar  dört bir yanımızı sarmış” toplumsal  paranoyaklığında; eğer bunca  düşman varsa  bir sorunda var demektir iletişim kurarak var olan sorunu uzlaşma, anlaşmayla değil de – ki bu  bazen bir etnik köken, bazen bir mezhep, bazen  muhalif bir  kişilik,  bir parti;  aşiret, aile içindeyse  anne, baba, amca, kardeş, karı, koca, evlat oldurulup  – üstüne  suç atılarak düşman, hain  ilan edilenin hedef tahtasına konarak, uzaklaştırma ya da ortadan kaldırmayla  halledileceği bu coğrafyada; bir milletin devletinin olmasını istemesinin neden suç teşkil  ettirildiğinin de sorgulanması gerekirken, diyelim ki Ermeniler Osmanlıyla savaşan Ruslarla işbirliği yaptılar ki Ermeni devleti kurmak isteyen  Taşnak, Hınçak cemiyetleri,  Armenakan partilerini destekleyenler arasında yapan olmuştur da…bunların, birkaç kişinin  yaptığı işbirliğinin moda deyimle  ihanetin bedelini anavatanında günlük rutinini sürdüren, hiçbir parti, örgütle ilgisi olmayan– 1856’ya  kadar ağır  cizye  sonrasında  bedel-i askeriye ödeyerek askere alınmayan; sevmemenin, düşman saymanın  hadislerle serbest bırakıldığı  ehl-i zimmet görülen Hıristiyanlar, okumaya, yazmaya zanaatkarlığa, ticarete  yöneldiklerinden Yahudiler, Rumlarla birlikte  ekonomide  önemli ağırlık edinip  bulundukları   yerlerde açtıkları dükkanlarda  iç çamaşırı, giysi, kumaş dokumacılığı, boyamacılığı,  terzilik, çuval, teneke, güğüm, bakraç, çizme, ayakkabı, kemer, soba imalatında  kuyumculukta, demir, bakır işlemeciliğinde,  taş  ustalığında, çömlekçilikte uzmanlaşarak, ün kazanarak  servet  biriktirmiş– bütün  Ermenilere, çoluğa çocuğa   ödetme, hepsini cezalandırma; evinden barkından etmeyle ödetmenin merhametten, sevgiden, vicdandan  nasiplenmemiş biçarelik  taşıdığını bile algılayamayan, insanlıktan, medeniyetten uzak devlet yapılanmasının varlığını  gözler önüne serdiğinin  farkındalığına varılamaması  yarınların  neden insani değerlerle yüklü olamayacağının güzel ve huzurlu geçmeyeceğinin de göstergesiyken; savaş yenilgisinin getirdiği ekonomik bunalım, idari başıbozukluk, gücü gücüne yetene  şartlarında çare yine devlet yönetme geleneği; ortadan kaldırmada, düşmanlaştırılanın malına çökmede, talanda  bulunduğundan;  23-24 Nisan 1915 Kızıl Pazar (Garmir Giragi)  gecesi, İstanbul’da (Kostantineyye’de)  Ermeni aydınların  tutuklatılması; 27-30  Mayıs 1915  tarihlerinde  Meclis-i Mebusan’ dan çıkarılan Tehcir Kanunuyla   “yerel mülki ve askeri yöneticilere, uygun görecekleri kişileri geçici olarak başka vilayetlere nakletme yetkisinin   süresiz  verilmesiyle”   Ermenilerin  tehcirinde izlenecek yolu, yöntemi belirlemek için kurulacak Tahkik Komisyonlarında yer aldırılan  askerin, aşiretlerin, eşkıyaların, serbest bırakılan mahkumların,  hangi mıntıkalarda  görevlendirileceğine;  kimin gözetiminde hangi yollardan tehcir merkezlerine götürüleceğine, mallarının nereye konulacağına, nasıl bölüşüleceğine, elden çıkarılacağına dair işlemleri düzenlemek için; adını Yunan mitolojisindeki aşk , güzellik tanrıçası Aphrodite’nin  Ermeni mitolojisindeki temsilcisi su, güzellik, aşk tanrıçası her gece ovasındaki Aradzani (Murat) nehrine yıkanmaya indiğinde,  gençlerin kendisini seyretmek için tepeye toplaştığını bildiğinden   fark edilmemek için  ovayı sis (Mışuş)le kaplatan tanrıça Asdğik’in sisli ovasından almış “sancaktaki bütün Ermenilerin savaş bitene kadar geçici olarak  Diyarbekir’e gitmeleri gerektiği” emri  gönderilmiş  Muş sancağında da; Osmanlı sınırları içinde her vilayette, sancakta, kasabada, köyde olduğu gibi Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin  valisi, kaymakamı, paşası, mübaşiri, odacısı; İttihat ve Terakki Cemiyeti, Teşkilatı Mahsusa mensupları, yöredeki aile başları, aşiret liderleriyle yapılmış toplantılar neticesinde,   yetkilendirilenlerden Cibran aşireti liderlerinden Saidê Nado’nun yaptığını yapıp    atlı adamların  “ehl-i zimmetin malıdır bu, ümmeti Muhammed’e helaldir, vurun gavura, Allah adına, Allah-ü Ekber ” nidalarıyla köyleri basıp, bazen de  içinde hane halkı  varken  evleri, samanlıkları, ahırları ateşe verilen – ortaçağ Avrupa’sında da  görülen  evleri, insanları, cadıları  diri diri  yakma; 1993’de Sivas’ta Madımak Otelin de tekrarlandığında, toplumca  dehşete düşülmemesi de  acaba bu yakmalı, yıkmalı geçmiş yüzünden miydi?– malları, hayvanları yağmalanan, kadınlarına tecavüz edilen, kaçırılan  Ermeniler hemen katledilmeye başlandığında; 1915 öncesinde Osmanlı’da Ermeni milletinin Nuh Tufan’ını andığı su serpme bayramı  Vardavar’ın kutlandığı  28 Nisan Pazar günü  Muş’taki Ermenilerin  de büyük kısmı   öldürülecek ya da   Aradzani (Murat) nehrinde boğdurulacak, Diyarbekir,  Elazığ yolunda telef olmayıp  kendilerine ayrılan;  Talat Paşanın  tehcirden on ay önce Meclisi Mebusan da   “…bu muhacirleri dedikleri gibi, oralara gönderip çöllere serpecek olsaydık, oralarda cümlesi açlıktan öleceklerdi…” itirafını ettiği,  tarihe  bir milletin yok edildiği yer  kazınan Suriye Deyri-zor (Deyru’z-zur) çölüne ulaşanlar da bir deri bir kemik  hastalıklarla boğuştuğunda;  adının anlamını, kim tarafından konulduğunu hiç  merak etmeyip  yıllar, yıllar sonra ilk yerleşimi başlatan  Ermeni Prensi; Ermenice gül, Zazaca da  vare-to (senin yaylan) anlamındaki Vart-an’ın adına  Varto  denildiğini   öğrendiğin   Gımgım   Kaymakamı da   mahallelerinde, köylerinde bir araya  topladığı  ‘malınızdan, mülkünüzden götürebilecek kadarını  alın yanınıza  güzergah boyunca–kurda kuzunun  teslimi; o tarihlerde  adı  Aşiret Süvari alayı olarak değiştirilmiş Hamidiye Alayları, aşiret atlılarından oluşan – asker    refakatinde  olacaksınız, gidiyorsunuz !  ‘ talimatını verdiği ;  istila,  sefer, baskın, savaş da, kavgada mala, mülke el koymayı, yağmayı, talanı resmileştirmiş sonrasında da alay edercesine  “çok söz yalansız, çok mal haramsız olmaz “  atasözünü  literatürüne eklemiş; edebiyatta gerçekçiliğin babası   Balzac’ın  “her büyük servetin arkasında bir suç gizlidir”   ifşasının  Osmanlıda hep zuhuru  Ermenilerin paylaşılacak herkese yetecek büyüklükteki mal varlıkları;  o ana değin  mezhep farklılıkları husumet  gerekçesi olsa da, alt satırda gizlenmiş duygu, düşünce; aşiretin, ocağın sınırını genişletecek topraklara,  mensuplarını zenginleştirecek mallara  çökme olduğundan; sürekli   kavga, çatışma, çekişme  içindeki ehl-i zimmet dışındaki her tebaa,  tarikat, her aşiret, her mezhep, her kesim, köken  gibi Kürdistan’da ki  Kürt, Türk, Çerkez,  Alevi, Sünni  aşiretler; Cibranlılar,  Hormekliler, Lolanlılar, Hıranlılar vs. aralarındaki anlaşmazlıkları anında bitirip ‘hepimiz ümmeti Muhammed’iz, her aşiret, cemaat, tebaa civarındaki  Ermenilerin arazilerini, mallarını  paylaşsın, kimse diğerininkine  el atmasın’ defacto  uzlaşmayla, tehcirin uygulanmasını  tetikte beklerken; ‘yeni bir ses, insanca bir çığlık arıyorduk, kaybolmakta olan bir memleketin sahipsiz şehrinin, sahipsiz sakinleriydik çünkü’ çaresizliğindeki   zengin  Ermeni aileleri;  Muşta yaşayan   Keşişyan, Mezrigyan, Baduhasyan, Amriğyan,  Varto’lu Simo Korki, Arp, Gırp, Agi, Makar’ları  ‘korurum…koruruz’  vaadiyle evlerine alıp  altınlarının, paralarının, mücevherlerinin miktarını, yerlerini belirledikten sonra; birlikte el koyacakları  devlet yetkililerine teslim edecekler; evlerinden, dükkân ve mağazalarından aldıkları  menkul mallar; mobilyaları, çamaşırları, giysileri,  ziynet eşyaları; yüzükler, bilezikler ve  kolyeleri, âlet edevatları, silahları depo kullanacakları Kiliselere, konaklara, büyük binalara istifleyecek;Ümmeti Muhammed ‘in ilgi alanı olmadığından yüzüne bakılmayan müzik âletleri, piyanoları isteyene bedava veren  paşaların, tabur, alay  komutanlarının, askerlerin,  valilerin, kaymakamların, aşiret liderlerinin yağmalarından  geriye göstermelik olarak bıraktıkları malların   satışı için kurulan  komisyonlar aracılığıyla –“bir Ermeni’nin kütüphanesinde ki 30 ciltten oluşan Fransız eserlerini  50 kuruşa (9 DM)” ;  değerli halıları, kilimleri, ipek giysileri, vazoları, bakırları, gümüş sigara tabakalıklarını 2 mecidiyeye– yine kendileri tarafından alınması komedisinde ki  satıştan elde edilen  gelirde eğer mahallinde  iç edilmemişse devlet hazinesine  aktarılırken,  18 deveye  yüklü malları  başka yerlere,  paye-i tahta   götüren kervanları  izleyen elinde yetki olmadığından yağmaya katılamamış halkın  ‘ bre vicdansızlar, deyyuslar bu nasıl bir aç gözlülüktür,  azıcık da  bize  bıraksaydınız,  ye ye …al al doymadılar,  ne var ne yok  hepsini toplayıp, yüklediler,  götürüyorlar ’ siteminin ömrü de  buza yazılan yazı  kadar  olacaktı. Sıra  taşınamadığından götüremedikleri,  talan edemedikleri gayri menkullere geldiğinde;  koca mecliste tek bir mebusun “….beni kolumdan tut, köyümden dışarı at, malımı mülkümü de sonra sat, bu hiçbir vakitte caiz değildir”le karşı çıktığı, 13 Eylül 1915’te kabul edilen  “Geçici Müsadere ve Kamulaştırma Kanunu”yla “Emvâl-i Metruke”  terk edilmiş mal tanımlanan Ermenilerin tüm  gayrimenkullerine,  arazilerine, çiftlik hayvanlarına, evlerine el konulacak ancak, dünyadaki gelişmeler, İstanbul’un işgali,  Osmanlının yıkılışı yüzünden  tamamlanamayan dağıtımın, bölüşümün devredildiği   Cumhuriyet’i kuran  kadroların,  sivil askeri bürokratların;  1950’li yılların ortalarına kadar kendileri, çevreleri tarafından el koyduktan sonra  arta kalan  “Emvâl-i Metruke”lerde yönetimi  desteklemelerinin, işbirliği yapmalarının mükafatı olarak kağıt üzerinde  üç, beş kuruşa satışını gösterdikleri mezhep, etnik köken, cemaat, tarikat aşiret ve ailelerin   temsilcilerine  bölüştürülmesinden Varto’da ki müttefikleri  Hormekliler de   nasibini alacaktı.

İşte annenin miras dışı bırakılmanın acısıyla  “53’de o kış zamanı   amcam  bu pisliklerle uğraşıyormuş  Varto’ya gitmiş,  arsayı üzerine tapulamak için….’ kızgınlığının; Kuzik’ten M. Halité Halité’n ‘ valla parasını aldı, cebine attı İbrahimé Alié  İbrahimé Talo, sonra  ben sizden  300 değil 200 metrekarenin parasını aldım deyip o kadarını tapuladı  ’ şikayetinin,  yetmişli yıllarda  ölüm döşeğinde oğlu  İbrahim’e ‘laoo… keko ma, oğul  ben daha sağken Gımgım da  bana sattıkları arsanın tapusunu al,  yoksa  amcan oğulları  (Hüseyiné Alié İbrahimé Talo) Eliye Uso’yla  İbo (İbrahimé Alié İbrahimé Talo ) ilerde sana zorluk çıkarır. Üstelik istedikleri paradan bir kat daha fazla,   500 TL  ödedim ’ dediği yeğeni    İbrahimé Alié’nin de  ölmeden  oğullarına ‘apé, amcam  Hasané İbrahimé Talo’ya   arsasının tapusunu vermeyi unutmayın, adamların hakkıdır, parasını vermişlerdir’  vasiyet silsilesinin nedeni; bir zamanlar Varto’nun Sesi gazetesinin basıldığı matbaanın da bulunduğu önce Hükümet sonrasında elbette Atatürk adı verilen caddedekiler de dahil; hizmetleri karşılığında devletin, aralarında Lolanlı Kocadağ’lar, Mustafaé Zeynelé ağanın torunları  Hormek ağlarına, beylerine, Alié Haydaré Zeynelé İbrahimé Talo’ya  yasallığını sağlama adına cüzi bir paraya satın  almak  için  idareyle anlaşan ancak tapulama aşamasını tamamlayamadan öldürülen  annenin babası  Efendi; Mehmeté Şerifé Alié İbrahimé Talo’dan  sonra  hakim oğlunun, iki amcasıyla kendi   üzerine  tapuladığı; akrabalarına –amcaları  Hasané (Hesene) İbrahimé Talo’ya, amca çocuğu da olan  Alié Haydaré  Süleymané ( Sılıman)’a, M. Halité Halité–Varto’lulara parsel, parsel satışını yaptıkları, bugün  devletle aşiretinin ilişkilerini sağlamlaştırmış Efendi; Mehmeté Şerifé Alié İbrahimé Talo’nun kız çocukları hariç,  torunlarının, yetim kardeşi  Hasané Alié İbrahimé Talo’yu  okutmasının ( ağabeyliğin)  bedelini  ‘biz çalıştık, seni okuttuk, müfettiş yaptık… emeğimiz çoktur bu arazilere şimdi tapu giriyor, sen bana vekaletname ver ki takip edeyim’le elinden aldığı vekaletnameyi kullanıp  hissesini  üzerine yaparak tahsil eden İbrahimé Alié İbrahimé Talo’nun bu üçkağıtçılığını ‘babam her sene teneke kavurma, bal, dorak, peynir gönderiyordu , üzerine tapu ettiği hisseler onların karşılığıydı’ diyerek  devrimci ahlakının bir köşesine sığdıran “Ermeni Tehcirini” kınamış  devrimci dayın gibi  ailede kendini solcu, devrimci, ilerici  tanımlamış, mücadelesini vermiş dayılarının, kuzenlerinin,   bir daire, bir dükkan için  birbirleriyle kavgaya tutuştukları, düşmanlık besledikleri  üzerinde dört  bloklu apartman , 8 dükkanın bulunduğu   “BİM” sitesinin yükseldiği  dönümlerce arazinin  sahibi Ermeni Tehciri kurbanlarından  1949 tarihli  tapuda “  …  ermen milletinden hazineye intikalı”yla adı geçen Simo Korki Veladanı Hovikden’di. ‘Dedelerimiz 1700’lerde Darabi’den Kasman’a, Badan’a, Emeran’a, Zengel’e gelip yerleştiklerinde, gördüğün  bütün bu araziler; Emeran’da  hala  sahiplerin adıyla anılan  Selimê İsaê’nın  üzerine tapuladığı mergệ Agi (Aginin çayırı), Agoy, mergệ Markar, Gırp, Geyri, Bejan… Kasmanda İbrahimệ Talo’ya  ait  mergệ Hope, mergệ Seterıj çayırları, Alié  Dılmış (Eliye Dılmış) ‘ın mezre Eliağa’da  üzerine  ev  yaptığı 200 dönüm arazi  Osmanlı’dan öncede bu topraklarda yaşamış, yerleşmiş  Ermenilerindi. Gılo, gulamın a bu Dılmışlar; diğer aşiretler  gibi kavgacı, direngen değildiler,  çatışmaktan çekinirlerdi. Çene Küçükağa’ya ‘ben bilirim amcam Hallo (Halil) İbrahimệ Talo beni öldürecek’ diyen babam  öldürüldükten sonra babaannem Fidan’a  amcam Hüseyin’in eline geçtiğinden belki de kıskançlığından saklamayıp  orda burda bir yerlerde kaybolup giden’   başsağlığı telgrafı yollamış CHP Genel Başkanı, Başbakan  İnönü’nün  ‘Ankara’ya gel, burda yerleş,  milletvekili ol’  teklifini  ‘ eree Şerif bu dedelerinin  topraklarını kime emanet edeceksin.Sen hepimizin gözü kulağı,  eli kolusun, gitme’ aklını vererek  red etmesine sebep olmasaydı… bugün kim bilir  hangi mevkide ve yaşıyor olacaktı Efendi’ dedikleri, önemli davaları öncesinde illaki gidip duasını,  görüşünü aldığı  ölümün ardından  yazdığı

“Ne geceler ona misafir kaldım,

Yıllarca onunla sevgiye daldım,

Muhabbet dersini ben ondan aldım.

Gitti bu illeri viran eyledi.

Dolaştı gökleri seyran eyledi.

Benimle yaşadı gezdi dünyada.

Göçtü gitti gözüm kaldı arkada.

Hasretinle kaldım cevrü cefada.

Gitti bu illeri viran eyledi.

Yaktı dostum beni püryan eyledi.

İçin için ona ağlar yanarım,

Yıllar geçti hala onu ararım.

Her yerde benimle gezer sanarım.

Gitti dostum yurdun viran eyledi.

Dolaştı gökleri seyran eyledi.” mısralarının  acısını anlatmaya  yetmediği Efendi’nin öte dostu, Hanesli’nin kocası Piro  Seys  Süleyman (Sılıman) da; Karer’de ki çe tekyadan  (dede ocağından) iki üç hanesiyle göçüp  yerleştiğinde   A(E)meran’a,  kara meşe ağaçlarıyla çevrili bir korunun da bulunduğu mezarlığın yanındaki mergệ  Eliye’yi gözüne kestirir. Cumhuriyet’in ilanından sonraki yıllar bindokuzyüzotuzların sonu, kırkların başına doğru  avluda bağlı atı  Zülfikar ‘ı gören  geniş  balkonda, üstünde  saçlarıyla uyumlu  siyah beyaz kırçıllı takım elbisesini tamamlayan  siyah  kravatı ve yeleğiyle  oturduğu   kürsüde, pantolonun paçalarını içine koyduğu  siyah çizmelerine   elindeki  siyah kırbacıyla  hafifçe vuruyorken ‘bra  Şerif ! Efendi ! Ben derim ki bu Eliye Dılmış’la  konuşsak,  mergệ Eliyenin bir kısmını satsa bana, üzerine genişçe bir ev yapsam. Geldiğinde  görüyorsun sende,  bu ev  geleni, gideni  talipleri kaldıramıyor artık, küçük geliyor, yetmiyor. Mergệ Eliye Emeran’a da  uzak,  sessiz, sakin  çokta güzel, yemyeşil  bir yer. Başları göğe eren kavaklar,  ağaçlar hele kökleri genişçe bir alana dağılmış bir meşe var; yüzyıllık. Altına atarız  bir masa; çağırırız  Aliê Haydarê Zeynelê’, Aliê Haydarê  Selimê, bir kaç dostu daha… offfff  mergé Eliye de  bülbül seslerinin, çiçek, çimen kokularının  ortasında  her daim  demlenir, coşarken, alırsın  eline defterini, kalemini

“Gel sevdiğim sende benim gibi yan

Benim içimde

Gözlere görünmeyen

Fırtınalar

Gözlere görünmeyen

Kasırgalar vardı

Ben bir dağ değil

Bir alemdim.

Ne bildim rüyada yahut bidârim “

yaz, dur. Hem zaten araştırdım ben,  geçenlerde Gımgıma indiğimde Hükümet Konağına gidip sordum mergệ Eliye   tapusu yok, gözüküyor. Ermenilerin  malı değil mi mergệ Eliye ? yani kimsenin malını elinden almış  sayılacak bir hal,  yoktur ortada’ diyen Seys Sılıman gibi onlarca   insanın  yolda gördüm, biri düşürmüş aldım, ben almasam başkası alacaktı bak ! nasıl da güzel bir gözlük…kalem…saat…cüzdan… telefon… anahtarlık… atkı… eldiven…şemsiye…on kuruş, beş paraya çökenin, bir süre sonra  çöktüğünü, çaldığını unutup malıymışçasına  koruyup, kolladığı  başına bir şey geldiğinde  ‘saatimi… anahtarlığımı…telefonumu …cüzdanımı kaybettim, üzerine su, çay kahve  döküldü işe yaramaz artık, çok üzüldüm’ tıynıyetin de,  çöktüğünü, çaldığını sahibine   teslimi de   düşünmeyeceklerini unutmadan; mergệ Eliyeyi satsın diye  elçi olarak göndereceği Selimê İsaê’ye, Eliye Dılmış’ın  ‘ baooo Efendi’ye söyle, yanımda yeri herkesten farklı, apayrıdır. Gönlümdeki  ağırlığı da her zaman  fazladır.Benim ona sevgim, saygım sonsuzdur  ama  bu toprak bana dedemden kaldı,  durduk zamanda niye satayım?’ –  ‘Eree Keko, Eliye Dılmış, sende, bende biliriz buranın, mergé Eliyenin  sahibinin hüviyetini.’ –‘ Keke , Selim ağa ! orda dur Selimê İsaê ağa ! bunu söylerken biraz yüz olur insan da . Sende bende, bütün bu civar da bilir buradaki arazilerin  sahibinin kim olduğunu. Ama biz mi yolladık Ermenileri,  Osmanlı, idare gönderdi.Ben mergé Eliye’yi almasam , başkası,  kesinlikle de  orayı da sen alacaktın’  –‘ Eree Eliye, deden rahmetli Hesene Çor hepimizden akıllı ve  erken davrandı. Daha köyden çıkmadan Gırp’lar, gözlerinin önünde çevirdi çayırın etrafını, hanesini  getirdi, yerleşti. Ama sende bilirsin buranın tapusu  üzerinde değil, yıllarca  ektiniz,  biçtiniz  iyi  mahsul aldınız, ot sattınız kazandınız.Şimdi  Eliye Dılmış, ağa ma , sana yalan demem, Seys Sılıman burayı çok beğenmiş , çayırın  bir kısmını ona ver, sat yoksa bu iş hükümet kapısında çözülür, zararlı çıkan sen olursun. Efendi diyor ki gelsin  bu işi  iyilikle, rızasıyla halledelim’in sonunu   tahmine gerek var mı? Var diyorsan okuyucu,  mergệ Eliye’de çıkan  yangının telef ettiği  ev damına  tüfeklerden atılan  kurşun seslerinin  karanlığını  deldiği gecenin sabahında, yangından kurtarılmış üç, beş parça  eşyalarını, çocuklarını, kadınlarını  yükledikleri  kağnı arabasını takip eden  malları, at ve eşekleriyle  Eliye Dılmış’ın,  aşiretinin   Karlıova yolunda görülmesinin haftasında;  200 dönüm arazinin Seys  Sılıman’a tapulanmasının ardından yüzyıllık  meşenin altında  toplanmış  Aliê Haydarê Zeynelê,  Romiê Selimê ’li  dost meclisinde

“kurulmuş kalçıkta  bir meclisi mey,

İnletti bahçeyi sazlar ile ney.

Gönüllere neşe vermişti bade.

Zamanın geçişi gelemezdi yâde.

Gönüller birliği meclisi sardı,

Sâkinin elinde döner peyâl e.

Herkes, her şey dalmış neşe sürura.

Mehtap , yıldızları boğmuştu nura,

Bulmuştum bu bağda ebedi hayat.

Sanki gelmiş bana haktan teminat”

şiirini huşuyla okuyan Efendi’nin,

“Yanımda arkadaşım gene bizim Haydar.

Ben Haydarı çok severim

Çünkü o bir âlemdir

O bir gönül, o bir demdir” ithafını ettiği,  at sırtında birlikte çok vakit geçirdikleri, herkes gibi  altın, para peşindeyken bir yandan da  Ermenilerin terk ettiği evlerden  Voltaire,  Balzac,  Hugo, Rousseau’nun kitaplarını toplayıp kendine  kütüphane yapmış, Arapça, Farsça   bilen,   alim  Aliê Haydarê  Selimê; dünya yetişemeyecek, kavramayacak kadar hızla değişirken anlamıyorum demiştin sende okuyucun gibi İlhan’a, yüzyıllardır  pek çok ortak değeri, kökeni, kelimeyi, geleneği paylaşmalarına karşın  aynı köyde yaşasalar dahi hâlâ insanların mezhep farklığını bu derece  öne çıkarıp  birbirlerini yabancılaştırmalarını, ötekileştirmelerini. Mezhebi farklı köyler arası çatışmaların ortasında, 1905 yılında Hormekli köylülerin Emeran’a 13 km. uzalıktaki  Karlıova Karkapazar’a (Karğabazar ) sefer düzenlendikleri , “ Kızılbaşların katli helaldir “ fetvalarının  verdirildiği Osmanlı İmparatorluğu  çok eskilerde kalmış gibi geliyorsa da demişti O’ da, Osmanlı’nın mezheplerle, kökenlerle  çatışmalarını, yanlışlarını, ötekileştirmesini  tekrarlayan  Cumhuriyet  henüz yüz yaşında bile değil yani daha olgunlaşmış sayılmaz. Demem o ki,  demokrasi, insan hakları, adalet eksikliği tamamlanıp, eşit yurttaşlık gerçekleştirilmediği müddetçe,  geçmişte olan bugünde, yarında devam edeceğinden, ettirileceğinden  bu birbirini ötekileştirme, düşmanlaştırma sürüp gidecek, toplumda  da‘  bizimkiler… sizinkiler’ ayrımında  mezhepsel, dinsel, dilsel farklılıklarını  hep öne çıkacaktır.’ –‘ Haklısın, annem mesela bir yere gitsek “nerelisin?” dense hemen “Muş Varto” der ardından alelacele ekler ‘Aleviyiz biz’ Bunu da son elli yıldır diyor,  önceleri mezhebini açıklamaktan da korkar ‘Varto’luyum’ der,  anlayan da anlardı. Sonra Alevilik laiklikle, ilericilikle, medeniyetle eşleştirildiğinden bir güven geldi, tam bir Cumhuriyet kadını olan devrimci anneme demiştin sende’ benim annem de öyleydi diye atılmıştı teyzen oğlu  Sırrı, eve biri gelsin güvenilirliğini  “şarê ma” (bizim insanımız)’la tasdiklerdi, fark ettin mi bilmiyorum, bizimkiler  çoğu zaman  “a o tirk (Türktür), a o kurmanç (kurmancdır) hata tıpkı kendisi gibi aynı dilin farklı şivesini konuşanı da  “a o lolıja, Dılmışa ”  diye keskin bir hatla kendinden ayırır, “öteki” yerine koyar. Alevilerin ekseriyeti Zazaca konuştuğundan  Kurmanci lehçesinin konuşulduğu  köyleri, insanları  “Kurd (Kürt)  “kurmanc”la Sünnilikle özdeşleştirirlerdi. Babaannem Kurmanj(c) bir Aleviden  daha çok Alevi ritüellerini, geleneklerini  yerine getirirdi ama  ölene kadar Kurmanj’lıktan kurtulamadı;  bizim köylülerin hayatlarının odağında ki ‘“a o Kürt”lerin  saldırısına uğradıklarını sonradan öğreneceği Hınıs’da bir köyden geçerken,  duyduğu  silah sesleri  üzerine mavzeriyle siper alarak yanlarında çarpıştığı, birlikte   kazandıkları zaferi ‘Hızır gibi yetişip, Hz. Ali gibi çarpışmasaydın şimdi kim bilir ne halde, kimin arkasından ağıt yakıyorduk. Kimlerdesin, nesin, necisin bilmeyiz.Ama senin gibi  cengaver bir adamımız, damadımız olsun isteriz’ övgüsüyle   kutlayan Babaguş ailesinin  hediyesi Hıdıze’yle evlenmişti. Ağzında  güldüğünde parıldayan iki altın dişi gözüken,  hep takım elbise, kravatla dolaşan Cumhuriyet ilan  edildikten  sonra bir ara Üstükran (Çaylar) nahiyesinin  müdürlüğünü  de yapmış, iki kızı ama erkek çocuğu olmayınca Hıdıze’nin üzerine yeğeni Doğanê Romiê Haydarê  Selimê ‘le evlenen Zengel’li  Yusufê  Mahmutê’n  kızlarından  Zozan’ın kardeşi Hakife’yi kuma getirmiş, yedi oğlan , altı kız çocuğu  sayesinde  tarla, tapan işiyle uğraşmayıp  zamanını  Palakada  Kuran, kitap okuyarak, Efendi’yle dağ, taş, köy, şehir gezerek  geçirmiş,  her yerde   ‘bu hiç bizlere benzemez, aksinin tekdir aklından ne geçer belli değil’ diyerek kızdıkları, sevmediklerini açıkça beyan ettikleri  kardeşleri Aliê Selimê ağa, altmış  yaşında,  amcaoğlu  Aliê (Eliye) Mahmutê’dı yok yere öldürdüğünde ‘biz dereza Eli’ye Mahmudu  boşa sevmemiştik’le kendince   haklılıkları  kanıtlanmış saymış Aliê Haydarê  Selimê’le , Romi’den, evladı Belkız’ı  katletmiş  Veliê Agaê’dan akrabasını öldürmüş   Aliê Selimê, Hüseyiné  Mustafaé,  Veliê İbrahimé Talo’dan habersizliğinde ‘oyyy bu Talo ailesi, çe Talo  bir felakettir.Bu soy…bu soyun, mayası bozuktur.Kardeş kardeşi vurmuştur,  ben ne yapayım?’ yakınmasını  doğrulayan  olayların   yaşanmasından  çok zaman önce    ‘çene…çene, kız…kız  eskiden çe Talo’da    ‘köpek  akraba, ata ararsa…isterse amcasını kurt, dayısını tilki sayar’ derlerdi. Hormekli Mala Fero(an)lar, bizimkiler kadar birbirlerine düşman sülale   dünyada  bulunmaz.Ele, yabancıya, başkasına  kendilerini yer, kul  etmişler ama akrabalarına, ev damındakilerine kan kusturmuşlardır. Öyle ki çekememezliğin  – Hormeklilerin aşiret içi kollarından Fer(o)anlıların  Cibran aşiretinin  Halilanlar;  Pircanıjlar da Teymüranlar koluyla  birlikteliği gibi– düşmanla dahi  ittifak, işbirliği yaptırdığını  bildiğinden, yaşadığından    sık sık ‘Hz. Mevlana bile dayanamamış da “köpeklerin kardeşliği aralarına kemik atılıncaya kadardır” diyen, her sabah kalktığında ‘Heko…Heko, Hego, Hego; Allahım, Allahım sen !  önce evdeki dosta fırsat verme, sonra dışarıdaki düşmana ‘  duasını ettiğini  gördüğümden bir gün   ‘ daye … mayemı anne?   insanın dostu  ne yapar ki? böyle dua ediyorsun’   yüzünde o an için anlam vermediğim  büyük bir  acı ve üzüntüyle bana ’  oyyyy yavrum…kệnam, çene ma…kızım, kızım  evdeki dost  fırsat bulsa düşmandan beterdir.Onun için Allah dışarıdaki değil önce içerdeki dost düşmandan korusun hepimizi’ demiş çene Küçükağanın ne kadar doğru konuştuğunu  başta babamın amcası; Cibran lideri kaymakam  Mahmut beyin  aile içi  anlaşmazlıktan dolayı  akrabası tarafından öldürülmesi gibi onlarca  olayı duydukça, öğrendikçe anladığımdan   boşuna mı diyordum ben bunların  annesiyim, kimse evladı için  kötü bir şey konuşmak, düşünmek istemez ama Allah kimseyi benim çocuklarımın düşmanı etmesin, ablalarıydın sana  neler yaptılar görmedin mi?’  uyarılarını dikkate almadığın, yıllar, geçtikçe;  demek Gımgım’a ilk geldiklerinde göçebelikten bıktıklarından bir yerde tutunmak , kök salmak için başka çareleri olmadığındanmış  sülaledekilerin  birbirlerine kilitlenmeleri, birlikte hareket etmeleri yoksa her aile, aşiret, cemaat, tarikat,  örgütte var olan düşman, karşıt gördüğüne  gösterilen  tahammülün, saygının, övgünün, mütevaziliğin ve dahi sevginin binde birinin; içindekilere, mensuplarına  gösterilmediği, amcanın yeğeni, yeğenin  amcayı vurabildiği, öldürebildiği ilişkiler ağında Mala Fero(an)larda aralarında birinin  bir adım öne geçtiğini, devletçe, toplumca kabullenilip, sevgi  ve saygıyla anıldığını fark ettiklerinde belki de  aynı koşullarda yetiştiklerinden, aynı eğitim aldıklarından ya da neyim eksik aynı akıl, boy pos bende de var psikozuna sahiplikten ayaklanan  “istemezük” , onun gibi düşünmüyoruz… o ayrı, biz ayrıyız… kendini ailenin lideri, büyüğü  sanıyor…o kim ?  olacak şey mi ?  filanca  dururken, aile adına konuşmak  ona mı kaldı’  kindarlığıyla   anında önü kesilerek yapacaklarının, yapmak isteyeceklerinin   engellenmesiyle  ortada birlikte  hareket eden bir sülale bırakmayan  Mala Fero(an)lar birbirilerini yiyip bitirdiler işte diye düşünüp  hak verdiğin annenin çok geç anladığını,  hayatı cennete,  cehennemin dibine çekecek,  her   insana,  her kesime  diğer bir insanın,  kesimin; evlada anneyle babasının; ebeveyne  evladının;  kardeşe kardeşinin; amcaya   yeğeninin; komşuya  komşusunun; yönetene yönettiğinin  kuyusunu kazdırtan asırlar geçse de insanın doğasında var olan, değişmeyecek  ;  hırs, iktidar, güç, kudret, nefret, intikam,  aldatma, kavga barındıran  duygular  yüzünden,   birbirlerine, diğerlerine karşı üstünlük sağlama peşinde, kimse  kimsenin  gözünün yaşına da bakmayacağından, hep bir  kavga, kaos, anarşi, vahşet  halinin devamında  “hayatta kalmak, kendini korumak”  için her şeyi yaparak   egemen olmayı aşan her şeyin  sahibi olarak karar alma, verme, kazanma  savaşında,  senin onbinlerce yıl… bin yıl hatta yüzbin  yıl öncesi, yüzyıllar sonrası için de haklılığına inandığın, herkesin de  ‘ne kadar da doğru’yla  tasdiklediği  “homo homini lupus; insanın insana  kurtluğunda”    birbirilerine  saldıracakların, saldırılarını   önlemek adına bir araya gelip yapacakları toplum sözleşmesiyle bir daha  geri istemeyecek kaydıyla  haklarını devredecekleri kurumu – bahsettiği hak  devrinin asırlar öncesi  dinlerin, biat kültürünün etkisindeki tek adama, tek yönetime; Peygamberlere, Halifelere, Padişahlara, Paşalara, aşiret, parti, örgüt liderlerine; hacılara, hocalara,  erkeklere  yapıldığı Ortadoğu coğrafyasındaki  toplumlarda çoktan gerçekleştiğini bilmeyecek  yabancılığından yeni bir şeymişcesine, keşifmişcesine– anlattığı Leviathan eserini   iki asır sonra okuduğunda  ihtimaldir ki  haklarının devrini ‘ ne diyon kardaşım ? önümüze koyduğun çözüme bak ! insanın vazgeçemeyeceği  tek şey özgürlüktür… özgürlük‘  çığlıkları atarak,  kağıda kaleme sarılan Jean Jacgues Rousseau’ya  özgün  kuramlarını  geliştirmesinde yardım  ettiğinden meşrutiyetin, mutlakıyetin  ateşli savunucusu 17. yy İngiliz siyasetçisi, felsefecisi Thomas Hobbes beyciğime   dünyayı etkileyen  Fransız devrimine ilham ve imkan  kaynaklığından dolayı  saygılar, sevgiler  sunarak… eyyy bu romanı yazan yazarcığın ordan oraya  üç adım  atlayan dimağından yorulmuş çaresiz okuyucu; sende kabul edersin ki her zaman ve hâlâ birbirinin kanını içmeye, entrikaya, doyamamanın getirdiği  ‘hele bakın şuna, daha düne kadar adı, esamesi  okunmuyordu’  kıskançlığından göz karartıp her şeyi yakıp yıktırdığından gaddarlaşanlar için  ‘ana, baba, evlat,  kardeşin; akraba, amca, yeğenin  bir şey ifade  etmediğinin  gözleneceği geçmişlerini irdeleyebilselerdi…yüzleşebilselerdi   Cibran, Çarekan, Haydaran, Hasenan, Lolan, …, …, ve  Hormek  aşiret liderleri, ileri gelenleri; çatışmayla, savaşla birbirlerinin kanını  dökeceklerine, onlarca mensuplarını kaybedeceklerine, illaki  bir gün gerçekleşeceğinden  ‘bilmez misiniz?  bunlar  bir gözükür arkadan da birbirlerinin altını oyar, kuyusunu kazarlar, bu  her zaman böyle olmuştur.Onun için sabır…sabır,  seyredin ve bekleyin .Görün , bakın nasılda kendi kendilerini imha edecekler. Yalnızca sabredin’  öngörüsünde  had safhaya ulaşacak çekememezliğin, lider kavgasının sonunda  rakip  aşiretin kendi kendisini yok etmesini  bekleyeceklerdi. Niye bu kimsenin aklına gelmedi şimdiye kadar?Bu ‘yalnızca sabredin’  yöntemi sayesinde bir bakmışsın  aşiretler, devletler  arası kavgalar, savaşlar da sona erivermiş, sana da   Nobel Barış ödülü kazandırırmış ! pek bi akıllıymışsın Adam Smith, John Stuart Mill, Kapital’i yazmış Marx’ın, sosyolojinin babalarından  Auguste  Comte, Max Weber, Saint Simon’un mezarından ters dönmesini beklemeden tek satırda  ‘ geç  bunları anam, babam geççç’  yazarak  devam et ! birbirlerini öldürecek kadar nefret yüklü, kindar Hormekliler  arasındaki  kavgaların, küslüklerin, çekememezliğin sonucu onca olaydan  yalnızca  biriydi  Aliê Selimê’n  altmış  yaşında yeğeninin  katili olması. İnanması zor da olsa    aralarında hiçbir nahoş olay geçmediği, somut bir zarar görmediği  halde  sırf hoşlanmadığından, nefret ettiğinden ; nedir bu şaşırmış hallerin eyy okuyucu ! sana bir şey yapmadığı halde nedensiz hiç mi  sevmedin birini, sevdiğin gibi? Bazen    ‘bana bir şey yapmış da değil ama sevmiyorum, onda beni rahatsız eden bir şey var, çözemiyorum, anlatamıyorum. Mesela yanında konuşmaya, cümle kurmaya çekindiğimiz Cengiz öyle biri benim hayatımda.Tamam ,  Dil,  Tarih mezunu,  şairsin  anladık da  – hayatın neresine ne anlam yükler “ki” ,”ve”, “da”, “de”  bağlaçları, ondan da vazgeçtim– nedir  sürekli  başkalarının konuşurken  kurduğu cümleyi ‘önce de, da , ki nin  nasıl kullanacağını   öğren  sonra  görüşlerini beyan et’ düzeltmeleri.Hayır ! okulda Türkçe , edebiyat  sınavında ya da önemli bir toplantıda, konferansta  değiliz ki konuşmamıza dikkat edelim, alt üstü yürüyor ya da bir yerde oturmuş kahve içiyor, şunun şurasında sohbet ediyoruz, niye limon sıkıyorsun  be adam ! Günlük , spontane konuşmada dil bilgisi kurallarına riayet mümkün mü?Özelliği, karakterinin bir parçası  yaptığından ancak  Cengiz gibi biri  günün yirmi dört saati noktaya, virgüle hatta noktalı virgüle uygun  Mücap Ofluoğlu tonunda, ağdalı sesle ağır teatral bir konuşma yapabilir. Karşısındakinin ve kendinin Twitter  ergeni gibi sürekli tetikte kalmasını sağladığından,  eziyet çektirmekten başka bir halta yaradığı da yok bu yaptığının. Geçen gün konuşma arasında bilerek ‘nalet ’ dedim anında  baş öğretmen müdahalesi ‘ancak nalet değil tabii o lanet…Allahın köylüsü’ – ‘nasılda düştün? bilerek ‘nalet ’  kullandım, bakalım ne yapacaksın ’   – ‘ ne yapayım kendimi alamıyorum,  mesleğim bu, editörlük’ açıklamasıyla ortalığı yumuşatmaya çalışan, ne bileyim işte, kalitesiz,  çıkarları için her şeyi yapan, kendini düşüncelerini eylemlerini parlatan  yüzsüzlükte   dikine dikine gidip   olumsuzlukla karşılaşınca , karşı çıkılınca da hiç bir şeye sebep olmamış, meydan vermemiş, kimseyi kırmamış, yargılamamış, bir şey  olmamış, yapmamış  gibi davranıp “n’apıyım ben böyleyim işte kabul edersin, etmezsin sen bilirsin ‘– ‘benden ancak bu olur ‘ restini çekip  kendisinin yapmadığını başkasından bekleyip  ‘yanlışlarımla sev beni, kabullen‘ düşüncesini yerleştirerek bir nevi dokunulmazlık kazanmak  isteyen çoğunluktan  sıkıldım artık ki  ne yazık ki çevremiz  de  bu sinir bozucu karakterler, tiplerle çevrildi.Halbuki hepimizin parlayan yanları olduğu gibi karanlık, izbe yanları da var. Ama işte o ‘mesleğim bu, editörüm aynı zamanda’  konuşma tarzı   anında soğuttu  beni şairden zira yaptıkların, düşünce ve tavırların  karşındakini yaralıyorsa “ben buyum” demekle yırtmamalı insanlar, böylelerini yontmak, traşlamak , ayar vermek  lazım kızım   diye  düşünerek  ‘yalnız akşam Birhan Keskin okudum, şiirlerinden notlar aldım  esinlendim sabah bir şiir yazdım’ anlatımından utanmayan sen editörüm ‘ başkasının eserinden çalıp sonra benim fikrim  denen “ intihali esinlenme “ adlandırıp emek sarf etmeden  kendini bir yerde konumlandıran günümüzün trendi esinlemeci  şairlerden, yazarlardan  olabilirsin ama ben ne editör , ne senin meslektaşın değilim, onun için bu ağzımızdan çıkan her şeyi düzeltme alışkanlığın hoş değil ’ diyebilecekken  sırf günlük bazen  bir saate sığan ilişkiyi bozup da  yeni sorunlar açmayayım başıma; doğru valla öyle olur, sen dersin  o da bir cevap verir, sen de alta kalmazsın, kayıkçı kavgasına dönüşür;  diye sustum.İtirafsan çekinilip dillendirilmese de;  karşısındakini duruşu, bakışı, oturuşu kalkışı, konuşması,  bir şeylere  vurgusuyla irrite eden sinirlendirici karakterler; ilerleyen zamanlarda sevilmeme durumlarını kesinleştirecek hatayı ya da sevimsizliği göze sokarak ‘zaten kimyam uyuşmamış, elektrik alamamıştım, altıncı hissim hiç yanıltmadı  beni ’yle  tanıdıklarını  haklarında  kötü düşünme belirsizliğinden  de kurtarmışlardır.Bak ne diyeceğim asında bir insanı hiçbir neden  yokken sevmek gibi, sevmemek bildiğin  ön yargı, peşin hüküm; her birimizin bilgi birikimi, kişiliği, inanışı, kültürü, yaydığı enerji farklı,  tanıştığımızın aurası tutmuşsa   kaynaşıyor, seviyoruz farklıysa öteliyoruz, tanımak istemiyoruz, bu yüzyılda galiba en akıllıcısı  “pokerface”  takılmak  böylece bireylerde  tahmin edemeyecekleri  sürprizlerle karşılaşabilir,  suistimallerinden de  kurtulur diyelim konuya dönelim, işte  auraları da  tutmadığından amcaoğlu Alibegê  Resulê’de intikamını ; hala köylerde devam eden psikopatlık; kin güttüğünün, sevmediğinin  tarlasına, ağaçlarının arasına  davarını salma,   hem hasmına çok zarar verdiğinden hem de  sadece bir kibrit, çakmak  gerektirdiğinden kolay; evi, mekanı, ahırı  tüm yılı aç geçirtecek senelik rızkı harmanı, herkes ancak kendisine yetecek kadarını   topladığından eğer  diğer köylerden  alacak durumda da değilsen,  kimse  kimseye de vermeyeceğinden tek çarenin  eldeki malları, hayvanları satmak olacağı kışlık yemi otları, samanlığı  yakıp kül ederek almak için  Kürtlere anlaşıp  Aliê Selimê’n samanlığını yaktırınca, Hasanê Aliê İbrahimê Talo’dan boşanmış   çene Alié Heyderé  Zeynelê Türkan’la evlenmiş  amcasının oğlu Gazié (Memişé) Alibegé; göğe yükselen dumanı, ateşi   görüp  yangını  toprak atarak söndürmek için  kaptığı gibi kapı önündeki küreği yardıma koştuğunda   elinde mavzer yangının etrafında dönüp duran Aliê Selimê’n ‘ yeğenim Emin ! sen misin?’ – ‘apé, apo benim, ben Memişe, yangını söndürmeye…’  duyar duymaz mavzeri  üzerine doğrultup ‘ bırak! bırak! yansın’ hışmından  korkarak  uzaklaştığında köy yolunda  karşılaştığı  Eminê (Doganê) Romiê ‘ye ‘ağa, keko sen gidiyorsun da  apo  Eliye Selim deli olmuştur,  bırakmıyor ki  yangını söndürelim’ – ‘ laooo , bilmez miyim  Eli huysuzun tekidir, ne yapacağı kime saldıracağı belli olmaz. Bende gitmeyecektim gel gör ki   senin karı, çene Alié Heyderé  Türkan,   bize gelmiştir   ‘kalk git, amcandır, büyüğündür, başı dardadır, birbirinizi sevmeseniz de kötü günde yanında ol’ deyince’ –’ doğru demiş  ama bırakmadı işte az daha beni öldürecekti’  konuşmasını yaparken,  yangın yerine doğru koşan  Aliê (Eliye) Mahmutê’n geldiğini  görünce  ‘eroo, errr hem yaktın, hem de arsızca, utanmadan söndürmeye mi geldin…sen kimi kandırıyorsun?’la  köylünün gözü önünde  tüfeğini   ateşleyip yangınla ilgisi olmayan   Aliê (Eliye) Mahmutê’du öldüren  sonra az biraz hapis yatıp afla dışarı çıkan Aliê Selimê’nin baş rolünü oynadığı bu vaka öyle yıllar önce değil 70’li yıllarda oldu. Ne yazıyordun, yine  nereye getirdin okuyucuyu ey yazarcık !  elinden, kaleminden, klavyenden çok çekeceğiz anlaşıldı, eee sonra? Sonra Emeran’da  Ermenilerin tehciri sonrası sadece Eliye Dılmış’ın değil,  çocuğu olmayan  Alta Ga-borj’ un  arazisine  de el koyuluyor. Ga-borjlar vardı…yok artık diyorsun içinden çağrışıma şaşarak   Avustralya yerlileri Aborjinlerin akrabası falan mıydı bunlar? Aklın kesiyor mu senin, Aborjinlerin kurtulmak için kıyım, katliam şahı Türkiye’ye gelecekleri? A bu Ga bizim dilde öküz demektir, bunlar çok önceden İran’da yaşarlarmış, Hz. Hüseyin Kerbela’ya giderken geri dönmesine mani olmak için  beyaz  öküzlerine binip arkasından gelip yolu kesen kabile bunlar işte. Bildiğin ihanet ! Ehl-i Beyt’in katline yardım etmişler sonra bir şekilde gelmiş yerleşmişler Emeran’a, Sünniyken de herhalde Ermenilerin yanında barınmak için Aleviyiz demişler, arazileri  yok tabii bunların,  Cepanik yaylasına çıkıp oralarda bir yerleri ekip biçiyorlar. Bunların başı Sisi Ga-borj çok fenaymış, fesatmış, karşılığında  mal, hayvan, silah almak için Hamidiye alaylarının desteklediği Cibranlılara  istihbarat vererek, 40 Hormeklinin öldürülmesine sebep olmuş’ – ‘nasıl becermiş o koşullarda bu işi?’ – ‘Atla ya kendisi  götürüyor ya da biriyle haber yolluyormuş;   Hormekli Mustafa yarın Üstükran’a  yağ almaya…satmaya gidecek ‘ diye ertesi gün Üstükran yolunda bir mavzer atışıyla öldürülüyor Mustafaé Alié. O zamanda yeter ki elinde bir silah olsun sensin Padişah, sensin Paşa. Osmanlı koca İmparatorluk bu Yemen’e uzanan, her yerde muktedir değil ki, nizamı, düzeni sağlamayı  ağalara, beylere, paşalara, çetelere, eşkıyaya  bırakmış, silah yasağı  falan yok, olamaz da  her yer eşkıya, çete dolu,  parayı bulan herkes mavzer, tüfek, silah  edindiğinden    evler , ahırlar, mağaralar, taşların, samanları, köprülerin altı  silah, cephane çünkü  insanların kendilerini, ailelerini, mallarını mülklerini  korumak için başka yolları  da yok, kime güvenecekler. Hormekliler de  Ermeniler vasıtasıyla  mavzer, tüfek falan, silah  satın almışlar bir de   ganimet ve  talandan aldıkları var, her yer silah kaynadığından, 1921’de  7 ve 8 Ağustos  günlerinde   ‘halk elinde bulunan lüzumlu bütün silâh ve cephaneyi üç gün içinde teslim etmeli. Bu emre “cins, mezhep, sınıf ve meslek ayrımı yapmaksızın” herkes uymalı. Yoksa, İstiklal Mahkemelerinde asılacaklar.” gibi on emirden oluşan  Tekalif-i Milliye emirleri yayınlanıyor,  Cumhuriyet’in  ilanıyla  “senet karşılığı”  teslim alınan  silahların bazıları    sonrasında   “hatıra” olarak sahiplerine teslim ediliyor ki bazı  köylerde, duvarlarda asılı duran, camlı büfelerde görünen “mavzerler” işte  bunlardır. Bu Alta’nın kocası …’  –‘ Alta kadın mı? ben erkek sandımdı’ –‘ kadın tabii, kocası Boke’nin çok parası, malı varmış. Adam   ölünce  malın, mülkün tek sahibi Alta Ga-borj bir süre sonra Kuzik’ten Kameri Sılı Kılı’yle  evlenince,  geçmişteki husumetleri bitirmek için  1928 doğumlu oğlu  Ali’yi önlerine atarak hem kirve, hem musahip  olduğu  Uso’yla birlikte  Hese Ga-borj  çe Taluya  gidip ‘ Alta’nın arazisi dedelerimizindir.Şimdi  evlendi, hiç emeği olmayan Kameri Sılı Kılı’ye geçti arazilerimiz, bu da  bizi çok üzüyor, bu işi safi edelim kirve’ dedikleri  Efendi    ‘halledeceğim’ sözünü verip;  başlığına   ‘Muş Dağlarında bir hatıra 9/9/1936 Vali Tevfik Gürün işe başladığı günler. Eski Muş yeni baştan yapılıyor, mektepler konaklar, sular, hamamlar . Yer yer kaynaşıp duruyor’  notunu iliştirdiği;

“Bir Sonbahar Günü;

Unutma O Günü;

Hava Durgun,

Güneş Yakıyor;

Çarşı Pazar Bütün Kaynıyor;

O Gün Pazardır;

Halk Dinlenmek İçin;

Bağlara Köşklere;

Gezmeye Çıkıyor”

şiirini yazdığı Muş’a gidiyor, Alta Ga-borj’u öldü gösterip, kütükten düşürüyorlar, böylece arazide kirvesi Ga-borjlara kalıyor. Tabii kimsenin haddine değildi  o günlerde

“Yeşil pınarın başında;

Haydar bir şişe açarak;

Bize bir kadeh mey sundu;

Çarşıda gördüğümüz;

Sıcağın ve susuzluğun;

Yorgunluğu geçmemişti;

Bu susuzluk ve yorgunluk bize:

Kerbelânın sıcak çölünde- Üç gün susuz kalan İmam Hüseyin’in;

Dertlerini hatırlatmıştı;

Iztıraplar haddini aşıyordu;

Yekpare olarak Haydarla Mersiyeler okuyarak;

İçimizi hakka yakarak;

Kanlı yaşlar akıtarak;

Ebediyete gidiyorduk.

Biz o çağlayan dere ile Kerbelâ çölünde

Hakka yetmiş iki kurbanını susuz veren şehitler şahına

Dolu selamlar gönderdik.

Dere vecde gelmiş bizimle;

Akar ağlar coşuyordu”yla

Allah, Muhammed ya Ali yoluna taliplikte,  ikrar  için  Seyitlerine, musahiplerine çok değer, kıymet  verdiğinden, isteklerini yerine getirmek için her şeyi yapacak  Efendi’yi, şikayet etmek. Böyle,  böyle  ülkenin dört bir yanında  torpil, rüşvet, hile hurdayla  önceden verilecek kişin belli olduğu ihalelerle Ermenilerin arazilerinin paylaşımı da sona ererken, beterin beteri vardır denir ya talan, adaletsizlik   bir de  “100 Kürt bize gardiyanlık ediyordu ve hayatımız onların keyfine kalmıştı. Kızlarımıza gözlerimizin önünde tecavüz etmek onlar için sıradan bir olaydı. Sık sık 8-10 yaşlarındaki kızların ırzına geçiyorlardı, bunun sonucunda birçok kız yürüyemez hale geliyordu ve vuruluyordu.Yarım saat sonra bir grup Kürt’ün Çapağ(k)çur (Bingöl) yönünden bize doğru geldiğini gördük, Etrafımızı çevirdiler ve nehri geçmemizi emrettiler, birçokları denileni yaptı…ve öldüler”li  zulüm, vahşet  vardı… vahşet… zalimlik, gaddarlık vardı; Ermeni kafilelerini teslim alan askerler  önce kadınları, erkekleri tek tek sayar sonra üstlerini arayarak; paralarını, yanlarındaki  kıymetli madenlerini,  giysilerini  alırlardı deme sakın  bildiğin ellerindekini, avuçlarındakini alır,  çalarlardı. Yanlarında  değerli bir şeyin  kalmadığına emin olunca özellikle (devşirme müessesi işlediğinden)   çocuklar ve kadınlara  kafa sayısına göre fiyat biçip başta Kürtler, eşkıyaya, çetelere   , isteyenlere satarlardı. Ağızlarında altın diş ve kaplama olanlarınsa  vay haline…  Daha bir, iki yıl önce Rus işgalinde  topraklarından, baba ocaklarından göçe zorlanan, aylarca zor koşullarda yol alan,  çoluğunun çocuğunun cansız bedenlerini  yollarda bırakan, kaybeden acı, zulümle karşılaşan çetecilerin, askerlerin, eşkiyanın  saldırılarına uğrayan, kızlarına, kadınlarına gözlerinin önünde  tecavüz edilenlerden  değilmişçesine,  günde en az on kez çeşme başında, mala giderken, yayık yayarken, sacda  ekmek pişirirken, meyve, sebze, tar, so, cag, mantar   toplarken,  ot biçerken,  harman savururken karşılaşıp konuştukları komşularına daha tehcir  yoluna düşmeden önce  ‘dakıla mı, gıle  Besime, başımıza ne gelir bilmiyoruz.Sen yağ eritmek, süt kaynatmak içim  hep ödünç istiyordun ya al bu kara kazan senin olsun, ihtiyacınız var.Her su, süt kaynattığında, beni hatırlarsın.Geçen sene Garo,  bu kahve takımını İstanbul’ dan getirmişti, bunu da al. Nasılsa başkası alacak, önceden ben  dağıtayım dedim, ailenizi   severim ,  sizin olsun. Veyvi  Güle’yle, Selbiye’yi de al,  gelin bakın,  işinize yarayan ne varsa alın sandalye, masa… a o gaz lambaları, kandiller, güğüm.Bunca  eşyayı, kap kacağı yanımızda götüremeyiz.Canımızı, çoluğumuzu çocuğumuzu  kurtarsak yeter’le eşyalarını taksim eden Ermenilerin, gözyaşları içinde kapılarına kilit dahi vuramadan terk ettikleri  evlerine, köylerine, tepelere, dağlara, yaylalara, deré  Mengelî’ye  dönüp dönüp  bakmalarını; uçsuz bucaksız arazilerine,  ev eşyalarına,  giysilerine böyle bir  fırsat  her zaman ele geçmez  aceleciliği, el koyma sahiplenme sabırsızlığında   ‘de haydi, gidin artık’ mırıldanmalarıyla seyredip  Emeran’dan, Zengel’den , Muskan’dan, Badandan , Mengel’den  …,  uzaklaşmalarını, gözden kaybolmalarını beklemeden evi ev, yuvayı yuva yapan, katır, eşek sırtında, kağnı arabalarında  taşınmayacak, yana alınamayacak illaki bırakılacak  karyola, somya, tel dolap, kazan  gibi ağır eşyalar; sandalye, masa, güğüm, leğen, süpürge,  bardak, çanak, kargaşada  çocukların bir köşede unuttukları müzik kutuları,  bez bebekler, tahta arabalar,  romanlar, okul kitapları,  işlemeli  kapı tokmaklarına varıncaya kadar yükte ağır pahada hafif ne varsa önceden gözlerine kestirdikleri  ‘ de sana söylüyorum keko, ağa Mısto, bak Gırp’ların evindeki kazanla, leğenler benim, Korki lerin  evindeki büfeyi, içindeki tabaklar da Zerif’in kimse almasın.Asıl Garo’ların bir  kara kazanı vardı ama onlar gitmeden verdiler  çe Mehmeté  Müminé. Eliz’in giyindiği kadifeleri, elbiseleri  çe Güle’ye yığıp  sonra  paylaşalım ’ pervazsızlığında  kapıp evlerine götüren, yağmalayan, tatmin edilemeyecek aç gözlülükleriyle define avına girişip altınlarını, mücevherlerini, paralarını  gömdüklerine inandıkları evlerinin,  Kilislerinin, tarlalarının kazılmadık yerini bırakmayıp üstüne   göç yolundaki Ermeni kafilelerine yetişip eğer  askerlerin, çetelerin, eşkıyanın  talanından ellerinde, avuçlarında, boyunlarında, göğüslerinin, yüklüklerinin  arasında kalmış birkaç parça  eşyayı, altınları, paraları almak için refakatçi askerlerin önünde saldırıp bazen  gencecik kadınları da alıp götüreceklerdi. Öyle bir başına buyrukluk, öyle bir çapulculuk, öyle bir  talan, öyle bir kendi hesabını kendin kesme  vardı ki  katılmayan tek bir Allahın kulu da yoktu ‘bu Ermeniler;   Ruslarla bir olup,  çe Piro Dergi’nin ocağının,  evinin de bulunduğu  Serçuk  da   harman yerinde erkekleri  toplayıp  birbirine bağlamışlar sonra tek, tek kurşunlamışlar. Çe Dergi’yi, piroları, dedeleri, kadınları, çocukları  bir eve yığıp  ateşe vermişler. Çene Eliye Rıza;  Zerde  var ya o  lojına saklanmış, bir süre  geçtikten sonra  bacasından tırmanarak  ev damına çıkmış. Bakmış ki  ses, mes yok.Sabaha kadar orda beklemiş.Sabah bakıyor ki harman yerinde bir sürü ölü.Bu nalet  gavurlar  ! az insana kıymadılar. Düşmez kalmaz bir Allah bak ne hale düştüler, şimdi intikam alma sırası bizde’yle  ancak    savaş sırasında yaşanacak  tarafların   birbirine yaptığı zulmü, ihlalleri  düşman belirledikleri diğer, karşı   yapmış da kendileri ellerine hiç silah almamış,  savaşmamış,  tek bomba, top, kurşun  atmamış, hiç Ermeni, Rus öldürmemiş  gibi  anlatarak, kırıntısı kalmış vicdan ve  merhameti ve adaleti de sıfırlayıp,  cezalandırılmayacaklarını  da bildiklerinden yapılmadık işkencenin, gaddarlığın   kalmadığı tehcir günlerinde  Emeran’da Agaê Hüseyinê ‘ de adamlarıyla   bastığı Markar’ın evindeki yedi Ermeniyi  mergệ Agi’ye götürecek  ellerine tutuşturacağı   kürekle  kendi mezarlarını  kazdırtacak sonra  fazla mermim gitmesin tek kurşunla işlerini halledeyim diye  arka arkaya dizerek mavzerini ateşleyecekti. Ölmeyen, yaralanan Agop’un  acı içinde  ‘eree Üso ölmedim, yaralıyım  bir tane daha sık’ yakarısına   ‘senin o pis canın için kurşunumu harcayamam’ diyerek  canlı, canlı  mezara koyup üzerine toprak attırtacaktı. Ahhhhh Gulamı …Gulamı…daye gurbane… sana ne anlatayım ben, bilmem;  mergệ Agoy’a doğru bir kafile götürüyordu, emrindeki askerlerle Salo jandarma…adamın adıydı Salo, jandarma olduğundan Salo jandarma ya da Salo ekser diyorduk. İki kız kardeş; Lara,  Liza yan yana yürüyorlardı. Lara’nın kucağında sıkı sıkıya sarıldığı  her adım atışında kolunun üzerine düşen sarı saçlarının dalgalandığı iki üç yaşlarında ki kızı Angel vardı. Bahardı, dağlarda eriyen karlarla dere  Mengelî coşmuştu ki nasıl,   Liza  ‘bizi öldürmeye götürüyorlar sen bunu nereye götürüyorsun’ diyerek Lara’nın kucağından aldığı gibi damların üzerine çıkmış  kendilerini seyreden Emeranlıların  gözü önünde   attı dereye çocuğu, sarı saçları  akıntıyla  ters yüz oldu;   battı, çıktı… battı, çıktı o kadar, su  aldı götürdü çocuğu. Oyyy yarabbi, yarabbi , Hego, hego  o kadının ciğer delen çığlığı…o kadının figanı   ağladım onunla,  tek kurşun sesiyle biten haykırışına . Şimdi üzerine buğday , mısır , çavdar ekilen  mergệ Agi,  Ermenilerin toplu mezarıydı. Eree bütün bunların olduğu bir yerde; bu memlekette kimseden merhamet, insanlık  bekleme, hepimiz zalimiz…hepimiz mal , mülk, para  peşindeyiz.Veyvi demişti  şu tencere kim bilir kimindi, bak şimdi içinde yemek pişiriyorum.Sana anlatırken aklıma geliyor sahibi zaten  ölmüştür o yollarda diyordu daha kör olmamışken Gıle Gaare; Kasmandaki  konağın balkonundan bakıp çene Küçükağa’ya ‘öldüğümde beni  şu karşıdaki (raver’de)  tepeye gömün’  diyen  Efendi gibi,   aşağısında deli deli akan deré  Mengelî’n sesinin  de duyulduğu  tepedeki  Seys Sılıman’ın mezarının yanında bir çayır vardır, onun ortasında Şilan  diyoruz biz,  kuşburnu… gulamı, o Şilan ağacı halen de ordadır  tam orda,   Ermeni Nare, kucağında  üç, dört yaşlarında çocuğuyla kaçarken  Salo Jandarmaya rastlıyor, öldürüleceklerini anlamış ‘ Allah rızası için önce beni öldür…bana bu acıyı yaşatma’  yalvarmış.Salo’dur bu,  gaddar ki ne gaddar   çocuğunu almış Nare’den  kurşunlamış,  görenler diyor  ki Nare, kurşun sesiyle  sanki semaha durdu; çocuğunun kanlı cesedinin etrafında döndü…döndü sonra yanına düştü, Salo onunda işini tek kurşunla bitirdi.İlkbaharda bazen beyaz bir kuş,  bir şey ararmışçasına, dönüp durur  a o çayırın üstünde,  işte o kuş, acısından semaha duran  Ermeni anne Nare’dir, öldüğüne inanmaz da arar  durur   yavrusunu, hâlâ. Şahit olunan insanlık dışı  sadistlikten, vandallıktan,   ganimete konmadan, mala çökmeden, yağmalamalardan hesap sorulmaması, cezai  işlem yapılmaması  utanmayı, arı  da ortadan kaldırdığından   zengin, fakir , Türk, Kürt, Sünni, Alevi,  kültürlü, cahil   her kesimin emek sarf edip çalışıp,  kazanmış, almışçasına gayri Müslimlerin mallarını paylaşmalarındaki bu hep yapıla gelmiş suç ortaklığı…severliği;  Cumhuriyet Halk Partisi 9. Bürosu tarafından hazırlanan 1939,  1940 tarihli  Milliyetler Rapor’da  azınlıklarla ilgili  “Ermeniler’in asimile olmayacakları gerçeğinden hareketle mübadele edilmeleri ya da başka ülkelere göçlerinin kolaylaştırılması yoluyla her gün nispetlerinin azaltılması; Anadolu’da artık bir tehlike olmayan Rumlarla ilgili asıl esaslı tedbir alınması gereken yerin İstanbul olduğuna dikkat çekilerek “ bu hususta söylenecek tek söz, İstanbul’un fethinin (500) yıldönümüne kadar İstanbul’u  Rumsuz bir hale getirmektir  –nasıl da incelikli ve ielri görüşlü   bir öngörüdür ki İstanbul’un fethinin 500. yılında yani 1953’te değilse de iki yıl sonra uygulanan şiddet, yağma, saldırılarla Rum nüfusu  azaltılacaktı –” önerileri yerine getirmek için ilmek ilmek işlenerek, hazırlanan  plan; 1942 yazı boyunca  hemen her gün,  her gazetede  “karaborsacı Yahudi” tiplemeli karikatürler yayınlayıp, gayrimüslimleri  hırsızlık, karaborsacılık, vurgunculukla suçlayan haberler, yazılar eşliğinde; Başbakanı olduğu ülkenin azınlık vatandaşlarını fazlalık  görme çarpıklığında ki  Şükrü Saraçoğlu’na gururla   “Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır… Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz…..” konuşmasını yaptırtan  eseri 11 Kasım 1942’de Varlık Vergisi Kanunuyla – muaf dışı tutulmak için Osmanlı geleneği devşirmeliği seçip İslam’a geçenler hariç tuttularak  –,  Boğazda ki yalıları, köşkleri, Beyoğlu’ndaki apartmanları, dükkanları   bir gecede ellerinden alınıp  malından, mülkünden, yuvasından  edilen “saf Türk” olmayan   vatandaşların Hitler’in Yahudileri gönderdiği Auschwitz’ine özenerek yaptırılan   Aşkale (Toplama) Çalışma kamplarına gönderilmesiyle uygulamaya konulan;  MGK sekreterliği yapan Sabri Yirmibeşoğlu’nun “6-7 Eylül de,  bir Özel  Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.” itirafına nail gayri Müslimler için 6/7 Eylül 1955 günü  bir kez daha  zuhur ettirildiğinde; Ermeni Tehcirinde ki gibi İstanbul sokaklarına   ellerinde silah,  kazma, balta, sopalarla  dökülüp önlerine çıkan Rumlara, azınlıklara saldırarak kafa, göz yaran, evleri, işyerlerini yakıp yıkarak “Kristal  (bir günü) Geceyi” yaşattıkları;  belki  dün,  belki de sabah  karşılıklı  kahve içtikleri ama o an malına,  canına  göz diktikleri  komşuları, tanışları vatandaşları  Rumlardan, Ermenilerden,  Yahudilerden, Hıristiyanlardan  yağmaladıkları  gümüş şamdanları, vazoları,  kol saatlerini,  alyansları, altınları, Fransız porselen  kapaklı sahanları, ellerinde, çantalarında övünçle, zaferle taşıyanların;  cadde ortasına çömelmiş  ipek kumaş yırtan üzerinde şık kısa kollu, yakası açık, boyu  dize kadar   beyaz bir elbisenin   altına topuklu ayakkabı   giymiş  avukat kadınların, takım elbiseli erkeklerin  fotoğraflarının çekilmesinden  utanç  duymamaları, bizati kendilerini sergilemeleri de  Ermeni tehciri öncesi, sonrası herkesin gücüne göre başkasının malına çöktüğü,  talancı geçmişin resmileştirilmesinden, olaganlaştırılmasındandı.Çena…çene boyệ rizayệ Heqiî (Hego) bo (boyeriza hekobo-Allah rızası için)    dur artık !  dur !   ne kadar  inkara kalkışılsa da bu topraklarda,  herkesin, hepimizin bir yanı, bir parçası  biraz  Akçik,   biraz Lara, Nare; biraz Agop, Gırpken; seninde  biraz  çene Küçükağa, Zelhan, Behıj, Belkıze, annen; biraz İbrahimé Talo,  Memilé Talo, Kemalé Resulé barındıran  parçalarının birbirinden ayrılmaya meraklı, kararlı  oluşu da belki de  her kadının en iyisine dahi lanet okuyacağı bir  erkeğin; her oğlun, her kızın  da bir  babanın…geçmişin  kurbanlığını  bildiğinden miydi ? Onun için miydi bu  darmadağınıklığın, savrukluğun HER GİDENİN  ardından. Ermenileri yola düşürmeden   önce Kaymakamın Aşiret  (Hamidiye) Süvari Alayları komutanlarına, köylerin ileri gelenlerine,  tanıdıklarına ‘  isteyen köylüler gelip baksın.Kadınlar  arasında beğendikleri, işlerine yarayacak olanları seçip, alsınlar’ dediğini duyunca, çoğu köylü gibi iş yapacak, güçlü kuvvetli, güzel bir   Ermeni kadını almak üzere  bende  Kuzik’ten aşağıya  a  o cadde üzerine doğru atımı sürdüm;  kimi o zamanın vesaiti  kağnı arabasında,  kimisi  at, eşek sırtında, kimisi de yaya giden Ermeni kafilesindekileri, Emeran çıkışında a o deré Mengelî’n üzerindeki köprüde yakaladım.Birkaç Fayton, o günlerde çok az kişinde bulunduğundan  ortalıklarda tek tük  görülen, çokca da   ordudaki komutanlarla,    zengilerin bindiği (ilk olarak 1895 yılında İstanbul’un tanıştığı) “zatü’l-hareke” otomobil içinde,  atların  üstünde ; yayan  yürüyen ya da kağnı, at eşek üstünde oturan  Ermeni   kadınları gözüne kestiren,  inceleyen erkekler  gibi bende  kafilenin en kenarında yürüyen güzelce bir Ermeni kadını  beğendim demişti   Mehmeté  Müminé,  yıllar yıllar sonra torunu Agaé Halité’n de  “bizde bir kazan vardı beş teneke su alırdı, beş teneke… onda çorba yapıyorlardı, a o Ermeniler 40 kişiymiş bir evde…” anlattığı. Elimde atımın yularlı  yanına varıp elini aldığımda (tuttuğumda)  bir feryad… bir figan ağladı, sızladı,  saçlarını yoldu, çekti,  yerde taş, toprak  bırakmadı. Kendi kendime düşündüm dedim  ki ‘ben bunu alsam, bundan  ne heyr çıkar. Bunun rızası yok, hele baksana ne işler yapıyor, yarın kim bilir ne yapar? bıraktım’ , o ara baktım   Mengel tarafından  bir atlı geldi,  bir kadını kolundan yakaladı, kaldırdı, oturttu önüne,  hiç durmadan sürdü atını  kadının  derenin çağıldayan suyunu yaran, kuşları havalandıran ‘Allahını seversen beni ayırma çocuğumdan’ çığlığı, adamı dirseğiyle yumruklaması, nafile dövünmesi.Eee  Velié Ağé’da  bu  fırsatı kaçırmamıştı,  adı Akac, köydekilerin  Akçik   dedikleri  Ermeni kadını  almış, götürmüş damına.Yalnız kime sorsan ‘ öyle bir karı yoktu idi  dünyada diyordu.O kadar güzelmiş, çookk…çokkk dağ çiçeğiymiş , zeytin karası gözler, inci dişler, kumral uzun sırma saçlar, beyaz ten, boy pos.Amcam oğlundan  da  duydum  Velié Ağé’ya hep   ‘yalnız,  bir öpüşüm  dahi yok idi sana …bir bakışımı vermez idim  ama şartlardan istifade ettin aldın.Ben altınların, paraların  yerini  biliyorum, gün var ki, gelir  böyle senin ceplerini  altınla, parayla doldururum ‘  diyormuş. Ancak bir türlü  herhalde  hayatının garantisi diye altınların, paranın  yerini söylemiyormuş; öyle de yalancı,  sahtekarmış !!!!. Ermeni tehcirinden on, on bir  yıl sonra, Şeyh Said isyanı  sonrası desteklediği devletten hiç beklemediği  sürgün kararının   çıktığı Kütahya’ya giderken   Karer yolunu kullanacağından   ‘ben yarın gitsem, Küçükağalar bana ‘ sen  nasıl oldu da bacımızın üstüne niye Ermeni kuma getirdin, dere beni rezil ederler, bırakmazlar ’  düşüncelerinde  ‘eee ben,  bunu burada bırakıp  gidemem de’yle hulamlarından (hizmetlilerinden)  iki kişiye teslim  ediyor,  onlar da götürüyor, a o aşağıda  Efendi’nin

“Hayatın ve dünyanın

En kötü tarafı…

Her şey vefasız

Her an hercai…

Tatlı, acı her âlem  geçer.

Her şeyde son bir ayrılık.

Bu fani pek vefasız meğer.

Bana bak kardeşim Haydar,

Bak bu güzel günümüzde geçti,

Bütün bir ömür bütün bir hiçti.

Çünkü Böyle imiş-Kanunların hilkatin

Tanrıdaki hikmetin.”

şirininde ki   ilhamını, sırlarını, Ermeni kadınlarının, erkeklerinin,  çocuklarının  ölü  bedenlerini  sonsuzluğa  Murat’la taşımaktan yorgun  benim  avare nehrim   deré Mengelî de öldürüyorlar. Lara,  Belkize, Akçik, Nare gibi başlarına gelenler kuşaklara devredilecek biçimde anlatılmadığından, hiç yaşamamışlarcasına adları  yok sayıldığından,haklarında tek bir bilgiye ulaşamadığından, hatırlanmamalarını içine sindirip,  araştırmaktan da vazgeçecekken  amcan Hasan’ın kızı Cemile’nin beynini patlatmasıyla, ikisi kesin,  kaç defa evlendiği bilinmeyen babanın dedesi Memilé Talo’nun  eşlerinden birinin; babanın babası Resul’u,  kardeşi  Halil’i,   Elif’i, Gülizar’ı,  Rus işgalinde ki göç sırasında yolda babası Memil’in iyi bir başlık alarak   sadece Erzurum’da bir aşirete  gelin verdiği bilinen izi kaybedilmiş  Cevriye’yi doğuranın adının; kesin olmamakla birlikte Şadi aşiretinin kızlarından adı belli belirsiz hatırlanan  Canbek (Canbegiz); diğerinin de;  ufak bir bağlantının, ilişkinin devlet katında baskı, sürgün getireceğine, mevki, makama boğdurulacak “makbul vatandaşlıktan” çıkaracağına inanıldığından ailelerde, aşiretlerde önceki kuşaktakilerin  gayri Müslimlerle, Ermeni kadınlarla evlilikleri yapılmamışçasına  gizlendiğinden, kan bağı  inkarlı kripto Ermenilik ve   Çerkezlikte;  Hormek aşireti  liderlerinden  Selimé Ağé’nın,  alınmaları  için pek çok kez yaptığı  başvurular dikkate alınmayınca Dâhiliye Nezareti’ne çektiği son telgraf ‘…kulları Bitlis vilayet celilesi mülhakâtından Varto kazasında Hormek aşâiri olup, mecmû-yı aşiret Hınıs ve Göynik kazalarında bulunan altı yedi bin nüfus şâmil olup, eyyâm-ı sayfda Bingöl cibâlinde cümlemiz haymenişiniz. Şevketlü ve merhametlü padişamız bizim aşiretin etrâfı ve eknâfı cümleten Hamidiye Hafif Süvari Alayları’nı teşkil ederek o nâm-ı âliden hemân biz mahrûm kaldık. Bu ifâdatımızı sem-i humâyûna resîde ettiremediğimizdendir. Alayların teşkilinde şimdiye kadar hemân yüz telgraf keşide etmekliğim ber sâika-yı muhabbet ve uğur-ı meyâmin-i mevfûr-ı hazret-i tâcdari yolunda kurban olmaklığımızın sevdası cüret ettirdi. Yoksa bizim haddimiz değildir ki o makâm-ı âliye arz ve niyâz edelim. Bunun saye-yi ihsânvaye-yi hazret-i hilâfetpenâhide üç alay kulları hazır olup hangi mevkide muâyenemiz emr olunursa esblerimizle müheyyâyız. Lütfen ve merhameten bizi de akrân ve emsallerimiz merhamet-i şehinşâhîye dehâlet ederek arz ediyoruz. Muradımız hizmet ve sadâkattir. Eğerçi bu mârûzatımızı şevketlü pâdişâhımıza takdîm etmezler ise bu kadar ahâli-yi fakir kulları yarın muâkeme-yi kübrada müsebbiblerinin yakasından tutup ihkâk-ı hak buyurulmasını iddia edeceğiz yoksa biz için itibâra şekvâ eden kullardan değiliz her halde muradımızın husûlü içindir bu mârûzatımız son def’a olarak arz eyler…’ de görüleceği üzere; hiçbir Kızılbaş aşiretin alınmadığı, dışında bırakılan Alevi  aşiretlerle, diğerlerinin  düzenli maaşlarına,  verilen silahlara, cephaneliklere edindikleri    prestijle, güçle , arazilerini, mal  ve mülklerini artırmalarına, çocuklarının  müdür Kâmil Bey’in  “bunlar aşiret değil Haşerat”  diyeceği İstanbul’da ki Aşiret Mektebi’ne gönderilmelerine , Ali kıran baş kesenliklerine imrenerek bakacakları;   Sultan II. Abdülhamid’e  “Bave Kurda- Kürtlerin babası…”  denilmesinin nedeni  ” idari makamların sıkı gözetimi altında tutacağı Kürtleri; Rusya karşısında güçlü bir askeri siper, İran’a karşı saldırı aracı durumuna getirme  yanında,  azınlıkların, özellikle de Ermenilerin özgürlük hareketlerine karşı” kullanmak amacıyla 1891 ‘de kuruluşu  öncesinde yapılan istihbaratla   göze kestirilen okur yazarlığı meçhul  aşiret reisleri  İstanbul’a davet edilerek, sarayda ağırlanacak “atlılar, askerler “ aşiretten,  her türlü askeri mühimmat, giysiler,  para  da  devletten  şartıyla keselerinde  “Hamid” altınları, omuzlarındaki  albay, binbaşı, vs.vs.  rütbelerine uygun maaş cetvelleri   “atlarının terkisinde  de bir yüzü Kur’an ayetli diğer yüzü Padişah Tuğralı atlastan sancak ve beyaz ipek kumaşa nakşedilmiş ferman… “ la döndüklerinde Kürdistan’a,  artık  koca İmparatorluğun güvenine mahzar merkezi Erzincan olacak müşir Zeki Paşa’nın başkomutanlığındaki  milis gücü  Hamidiye Alayı seçilen Zirkan, Hasenan, 1200 süvariden dört alaylı  Cibranlılarla, Karkapazarlılarla arazi, yayla, mal anlaşmazlıkları yüzünden sürekli  çatıştıklarından er geç öldürüleceğini tahmin eyleyip oğullarına  ‘bir gün ölürsem silahımı Veli’ye, evlerimi  Ali’ye, aşiretin idaresini Zeynel’e verin ‘ demiş  beş eşinden  on  oğlan, iki kız sahibi İbrahimé Talo’nun Besse (Besra ),  Nazan, Melek, Şerife dışındaki beşinci, son  eşi, babanın amcası Selim’i doğurmuş  Behıj (Sadıja)  olduğunu  öğrenecektin.

 

Osmanlı ve de Cumhuriyet döneminde aşirette  amcası, yeğeni, kardeşi tarafından ya da  çatışmalarda   öldürüldüğünden, eceliyle  ölen birkaç kişiden biri olduğundan  ‘Allahın sevgili kuluydu, yatağında ölümü karşıladı’ şükrüyle anılan, babası Mustafaé  Zeynelé Yusufé   ağanın; Karer’de bıraktığı oğlu Mehmet dışında  kendisini Kasman’a, kardeşleri Veli’yle Resul’ü  Emeran’a  ; İbrahim’le Mahmut’u  Muskan’a, Ağa’yı da Zengel’e yerleştirmesinin  ardından; Emeran’a yerleştiklerinde  köy  Ermenilerle,  Hıran aşiretinin elindeymiş. O zamanda  tapu, mapu, Varto, Marto da yok imiş, Gımgım’mış daha. Erzurum vilayeti Erzincan’a bağlı  bir sancakmış Muş’da – é harfi ye diye telaffuz edildiğinden konuşmalarda ismin son harfine göre Veliye ya da Selime kullanıldığından –  Veliye Mustafaye,  kalkıyor kimseye bir şey demeden, danışmadan  Erzincan’a Osmanlı’nın Emin Paşasının yanına  gidiyor.Yalan olmasın ya Emin Paşa ya da onun yardımcısı gibi biriyle tanışıyor, dedesi  Zeynelé  Yusuf’tan bahsediyor, orada tbii aşireti  falan biliyorlar  ‘ hayırdır, buraya kadar niye geldin ağa?’ diyorlar  ‘ben geldim, A(E)meran’da  biraz arazi üzerime tapu edin’– ‘ağa, buraya kadar onca yolu aşıp gelmişisin, köyün hepsini sana tapu ederiz’– ‘yok beyim yok, birkaç  yer etseniz yeterdir’ demiş ya yine de buna bayağı bir yer tapuluyorlar, köye gelince tapu edilen yerlere işaret–o zaman sınır işareti dediğin taş, koca taş ya da tahtaydı– koyuyor,  köylüler  ‘apo hayırbo, a sen buraya niye taş koydun , bu çayır senin değil ki ?’ – ‘benimdir, bana verdi Devlet-i Osmaniye, bu da verdiğine dair ferman, tapu’– ‘ errr, Veliye Musatafaye biz seninle kardeşiz, sen  benim arazimi de almışsın elimden’  – ‘Resul; akıl, altın taca benzer, herkesin başında olmaz (Akil taça zerrîn a herkes sare d’çîn a) sen düşünseydin, sen gitseydin, sen yapsaydın’– ‘Ben seni kardeş bilidm , ne bileyim  senin aklın böyle berbat şeylere çalışır ? Gidip nerdeyse köyün tamamını  üstüne tapu etmişsin  haber vermeden, şimdi de suçlu benim öyle mi’yle  tepesi atınca belki herkesin ömrünün sonunda fark ettiği,  Albert Camus ‘un  “sizi yıpratan insanlardan sessizce uzaklaşın.”  yazmasından da önce   ‘öyle bir yere gideyim ki  beni yoran, üzen bu ilişkilerden  kardeşlerden, akrabalardan uzak, huzura ereyim ‘ gerçeğini  algılayıp  hanesiyle birlikte  hakikaten de  Hormek aşiretinden kimsenin bulunmadığı    Kuzik’e  yerleşen  Resul Mustafaé  Zeynelé’le   kardeşi Veli gibi kardeşlerin ,  akrabaların   arazi, mal, mülk için birbirilerine düştüğünü gördüğünden, düşeceğini   bildiğinden  yetmiş yaşında  hasta yatağında  oğullarına,  akrabalarına   ‘kendar…kendar (sindor…sindor)  sınırları, hudutları aşmayın, hakkınıza razı olun, amcalarınızın, kardeşleriniz, akrabalarınızın  tarlasında, malında mülkünde  gözünüz olmasın, arazilerinizin  hududunu değiştirmek çok kötüdür. Sakın ha!  hudutları  değiştirmeyin’  vasiyetini yapan   Talu(o)   Mustafaê Zeynelé Yusufé   ağa’nın ölümü sonrası bu defa da  Kasman’da iki kardeş Memil’le, Veli  arazi, mal kavgasına girişecek    Memilê  Talo Kasman’dan ayrılıp Badan’a yerleşecekti.  Bu arada sonradan waye Sara’nın kayınpederi  olacak    Hasanê  İbrahimê Talo’ya hamileyken Behıj’a; ilkbaharda  çıktıkları Bingöl dağındaki Kasman yaylasında, Temmuzun son günlerinde  sağdıkları hayvanların sütlerinin her yıla göre  azalması  karşısında  ’bizim  şiwane…çoban Eliye Uso diyor ki  hayvanları  istediğimiz yerlere götürüp  otlatamıyoruz onun için  süt azdır. Hamidiye alayları Cibranlı  çobanların bekçiliğine soyunmuşlar, bırakmıyorlar kozıka girelim ’  şikayetini  birbirlerine anlatıp  aktararak  hal çaresi bulmaya çalışan, her gün yaylalarının  yakınında  geçit töreni yaparcasına mermi sıkarak  geçen, bir keresinde  gasp ettikleri tam 700 koyunu kavurma yaparak kendilerine ziyafet çeken Cibranlıların, Hamidiye Alayının baskınlarını yan yan çadır kurmuş   İbrahimé  Talo,  amcasının oğlu    Selimé   Ağaé’nın komutasında   püskürten ancak  sürülerinin neredeyse tamamının  çalınmasına engel olamayan Hormeklilerin ‘Hamidiye atlıları, atmışlar omuzlarına tüfek, mavzer  üç dört kişi gezip duruyor, ne görürlerse alıp götürüyor, talan ediyorlar’la  başvurdukları   İbrahimé Talo da saldırıların durdurulması  için;   kirvesi Ermeni  Serop  Vartan’ın  oturduğu Miran köyüne oğlu Zeynel’le yaptığı  ziyarette Serop’un okula giden çocuklarının davranışlarından, heyecanlarından,   İstanbul dışında adını yeni yeni duyduğu ülkelere  gitme heveslerinden  ‘Kirve gel   oğlumuz  Zeynel’i, bizim çocukların gittiği okula gönderelim’  teklifinden etkilenip, heybesindeki   peynir, yağ,  süzme yoğurdu  hediye götürdüğünde niyetini açıkladığı Gımgım kaymakamının  ‘geldiğimden beri bakıyorum Ümmeti Müslüman hep birbiriyle kavgada. Gün geçmiyor siz Hormeklilerin Cibranlılarla ölümlü vakası olmasın ama gavular, Ermeniler arasında öyle Müslümanlar arasındaki  gibi  kavga, sürtüşme  olsa da bu kadar değil.Okumaya vermişler çocuklarını, kazandıklarının hepsini  silah almaya yatırmıyorlar zaten silahın da  ticaretini yapıyorlar  hayvancılık, ekip biçme, çiftçilik   dışında da  iş tutuyorlar, zanaatkarlar; sanatla uğraşıyor, çocuklarını uzaklara yolluyorlar.İlimle meşguller, Ümmeti Müslümanın  önündeler. Bence de iyi düşünmüşsün. Harput’taki okulun müdürü arkadaşımdır, mektup yazarım oğlunu kabul eder’  telkinleri ve yardımıyla  1891 yılında Harput’ta ki yatılı okula kaydettirdiği, eğitimine önem verdiği  oğlu  Zeynelé  İbrahimé  Talo’yu   Gımgım  kaymakamıyla  görüşmeye gönderecekti. Göreve yeni başlamış  Kaymakama  vaziyeti anlatmak,  şikayet dilekçesini vermek için ağzını açtığında,  oda da  baş köşeye oturtulmuş Cibranlı Mahmut ağanın “ne yapalım sizin fermanınız Padişahtan efendimizden,  Sultan II. Abdülhamit’den  çıktı”  tepkisiyle Zeynel’in, idarenin  memuru  tarafından  kovulmasıyla Osmanlı’dan  ümidini tamamen  kesip saldırılara kendi  öz  güçleriyle karşı koyma kararı aldıklarını  duyan aşiretlerin, özel olarak da  Cibranlıların   ‘isyan başlattılar’la İstanbul’a Payitaht’a ihbarıyla  Hormeklilerin  te’dibi için bir alay nizamiye askerinin Gımgım merkeze  gönderilmesi,   baskılar, mallarının gaspı, Zengel köyündeki  Ağaé  Mustafaé’nın  oğlu  Mahmut’un  Kârer’deki   Mehmeté  ikinci  Zeynelé ağayla nişanlı kızı, yeğeni Zozan’ın  ağnam (vergi) adı altında durmadan koyun, zahire toplayarak, özellikle de Hormekli, Lolanlı   halka zülüm yapan,  Üstükran nahiye müdürü Hüseyin ağanın oğlu  Hasan tarafından kaçırılması  üzerine Hormek ileri gelenlerinden  Selimé   Ağaé Mustafaé’nın;  Caneseran  köyüne geldiğini haber aldığı nahiye  müdürü Hüseyin ağanın  kaldığı eve, gece baskın düzenleyip   dövdükten sonra silahını,   Osmanlı  adına topladığı vergiyi,  parayı alması;  kardeşi   Memil’e  ‘Osmanlı’dan,  Devlet-i Aliyye’den çektiğimiz ortada, amcaoğlu (dereza) Selimi ağaye yine kimseye  sormadan, danışmadan  tek başına yine samanı ateşe verdi, rüzgarın önüne geçti ( Adir Verda simerî ho da vere vayî) yaptığı  yanlıştır. Ben Uskırana (Üstükran)  gidip  dereza  Selim’in  yaptığına Talo’nun oğulları olarak  karşı olduğumuzu  Hüseyin ağaya söyleyeceğim. Yoksa yarın, bir gün Hamidiye alaylarıyla Kasman’ı, Badan’ı, Emeran’ı, Muskan’ı, Zengel’i  basıp  yine sürülerimize, zahiremize, ambarlarımıza el koyacaklar’ yakınmasına  ‘ eree lacé   piyi mi (babamın oğlu) İbo şur ! hiç gördün sen,  köpek , köpeğin ayağına basar  (kutık payna lınga kutıki nêdano); keşke ile eller saç örgüsü demetine yetişseydi oooo, bu saatten  sonra  sen ne yapsan da bu Muaviye torunlarının önünü alamazsın. Yine Osmanlı’ya, ecdada  isyan ediyorlar diye adımızı çıkartıp  arkalarına idareyi, hükümeti  alır dünyayı dar ederler.Ne yapsak olmaz, boşuna gidip de bizi; Evladı Kerbela’yı gözlerinde küçültme, rezil etme. Babam Mustafaya Zeynelin  oğlu Talo ağa ne derdi, hatırlasana  ‘bir günlük aslan ol, bir yıllık tilki olma. ‘  Sen,  haberim yoktu desen de, demesen de  yapacakları, olacakları  değiştiremezsin. Zaten  Pircanlar şimdi Selim’e esip gürlüyorlardır ki bu  mevzu da böyle kalmaz. Müdürün kaldığı evi basmak ne demek ? İlla ki bunun hesabını, intikamını   Hormeklilerden  alırlar. Hele az bekleyelim, a o komun altına  epey bir  cephane, mermi saklamıştım,  onlara da bir bak’ tavsiyesiyle döndüğünde dewa ma Kasman’a İbrahime Talo ; korvet kaptanı komutasında  bir tabur  nizamiye askeri, Osmanlı’nın Gımgım’ın asayişini emanet ettiği Cibranlı Hamidiye Alayından  200  atlı çoktan Selimé   Ağaé’nın yakalanması için Zengel köyüne hareket etmişti. Cibranlı Teymüranlıları da saldırıya katılmaları  için ikna etmiş nahiye müdürünü destekleyen; 1900 yıllarda çekilen fotoğraflarda  iki katlı , taştan yapılmış evlerin bulunduğu Gûdêmira köyü Ermeni ağası Sarukxan ailesinin damadı, Ermeni köylerine birer oğlunu yerleştirerek  yöneten Kulan köyünden Cibranlı Ahmet  ve yeğeni Hasan ağaların  adamlarını gönderip  aldıklarını geri vermesini  istemelerine  ‘hayır’ cevabı  vermiş Selimé Ağaé’nın  hılamıyla gönderdiği ‘Cibranlılar, esker  Zengel yolundadır, zanım odur ki yalnız buraya değil tüm Hormek köylerini basacaklar. Dereza, adamlarınla köyü terk et, bir süre saklan. Bilirsin ki , ben, düşman karşısında  bir günün boğası olmayı  yüz günün ineği olmaya tercih ederim’  haberini aldığında Kasmandakilere ‘mecbur sırtımızı dereza Selim’e vermeye gidiyoruz.Hamidiye atlıları, Cibranlılar dewa ma’ya (köyümüze) da gelecektir.Sakın karşı koymayın, çatışmayın’ tembihinde bulunup,  yanına alacağı birkaç  akraba  oğulları Ali, Cindi ve Hasan’la, Şubat ayında yedi metreye ulaşan  karı zorlukla aşarak Bingöl dağı eteklerinde ki K(o)ürtegül mezresinde saklandığı; Zengel’de Selim’in  direnmesini yaramadıklarından  Gımgım’a geri  dönüş yolunda kendilerine ateş eden birinin– askeri mezreye çekmek için silahın ateşlediği gün gibi orta olan, kimliği uzun yıllar  sonra öğrenilen ; sülale içi rivayete göreyse  kaçarken kendini yaralayan  askerlere karşılık verdiğinden takip edilen) amcazadelerden  eşkıya Zeynelé Fakié’nin  de sığındığı,  evi  çeviren askerin  kapı  önüne yığacağı otu ateşe vermesiyle  bir anda içeri dolan  dumandan boğulmamak için, bozulan mavzerini duvara çarparak kırıp, silahsız vaziyette kapıya çıktığında, peşinden dışarı fırlayan akrabalarının cesetlerinin  altında kaldığından kurtulan Ali hariç iki oğluyla  askerin onlarca kurşunuyla delik deşik edilen  İbo şur (kızıl İbrahim) lakaplı İbrahimê Talo öldürülünce  kardeşi Memilê Talo’yla evlendikten bir süre sonra  doğuracağı;  kırkı  çıktıktan sonra,  senin akıllara durgunluk verecek acımasızlık saydığın ama  köydekilerin, sülaledekilerin alışkınlıklarından normal görüp gülerek anlattıkları  kardeşinin oğlunu , yeğenini  ‘ gelin ! yetiminizi alın götürün’le  yanına  gönderdiği  Kortegül  baskınından sağ  kurtulan ağabeyi  Aliê İbrahimê Talo’nun   karısı   Karer’li çene Aliê beğ’in  Fidan’ın   Hasanê İbrahimê Talo’yu  büyüttüğünü; Leylek köyü Sünni  Cibranlı,  Rakkasan Alevi arada 300 metre var, yok  birinde bir kurşun atılsa anında duyulur, sabah Cibranlıların Rakkasan’a,  akşam Rakkasanlıların  Leylek köyüne baskın yapıp, saldırdığı  o zamanda;  Harput’ta ki yatılı okulu bırakarak  babasının intikamını almak için Kasman’a dönüp kurduğu 18 kişilik  çeteyle ,Hormek ya da Alevi köylerine  baskın yapıldığı, talan edildiği  haberini aldığında  iki üç güne kalmadan baskın yapanların  taşını, taş üstünde bırakmadığından ‘giidn…gidin yarın bunun hesabını sizden soracak’ gözdağlarının ‘olmasaydı  rahat bırakmayacak, yerimizden yurdumuzdan edeceklerdi’ minnetiyle kahramanlaştırıp ,  cesaretini  dağa taşa yazdırdıkları anlata, anlata efsaneleştirdikleri; kaldığı, ağırlandığı, saklandığı  evden çıkarken  tahta kapılarına demir uçlu kalemle  Ömer Hayyam’dan

“—

Ezeli sırları ne sen bilirsin ne de ben

Bu muammayı ne sen okuyabilirsin ne de ben

Perde ardında sen ben dedikodusu var amma…

Perde kalktı mı ne sen kalırsın ne de ben…”

—-“

Pir Sultan’dan

—-

Kısmet verip bizi salan çöllere

Ya eceldir ya didardır ya nasip

Felek bizi saldı özge hallere

Ya eceldir ya didardır ya nasip”

—-“

Fuzuli’den

—-

Vefa her kimseden ki istedim  ondan cefa gördüm

Kimi kim bîvefa dünyada gördüm bîvefa gördüm

—-“

bazen de kendine ait

Mehtabını  saklayamayan kamer

Rebî’ül-âhir de bana da siper  olmazdı ey Canan

Sevda-ül kalbini koyduğum makber  olur idi emma

Bulsa idi  beni hakim-i  zâlim

dörtlükler yazan  Zeynelé İbrahimé Talo’nun (Zeynel Efendinin) namlı  eşkıyalığını   da   Behıj’ayı araştırırken,   bu  vesileyle öğrenecektin. Acaba Akçik’in olmadığı gibi   Belkıze’ye de mi bir  mezar çok görüldü ? a  o dağ köylerinde kadınların başına gelenleri  duydukça, gözlerinin önünde, haberleri dahilinde onca Akçikin, Belkızenin öldürülmesi sonrasında ahalinin, hiç bir şey olmamışçasına koyunları sağmaya,  dereden su çekmeye, yemek yapmaya,  ot biçmeye, harman savurmaya    devam  etmelerindeki;  Zerif’in  evladını öldüren Velié Ağé’ya  kaymaklı, ballı kahvaltı hazırlamasındaki isyansızlığı, sükuneti  nereye koyacağını, nasıl açıklayacağını ,  anlamdıracağını  bilememenin çelişkilerinde; acaba bu suskunluğa, itirazsızlığa geçit  veren;   yüzyılların telkini  ‘başın derde girsin istemiyorsan, birinin yanlışını (çire çevt kerda to zana hena nêva mekke ) gördüysen de, biliyorsan da sana mı kalmış dürüstlük? söyleme, sus!  susmasan söylesen ne olacak?  kim seni gaile alacak? Söylediğin duyulsa bir de kötü olacaksın? Yok etmek, hayatı cehenneme çevirmek, öldürmek çok kolay görmüyor musun?Waye mı,   öldürülürsün !  herkes işine gücüne devam eder,  kimse de  sen öldün diye yas tutmaz, ardına düşmez. Akçik’in yokluğunun ardına kim düştü? kimse. Kızını öldürmüş Velié Ağé , ma sana mı kıymayacak? Kimin kapısına   gidersin, kim alır  seni,  herkes birbirinin akrabası…herkes kendine var ’ çaresizliğini, umutsuzluğunu  dağlar kadar büyütülen korkular ?  kaderi iki dudak arası  kelamlarına  düğümlendirilmiş kadına, hayatını  bahşettiğini sanan erkeğinin; kocasının, babasının, kardeşinin, oğlunun; arkın yolunu, kavak ağacını kesmek gibi eften püften mevzular  yüzünden  bile çıkan aşiret içi ya da aşiretler  arası  bir çatışmada,  savaşta öldürülebileceği; birlikte ekmek pişirdiği, yemek yediği kumasının, komşusunun, kızının da  ;  boğdurulacağı koşullarda her an karşılaşabilecekleri   ölümün varlığı mı  yoksa   psikolojik bozukluğu aşikar  şiddet, taciz gördüğünün de ‘ şimdi bu, kaçıp başkasının damına gitmesin,  beni aldatmasın’  anksiyetesinde çok  daha kötü muamele etmesi olasılığında ‘nasılsa kurtulamayacaksın bu yerden, şehirden, köyden, ev damından.Rahat etmek istiyorsan her şeye evet de. Aha bak!  ma bütün bu kadınlar hepsi senin gibi değil mi? Kocandır, hiç olmasa arada bir gönül alır, altın, para koyar eline… hem senin gibi on kadın  getirir kuma; ihtiyaçlarını yerine getirecek,  temizliğini, yemeğini yaptırtacak, ayaklarını yıkatacak’ kıymetsizliklerini anladıkları, dünyadan, ülkeden,  diğer  şehirlerden kasabalardan, köylerden Gımgım’dan,  Muş’dan  soyutlanmış yalnızca ev damından, mahallesinden, köyünden  ibaret  çevresinin dışına  çıkamadığından, sosyalleşemediğinden  alternatifine, farklı bir yaşama, bakış açısına  rastlayamadıklarından, yaşadıkları cehennemden  kurtulmalarının imkansızlığına inanan sadece  kadınların da  değil;   birlikte yaşadıkları Ermenilerin  tehcirine, mallarına, mülklerine el konuluşuna  tanık  ‘bu devlet her şeyi yapar, Ermenilere ne yaptı görmediniz mi? ‘ endişesi tavan yapmış dini, mezhebi,  kökeni, dili farklı Kürt,  Rum, Çerkes,  Aleviler’in,  azınlıkların da tehlike altında olmayayım  diye   boyun eğmeli, sessizliğe gömülü  ‘hayatta kalma stratejisini’ geliştirip üzerlerinde  tahakküm kuran, şiddet gösteren  kimse  ona azınlıksa devlete, Zerif, Behıj,   Nazlı,   Selvi  gibi  kadınsa   bir erkeğe , ihtiyaçlarını giderdiğini  düşünerek  ufak iyiliklerini bile yüceltip sıkı sıkıya tutunma, sarılma mıydı? neydi  düşüncelerinde mucize mi? hep  beklenmeyenden  gelir, ne de olsa. İnsanın varlığıyla ortaya çıkmış, günümüz ilişkilerini de  yönlendiren ruh hali,  ancak 1973 yılında  sosyolojide,  psikolojide; kişinin kendisini zora sokan, zarar veren, üzen koşulları benimsemesinin, savunmasının,  bu koşulları yaratan nedenleri görmemesinin, kendini  ezenin  yanında yer almasının Stockholm sendromu tanımlı rahatsızlığın semptomlarından sayılmasına bakıp eğer  bilimsellikten,  analitik düşünceden, gözlemden, biatçılıktan  fersah fersah   uzak olunmasaydı  emin ol  ‘dön bir bak ! geriye  cilalı taş devri de dahil her çağda yalnızca herkesin  değil,  her kesmin, her etnik kökenin, mezhebin, dinin, cinsiyetin otoriterlikte sınır tanımayan   celladına aşıklığını bulursun ki 1048-  1131 arası İran’da yaşamış Ömer Hayyam’ın  batıda  “Stockholm sendromu” tanımlaması yapılmadan asırlar öncesi

“Azrail’ine, Celladına  aşık olmuşsa bir millet

İster ezan dinlet, ister çan dinlet

İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet

Müstahaktır ona her türlü zillet”

dizelerinde dile getirdiği  bugünde de  yaşanan bu psikolojik durum belki çok önceden fark edilip  literatürde Stockholm yerine  ortaçağ… Ortadoğu Osmanlı…Türkiye…Gımgım sendromuyla yerini alacaktı’ diye  düşünmek  abesle iştigal sayılmaz değil mi? Hiç kimse kalkışmasaydı da en azından sen   ‘gitmediğim yer, götürmediğim doktor kalmadı, bulamadılar hastalığının ne olduğunu’  telaşında ’ bulsa bulsa onlar bulur çareyi dediler, bende  ta buralara İsviçre’li bilim adamlarının  yanına , sana  geldim  sevgili   Carl Gustav Jung, Jean Piaget,   ‘Osmanlı İmparatorluğu, devamı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı  dünde Konstantinopolisde  İstanbul’da, Ankara’da, Karer’de,  Kasman’da, Badan’da, Muskan’da, Gımgım’da  iftirasına, tacizine dayanmadığından kendini asan onca Hakife ; kırk günlük bebeğinin  elinden alınmasına susan Behıj,  kocasının babasını  öldürdüğü çene Alié Mahmuté Nazlı,  kocasının kızı Belkıze’yi , kuması Akçik’i öldürdüğü  Zerif;  bugünde 14 yaşında babasından hamile kalan L.Ş’nin  annesi S.D.A, dedesi babası çıkanı öldürülen üç yaşındaki  Müslüme,   dikkatsizliğini bilerek kiraladığı arabayla  kocasının yaptığı  trafik  kazasında  evladını kaybeden Mine Leyla gibi,  memlekette  her gün her evde, her mekanda    horlanmalarına,  hayatlarını  alt üst eden vahim olaylara neden olmuş kocalarının koynuna girmekten vazgeçmeyen, dayak yedikleri  erkeklerin babanın, amcanın, dayının, abinin  yanında kalmaya devam eden, ayrılamayan ; annelerinin, kız kardeşlerinin, gelinlerinin  her  manada şiddet, taciz görmelerine  göz yuman kadınlarla erkeklerin;  azınlık  ve   ideolojisine muhalif vatandaşların  da devletle  ilişkilerinde;   maddi, manevi   gücü elinde bulunduranın hegemonyası altında; inanması zor ama  kimliğine, kökenine, dinine, siyasi düşüncesine, duygularına, cinsiyetine  varıncaya kadar  her şeyini takipleyenin  taciz, istismar, şiddet   uyguladığını  inkar eyleyip, başına gelenlerden , yaşadıklarından  ötürü  de kendini suçlama eğilimi taşıyan ruh halinin yanında bir de  olguları, kendini , dünyayı istismarı, şiddeti, tacizi  yapanın  bakış açısıyla değerlendirip, maruz kaldığı hoyratlığın dozunun  azaltması, yapmak istedikleri hakkında olumsuz düşüncelere kapılmaması  için de ‘sen de öyle götün açık gezmeseydin, dediği saatte evde olsaydın…adam aç gelmiş yemek yok’; ‘ hak ettiler, devlet bu ne yapacaktı? kendisini bölmene parçalamana izin mi verecekti? tutuklayacak da , asacak da,  sürecek de, sen   vatandaşı  olarak devletin ne diyorsa ona uyacak, yapacaksın’  anlayışında  genelde erkek olacak  istismarcıyı, şiddeti, tacizi yapanı,  gençlerini idam edeni,  işkenceden geçiren, asan, keseni,  hak, eşit yurttaşlık  taleplerini acımasızca bastıranı   yoğun  minnet duyguları – sömürge devlet vatandaşlarının  çoğunun sömürgecilerine Afroların  Amerikaya , Hindistan’ın İngiltere’ye, Cezayirlilerin Fransa’ya hayranlığı – besleyerek gözüne girme, memnun etme çabası içinde dayak yediği öğretmenine ‘hocammm verin mübarek elinizi öpeyim hocammm’ ;  kocasına  ‘Allah bol kazançlar nasip eylesin…  seni başımızdan eksik etmesin akşama ne yapayım, ne istersin’ ; azarlayan evladına ‘Cenabı Allah  zihin açıklığı versin yavrum kazadan beladan saklasın’  şükrün de,  katleden, öldüren, döven, sövenlere  ‘ eyvallah , eksik olma’lar çekip medet ummaları;  annem dahil kadınların ‘ne yapsaydım altı çocukla nereye gitseydim, kim kabul ederdi beni, yapacak bir şey yoktu’ kabullenmesi beni   buralara getirdi. Sayın Jung, hocam bireyin kendisine zarar vermiş  babayı, kocayı,  abiyi, evladı, ebeveyni, statü olarak bir  üst  makamdakini; vatandaşın katliam,  hırsızlık yapanı, adaletsiz devleti; kulun, kalbi iyilikten  habersiz   Tanrıyı !  burda durmuyorum zira kim iyiyse işleri kötü, kim kötüyse işleri hep yolunda gitmiş ve hep kazan kötü olmuştur !  hatta Game Of Thrones’ta Ramsey Bolton’un  kendisini hadım etmesine rağmen Theon Greyjoy’a sempati duymasını sağlayan,  bu beni yiyip bitiren hastalığın tedavisi için acaba Berlin’de Freud’cuların kapısını da  mı  çalsam?’ söylevine dayanabilirse  Jung da   ‘acelecilik…tez canlılık insanı tanı da  yanlışa götürebilir.Bahsettiğin bu semptomlar;  şiddet, tehdit  uygulayarak  tehlikeli durumu yaratanın elinde gücü topladığını  gördüğünden  hayatta kalma güdüsüyle denileni yaparsa kendisine dokunmayacağını zannettiğinden, kurbanın katiline bağlanması  duyulmamış, görülmemiş  bir şey değil ki; halkla yönetenler, kadınla erkek, ebeveynle çocuk,  öğrenciyle öğretmen,  erle komutan,  astla üst arasındaki düşünsel, duygusal ilişkilerde bozukluğu, kopmayı, eşitsizliği,  şiddetin devamını  getiren,  dünyanın her yerinde şimdilerde özellikle de faşist otoriter devlet yönetimlerinde daha çok  da medeni ilişkilerini  kuramamış Ortadoğu toplumunda ölümle ya da başka bir unsurla  korkutma genelleştirildiğinden, gelenekselleştirdiğinden psikolojik bir rahatsızlık olarak  tanımlanmayan, algılanmayan bu travmatikliğin  adının  Türkiye…Gımgım ya da Stockholm sendromu olması,  önemsiz bir detay.Tedavisi de medeni ilişkilerin kurulacağı bireyselleşme, kendine  değer verme,  maddi, manevi özgürlüğü sağlayacak  bir sitem gerektirdiğinden  gelişmiş ülke olmadan geçtiğinden çok zordur’ diyerek seni başından savmak istemesi karşısında Jung ‘ la  diyalogun, herhalde ‘ o vakit Ortadoğu’da, Türkiye’de  sonra ki yüzyıllara sirayetle  hep  baki kalacak  bu sendrom, desenize’yle  sonuçlanırdı. Bir Jung değilsem de  sakın kızma annene, Zerif’e, Behıj’a, Nazlı’ya, çene Küçükağa’ya, veyvi Selbi, amojın Fatma’ya ‘ya kızını, oğlunu, babasını, kocasını  öldürmüş erkeklerinin  koynuna girmişler, bu  nasıl  olabiliyor ? bu kadar da değil artık’  da deme ! asıl vahim olan,  gözlerini kırpmadan insan öldüren katillerin yanında, ulaşım aracının at, kağnı olduğu dağ köylerinde;  kendilerini haklı  görecek, el uzatacak    tek ev damının, sığınacak tek yerin  bulunmadığı, okuma yazmadan bir haber, mesleği olmayan  onca Zerif’in,  Behıj’ın, Nazlı’nın  başlarının çaresine bakacak  yollar varmış da bakamamışlar gibi düşünmen. Hem bak!   bu zamanda eğitimli, makama, mevkiye  ekonomik bağımsızlığa sahip  onlardan çok daha iyi imkanlarda yaşayan kadınların; onlarca Mine Leyla’nın Zerif’le,  Behıj’la aynı  tavırda buluşmasına bile   şaşırma ! Zira   1960 sonrası Hürriyet,  Adnan, Taylan, Vedat; 12 Mart sonrası, Deniz, Hüseyin, Mahir, Sinan; 12 Eylül sonrası Eylem, Devrim, Evrim, Özgür, Çağdaş, Batuhan, Doğuhan;   AKP İktidarında Aleyna, Enes, Ecrin , Eymen, Ela, Tayyip  döngüsündeki siyasi iklime,  çağa,  döneme göre çocuklara verilen isimlerin  bile değiştiği herkesin de kendini– şimdinin trend profili;  televizyon seyretmeyen kitap okuyan, tek eğlencesi köpeğini dışarı çıkarmak olan, işkembe çorbası içmeyen,  kokoreç yemeyen, genellikle Rock müzik,  klasik müzik dinleyen, yazlarını Bodrum’da geçirenlere ait;  bir  gruba dahil etme  çabasıyla; köprüyü geçene kadar oldukları değil olmak istedikleri, başka biriymiş gibi– gösterip, davrandığı ‘bugüne  kadar tanıdıklarım, çıktıklarım, gördüklerim, rastladıklarım, bulduklarım  arasında  en cicisi, en zekisi, en anlayışlısı, en iyi yazanı, çizeni, en en’e sığdırılmayan her şey gibi “ ilk” , “ buldumcuk” olma şokuyla  vıcık vıcık “aşkııım”, “bebeğim, “cicim”le  seslenilen, ofistekiler, etraftakiler çatlasın diye de  cam  fanus içinde 7  kırmızı  gül, su damlası kolyeler, telefonlar vs vs..  gönderilmesini sağlama böylece  çok daha mutlu, şanslı hissetme  aktiviteleriyle de   abartıldıkça abartılan  birliktelikler  evlilikle “taçlandırıldığında; hani ”karda donuyorsundur, uyumak tatlı gelir ama öldüğünün farkında değilsin…”  sanırsın ya  onun gibi gerçek kişiliğin, karakterin göz ardı edildiğinin  farkına varamadığı  partneriyle o âna dek aynı mekanda  birlikte yaşanmadığından dikkat çekmeyen ‘sevgiliyken hoşa giden   kıyafetlerim  birden tu  kaka oldu.Babama tahammül edemezken adam bildiğin pis çıktı; meğer 3 günde bir o da benim zorumla banyoya giren, çamaşır değiştirmeyen, parmağıyla dişlerini temizleyen,  yemek, tuvalet sonrası  elini yıkamayan biriymiş? dahası ben bunu nasıl fark edemedim ??? bir işe gir’ dedikçe, adam  ben 35 yaşımdan sonra el kapısında çalışamam diyor.Benim maaşımdan başka eve üç kuruş para bile girmiyor tamam arada  3-5 kuruş getiriyor ama o  neye yetecek, ancak  kredi kartlarını kapatıyor’ pişmanlığına, yakınmasına sebep ayrıntılara takıldığı halde  bilinçli,  bilinçsiz   her Türkiyeli  kadının; bir sonraki şiddeti, dayağı, işkenceyi görene dek,  yaşananın tekrarı ihtimalini  bilinç altına iterek  ‘dayak yiyen annem, küsen babam üstüne  ‘yazık adamcağız bir şey yemeden yattı’yla  yemek  yememesine üzülen   yine annem’; ‘sabah dairede  Selim akşam dövdü beni dedi Azer, mesai bitimine   doğru şu  makyajımı  tazeleyeyim, akşama  da güzel bir sofra kurayım demesin mi’yle   yapılan eziyeti, hoyratlıkları içselleştiren;  yüzyıllardır  zorbalık yaparım, çalarım çırparım, eserim gürlerim  sonunda da Affedilirim ey halkım ! ey ailem  neden bir kez daha  bana  övgüler döşemiyor, mükemmelliğimi alkışlamıyorsunuz? egosunun tavan yaptığı, yaptırıldığı  erkeği baskın   Türkiye…Gımgım sendromunun kalıcılığını görmen yaşaman; sonunda seni de ‘meğer biz onlar için mücadele ederken millet kendi keyfindeymiş,  bende   artık herkes gibi işime gücüme bakacağım’ diyen   kapitalizme  muhalif, devrimcilerin  geldiği  noktanın  yanına üç noktayla  gelmenin de  sebebiydi.Ayrıca ben bırak katillerle yaşamayı, onlara hizmet etmeyi    Sodom ve Gomorra’da ‘ …ama henüz taze olan bir kederin ortasında bile fiziksel arzu yeniden doğar. Bir çocuklarını kaybetmiş olan  çiftlerin, üstelik de ölümün olduğu odada,  kısa bir süre sonra birbirlerine sarılarak kaybettikleri çocuğa bir kardeş yaptıkları vaki değil midir?’ yazmış  Proust’un,   insan ruhunun gel, gitli  karmaşıklığında yaşadığı çoğumuzca  kabullenilmeyecek  ama arzunun itekleyiciliğinde vuku bulan eylemlerindeki  acımasızlıklar, gaddarlıklarla bile  yüzleşmeyi yüzyıllardır ertelemiş ataların,  kuşakların torunlarından  merhamet, vicdan beklenemez de diyordum ki,  şu anda Ankara’da, yağmur öncesi bir  hava; senin kadar okşayıcı, içten  kelimeler  bulamanın zorluğunda ‘ şimdi orda olup pencereden  yağmur  damlalarının  göle düşüşünü izleseydim’ hasretinde  sana da  anlatmak istiyorum benim sevdasız sevdalı  şairim; Merkez binasının  da bulunduğu hala kesilmemiş ama yaşlanmış anıtsal çınarın altında  İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ileri gelenlerinin Meşrutiyet fikrini tartıştıkları, Arnavut kaldırımlı daracık sokaklarında, elma, ceviz  ağaçları dolu bir bahçenin ortasında, balkonundan çiçekler sarkan beyaz taş evlerine  ‘ böyle bir evim olsaydı başka bir şeye gerek duymazdım’   duygusunda baktığım, paçozların Bodrumuna, Egeye, Güneye,  Kuzeye gidildiğinde yemek; otel, pansiyon, kiralık eve falan filan derken  harcadığın   paranın üçte birini  harcayıp  ‘bu yemeği Bodrumda yeseydik 2.000 TL den aşağıya çıkamazdık’ sitemine dükkanlarında Ülker, Torku ürünlerini gördüğünde ‘ayyy nereye gitsek  bu dincilerden, İslamcılardan  kurtuluş yok arkadaş,  alışveriş etmeyeyim’  düşmanlığını  ülke sınırlarına çıkarana  satıcının  boynundaki  haçı  gösterip ‘boş ver sen şimdi dini, mini.Yaşasın insanlarda  din, iman bırakmayan para, kapitalizm ! Hem dikkat ettin mi  insanların  karakterleri,  davranışları, nezaketleri, huyları memleketine, iklimine  göre  nasıl fark ediyorsa  aynı durum hayvanlar içinde geçerli.Bizim memlekettekiler bırakmazlar yürüyelim, parçalayacakmışçasına havlarlar üzerimize, bunların sokak köpeklerine bak!   önümüze atladıklarında  gözümüzün içine ‘sev beni’ dercesine sevimli sevimli bakıyor, kuyruklarını sallıyorlar’ lafını yetiştirerek çıktığın  Çar Samuel Kalesinin dik yolunda, Makedon güneşi altında, deniz seviyesinden 700 metre yükseklikte  Arnavutluk’un “mavi incisine” dalarak  rüzgarla gelen deniz havasını  koklayıp, Balkanları içine çektiğinde Kavaklıdere sinemasında izlediğin yönetmenliğini Milcho Manchevski’nin yaptığı “her çember yuvarlak değildir” cümlesiyle başlayan “Before The Rain” filminde  Anastasia “ Pass Over “  çalarken, dağın dibinde  doğan bir nehir doldurup diğeri boşalttığından sürekli temizlenen,  akşam karanlığında görmeden kıyısındaki  bir otele yerleşip, sabah perdeler açıldığında görülecek  manzaranın  “Tanrı cenneti yaratırken bir damlasını yeryüzüne düşürmüş , o damla Ohrid’miş” i doğrulayacak  kıpırtısız duruluğunda,  asaletinde  kalenin  inşaatında kullanmak için taşları, kayaları  tepeye taşıyan  emekçilere de  ahhh Ohrid  dedirtmiş,  ta Emeran’ dan buralara uçarak gökyüzünün maviliklerinde süzülen Nare’nin beyaz kuşu  da  belki de bıraktığı kalbini geri almaya gelecektir buralara,  bekle!

V BÖLÜM

Belki yüzyıllık  çınar ağacın bulunduğu  meydanı, incisi, kuğuları yoktu ama bil ki, kuşatıldığı  Bingöl, Karer  dağlarının tepelerinden koca  kayaların,  taşların üzerinden şelaleymişçesine derelere akan berrak  suları,   kayalar arasına sıkışmış kaplıcası, önündeki  Hölenk(g) çayı boyunca uzun kavak ağaçları, ötesinde uçsuz bucaksız arazileri,  ormanlarıyla resimlisinden vazgeçtim   masal kitaplarının yokluğunda Alice Harikalar Diyarına benzetemeyecekleri ama  civarındaki köylerden  farklı  güzelliğine ‘burası cennet gibi’ damgası vurulmuş  çene Memilé Talo  Elif’in  evlenip gideceği  masalsı  köy Öleng de en az  senin kadar ahhh Ohrid ! di. Dedem Memil’in Rus işgalinde Malatya’ya göç ettiklerinde, yolda  başına bir hal gelmesin diye yanında götürmek istemediğinden derezası  Mustafaê Gülabinin  evine bıraktığı ancak   yalnızlarken evi basan Ruslara sepi sopalarıyla birlikte karşı koydukları Kamerîé  Sofué  İbrahimé Talo’yla  evli çene Melekê Fakı’nın öldüğü, kendisinin de yaralandığı  çatışmanın ortasında kalmış,  evleninceye kadar da dewa ma Badan’da  babam Resulé Memilé’n  yanında kalan emıke ma, halam  Elif;  çok güzeldi diye anlatmıştı  baban,  sülalede böyle bir güzellik, ne bileyim;  sarı saç, beyaz ten, yeşil gözler, kalıplı,  iri yarıydı da. Celeple, ticaret  işiyle uğraştığından  hayvan, buğday, yağ, peynir  almak için sık sık   geldiği Kuzik’de  Süleymanê Müminê Resulê’n kapısının önündeki  kürsüde ellerinde çay oturduklarında  Dersim, Mazgirt  Pulan mahallesinden göç ettiklerinden Pulan da denilen Hıran  aşiretinin ileri gelenlerinden Davutağalardan  Öleng’li Mehemet Efendi’yle sohbettinde ‘ ağam, Mehemet Efendi ! kaç erkek çocuk var sende?’ – ‘erkek  yoktur, onca variyet sahipsizdir ‘ üzüntüsüne  ‘keko… ağa sen çok yaşa, ortalık doludur kari, yok mudur  nedir.Al bir tane daha. Bizim oralarda bulamam diyorsan da  bizim akrabalarda  kari çoktur, güzeldirler de ’ – ‘İyi, güzel dersinde,  ben yaştakine kızlarını verirler mi?’ –‘Yaş nedir erkek için?erkeğin yaşlısı olur ? Koç her daim koçtur. A bu senin  hesaba göre, o vakit bende yaşlıyım. Bak !  bu gelen, sırtında meşk olan,  karı benimdir  Hakife, yüzünü leçekten görmüyorsun, çok güzeldir.Karıların hepsinden   güzeldir geçen sene aldım, hamile kalmasaydı iyiydi ya. Bizim akraba amcam   Zengel’li Velié Ağaé  hep   ‘ genç nefesi koklayın; gençliği, kuvveti geçsin vücudunuza’ diyor. Yaş  erkek için bir şey değildir, karı için bir şeydir.Karının yaşı kuzuyla,  koyun  gibidir  genç kuzunun eti lokumdur, lokum.Koyunun eti geç pişer,  çiğnerken diş acıtır. ‘–‘ sen öyle diyorsan’ –‘ diyorum, hatta aklımda biri de var. Gidip bir bakalım. Badan’dadır,  derçenam çene Memil Elif. A bunun babası , o apo   Memil  çok tembeldi, oturduğu yerden para kazanmak isterdi, ganimeti, parayı, altını  çok severdi. İki kızını  iyi bir başlık verdikleri için uzaklara gelin göndermekten çekinmedi. Gülizar ‘ı  Keraşanlara Hüseyiné Delié;  en büyüklerini de  valla adını hatırlamıyorum, o kadar çok kari, kız var ki sülalede, öbür kızını da  Malatya’ya göç yolunda ya  Erzurum ya da   Kars’lı  birilerine vermiş, yoluna devam etmiş. Waye mı Elif’in yanında kaldığı  abisi  Resul’de babası gibi tembel,  parayı seven biri, cimridir de. Bir tek karısı  Zelhan için kıyar paraya.Ona kadife kumaştan elbise almak için arsasını satmıştır. İyi bir başlığa ; dört beş  kese altına , on onbeş koyuna  dereza Resul’den  alırız  derçenam Elif ‘i , çok güzeldir, talibi çoktur  ‘–‘ Ben yetmiş beş  yaşındayım, Resul ağa kardeşini  verir mi bana?A o kız da beni ister mi?’ – ’Ağam, Mehemet efendi, sen    takmışsın yaşına. Görmüyor musun, bütün bu köylerde seksen yaşındakiler  on, on üç yaşındaki kızlarla evleniyorlar, çocuk getiriyorlar dünyaya. De haydi, kalk gidip , gelelim  ‘ le   ikna ettiği  Mehemet Efendiyle atlıyorlar atlarına,  doğru Badan’a Resul ağanın yanına; hal mesele budur, bunun için geldik.’. Bütün köylüler gibi kendisi de  paraya , mala, mülke düşkün derezası Süleymanê Müminê Resulê ‘n kaş göz işaretinden ‘  eree bu Sılıman, boşuna kaş, göz etmez, adam zengindir yoksa buraya getirmezdi’yi anlayıp ‘piyi mi  Memil ağanın  kıymetlisi  waye ma  Elif’i verdim gittim sana, işi uzatmaya hacet yok. Yirmi gün sonra  gel, Elif’i al, götür’le düğün gününü de  oracıkta kararlaştıracaktı. Başlık olarak bir,  iki değil,  tam altı  kese altın, üç  at, epey  koyun, keçi veren  gümüş sigara tabakalığı, kaçak tütün, kadife kumaşlar gönderen  Mehemet Efendi;  sonrasında Badan’a girdiklerinde çe Memile giden yol üstünde çeşme başında arkadaşlarıyla oturan kızlar arasındaki Elif’i ‘işte  budur’la gösterdiğinde  Süleymané Müminé ; başındaki leçeğini çıkarmış  yıkarken suyun altında,  güneş  ışığında  altınmışçasına  ışıldayan  düz, uzun sarı saçlarının parıltısı gözlerimi öyle kamaştırdı  ki  ‘ neye mal olursa olsun, Mehemet Efendi ! gel, sen  al bu kızı’ dedim içimden onun için  yüz kese altın isteseydi de Resul ağa, verirdim ama o bunu bilmediğinden ‘ne verirsen dedi, aslında az istedi’ diyecekti. Misafirlerini  yolculayan  Resulé Memilé ağa  ‘eree  hele gel hele’  sevincinde el ederek  çağırdığı  kardeşi Elif’e  ‘ wayemı, çene Memile,  az önce  sana  taht yaptım, ömür oyu tacın başında olacak .Zaten  iş yapmayı da sevmiyordun, elin  sıcak sudan soğuk suya girmeyecek. Baoo herif, Ölengli Mehemet Efendi,  variyeti çoktur. Seni ona verdim, hazırlan yirmi güne gelin gidiyorsun Ölenge’ dediğinde,  çeşme başında  leçeğini yıkadığı sırada  duyduğu nal seslerine dönüp bakan   çene Seydali  Gule’nin    ‘ waye Elif,  a o iki atlı geçti  burdan , sizin eve girdiler, hayırdır, kim ki ’– ‘eree Gule görmedim ,  ne  bileyim, gelmiştir yine birileri‘yle önemsemediği  atlılardan biriyle evlendirildiğini  öğrenmenin şaşkınlığında ’nê … nệ… hayır ! hayır ! gitmem ben, kardeşim… birâye min  (bram)  Allahını seversen, a o Gıreboğa’nın hatrına, gönderme beni çe Memil’den.Ölenge, nerde, burası nerde, oralarda  yapamam !’lı  gözyaşlarına  ’çene Memil, akıl yoktur sende , eninde sonunda evlenecek, gideceksin bu evden. Senin yaşında kim kaldı  herkes evlendi.Herife, adama söz verdik, ne yapsan fayda etmez, bu köyün ( dewa hérama ) eşekleriyle evleneceğine, git Ölenge,  Mehemet Efendiye.Başına konmuş bir kuş kıymet bilecek yok‘. Hele bak, kız, çene Memile, sen  niye ağlarsın? Abin söyledi, seni zengin Ölengli  Mehemet Efendi istemiş. Daha ne ? Resul ağa, abindir  kötülüğünü istemez, senin için en güzelini yapmıştır, boşuna kendini parçalama ,  hakkında hayırlısı  budur.  Hem  ev damında ne deriz biz ‘derdine çare  olsun diye büyüklerimiz her zaman güzel konuşur doğru karar verir ( e veinan ma her tim/her veht hoyl heber dayene) Hepimiz de senin gibiydik evlendiğimizde, yaşın evlilik yaşıdır, talibin çoktur.İte köpeğe yem olmadan, Allah şaşırtmadan, a o Gıreboğa yardım etti de  iyi bir kapıya attı seni.De haydi çene, waye  dünya iş var ,  ağlayıp durma  ’ nasihatini dinleyeceği ‘daye, waye , weyvi , amoj, amojın Zelhan  a o Hz.Ali aşkına,  izin verme.Ben ne bilirim  Öleng’i, kimi, kimseyi  tanımam  oralarda.Hem bu adam nerden çıktı? İndir, cindir  bilen yok, birden peydah oldu’yla   avuçladığı ellerini  öptüğü Zelhan’ın  yardım etmeyeceğini anlayan emıka mı Elif’in  ‘o gün gelsin, göreceksiniz…gitmeyeceğim ‘ ayak diremeleri, ağlamalarıyla  geçerken günler ; daha bazen daire bazen üçgen şeklinde demirden yapılma üç ayağı üzerine pişirilecek, kaynatılacak  şeye göre tencere, tava, saç, demlik, çömlek, kazan konulan sacayağı, dışarıda, açıkta  da kullanılan  maltız ocağı (sobası) ortaya çıkmadığından;  lojının yanına diz çökmüş konulanı devirmeyecek biçimde konulmuş üçgen biçiminde dizilmiş  üç taştan yapılma  ocağın  üzerinde konmuş sacın altındaki ateşe sönmesin diye  çalı, çırpı arada tezek atan Elif’e, sacın üzerinden aldığı pişmiş ekmeği hamur teknesine attığında ‘öbür gün’  diyecekti yengesi amojın Zelhan ‘ Mehemet Efendinin adamları seni  almaya gelecekler’ –  ‘amojın a ben  söyledim yine söyleyeyim, gitmeyeceğim’ kızgınlığıyla elindeki odunu lojına fırlatıp  ayağa kalktığında, karşısında bulduğu   bırası Resul ağa  ‘eşeğin kızı (çene hera) , kız sen nerden türedin? gitmeyecekmiş, karnını kim doyuracak, para nerde?  ev damına yüksün, kıt kanaat geçiniyoruz. Evlilik vakti gelmiş her  kız gibi gidecek, yerini yurdunu bileceksin. Boşuna çırpınma,  yalan konuşma.Babamın kızı sen kimi kandırıyorsun?Ben bilmiyor muyum senin gönlün  kimde? Alié Heyderé Zeynelé,  daha babam Memilé Talo  yaşarken kendisine babalık eden amcaoğlu Halilé (Hallo) İbrahimé Talo’yu  gönderdi de ‘kızımı ona vermem’ babası, yeğenim  eşkıya Zeynelé İbrahimé Talo, kardeşine Veliye  kayınpederini  öldürttü.Talogiller delidir, yarın bir gün oğlunu intikam diye öldürür  kızım da dul kalır. Bu hali bile bile, göz göre göre kızımı kurban etmem. Eşkıyanın oğlu, eşkıya, hırsızın oğlu hırsız olur demedi mi babamız.Hiç Eliye Heydere Zeynel’le bir olur Ölengli Mehemet efendi, bir yeri bir ağırlığı var herifin. Eğer evlenseydin Alié Heyderé Zeynelé’le  Kasman’da ki  çe Taludakiler oyyy onlar seni per perişan ederlerdi. Klabalıklar, serü sefil mi olmak istersin.Yahu bacımız iyiliğini düşündük diye bize karşı çıkıyor.Eree seni fincik, gitmeyecekmiş, dur sen bakayım ’ hıncıyla elindeki ince  çubukla  yüzü hariç  beline, bacaklarına, kollarına öyle vuracaktı ki,   karısı Zelhan önüne geçip  elinden almasaymış  ev damından ölüsü çıkacakmış Elif’in, Resul ağanın ilk eşi, Selvi çene  Mustafaé Velié  Taloé gibi. Öleng’e  Mehemet Efendinin konağına vardığında, karşılamak için kapıya çıkmış   Talo  soyundan  Feranlı,    sakin, yumuşak yüzünü görünce  ‘ne kadar da güzelmiş, bu herif bunun üzerine niye beni kuma aldı’  üzüldüğüm üzerine kuma gittiğim,  bana abla olacak    Zehra   beni bir odaya götürdü diye anlatmıştı sonradan dewa ma Badan’a geldiğinde çene Seydali  Gule’ye,  ‘hulamların  bakır sinide  getirdiği bal, kaymak, ekmek, peynir,  çayı önüme koyup ‘ haydi, yol uzundu, bir şeyler ye waye sonra  üstünü başını çıkarır yıkarız seni, sonra yeni temiz elbiselerini giyersin ’ dedi. Oniki, bilemedin onüç yaşındaydım o kadar çocuk…o kadar küçüktüm ki tek başıma saçlarımı yıkayamayacağımı anlayan  waye Zehra, banyoda üstümdeki elbiselerimi çıkardığında öyle bir bağırdı ki ‘ Heko…Hego…dakıla…Allahım…Allahım bunu kim, hangi vicdansız yaptı? Gavura…gavura; Hz. Hüseyin’e yaptıkları gibi kırbaçlamışlar’  waye Gülbeyaz bak ! bak  dedi kara kazandan başıma su döken  hizmetli kadına  dönüp  ‘bak!  her tarafı  morarmış, bunu  sopayla dövmüşler,  Elife’ mı söyle bana, korkma kim dövdü seni?’ – ‘ keké ma Resul ağa, buraya gelmek istemeyince, beni öyle dövdü, öyle…  ’– ‘elleri kırılır inşallah,  Allahın’dan bulur’ beddualarını ede, ede,  ağlaya ağlaya  öyle yavaşça, incitmeden yıkadı ki sanki yaralarıma merhem sürdü.Sonra yeni alınmış beyaz uzun kollu  atlet, paçalı  tuman çıkardı,  mor renkli kadife  bir elbise,  başıma altın , gümüş renkli pullarla işli leçek örttü, kolluma  yedi sekiz bilezik, parmağıma  ortasında yeşili parlayan taşlı bir yüzük, boynuma kalın altın bir gerdanlık taktı, akladı pakladı, süsledi  geniş, üç pencereli bir odaya götürdü beni, kalın iplerle örülmüş bir  kilimin (cacım)   üstüne  konulmuş renk renk allı dallı, büyük çiçekli kumaşlar geçirilmiş   geniş  yün minderlerden birine oturttu,  arkama da  kenarları  kanaviçeyle mavi kuş işlenmiş beyaz iki yastık koydu  ‘otur burda…’ O oldu,  çene Memilé Talo; Elifé  Memilé; Öleng’de,  Çat’da,  Badan’da, Kasman’da nereye, hangi eve giderse gitsin  ‘ ciniya  Mehemet Efendiye Öleng, sırtına  yastık yığın,  bir de geniş   minderler çıkarın ki rahat etsin’ denilerek hep geniş minderlere oturtulacaktı. Gün gelecek  o minderlere Elifé  Memilé’ n  ‘ hanım değildi, kendini hanım etti’ diyeceği oğlu Kasım’ın eşi, gelini Cemile (amcan Hasan  bu gelini çok sevdiğinden ismini kızına  taktığı)   oturacaktı. Ölengli Mehemet Efendiyi  konağında ilk gördüğüm anda,   odaya girdiğinde çok korktum, titredim, karşımda   sakallı, yaşlı, çirkin  bir adam ‘ Elif bu muydu kaderin’ lanetiyle ayağa kalktım  yanıma geldi,  yüzümde ki  heliyi  açtı  ‘korkma ! tahmin ettiğimden de fazla, ay parçasıymışsın, çok güzelmişsin.’ Elimi bırakmadı,  tahta karyolaya  oturduk, yüzümü okşayınca geri çektim kendimi  ‘ waye, korkma! senden  tek erkek çocuk isterim, onları  bana verdin mi dünya senindir,  herkes , ben sana kul köle oluruz’  waye mı  Gule,  Allah için bana bir gün kötü bir şey demedi, yediğim önümde yemediğim arkamda, ev işlerini yapan, çocuklara bakan kadınlar etrafımda dört dönüyorlar. ‘Bizde  bir laf vardı’ dedi bir gün bana Mehemet Efendiye  ‘ gebe olsun da ne zaman doğurursa doğursun (wa awir ba çi mehel zîyena wa bizîya) ‘ benim halim de oydu, dört oğlan üç  kız, arada ölenlerle on iki doğum yaptım. Benim işim, görevim  çocuk doğurmaktı, hakkıyla da yerine getirdim, damızlık hayvan gibiydim. Kadın için sevse ne,  sevmese ne, sevda ne ki? sevsen ne olur ? Sevdim ben Eliye Heyderé Zeynel’i, kim dinledi, duydu  beni. Biz Hormekli kızlar öyle zavallı ve gariptik ki  önemli olan evlendirecekleri   erkekleri bizlerin  sevmesi değildi, babanın, abinin, amcanın  sevmesi, tutmasıydı.Vermişler bir kere herifin birine, mecbur sevecek,  başına getireceğini de  çekeceksin  ama ben sevmesem de  o ‘sen iste!  Erzurum’u, Ölengi yakarım ‘ diyecek kadar çok  sevdi beni. Yak deseydi çene Memilê Talo,  şu Ölengi  yakardı   nitekim Öleng’de, talipleri oldukları, çıralık verdikleri piroları Seys Savuşun karısı Zeri, ciniya  Mehemet Efendiye Ölengin üzerindeki kadife bir elbisenin rengini, desenini, biçimini   çok beğeniyor  ‘Erzurum’a gidersen bende geleyim, hanıma Elif’in üstündeki elbiseden bulursam   alacağım ‘. Alıyor da şimdinin   “başımıza bela, bir de bir boku beceren bir prenses olsa gam yemeyeceğim, buz yapma gücünü kullanamıyor, en ufak zorlukla karşılaşınca kaçıp buzdan kalesinde saklanıyor, film boyunca tripte, kardeşinin çabalarına rağmen elini taşın altına koymaktan aciz, mıyır mıyır uyuz bi karakter ama  kızım  tutturdu  Karlar Ülkesi Prensesi Elsa’nın elbisesinden alsana bana. Aldım,   nasıl mutlu oldu, okula giderken de giymek istedi  akşam sınıftan çıkmasını beklerken öğretmeni ‘Damla  elbisesi ile çok mutluydu bugün ama bir arkadaşıyla pişti oldular ‘  üzüldüm, kızımın hevesi kursağında kaldı diye ama yolda “anne biliyor musun  Alya ‘da  Elsa’nın elbise giymişti, aynısı hemde!”  sevincini gördüğümde arkadaşıyla  aynı şeyi giymenin memnuniyeti, çocukların  hayatı  algılama konusunda yetişkinlerden daha mantıklı olduğuna inandırdı, belki o yüzdendi çocukken mutlu oluşumuz.’ sohbetinin de odağı; aynı zevkleri paylaştığın biriyle  neşeli, neşeli konuşmak  varken   karşındakiyle ayrıştıran, köşe bucak kaçırtan,  giydiğin kıyafeti nasıl taşıdığının bir değerinin olmadığını gösteren üstüne  günü de zehir eyleyen sanki sevdiğin, evlendiğin sana özel doğurulmuşçasına  ömür boyu; sanki  aldığın ürün sana özel yapılmış, özel tasarımcının elinden çıkmış tek ve biricikmişçesine sadece senin  olmasını istemek başkası(nda)yla görmeye tahammül edemeyip neden şekilden şekile girildiğine mantıklı bir izah,  anlam verilemeyen  ‘bu dert mi anasını satayım? durdun durdun üzülecek bunu mu buldun?’  dedirtmesi beklenen ama  dedirtmeyecek;   aynı zaman dilimi içersinde, aynı mekanda iki kişinin  üstlerinde tesadüfen aynı kıyafet bulunmasına  ya da    x kişisi ve sevgilisinin eski eşiyle karşılaşmasına   “oooyyy poşto oldooom” dövünmesi “pişti oldular” eğlencesi   durumu,  o zamanlarda  ‘hanımım,  Zeri’yle pişti olmuşsunuz’la dillendirilseydi  herkesin, Ölengin asilzadesi Elif hanımın bile  ‘eree  o ne demektir? Allah  fikir ihsan eylesin, sabah akşam elde kağıt pişti oynaya oynaya belli akıl da gitti, laoo pişti nedir, de hele git başımdan’la   üzerinde durmayacakları ama  elbisesinin  aynısını  Zeri’nin üstünde  görünce konağın içinde   ‘ ciniya Mehemet  efendi  Öleng’le  aynı elbiseyi giymek, aşık atmak, kimsin sen ? Kimsin de hanıma Elif’le  aynı elbiseyi kuşanacaksın, giyindiğimi giyineceksin’ bağırtılarında, bir  köleye sahibinin  edeceği hakaretlerinin  yatıştırmadığı öfkesiyle kimsenin yapamaya kalkışmayacağı, cesaret edemeyeceğini  yapacak ‘ Mehemet !!! Efendi !!!,  Ölengli Mehemet Efendi, bu saygısızlık, bana değil sanadır. Kocasını seninle aynı mertebede, ayarda  görmektir,   hükmün yok artık gözümde demektir. Herkes yerini de,  haddini de bilmeli. Gönder bunları yoksa köylüye sözünü dinletemezsin  öyle olunca da  düzen   şaşar Öleng’de, hulamlara, marabalara  söz geçiremez, iş yaptıramazsın’ isteğini,  aynı gün Seys Savuşa  ‘ Zeri’in yaptığı doğru değil, hanıma Elif ‘le kendini bir tutmak nedir Piro ! bra ! sen  karının eline düşmüşsün olmaz, nasıl seninle  aramızda bir fark vardır, karınla da Elif hanım eş, eşit değildir o Ölengli Mehemet Efendinin zevcesi, karısıdır. Had bilmek lazım, kusura kalma, haneni al git buradan ‘ köpürmesiyle  bildirdiğinde eşyalarını yüklediği  öküz arabasının yanında son kez tepeden  bakıp  ‘ dilerim Pirim Hacı Bektaşi Veliden,  a o Goşkar babadan yedi ceddin bollukta kıtlığı,  gençlikte  ölümü yaşasın, haneniz de hep huzursuzluk baki olsun. Ya Hz. Ali, sen ki haksızlıklara  baş kaldırmışsın,  sen ki  zalimin karşısında eğilmemişsin bizi yurdumuzdan, damımızdan eden,  zulümkar çe  Mehemet efendiyi Öleng’i  adaletine havale ediyorum. Bildiğin gibi yap’’ bedduasını ederek Öleng’den ayrılan Zeri’nin  o laneti…o bedduası nereye giderlerse gitsinler çe Mehemet Efendinin soyunu takip eyleyecekti. Piro Seys Savuşun’un  Öleng’i  terkinden  sonra, hanıma Elif,  arka arkaya  önce  kızını,  arkasından bir oğlunu hastalıktan kaybedecekti. Yılda bir iki defa önde bindiği beyaz benekli kahverengi  doru  atı,  heybeleri kumaşlar, leblebiler, cevizli pestiller, şekerlemeler, lokumlar, Erzurum keteleriyle yüklü  adeta bir kervanla öyle bir şatafatla girerdi ki   dewa ma Badan’a  ’eree be…be , hele gelin, gelin, bakın !  çene Memilé, hanım olmuş dünya..oyyy dünya…dünya   sen nelere  kadirsin, dün ekmek bulamayan Elif’e   atlılarla,  hulamlarıyla  geliyor‘ konuşmalı köy  seyrine gelirdi. İçinde kırmızı çiçekler olan  böyle vişne rengi kadife bir elbise giyerdi, güneş  vurunca ışıltısı  gözlerimizi kamaştırırdı, ölene kadar yengesi Zelhan’ın da çok düşkün olduğu ona göre zenginliğin, ihtişamın kelamı  renk renk kadife elbiseler giydi, tam da silahı olmasa da arkasında cephane varmış gibi davranan,  kuşu kartal eden isterse kardeşi olsun düşman gördüğüne   merhametsiz, acımasız dedesi  Talo ağanın isteyeceği bir torundu; okuma yazması yoktu ama  ‘dağları ben yarattım’  havasında kendini okuma yazma biliyormuş, pürü pakmış gösterecek  aklı,  babası Memil gibi kurnazlığa yatkındı. Çok   düşündüm Öleng’de demişti lojının önünde kürsüde oturmuş, közün üstüne konmuş çaydanlıktan şuşeye  çay dökerken yengesi  ciniya Resulé Zelhan’a,  beni  bu çe Memil’de   tutmayacak eninde sonunda  birine vereceklerdi. Ha bu Ölengli Mehemet Efendi olmasaydı  çoban  Seydali olurdu, abim bana sormadan yapacaktı bu işi.Hiç olmasa şimdi Mehemet Efendinin yanında, fakirlikten uzağım, gelip görmedin daha  bu çe Memil benim  konağımın yanında ahır kalır o yüzden brama, Resulé Memilé kızgınlığım geçti, gitti. Ölengi Badan kadar  sarmayacak deprem olduğunda   ‘heyvahooo hey, benim kardeşim  Resul uykudadır, kaldı altında çe Memil’in ’ dedim Mehemet Efendiye ‘atımı hazırlasınlar, ben gidiyorum’  o yollar…ahhh o yollar dewa ma Badana gelene kadar ‘ Ya Ali…Ya Hızır bir şey olmasın…olmasın brama’ duaları ‘ben gittiğim de gömmüşlerdi bramı Goribaba’ya, tepeye.’  Yerle bir olmuş çe Memil’in çocukluğunun başında   ‘ Ölenge yanıma gelin, Mehemet Efendi  her türlü ihtiyacınızı karşılar, ev, tarla, mal ’ teklifine ‘ Çe Memil’i kapatmam, ağam Resul’ün emeğini, toprağını Badanlılara yedirmem’le geri çeviren  veyvisi Zelhan’a,  büyük yeğeni Hasan’a ‘bu toprakları, araziyi  Badan’lılara  bırakmanıza benim gönlüm de razı değil’ hakkını vererek,  enkaz kaldırıldıktan sonra annenin, çene Küçükağa Turna’nın da gelin geldiği çe Memili, gomeyi, davluyu (koyun, inek ahırlarını) Öleng’den  getirtiği taş ustalarına yaptırtacak, kara kışta  bir gece yeğenlerini  Kemal’i, Cemal’i, Heydere boru , Mehmet Ali’yi  bırakıp kocaya kaçtığını duyduğunda ‘kimin kızıdır o,  babası Zeynelé Talo’da;  geride bıraktıklarıma ne olacak, o iki yavrumun başına ne gelecek  diye düşünmeden oğlu Yusuf’u, kızı Zelhan’ı  karısı Naze ‘yi  bırakıp elinde bir heybe çekip gitmedi mi? Yıllardır tek haber yok’ yergisinde veyvisi  Zelhan’la  ölene dek konuşmayacaktı. Emıka Elif, benim nazarımda annemle konuşmamakta haklıydı, beni, dört kardeşimle; anne bir baba ayrı büyük amcanla, Leyla’nın babasının, baba bir anne ayrı bram Veli’nin  eline  terk ederek  kocaya kaçan bir anne, anne değildi. Bende onu akıllı bir kadın sayardım, başımızda dursaydı okur hakim olurduk belki Atillaé Mehmeté Şerifé gibi  çünkü benim babam Resule Memile çocuklarını okutmaya meraklıydı  ölmeden öce beni yarım saat uzakta ki Üstükran  (Çaylar) nahiyesine   akrabalardan Heso Dado’nun evine bıraktı  ‘burada okusun, sizde kalsın’. Fakat o vakit ben annemi, babamı çok  özledim bir hafta sonra döndüm babam çok üzüldü  ‘oğlum okusaydın’­– ‘piyi mi, apo  yok, başkasının evinde yapamıyorum’. Babam çok severdi beni, yerimde durmazdım, hep hareket hep… yaramazlığım yüzünden az daha burnumdan olacaktım. Köydeyken bizim kapının önüne ormandan kesip büyük bir ağaç , kereste, kalas getirmişlerdi  a o Uskül’’le, Süleyman Sırı Vare, şey var ya bıçkı…bıçkı ?  el testeresi  işte onu almışlar ortalarına kesiyorlar  bir tarafı o çekiyor, bir tarafı Üskül. Ben de gitmişim  yanlarına testere ne kadar  ağacın içine, aşağıya inmiş, daha doğrusu nasıl kesiyor testere  bakayım diye   eğildim,  eğilmemle testere…nasıl baktım testere geldi, kesti burnumu. Ayyy, ayyy  öyle bir  kan gitti ki, üstüm başım hep kan. Uskül , babam  hepsi koştular,  bir bez parçası, çaput  yapıştırlar sonra bir ağrı, acı başladı nasıl…nasıl bir acı, kanım dondu, terledim, bayıldım belki de , bilmiyorum,  kıkırdaktan kesilmiş. Hemen at gönderdiler Kasman’a Kameri Şıh Ali’yi alıp getirdiler. Babam bana  kıyamadı, üzülmeyeyim  diye bir şey demedi, kızmadı;  burnum böyle aşağıya gelmişti, inmiş, sallanıyordu, beni yatırmışlardı sedire, Kameri Şıh Ali’yi görünce rahatladım, biliyorum ya doktordur, herkesi iyileştiriyor,  hemen bezi aldı burnumdan, böyle macun gibi ezilmiş bir et parçası koydu, yapışkan bir yaprak  (zanımca meşeydi) da üstüne,  sabaha kadar kalkmasın yatsın, çorba verin, etli olsun dedi. Eskisi gibi olmadı ama hiç olmasa burnum yerinde kaldı. Ma Allah  a o Kameri Şıh Ali’den razı olsun, bugünkü doktorlar doktor mu? Adam okula bile gitmemişti, o yoklukta neler yapıyordu, ne hastaları iyileştiriyordu. Use Eli Useyin (Hüseyiné Alié Hüseyiné)  vardı Badan’da,  a bu köpek İmam’ın babası… o köpek İmam iki tane müdürü öldürdü, Karayollarının  Müdürünü. Badana yerleşti muhtar adayı oldu  kimse oy vermedi,  babası Usé Alié Useyin benim babamın dostuydu, beni görürdü  ‘bra  sen ne yapıyorsun’–‘apé, amca Useyin, okula gitmek istiyorum ama benim  babam ölmüş bunlar beni okula göndermezler’–‘ baooo, ben onlara, abilerine söylerim seni okula gönderirler.’ dedi. Söyledi de, babamın ölümünden birkaç yıl  sonra (1949 ‘da) Badan’a bir eğitmen atadı hükümet, tek odalı  bir okul,   benimle yaşıt aynı köylü Reşaté Hüseyiné Alié Sormemedan’ı kabul edemem okula dedi eğitmen ‘Kanun, ondört yaşındakileri alma diyor’ . Reşat’ın babası,  Dersim’den Badan’a ilk yerleşen aşiret Kalilerden  Hüseyiné Alié Sormemedan  Gımgım’ daki nüfus idaresinden,  bir iki yıl önce  ölen  kütükten düşürülmeyen oğlunun hüviyetini getirdi de  eğitmen öyle okula aldı, a o  gün geldi  Reşat    akrabaların çocuklarının ismini koyacağı, okula, askere gitmesi, işe girmesi için  doğum tarihlerini değiştireceği,  Varto Nüfus Müdürlüğüne memur olup,  akraba gezmelerinde   ‘ismi ne olsun diyorum  çocuğun Zoze, Şilan, Agit diyor,  Faraşin  diyor. Aga, Keko, keke, olmaz yasak diyorum o zaman sen koy  diyorlar… ne isim koyarsan koy,  ismi değiştirmek, itiraz etmek diye bir şey yok. Bizimkiler de öyle değil miydi? nüfus memurunun keyfine  kalmıştı  isimlerimiz, köylüler  akrabaları da olsan  korkuyorlar hükümetin memurundan, güvenmiyorlar. Bir gün baktım  bir adam geldi; offf ismi neydi ? tövbe,  aklıma gelmedi şimdi, Emeran’dan  benim  baldız Selvi’nin kocası zama  Hamza’nın akrabalarından biriydi; kızlarının hüviyetlerinde birinin  ismi  Portakal,  diğerin de  Sarı Saçlı yazıyor  ‘ apo, kurban  böyle isim  olur, niye karşı çıkmadın? ‘–‘ ma baoo  de git Allasen yazmış işte , bilmez gibisen,  ne yapaydım ? varsın hüviyette öyle yazsın,   bizim için   a bu Heves, a o da Şeker’dir’  benzeri ilginç olayları anlatacaktı. Doğum tarihimi bende,  a bu Reşat sayesinde öğrendim;  31 Aralık 1934 ;  yalnız köyde o kadar çok kişinin doğum tarihi benim doğum tarihimle aynıydı ki,  bir Allah, bir de üç dört yılda bir gelen nüfus memuru bilir artık  gerçeği.Hiç aklıma gelmedi, bir günde sormadım anama Zelhan’a  ben ne zaman doğdum diye. 1935 yılına  yakın doğduğumdan okula alınmak bende  problem olmadı. Kardeşim Cemal’i de yazdılar benimle okula,  bir şey öğrenmedi, bir şey çıkmadı Cemal’den, eğitmen çıktı eve geldi ‘beş aydır geliyor daha yaşını öğrenmedi, kusura bakmayın bu lacek  hera, her  (oğlan eşektir, eşek) boşuna masraf etmeyin, göndermeyin bunu   yer işgalinden başka bir faydası  yoktur’. Eğitmenin adı? Rahim’di, üç sene okuduk sonra okul kapandı. Okul kapanınca Leyla’nın babası , abim Hüseyiné Halité ‘eree o nedir ? artık gezmek, tozmak bitti, ekmek yiyorsun, çalışacaksın’  dedi. Sabahın köründe abim Üso ‘kalk ulan! Urzera…urzera, ahıra gidelim’ temizlerdi ahırı ondan sonra kürekle topladığı hayvanların bokunu, mays(mayıs)ları   içine dolduracağı  küfeyi  verirlerdi  sırtıma, ondan sonra sepeti doldur da doldur…daha  doldururdu boku, maysı, demezdi ki çocuğun beli kırılır doldur da… doldur, hiç insaf yoktu be!  önde ben, arkada o  yürürken köyün içinde  mays  kokusu burnumu, kafamı dağlardı,  dayanamadım bir gün   küfeyi attım gerisin geriye, abime  doğru, üstü, başı pislik oldu, peşime verdi bir koşu başladı köyün içinde, yakalasa beni öldürecek, baktı bu işi yapamayacağım, beni malların başına çoban yaptı.Sabahın köründen akşama kadar mal peşinde dolaş… dolaş; köyün girişine yakın yerde a  o tepede  elimde sopa toprağı eşeliyorum malları otlatıyorum, baktım Tekin, Reşat, Cafer, Rıdvan  Varto’ya gidiyorlar  ‘eroo laooo, yavv  siz niye Varto’ya gidiyorsunuz‘– ‘Kasman’a eğitmen gelmiş, ilkokulu tekrar açmışlar, beşinci sınıfa gideceğiz, nakil için kağıt almak lazım …’ dedim ‘bende gelirim’ dediler ‘ ya sen işte çobansın, kuzuları ne yapacaksın?’–‘ boş verin kuzuları, çobanlığı falan’ takıldım arkalarına  gittik Vartoya.’ Hevesi Şıh Ali Ağa derlerdi bizim orda her işten çabuk sıkılanlara , bende onlardandım, ne iş yapsam  ilk gün hoşuma gider ikinci gün bezerdim, hemen. Gezmeyi severdim dağ, taş. Neyse  Şeyh Said isyanından sonra Mithat beyin açık bulunan Varto nüfus katip vekilliğine atadığı  derezalardan  apé  Mehmeté Halitê Aliê’nin yanına gittik, bize bir dilekçe yazdı, çıktık milli eğitime, tasdik etti. Bizimkiler   Şeyh Said isyanında Hormek  Milis Kuvvetiyle savaşmışlar onun için hükümet bizimkilere iş vermiş, güvenmiş millet gıcık alıyor Hormeklilerden ‘ne değişti sade isim;  gitti Cibranlılar, Hamidiye alayları geldi Hormekliler,  Milis Kuvvetleri ‘ diyorlar. Hamidiye alaylarına sahip Cibran, Hasenan, Zirkan,  diğer aşiretlerin  Osmanlıyla ilişkilerini aratmayacak mahiyette  Meşrutiyet sonrası  Rüştiye’de okuyan   Hormeklilerden Aliê Haydarê Zeynelê, Aliê Haydarê  Selimê, Mehmetê Halitê Aliê,  Efendi; Mehmetê Şerifeê Aliê’nin   Cumhuriyet’in idarecileriyle  kurdukları ilişkiler,  hükümet kapısında çalışmalarının yanında, o günlerde  avukatlık mesleğini icra edenlerin azlığından çıkarılan bir yasayla 1939 yılına kadar,  okur yazar olması kaydıyla  Hukuk Fakültesini bitirmeyenlere bugünkü deyimle yandaşlara da  torpille  verilen dava vekilliği ruhsatını edinmelerini de sağlayıp  dava vekilliği sayesinde hem itibar hem de hatırı sayılır  mal mülk edinmeleri Hormekliler arasında  erkek çocukları  avukat çıksınlar diye Ankara’ya Hukuk Fakültesine göndermek bir modaya haline geldiğinden  bir süre sonra   artık her ev damı   bir, iki avukata sahipti. Büyük bir iştahla Ankara’ya okumaya gönderilen benimle aynı yaştaki amcaoğullarına bakıyor   ‘sende baba yok, anne yok, kim sahip çıkacak ? kim okutacak? Kim düşünecekti bu çocuğun hali ne olacak diye? Çe Resulde millet anca karnını doyursun.Gelmişsin on yedi, on sekiz yaşına sana  iş için ilkokul  diploması lazımdır  çobanlıktan  kurtulman için okula gitmelisin’ diyordum kendi başıma. Reşat, Tekin, Cafer, ben; bahar yağmur,  kar, kış; tipi, dinlemez, tabana kuvvet, hızlı yürürsek  yirmi dakika da   sabah  gider,  akşam  dönerdik  tarla, tapan işleri  bittiğinde Ekim ayında açılan Kasman’daki okula. Beyaz bezden bir çanta dikmişler bana, atıyorum sırtıma, kalem, defter kağıt yok içinde biraz ekmek (bazen ekmek de olmazdı), dorak  istikamet  Kasman. Allahtan  dayım  Yusuf evi Kasmandaydı, sık sık giderdim aç olduğumu bilir  ‘ eree derdi Benevşa’ya  ‘mast  bıya Kemal’é (yoğurt getir Kemo’ya)’ Öyle, böyle 1955 de bitti okul, o zaman  Gımgım’da ortaokul yok, iki yıl sonra açıldı. Reşat, Tekin Erzurum’da ortaokula yazıldılar, beni kim gönderecek? sahip çıkan yok,kim para verecek de beni okutacak?İki yıl Kasman’a okula gittim, geldim tövbe olsun aynı sınıftaymışız,  ananı, a bu kadını  hatırlamıyorum, hiç tanımıyordum. Tek derdim, tek düşüncem, köyde Badan’da kalmamak, şehre  gitmekti,  kafama koymuştum kimseye haber vermeden  kaçıp kaçıp  gidiyordum, iş arıyordum, kimsede bu nereye gidiyor diye sormuyordu, bir boğaz eksiliyordu   ya  yeterdi; ana yok, baba yok.Oyyy, oyyy kör olaydım (gaz) lambasını yakardı babam, camın önünde dururdu,  dışarı bakardı; gelene gidene.Çok sağ kalmış enkazın altında; çok…çok. Ben hayret ettim hep, yav bunlar, abim Hasanaé, Hüseyiné Halité  nasıl kardeştiler ? Bunlar biz Resul’un yetimlerine kardeş değildiler ya olmadılar.Babamın bir tabancası vardı o tabancayı abim  Uso (Hüseyiné Halilé), ben  görüp almayayım  diye ahırda saklıyordu, başka silahları da vardı,  mavzeri,  babası Memilé Talo dan  kalan;  amcan Hasané Halilé hepsini Çorsan’da  Seydaligile verdi karşılığında  bir kuzu aldı. Babamın malını işletiyorlardı ama yetimlerine bakım yoktu aylarca, bir bardak su başımıza dökmemişiz,  kim su ısıtıp  getirecek  ahıra da yıkanalım. Bir elbise değiştirmemişim, aynı elbise yat kalk, ne pijaması? Üç dört inek vardı, öküz vardı, manda vardı, mandanın yavrusu vardı, ondan sonra at vardı, çoktu mal, hemde nasıl.’–‘o zaman kaç yaşındaydın. Allah bilir biliyor musun ki kaç yaşındaydın?’ –‘de ben nerden bileyim. Kızım, bu gece çok rüya gördüm, aklımda yoktur.Dün çok iyiydim. Ne oldu birden’–‘olur baba, geçer…bugün takma dişini yaptırmak lazım.Durduk yerde kırdın,  nereye koydun?’–‘vallahi  bilmiyorum. A o zalımlar  kuruş vermezlerdi, para kazanacak ne iş bulursam yapardım bende. Ot zamanı, baharda, Haziran’da  Kürt köylerine  Kulan’a, Baksan’a  tırmığa giderdim, bir ayda 35 lira para alıyordum,  (yevmiye) yemiyeme hiç dokunmadım elli lira biriktirdim, çe Resuldekiler ‘burada yiyorsun, içiyorsun  vereceksin’ diyerek peşine düştüler  paramın, çok aradılar ama ben  beze, naylona ya da mendile  sarıp; bazen dışarıda bir taşın altına;  bazen ev damı duvarı  kerpicin, taşların; bazen ahırın tavanı tahtaların arasında sakladığımdan bulamadılar paramı. ‘ şimdi taşlar yerine oturdu, bende babam bankadan çekip  eve geldiğinde maaşını niye  bir beyaz beze  sarıp sonra bir buzdolabı  poşetine koyup  yastığının, yatağın altına, gardıroptaki elbiselerinin cebine, dolapta katlı nevresimlerim, yatak örtülerinin, çarşafların, kütüphanedeki kitapların arasına saklıyor diyordum ta gençlikten kalma rutin bir davranışmış ya bu. İşin kötü yanı yaşlandıkça  koyduğu yeri  unutup ‘çaldılar paramı diye ‘ yaygara koparıyor.Bu ayki maaşını al  gel, sen ya şeytanın aklına gelmez, aldığı da 2.100 TL., götür bazanın üstüne annem kırmızı, beyaz yün bir battaniye var onu sermiş ki  üstünde ki  döşek kaymasın, sen git o battaniyenin içine koy, Allahım ev indi kalktı o kadar çok üzüldü ki baktım hastalanacak  ‘üzülme, sana  ben vereceğim’  dedim, iki üç gün sonra annem bir şey almak için bazayı kaldırıyor, düzeltmek için battaniyeyi  düzeltirken  ne görsün, öyle de bir yere koymuş ki..’ Köyde kaldığımda deré  Mengelî boyunca boydan boya,  çok kıymetli,  heyelanı, toprağın kaymasını  önlediğinden  kökü suyun içinde  kızıl renkli biz Surédar  derdik, ağaçlar vardı. Mamo Mitinin mezresinde  öyle çoktu ki , hep kestiler, kestiler bırakmadılar,  bir gün bir sel geldi, aldı götürdü mezreyi. Hem sertleştirip  sağlamlaştırdığından hem de  güneşin renk solduran etkisinden koruduğundan bu Surédarların  kabuklarıyla meşkler (tuluklar)  kızıla boyanır, sopalarıyla da yayık için sepi yapılırdı.Karlıova’dan Surédar almaya gelirlerdi  elli kuruşa sonra bir lira yaptılar. Onları keser, bir araya toplar,  sırtıma vurur,  evin kapısının önüne yığar, başına oturur, bıçakla  kabuğundan ayırır, elli kuruşa satar sonra  Üstükran’a gider,  paket sigara getirir köylüye satardım.Okul olmayınca öyle öyle geçiniyordum askere gittim, geldim, evlendim ananla, iş yok.O zaman ben öyle ortada geziyorum falan, filan,  şu bu. Efendime söyleyeyim, bu arada askerlik iki yıl …iki yıl bir kuruş para göndermedi çe Resuldekiler …aramak sormak ??? sıfır. Allahtan Ankara’ya gönderdiler 5.Zırhlı Tugay’a, çavuş oldum,  elime birkaç kuruş geçti sonra Kilis.Suriye’yle savaşa girilecek, Hatay’a sınır boyuna gönderildim,  orda bitti askerlik. Bu arada askere gitmeden nişanladılar beni, büyük amcan Hasan; 10, 15  koyun, keçiyi bir de  o zamanın parasıyla  üçbin lirayı, annenin amcası  Hüseyiné Alié İbrahimé başlık  vermiş. Başlıksız olur mu? Ondan sonra Allah belki onun belasını versin, en sonunda verdi ya ondan sonra şeye gittim, dediler  Alié Haydaré Mehmeté Halité Karlıova’da dava vekilliği  yapıyor bana iş bulur, şey yapar falan diye düşündüm.Yolumun  üstünde olduğundan  Kasman’a uğradım, çay içtim, kalkacağım baktım çene Küçükağa içine dorak koyduğu ekmeği uzattı  ‘Kemal ! al bu ekmeği cebine koy,  acıkırsın,  kendine  bunu yersin… ‘ dedi. Gittim, a o  Ali Haydar beni bir kandırdı… bir kandırdı. Karlıova’da hükümet kapısında  a o Badan’lı Seys Üseyin’in kızı Elif’le evli akrabamız  odacı Ahmet’e  bakıyorum ‘keşke diyorum bende bunun gibi olsam, burada tuvalet temizlemeye  razıyım, yeter ki bir işim olsun, Badan’a dönmeyeyim.’ Orda burda yatıyorum, her gün Ali Haydarın yazıhanesine,  yanına gidip geliyorum…gidip geliyorum, ses, seda, bir faaliyet yok.Sonunda bir gün bana dedi şeye gideceksin Erzurum’a ‘git !sağlık rapor al gel, işe gireceksin’. Hallah… Hallah nasıl oldu bu? Ne ettim, ne etmedim  çıktım gittim şeye, Erzurum’a öyle biçareyim…öyleee biçareyim para yok, a o baktım Mengel’in muhtarı orada, yav dedim ‘apo ne olur üç dört lira borç ver bana’ verdi.Dört beş gün de ancak aldım sağlık raporunu, getirdim verdim.Beni memur yapacak ya halbuki yalanmış… errrrr verdim raporu, bir iki gün sonra  yanında  çalışan dayısının oğlu Budaké  Mehmeté Alié  dedi ‘Kemal!’–‘ buyurun’  dedim   ‘dereza Ali Haydar söyle Kemal’e gitsin güzel  bir teneke peynir getirsin, mal müdürüne verelim, işe  başlatsın’. Hay, hay, tamam dedim.Duman beni almasın, peynir kim bana verir? Elde koca uzun bir sopa, vurdum kuş uçmaz kervan geçmez yola kendimi; yaya,  aklımda hep  ‘acep kimden istesem peyniri?’  Badandakilerin umurunda değildim ama evlenmişim, anan onların yanında  Efendi’nin kızıdır diye şimdilik susarlar ama bu Usodur, Hüseyindir, Hasan’dır yarın bir gün dışarı atarlar, git kocan baksın derler. İmkanı mı var ne Uso,  ne Hasan  bir teneke peynir versinler.Anama gitsem? Aynı ev damını paylaştıkları  babamın ilk karısı , amcasının oğlunun kızı Selvi çene  Mustafaé Velié  Talo;  annem Zelhan’ın da ilk kocası amcam  Halilé  Memilé  ölünce; yenge kayınbirader evleniyorlar.’–‘Ne korkunç !!!’– ‘ne korkuncu  ortada onlarca çocuk var.Onlar ne olacak? O zaman herkes öyleydi, böyle şeylerde  normaldi.’ Evlendiği ölünce gelinin, kaynıyla, erkeğinde eşinin kız kardeşiyle  ya da  yakın akrabalarla  pat diye  aynı yatağa sokulmasının nasıl bir travmaya yol açacağı  sorun  görülmediğinden  ‘mal aile dışına mı  çıksın?el kızı, el oğlu  ne kadar vefalı olur.Yetim, öksüz çocuklara en iyi teyzesi, amcası bakar  akrabası  gibi olur mu el ? dövse de, sövse de sonunda akraba diye içi acır. ?‘Ma bu yetimlere kimin yüreği yanar, kim bakar  baba yarısı amcası, akrabası dışında.  Hem  akraba  dururken kızı, oğlanı  başkasıyla evlendirmek akıl işi mi? A o  kari, gelin  yarın bir gün başkasıyla evlenirse   çocuklar yetim kalmış bir de  analarını mı kaybetsinler, hem  mal da bölünmez aile içinde  kalır’  bahanelerine sığınılarak gelenekselleştirilerek yapılan evlilikler hep üzmüştür beni.Zavallı  kadınlar, ev damlarına  giren  gelinin yüzüne baktığında ‘eree bizim namıssız şanslıymış, çok da güzel parçaymış,  ölürse kardeşim, amcam, abim, dayım   kendime alırım’la göz koyduklarından belki de ölmesini diledikleri abilerinin, kardeşlerinin, kuzenlerinin, amcalarının  eşleriyle evlenmek  ta öncelerden Hz. Muhammed’den  bu yana da gelenek yapıldığından diye mırıldandın  sende,  böyle gelmiş, böyle gitmiş işte. ‘‘ne dedin? bir şey dedin sandım. Karlıova’dan Badan’a  giderken  düşün düşün…dedim  Kemo, sen en iyisi git Yusufu  Nazenin, dayının yanına, ordan  vurdum Qasiman ‘a (Kasmana)  ‘hal mesele böyledir hallo,  gidecek kimsem yok, kime gideyim sana geldim’ çağırdı oğlunu Benevşa’ya haber yolladı  dedi ‘Kemal gelir,  topladığın peyniri Kemal’e ver.’ Elini öptüm,  o iyiliğini hiç unutmam dayım Yusuf’un. Ben hemen gittim Kasman yaylasına,  kadınlar konuşuyorlar  kapı önünde dedim emıka Benevşa ? dedi ha ! ‘Yusuf  dayı….’  dedim, a o kırtlama şekerleri koyduğumuz kıl  çuvallardan birinin içine bir teneke, 20 kilo  peyniri koydu, kadınlar hep beraber  sırtıma verdiler ondan sonra ben düştüm yola.Yarabbi Karlıova nereeee, yayla nereee yarabbi ! ne oturdum,  ne kalktım,  ne de indirdim  o tenekeyi, bir gün sırtımda onunla dolaştım.Otursam indirsem kimse yok sırtıma versin.Yolda kimse de yok, , kim yükler. Adi oğlu adi, gettim verdim peyniri  ‘tamam sen bekle’ dedi,  bekliyorum… bekliyorum… gittik geldik, gittik geldik;  ser sefil, orda burda bazen de akrabalarda yatıyorum, haber yok. kaymakam vekili  de Hormekli akrabalardan İzzettin beydi, Ali Haydarın  karısı, amcasının kızı  çene Mehemeté Alié Alié; Ayten yediklerinden bir şey kalmışsa  bana veriyordu ‘Kemal gel bu yemeği götür  ye derdi’ Ondan sonra…ondan sonra  Ahmet geldi  dedi Kemal, amcan kızı Elif ‘bu akşam Kemal’i de beraber getir yemek yesin’ dedi. He dedim.Akşam oldu , beni bekliyor beraber çıktık ‘yav dedi Kemal,  sen dedi  burda ne bekliyorsun, ne arıyorsun   burda? Dedi.Bu nedir , ne meseledir?’ –‘Bra, keko, dereza Ali Haydar  beni memur yapacak, beni katip yapacaklar.’  Başını iki yana salladı  ‘yav dedi Kemal dedi geçen gün senin getirdiğin peyniri verdiler bana, dediler götür  şeye kaymakama değil yüzbaşıya ver. Peyniri yüzbaşının evine  götürdüm karısı bana  dedi bunu  kim göndermiş ,  Halidi Keleş’in oğlu göndermiş dedim.Çünkü öyle söyle  dedi  bana Ali Haydar beğ…’  Hııııh, kanım durdu’ derken sol baş parmağını çenesinin altına,  işaret parmağını da dudağının üstüne koyuyor, bir an  duruyor ‘errrr Keleşin oğlu getirmiş nedir? Meğer beni kandırmış, beni Erzurum’a göndermiş sağlık raporu almak için,  o kadar zahmet çekmişim. Demek o adamda söz vermiş onu da şey yapacak,  memur. Ahmet,  bana dedi Kemal bekleme,  kardeşim çek git. Bu adam sana iş fela yapmaz.  A o  dereza  Budaké  Mehemeté Alié, o da  katipti demedi ki ‘Kemal burda iş miş yok,  gelip gitme demedi.’ Oyyy o şeyi heç bir zaman ben unutmam,  ulan şerefsiz oğlu şerefsiz,  sen bunu nasıl yaparsın? Demek  Karlıovada isim yapmış Halidi Keleş oranın yerlisiydi, zengindi,  Ali Haydar beğle beraber iş yapıyorlardı, onun yanında yiyip, içiyordu. Memur olmak o zaman bakan olmak gibiydi. Oğlunu işe koymak içinde  benim getirdiğim peyniri veriyor.  Errrrrr, a bu  dayı Arif  vardı sonra senatör oldu Yurtseverlerden, o da orada, meğer  hükümet tabibiymiş haberim yoktu benim yoksa kimseye gitmez ona giderdim.O iyi bir akrabaydı el uzatırdı hemen, herkese.Ne bileyim.Allah bilir ! ben ne zorlukla götürdüm o 20 kilo peyniri. Errrrr o sıcakta, bir sefer yere koymadan o tenekenin suyu, muyu hepsi üstümde gidiyor, tuzlu yakıyor sırtımı. Vesait yok, öyle uzak Karlıova,   ne diyorsun bir günde ancak  gidilir. Ne durdum, ne yemek yedim,  dursam o yük sırtımdadır.İki üç kişi var ya ancak kaldırıp sırtıma versinler , onun için bende oturmadım hiç, hiç yemek de yemedim  heç durmadım Kasman yaylasından, Karlıova’ya kadar.’ Google amcaya başvuruyorsun çaktırmadan cep telefonundan  , Kasman Karlıova 23 km. yürüyerek 4 saat yazıyor. O zaman anlıyorsun, sırtında bir teneke peynir  o yolu yürümenin ne demek olabileceğini ve neden unutamadığını. ‘Allah hakkımı öyle icra etti , vurdular Ali Haydar beği .A burda, Ankara da  hiç utanmadan, bizim eve geldi dedi ‘benim oğlum ortaokul mu,  lise mi valla hatırlamıyorum, gelsin sizin eve, yanınızda  okusun’  anan dedi ‘amca, elini öpeyim bende beş altı çocuk var nereye alayım?’. Ali Haydar beğ öyle edince çıktım geldim Badana. A bu  Uso’yla  , Hasan canımı yediler  ‘ Kemal iş yapmıyor, çalışmıyor … çalışmıyor ne sana ne de karına  bakmayız’  pis pis bakıyor, kızıyorlar ‘boş, boş ne  duruyorsun, kalk  gıdıkların (keçilerin), koyunların  peşine git, otlat’. Abim Uso  bey beni kuzulara , Cemal’i  de danalara çoban etti dedi ‘al götür malları köprünün altında su içsinler’ .Aldım götürdüm   o oldu, bıraktım oraya, gettim  köyün içine belki bir şey, bir yol bulurum, çalışırım  diye. Dediler Tekiné Alié Haydaré Zeynelé  Hınıs’ta yazıhane açmış. Ha Uso delirmiş ‘Kemo keçileri bırakmış a orda’ deyince köylüler. Bir daha da ne ben, ne Cemal verdiği işi yapmadık Ben,  diğer gün sabah çıktım Varto’ya gittim. Varto’da bindim şeye,  arabaya doğru Hınıs. Dereza Tekin, beni Allah için iyi karşıladı, akşam onlarda kaldım.Baktım, durum iyi değil, karısı istemiyor ‘bu kimdir, nedir, necidir, kaç gün kalacak, niye gelmiş’ sorup duruyor.İki gün kaldım  offf ben ne kadar deliyim Tekin dedi ‘ya Kemal ! sen ne arıyorsun ,  ne var?’  hemen anladım  ‘tamam abi ben sabah giderim’ dedim. Sabah kalktım,  allahaısmarladık  dedim Tekin beğe, beni kovmak istediler ama ben fırsat vermedim, bindim arabaya Erzurum’a  gidiyorum hele bak !  ordan oraya…ordan oraya iş arıyorum ya. Duydum emıka Elif ‘in  oğlu Kasım;  buğdayını arpasını, yağını, malını satan köylünün aldığı parayı  harcamak için kendini   attığı – bunu bilen esnafının da  bir kuruşluk malı, on kuruşa satmakla kalmayıp  ‘seninle  anlaşalım, gelecek sene hayvanlarını, buğdayını, arpanı, patatesini   bana sat ,  şimdi dükkandan ihtiyacın ne varsa  al’la  malını  ucuza kapattığı–  ticaretin merkezi Erzurum’da mağaza açmış, adresini bir akrabadan almıştım. Arabadan indim, şeyine evine Kasım’ın evine misafir gittim. Kapısında  Taş mağazaları yazan koca  dükkan;  toptancılık yapıyorlar; içerde her şey var, her şey; elbise, leçek, ayakkabı, lastik,  terlik , soba, masa, gömlek, fistan,  kumaş, güğüm, kazan; bir hafta yanlarında kaldım işsiz olduğumu, iş aradığımı  biliyorlardı, demediler  ki ‘dayıoğlu gel sen de çalış’. Nazarlarında var mıyım ?  yok muyum ? belli değildi. Kardeşlerin hepsi birlikte  çalışıyorlardı. Benim   pavyona gitmeyi seven Cafer’le aram çok iyiydi birlikte dolaşıyorduk.Bir akşam  çıktık  mağazadan,  karşıdan bir hışım Kasım geliyor, Cafer’in yakasından tuttu ’ ulan heyvan, sabah akşam karı kız, pavyonlara girip çıkıyorsun,  paraları yiyorsun ses etmiyoruz ama elin kızını iğfal etmek ne demek? Defolup gideceksin Öleng’e.Pılını pırtını toplayıp ’  öyle bir deft etti ki Cafer’i. Evinde kaldığım Kasım’ın karısı Cemile bana iyi davranıyordu. Bunların en büyüğü Selim arkası açık bir  kamyon almış, taşımacılık yapıyordu. Babası Mehemet Efendi Öleng  gibi davar , mal  alıp satıyordu ekseriyetle de  Gımgım’dan, bizim köylerden ‘ senin hala oğlu, yolunu buldu; geçtiği yollarda, çayırlarda ne kadar  başı boş hayvan gördüyse sahipsizdir deyip milletin öküzlerini, davarlarını kamyonun arkasına atıp götürüyor’  diyorlardı  eşkıyalık, hırsızlık  çoktu, insanlar  birbirinin malını, yumurtasını, buğdayını, tavuğunu, tarlaya ektiği sebzeyi, meyveyi çalıyordu.  İki üç gün belki  bir hafta durdum Kasım’ın evinde baktım yok durum kötüdür,  beni bugün yarın kovarlar. Ne yapayım? ne yapayım? nereye gideyim ? diye kara kara düşünürken gittim  çarşıya Taş mağazasına, baktım bu Kasman’dan  Şükrüé Kamerîé  Sofué  orda,  geziyor. Aaa dereza Şükrü ? sen burda ? bir adamda var yanında dedi çalışmaya gidiyoruz. Nereye? Adana’ya, eee dedim bende geleyim,  gellll. Düştüm onların peşine, her üçümüz verdik parasını bindik Erzurum’a sebze, meyve;  mal getirmiş arkası açık bir  kamyonete, gittik. Adana’ya. Badan’dan birkaç kişinin çalıştığı çırçır fabrikasında  işe  girdim. Dereza Şükrü de iş buldu, falan. Fabrika da  patron geldi dedi ’ bu  çocuğa damga verin, damga bassın’ yazıcı gibi bir şey oldum. Sonra dereza Şükrü ‘biz burada durmayız gidiyoruz, sen de gelirsen gel’– ‘nereye?’– ’Mersine’.Gitmedim.Biraz çalıştım, para falan aldım, duydum derezalardan   Enginé  Alié Haydaré  Zeynelé  ile   dayın Atillaé  Mehmeté Şerifé  Alié  Ankara’da ev tutmuşlar, pılımı pırtımı topladım  hemen yanlarına gittim. Yeter ki duyayım ‘falanca ya da filancanın oğlu şu il de hükümette… fabrikada…mağazada çalışıyor hemen yanına koşardım, daimi bir iş bulayım diye’. O zaman böyle dakka başı otobüs, tren, uçak falan yok.Yaya, her yere yaya, yürüyerek  gidiyorsun arada tren, otobüs, kamyon, ne bulursam binerdim. Geldim Ankara’ya, üstüm başım perişan; yırtık, yamalı pantolon. Engin beni gördü,  durumuma çok üzüldü  ‘al dereza,  bu senin olsun değiştir şunu’  bana pantolonlarından birini uzattı  ‘yok iş miş  burada ‘dedi. Ondan sonra,  şeye telefon etti  dayın Atilla, dayısıgillerden  Yurtseverlerden AP de çalışan doktor Arif Hikmet’e ( Arifé Hikmeté Hasané Alié Resulé İkinci Zeynelé).  Kızılay’da bir otelde beni beklesin demiş. Gittim,  bekledim,  bu çıktı geldi ‘hayrola ‘–’dedim dayı… dedim  hal mesele böyledir.Köyde idare etmiyorum, iş yoktur, çok perişanım. Atilla’nın bacısıyla da evliyim, önce Allaha sonra sana güvendim , geldim’– ‘ ne iş yaparsın?nereye işe girmek istersin?’ dedim ‘Varto da postacılık , bilmiyorum kadro boş mu, değil mi?  ama iyi para veriyorlar onu duymuştum  ‘ sen burda otur, ben bir gidip geleyim’ dedi. Gitti,  geldi  elinde bir mektup ‘ tayinin çıktı al bunu götür  Van’da PTT’nin genel müdürüne ver.’ Öyle şaşırdı, öyle ereoo bu kadar kolay mıydı bu iş. Allah, Allah , sevinçten, ellerine sarıldım, öptüm ‘hallo, dayı’ ağladım ya kimse bana iyilikte bulunmamıştı o güne kadar. Doğru Van. Gittim verdim mektubu herifçioğlu, hiç şey etmedi dikkate almadı ‘ne gel, ne başla, bırak git mektubu’ dedi  .Ümidim bitti, gitti. İş, miş bulamayacağım git köyüne çiftçilik yap Uso Heso  gibi diye  geçirdim içimden  artık Badan’ a gideceğim ; a bu   şey…bu İsmail, Lolan’lı orda öğretmendi.Van’a gidince ilk onun yanına gitmiştim.Bana dedi  ki ‘Kemal  Hormekli sizin akraba burda,  avukattır dedi. CHP’den milletvekilidir Tevfik Doğuışıker ( Tevfiké Hasané Selimé Alié İkinci Zeynelé)  bir de ona git. Ben sana demedim mi o genel müdür sana iş yapmaz, Alevisin diye yapmaz’. Allah ondan razı olsun, gittim çarşıda hükümet konağının o taraflarda yazıhanesine dayı Tevfik’in kendimi tanıtım, derdimi anlattım, bana bir kartını verdi, dedi ‘al bu kartımı götür Karayollarında personel daire başkanı   Arif Terzioğlu var ona ver’ Hemen.. hemen  kalktım, atladım minibüse  şehrin dışında  Karayolları bölge müdürlüğüne gittim,  götürdüm verdim Arif beye, kendimi ona tanıştırdım, yerinden kalktı ‘ gel dedi gel benimle…çabuk ’.böyle salona çıktık, karşıdan iri yarı  bir adam geliyordu sonradan adının  Kırhan Talaş Bilge olduğunu öğrendiğim, adamın  önünde durdu  dedi ki   ‘Kırhan bu benim akrabam buna bir iş ver , ne olur?’. Dedi hemen gitsin, bak !  işte araba gidiyor Malazgirt’te, ben şoföre söylüyorum alıp götürsün’.Ben eline sarıldım, koştum gittim şeye…  koşa koşa Van’a; handa yatıp kalkıyorum  gittim eşyalarımı aldım,   doğru garaja, baktım şoför beni bekliyor.Kırhan  Talaş Bilge,  Erzurumluydu, cenabı Allah yerini cennet yapsın, köprüler müdürüydü, o sıra  Malazgirt köprüsü yapılıyordu, arabaya inşaat için malzemeler yüklendi.Malazgirt’ te  gittik, perişanım,  fakirim,  açım, susuzum, şoför bir adama beni göstererek bir şeyler söyledi , adam yanıma geldi bana ‘a o  çadır boştur  orda yat ‘dedi. Gittim, yattım.Sabah da beni köprüye gönderdiler,  işçi olarak.Dört beş gün, belki bir hafta  oldu, orda bir sağlık memuru var Gümüşhaneli  koşa koşa geldi dedi ‘Kemal gel…gel’ ben gettim ‘hayrola’ dedim dedi ‘genel müdür gelmiş,  seni çağırıyor’ – ‘aa’ dedim   ‘işime son mu verdi’ nasıl korktum.Gümüşhaneli beni aldı şeye götürdü, şantiye binasına.Kırhan beğmiş meğer beni çağıran, bana baktı,  baktı  lan dedi ‘hiç utanmıyor musunuz, hepiniz Vanlısınız.Ben  bir tane adam gönderdim,  şunun haline bakın çamur, çol  içinde.Bunu götürün depoya üstünü başını değiştirin ,bana getirin’.Beni götürdüler  depoya işçiler için olan  pantolon, gocuk, gömlek, çorap, fanila verdiler,  üst başımı değiştirdiler, tekrar gittim yanına ‘geldim abi dedim’–’ bundan sonra hep benim yanımda duracaksın. Hizmetimi göreceksin, ne mezunusun?’ dedim ‘ilkokul’– ‘güzel’ dedi. Onun yanında kaldım, emir eri gibi her hizmetini yapıyordum,  odasını, elbiselerini temizliyordum, ütülüyordum, geleni ağırlıyordum, çay veriyordum. Odacısıydım, yemek yapmıyordum şantiye de  yemek çıkıyordu. Anan da sana hamileydi. Bir gün  ‘benim çocuğum olacak müdürüm’ dedim ‘dört beş gün izin istedim’ bana dedi ki  ‘Kemal eğer doğmuşsa kızsa ismini Gülsen, eğer erkekse Gürsel koy.’ İyi CHP’liydi,  27 Mayıs darbesini yapınca subaylar  çok sevinmiş,  Cumhurbaşkanı  Gürsel’i de  yere göğe koyamıyordu. Ondan sonra Temmuz’du şantiyeden Badana  geldim ki aaaa anan çe Resul’de   yok dedim nerede, abim Velié Resulé  Memilé karısı aynı zamanda dedemin Keraşanlara   verdiği  halam  emıka Gülizar’ın kızı Adile  dedi ‘Turna gitti, yatakları da burdadır. Veyvi Selbi’yle kavga etti’ Aaa dedim  benim karımdır nasıl gider? Dedi  ‘valla  yataklarını  alıp getirdi Uso,  zaten Kemal’de  iş, güç  yapmıyor. Evlendirdik adam olur dedik o bekar gibi  karısını bırakıp gitti, haber yok , kim bakacak buna,  çıkıp gitsin evine dedi, koydu kapıya.Kovdular yani’ .Kavga edince veyvi Selbi’yle anan da getmiş kendine Adile’nin yanına.Üç dört gün kalmış demiş ‘Kemal gelsin hele ne yapacağız’  sonra da Kasman’a gitmiş.Neyse sonra atla Haydar’ı  gönderdim anneni getirdim. Birkaç gün geçti geçmedi, baktım annenin amcası apo Hüseyiné Alié  haber yollamış ‘ acele   Varto ya gelsin’ Gittim meğer  beni aramışlar  şantiyeden, amca Hüseyin ‘ telefon geldi,  Kırhan Talaş kimse acele seni istiyor, bana gönder Kemal’i ‘ dedi.Yola düştüm hemen,  Mazgirt’te giden  yolun Muş tarafında bekledim,  bekle…bekle baktım bir araba geldi, durdurdum  ‘kardeş beni de  götür’  aldı beni  dedim ‘kardeş, ben yabancıyım, beni köprü şantiyesinde indir’ Tamam dedi, gettik, adamcağız götürdü beni köprü şantiyesinde indirdi. Kırhan müdürüm  yanındaki sandalyede oturan efendi bir adamı gösterdi bana dedi ‘Kemal oğlum a bu benim babam, .Profesördür,  git elini öp.Beni seni böyle acele çağırdım.Seni Van’a vermişim idari işlerde yemekhanede  erzak , tabldot memuru olacaksın’. Sonra şoförü çağırdı ‘Kemal’i Ekrem Ceyhun’a teslim et’ . Müdür Ekrem  bey, git dedi ‘a orda bir memur var onun yerine  otur. O gidecek. Sonunda  Kırhan Talaş memur yaptı seni’. Sonra ben memur olunca Badan ‘da bana hayatı zehir eden ‘çalışmıyor, yemek yok’ deyen,  laf söyleyen  başta abim Uso,  o insanlar birer birer peşimden geldiler ‘ Kemal dediler hayırlı olsun… kusura bakma biz böyle böyle konuşuyorduk senin için ama sen hepimizden akıllı çıktın’ Çoğunu işe aldırdım Leylanın abim  Uso’yu radyo evine işe koydum.Diyor ya anan birlikte okuduk Kasman’da ilkokulda tövbe ben birlikte okuduğumuzu bile bilmiyorum, dikkat  etmemişim ki.

Görüyordum ama  tanımıyordum babanı, okulda Badan’dan gelenler arasında tek konuştuğum kalemini ödünç aldığım Reşat abiydi, kimseyi merak etmez, kimseden kimseyi sormazdık biz. Ben dörtteydim , sınıfta bir ben varım, bir Fodul diye bir kız var, bir aşağıda akan, sesini dinleyerek uyuduğumuz deré Mengelî ‘nin yamacındaki  evimize, çe  Taluya  elli metre uzakta komşumuz  dayı Yusuf’un  annesi Naze’nin ismini   verildiği kızı, yaşıtım, okula birlikte gittiğimiz  Naze ,  bir de Zozan diye biz kız var. Biz 4 kız çok başarılıyız,  4 sınıfta okuyoruz. Tamam mı. Şimdi bunlar  gelmiş beni istemeye.  Bismillah… dedim, bunlar Badan’dan okumaya gelmişler güya 5 sınıfta okuyorlar tanımıyoruz biz.Naze   bir gün  dedi ki ‘bu sırık gibi olan oğlan var ya  hiç görmedin mi? İşte o   bize gelip giderken sizin eve de gelen hani boyu uzun olan emıka Zelhan var ya  onun  oğludur’.Okulda 23 Nisan Çocuk Bayramında yarışmalar yapılırdı; koşma, yüksek atlama;iki kişi  karşılıklı durur , tutukları halatın üstünden atlardı öğrenciler. Uzun boylu babanın  bacakları da  uzundu, hiç unutmam yarışı  o kazanmıştı,  ben de  anneme  ‘daye, bugün Naze’nin halasının oğlu uzun atlama  yarışını kazandı’ dediğimde  ‘ büyük deden İbrahim’le  onun  büyük dedesi Memil Talo’nun oğullarıdır. Talo Mustafaé Zeynelé ağanın  İbrahim, Memil, Zeynel, Veli, Resul beş oğlu var. Önceleri  hepsi çoluğu çocuğuyla bu evde  birlikte otururlarmış. Memil kardeşi Veli’yle arazi yüzünden kavga edince…aslında arazi bahane , a bu Veli, Memil’den  daha babayiğit, iri yarıymış da.Her ikisi de öyle güçlüymüş ki kavgaya tutuşunca Kasmanlılar ancak bellerine halat, urgan bağlayarak ayırabilmişler ikisini öyle böyle bir kavga değilmiş. Veli ağzını yırtıyor Memil’in. Veli’nin üç karısı vardı, halanla aynı adı  taşıyan Rukiye Karlıova’nın Boran köyünden,  Kürtler bunlar. Neyse  babasının evine misafirliğe  gidiyor, haber geliyor öldü diye. Velié Talo  kalkıyor gidiyor, dayanıyor kayınbabasının kapısına ‘öldü diyorsunuz, ben inanmıyorum, mezarı nerede? Gösterin’ götürüyorlar  yeni kazılmış mezarı açıyor bakıyor karısı, giderken kayınbabasının kapısının  önüne bir şarjör mermi  bırakıyor…niye mi? iyi niyetini gösteriyor diyor ki eğer dediğin gibi çıkmasaydı, o şarjörle öldürecektim  seni. Diğer  ikisi   karısı  Lolan’lıydı; Emine ve güzelliği, temizliği, titizliği dillere destan Zerif. Oyyy o nasıl bir güzellikti mavi göz, sarı saç.Bir gün bir Pir geliyor  ‘ Zerif’i verirsen bana alırım’–‘siktir git başımı belaya sokma diyor ‘ Velié Talo öyle güzel. Bu soy kansızdır, birbirlerini öldürendir. Bütün kavgaların, husumetlerin, birbirlerini öldürmelerinin  sebebi de  arsa derler ama hep  kadınlardır, dedikodudur. Aslında apo Veli de  ‘be namusuz,  insan yengesine yan gözle bakar, öldüreceğim seni’yle  köyde  meydan dayağı çekiyor kardeşi  Memil’e, öldürseydi  de değişen bir şey olmazdı, öyle hapse falan atılmazdı,  devam ederdi hayatına,  öldüren öldürene, bu soyda.’ –‘ maye mı hatırladım ben,  Zerif’i‘. Güzelliğini anlata anlata bitiremediğiniz Zerif’i ben  gördüğümde yaşlıydı; köye bizim eve geldi   mezrede oturuyordu, çok perişandı, hastaydı ama cildi böyle pırıl pırıldı,  uzun boylu dalyan gibiydi, oğlu Mustafé Velié Talonun  yanında kalıyordu, babaannem Fidan’ın odasında bir hafta misafir kalmıştı. Yine de  benim babaannemin cildi  hiç kimsede…hiç birimizde yok; ayna gibiydi gece sanki çıra yanıyordu kadının yüzünde, Zerif de öyleydi. –‘Çene doğru hatırlıyorsun, o zaman artık yaşlıydı, hastaydı ,Bu kavga üzerine  Memil ‘errr Allah seni rezil etsin demiyorsun arazilerinde gözüm var üzerime iftira atıyorsun, hakkına razı değilsin’ diye kızıyor  arazilerini  işlemeleri için  oğlu Resul’le, Selim’e verip diğer oğlu Halil’i yanına alıp Badana gidip,  yerleşiyor. Günahları boynuna artık Velié Talo’nun dediği doğru mu değil mi kimse bilmiyor. Sormemedanlar,  Memilé Talo ağanın Badana gelişine ses çıkarmasalar da   arazi aldıkça karşısına geçiyorlar. Resulé Memilé  o zaman  Selvi’yle evli, baban Efendi de  amcaoğlu  Resulé Memilé   çok severdi , bir duyduk bu Kasmandaki arazilerini satacak   ‘dereza yapma etme,  dede toprağıdır satma arazini’  dediyse de dinletemedi kalktı  arazisini  Hormekli  bile olmayan Kameri Şıh Ali’ye sattı, o da babası Memilé Talo’nun arkasından  çıktı gitti Badana. Yalnız bu Memil ağanın hepsi babayiğit   çocuklarının arasında bir tek Kasmanda kalan  boyu  kısa, çirkin  oğlu Selim’in bir karısı vardı Merdin; çene Hesené Fakié;  iri yarı ama  nasıl  da edepsizin  tekiydi. Bu amca Selim’in  kızı Şerife’de okula gelirdi, çok çalışkandı, koca kıtlığı var ya onu da okutmadılar hemen kocaya verdiler.Apo Selimé Memilé, güya çocuklarıyla Türkçe konuşuyor bağırıyordu  ‘çene, laoo  sakol getirin’. Sakol süpürge demekti. Hormek erkekleri hep açtı, anam ne yemek yiyorlardı onlar, ye, ye doymak bilmezlerdi.Görmüyor musun şimdi de öyleler  baban, amcanın çocukları, a bu Selimé Memilé de  ‘kızım mide ambar gibidir…genişleyen  lastik gibi ne verirsen  yutar, içine çeker  doyuramazsın’ derdi   millet onunla alay ederdi, halbuki adam doğru söylüyordu. Karısı Merdin  de, Selim’in  amcasının oğlu  Yusufé  Zeynelé’in oğlu Zeynel’i  ilkbaharda coşmuş deré  Mengelî’ye itmiş  az daha boğuluyormuş çocuk, mevzu ne?   ‘apo , apooo Yusuf, senin oğlan bizim arazide gördüğü bütün  mantarları topluyor.Eree bu lacek   bırakmıyor ki bir iki tane de biz yiyelim’  Bir gün  dört beş tane koca kayanın yan yana durduğu  aşağısında akan deré Mengelî ‘nin,  gelen,  gidenin seyredildiği köylünün toplanıp sohbet ettiği  tepede;  Palaka’da, sırtını  kayalardan birine dayamış, elini sallaya sallaya  başlamış ileri geri konuşmaya ‘Hormeklilerin hepsi, çe Musatafeye Zeynele,  hepiniz  hırsızsınız.Başta büyük büyük dedeniz Mustafé Zeynelé Kal,  hileyle,  silahla , talanla,   arsa , mal mülk  sahibi oldu..A o İbrahimé Talo da  böyle böyle buldu belasını. Cibranlılar yaptı da  Hormekliler     katliam, talan  yapmadı mı? Bunlar var ya bunlar vicdan yoktur bunlarda  amca yeğeni, yeğen amcayı öldürdü,  kardeş kardeşi dövdü, vurdu niye arsa arazi, kadın, kadın  için. Ortada  kadın  bırakmadılar,   Muskanlı çene Begoé (Alié) Eliye haksız mı  ‘a bu Hormekliler  s.klerini çıkarıp kime rast geldilerse ona koymuşlar’ demekle.Bu soyun erkeklerinin önüne yemek, altlarına bir karı, (dışarıda) teverde de bir bok çukuru  verin, yesinler, içsinler siksinler, sıçsınlar, anladıkları bu  ’  konuşmuş da konuşmuş, kimse  hışmına uğramamak için korkudan cevap da vermemiş, baktım Begoé İbrahimé Talo yanıma geldi  ‘veyvi, çene Küçükağa !  bu edepsize söyleyin bizim babalarımıza küfür edip, bok deyip  durmasın’.Çok güldüm ben ‘.Annem çene Küçükağa demek aynı dedenin torunlarıymışız diye düşünmüştüm baban için, o kadar.1955 in kışında  beni  istediler,  yazın da baban askere gitti. Baban meğer  sık sık Öleng’de evine  gittiği halası Elif’in kızı Hasgül’e vurgunmuş.  Halasının  evine gidip geliyor ya kızına aşık olmuş, tamam mı? Kızda buna boş değilmiş,  birbirlerine tam bilmiyorum  kız ona tarak  mı  bıçak mı vermiş,  o da ona ayna. Baban  Öleng’den, dönünce  amcan Hasan  bakıyor  evin önünde Surédar soyduğu bıçak yeni, sapı parlıyor ‘eree Kemo, bu bıçak nerden çıktı, çok güzelmiş’–‘ çene Mehemet efendiye Öleng  verdi’ diyor başka bir şey demiyor.Ama senin amcan Hasan fırsatçı, kurnaz nerden ne geleceğini iyi  bilendi , çe Resuldekileri  ‘Kemo’yu  emıka Elif ‘in kızlarından biriyle evlendirirsek, bir baltaya sap olur, böyle kafasına estiği gibi davranmaz, çalışır. Mehemet Efendiye Öleng, zengindir, Badana  mal  yağdırır’ diyerek kalkıp  babanın  haberi  de yokken  sene ellidört, sonbahar, dayıları Yusuf’u da alıp yanlarına  büyük amcanla birlikte Hasgül’ü istemeye gidiyorlar. Sonradan çok pişman olmuşlar ama bir kere gitmiş bulunmuşlar. Emıka Elif  diyor ‘benim babam saydığım abim Resul  ölmüştür. Ölmeseydi kızımı korurdu  ama şimdi ben   Resulé Memil’in oğullarına, Badana, Hormeklilere  kız vermem.Geçimsizler, huysuzlar, gözleri hep dışarıda. Hem  benim kızım  Mehemet ağanın, zengin ailenin  kızıdır,  variyeti vardır. çe Resulün durumu ortadadır. Siz zengin değilsiniz. Bunu diyen hala? Kızımı perişan etmem’. Çe Resul, damlarından  çıkan halaları Elif’in  onurlarına dokunan  sözlerine  çok üzülüyor,  bozuluyorlar. Ona inat  itibarlı zengin bir akrabanın kızını isteyelim diyorlar. Zavallı ben,  işte  halaları Elif’in  o sözlerinin… onların kurbanıyım. Dönüşte  hep birlikte  Kasman’a,  dayı Yusuf’un evine geliyor, kendilerine kızıyorlar  ‘bizim akrabalarımızın  kızları  çoktur,  kalkıp  Öleng’e gitmeye ne lüzum’ sonra da  her gittikleri yerde  kız bakıyorlar. Amcan Hüseyin  beni görüyor,  Naze’yle  onların evinin  orda, oyun oynarken, soruyor  ‘çene  Küçükağa’nın, Efendi’nin  kızıdır ‘ diyorlar .Bakıyorum  bize gelip gidiyor, ben nerden bileyim, ne niyet besliyor?On yaşındayım ama  boyum uzun,  demek  büyük  göründüm gözlerine ama ondan diyemem çünkü ablalarım, kardeşlerim, etrafımdaki kızlar hep on iki, on bir yaşında evlendirildi. Abim hakim olunca ilk işi;  biri de sağız dilsiz   kız kardeşlerinden, on beş yaşında benden aldığı vekaletnameyle  amcalarıyla birlikte  babamdan kalan malları üstüne geçirmek  olan  abim…abiye zalılma oyyy,  Ankara’da  Hukuk fakültesinde okuyor, duyuyor ki beni evlendirecekler  üzülüyor, mektup yazıyor ‘bacılarım küçük, ellemeyin,  kimseye vermeyin’ o kadar…güye karşı çıkmış.  Ya sen Hukuk  Fakültesinde okuyorsun, koca adamsın, amcaların ne dersen yapıyor. Yapmayın desen yapmayacaklar ama o, onlarla kötü olmak istemiyor, yolunu bulmak istiyor.Nüfuzunu kendi çıkarı için kullanan memleketin hakimi böyleydi var gerisini, olanı, olmuş haksızlıkları sen düşün. Bizim aile Hormekliler  parayı  çok severlerdi,  hepsi de cimriydi amcam Hüseyin de sık sık köylülere  ‘abim Şerif’in  kızları çok ekmek yiyor,  masrafları çok,  eninde sonunda  evlenip gidecekler niye boşuna masraf edelim.Bir an önce evlendirelim de üstümüzdeki yükleri kalksın ’ dediği annemin de kulağına geliyormuş ama ne yapsın annem gaile  almıyor.Amcalarım da   kim iyi başlık verdiyse ona verdiler biz Şerif’in kızlarını, annemin de tek derdi hakim oğlunu koruyup , babasından kalan mal, mülküne sahip çıkmaktı. Kıştı, ev damında– her şeyin   aşın, ekmeğin, közlerinde  patates, kurabiye, kete, Zerfet, mısır, mantarın  pişirildiği yıkanacak suyun, sütün, ayranın  kaynatıldığı duvar içine yarım ay şeklinde  tuğla veya  kerpiçten  yapılmış  kandil, idare lambasının da konulduğu bir nişin yakılan ateşin dumanını çekmek için çatıya bağlanmış  bacanın, külahın bulunduğu,  yanmadığı zamanlarda külü ortalığa saçılmasın diye basmadan dikilmiş perdenin çekildiği  ya da sacın  konulduğu önünde ahalinin dedikodu, sohbet ederek vakit  geçirdiği,  önünde, yanında  sacayağı, kazan, tencere, ibrik, güğüm, maşa, taş, süpürge, çalı çırpı, odunun  bazen de yorgan, yatak, yastıkların yerleştirildiği yüklüklerin,  dolapların, yıkanma yerlerinin  bulunduğu, kışın ısınmak için neredeyse içine girilecek –ey yazarcık okuyucun senin bu tasvirinden ne çıkarsın?  gözünde canlandırması mümkün mü?  ya  gözünü sevdiğimin teknolojisi sayesinde bu sorunu web deki; https://odatv4.com/makale/sular-yukseldikce-ocaklar-sonuyor-2610161200-102914  görselini paylaşarak çöz, tasvirinle  beynini yaktığın,  neye benzediğini  canlandıramayacak  okuyucunu  kurtar bu dertten  – lojının (şömine  tarzı ocağın)  bulunduğu  geniş oda aslında mutfak  biz  ‘bon derdik’ orda oturuyorduk  ’seni istemeye gelmişler’ dediler. Bazen aklıma geliyor… düşünüyorum  on yaşında ya, on yaşında bir çocuğu nişanlamak nedir? nasıl olur…ne vicdan…ne vicdan…kıymetimiz, değerimiz dün de yoktu, bugünde; bir an önce gitsin de  bir boğaz eksilsin bütün mesele de  bu. Babam öldürüldüğünde bindokuzyüzkırkdokuz  Temmuzunda dört yaşındaymışım, nişanladıklarında beni hakim olacak abim  21 yaşında, koca delikanlı yani mektup yazacağına, kalk gel al bizleri, götür yanına, mal var, mülk var tek yapacağın bir dam kiralamak. Bakma ! biz annelerin ayrım yapmayız demelerine, kadınlar için  değerli çocukları; oğullarıdır. Bu bugüne kadar benim için de öyleydi, yalan mı söyleyeceğim. Bize demişti teyzen Ceylan  ‘çene Küçükağadan  mirastır erkek çocuklara kıymet vermek, onları kırmamak.Ben enişten öldükten sonra tek oğlumun  yanına gitmedim, karısıyla huzuru bozulsun istemedim.Hep kızların yanına gittim’ –‘ Çünkü kızların huzuru, kocalarıyla aralarının bozulması   olur değil mi teyze? Yani kısacası  önemli değil, onlar her türlü çileyi çekmek zorunda ya, mutlu olup olmamaları  niye umurunuzda olsun? Bütün teyzelerim, senin gibi erkek çocuğunun evinin dirliğini düşünen  çene Küçükağanın,   kendisini de yok etmiş erkek egemen mirasını illebet taşımanın yanlışlığını niye düşünmekten kaçındılar ki, o çene Küçükağanın ilk işlerinden biri vasi olarak  kızlarının yerine  babalarının malını hakim oğluna devretmiş’  dediğinde annen,  bende şimdi düşünüyorum  abim ve amcam Hüseyin’le bir olup  baba mirası arsaları biz kızların elinden alınmasına ses çıkarmayan  annemin  amcam İbrahim’le, kaynıyla evlenmesine  sebep de, hakim oğluydu; babaları öldürülen kızlarının yetimliği, geleceği değildi. Sonra böyle düşündüğüme pişman oluyorum çünkü ben şahidim zorla aldı amcam annemi. ‘–‘Onu bilmem anneannemde  dönüp durup  ‘ bu çocuktur…bu nedir buna koca ne? ben bu çocuğu nasıl nişanlayım çocuk… daha çocuk… ne bilir bu… ne anlar… bu ne, buna evlilik ne gerek’ diyeceğine, ağlayacağına katsaydı  önüne kızlarını   oğlunun yanına Ankara’ya  gitseydi ama yok, anlaşılan  dört kızın hayatına karşılık; vazgeçemediği şey,  hakim oğlunun üzerine  tapulatacağı dedemin  köydeki tarlaları, Varto’da ki arazileri, dükkanıydı. Kasman’dan çıkıp gitse  kızlarını yanına alıp  mal, mülkten pay almazsa hakim dayımın  hali nice olurdu? Diyelim oğluna yük olmak istemedin? git Varto’ya, çık CHP’li kaymakamın karşısına ’ benim kocam, Mehmet Şerif Efendi partinize, devletinize o kadar hizmet etti, öldürüldü ya,  karşılığında bir oda verin, çocuklarımın başında durayım, okutayım ben’  onu da mı yapamadın? al çocuklarını git Kığı’ya kardeşinin yanına. Onu da mı yapamadın madem verecen…verecekler kızlarını zengin, maddi durumu iyi ailelere ver de  bari yoksulluk çekmesinler…damatların   kıçlarında don yok… işi gücü yok , evlerinde üst üste yatıp kalkıyorlar bir de  sinirli, kavgacılar.’–‘ O kadar da değil,  o zamanda hangi kadın kalkıp da hükümete gidip yardım isterdi hele bu Efendi’nin hanımıysa, yapamazdı ?Yok elinde bir şey yoktu annemin yapamazdı.Anneannen kaç kere yalvardı amcalarıma ben şahidim, ama onlar hep tek şartla gidersin babanın  evine, çocuklarımızı burda bırakırsın dediler.Gitti, Hüsnü dayım geldi aldı götürdü, döndü sonra, çocuklarından ayrı kalmaya dayanamadı.  Ne yapsın zavallı kadın? Ben, Leyla, Selvi çok küçüktük, iki de sağır dilsiz çocuk; kaderine boyun eğdi. ‘ –‘ Anne, aklım duruyor benim.Bir zamanlar kardeş bildikleri kayınlarıyla aynı yatağa girmek, ondan  çocuk doğurmak bana çok  ama çok ahlaksızca geliyor.’–‘ Sus be ! insan anneannesine ahlaksız der mi?’–‘Niye kızıyorsun? kızman olayın iğrençliğini ortadan kaldırmaz? İnsanın kaynıyla ya da  abisinin  seviştiği kadınla sevişmesi ne demek! Yenge dediğin, kardeş yerine koyduğun biri ile  aynı yatağa girmek ne demek! Bu şehirlileşememiş, uygarlıktan bir haber toplumlarda  yaşanan ve bence dünyanın görüp görebileceği en utanmaz,  en ilkel, en ahlaksız   geleneği. Dünü,  bugünün  koşullarına bakıp  bugün ki  akılla, değerlerle  yargılamak adil gelmese de,  asırlardır bazı şeyleri yapmanın karşı çıkmanın uzun bir  uğraş,emek  gerektirdiğinden  zor, boyun eğmenin, susmanın  kolay geldiği insan evladı  açık açık ‘mevcut halin devamından yanayım, değiştirmek için  mücadele etmek, çalışmak, çabalamak   lazım, benimse bunu yapacak ne takatim,  ne  yüreğim, ne de isteğim var, yorgunum  böyle de idare ederim’  demez de gururuna yedirip onlarca kılıf bulur boyun eğişine.İşte çene Küçükağanın,  yaptığı da bu’. Bir yandan da hepimize  dair   ruh halini anlatan buna benzer cümleleri nerede okudum diye düşüyorsun ahhh, evet ya!  Thomas Bernhard’cımın “ Soğuk (bir soyutlama) “ Grafenhof’ta…çürümüşlüğün ve umutsuzluğun ruhu böylesine boğduğu, beyni öldürdüğü bir yere  nasıl kendimi ait hissetmiştim? Sanırım kendimi salıvermek karşı koymaktan çok daha kolayıma gelmişti.Gerçek bu kadar basitti.Karşı geleceğim ve direneceğim yerde rahatlığı, uyum sağlamanın ve vazgeçmenin kolaycılığını seçmiştim.Rahatlık ve korkaklık yüzünden… “ romanında okumuştum. Bulundukları mekanlarda, yaşadıkları kentte bir araya gelmeleri, tanışmaları  imkansız kişilerin aynı duyguda, düşünce de buluşmaları  şaşırtmıyor çünkü.dünyanın neresinde yaşanırsa yaşansın  insana, hayata dair duygular, düşünceler, hissedilenler üç aşağı beş yukarı aynı. Soğukluğuna, aldırmazlığına, naifliğini kıran ultra  gerçekçiliğine  hayranlık duyduğun Thomas amcayla, annenin, senin  aynı şeyleri duyumsamanız gibi ki,  eline kalem alacak, daktilo kullanacak  şartları olsaydı belki  Thomas’dan önce o cümleleri,  o paragrafları  annen yazabilirdi de, lakin yazma, hissettiğini kağıda dökme , yetenek , zeka işidir de.Daha okumadığın  pek çok kitapta  benzeşik  düşünceler, duygular, hislerle karşılaşman yüzde yüz… yani ??  benden, senden  önce insana, hayata ait  her şeye; düşüncelere, duygulara, hislere, hayallere, acılara, mutluluğa, mutsuzluğa, güzele çirkine,  ölüme, aşka, ahlaka ,kötüye, Tanrı’ya ;  aklına ne geliyorsa ona, her şeye  dair söylenmemiş, yazılmamış, el atılmamış, dibine inilmemiş bir  şey  bırakmamışlar ki bizde bir şeyler ekleyelim, yazalım, yeni bir cümle, paragraf kuralım. Yapma!  her şey gibi duygular, düşünceler, hissedilenler , kavramlar   level atlar, değişir.Teknolojik gelişmelerin etkisinde kalınır  yeni kavramlar,  mekanlar, düşünceler, duygular, olaylar karşısında gösterilen tavırlar,  yeni  şeyler  yazmayı zorunlu hale getirir. Hayır canımın için, o öyle değil ,  eski kavram ve tanımlamaların, her şeyin  önüne koy bir “post”, “alfa”  sonra  post modern, ultra post, ultra alfa diye yaz, dur ; iki üç farklı cümle ekleyerek.Gülme yapılan bu şu anda, inan bana.    ‘Öyle hastaydı ki ’ diyor annen senin Thomas amcanın yanında soluklanıp  geldiğinden habersiz  ‘ anne! sen beni ne yapıyorsun?’ dedi, çene Küçükağa ‘ben babanı ne yaptım ki seni ne yapayım ‘ dedikten  yarım saat sonra öldü, babamın kömür gözlüm diye sevdiğini söyledikleri, boynu hep bükük kız kardeşim Leyla. Yanındaydım öldüğünde…odadaki herkes ‘ayyy.. öldü’ dedi, o kadar ‘ayyy.. öldü’. Leyla çok güzeldi. Aklıma geldiğinde ya da adı geçtiğinde  iyi ki öldü dediğimde…öyle deme diyenlere şaşıyorum, ölmese o da biz, ablaları gibi kim bilir kimin kapısında, hangi el oğluna, kime kul köle, heder edilecekti. ‘ Çok istemene rağmen  kızı ölürken   söylediklerinde  bağışlayıcı bir yanını  bulamayacağın, yalnızca mezarının  taşından hesap soracağın anneannenin zalimliğe varan psikolojik  rahatsızlığını öğrenmen; annenin, onlarca çocuk gelinin, hiç büyümeyen çocukluk halinde  dünyaya, hayata  duydukları öfke dalgasının yetiştirdikleri çocukların  kişiliklerine, karakterlerine  etkisini, bugünkü durumlarını kavramam bu saatten sonra hayatımda  hiçbir şeyi değiştirmeyecek, bir işe yaramayacak diye düşünüyorsun. Kızın, evladın az sonra ölecek, biliyorsun şu dünyadaki son saniyelerinde ölmekte olan kızına, görmediği ölmüş babasını hatırlatıyorsun, çok gaddarca…çokk sonra diyorsun ki  ölmekte olan kızına bunları söyleyen  bir annenin  kalbine  hiçbir acının, vahşetin delemeyeceği nasırı bağlatan yaşanmışlıklar neydi acaba?O her ne idiyse onun; kızı Ceylan’la  evlenmek istemeyen zama (enişte)  Halité Mehmeté Alié’nin   ‘Allahtan korkun,  ben bu çocuğu alıp ne yapayım’ isyanına  ‘yanında yatır büyüt ‘ dedirttiği   bir anne  niye kıymasın…niye  acısındı   küçük yaşta evlendirilmelerine kapı, duvar  olmayacağı aşikar kızlarına;  düşüncelerini bölen  annenin sesi  ‘halbuki  ‘kızım, ben siperim, rüzgar estiği zaman size değmesin diye önünüzde durarım’  dediğinde  inanmıştım   ben anneme, çene Küçükağaya  meğer  siperliği oniki yaşına kadarmış ‘bu ne? buna koca ne’ diyordu  ya keşke onu da demeseydi’–‘anne ! müsaade et, evlendirilmenize azıcık da olsa karşı çıkıp  sızlansın  o kadarını da “anne”liği  övülsün diye yapmış zaten.’–‘Ben bilmem niye yapmış ,  en çok zoruma giden şeylerden biri amcam İbrahim’in  annemi almasıysa diğeri de benim,  kardeşlerimin küçük yaşta evlendirilmesiydi. Bazen eğer babam yaşasaydı…yaşasaydı çok farklı bir hayatım  olurdu, okuturdu beni diye düşünüyorum.Sonra yaşasaydı da bir şey değişmezdi diyorum çünkü  kendisi otuz yaşındayken  onüç, ondört yaşındaki annemle evlenmiş, ölümünden önce de onüç yaşında ablam Sara’yı  evlendirmiş, Ceylan’ı nişanlamış.Bizim oralarda  uzun süren askerlik, savaş ve  çatışmalarda  öldüklerinden aslında erkek nüfusun  azlığından  ilk isteyene verilen sakatlığına bile bakmaz küçükken evlendirilmeselerdi kız çocukları insanlar şaşar hale gelmişti. Baba, ağabey, amca , dayı evde sözü geçen erkekler sanki kendileri evleneceklermişçesine ‘ oğlana filancanın kızını alalım, geçen gördüm  bir bağ otu kaldırdı,  iki helke suyu tek eliyle dereden getirdi o kadar güçlü, kuvvetli.Ev damındakiler   yaşlandı,  genç hamarat, iş yapacak  kari lazımdır .Allah için  güzel de at gibi doru’yla övdükleri, beğendiklerine  sormazlardı  bile ‘kızım gönlünde biri var mı? Seni almaya şu gelecek  evlenmek ister misin’ .A o   Zengel’li   Romié  Selimé  de ‘Efendi, kızın Sara’yı  oğlum Emin’e  ver gitsin’  dediğinde babamın   ‘dereza, ağa, sen git  önce dağlarda kaybettiğiniz  amcam kızı çene Zeynelé İbrahimé, Hediye’yi getir. Kızlarınız yaylada Bertianların çadırından çıkmıyorlar, ne yapıyorlar orda? Siz kızlara  bakıp, sahip mi çıkıyorsunuz ki benden kız istiyorsun? Olmaz’ dediği Romi’nin   oğlu Emin’e  almak istediğini duyar duymaz ‘ baoo, Sara’yı bizim oğlana ver,  evlilik yaşı gelmiştir talibi çok olur, gönlü kayar birine gider, benim oğlanla evlense Kasman’da yanında kalır, gözün de üzerinde olur’– ‘babamın kardeşi, benim amcam  vereyim vermesine de  benim kızım  Sara, hem  küçüktür, hem   delidir’ –   ‘kardeşim oğlu, dersin   kızım küçüktür… delidir fakat  nasıl senin kızındır öyle de benim kızımdır ’ deyince amcası (Hesene) Hasanê İbrahimê Talo,  babam  beni amcamoğlu İbrahim’e verdi.Evlendikten sonra kendisine bakan , büyüten babamın annesi Fidan’nın halini hatrını sormaya ara sıra geldiğinden ‘errr Hesene İbo Talo, eree laoo Kurmanj   senin ağzına gem vurmuş, sırtına binmiş, seni nasıl dönderiyorsa öyle dönüyorsun, onun için de gelip beni sormuyorsun’ öfkesinin asıl sahibi 1920’ li yıllarda Kasman’a gelin geldiğinde  çe Talonun,  Kurmanji konuştuğundan ismi Gulé  yerine,  Kurmanj dedikleri  kaynanam  amojın Kurmanj’ın Kasmana gelin gelmesi valla tam  kader. Çorsanlı Kurt İbrahimé  Mustafaê’nın;  kıçına demir kazık çakılmak suretiyle öldürülmesinin ardından derebeyi Emin Paşanın akrabası Avtengi beyi  ‘hazır olasın , Kurt’un hesabını vereceksin’le  yakalayıp,  meşe ağacından yapılan kazığı kıçına sokarak intikamının alınması  dahil; Hormeklilere dair ispatı mümkün olmayan  pek çok rivayeti  duyduğundan ‘işimi yapıp sağ salim çıksam buradan ‘ telaşında olacak; etrafı odun ateşinin isiyle kararmış bakır  kazanları, kapları, kacakları, semaverleri, demlikleri kalaylamak için  Kasmana gelmiş Muş’lu kalaycı, yanında mavzeri taşa oturmuş ‘ nasıl gidiyor , çok para var mı bu işte’ sohbeti eden eşkıyalığı her halinden belli,  elindeki uzun demir çubuğu  yaktığı ateşin içine daldırıp kızdıran Hasané  İbrahimé  Talo’ya ‘ağam ne yapacaksın bu  kızgın  demiri?’  demiri  kendisine doğru uzatıp korkutmak için  de ‘seni dağlayacağım şimdi’ demesine  inandığından  elindeki işi bırakıp ‘ ağam, kulun kölen olayım, ben ettim sen etme! bizim köyde güzel bir kız vardır; ismi Gulé’dir,  Nadoya Dırbo aşiretini duymuşsundur, onların kızıdır, sana onu alırım…getiririm. Ailesindeki erkekler hep vurulmuş, ya asker ya eşkıya tarafından.Yetimdir, öksüzdür halası  bakıyor birini bulsak da evlendirsek derdindeler.Ağam  gibi babayiğit birine  dünden razılardır, sana da Gulé yakışır’ deyince  kızdırdığı demiri, şişi bir kenara atıp ‘de Keke, tamam hakkındaki fermanı geri alıyorum, söyle bakalım senin  köyün neresiydi?’.Atlıyor  atına  doğru Aner. Kasman’dan gidip de orda yerleşen bir akrabanın yardımıyla evi buluyor. Baktım bir atlı geliyor demişti Kurmanj, nasıl hızlı tozu toprağa katarak, tezek yığını arkasındaydım, tarafımı değiştirdim fakat atlı durmuyor   bana doğru geliyor, eve kaçtım, küçüktüm oniki, onüç yaşlarındaydım.Bir isteyen çıksa  versem diye düşünen beni evlendirmeye dünden razı halam  beni çağırıp  ‘kızım , artık Kasmanlısın, yerin kocanın yanıdır  zorluk  çıkarma…koca evinden geri gelmek yoktur, alışmaya bak’ dediğinde ben, aşiretten birkaç köylü, yüzünü görmediğim evlendirildiğim adamın atlıları arasında ata bindirilmiş gelindim, gidiyordum Kasman’a. Kar, kış, kıyamet yolda baktım  Hormeklilerden  biri  akrabama ‘Gulé  artık sizden çıkmıştır, bizim kızımızdır, Alevidir …’ diyor o da ‘bunca yıl Sünni’ydi  şimdi evlendi diye Alevi olmaz, hem Gulé mezhebini değiştirmez’ karşılığını veriyor.Aralarındaki  konuşmaları duydukça ‘gavur, ana bacı bilmez, Çıla, mum püf (çıra söndürüyor ) diyorlardı, gavurlara verdiler, bilerek gavur ettiler beni.Nereye gideyim, yer bilmem yurt bilmem. Halam yerin kocanın yanındır dedi, demek artık kocam ne ise bende ondan olmalıyım. Mecburum, şimdiden tarafımı  belli edeyim de bari gittiğim yerde rahat edeyim’ düşüncesi ağır bastı. Hormeklinin   ‘haydi tecrübe edelim eğer kız kamçısıyla üç kez vurursa ata bu Allah, Muhammed, ya Ali demektir,  artık bizdendir ’ demesini  duyar duymaz  elimdeki kamçıyla ata üç kez vurmamla  yuları tutan akrabam bıraktı atı,ordan bir Hormekli yetişti, tuttu yuları. ‘ Vay,  gıle Kurmanj’a bakın hele, velhasıl  akıllı kadınmış, gidecek yeri yok ne yapsın? O zamanda en doğrusunu yapmış eğer Hormekli kadınlardan biri olsaydı Kurmanj’ın yerinde,  inadına ata dört kırbaç vurur, alır başını giderdi  yorumunu yapmıştın sende  zorla  kabullendirilme;  başıma  kötü bir şey gelmesin,  çile çekmeyeyim korkusuna,  çaresizliğin neticesine. ‘Gelin  geldiğim çe Talodakiler hem Sünni olduğumdan hem de tanımadıklarından bana karşı mesafeliydiler, huzursuzdular. Hasan ağanın  kardeşleri arasında Rusların ilk karısı çene  Meleké Fakié’ yi  öldürdüğü, kışın her gün, altı yedi metreyi bulan kara bata çıka buz tutan deré  Mengelî’ye su içsinler diye  götürülen ahırlarına  giden ineklerin çobanların, ineklerin açtığı  yoldan üzerinde beyaz patiskadan yapılmış  pirên  (uzun atlet) , altında bileklerine lastik geçirilmiş tımanıyla,  kırılan buzların arasında deré  Mengelî’ye  girip yıkandıktan   sonra sakalları buz tutmuş halde evine döndüğünü gören  çene Küçükağa’nın   ‘ piyi mi, apo  ! buzun altına girersin iyi güzel de bir gün bir bakmışsın  çıkmamışsın, cesedini kimse bulamaz’ ikazını elini sallayarak ‘‘offf yeter da, a o Goşkar baba, vallahide  su sıcaktır’la def eden  Kamerîé  Sofué  İbrahimé  Talo çok yardım etti  bana. Ben Kasmana geldiğimde Kamerîé  Sofué’n;  kocası ölünce  evlenmek istemediğinden  yolda yakalayıp zorla kaçırdığı ayağında o güne kadar  kimsenin görmediği   kundura,  arkası pileli elbise;  Kasmanlı  kadınlardan farklı giyinen  çok güzel oya işli  iki üç leçeği üst üste değişik şekilde bağlayıp yanlarından ince zülüf bırakan  Çiftlik köylü Dest Güveş’le değil (tabii ki o zaman Dest Güveç varken moda ikonu  Eda Taşpınar olabilir miydi? ) ‘  hele bakalım Kurmanj ne yapacak alıp götürecek mi? eli uzun mudur’la  beni tecrübe etmek için ‘bon’da tahta dolabın  üstüne bal, ekmek, yağ  bazen de para falan koyan  sonradan hâl (tifüs) hastalığından ölecek amcası oğlu Mustafa’nın kızı (çene  Mustafaé Velié  Talo) Heves’le evliydi. Ben, eltimin beni tecrübe ettiğini  hemen anladım, anlamasam da almazdım bana ne ki? Böylece  imtihanı geçmiş oldum, küçüktüm fakat o vakit  akıllıydım. İlk defa ekmek pişirdiğimde  a bu  Kamerîé  Sofué  geldi ‘bon’a,  lojının orda yanıma  oturdu, gelinler;  yaşlı kadınlar ve erkeklerle;  kocasının babası, annesi,  ağabeyi, sülalenin büyükleriyle öyle ki kendi babası da gelse  yanında konuşmaz,  yüzünü  başından aşağıya örtülmüş beyaz leçeğin arkasında saklar  göstermez,  kendisiyle konuşanlara elini göğsüne bastırarak karşılık verirlerdi,  bende geleneğe uyup  konuşmuyorum; ekmek pişirmeyi de bilmiyorum, elim ayağım birbirine karışıyor, leceğin altında yüzümden terler akıyor Kamerîé  Sofué  ’ waye, veyvi Kurmanj,  sakin bo,  yavaş, yavaş  sen de ekmek pişirmeyi öğreneceksin’ diyerek  ayağa kalktı, yaktığım ekmekleri topladı, götürdü dışarıdaki  köpeklere verdi, geldi  bana   ‘bram Hesene İbrahime  geldiğinde  zayiat vermeden  ekmek pişirdiğini  görsün, senden iyi bir karı  olacağını düşünsün’ dedi. Mallar yayladan dönüp,   iş, güç azaldığından düğünler  sonbahar sonu ya da kışın  yapılırdı ben   gelin geldiğimde de kıştı. Bir ay geçti, geçmedi  çe Taloda     hayırlı gün Perşembeyi, Cumaya bağlayan gece yapılacak cem için sabah  koyunlar kesildi,  kavurma, pilav, niyaz yapıldı. Cem yapılacağını duyduğum dakka, almıştı  beni bir korku, bir endişe,  derdimi kime anlatayım, etrafımda kim var, kim yok hepsi hısım, hepsi akraba, kimi kimden sorayım? Akşamları köyün erkeklerinin toplanıp, sohbet ettiği, gelenlerin   ağırlandığı geniş misafir odasında toplanıldı. Cem yapılan oda da önceleri kandil sonraları bir iş için ‘bon’a (mutfağa), ambara,  başka bir odaya gidilecekse veya okula giden çocuklar ders çalışacaksa  idare ( gaz)  lambası yerine “çıla” denilen  kalın fitilli, çok is çıkaran  şişesiz idare, ispirto  lambaları  yakıldı, cem başladı. Canesaran’ dan gelen  Pir Süleyman (Sılıke Piro) kendisi için serilen posta oturdu, odakiler önünde eğilip  elini niyaz edip yüzleri piroya dönük  gerisin geriye boş bulunan yere oturdular, Piro bir şeyler söyledi, ağladılar sonra semaha durdular, ayakları havada sanki uçuyorlardı   Yusufé Nazé  aldı sazını  eline ‘hak, hak, Allah Allah, Ya Useyin’ bağırmaları , gözyaşları arasında ‘Bugün bize pir geldi…Önü sıra kamberi Aliye Murtaza geldi…’ deyişlerini  söylemeye başladı sonra  tahta sini üzerine sofrayı kurduk, yemek yendi, lokma dağıtıldı, çaylar içiliyor, sigaradan göz gözü görmüyor, ben başıma bir şey gelmesin diye  benim herif Hesené  İbrahimé Talo, nereye gidiyorsa  ben peşindeyim, bir dakka ayrılmıyorum.Çişini yapmak için dışarıya çıktı, bende arkasından, kolumdan tuttu  ’ eree Gulé ! akşamdan beri  peşimdesin, rahat bırakmıyorsun, niye?’– ‘Aner’de diyorlardı ki Aleviler toplanıp “Çıla püf” yapıyorlar. ‘–‘Hek boo  “Çıla püf”  nedir?’– ‘ (ışıklar)  çerağları söndürüp  kim, kime rast geldiyse, yakaladıysa onunla yatıyorlarmış. Halam ‘ bak kızım, onların ibadetleri, adetleri  farklı,  bir araya toplanıp, saz çalıp türkü söyleyip oynuyorlarmış.Ben görmedim fakat sonunda “ çıla püf” yapıyorlarmış.Aman diyeyim öyle bir şey olursa adamının peşinden ayrılma, hep yanında ol ki, kimse sana dokunmasın’  dedi.Ben de  “Çıla püf”  olduğunda,   beni  arama, bul diye peşindeyim’–‘oyyy Gulé !  Gulé ! nasıl böyle bir şeye inanırsın? Hiç böyle bir şey olur? De git  eve, çişimi yapayım‘ .Çok  utandım  fakat bir kere  demiş bulundum.’–‘ oyy bu yalanlar, oyy yine Gulé utanmış. Gulé’nin o gün düşündüklerinin üzerinden  seksen yıl geçti değil mi? Ama o karalamalar aynı hızla devam etti. Bizim komşu Nihal utanmadı bile. Mahallede  Nihal’in kızı  Alevi bir erkeği  sevmişti, günlerce ” dinsizler,  çocukları veled-i zina olacak”la başının etini yediler,  kızı baktı vermeyecekler   kaçtı gitti Ali’ye.Bizim de Alevi olduğumuzu  bilen yıllardır komşuluk  ettiğimiz annesi Nihal,  kapıya dayanıp  anneme  öyle düşünmelerini gerektirecek  hiçbir vaka yokken  ‘senin de kızların var onun için geldim, beni anlarsın. Allah aşkına  gidin söyleyin  Ali’nin ailesine gerdek gecesi dedesini sokmasınlar odaya. Sizin adetinizmiş, bunu bizim kızımıza yapmasınlar’ – ‘ bacım sen ne diyorsun, yıllardır komşuyuz, arka arkaya gecekondumuz, ne gördün ? Böyle bir olayı yaşayan gören kimmiş beni ona götür.Bu nasıl bir iftira,  bunu demeye nasıl cesaret  edersin?’ diyen anneme  ‘kusura bakma komşum, ne bileyim, karalamaya uydum bende’ diyeceğine hiçbir şey demeden  çekip  gitti Nihal’ Şimdilerde  gelin ve  damatlarının yabancı; Amerikalı, Avrupalı olmasını gönülden isteyen, çabalayan çocuklarına ‘bir yabancıyla evlen hayatını kurtar’ telkini yapanlara, dilekleri gerçekleşince de altını çizerek ‘ gelinim…damadım yabancı… bizimkilerden bin kat iyiler’le  sergileyenlerin aynı toprak üzerinde  yaşayan  kendilerinden farklı mezhebe sahip  komşuları da olan Alevi,  Sünni ya da  Hristiyan’la  evlenenleri  “zındık”,  “Yezit tohumu”, “gavur”, “ana, bacı, kardeş bilmez bunlar”  ithamıyla hiç bitirmeyecekleri  bir  ayrımcılığa yol vermelerine de bakıp  Sünni  oluşunun Kasman’da  kötü  karşılanmaması, horlanmasına sebebiyet vermemesi Gulé’yi rahatlatmak bir yana  şaşırtmıştır da. Lakin  Gulé’nin  aklının ucundan geçmeyi bırak, bil(e)mediği  olgu; kadının  ait olduğu  farklı dinin, mezhebin, dilin, ülkenin  karşıtınca sorunsuz  sindirilmesi, kabul edilmesi toplumu sarmalamış ; Padişahların çoğunun  evlendiği gayrimüslim; dini,  mezhebi, ülkesi, dili  farklı kadınların evlendikleri  günden bir gün  önceki yaşamlarını belirleyen ailesi, dini, mezhebi, dili, ülkesi hatta adı  yok sayılıp yerine  yeni sahibi kocalarının  dini, mezhebi, memleketi, ailesi , dili  konularak  yönetimin babadan oğulla geçtiği Padişahlık gibi  din, mezhep, dil, ülke  vari aidiyetlerin   erkek  çocuk tarafından  soya sirayet ettirileceği  hükmü sayesindeydi. A o katıldığım ilk cem,  benim mezhebim  Sünnilikten soğumama sebepti  söylenenlerin Müslümanlığa yakışmayacak  büyük bir iftira, yalan olduğunu  görmüştüm diyen, yayla zamanı mezrede mala gittiğinde  karşılaştığı  ismi kayınbiraderi Süleymané Müminé tarafından Elif yapılan, Mehmeté Müminé’le evli   köyü Aner’den akrabası Koçer’in   ‘ waye sen sülaleni kaybetmişsin’ kızgınlığına   ’eree waye Elif,  senin ağzına sıçarım, ne gördüysem çe  Taluda gördüm, ne varsa adamlarda var, sülalem kimmiş , ne bok olmuşlar’  küfrünü edecek  kadar geçmişinden; hasta yatağında ‘Ya İmam Hüseyin deste Kerbela, Ya  Ali,  Ya Ali’  yakarışında   ‘Şaria… Şaria (Sara, Sara ) diye bağırdığında yanına gidip ‘ daye, maye mı, veyvi Şaria evde değil, dereye su getirmeye gitti ‘ diyeceğine ‘ madem Şaria ‘yı çağırıyor niye ben gideyim’  düşündüğünü anlatınca  akrabaların ‘weyy, weyy zamano… zamano nasıl bir zamandır bu? vicdansızlığa bak !  kadın ölüyor sen, niye beni değil de Sara’yı çağırıyor  derdindesin. Oyyy ne soymuş.Ga-borj değil mi?insan el atmaz mı’yla  dedikodusunun yapılmasını umursamayacak kindardarlıkta ki  diğer oğlu Atillaé Hasané İbrahimé Talo’yla evli  gelini Zozan‘ın yerine omzunda tırpan  evin önünden geçerken  ‘Ya Ali , Ya Ali, Şaria’ seslenmesini duyunca ‘ beni mi çağırdın haloj’la yanına giden Alié Yusufé  ‘laoo, yok ben seni değil,  Şahı Merdan Ali’yi çağırıyorum’ mezhebinden uzaklaştığından dewa ma  Kasman’da artık  ‘sende Alevi misin? Kurmanj’a  bak! ev damına misafirliğe gelen  Sünni birini  uğurladıktan sonra oturduğu yeri  kırk kere yıkıyor.Senin Aleviliğin onun yanında Sünnilik kalır, o kadar uzaksın’ parmağıyla  gösterilen Kurmanj’ın da; çoğunluğa ait  etnik köken , mezheb, kültür, inanış ve ibadetinden  farklı  bireyin yaşadığı yerde, toplumda varlığını sürdürmek, hayatta kalmak için  uymakla kalmayıp, onlardan daha   çok aidiyetlerine  sahip çıktığını,  temsil edebildiğini  gösterip ‘Kraldan daha Kralcı , Alevi’den daha Alevici, Sünni’den daha Sünni, Türkten daha Türk, Almandan daha Alman, …, .., ’  abartısıyla “sizin gibiyim hatta sizin yapmadığınızı yapacak kadar bağlıyım her şeyinize” tavrında çevresindekileri (kendini  de ikna ve kandırmayı becererek) bu sayede sorunsuz rahat yaşamı tercih ederek  aidiyetlerinden vazgeçmesi a o Kasmanda utanılacak değil alkışlanacak bir şeydi. Ablam Sara babam beni amca oğlu İbrahimé Hasanê İbrahimê Talo’yla evlendirdi çünkü gözünün önündeydim,  aha şuncacık  uzaklıktaydı çe Taluya, a o çeşmenin ordan dön,  tamam, çe Hasene ordaydı, arada 600 metre var, yok öyle yakın. Her sabah çe Talunun  kapısına çıkınca gördüğüm karşımdaki eve gelin gitmiştim, yine kıştı;kar öyleydi ki   kızağa bindirip  götürdüler beni, çeşmenin ordan dolandılar. Her günkü  gibi  arkadaşlarımı  topladım çe Hasenenin  damının üstünde  arkadaşlarıma ‘eree beri…beri ! ma kete poti… glor poti (haydi gelin kete pişirdim, lopık (iri bulgur ıslatılır, tuz ve unla yoğrulup simit şekli verilen köfteler, haşlandıktan sonra üzerine  tereyağı, sarımsaklı yoğurt dökülür)  pişirdim ‘ diye bağırıyor,  misafirlik oynuyordum. Çeşmeden su getiren komşu kadın çene Begoya İbrahime  Beri  ‘gel hele! gel   bak, gelinin  ne yapıyor’ dediğinde  kaynanam (vistirî (m)  amojın Kurmanj’a,   kocasına dönüp ‘Hesenê İbrahimê  ! gördün bu kız…çinika  delidir, küçüktür dedi Efendi,  sen kabul ettin, şimdi ben ne yapayım ? gitsin,oynasın’ diyecekti.Ben gerçek deliydim, bir keresinde tavuğun tüylerini yolmuştum,  canlı, canlı sonra bıraktım tavukların ortasında tüysüz çıplak halde bir koşusu  vardı ki,  kim görseydi  ‘Şaria’nın tavuğu’ diyordu.’–‘ Aaaa, ama teyzemin bu yaptığı !!! korkunç ancak ruhsal…’  sözünü ağzına tıkayacak bir itiraf daha geliyor annenden  ‘üniversite de okurken  dayın  köye geldiğinde kedi asmıştı.’ – ’ne? hayır!bu kadarı olmaz’ – ’ evet..  köprünün  altına götürmüş,  asmıştı kediyi, canlı, canlı. Babaanne Fidan’ı  rahatsız  mı etmiş  ne, fakat ne konuda bilmiyorum.Mutfağa mı girmiş? bir şey mi yemiş ? elini mi tırmalamış ?  onu bilmiyorum. Ondan sonra abim  almış kediyi, kendisi götürmüş asmış…iple…idam etmiş.Köprüler o zaman tahtadandı  sonra  a  bu amcam Hüseyin çok mücadele etti , dilekçe, dilekçe üstüne verdi Valiliğe, Kaymakamlığa,  Ankara’ya bile gitti.Sonunda  Devlet Su İşleri geldi, yaptı .En çok  da Van’a gitti, geldi,  beni daha evlendirmemişti’ –‘‘Daha hakim çıkmamıştı, mahkeme kurup yargıladı, idama mahkum etti, kararını  kendi eliyle uygulayıp, köprünün altındaki ağaca astı kediyi’ övgüsü, hoşgörüsüyle  tedaviye muhtaç ruhsal açıdan hasta acımasız,  zalim kişiliklerin  gaddarlık ve  vahşetleriyle birlikte   anormalliğin de normalleştirildiği bu topraklarda kediyi canlı canlı asan, tavuğun tüylerini yolan çe Talo çocuklarının, torunlarının da diğerleri gibi çevresindekilere  saygılı, merhametli, vicdanlı bir  birey olmalarını beklemek ??? hakim dayının adaletten anladığının  somut göstergelerinden olacak  kediyi idam etmesini irdeleyip   kişiliğiyle, karakteriyle , hakimlik anlayışıyla bağlantı kurmayı  o günlerde  akıl edecek tek kişi bulunamazdı zira  waye Sara’nın deyimiyle ‘ çene bütün dünya öyleydi, kimse kimsenin ne yaptığını, niye yaptığını  düşünmezdi, herkes ne yaparsa yapsın akraba, hısımdı diye gülünür, unutulur giderdi.O zaman bütün kızlar küçükken  evlenirdi. Babamın ‘ waye, benim bacım, maye mi, Varto’da bir dükkan aldım,  senin oğlan Halit gelsin yanımda çalışsın, kızım Ceylan’la da nişanlayalım,  evlensin’ diyerek hala oğlu Halité Mehmeté Alié’yle   dokuz yaşında nişanladığı Ceylan, a o  halam  gıle Rukoş’a  elinde ne çekti ya, insanın halası öyle yaparsa, düşman, el  ne yapmaz. Babamın kardeşi halam  gıle Rukoş da on bir yaşında falanmış evlendiğinde fakat akıllıymış en azından  isteği adama kaçmış.Amcam Hallo İbrahimé Talo’nun   oğlu Ali’yle  yaşıtı,   Talo’nun kardeşi  Muskan’a yerleşmiş  Mahmut ağanın oğlu Alié Mahmuté; yeğeni İbrahim’in oğlu aynı zamanda  damadı Zeynelé İbrahimé Talo’nun isteği üzerine kardeşi  Velié İbrahimé Talo  tarafından öldürüldüğünde,  annesi Hatun’un kucağında üç, dört yaşlarında çocuk  Mehmeté Alié Alié Mahmuté’la  aileler arasındaki husumete rağmen  iyi arkadaş olup birlikte  gezip,  tozacaklardı. Atlarına atlayıp o köy senin bu köy benim , dağda bayırda gezdikleri bir  gün  ‘bra, gel  bugün bizim oraya  Kasman yaylasına  gidelim’  – ‘gidelim de ben pek oraya gitmek istemiyorum, biliyorsun halam Fatık, babam Alié Mahmuté  çe Talo yüzünden… ‘ –‘işte bende onu diyorum , olan oldu, akrabayız ya, Talo soyundayız biz husumet nereye kadar Sonuçta dedelerimiz kardeş, dost var düşman var etrafımızda.Hormekliler bir arada olmak zorunda, haydi gidelim’ .A kara kıl çadırın önündeyim baktım gelen  atlılardan  biri Alié Hallo  İbrahimé  Talo , elimde ki bakraççı yere indirdim  ‘ bra Eliye,  sen burda’ –  ‘derçena ma, Rukoş, arkadaşla, geziyoruz, seni görünce , durayım’ dedim. Bak bu da akraban olur, Talo’nun kardeşi, Muskan’lı Mahmut ağanın oğullarından Alié’nin oğlu’ dediğinde  korktum, çe Taloda  amcam oğlu Alié Haydaré Zeynelé’n yetimliğine, öksüzlüğüne Zeynel, Veli amcalarımın, yenge Fatık’ın,  apo Alié Mahmuté’nın ölümüne sebep olayların merkezi gösterilen Muskan’da oturan akrabalara karşı içimde  bir korku, yabancılık  meydana geldiğinden, maye mi Fidan’da görmeden gitsinler istediğimden öyle bir baktım boylu, poslu  bir oğlan, daha ben  ‘Ma be xêr di, merhaba, herama…herama ( xeyramay-hoş geldin) merhaba’ demiştim ki anam Fidan’nın sesi  ‘eree Rukoş, çenek  daha burdasın? Çoban seni bekleyecek değil alt üstü helkeyi, bakracı alıp gideceksin, kiminle konuşuyorsun?’ – ‘dereza  Alié Hallo geld, gidiyorlar.Haydi size uğur bo’ diyerek başımı çadırdan içeri uzattım ‘ daye ne oluyor ya, iki dakka geç kaldık, ‘–‘eree Alié Hallo  niye gelmiş?’–‘ne bileyim yanında Muskan’lı biri de vardı, akrabaymış’ –‘ kimlerdenmiş ?’   –‘ daye, sormadım, mala gidiyorum ben’   diyerek uzaklaştım anamın yanından diye anlatmıştı bana  çok sonraları gılé Rukoş  diyecekti Ceylan, ablası Sara’ya. Bir süre geçti geçmedi baktım  Alié Hallo  yine geldi yaylaya, evvel ki gün  gördüğün Mehemet Alié, Alié seni  beğenmiş. Eli mülayim biridir, iyidir, kavgacı değildir. Hoş o da bana ‘eroo Eli delirdin, ne onlar bize kız verir, ne biz onlara’ dedi amaaa ben iki akrabam arasındaki  bu düşmanlık da bitsin isterim. Gel  he de, bununla evlen yoksa amcan, kardeşlerin  bugün yarın verirler seni,birine.Hiç olmasa kanının ısındığı biri olsun’ – ‘annem ?’– ‘ Amojın Fidan akıllı kadındır, bakma sen,  o da ister düşmanlık bitsin.Şimdi sen Mehemeté Alié’yle  evlenirsen düşmanlık yerini sulha bırakır.’Ses çıkarmadım, anama da bir şey demedim.Ancak annemin babam Alié  İbrahimé  Talo Akçadağ’da öldükten sonra evlendiği  kayınbiraderi  (Xallo) Hallo(Halilé) İbrahimé  Talo abimlere  ‘kardeşiniz Rukoş’u,   Zengel’li   Mustafaé Ağé’nın oğullarından birine vermek isterim‘ dediğini duyduğunda ‘ eree çene!  Rukoş’a  ma, senin amcan Hallo , seni Zengel’li   Mustafaé Ağé’nın oğullarından  birine verecek, öyle demiş senin abilerine, kardeşlerine’ – ‘daye ! maye mı olmaz ! onlar kavgacılar, çatışmayı seviyorlar, gün yok ki bir baskına gitmesinler, başlarına bir şey gelmesin.Beni  Zengel’lilere verme. Benim gönlüm başkasındadır’– ‘o nerden çıktı? Kimdir ?Necidir?’–Muskan’lı Mahmut ağanın torunlarından  Mehemeté Alié Alié ’–‘ Fakat bu iş nasıl olur kızım? Bir kere görmüşsün oğlanı.Ne biliyorsun iyi gelir? Hem düşmanlık var, çe Eli kanımızı içse doymaz. Bende aradaki düşmanlık bitsin isterim.Sen bir haber yolla Mehemeté Alié’ye. Bakalım ciddi mi?Ondan sonra hal , vaziyete göre ne yapacağımıza bakarız.’ Mehmeté Alié Alié’nin amcaoğlu Alié Hallo’yle  ‘ ben Rukoş’la evlenmek isterim. Fakat çe Eliden kimse gelip çe Talo’dan kız istemez. Onlarda kız vermez. Bu iş istemekle falan olmaz.Tek çare kaçmaktır’ haberini gönderdiğini  öğrenen gılé Fidan  ‘Mehmeté Alié Alié, doğru der, ne amcan ne kardeşlerin istemez, tek çare kaçman. İşi uzatmayalım.Akıllı oğlanmış Söyle Ali’ye haber götürsün Mehmeté Alié Alié’ye yarın  gece   apo Yusuf’un evinin önünde  seni alıp götürsünler.’ Alié  Hallo İbrahimé Talo  ’ bra, benden bu kadar, hem  atımı tanırlar, hem sana yardım ettiğimi  benim babam, amcam oğulları duyarsa valla işim iş… perişan ederler. Artık bundan sonrasında yardım edemem, başkasını bul’ Tek tük idare lambasının kendini aydınlatmaktan aciz ışığının   karanlığı delmediği gecede apo Yusuf’un evinin az ötesinde kendilerine doğru gelen karartıyı görünce elinde bir bohça, kolunda heybesiyle yanında duran kızı Rukoş’un önüne geçen, gılé Fidan temkini elden bırakmayıp  ‘ baoo Ma be xêr di, herama,  (Name to çıçiyo? ) senin ismin neydi’–‘ Xêr be silamet ha daye, name  mı  Zeynel’a. Emıkı, dakıla  senin adın nedir’–‘Fidan’ der demez  ‘ma dakıla Fidan… Fida’ana ma  hanımdır, her işi bilendir’–‘ laoo, eree  ben anladım oğul ! bu işi de senden başkası yapmazdı  benim niye geldiğimi bilirsin diyorsun.Tamamdır,  bende  kızım Rukoş’u sana teslim ediyorum. Bao, Mehmeté Alié Alié  nerdedir?’–‘a o köprünün yanında  beklemektedir.’  Ellerini öpüp başına koyan Mehmeté Alié Alié’nin arkadaşı  Zeynel  Rukoş’la uzaklaştığında ‘Ya Ali,  sen beni utandırma, bir iş yaptım sonu hayırla gelsin’ duasını eden gıle Fidan’ın gayretiyle kaçarak evlendiği Mehmeté Alié Alié’den   üç kız, dört oğlu olan halam Rukoş’a  babam şunu da söylemiş ‘ ma waye mı, bacım kızım Ceylan küçüktür   düğünü bir iki sene sonra yaparız’. Dayısının annesine ‘kızımla nişanlansın’  dediğini duyduğunda Halit ‘piyi mi,  benim babam,  annemin annesi, nenem Fidan nasıl annemi sana kaçırmakla iki çe, dam  arasındaki buzları eritip düşmanlığı bitirdiyse, dayım Şerif’de durduk yerde bunu niye benim anneme teklif ediyor,  ben sana diyeyim. Çe Eliye’ye    kız verip, kız alacak. Aklında Gülten var, onu  sağır dilsiz oğlu Ali’ye isteyecek. Sakın kabul etme. Benim bacıma  yazık etme’– ‘Hele bak ! oğul sen ne dersin? o iş olmaz, Gülten’ime  yazık etmem’ demesine rağmen, Efendi’nin  ‘ zamaye mı, benim eniştem,  ben bu   sağır dilsizi, garibimi,  oğlumu  kime emanet ederim,  halasının kızından başka?’ üzüntüsü  ciğerini deldiğinden Mehmeté Alié Alié, Muskan’a döndüğünde çe Eliyedekilere    ‘o bana, bende ona verdik kızlarımızı o kadar, kimseye söz düşmez ’ diyecekti.Bütün bunlar olur, babam  halaoğlu Halit’le nişanlarken beni, ben ‘baba odasında’  sedirde oturmuş pencereden çeşme önünde su dolduranları, a o dağları seyrediyordum, baktım ablam Sara içeri girdi, yanıma oturdu   ‘sen burda otur böyle bava…pié ma , bizim babamız  seni  halam Rukoş’un oğluna  verdi, evleneceksin ‘  başımı koydum göğsüne ağladım niye ? evlenmek  anneden, babadan ayrılmak, ablam Sara gibi başka bir eve gitmekti. Ağladım… a o  zalımın kızı , ablam ne bir teselli verdi ne bir şey , ağlaya, ağlaya  öyle uyumuşum. Biri elimi tuttu kaldırdı, baktım babam ‘niye ağlamışsın sen?’ dedim ‘waye Sara  beni halamlara verdiğini söyledi’. ‘Gel hele, ben kızımı vermemişim, yalan söylüyor’ diyerek kucağına aldı beni  misafir odasına götürdü, halam Rukoş, zama  Mehmede Eliye (Mehmeté Alié Mahmuté) birkaç kişi daha vardı  dizinde oturttu, onlar konuşurken ben kalktım arkadaşlarımla oyun oynamaya Palaka’ya gittim. Akşam odada annemin  ‘sen niye böyle yaptın, Ceylan daha çok küçüktür, evlilik zamanıdır?’  kızgınlığına  ‘Emine, kızım benim yanımda kalacak, Halit gelir  Varto’da dükkan da çalışır, para kazanır, birkaç yıl sonra alır Ceylan’ı gider. Mecburiyet  vardır, benim oğlumun, Ali’nin hali ne olacak? En azından Rukoş’un kızı Gülten  kızsa da, bağırsa da  dayımın oğludur diyecek… yüreği yanacak, iyi bakacaktır. Ben kız vermesem, Mehemed Eliye bana Gülten’i vermezdi’ diyen babamın sesiyle rahat bir uykuya daldım. Evlendirilmemle ilgili aha bir tek  Mayıs ayında  yapılan bu konuşmaları hatırlıyorum. Zaten Temmuz da babamı amcası Halilé (Hallo) İbrahimé Talo vurdu,  öldürülmesinin senesinde  de amcamlar çağırıp  ‘Ceylan’ı, gelininizi alın götürün’ dediler  Mehmede Eliye. Derde’yle, çene Zeynelé Fakié’yle evlendiğini bile bilmeden evlendiğim a o  halam oğlu Halit’i  de tek bir  kere görmüştüm; balkonda kucağımda Selvi oturuyordum, baktım bir adam uzun boylu, bıyıklı ‘waye (bacı), baban nerde?’– ‘odasında yazı yazıyor’. Meğer  gıle Rukoş   ‘Mehemed Eliye’yle  ‘ ben artık edemiyorum iş yapayım, yetişemiyorum, yoruluyorum. Halit  askerden  döndü,  evlendirelim. Geçenlerde,  anan (çene Fakiyé Resulé) Hatun bana  ‘veyvi Rukoş, gel  yeğenim  Zeynel’in kızını  torunum Halit’e  getirelim’  dedi, ne dersin?’  deyip oğlu   Halit’ten  habersiz Zengel’e gitmiş kızı alıp çe Eliyeye getirmiş. O zaman düğün ne?  “alın götürün gelininizi’ der demez kızı bir ata bindiriyorsun temam. Davullu,  zurnalı düğünde yapılırdı fakat çok azdı millet fakirdi kızım, fakir, ne gelini. ”Beautiful…wonderful  bride”Grace Kelly, Romy  Schneider’de simgeleşmişken, açık televizyonda, Duymayan Kalmasın, İkinci Sayfa, Söylemesem Olmaz ,  bilmem ne magazin  programlarından birinin  sunucusunun arka fonda flaş…flaş “nişan töreninde giyindiği  mavi midi ışıl, ışıl parıldayan– her kadının  giyinmek isteyeceği alımlı– elbisesi  içinde     Karlar Kraliçesi Elsa’ya benzetilen  Aslışah Alkoç’un  ” öyle bir  gelinlik yap ki; anneannemin filmlerindeki o büyüleyici etkisini görsün herkes” talebini yerine getiren  Özgür Masur’un imzasını taşıyan,  görenlerin bayıldığı  retro gelinliğinin esin kaynağının anneannesi Hülya Koçyiğit olduğu ortaya çıktı” nidasıyla     merak uyandırtıp romanını yazmana  ara verdiren o gelinliğin, nişan kostümlerinin fotoğraflarının aktığı ekrana baktığında; çoğu zaman  gelinin de farkında olduğu lakin  günün özelliğinden görmezden geldiği, modeline, stiline uygun  saç,  makyaj yapıldıktan sonra  her görenin  öyle olmadığını bile bile   “içinde her kadının  kendini prenses hissettiği”  genellemesi, sanrısıyla iki ellerini dudaklarında birleştirip “aman Allahım ! prenses gibisin’ gözyaşlarını  akıtıp ”muhteşemsin, ‘çok güzelsin, maşallah kuğu adeta”, ” gelin bi kere yahu nasıl çirkin olsun? tek başına bile harika bi imge”nin sonrasında – yakışanı, yakışmayanı olduğundan–   illaki yapılacak  ‘Allahın gücüne gitmesin de  ne kadar çirkindi, ayyy o saç neydi öyle ya o makyaj ? sadelik en güzeli ya  gelinliğe ne demeli? Hayır boyun da kısa, Prenses Diana’ymışcasına    uzun duvak olur mu hiç? Gelin diye herkese yakışacak değil ya gelinlik ’ dedikodunun  bildikleri, okudukları ya da duydukları “Kral Çıplak” hikayesindeki  çocuk saflığında yaşayan  cesareti  yitirenlerin ezici çoğunluğundaki dünya da, insanlık tarihinin en riyakar, en samimiyetsiz kelimelerinden biri de  “her gelin ve her damat  güzeldir” diye düşünüyorsun hele de içi  kötülük  doluyken   beyaz  gelinlik  bile gizleyemezken kişinin çirkinliğini? yaklaşımın da  ne ailedeki, ne de  etrafındaki kadınlarda görmediğinden, bir tek günde merak edip vitrinine bakmadığın bir kuyumcuya girip de sormadığından,  (marifetmiş gibi anlatma ikibinyirmili yıllardasın, insan almak için değil  “ elmas” nasıl bir şeydir, neye benziyor ?bu konuda da bilgim olsun ama da o da eksik kalmasın  diye sorar, bakar, Google da araştırır) siyah isli ten rengine, orta yaşına  yüzde yüz ters, yakışmayan ama yakıştığına inandığından on yıllardır değiştirmediği  sarıya boyanmış beline kadar inen uzunluktaki  saçlarını   gözlere sokma derdine ara vermeden saçlarıyla oynayan  Melek’in parmağındaki yüzüğün elmaslığından habersiz  Cafe Route’yız,  az önce tanıştığımız Bahar hemen ‘ elmas mı? diyor – ‘ ne elmas mı’–‘Melek hanımın parmağındaki yüzük’ aaa senin elmas yüzüğün mü var?’ şaşkınlığına ‘aşk olsun yıllardır her sabah yürüyüş yapıyor, buluşuyor, kahve içiyor, geziyor, tozuyoruz  farkında değil misin?’–‘ ya ben dikkat etmem ki kim ne takıyor, giyiyor .Hem nerden bileyim, hiç elmas yüzüğüm olmadı ne benim ne de etrafımdakilerin ’  Bahar  elini uzatıyor ‘bu da elmas ama  Melek hanımın elmasının   kıratı ve taşı daha büyük.Bunu bana kayınvalidem almıştı valla ondört yaşındaydım İzmir’de oturuyorduk.Babam devlet demiryollarında işçi, eşimin babası da ağa,  zenginler,  Nazilli de zeytin bağları, bahçeleri, konakları  var, İzmir’de de dükkanları. Beni  okula gidip gelirken görüyor’ çok güzel kız kaçırmayalım diyerek sorup soruşturup istediler beni’ şimdi konuşmayı bölsen olmaz, garson bakıp duruyor daha sipariş veremedik ama bu ikisine kalsa konuş, konuş  içemeyiz bir kahve, haydi kızım iş başa düştü çağır,  elinle işaret ediyorsun garsona ‘kusura bakmayın Bahar hanım , garson bakıp duruyor, sipariş verelim.Öyle devam ederiz.Ben Türk kahvesi istiyorum sade.Ortaya bir tatlı söyleyelim mi ? Melek tamam’ garsona gülümsüyorsun ’ malum kilo sorunu, üç servis açın bir porsiyon Tiramisu’;’hepimiz Türk kahvesi içelim’ diyor Melek , Bahar hanıma dönüyor ‘peki hemen istediler mi sizi?’ ‘ .O zaman eşim  Mesut daha yeni çıkmış askeriyeden subay.Haberi bile yok benden.Neyse uzun lafın kısası nişanlandık,  yıl  1959.Düğüne bir, iki hafta var Mesut dedi ki ‘ gel kuyumcuya gidelim bizim kıza mezuniyet hediyesi  elmas yüzük alacağız, ben anlamam sen,  seç.’.Bizim kız dediği görümcem,  Tıp Fakültesin de okuyor,  doktor çıkacak. O zaman bir bayanın doktor çıkması ne demek.Kuyumcuya gittik adam önümüze serdi elmas yüzükleri, ben acele ediyorum bir an önce seçeyim gidelim diye görümceye alınacak ya  en küçüğüne bakıyorum.Mesut ısrar ediyor ‘ben yok, ne gerek var küçük alalım’ diyorum. Meğer bana alınıyormuş, bilsem en büyüğünü seçerdim.Bunu öyle aldık. ‘  – ‘Bahar hanımcım, anneannemden anneme kalmış bir elmas broş vardı ‘ diye atlıyor Melek ‘görsen taşını yeşil, kocaman, gözlerini alamazdın. Annem kalkıyor bir yere saklıyor, burma kalın bir bilezikle birlikte. Annem 88 yaşında, nereye koyduğunu hatırlamıyor. Evde aramadık, taramadık yer bırakmadık, bulamıyoruz.Bakıcı kadın var şimdi evde,  annem kadının peşinde nevresim değiştirtmiyor,  iş yaptırtmıyor bulacak alıp gidecek diye’  çok şükür ki yokmuş  elmas bir şeyimiz, yoksa bir de  böyle dertlerimiz olacaktı diye  düşündürtecek  bir sohbette, konuşmada duyduğun; bazen bir filmde, bazen bir romanda, bir hikayede, masal da rastladığın; hani  kızın, damadın  annesi, babası,  anneannesi, babaannesi gelin odasına girer,  elindeki  mücevher kutusuyla  boy aynasında silueti görünen  kuğu…panda  güzelliğindeki  gelinin önünde durur, kutuyu açar  ‘bu benim annemden… anneannemden…anneannenden…  babaannenden… halandan  kalma, bir gün kızın(m)  evlenirse… bir gün gelinin(m) olursa  takarım diye bekledim, kısmet bugüneymiş, bu aile yadigar artık senin’  ya da  elindeki gelinliğe  bakıp ‘bu gelinliği düğünümde giydim…bu gelinliği anneannen, babaannen düğününde giymiş,  sakladım;  bir gün kızım (n)…torunum(n)…gelinim(n)   giysin’ duygusallığının – ne duygusallığı, ne mutluluğu  bacım!  kendine ait mücevheri, gelinliği aile geleneğine uymak zorunda bırakılıp  istemeyerek, elden çıkarmanın kederinin– döktürteceği gözyaşlarıyla ıslanmış; parıltısıyla göz kamaştıran inci, pırlanta, elmas, yakut, safir   yüzüğü, küpe, kolye, gerdanlık, bileziği,   broşu, gelinliği  ‘Aman Allahım, çok…çok güzel, teşekkür ederim.Ömrüm boyunca saklayacağım  kızıma, gelinime takacağım, giydireceğim ’ minnetinde böylesi bir hediyeyi verene     sarılmayı gerektirecek  bir yüzük,  bir bilezik,   bir küpe, kolye takılmasına, gelinlik  giydirilmesine dair  yaşanmışlığa şahit olunmamış dewa ma Kasman’da, Emeran’da, Badan’da, Muş’da, Gımgım’da   bilmediğinden, duymadığından, görmediğinden bir şeyin (elmasın, pırlantanın) hayalini kuramayacak çiçek açtırılmayan kadınlarla,  evlatlarının…off derdin mi  yok? Belli ki yok bunu dert eylemek istersin, varsın kurulmasın hayal, en azından olmayınca alt üst olmaz, yıkılmaz dünyaları.Hem Allahtan ki  dewa ma’larda ki   ailelerde  sonraki kuşağa  devredecek atalardan kalan bir  mücevher , silah, tablo, heykel, antika eşya  falan yoktu, böylece  düşün her evde en az beş çocuk  ‘bana ver…bana vermedin, git verdiğinin yanına… benimle konuşma kime verdiysen git o baksın, benim hakkımdı’ kavgalarından, küslüklerinden  kurtulmuş olundu kimsenin giymek istemeyeceği pazenden dikilme gelinlik niyetine giydirilen entarilerden de. Başına gelecekleri  görmeden, bilmeden  yalnız bırakıp  gitmeden bu  dünyadan, sen demişti Haldun ‘ nasıl bir gelin olurdun valla hayali bile zor.Dur bakayım…çıplak, zarif omuzlarına dökülen…yok  ya  boynunu açıkta bırakan topuz yapılmış saçlar  sanki daha yakışırdı sana.En neşeli anında “derdim tonca” haykıran buğulu gözlerin, hüzünlü gülümseyişlerinin ev sahibi dudaklarınla da   görenlerin sanki   bir dram  filminin  düğün sahnesinin gelini  diyeceği. Aaaa sahi sen zaten  hep dramlarda oynadın değil mi?’  He baoo, he…Ne filmi? ne melodramı,  dramı, alay mı ediyorsun? Ya ben  geldim , ahan da gidiyorum dünyadan kendimi dinlemeye, kendimle konuşmaya bile fırsat bulamışken senin bu keyfinde…! Bazen bu günümü kendime ayıracağım, kendime bir hikaye anlatacağım, belki eskiden nasıl biri  olduğumu hatırlayıp ‘ne yapmak istiyordum, ne oldu, nereye dayandım’ muhakemesini  yapıp  kendime hesap soracağım sonra  bir roman okuyacağım , anılarımı canlandıracak,  gözlerimi doldurup taşıracak…yaralarımı kanatacak  tanıdık  bir  şarkı dinleyeceğim denir ya sık, sık…hatalarını  daha iyi kimsenin  bilemeyeceği, tüm çıplaklığıyla tanıdığı kendiyle baş başa kaldığında olabilecek bir yüzleşmeden koktuğundan belki de  hiçbir zaman   ne o günü, ne de başka bir günü  kendine ayırmaz da   başka bir güne, zamana  ertelerken  nedenini  bilmek, düşünmek de  istemez  illaki bahane bulur ya insanoğlu; yaptığı, sebep olduğu iyi ya da kötü şeyler üzerinde zahmet edip şöyle adam akıllı bir sorgulama sürecine girmeyen  çirkinliklerini, hukuksuzluğunu, merhametsizliğini ‘hayat bu, böyle’yle açmamak üzere kapatan; doğru, yanlış ne yapmış olursa olsun  sonunda hep kendini haklı çıkaran , takımdan,onlardan birisin sende,  hayıflanma boşuna..Derde’nin nasıl Halit’le evlendirildiğini yazmıyor muydun? Nerelere savruldun, nereye  gittin de geldin yine…

Ceylan  demişti bana Halit, yıl 1946 olabilir,  ince hastalık, verem  salgını  kasıp kavuruyordu ortalığı, askerden yeni dönmüşüm,   kıştı,  sabah odun kesmek için evin arkasındaki (tepe) Gori’ye gittik,  akşam eve geldim  halan Rukoş, maye mı  ‘seni evlendirdik, gelin  evdedir, odadadır’ dediğindeki  şaşkınlığımı, o günü nasıl unuturum. Meger  ‘ yaşı oldu ondört isteyeni de  yok evde kaldı’  kahrındaki  çe  Zeynelé Fakié  ‘nasılsa gideceği yer halasının evidir, düğüne ne gerek ,bir an önce  çıksın gitsin  ev damından diyerekten , alıp göndermişler’ Derde’yi. Yalan mı söylemiş ya da bir iş mi yapmamış ne yalan söyleyeyim bilmiyorum ben, annem gıle Rukoş   kolundan tutmuş  ‘ urzere (warzene) kalk !  kalk topla eşyalarını, doğru Zengel’e,   babanın evine ‘  kovmuş Derde’yi  gidiş o gidiş. Kim haklı kim haksız ??  çe Eliye de ‘a o Derde, çenek,  kız hastaydı, ağzından tek bir  doğru bir laf çıkmıyordu’ diyorlardı,  yalancıymış, belki de onlar yalan söylüyorlardı, bilmem. Benim adamın Halit’in   kendi hayrı yokmuş  dört ay evli kaldığı Derde’yi niye yolladınız diye sormamış , başına ne geldi diye meraklanmamış çünkü kendi derdine düşmüş, çok  hastaymış, veremmiş. Gıle Rukoş’un bakımı sayesinde kurtulmuş ölümden. Oyyy …oyy baba ocağından  bana  bir elbise bile almayan…çok gören…kızım, kızım hiç bir şey vermediler;  sütten kesip beni, kardeşlerimi  kimi gördülerse, kimi buldularsa  boynumuzdan gitsin diye ona, buna kocaya verdiler, kendi kızlarına  kıyamadılar, okuttular; utandım ben biliyor musun? İşimiz vardı bankaya gittik büyük kızımla bir kağıt çıkardılar ‘teyze şuraya adını soyadını yaz, imzala’.Okur yazarlık yok bende, yerin dibine girdim ‘ evladım babam bir yazar idi.Bende  o yazar  babanın, okuma yazma bilmeyen kızıyım’ dedim, mühür bastım. Amcam Hüseyin babam öldürüldükten sonra başlık diye bir at,  bir Alman tüfeği istediği  halamın kocası zama  Mehmeté Alié Alié, çe Eliyeye   gelin götürecek ya Erzurum’a gidiyor,  kumaş alıyor,  Hınıs ta bir terzi varmış, ona iki üç elbise  diktiriyor,  ayıptır söylemesi donuma kadar aldıktan sonra halam Rukoş’la atlıyorlar  iki ata  beni almaya  geliyorlar Kasman’a 1950’de. Çe Talodan  kim dedi hatırlamıyorum, biri   ’yarın gelip, alıp götürecekler seni Muskan’a, artık orasıdır senin evin’ dedi. Evlilik nedir, ne değildir  kafam da şekil almış değil, durmadan oyun oynardım ben hep dışarıdaydım.Eskiden ayakkabı boyası vardı kutusu tenekeden, sağır dilsiz abim onu yandan delmiş ip geçirmişti, araba  diye onu sürerdim içine taş, toprak falan koyardım.Biz Kasman’ın çocukları hep dışarıdaydık, oyun oynardık, ot toplar evden ekmek getirir  yerdik.Kadınların işi o kadar çoktu ki  çocuklarla ilgilenecek zaman yoktu aynı şeyi bende yaptım çocuklarımla ilgilenemedim annem gibi, amojın Fatma, Zehra gibi, çalış… çalış…Ateş yakar, teneke üzerinde  buğday falan kavururduk.Bizim orada  her ev damı  kapısının önünde ya da mısır tarlasının ortasında kenevir , haşhaş ekerdi, çedene derlerdi.Kenevir dalı , haşhaş kuruyunca ufalardık böyle siyah minik  tohum olurlardı  onları da  kavurduğumuz buğdayın içine katar, cebimize doldurur yerdik.Şimdi doktor bana  adı neydi ? ‘Lustral’; hah işte  o zamanın  sinir hapı da (antidepresanı) o çedeneli kavurgaydı.Esrar adını da duyardık apo Yusuf içiyor derlerdi ama ne olduğunu bilmezdik, meğer bizim  çedeneli kavurga…demek nasıl bir enerji veriyorduysa biz çocuklara,  akşama kadar koşturmaktan, oynamaktan yorulmaz, ‘bu nasıl anneliktir, babalıktır ya kimse bizi arayıp sormuyor’  diye  üzülmezdik. Babamın daktilosunda yazı yazdığını bilirdim, ne  yazdığını bilmezdim, sormazdım da, çe Taloda ne oluyor , bitiyor haberim olmazdı. Babam yaşarken tek bir defa gördüğüm a o  halaoğlu Halit, babam öldürüldükten sonra  çok sık gelip, gitmeye başlamıştı çe Taloya  fakat benimle hiç konuşmazdı. ‘Babanın odasın’da benim için Hınıs’ta  diktirdikleri    elbiseyi  giydirdiler ‘raverda helè verd lo,  bırakın…daye, daye’  ağlıyorum nasıl,  öyle de  bağırıyorum, duvarları, karyolanın tahtalarını tutuyorum , direniyorum ‘né…né hayır!’ Çene Küçükağa da Leyla kucağında karyolasının kenarında oturmuş ağlıyor, Turna’yla, Selvi’de yerde  öyle manasız, manasız  bakıyorlardı, olanı, biteni  anlamayacak kadar küçüktüler. Berbüler beni götüremeyeceklerini anladılar odadan dışarı çıktılar. Az sonra baktım, oyyy  ben sana derdimi açma demedi mi  gulamın?  dinlemedin, bazı insanlar vardır, bir kenarda  dururlar, hiç bir olayda yan ( taraf) olmazlar,  ses çıkarmadan, sinsi, sinsi beklerler…beklerler.Hiçbir şeye karışmayıp, herhangi bir olayla alakalı görüşlerini, fikirde söylemeyip sakladıklarından  kötü niyetlerini  kimse bilmez iyilik timsali görünürler.Kendilerini  hiç açık etmezler, annemin ‘İbrahim ! sen günün adamısın, riyakarsın. İnsanlar, köylüler  geliyorlar konuşuyorlar yanında, sende ses yok, görüş yok.Hama onlar gidiyorlar arkalarından başlıyorsun konuşmaya niye yüzlerine konuşmuyorsun’ diyerek  kızdığı a o amcam İbrahim öyle insanlardandı; baktım önde amcam İbrahim arkasında amcam   Hasan   odaya girdiler. Ailenin büyükleri, kurtarıcılarım  ya hemen ayağa kalktım, ağlayarak onlara  doğru gittim, amcam  İbrahim’in  ellerine sarıldım  ‘apo ma, piyi mı, babamın kardeşi, gönderme beni’ der demez, güya bana okumuş müfettiş olmuş amcam Hasan  ‘yeter be! git artık’ diye  bağırarak ellerimi amcam İbrahim’in ellerinden kurtarıp,  sürükleyerek  götürdüğü baba odasının  kapısını açıp  ayağını kaldırarak  kalçama  da  bir tekme atıp dışarı çıkardıktan sonra üzerime kapattığı  kapının önünde hazır bekleyen  amojın Fatma , bir koluma , diğerine de  tanımadığım biri  girerek sürüye sürüye  götürüp çe Talonun dış kapısında teslim ettikleri  adamın biri de beni kaldırıp atına binmiş  halam  Rukoş’un  arkasına oturttu. Kayınbabam Mehmeté Alié Alié  tam  atına   binecekken amcam Hüseyin ‘ keko, apo olmaz ! at başlıktı, şimdi o ata binip gidemezsin‘ –  ‘temam at sizindir, başlık parasıdır ama  şimdi beni götürsün akşama yollarım’; çe Talonun  kızlarının, annenin  kaderini belirlemede ki payını, başlık parası istemesinde, almasındaki açgözlülüğünü, yaptıklarını duyduğunda yıllar sonra,   öz deden bildiğin, yeşil kravatı,  kırçıllı  yeşil, bej  takım elbisesiyle uyumlu, elinde küçük  siyah bir çantayla  yaşadığınız gecekondu mahallesindeki   caddenin  başında göründüğünde  ‘dede, dede’  koşuşturmasıyla  sarıldığında, yumuşacık göbeğine gömüldüğün, öperken  yanaklarından beyaz bıyıklarının acıttığı  yüzünü koca elleriyle okşayan o babacan, sevecen  yüzün sahibi çocukluğunun Hulusi Kentmen’li dedesini yitirmek istemediğinden ’ dedem bunu da mı  yaptı? öyle mi’ yıkılışında inanmakta zorlandığın gözü kör olası gerçek,  anladım ben;  failin karşısına geçip hesap sorulmasını önlemek içinmiş meğer  ortaya çıkmadaki gecikmelerin  ‘Mehmeté Alié Alié  ‘Hüseyiné Alié Ağa,  atını hemen  yollarım ‘–‘ öyle şey olmaz nasıl tüfeği getirdin bıraktın bunu da, atı da bırakıp gideceksin‘ dedi.Errr Allahını seversen   karşında kim var ? hem akraban,  hem kız kardeşinin kocası, insan bunu yapar mı? Atı bırakan Mehemed Eliye,  halam Rukoş’un atının arkasında yürümeye başladı. Sen gördün, biliyorsun  dewa ma Kasman’ı,  ana yola yetişmek için  çıkılacak yokuş nasıl diktir, nefes yetmez, soluklanmak için kaç defa oturursun toprak yolda, dere Mengelî   bakan taşların üzerine. Güç bela yol alıyoruz, baktık, atlı bir adam geliyor  ‘heyırdır apé (apo), nerden gelip nereye gidiyorsunuz?’–‘Kasmandan, Muskan mezresine gidiyoruz’. Amca Mehmed Eliye adama hal, mesele böyledir dedi, adam Civarik köyündenmiş, atından indi yularını verdi Mehmed Eli’nin eline  ‘al bu atı, bin git yoksa bu  halinle götüremeden evine gelini, yolda öleceksin.Ben yarın gelir alırım’. Bir yabancı birinin, elin insanlığına,  bir de amcalarımın yaptığına, insanlığına bakın! Efendinin biz yetim kızları meğer amcaların derdiymişiz. Dört yıl içinde hepimizi sattılar, çe Talodan çıkardılar, dağıttılar. Artık,  Çaylar’ı Badan’ı, Zengena’yı, Gireboğayı,  Kasman’ı,  yayla  yolunu, dağları, ovaları  gören  tepenin  üzerine kurulmuş  küçük bir orman içinde, alt tarafında   derenin aktığı, o güne kadar hiç görmediğim   mezre  Eliye’deyim köyümü, çé Taloyu, tabii  küçüğüm daha, evimi ‘baba odasını’ özlüyorum,  kapı önüne, balkona  çıkıyor bakıyorum dewa ma Kasman’a   ‘ne kadar  uzak kalıyor buraya, daye! daye ! maye mı Pirika…Selvi, Turna, Leyla, Hatun ‘ ağlıyorum. Gece zifiri  karanlık tuvalete gittiğimde görümcem  Gülten’le tek tük parlayan idare lambalarının ışığını gördükçe   ‘ evdekiler çoktan yatmışdır,  pirika mı gıle  Fidan? ne yapıyordur acaba bensiz şimdi’. Bir gün Halit evin az ilerisinde yıkıldı yıkılacak  harabe  bir evin kurşunlarla delik deşik edilmiş  kapısını gösterdi  ‘bu kapıyı  babanın  amcası  Hallo İbrahimé Talo bu hale getirmiş. Annemin babama  kaçtığını duyunca almış eline sürmelisini, atlamış atına gelmiş, sıkmış da sıkmış, bir yandan da bağırıyormuş ‘getirin…verin kızımızı’.  ‘ Eree Halo  İbrahim (T)Dalo’ diye bağırmış çe Eliyenin damının üstüne çıkan amcam Mehmeté Halité Alié  ‘olan oldu, kızın burda rahattır, yabancı yerde midir? Derezasına gelin gelmiştir,  bu halde versem de Rukoş’u kim alır?’ . Halo  İbrahim (T)Dalo’nun aklına yatıyor çekip gidiyor. ‘ Hiçbir şey alakadar etmiyor beni, evime gitmek istiyorum, geceleri yanında yatığım  babamın annesi Fidan’ı özlüyordum.Öyle bir Aleviydi ki gıle Fidan,  bir Sünni gelseydi,  yüzünü böyle yana çevirir, leceğiyle kapar   ‘tüüü yüzbin kere lanet olsun Yezid’in evladına ‘ der, bakmazdı hiç.Çe Taloda Aleviliğin her şartını yerine getirirdi Oniki İmam orucunu tutarken Kerbela şehitleri gibi eziyet çekmek  istediğinden keçi kılından yapılmış sert  cacım  (kilim) vardı onu serer, yastığının içine de saman koydurur  tam bir ay onların üzerinde yatar, bir damla  su içmez sadece ayran, çay  içerdi. Biz Alevi falan değiliz o eski insanların  yanında.Her sabah erkenden kalkardı, böyle bir ibriği vardı siyah, onunla tuvalete gider gelir, odasının kapısını kapatır, seccadesini serer dize çöker, yüzünü kıbleye çevirir  ‘Ya Ali, Hasan, Hüseyin, Zeynelabidin, Muhammed Bakir, Cafer-i Sadek, Musa Kazim, Ali Riza, Muhammed Taki, Ali Naki, Hasan Askeri, Mehdi’ derken  göğsünü de  elleriyle döver, vura vura kendine  ağlardı…ağlardı…ağlardı. Gün doğduğunda seccadesini toplar, ibadetini bitirirdi. Çé Talonun, bizimkilerin durumu köydekiler arasında en iyi olandı, bir teneke un gece yoğrulur,  sabah da  evdeki üç gelin annem, amojın Fatma,  Zehra  sırayla ekmek pişirirdi. Arılarımız çoktu, kazanlar bal doluydu.Kalabalıktık lopık kazanlarda yapılırdı’–‘ kim yapardı lopıkı?’–‘O yemeği ya Zehra ya amojın Fatma yapardı.Annem  çene Küçükağa  misafir geldiği zaman çok güzel pirinç pilavı yapardı,tamam.Tavuk pişirirdi.Pirinç  pilavını közde yapardı.Böyle tencere cüstam diyoruz  üzerine koyardı’–‘ Cüstam ??’–‘ üç ayaklı ocak’ –‘ha sacayağı’–‘ onun üzerine koyardı yavaş, yavaş pişirirdi,  çok güzel olurdu, tane… tane.Şeyden gelirdi,  hiç unutmam Diyarbakır’dan.Evet, her biri böyleydi iri, iri.  Güzün Lice’liler gelirdi, onlar o zaman bize pirinç getirirlerdi tamam mı? Bizimkilerde   yağ ,  18-19 kilo yağ satarlardı. Böyle un ambarı  ağzına kadar dolardı. Ben hep derim ben Badan’a  gelin gittikten sonra da aç kalmadım. Orada da yedim ama Kemal Bey aç kalabilirdi. Ben aç kalmadım, tamam mı? Bu da ( kocasını, babanı  işaret ediyor) geziyordu, iş yapmıyordu. Onlarda, çe Resuldekiler de  sinirlenip yemek vermiyorlardı. Şimdi insan ne der Allah için der.O gün  baban sana ‘ben az aç kalmadım Badan’da’ dediğinde diyecektim , dedim boş ver.Aç kalmış olabilir, ben ona bir şey demem Çünkü babası ölmüş, annesi  emıka Zelhan da cimriydi. O kadar yani.  Ablam Sara da o evde, çe  Taloda  çok yemek yedi. Akşam biz yemek pişirirdik, amojın Allah var yani,  bir tabağa yemek çıkarırdı, üstünü örterdi ‘bu da kalsın, Sara’nın payı’ derdi. Ablamda  sabah erkenden gelirdi. Onun kaynanası, Kurmanj  da çok cimriydi. Vermezlerdi, kaynana vermezdi. Ben evde onun yanına…bazen  kocası, enişte giderdi.Biz  Çapakçur (Bingöl)  derdik, .Koyunları orda yayladaydı. Ablam korkardı, ben evde yemek yiyip yanına yatmaya giderdim, yemeden gitsem aç kalırdım. Kurmanj, kaynanası beterdi, çok cimriydi,  vermiyordu ablama. Kendisi yiyordu, ekmek koyuyordu şeye, saklıyordu. Ablam Sara doğru söylüyordu. Çocukları Mülkiye, Hübriye a bu  Sakine  hep bizim evdeydiler. Bizde yiyip içiyorlardı. Yani evlenmiş çoluk çocukla geri dönmüş gibiydi eve. A o  Kurmanj fenaydı , Hasané (Hesene) İbrahimé Talo, Kurmanj diye seslenmezdi karısına ‘ Gonya ho; benim kanım’ derdi. Kurmanj’ı çok seviyordu çok .Kurmanj’ da güzel  de değildi. Onlar  karı koca yemeklerini ayrı yiyorlardı. Yani önce kendileri yiyorlardı. Çay kaynatır karı koca odalarına girer, kapıyı kapatır içerlerdi. Torunlarına  da bir şey vermiyorlardı. Hasané (Hesene) İbrahimé Talo  öldükten sonra belki kadın yaşlandı artık, şeyden düştüyse,  ablam da o arada ne yaptıysa odur. Şimdi  ablam Sara’nın çocukları diyor ya  annem bize yemek yapmadı, bakmadı. Annenin elinde bir şey yoktu ki,  anne yemiyordu ki size versin. Çenek… çenek…kız, kız demiyorlar mı dakılamı, annem  bize ne yaptı? Vudakılı, böyle başım çatlıyor; de bota şo (git uzağa) dünya mal çe Hasanda,  kim sağacak,  kim var, kim? Bir gelin var ben, zavallı Sara. Kaynana, gıle Kurmanj,  dizi  yoktur sağamıyor. A  o kaynana,  a bu halıyı alır,  çocukları da yanına;  get su getir…get iş yap…get ekmek yoğur; rençberlere, çobana yemek  yap, get yumurta topla…Ya çocuk  meme emiyordu, iş yapayım diye  memeden kestirdiler. A bu oğlan Daimi’den büyük bir oğlandı, bir buçuk yaşındaydı, Veli hastaydı, Emeran’da öldü, Sesy Sılıman’ın yanına gömüldü. Saime’de ev damında öldü. Teyzemin kızı diyor Sakine, iki buçuk yaşındaymış Saime,  babam demiş ‘Sara, kalk kız ölüyor,  o da diyor ki yorgunum, kalkamıyorum’. Sahipsizlikten öldü kız. Yalan değil, aynen öyle oldu enişten İbrahim ‘eree öldü…. öldü Saime’ dedi, ben de  ma  ölmüş…ölmüş ne yapayım? dedim. Ağlamadım,  erkeklere  Veli’ ye ağladım. Yedi tane kızdır birini Allah götürmüş, ne var bunda?Hel bunlara bak, mahkemeye çekiyorlar beni, daybeterde  ağlamadım …ağlamadım, idam mı edeceksiniz? vakit mi vardı ağlamaya. Halbuki ablam Sara’nın kocası zengindi ama cimriydiler yoksa çe Hasanda süt çoktu, koyun çoktu,  inek çoktu, yok muydu ? doluydu  her şey. Babaanne Fidan da tam tersi, bonkördü; sabah kalkar dize çöker, göğsüne vurur,  ibadetini eder ‘ya oniki imam, Hz.Ali der’ tek tek isimlerini sayar  ağlar, ağlardı. İbadetini bittirir seccadesini toplar, kaldırır sonra “bon”a gelirdi. Taktığı   bilek kısmı  lastikli,  dirsekten itibaren  düğmeli kolluğunun  üzerindeki tabağın içine  yağ olsun, kaymak olsun, yoğurt, peynir, dorak  olsun   koyar,  lojının  başına gelir, sıra  hangi gelinindeyse onun pişirdiği sıcak ekmekten bir  kaç tane alır,  onunla tabağı kapatır,  köyde kim fakirse onun kapısına gider, tabağı  bırakır sonra gelir  kahvaltısını yapmak için yemeğini alır, oturur güzelce yerdi. Çé Talonun diğer kadınları öyle Karer’li  çene Alibeğ,  babaanne Fidan gibi   değildiler, ona buna yiyecek dağıtmayı sevmezlerdi, annem çene Küçükağa’da cimriydi. Akşam olduğunda da önce mutfakta lojının  önünü çalı süpürgesiyle  süpürür, sabaha kadar sönmesin, usul usul yansın diye tezeği ateşin altına koyar, dualar  okur; bir bu tarafa,  bir o tarafa üfler sonra üç oğlunun odasına, kim var kim yok aldırmadan girer, dua eder, üfler kapıyı kapatır, çıkardı. Kocam Alié İbrahimé Talo,  kardeşi Zeynelé  İbrahimé Talo öldürülünce , aynı ev damında birlikte yaşadığımız eltim çene Elifé  Kamerî kuma getirdiğinde üzerime,  o kadar üzüldüm ki birlikte odaya girdiklerinde  dışarı çıktım, ahırın oradaki  odun yığınlarının  yanına gittim  oturdum…oturdum, çok ağladım   demişti  babamın annesi Fidan korktuğu için gece yanında yatırılan bana Ceylan’a  ‘ a o  hiç  çocuğu olmayan, Elif’i   de evlendiği adam  bırakmış  çok uzaklara  Avrupa’ya gitmiş’  hayda… bu nerden çıktı şimdi, baoo hayret! bin sekizyüzlü yılların sonu bindokuzyüzlü yılların başında  Osmanlı’nın en ücra köşesinde Muş  sancağında yaşayan birinin Avrupa’yı  bilmesi, gitmesi… kimdiyse o, zat-ı muhterem, her türlü takdiri hak ediyor ‘ Avrupa’dan dönmemiş . Elif çok beklemiş  bakmış gelmiyor, karısı Fatık (Fatı) çene Alié Alié  Mahmuté  Mustafaé ağa; Hamidiye alaylarının baskını sırasında  öldürülünce Zeynelé  İbrahimé Talo’yla evleniyor  fakat bir bakmışlar  adam da  dönmüş.Dönse ne? iş işten geçmiş bir defa. Rus harbinde göç ettiklerinde Malatya’ya   bu Elif , yol güzergahında, Kığı’da ölüyor. Oğlu Hasané  Alié  40 günlükken,  bacağında çıkan kangrenleşecek bir  yara yüzünden   öyle zayıflamış…öyle zayıflamıştı ki  böyle aşağıya doğru salladığında elindeki altın yüzüğün düştüğü  babaannem Fidan’ın çok sevdiği dedem  Alié İbrahimé Talo’nın  ölümü üzerine oğlu , babam Mehmeté  Şerifé  Alié  Efendi de

‘ 3/9/1333 Hicri Babamın Akçadağ’da ölümü

‘Gurbette inledin canını verdin,

Yetimine kondu o günkü derdin,

Sen bir yaralı ve göçmendin baba,

Uzakta kalmıştı kabilen, yurdun,

….

Akçadağ’da kaldın sen garip baba,

Kavmin ağlar sana hasretin çeker,

Mateminle hala ben seher giryan,

Sana selam olsun Engüzek köyü,

Babam garibin, sen mühiti-nisyan”

şiirini yazmış. Babamın babası  Alié İbrahimé Talo ölünce, Engüzek’in   ağalarından birinin   ‘evlen benimle, çocuklarına bakarım,  okuturum,  sizi fakir etmem’  teklifini duyduğunda ‘o kim oluyor? Ma biz yetimlerimize kendimiz  bakamıyor muyuz? Aşiretimiz burdayken kimseye laf düşmez, yetimlerimize gül gibi bakarız anaları da başında olur, şimdiye kadar , bunca badireye çe Taloyu dağıtmamışız, ayakta tutmuşuz  şimdi  aramıza  ne  yabancı bir soy  sokarız , ne de dağıtırız, biz varken sana kalmamış yetimleri düşünmek’  öfke seline gem vurulamayan  babamın annesi Fidan’la babamın amcası  Halilé  (Hallo-Xallo) İbrahimé Talo, gün gelecek o yetimlerinden babamı yeğeni Mehmeté Şerifé Alié’yi öldürecekti. okur yazarlığı bulunmayan  Hamidiye Alaylarının fırtına estirdikleri  zamanda Kürt kadınlarının ‘ bak! eşkıya Hallo gelir, seni alır gider’ çocuklarını korkuttukları cesareti ve acımasızlığıyla nam salmış eşkıya Hallo’yla , babaanne Fidan’nın İbrahim  adını verdikleri  bir erkek çocukları oluyor fakat küçükken ölüyor. Bu Hallo İbrahimé Talo’da üç evlilik yapmış, benim  bildiğim hanımı Haris’di, galiba Ermeniymiş. Babamı öldürüldükten sonra ailesi Kasman’ı terk ettiğinden ne çocuklarını, ne  eşlerini gördüm, ne de onlardan birini tanıyorum çé Talo‘da adının geçmesi yasaktı, kaç çocuğu var onu bile bilmem. Malatya dönüşü çocuklarının, babamların  yanında çé Talo’da  kalınca babaanne Fidan,  cesaretini konuşturan; eşkıyalıktan kazandığı namla Hormek aşiretinde sözünün geçeceğini, köylülerin onu dinleyeceğini düşünürken  yeni  Cumhuriyet idaresine kurduğu Milis gücüyle verdiği destekle devlet nezdinde hayli önemli bir yer edindiğinden Hormekliler arasında öne çıkmasından haz etmediği, dava vekilliği yapan amca Halil (Hallo)  bir gün  ‘ eree Keko Şerif,  kardeşimin oğlu,  benim karım Fidan senin yanında olmaz! Kalamaz. Biz evlendik, Fidan’a söyle  evine, yanıma gelsin’ –  ‘ babamın  kardeşi, apo, benim  annem  Fidan, Cepanik yaylasındadır. Git sen kendin söyle,  yanına gelirse gelir,  ben karışmam’  cevabına   sinirleniyor  ‘ haydi ordan köpek, dünkü oğlan  kimi kandırıyorsun sen?  dünya alem bilir sen git demesen gelmez.Ben bir daha  da senin evine , senin ayağına gelmem’.Çekip gidiyor, gidiş o gidiş. A  o öyle biliyor ki  çocukları bırakmıyor yanına gitsin gıle Fidan. Belki de  o konuşmaydı  Hallo’yu  babama öldürecek kadar düşman eden, bilmiyorum ki, kaç yaşında olursan ol;  kin tutuyor, unutmuyor yapılanı, sevdiği birini, babasını öldürene kini bitmiyor insanın. Biz var ya  Hanım’la giderdik o adamın, benim  babamı öldüren naletin terk edildiğinden harabeye dönmüş  evinin  damının üstünde böyle  zıplardık, ‘ evin yıkılsın,  evin yıkılsın’ diye bağırır taş atardık halbuki  biz zıplarken   yıkılsa , çökse  içine düşer parçalanırız, çocukluk işte.Babam da annesi gibi iyi bir Aleviymiş.O da  her sabah kalkar elini yüzünü yıkadıktan sonra önce annesinin odasına girer, sanki karşısında posta oturan dede, pir varmış gibi   kapıda  dize çöküp  sürünerek gelip minderde oturan  annesinin elini öper  sonra kalkarmış, öyle  seviyormuş annesini.Ben babamın annesi Fidan’ı iyi hatırlıyorum; dokuz yaşındaydım dimdikti, kambur değildi, akşam oturuyorduk çıra yanıyordu ya ışık vurunca cildi parlıyordu, gerdanı nur gibi yanıyordu,  öyle güzeldi. Gelinleriyle arası hiçbir zaman iyi değildi halbuki ağabeyine ‘ bra durumumuz iyidir,  şimdi başka bir idare vardır Gımgım da, şükür Şerif’in bir dediği, iki olmuyor .İtibarı, namı vardır hükümetin yanında.Başkasına yar olacağına yeğenim yesin, içsin‘le kızı Zehra’yı; çene Süleymanê  Alibeğê’yi oğlu Hüseyin’e gelin getiren kendisiymiş. Gelinlerinin hiç birini sevmez hepsine bir lakap takar, amojın Fatma’ya evi çekip çevirdiğinden  ‘reize na çé ;bu evin reisi’,  kendisine cevap yetiştiren yeğeni Zehra’ya ‘hindi hope’ ya da ‘zındıke hope’ Türkan’a da annesi Kürt olduğundan ‘Kürtlerin gelini, veyvi Kurmanj’ derdi. Amcam  İbrahimé Alié’nin;  babamın babasının kardeşi, amcası   Resulê Talo’ nun  Harik’li Kürt   bir kadınla evlenen tek oğlu  İbrahimê Resulê genç yaşında ölünce ‘araziler kız çocukları  Heves’le, Fatma’ya kaldı; el ekip biçmesin  kardeşi İbrahimé Talo’nun  ocağında kalsın‘ kurnazlığında  Fatmaê Resulê Talo’yla, babam Şerif’in de  çene Abidiné Zeynelé Küçükağaé’yla  evlenmelerine  icazetine karşın,  sonrasında  ‘eree Şerif ! sen bir  gittin bir tezek topladın getirdin,  oğul  İbo’ da gitti bir tomar bok getirdi onun üstüne koydu’ diyecek kadar hoşnutsuz gıle Fidan’ın;  bir tek  babamın amcasının oğlu Aliê Haydarê Zeynelé’e  ‘dereza, bıra  Hasan müfettiş çıktı, kızın Türkan’da okulu  bitirdi, gel bunları  baş göz edelim’ isteğine uyup evlenen  en küçük oğlu  Hasanê Aliê’ye  acı bir kelamı  olmamış. Hiç  unutmam,  kızamık salgının çocukları ölen amojın Zehra  bir yıl geçmeden doğurduğu  aynı ismi taşıdığından belki de annemin ölen   kardeşim Leylanın yerine koyduğu Leyla  bir yaşında var, yoktu annem ‘Turna; Leyla küçüktür, otlar  biçiliyor, yengen  Zehra ekmek pişirecek, ırgatlara yemek yapacak, götürecek çocuğa bakamaz. Sen köyde  kal,  Leyla’ya bakarsın, yengene yardım edersin’ diyerek beni yanında  yaylaya götürmedi. Palakaya, çeşmeye giden yola  bakan tarafı hariç  üç yanı babamın çok sevdiği   göğe yükselen  kavak, meşe, söğüt  ağaçlarıyla çevrili çe Taloda, tuvaletinde bulunduğu evin arka tarafında  deré Mengelî’ye inen  hafif yokuşlu tümseğin düzleştiği yerde Ko(s)zık dediğimiz; yazın eve dereden su taşıyıp yıkanma zahmetinden kurtulmak için banyo niyetine kullanılan, bazen çamaşır da yıkadığımız; dört tarafı  bir boy, ayağa kalkınca görülmeyecek yükseklikte, su aksın gitsin diye de bir tanesinin  altını açık bıraktıkları  taşlarla örülü bir oda gibi bir yer   vardı.’ –‘kapı  var mıydı?’–‘ bir insanın geçeceği kadar bir, iki taşlık yer kadar bir boşluk, bırakırlardı kapı olurdu.Kız, kız, hiç yıkılmazdı orası (Kozık)  kışın o kadar kar yağardı o taşların üstüne , öyle sapasağlam çıkardı bahara.İşte orda böyle iki koca taştan yapılma ocak üzerine oturtulmuş, dereden  kovayla   taşıdığımız  soğuk suyu boşalttığımız koca bir kara kazanın yanında  üzerine yıkanırken oturulan bir taş da vardı.Hatırlasan  köye gittiğimizde seni de, kardeşlerini de hep  orda  yıkadım’ –‘hatırlıyorum  ama  ben hep göğüslerimi kollarımla kapatırdım.Hem çok üşürdüm hemde ya biri  görürse  diye  de korkardım yine de  taşın üzerine oturduğumda ağaçların dalları arasında gözüken usul usul akan deré Mengelî ‘ye bakarak    yıkanmak çok güzeldi,  hoşuma giderdi.’–‘ boşuna korkmuşsun kızım,  ağaçlar duvardı, izin vermezdi bizi   kimse görsün’–‘ anne! siz öyle sanıyordunuz.Kasman’lı erkeklerin hepsinin,  kadınları çıplak röntgenlediklerine eminim’ –‘ doğrudur da ben görmedim. Amojın Zehra   ‘Turna, ben Kozık’e , derenin önüne çamaşır yıkamaya gidiyorum. Babaannen  Fidan,   evde kimse yok diye şimdi ne var, ne  yok toplar  gelene, gidene, köylülere verir. Ben gelene kadar sen takip et, bırakma babaannen kimseye bir şey vermesin. ‘– ‘tamam’ diyerek nöbet tutmaya başladım. Bizim ev, çé Talo iki katlıydı yani şimdi siz diyorsunuz ya ‘– ‘ dublex’–‘işte ondandı, üst kata  yukarıya çıkmak için böyle sekiz merdiven yapmışlardı,  babaanne  de o merdivenin başında, mutfağa yakın   oda da yatıyordu.Ben merdivenin üst basamağında ayakta böyle dimdik, jandarma gibi  durdum. Bizim köyde bir kadın vardı, çok fakirdi.A bu babaannem de  akşamdan haber yollamış, ona yumurta verecek, şeker verecek, çay verecek, fakir kadın da gelmiş  kapı önünde bekliyor fakat benim kendisini ispiyon edeceğimi bilen  babaannem de tetikte.Kız…kız  ne zalımmışlar, ne var yani azıcık bir şeyler verse fakir insana, ne olur dünya mı kopar? Biz péşmal derdik evdeki kadınların  üstleri kirlenmesin diye bazen cebi de olan bellerine  bağladıkları örtüye; mutfak önlüğüne. Mutfağa giren babaanne,  yazık, vereceklerini péşmaline koyuyor,  çıkıyor mutfaktan tam dış  kapıya gidecek hama beni görünce ‘hevuu, bemrada kutık, şuna bak’ diye söylenerek tekrar içeri giriyor  öyle bir,  iki, üç kere girdi, çıktı…girdi, çıktı a o baktı ben gitmiyorum,  erkek gibi korkusuzca çıktı kapıdaki  kadının péşmaline, péşmalinde  götürdüğü yiyecekleri koydu. Biliyor ya şikayet edip söyleyeceğimi, ben  anladım bunu benim yanıma bırakmayacak,  kapı önüne çıktım, koşmaya başladım.Babam öldürüldükten sonra babaannem, oğlunu öldüren  o Yezid’in altında  Ermenilerin ahır kullandıkları  kome’nin  bulunduğu  Palaka’nın önünde çeşmeye giden   yol üzerindeki evinin önünden hiç geçmezdi… hiç…o yüzden  çeşmeye su almaya bile gitmiyordu. Biliyorum ya, babaanne ordan geçmez,  koşuyorum o da  peşimde,  bir yandan da bağırıyor ’ eree, eree Turna, bemrad ! çene.. çene Hind’e, eğer ben seni bugün dövmesem,  öldürmesem bana demesinler çene Alibeğê (Alibeğin  kızıdır) ’  o sinirle Hallo’nun evinin önünden   geçtiğinin  farkında da değil. Dedim  ki  ‘eyvah kaç yıldır geçmediği Hallo’nun evinin önünden de geçti  demek ki beni öldürecek’ .O korkuyla  apé Kamerîê  Sofu (i) ê’ nin evinin  arkasından  dolanıp,  ablam Sara’nın evinin önüne geldim, kapısına çöktüm,  kalbim patlayacak, öyle koşmuşum.Arkama dönüp baktım ki… yazık babaannem  Kamerîê  Sofun’un evinin orda yığılmış, kalmış. Akşama kadar  hiç karşılaşmadık, ben odadan Leyla’nın beşiğinin yanından ayrılmadım  tabii  amojın Zehra gelir gelmez olanları anlatım ‘ huy bir kere, ne yaparsak yapalım veriyor  demiyor ki bu ev halkı ne yiyecek ne içecek ? Çene senin babaannen tırree (huysuzun) tekidir, tırıştır. Sen Leyla’yı uyut, ben de gidip amcan gelmeden Zerfet  pişireyim’. Leyla’yı uyuttum, geldim mutfağa,  baktım amojın  lojını  yakmış, ateş  öyle gür ki   odun , tezek  yığmış yanına. Amcam Hüseyin de  ırgatlarla ot biçmeye gittiğinde, çalışıp terlediğinden illa  banyo yapardı. Çe Taluda, ev damında amcam Hüseyin’in odasındaki  duvarın köşe kısmına; çimento yerine kullanılan  kil, toprak ot, saman karışımıyla  odanın zemininden, asfalttaki  kaldırım  gibi yüksek,  dört yanı çevrilmiş,  dökülen suyun  açılmış bir delikten ya da bir boruyla  dışarıya  akıtıldığı;  banyo yapılacak bir yer yapılmıştı,  kışın orda yıkanılırdı.Amojın Zehra’yla  amcam ‘bon’daki  lojından sıcak su dolu  kazanı getirdiler, odaya   koydular daha amcam banyo yapamadan amojın bağırdı  ‘Turna, hele gel, bak ! ben bu sacı böyle ateşin altına koyuyorum sen de tut,  ben  Zerfet’i altına atınca  da  sacı üzerine  koyalım, pişsin.’ Sac nasıl sıcak, elime de bir bez verdi, ben sacı yarım kaldırmışken Zerfet’i altına sürer sürmez amojın Zehra…aaa bir baktım kafama bir çubuk indi; o acıyla  sacı bıraktım, kadının eli kızgın sacın altında kaldı.Babaannem nasıl öfkelenmiş, içinde biriktirmişse kinini  yememiş, içmemiş beni yakalayacağı, döveceği saati beklemiş. Amojın  Zehra sacın altından ‘oyyy emıkı…gılé  to çıre wuni kert…sen niye öyle yaptın?elimi yaktın’la elini çekerken  bağırtıların üstüne gelen   amcama  olanları anlatınca gıle Fidan’a  dönüp  ‘daye, maye mı,  sen bu kızdan ne istiyorsun?’ dedi o kızgınlıkla  beni aldı odasına götürdü. Böyle karyola yapmışlar tahtadan yüksek, öyle korkmuşum ki babaanneden beni bulmasın diye karyolanın altına girdim,  amcam banyosunu bitirene kadar çıkmadım ordan.Böylece babaannem güzelce beni dövmüş oldu ama az kalsın kadının kolları hep yanacaktı. Vay babaanne vay…  bir huyu vardı ; korktuğu için gece birlikte yattığı  Ceylan’ı  azıcık korusa da kızları Sara’yla, Rukoş da dahil  ne annemi,  ne gelinleri, ne de bizi ; kadınları  sevmezdi, bunu gizlemezdi de.Babam da tam tersiymiş hatta babaannem   ‘senin bir oğlanın vardır, niye onu sevmiyorsun? da kızları seviyorsun’   dediğinde   ‘maye mı, daye…kızlar  daha günah, gariptir, sen bu kızlardan ne istiyorsun’ dediği anlatılsa da inanmak kolay değil,  annesi kızları sevmeyen birinin ?? ne bileyim , yine de  ablama kız kardeşinin adını  Sara’yı  koyduğu için,  kızları seviyordur, öyledir diye düşünüyorum. Amojın Fatma bir gün dedi ki ‘ a o gıle Fidan, millete yiyecek verirdi fakat ev damındakilere hele de kızlara  zırnık vermezdi öyle zalımdı.53’de ki kızamık salgınında, evdeki çocukların hepsi kızamık geçirdiğinde  un, yumurta, sütü çırpıp sacın üzerine dökerek yaptığı   bişi (şimdinin krepi ) almış bizim odaya geldi, Hanım’la, Abbas yan yana hastalar, yatıyorlar. Abbas’ın yanına oturdu ona yedirdi, Hanım’da aç, o da hasta haliyle öyle  bakıyor onlara; ben biliyorum Hanım kız diye  vermiyor  bişiyi  dayanamadım ‘ daye…gılé… pirika, kurbanın  olayım,   ne olursun biraz da Hanıma ver, o da hastadır’– ‘veyvi ! sen ne dersin? Erkeğin, yağlı yemeğe ihtiyacı vardır,  güçlü kuvvetli olsun çalışsın, savaşsın evini korusun.Bu hastalık da , oğlanlar  zayıf düşmüştür, kızlara bir şey olmaz’. Teyzen Hanım’da bana babaanne bıjıki dorak  yapmıştı diye anlatmıştı, dört yaşında var yokmuş, nasıl yer etmişse dün gibi  hatırlıyordu yalnız bıjıki dorak   değil bişi pişirmiş babaanne Fidan. Değişik biriydi babaannem  hiç haşlanmış yumurta yemezdi, hamileyken,  kaynanalarından Hallo’yu da doğurmuş (Melek) Mele’ye ‘canım  çok yumurta çekiyor’ demiş o sırada dağlarda  çetesiyle  dolaşan kayınbiraderi Zeynelé İbrahimé Talo’nun adının geçmesi, ne  isteniyorsa onun yapılmasını sağladığından; köyde düşüp bir yeri kırılanların kırığının tedavisi için   rendelenen sabun,  yumurtayla çırpılıp  beyaz  bir bezin üzerine serildikten sonra alçı gibi kırılan, acıyan  yere sarılırdı  arada atların bacaklarına kuvvetli olsun diye yumurta sürülürdü ; işte Mele’de   kalkıyor ‘Zeynel Efendi’nin  selamı vardır, atları  için lazımdır’ diyerek köydeki evleri tek tek dolaşıp yumurta topluyor.Babaanne Fidan’da toplanan yumurtalardan  yirmi  tanesini…tam yirmi yumurtayı haşlıyor kimse elimden almasın, ortak olup yemesin  diye de ahıra gidip,  gizlice, tek başına yiyor, ekmekle tabii.Yiyor  yemesine de  midesi ağzına  geldiğinden  bir daha da ağzına haşlanmış yumurta koymuyor. Babaannem Fidan’a  kim mi benziyordu? Fotoğraflarına bakınca babamı Mehmeté Şerifé Alié’yi benzetirim ben,  torunlar arasından da Hasan amcamın kızı Ülkü. Amcam Hasané Alié annesi Türkan’dan ayrıldığında Allah için  amcam Hasané Alié ‘de yakışıklıydı, hakikaten. A  bu Türkan, çene Alié Haydaré Zeynelé çok   kıskançmış öyle diyorlardı. Amcam Hasané Alié Erzincan’da ilkokul müfettişiyken  bunların  ailece görüştükleri   bir hakime, a bu  Türkan ‘kocam senin karının aşığıdır’ diye mektup yazıyor. Bunu öğrenen  amcam da ‘doğru   Varto’ya  babanın evine’  diyor  babasına da   ‘senin kızın bana iftira attı, mesele budur; dedemiz bir, amca çocuklarıyız lakin   ufacıcık bir  kavgada,  bir isteğim olduğunda   ‘sen bana bunu yap, et diyemezsin… sen kim oluyorsun?  benim babam Alié Haydaré  Zeynelé’dir, dava vekili, CHP Varto ilçe başkanıdır. Başbakan  İnönü’yle telefonla konuşan adamdır.Senden bin kat üstündür,  sen kimsin de  babası böyle olan birine, bana bunu şunu yap diyorsun? diye.. diye bitirdi beni’ mektubunu yazıyor. Çene Alié Haydaré Zeynelé; Türkan Varto’ya  babasının yanına Varto’ya dönünce amcam kızı Ülkü de  Kasman’a gelmişti, benden bir yaş küçüktü, yer minderinde oturuyoruz,  başını koymuştu  dizime ‘Fırat kenarında yüzer kayıklar; annem ağlar bacım beni sayıklar’ türküsünü  söylüyordu; sabahın gün görmemiş vaktinde radyodan; az evvel çıkılan yatağın sıcaklığındaki  aklı der top edip dağlar arasından akan dereleri,  zavallı, gariban   bir anneyi,  bir  aşığın  feryadını, ayrılığın, ölümün  acısını önünüze bırakan  “n’ettim size verin benim yarimi, ölem…ölem’i  defalarca yaşamışçasına dertli mi dertli, kederli mi kederli sesiyle Muzaffer Akgün’den,  hayata seyirciliği kader yapılıp kendilerinin  yazmadığı “keklik gibi kanadımı süzmedim… alnıma yazılmış bu kara yazı ” türküsünü dinlediğinde,  gulamın! türkü deyip geçme her biri, bir yaşanmışlığın hikayesini  taşıdığından bir yerinden yakalıyor işte herkesi;  “zalim yastık diken oldu yüzüme, uyma dedim,uydun el sözüne” hayat veren de ; topluma, ailesine karşı çıkmadığı koşullarda, hiç  bir şeyin kararını kendisi veremediğinden, başkalarının kendi hakkında verdiği  kararların  altında ezilerek yalnızlaşmış kadınlardan senden… benden…ondan  başkası değildir; alna yazılmış bu kara yazının açtığı yaraları hançerle deşip hüznüne hüzün katmaktan çekinmeyen bu türküyü dinleyen, bu satırı okuyan her kimsen,  kendi kendini efkarlandırdın mı  sende?Çoktan  çay bardağına rakı muamelesi yaptım ki ben.Gece ibadetini tamamladıktan sonra babaannem gıle Fidan’la  birlikte yattığımız üzerine keçe serili bir  sedirin bulunduğu odasına gelirdik.Sandığı vardı,  büyük, cevizden bir sandık; ‘Ceylan,  sen otur bekle’ der, göğsünden anahtarını   çıkarır sandığı açar,  sakladığı  pestil, ceviz,  leblebi, şeker ne varsa  önümüze koyar, yedikten  sonra  da yatardık. Babam dava vekilliği de  yaptığı için hemen hemen her gün Varto’ya giderdi, her daimde (zamanda) ‘işim vardır gidiyorum’  derdi, o kadar. Fakat  önemli bir dava öncesi illa Emeran’a Seys Sılıman’ın mezresine gider, danışır, duasını alırdı. Varto dönüşü  çe Taloya  bir şey getirmezse de, babaanneye  mutlaka bir şeyler çerez, meyve, sebze, kuru üzüm , şekerleme  falan getirirdi.Babaannemde oğlundan beklerdi.Babam öldürülünce bu defa da amcam Hasan,   dünyada ne kadar kuruyemiş varsa gönderirdi babaannem Fidan’a,  o da oturur tek başına  şekerlemeleri , leblebileri, üzümleri   ne var ne yok yerdi.Dewa ma Kasman, Badan, Emeran, Zengel’deki yaşlılar gibi  ‘çoluk çocuk aç kalmaz.Kenger emer yine doyarlar ama biz yaşlılar öyle değiliz bakım lazımdır’ düşüncesinde yediklerinden bir lokma  torunlarına, kimseye  vermezdi   eğer akşamları ben onunla aynı odada yatmasaydım bana da vermezdi. Babaanne ölünce amca Hasan;  çe Taloya, ev damına ne  bir kuruş  verdi, ne de bir şey  gönderdi. Bir gün  ben küp kırdım, babaannenin odasında sedirin yanında çukur kazılmıştı,  büyük küplerde  kırmızı, beyaz  şeker pancarından, lahanadan  yapılmış turşular vardı;  kışın, yemek için. Öyle salatalık , domates turşusu bilemez, yapmazdık da; bizim zamanımızda domates yoktu, ekmiyorlardı; hıyar, dolma biber,  sivri biber, zeytin falan da yoktu.İlk zeytini ben köyden çıkıp Van’a gidince gördüm, yedim ’–‘ya teyze, Ceylan teyze , sen ne diyorsun? gören  yıl 1900 sanacak, 1950’li  yıllarda  daha insanlar zeytin, domates, salatalık ne onu bilmiyorlar? Hayret! Peki sirke var mıydı?’ –‘Hayır! Turşu yapılan küplerin içine sirke değil elma kurusu, kaya tuzu çok az su koyarlardı.Pancarları da öyle iri iri deği,l  ufak ufak doğrarlardı, kazanlarda, koca küplerde yapılırdı. Genelde  babaanne Fidan  kurardı, turşuyu.Ben o gün pancar turşusu çıkardım, küpü duvara yasladım, düştü, kırıldı…ses üzerine odaya girip küpün kırıldığını gören amcam Hallo’nun kızı Kamile’ye ‘kimseye söyleme’ dedim fakat, tabii,   o hemen yetiştirdi.Baktım  amojın  Fatma içeri girdi ‘ seni dofan seni, koca küpü kırdın, acaba o kadar eder misin? seni bırakmıyorum’ diyerek kolumdan tuttu beni “bon” da  lojın da  ekmek pişiren babaannenin yanına  götürdü  ‘ a bu turşu küpünü  kırdı’. Babaannem  Fidan, ekmek pişirmeyi bıraktı  kolumdan tuttu, o da beni doğru babanın odasına  götürdü , kızgın kızgın  olayı anlattığı babam  da  ‘daye, o Allah aşkına, Ali aşkına kızıma karışma, ben sana  küpün aynısından getiririm’ dedi.Pancar turşusu değerliydi çünkü kışın ekmeğin içine dorak koyar, dürüm yapılır yanında hoşaf gibi pancar turşusu içilerek karınlarımızı doyururduk. Çé Taloda iş öyle çoktu ki,  onca nüfus,  mala git süt sağ, gel sütü kaynat, yoğurt mayala, yemekle, misafirle , çamaşır, bulaşık, evin temizliğiyle, bitmeyen işle güçle uğraştığından kadınlar… Allah rızası için sana bir  şey diyeyim gulamın,  çene Küçükağanın sadece onun değil çe Talodaki  bütün kadınların, gelinlerin    bizimle, çocuklarıyla hiç  alakaları  yoktu.Beni evlendirdikten sonra Turna, Selvi , Hatun’la belki de alakadar olmuştur ama benim zamanımda, ben görmedim. Küçüğüm,  ateşin önündeyim titriyorum,  kolumu kaldıramıyorum adı şimdi aklıma gelmedi  amcamlardan biri kucakladı  odaya götürdü,  yatırdı beni, çok  hastayım çok.Ne gelen var  ne giden, odaya. Kimsenin  doktora falan götürdüğü de yok, epey sonra   annem çene Küçükağa biraz süt, ekmek getirdi, birkaç gün sonra kendi kendime düzeldim. Yazın babaanneyle yaylaya giderdim, gitme demezdi annem, yaylaya  gelmez ‘bu kız orada ne yapıyor, ne yiyor, ne içiyor ’ da demezdi. Evlendim, çoluk çocuk sahibi oldum  annem  Muskan’a, mezre Eliağa’ya geldi, benim kız on yaşında, geziyor evin içinde ‘çene ma, kızım sen bunu niye evlendirmiyorsun? koca kız, geç evlenirse çocuk getirmez dünyaya’  yüzüne baktım ‘maye mı, daye…daye çocuk ne ?  ben çocuk getirdim ne oldu? ne değişti?Şuncacıkken, boyum bir karışken  evlilik nedir bilmeden  aldın  verdin hepimizi,  alıştın tabii. Ben, kızım ne zaman isterse o zaman evlendireceğim’   şaşkın, anlamayan gözlerle bana bakıyor, kızgınlığımdan  korktu ‘sen bilirsin ‘ dedi. Bir gün mezre Eliağa’ya , çe Eliye  misafir gelmişti, yüzümü saklıyorum ben leçeğin arkasında gelinim ya ‘ waye kimdir?’ –‘Kasman’ da Efendi’yle, çene Küçükağanın kızıdır’ –  ‘nasıl olur? ben o kadar gidip geldim çe Taloya,  hiç görmedim?’– ‘Apo, bra, sen nasıl görecektin? sütten kesip bana verdiler’ dedi Halité Mehmeté Alié fakat nihayetinde Halit’te Mala Feranlardandı, Hormekliydi fenaydı, geçimsizdi  yaşlanınca ‘Ceylan, ben sana bir gün kötü bir şey demedim ’  dedi eee  ma, valla dayanamadım ilk defa cevap verdim ‘evet demedin çünkü  ben senin her dediğini yaptım, neyi yapmadım…ses çıkarmadım, ben ses çıkarsaydım bakayım o zaman sen neler yapardın?’.Biz kızların mutsuz olması,   kocalarından  çekmeleri çene Küçükağanın derdine değildi, onun derdi hakim oğlunun köydeki, Varto’da ki malı, mülküydü, ömrünün tek gayesi o malı mülkü korumaktı,.Anne şefkatini görmedim  fakat  ne yalan söyleyeyim  Eliağa mezresine geldiğimde  ‘ne yapıyor şimdi’ diye  düşünmeden de edemedim. Evlilik zihnimde başka bir eve gitmeydi öyle biliyordum. Ben çok zayıf, çelimsiz, küçüktüm a o hamuru yoğuracak, ekmeği pişirecek  gücüm yok, Halit’in kardeşi Halis’in karısı eltim  Besna ekmek pişirirken,  ben  ekmek teknesinden hamur kaçırıyor,  dışarıda iki taş arasında ateş yakıyor üzerine sac niyetine teneke  indirip nan (ekmek) yapıyordum  aynı yaştaki görümcem Gülten’le birlikte, karnımızı doyurduktan sonra bir çubuk ben, bir çubuk o alıyor, bacaklarımızın arasından geçiriyor  ata binmece oynuyor, koşuyorduk dıgıdık…dıgıdık . Bir keresinde yine  Gülten’le ata binmece oynarken halam gıle Rukoş  ‘eree be…be,  hele gelin, gelin, veyvike, veyvike ( geline…geline) bakın’   öyle bir bağırdı  ki  biz korkudan evin arkasındaki küçük ormana (koruya) doğru koştuk,  saklanacak  yer ararken , baktık ki Halité Mehmeté Alié kapı önüne çıktı  bağırdı annesine‘ daye! daye! Allahaşkına sus,   ben sana bu çocuğu getirme demedim mi? Bu çocuğu getirdin bari bırak büyüteyim, sen bundan ne istiyorsun?’. Vicdanlı adam her zaman, her yerde  vicdanlıdır, bak o adam evet geçimsizdi, damarı tuttu mu, ama Allah için bir çocuğa bakar gibi baktı bana;  tırnaklarımı keserdi, saçlarımı tarar, örer, içindeki bitleri, sirkeleri temizlerdi, sevineyim diye ata bindirirdi ki kimde varsa zengin sayıldığından çok değerli bir hayvandı at,  öyle ki kadınlar ata binip beriye (mala) yaylaya gitmezdi. Yani bir at kadından on defa  daha değerliydi, o olmadan bir yere gitmek gelmek mümkün olmadığından. Baharın yağmurunda, çamurunda,  yazın kuru sıcağında  mala, beriye giden kadınlar, 300 koyunu sağıp sütünü  doldurdukları en az 20 kilo gelen meşki ( tulukları)   sırtlarına vurup  yarım, bir saat  yol yürüyüp ev damına  gelirlerdi. Gelir gelmez de öyle oturayım dinleneyim, bir bardak çay, süt, ayran içeyim  yok !  sütü boşaltıp kaynatmalar çürüyecek  mecburen işe koyulurlardı. Çe Hasanda  mal   çoktu,  yazık ablam Sara maldan dönünce  ağzına bir lokma koymadan işe başlardı  akşam olunca da   yorgunluktan kendini yatağa zor atar, ölü gibi uyurdu. Eliağa  mezresinde, çe Eliyede   duvara sırtımı dayamış, toprağa  koydukları leğende   çamaşır yıkıyorum fakat sanki  bir kolum yok, ölmüş, kaldıramıyorum, ağrıyor da, Halité Mehmeté Alié sırtına bağlamış bir bağ ot geliyor aşağıdan  ‘kolum çok ağrıyor’ dedim.A o sırtındaki otu yere yıktı, geldi kolumu  aldı  baktı  ‘bu  kolun naçardır, zayıftır diğerine göre, bak! bu daha ince’.Adamcağız beni az doktora götürmedi,  her biri bir şey dedi. Diyarbakır’daki ‘çocukken çocuk felci geçirmişsin’ dediğinde aklıma ateşin önünde titrediğim  gün geldi.Gördün Ceylan  demek o gün geçirdin çünkü başka gün hiç öyle hasta olmamıştın. Meğer ablam Sara’ da aynı benim gibi  yıllar önce felç geçirmiş, yanlış olmasın seksen yaşında kızlarının  geçenlerde   götürdükleri doktor  ‘otuz yıl önce bir kısmını felç eden, damarlarını tıkatan bir beyin kanaması  geçirmişsin ve beynin  kendi kendisini tedavi etmiş ’  dediğinde  hatırlamış, o da. A bu  ablam Sara ‘waye, bacı’ dedi bana’ evler yayladaydı öyle bir sıcak vardı;  cehennem,  kadınlarla birlikte  beri de (malda), dizlerimin üzerine çökmüş,  koyun sağıyordum. Birden kafamın bir tarafından içime doğru ılık, ılık  su akıyor sandım. Sütü sağdığım kovanın kenarını elimle tuttum,  burnumdan  da kan  geldi o kadar hatırlıyorum.Bayılmışım  sesler… sesler…duyuyorum,  konuşamıyorum ‘waye Sara, dakıla, daye, abla aç gözlerini’,  ‘öldü’  diyor biri ‘ne waye, ne…  hayır bacım hayır bak eli  kovayı tutmuş, bırakmıyor, demek ki ölmemiş’ diyor diğer bir kadın, kan dursun diye burnuma leçeğimi bastırmışlar, başıma  soğuk su  dökmüşler meşkten,  gözlerimi açtım, iki kişi kolumdan tuttu,  kaldırdılar beni fakat kafam yerinde durmuyor düşüyor, ağrıyor.Zar zor otura kalka beni çe Hasana getirdiler, Kurmanj nasıl  bağırıyor ‘ eree ne oldu? Nee..?’ döşeğe yatırırlarken  tek duyduğum  ‘başına soğuk suyla  ıslatılmış leçek,  havlu falan  koyun’. Uyumuşum kaç saat  geçmiş,  gün bitmiş…gün başlamış, kalktım başım ağrımıyor, çocuklar ‘daye…daye’  etrafımdalar. Benim herif   İbrahim ‘ şükür Hz. Ali’nin yardımıyla ayağa kalktın,  iyi oldun.De kalk… kalk çocuklar veşena, açtır, perişandır’ . Bir tas çorba veren yok çocuklara, mecbur kalktım fakat bir zaman ara ara sürdü başımın ağrısı, gözümün  kararması. Bu böyle olmaz, uzaktır yayla, sırtımız ağrıyor  meşki taşımaktan, erkekler nasıl biliyorlar canlarının kıymetini  artık bende  ata binip   gideceğim mala, meşki, içine kovaları , katığımı koyacağım   heybeleri de atacağım üstüne, öyle  taşıyacağım  sütü, suyu, peyniri  dedim ya başta her zamanki gibi kadınları eşek gören  gıle Kurmanj  ‘ çene Mehmedé  Şerifé Alié…çene Efendiyé rahat dur! eski köye yeni adet getirme !  görülmüş şey değil buralarda, otur oturduğun yerde, ata yazık, bir at kaç paradır haberin var ? lüzumsuz işte  kullanırsan oooo  yorulur diğer işler kalır ‘ dedi, karşı çıktı. Eee deliyim ya ben  bağırarak  ‘ amoj, gıle   bunda bir kusur yoktur. Madem öyle dakılamın,  sen git  beriye, sen yüklen meşki eşek gibi. Hal kalmadı bende, erkekler yüklerini veriyorlar atın, eşeğin  sırtına, her şeyi taşıtıyorlar. Biz kadınları da eşek etmişler. Artık dizlerimin ağrısından koyunları çömelmeden ayakta sağacak hale geldim.Yarın bir gün  sakat kalırsam  bu işleri kime yaptırtacaksın?’ dememle susması bir oldu. Bu deliye uyma diye mi düşündü, ne? Allah var İbrahim de olmasa yapamazdım, ata binmeyi Kurmanj’dan gizli sabah erkenden götürdü beni mergệ Seterıj’e, orda o öğretti. Böylece  a bu köylerde,   kadınlarda ilk ben bindim  ata yayla gittim, gören dönüp bakıyor, başını sallıyor  ‘halla, hala, eree bu waye Sara değil , hele  bak, atı ziyan ediyor, yoruyor ?’ diyor.Bir, iki gün konuştular  derken   alıştılar sonra evlerinde atı olan kadınlar, beriye yaylaya   atlarına binip   geldiler.Ablam Sara gibi mala   gittim bende fakat  gelin  geldiğim  sene değil ondan sonraki seneydi  waye, görümcem  Gülten’le yaylaya gittik, süt sağmayı, hamur yoğurmayı, ekmek pişirmeyi  her şeyi öğrendim.  Halam gıle  Rukoş’un  4 oğlu, hanımlar, çoluğu çocuğu 25 kişinin birlikte yaşadığı  çe Eliyenin, çe Talo gibi   hayvanı, malı, mülkü işi   çoktu. Kaynattığımız iki koca kazan sütün birin de yoğurt mayalıyorduk. 13 teneke yağ satar, 4, 5 teneke de kış için eve ayırırdık.Apo, kayınbabam   Mehmeté Alié Alié ile dört çocuğumu kaybettiğim 66 depreminden  sonra dört erkek kardeş, eşleri, çocuklarıyla  çe Eliyeden  ayrıldı, malları da paylaştılar, ondan sonra  artık yaylaya gitmedim, ihtiyacımızı karşılayacak kadarını; bir inek, manda, birkaç keçi bıraktık diğerlerini  sattık.Karer’den göç edilince 6 oğullu   dedemiz Mustafaé  Zeynelé Yusufé     oğullarından   Mahmut ağayı  iki oğlu Alié  Mahmuté  ve Mustafaé Mahmuté’yla  Muskan’a  yerleştirmiş, Mustafa’nın bir kızı,  Ali’nin  üç kızı, dört de oğlu varmış. Halit’in babası  Mehmeté Alié Alié  Mahmuté içlerinde en zavallı olanıydı, kendisi veya gıle Rukoş ayrı, ayrı veya birlikte  bir yere gitselerdi döndüklerinde ilk işi karısının gıle Rukoş’un  elini öpmek olurdu. Yine bir gün gıle Rukoş,  atına atlayıp bir yere gezmeye  gitmişti, geldiğini görünce  elini öpmek için koşan Halit’in babası  Mehmeté Alié Alié’nin gögsüne atının üzengisiyle bir vurdu ! bir vurdu. Çok  geçimsizdi çokkk, bırakamazdı çe Eliyedekiler huzurlu olsun, mutlu bir gün geçirsin, mutlaka ‘eree seni bilmem mi? şimdi Rukoş iyi ki az görüyor diyorsun ama her şeyi gördüm, benim taklidimi yaptın’ gibi aslı astarı olmayan bir şey bulur, söyler, kavga çıkarır, zehir ederdi o günü, o sofrayı;  yaşlılığında  oturduğu yerden ‘senin sülalen böyle yaptı…siz  bunu yaptınız şunu ettiniz’ millete küfredip durur, insanın moralini bozmak için illa bir çivi çakardı.Çene Küçükağanın,  kızlarının  kanını içse doymazdı. Annesi babaanne Fidan gibi kadın düşmanıydı, kızları sevmezdi. Gıle Rukoş’un amcası Velié İbrahimé Talo  tarafından öldürülen  Halit’in dedesi, babasının babası Alié Mahmuté Mustafaé’nın  dört oğlu içinde aklını kullanan,  dört evlilik yapan Mehmeté Halité Alié’nin ilk karısı,  amcazadesinin kızı çene Gülabiyé İbrahimé; Gülüşah’ın çocuğu olmayınca üzerine boynunda çok güzel  mavi bir boncuk kolyesi olan Karer’den çene İskenderê Resulê Aliê ikinci Zeynelê; Hadice’yi kuma getirmiş.1918 ‘de aynı günlerde gıle Rukoş, Halit’i, o da Alié Haydaré  doğurmuş,  sütü az geldiğinden gıle Rukoş’un  iki çocuğunu da Hadice emzirmiş. Halit süt annesini öyle seviyordu ki  bir gün bana  ‘Ceylan, öldüğümde beni onun yanına  gömün’ vasiyetini etti.  Halit’i kaybettiğimde vasiyeti aklıma geldi, hal hastalığından ölen Hadice’nin mezarı açıldığında baktım, birlikte gömüldüğü kolyesinin mavi boncukları toprağın üzerine dağılmış, evden temiz beyaz bir bez getirdim ‘ kemikleriyle birlikte  boncuklarını da toplayın bunun içine  koyun, güzelce yerleştirin Halit’in yanına ’ dedim. A o Mehmeté Halité Alié, gençken ayran    gönlünü verdiği  Caneseran’da ki  akrabası  Aliê Kekilê Fehdê ‘le evlendirilen, Selim adında da bir oğlu  olan Nazlı’yı unutamıyor.1930’lu yıllarda  ilkbahar ‘da,  yayla zamanı Bingöl yaylasına, karısı Nazlı’nın yanına gitmek için köyünden atıyla ayrılan Aliê Kekilê Fehdê’yi yolda yakalayıp  tek el ateş ederek  öldürüyor. İskenderê Resulê Aliê ikinci Zeynelê Efendi annemin, çene Küçükağanın amcasının oğlu ya  sık sık Kasman’a ziyaretine geldiği,  ‘dayı, hallo’ hitap ettiği çene Küçükağaya  ‘babam Mehmeté Halité Alié öldürdü Aliê Kekilê Fehdê, suçu üstüne al yoksa  hapiste çürürüm.Fakat o vakit senin yaşın küçüktür,  ceza almazsın bir yıl  bile yatmazsın. Davanın vekili olur nefsi müdafaa derim, bir şey bulurum. İlişkilerim iyidir devletle, çok kalmaz hapishaneden çıkarırım seni’   diye anlatmış Alié Haydaré Mehmeté Halité. 13-14 yaşlarında  babasının işlediği cinayeti   üstlenen Alié Haydaré,  babasının dediği gibi Muş’ta bir süre hapishanede kalıyor sonra yaşı ufak diye tahliye ediliyor. Vahimi  kocasını öldüren adama Mehmeté Halité Alié’ye karılık  için  yetim bıraktığı oğlu Selim’i de alıp  Eliağa mezresine geliyor,  Nazlı’ydı adı  biz Naze diyorduk. Babasını  katiliyle yaşamak  zorunda bırakılmak nasıl bir mantık… handikap… nasıl bir duygu yoksunluğudur ki çocuk, anne, baba katili arasındaki bu onaylanmış ilişkinin  çocuğun psikolojisini nasıl etkileyeceğine dair 600 sayfalık tez yazılır  diye boşuna ince eleyip sık dokuma, kafa patlatma  eyyy bu toprağın insanını anlamaktan uzak okuyucu, yıllarca  cezalandırılmayan ya da bir iki ay hapis yatarak kurtulan bir ya da birkaç  insanın hayatını söndürenlerle  bir arada olmayı, yemek yemeyi, içmeyi, yatmayı, sohbeti  sorun nitelememiş, sorgulama mekanizmasını geliştirmemiş,  ihtiyaç duymamış Ortadoğulu bu  toplumda yapılan, edilen  her şey ama her şey  öylesine günlük, olağan, kabullenilesidir ki,  ne psikiyatristlere düşmüş, ne  de travmatik bir kişiliği olmamış Selimê Aliê Kekilê Fehdê’de  babasının katili gibi  avukat olmuş, Alié Haydaré  Mehmeté  Halité öldürüldüğünde  cenazesine de gelmiş. Çe Eliyede hiç durmadan çalışan, malların peşinden koşturan, kumalarının doğurduğu çocuklara bakan Gülüşah,  70’li yıllarda ölünceye kadar mezre Eliağada  yaşarken,  Hadice gibi  yumuşak, sakin  bir kadın olan Nazlı’da dava vekilliği  yaptığından Mehmeté Halité Alié ‘yle Varto’ ya yerleşmiş, üç çocuk doğurmuş. Her Hormekli…rica ediyorum cümleye ‘her Hormekli..’ diye başlayayım deme, sil şu yazdığını, zira  sadece Hormekli erkeklere mahsus bir şey değil ki bu ! ‘ her Türkiyeli erkek’ diye  başla. Peki dost seni mi kıracağım;  her Türkiyeli erkek gibi kadını hizmetçisi gören, sayan  anlayış içinde saygısızlığı, huysuzluğu, öfkesiyle Nazlı’ya çok çektiren Mehmeté Halité Alié’nin eviyle,  evimiz yan yanaydı demişti; 1990’lı yıllarda Ankara’nın en büyük, en laik  ilçesinin  belediye meclis üyesiyken belediye başkan vekili Nezir’in  oğlunun sünnet düğününde Kürtçe türkü söylendi diye düğünü terk edecek kadar kendini ‘Türk ‘ görmesine sebep  “Aleviler Türk’ tür” fikrini  zihnine  ilk yerleştiren,  okuma yazmayı  öğreten  Efendi; Mehmeté Şerifé Alié ’nin; halası Firinca’nın ilk evliliğini yaptığı iki çocuğunun babası Aliê  Müminê Resulê ağanın hal hastalığından ölümüyle kayınbiraderi Süleymanê Müminê Resulê’yle evliliğinden doğan çocuklarından amcasının oğlu Aliê Haydarê Süleymanê’nla  evlenmiş  çene Halitê Mehmetê Müminê; Cemile. Kız, kız  a o amca Aliê Haydarê Süleymanê öyle güzeldi, öyle yakışıklıydı gören böyle bakakalırdı; ne çocukları, ne torunları hiç biri benzemedi ona. Nüktedan yemeği, içmeyi yaşamayı da seven biriydi.Bence demişti bir gün Şerifê Sevişê bizim sülalede melezlik, ırk karışıklığı da  var, Aliê Haydarê Süleymanê Müminê  da kanıtımız,  uzun boy, mavi göz, sarışınlık, ben onu hep   ya adı aklıma gelmedi bir İtalyan aktör… dur ! dur ! gelir şimdi…  evet, evet Giuliano Gemma bir de James Steward ‘a benzetirdim. Araştırdım da, pek çok Avrupalı; Fransız, Norman, Lombard, Gürcü hatta Amerikalı askerlerden teşekkül ettirilmiş Haçlı orduları  bazen hiç direnişle de karşılamadan ta Ankara’ya, bizim oralara Doğu’ya sefere geldiklerinde, Zazaca, Kürtçe  konuşanlarla evlilikler yapmışlar  o yüzden işte  meşhur ari ırka benzeyen  renkli gözlü , beyaz tenli , sarışın pek çok insan görülür  Doğu’da.O ne kadar yakışıklıysa evlendiği  amcasının kızı Cemile çene Halité Mehmeté Müminé’ de o kadar çirkindi, karga burun, küçücük gözler,  waye Cemile derdi ki; apo Mehmeté Halité Alié bir dakika  rahat bırakmıyor her dakka ‘Naze ! su getir yüzümü yıkayacağım. Naze çay, Naze ayran, Naze, elbisem…eree Naze açım, açım…yemek Naze  ’ diyordu. Depremden  6 ay önce Mart’a   ameliyat  olduğu sol gözü kör olunca Mehmeté Halité Alié ‘nin geçimsizliği daha da artmış, canından bezdirmişti kadını, çok perişandı; depremin olmasına iki gün var,  yok   bahçede ekmek pişiriyorum yanıma geldi ’yarın Eliağa mezresine gidiyoruz. Öyle de yorgunum…oraya gidince de çalış, çalış….’  böyle elini vurdu o sıcak sacın üzerindeki ekmeğe ‘Cenabı Allah …bak bu ekmek pişiyor  kokusu  Cenabı Rabbime gidiyor…ekmeğin üstüne dua ediyorum,  Allah öyle bir bela bana getirsin ki,   böyle ayakta vursun, alsın  beni  götürsün’  dedi beddua etti kendine  gitti, bir ekmek dahi almadan. Nasıl bıkmışsa kötü hayatından kurtuluş getireceğinden ölüm  gözüne güzel geliyordu. Ağustosun 19’un da, 1966 ‘da ikindi vakti deprem oldu gerçekten de ayakta… deprem olunca çe Eliye de; oğluyla, gelini  panikle pencerenin içine saklanınca  Mehmeté Halité Alié nin babasının adını verdiği iki buçuk yaşındaki çocukları  Aliê’yi yanlarına almayı unutuyorlar  tam o sırada  Naze   odaya  giriyor, bakıyor oğlan ortada, kolundan tuttuğu gibi torununu  kucağına alıyor,  dışarıya çıkmak için kapıya gittiğinde, bizim  ustune,  çarek dediğimiz  şimdi kolon denilen  odanın  ortasında  tavana  bağlanmış koca bir  ağaç yontularak yapılmış direk üzerlerine devriliyor, kucağında çocukla ölüyor. Muskan yerle bir olmuş, her yer harabe taş, toprak  herkesin evinin altında ailesi  kalmış, kimse yok çıkarsın  Naze’yi. O gece enkazda kaldı, sabaha çıkardılar  kucağındaki torunuyla gömüldüler, yanına kızımı  Halit’in çok sevdiği görümcemin adını koyduğu yavrumu, Gülten’i koydular. teyzesi Rukoş’u ziyarete mezre Eliağaya  gittiğinde karşılaştığı  Mehmeté Halité Alié için  değişik biriydi  demişti  Şerifé Sevişé;  kıştı  Varto’da evlerine gittim sobasız soğuk bir odada; kafasında  tiftik bir başlık, üzerinde bir kürk, ayağında tiftik çorap tek başına oturuyor  ‘yeğenim  sende böyle yap, vücudun dayanıklı olur’ deyince eşkıyalık günlerinde karda  kışta orda burda, mağarada geçirdiği günlerden edindiği alışkanlığını bırakmamış diye düşündüm. Yine bir gün oturmuşuz Varto’da dükkanda koşa koşa biri daldı içeriye ‘ beğim, Mehmet Halit ağa, yetiş kurban olayım, İnakanlılar   çarşıda oruç yiyen iki kişiye saldırmışlar, el koy bu işe’. Hemen adamı geri   yolladı  ‘ git de , gelsinler, onları  bekliyorum’ .Öyle  bir geldiler asker gibi   sıralandılar  odanın köşesine ellerini  önlerinde kavuşturu; Mehmeté Halité Alié  “r”eri, “ş”leri ve hatta ” z” leri  telaffuz edemezdi,  hafif pelteklik vardı  ‘Sij Allahın aşkeyleyimişiniz ? Yamazan oyucunu tutmayana saldıyıyoysunuz. Beni bu odadan dışayıya çıkaymayın’ tehdidini etti. Varto’da bir ağırlığı vardı; hem çok adam öldürmüştü, hemde hükümetle arası iyiydi, ahali, millet  korkuyordu ondan, hemen eğildiler ellerine yapıştılar ‘ beğ, beğim, ağam ellerinden öperiz yanlışsak.Demek  yanlışız bir daha olmaz’ . Şıdogiller Sünni bir aşiretti  zamanında Hormeklilerle pek çok kavgaları olmuş,  onların  arazi davalarını almıştı  ama  davayı kaybetsinler istiyor, ne yapayım ne yapayım diye karar, kara düşünüyordu.Mahkeme günü  Hakime ‘ her ne kadar iki teneke altın,  400 koyunları  varsa da Şıdogiller fakir ve mağdurdur ‘   savunmasını yapınca  tabii dava kaybediliyor. Müvekkilleri  de ‘bu nasıl avukatlık , sen bizi mahkum ettin ‘le   ayaklanınca  ‘ oğlum beni sizi ele vermedim ben ne dedim  “her ne kadar dedim “ demişti.. Memilé İbrahimé Talo’nun da Mehmet Halit’le aynı cümleleri kullandığı  benzer bir olay daha duymuştum bu Şıdogiller her kimse gelen vurmuş, giden vurmuş. Mehmeté Halité Alié çok ama çok severdi yemeği dünyayı yese doymazdı  yeğeni Alié Haydaré Zeynelé İbrahimé Talo gibi, ikisi de açgözlüydü, ye…ye doymazlardı, her Hormekli gibi dehşet derecede, boğazlarına düşkünlerdi. Kim yanına gitseydi Aliê Haydarê Zeynelê ‘nin bana süt getir, bana koyun getir, bana peynir getir’ isteğiyle karşılaşırdı. Ben çocuktum annem Belkız’ın çok güzel bostanı vardı,  bu ikisi de dava vekilliği yapıyordu Varto’da, babam vergi dairesin de memurdu. Herkesin  tahta, duvar, tamirat işlerini de bildiğinden usta dedikleri babamı bu ikisi  yazın, çarşıda görünce hemen ‘Usta, yeğenime söyle bana bostan göndersin ‘ bazen de  Alié Haydaré Zeynelé ‘hele yeğenime söyle bir zerfet  yapsın da gelip yiyelim’ derdi. Eeee sende annenden bilirsin akraba bir şey istemeye görsün, Allahın kelamı sanki  iki eli kanda olsa yapılır.Gelirdi maşallah  bir yerdi, bir yerdi yanında rakısını  da içerdi. Yalnız Alié Haydaré Zeynelé akıllı adamdı, ben ilk defa kütüphanenin ne olduğunun  kitaplığını gördüğümde yerine oturtmuştum.Bizim evlerde kütüphane, bir dolap  iki üç raflı, kapaklı;  onun  çalışma odasının üç yanı dolap içinde Nazım Hikmet’in şiir kitapları bile vardı. Pek çok yazar, çizer gibi çok iyi ahbabı Fikret Otyam evine gelirdi,resimleri duvarını süslerdi.Cumhuriyet gazetesinde  tabii ki  Fikret Otyam kanalıyla yazısı mı, anısı mı valla tam bilmem bir seyi yayınlanmıştı. Her dönemde devletle iktidarla bağları kuvvetli, ilişkilerini iyi tutan  Hormeklilerin  değişime  adapteleri inanılmazdı.Eşkıyalıktan gelip okuma yazma öğrenmek, kendini yetiştirip, araştırma yapıp söyleşilerde bilgi ve birikimiyle öne çıkmak öyle sanıldığı kadar kolay değildir.Cumhuriyet yönetiminden yana tavır alan Hormeklilerden, bir ara CHP Varto İlçe başkanlığı da yapacak    Alié Haydaré Zeynelé’nin İsmet İnönü’yle  arası da iyiydi.Evlerimiz yakındı, komşuyduk Alié Haydaré Zeynelé’ geleni, gideni görürdük . Küçük bir kasabaydı Varto,  ama biz İstanbul’da ne modaysa onu giyen, yapan  Alevi kızlardık; mini etekler, Japone kollar, fırfırlı yakalar, bıgudili saçlar.  Varto’da ilk okuyan Alié Haydaré Zeynelé  beyin kızlarıydı, Türkan, Fatıma,  Malatya’ya göç sırasında kaybolan kız kardeşinin adını koyduğu Hediye sonra da bizim evdekiler.Sünni Kürtler bizim Alevilerden gördükten  sonra kızlarını okula yolladılar. Sana bir şey diyeyim mi? Bu Alié Haydaré Zeynelé beyin kızlarıyla geçinmek kolay değildi, çok  geçimsizlerdi. Hepsi de kocalarından boşandı. Babalarının devlet katında ilişkilerini, hükümetle yakınlığını  bildiklerinden, evlerinde  general, vali, kaymakam gibi sözü geçen yerel, genel bürokratlar ağırlandığından, kim olursa olsun herkese köleleriymişçesine   böyle hep  ‘biz  koca Haydar beyin kızlarıyız, bunlar kim ki’   efeliği,  bir ağa tavrıyla üsten bakarlardı. O çene Alié Haydaré Zeynelé;  Hediye  ‘ben Alié Haydaré Zeynelé’n , İnönü’yle konuşan ,büyük bir adamın kızıyım.Şimdi senin,  Şerif’in çoraplarını, donlarını  mı makineye koyacağım.’ diye diye  a o Şerifé Sevişé’n burnundan getirdi, ayrıldılar da adam kurtuldu’ Ben hep derim çoğunluk; açgözlülüklerini, saygısızlıklarını  rahatlıkla ortaya dökecek kadar dürüst olacak değildir  eksikliklerini göstermemek, ürkütmemek için itinayla belli bir çerçevede, saygılı davranan ‘ iyi, kültürlü,  efendi biri’ imajını vermek için her türlü yolu mubah kılıp kendi evlerinin, ailelerinin  dışındaki insanlara karşı   hep  iyidir, iyi görünür, iyilik yaparlar ama yakınlarına ateş olur,  yakarlar. Kim nerden…ne bilsin amca  Mehmet Halit’in doymak bilmez iştahını, bedava maldan, hediye getirilmesinden  hoşlandığını.Eve  gelen babamdan ‘  Mehmeté Halité Alié, bostan istiyor senden Belkız hanım’  duyar duymaz kalkar, böyle sarı  renkli uzun sepetler vardı eskiden şimdi ancak çıkrıkçılarda falan bulursun, öyle koca bir sepetin içine bostanda ne bulduysa, hıyar, domates, fasulye koyar al götür bunu derdi bana.Eee ben çocuk götürene kadar yoruluyorum, böyle bir tekme atmak geliyor içimden sepete ‘zıkım yesin diyorum’ kapıya vardığımda ‘ooo benim güzel yeğenim hoş gelmiş’ diyor, sepeti elimden alıyor o kadar.Hep böyle, hep böyle bir gün dayanamadım ‘kör keteye alıştı  bir kere’ dedim. Amca Mehmet Halit nasıl gülüyor , ben çarçabuk kaçtım eve. Akşam babam geldi  ‘eree gele hele sen ne dedin amcan Mehmet Halit’te ?’  aha şimdi hapı yuttun kızım dedim içimden korktum, baktım  babam gülüyor ‘ hanıma  Belkız,  senin bu kızın var ya… az önce  çarşıda Mehmet Halit’i gördüm bana ‘senin o kara kızın var ya  Nuray, bana bostan getirdi bugün,  bırakırken de ‘kör keteye alıştı  bir kere’ dedi. Çok güldüm.’ Eee,  annem başladı akrabası ya ‘ ne kadar terbiyesizsin, yaşlı başlı adama bu denir mi?Ne olmuş azıcık bostan  verdiysek’  çok kızdı ama akrabalar arasında bir anda efsane oldu benim Mehmet Halit’te söylediklerim.Çene Küçükağanın annesi Selvi  babamın  halasıymış, Selvi’nin oğlu yani annen Turna’nın dayısı  Cafer’de annem Belkız’ın  ilk kocası, dört oğlunun babasıydı.’ Teyide muhtaç bilgiyi cebine koyup  annenin yanına  yollanıyorsun –‘ Anne ! Cafer, çene Küçükağanın öz kardeşimiydi?’–‘evet, Caferé Küçükağaé, 7 sene  Belkız’la evli kalıyor. Annem de derdi hastaymış,  şizofrenmiş  dağda, taş da  gezen bir adammış.’–‘ne yani anneannem tarafında ruh hastalığı mı vardı?’–‘bak! ben içimden dedim şimdi bunu söylersem, bu benim kız böyle diyecek, eline koz verme.Ama  dedim ne yapayım?’–‘teyzem Sara’nın oğlu Daimi, demek ki…?’–‘işte başladın… he anam he,  hepimiz deliyiz’–‘Turna abla, kızacaksın ama Hormekli Küçükağalarda  intihar eden,  psikolojik sorunlar olan çok insan var.Bu soy otuz yaşından sonra hastaneye düşer; şeker, tansiyon, kalp, kanser fiks. Lupus, Sjögren Sendromu, Romatoid Artrit, Glukom, Sarı Nokta,  Alzheimer, Parkinson  bağırsak , mide.Genetiğine tüküreyim’–‘ Belkıze’nin  dayım Cafer’den sonra  evlendiği  Lolanlı Ağa amca, Nuray’ın babası  bir şeyler yapıyordu ama ben bilmiyorum o yüzden usta diyorlardı.  Hala Belkız’ın  abisi Hüseyin annemi öyle çok severdi her sonbaharda böyle atın üzerine koyardı iki heybede ceviz, getirirdi.Evvel annemin hediyesini getirir bırakırdı (onlar Kürtçe konuşuyorlardı Zazaca değil tamam) sonra ‘Emine, çene Küçükağa ben geldim, evvel seni ziyaret edeyim  sonra  Belkız’e gideceğim.’ Annem de onu çok severdi. Hüseyiné Hatuné  derlerdi, aslında Belkız’ın   amcasının oğluydu ama bizim orada amca, teyze oğlu,  amca, teyze kızı kardeş hepsi birdi.Bu Rıza var ya Alié Haydaré Zeynelé beğin kızı Fatıma ile evlenen,  onun da babasıydı; Hüseyin Hatuni derlerdi. Hatun dedikleri de babaanne Fidan’ın kardeşiydi. Babaanne  Fidan çok sevdiği kız kardeşinin adı  Hatun’u,  sağır dilsiz ablama vermiş. Hüseyiné Hatuné  bizim eve,  çe Taloya çok gelirdi, namaz kılardı, ben anneme derdim ‘ bu ne yapıyor ?’ derdi ki’ bu  benim annemin (Selvi)  amcasının oğlu. Çiftlik köyünden’. Babaannem  Fidan’da  Hüseyin Hatuni ‘yle heybeler dolusu erzak yollardı bacısı Hatun’a,  katırın iki yanına asılı heybelere ceviz, bal, yağ, elma ne varsa doldurur, yollardı.’ Yaktı beynimi bu sülalenin ilişkileri  diye düşünüyorsun, kim kimdir, kim kiminle evlenmiş,  valla işin içinden çıkamıyorum o kadar iç içe geçmişler ki, o ev damından  çıkıp bu ev damına  gelin, damat gitmiş üstelik de   aynı isimi taşıyanların hepsi bir olmuşlar gibi, bu nasıl iş ?Köylerin, kasabaların  aynı ismi taşıyan insanlarla dolu olmasının sebebi  çoğu Ehl-i beyt’e, On İki İmamlara  ait isimlerin konulduğu dedelerin isimlerinin  erkek çocuklara, nenelerinkinin de kız çocuklara   verilmesi  geleneği yüzünden  hiç isim kalmamış  gibi tekrar tekrar  Ali,  Hasan, Hüseyin, İbrahim, Mustafa, Mehmet, Rıza, Elif, Zehra, Fatma, Emine, Güle isimlerinin çocuklara konması… hangi akla hizmettir? Zaten köy dediğin kaç nüfus,  bir de  ev damlarında en az on,  yirmi Zeynel, Ali, Haydar, İbrahim, Mustafa, Emine, Hüseyin, Belkız, Fatma, Gülle, Hasse…Eee ne yapsınlar  karıştırmamak için? Belki o yüzdendi; önüne babalarının adlarının konarak kişilerin tanıtılması, hitabı.‘Lolanlı Ağa da Belkız’la  evlenmeden önce  bir evlilik yapmış. Boşanma yasası çıktıktan sonra ki sanıyorum yıl 1926 , Türkiye Cumhuriyetinde  belki de ilk boşananlardanmış. Nuray’ın  babaannesinin kocası, dedesi  Ali öyle pasif biriymiş ki onun içinde  oğlunun adıyla anılır Agaé Seyrané  derlermiş. Galiba Rus harbinde göç edip    ya bir ya da  iki sene kaldıkları Adana’ ya  gidiyorlar. Çoluk çocuk çok, yeni bir yer, ekmek parası lazım, geçinmek lazım.Gündelikçi işçi olup bahçelerde çalışmaya başlıyorlar, portakal, narenciye, pamuk topluyorlar. Hanıma Agaé Seyrané, Kığı’ya döndüğünde yanında   Haço diye bir Ermeni çocuk getiriyor. Sonra o çocuk çekip gidiyor ta Amerika’ya. Weyvi, hanıma Belkız akıllı kadınmış, orada bağ bahçeyi nasıl yapıyorlar, nasıl dikiyorlar, turşu nasıl kuruyorlar izliyor.Bizim köylerde, hala  araziler boş durur, sular akarda akar  bizimkiler yalnızca bakarlar,  tembeldirler yatmayı pek severler ; ne ağaç dikmek, ne bostan yapmak ne de ekmek, biçmek zahmetine girmezler, şöyle kelli felli  güzel bir yemek umur değildir, karınları doysun da neyle doyarsa doysun peşindedirler.’–‘Turna abla çok doğru diyorsun, erkekler azıcık çalışır sonra kürsülere oturup öyle bakarlardı kapı önünde  gelene gidene.Annem  hanıma Belkız çok çalışkandı,  iri yarı, bir tipti tam Amazon kadını.Öyle çene Küçükağa’ya falan benzemezdi, direngendi, güçlüydü, farklıydı.Karısı ölünce Caferé Küçükağaé,  geliyor onyedi yaşındaki annemi kaçırıyor. Caferé Küçükağaé yaşlı bir adam , sakalı boyuna iniyor. Annem  Belkız, kendini kaçıran üç atlıyla üç günü  dağda, bayırda dolaşarak geçiriyor. Annem çok iyi ata binerdi dediğine göre cirit  bile  oynarmış. Diyordu  Bingöl dağındayız,  ay ışığı doğmuş,  baktım  beni kaçıranlar uyuyor, atladım ata sürdüm  karanlığa ‘ayılarda parçalasa olur yeter ki kurtulayım’ Biraz sonra fark edip peşime  düştüler. Anne demiştim o zaman film falan seyretmiş olsaydın diğer atları bağlı oldukları ağaçtan çözer, serbest bırakırdın böylece peşine düşemezlerdi.Ee ne yapayım kızım sinema, film yoktu. Peşime düştüler ya silahlı külahlılar da, kurşun atıyorlar  yanımdan, yöremden geçiyor bana değmiyor, anladım   vurmak istemiyorlar, korkutuyorlar. Karanlıkta fişekler uçuşuyor,  baktım bir at  önümü,  diğeri de  arkamı kesti.Beni attan alıp  Cafer’in arkasına bindirip, iple  ona bağladılar.Ne yapsan, ne yapsam diye düşüncelere daldım  dedim ‘ağam, Cafer ağa, kaderimi kabul ediyorum.Senden ricam, silahını önünde tutuyorsun atı sürmekte de zorlanıyorsun.Silahını ver, ben tutayım.’ –‘Maşallah sen pek akıllısın ama ben senden daha akıllıyım’ dedi.Anladı  benim derdim onu öldürmek. Böyle dağda üç gün, üç gece gezdikten sonra bir eve gittik üstüm, başım lime lime perişan, yanımdakilerin de öyle.Beni bir odaya koydular, bir adam geldi yanıma ‘bana yardımcı ol, bu odadan çıkart, beni kaçır’ dedim yalvardım ‘waye sen ne dersin?aklın başında mı? bu ağalar beni ortada bırakırlar mı , öldürürler. Aklıma neler gelmiyor bir kazma bulsam  duvarı delsem,  kurtulamadım. Annem Agaé Seyrané, dayılarım  hükümete karakola başvuruyor, mahkeme günü baktım  her iki taraf kardeşler dayılar, amcalar silah kuşanmış  gelmişler. Gulo can, Hormek aşireti kendi içinde homojen bir aşiret değil ki; kolları var 12’in üstünde; Xran, Feran, Hemoçık, Balu , Pircan, Zelikan bunların arasında tabii ki kadın, arsa, mal davar yüzünden pek çok sorun, husumet yaşanır, birbirlerine düşman olurlardı. Bahaneydim ben demişti annem hanıma Belkız,  kim bilir aralarındaki neyin kavgasıydı, birbirinin üzerinde hakimiyet kurmak için beni kullandılar. Benim babam da büyükdeden Küçükağa gibi  adları bilinmeyen  önüne gelen kadınla  evlendiğinden çok kardeşim vardı. Çok öncesini bilmem ama büyükler anlatırdı aşiretin kurucularından Yusufé Zeynelé Ağa (Kal)ın   iki oğlu  Mehmeté Zeynelé Bingöl’de kalıyor,  Mustafaé Zeynelé ağa   da Varto’ya Kasman’a yerleşiyor. Bir Hormekli klasiği olarak Mehmeté Zeynelé  ağanın, üç oğlu Mustafa, Hüseyin ve   ikinci Zeynel’den  olma çocukları,  torunları  da birbirine düşüyor. Efendi Mehmetê Şerifê Aliê’nin   İstibdat Devrinde Zeynel şirini yazdığı,  Hormeklilerin lideri büyük büyük dede İkinci Zeynelê  Mehmetê ağa, ta o zamanda diğer aşiret liderlerinden farklı  eğitime önem veren biriymiş öyle ki Osmanlı’da Tanzimat döneminde, Kârer’de derslik açtırıp, halkı okumaya yönlendirmiş, ölünce yerine geçen oğlu Aliê İkinci Zeynelê  Mehmetê ağa  ile  birlikte tehcir  edilen pek çok Ermeni’nin hayatını  kurtaran kimine göre eşkıya,  kimine göre alim babam Kârerli (Abidinê Zeynelê ) Küçükağaê Aliê İkinci Zeynelê de,  Rus  harbinde önderliğini yaptığı Hormek kuvvetleriyle, Kiğı-Kârer dağları ile Sığı Boğazı ve Eşek Meydanı’nda (Şeref Meydanı)  oğlu  Mehmeté (Hulusi) Küçükağaê Aliê’de Hormek Milis Alayı’nın başında Kârer Dağı’nda çarpışıyorlar. Osmanlı Paşası  Ahmet İzzet Paşa’nın, Dersimlileri  Rus harbinde harekete geçirmesi için Dersim’e gönderdiği Kârerli (Abidinê Zeynelê ) Küçükağaê Aliê İkinci Zeynelê, yirmi dört aşiret reisini Gazik’te Ahmet İzzet Paşa’nın yanına getirince  Ahmet İzzet Paşa’da  Küçükağa’ya ve Dersim Ağalarına ayrı ayrı hediyeler veriyor.Dersim ağaları da Ruslara karşı, Osmanlının yanında cephe alıyorlar. Kârerli (Abidinê Zeynelê ) Küçükağaê Aliê İkinci Zeynelê ölünce oğlu Mehmeté (Hulusi) Küçükağaê Aliê, Hormek Aşireti reisi olarak bu defa da İstiklal harbinde Kiğı’nın Kârer Bölgesi’nde Hormek Milli Kuvvetleri başında savaşıyor hatta temsilciler Meclisine, bölge temsilci olarak çağrılıyor, Çapakçur (Bingöl) da bile daha okul yokken Mustafa Kemal  Paşa’dan  isteklerinden biri de  okul olunca 1926 yılında köyüne  okul  yapılıyor. Karer ve Varto’daki Hormeklilerle  birlikte, Cumhuriyet idaresinin yanında  isyanları bastırma etkin rol oynayan , kendisi, eşi ve ailesi  Batılı giysileri giyen  Mehmeté Hulusié Küçükağaé, Milis Kuvvetiyle  hep yanında durduğu, desteklediği  Mustafa Kemal Paşayla görüştüğünde Soyadı Kanunu da daha yeni  çıkmış ‘Mehmet Hulusi efendi, bu yurt, bu vatan için çabalarınız, yaptıklarınız takdire şayan. Ancak sizin gibi vatanını, yurdunu seven biri canını ortaya koyardı.Gelin size yakışan bir   soyadı  olacak “Yurtsever “i alın’ deyince aynı ocak, aynı soy  Mehmeté Zeynelé den olmaların bir kısmı Yurtseverler, diğerleri de dedelerinin soyadını  Küçükağa’yı alıyorlar. Annesi hanıma  Agaé Seyrané da  karakola geliyor, kızının yanına gidiyor  ‘geri dönelim eve gidelim ‘ diyor demesine de hanıma  Belkız bakıyor olay daha da kötüye belki öldürmeye kadar  gidecek,  ağladım ben diyor  başımı  annemin dizine koydum.O da benimle ağladı ‘daye mı, dakılamın, maye mı  kaderime razıyım artık, beni kirlenmiş sayarlar.Adım çıktı bir kere.Suya giderim orospu derler, arkamdan konuşurlar. Sana bir şey olursa barınamam ev damında, herkes kötü kötü bakacak. ‘ Karakol’da   kabul ediyor  hanıma Belkız, Caferé Küçükağaé’yla  evlenmeyi. Annem hanıma Belkız’a ne zaman bu olayı , başını annesinin dizine koyup ağladığını anlatsa tansiyonu çıkar sonu hastanede biterdi.’–‘Nuray,  çene Küçükağa da  öyleydi.Ne zaman Efendi’nin, dedemin öldürüldüğü günü anlatmaya kalkışsa ki anlatmak istemezdi kalbi sıkışır, bayılırdı. Aynı davranış, aynı genetik, onca yıl ayrı dursalar da birbirlerini görmeseler de’–‘ Caferé Küçükağaé diyor size başlık parası davar, arsa, altın  bu işi tatlıya bağlayalım.Valla alıyorlar mı, almıyorlar mı hatırlamıyorum ama illaki almışlardır ki annem Agaé Seyrané de  tası tarağı  toplayıp Buban’dan ayrılıp daha önce bazı akrabalarının yerleşip kurdukları yeni bir köye  Çiftliğe gidiyor’ Hele bak diye düşünüyorsun ruhsal bozukluğu belli birine genç bir kızı, Belkıze’yi  gözlerini kırpmadan veriyorlar.Düşün ki diye düşünüyorsun; aile içi bir söylentiye göre  ‘ hiçbir şeyi yoktu. kendini deliliğe vurdu, çalışmayı sevmiyordu Almanya’daki kardeşlerden ayda 50-100 Euro yardım geliyor, neyine yetmez.Herkesten akıllı’  bir başkasına göreyse ‘kardeşi Sırrı, 12 Eylül’de aranınca bunalıma düştü.O zaman Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Almanca bölümünde okuyordu, neşeli canlı, diskoteklere giden bir çocuktu. Birden ‘takip ediliyorum nereye gitsem’ şüpheleri başladı. Hakim dayısı götürdü doktora Şizofren teşhisi koydu ama  devlet, doktorlarla ailemle bir olup beni yok etmek için komplo düzenliyor diyerek kaçtı Ankara’dan   Kasman’a,  dağlara taşlara vurdu kendini.Şimdi ha bire saz çalıp türkü söylüyor, video, fotoğraf çekiyor Facebook’da yayınlıyor, şiir yazıyor, arada festivallerde sahne alıyor. Bakmayın hasta değil diyenlere.Hasta olmasa  aylarca yıkanmadan duru mu? Kışın altı ay yıkanmadım dedi, işin garibi kokmuyordu da. Tek eğlencesi cep telefonu, Facebook Twitter değil;  ‘o kadar elzem önemli memleket meseleleri var. ben sağım, solumdakilerle cebelleşiyorum.”hocam ille de bizi eleştir” diye haykırıyorlar.’ diye başlayan devamı “ dün bir arkadaş telefonda “hocam festivale bu yıl çağıramadık.aksilikler oldu.seneye inşallah.” ölme eşeğim ölme senelik yonca ahırda duruyor misali.nadiren çağırdıkları  etkinlikte ses düzenini nasıl bozdukları aşağıda şekildeki görüldüğü gibi müşahade edilebiliyor…bu ses düzeniyle Oğuz Aksaç da olsa madara olur…detone, entone her şey mümkündür…ses önüne bariyer koyma gibi bir durum.akıcılık gider ses boğuklaşır…’ olan açıklaması  ‘bana tecrit uyguluyorlar , köyden dışarı çıkmam istenmiyor. İstekleri dışında çıkınca da  rezil etmek için her şeyi yapıyorlar, festivalde ses düzenini  bozup  ruh sağlığımla oynuyorlar bazen köyde biri Zerfet yapınca çağırıyor,  gidiyorum yemek yiyoruz on kişi bir ben zehirleniyorum.’ anekdotlarını  yazıyor.Bilinmeyen ama etrafındakileri, ailesindekileri avucunun içine alarak kendisine karşı kullanan  devasa bir düşmana karşı mücadele içinde olduğunu sanarak  direniyor.Düşmanla işbirliği yaptığına inandığından hiç konuşmadığı annesi  Sara dayanmıyor,  bıjıkı dorak , çorba yapıp gönderiyor, beni zehirlemek istiyor diyerek yemiyor getirenle  geri yolluyor’ la  şizofrenliğine kanaat getirilen teyze oğlu Daimié  İbrahimé  Hasané  de  evlendirilerek daha düzenli, temiz bir hayata kavuşturulurdu.Aman ha! kimseler duymasın, valla hemen evlendircek bir kızı aramaya koyulurlar  o vakitte onca okuyucudan çok daha dikkatli  okuduğu kitaplara şapka çıkarılacak yorumlarını  yayınladığı  Facebook  paylaşımlarından  yoksun bırakma kendini, sus be  bacım sus ! dön başlığını “ÇİRİŞ OTU” attığı dört dörtlük , beğendiğin o paylaşımını oku bir daha   ‘Çevreyle,dünyayla iletişimim Facebook ile.Başka da bir araç gerecim yok. Güvercinim de yok. Narin ayağına pusulayı iliştireyim.Dereye doğru yol alırken bir türkü, bir klamı seslendirip ötede beride kalmamanın telaşıyla bir dörtlük de olsa Face’de paylaşıyorum. Ben de varım ey Brütüs dercesine. Yazmayı es geçtim. Eskiden sıkça yazardım. Havadan sudan,günlük aperatiflerden.Toplumsalı es geçerdim,toplum zaten beni keçi ilan edileli yarım asır oldu,bazen suya sabuna dokunduğum da oldu.Gaza geldim,yazıyorum.”Hocam mahir kalemin var,niye yazmıyorsun? kağıt yoksa kağıt mürekkep yoksa mürekkep verelim.”ille de mürekkep yalatacaklar…Dandik bir laptop’um var.Metin belgesi kısmına yazıyorum.Belirteç kendiliğinden yazının ortasına kayıyor.Ben imge,alegori,tümce cümle;bir de tuşlardaki Harfleri ararken belirteç keyfince bir paragrafın arasına yerleşiyor,.yazılar allak bullak oluyor.  Okuduğum bir kitap var. Hiç olmazsa kitaptan ne anladığımı, gözlemlerimi yazayım.Virginia Woolf; Pazartesi ya da Salı; öykülerden oluşuyor.Pazartesi ya da Salı; ne fark eder dercesine.Öyle ya günleri, yaşadığımız şu alemi, tiranlığı, insan olmanın onurunu,on ekimde tren garı katliamını idrak edip anlamlandırmadığımız sürece; pazartesi ya da salı olmuş,ne fark eder? Daha önce hiç kitabını okumamıştım. Bir zamanlar Almanca kitap çevirisi teşebbüsünde bulundum, on üç Almanca öyküden oluşan bir kitabı çevirecektim, bir öykü de Virginia Woolf’undu.Tabii ki,o iş de yarıda kaldı.akamete uğradı.şaşkın değiliz.yarım yamalak giysimiz böyle…kapağında Virginia’nın bir fotosu var, saç bağı muntazam örülü, gözü açık, merak mı hüzün mü,okuyamadım.Kitabı yarıladım.Bilinç akışı tekniği ziyadesiyle var. İtiraf ediyorum, monologla bilinç akışı tekniğini zorlukla ayırt ediyorum. Bariz fark olmasına rağmen daldan dala konan “kadınsı haller”. Malum Virginia feminist yazar, modernist de diyorlar.Pek anlamadım.Modernizm ne deseniz bilemem moduna girmek herhalde der,sıvışırım.Teknik bilinç akışı olunca,Virginia’nın bilinci,benim bilincim,bir yerde kavuşuyor,ayrışıyor derken nesneler bizatihi durumlar akıp gidiyor,geride el tutulur bir şey kalmıyor.Anlayacağınız,okuma özen sabır uğraşı gerektiriyor,her ne kadar anlatım sade,anlaşılır,olsa da.Biyografisini okudum; cebine taşları doldurup denize atlayıp intihar etmiş.Hiç tasvip etmediğim şey.Okula gitmemiş,evde öğrenim görmüş.Entelektüel.hazin bir son.Hayatı,hayatın hızını arka kapakta metro alegorisiyle izah etmiş.Keşke hayatın hızı onu “çirişotu tarlalarına ”savursaydı…yaşamak,okumak,tüm hızıyla.sabır ve metanetle.’  Aaaa görmemiştim bu  yeni paylaşımını  “AFAKİ; Pazartesi ya da Salı” öykülerini okumaya devam. Virginia Woolf’un öyküleri.uyuşuk okuyorum.başka bir deyişle hımbıl hımbıl.Ne de olsa bilinç akışı tekniğiyle yazılmış. Daldan dala,kâh bulutlara sirayet eden okuma biçimi.Akıyoruz duru su gibi,bazen çağıldayarak,bazen inleyerek,bazen de gürleyerek.Okurken kelimeler burgaç gibi sinenizde turlayabiliyor.Kitabı bırakıp kelimeler peşinden at koşturduğum oluyor.Çağrışımla afaki kelimesi usuma kondu kelebek misali.En zorlandığım kelime,afaki.Bir kelimenin birden fazla anlamı olabilir.zıt anlamları içeren bir kelime olabilir mi?Oluyor,işte. Afaki:1.gereksiz,önemsiz söz,hayali. 2.objektif,nesnel,tarafsız.Gereksiz,hayali olan bir şey nasıl objektif olabilir?Semiyotik hakikat doğrular mı?Bu arada afak,ufuk kelimesinin çoğulu.Ufkunuz daralmasın.Daldan dala dedik ya, öyküden bir alıntı ”saçma bir fikir mi?tamamıyla fantezi! Yine de,her şey arkasında bir kalıntı bıraktığına göre ve anı da, gerçek gömüldüğünde zihinde dans eden bir ışık olduğuna göre,oradaki parıldayan,kıpırdayan gözler neden bir ailenin,bir çağın mezarın üzerinde dans eden bir uygarlığın hayaleti olmasın?” gerçeği gömmeyelim,bırakın parıldasın.’ Yok artık ya      Virginia Woolf’u  kullandığı ‘ bilinç akışı’ tekniğinden dolayı hem yermiş, hem bir noktada kavuştuğundan bahsetmiş,  emin ol senin bu yazdıklarını okusaydı ‘bizim teyze kızının  kadınsı halleri işte ve de resmen yazım tekniği intihal, bilinç akışını denemiş, başaramamış değmez okumaya’yla  somyasının üzerine laptop’ını koyup, eski köye inerek  dere  Mengel’in kenarında  türkü söylerken çekeceği  ‘yanık bir türküdür sonbahar, ilişir usulca,kimsesiz dere kenarına.’yla etiketleyeceği    yeni videosunu Facebook sayfasında yayınlama telaşına dalacaktı.Offf arkadaş  ne bilinç akışıymış ya, planlamalara,  âna ait düşüncelere  aldırmayıp  peşinden sürükleyip duygularına, ruhuna, iradesine hükmederek ordan oraya  savuracağı bireye mağlubiyet getiren bzaferden, mutlak galibiyetten  başka bir şey de değilmiş de. Tamam, bilinç akışıyla hesaplaşmanın zamanı mı şimdi?  Mehmeté Halité Alié, karısı   Naze’nin ölümünden sonra ne yaptı? Ne yapacak evlendi  tabii, ölen bir  hakimin karısıyla,  ondan da bir oğlu  oldu. Fakat hakimin karısı Fatma, İstanbul’lu güngörmüş bir kadındı, hakimin oğlu  Cafer’le Mehmeté Halité Alié’n kızı Hatun’u okula yolluyor, İstanbul’a  bile götürüyor.  Ben gelin gittiğimde mezre Eliağaya demişti ablam  Ceylan  Gülüşah vardı, Nazlı ve çocuklar da Varto’da yaşıyorlardı. Gülten’le bir sene birlikte kaldık sonra onu  Kasman’a çe Taloya  abim Ali’ye gelin ettiler. Ben duydum a bu  Halit babasına ‘yapma! yanlıştır, bu kız yapamaz orada, sağır dilsiz bir adamla’ dedi. Halit’in babası Mehmeté Alié Alié  çok güzel bir adamdı,  görümcem Gülten’de  babasına benziyordu,  böyle alnı  geniş, beyaz tenli, boylu poslu, ay parçasıydı, kocaman gözleri vardı. Kızo , bak!  ben beş yaşındayken  ablam Ceylan   evlendirilmiş ya  hatırlamıyorum  bilmiyorum  ama  veyvi Gülten’i bilirim çünkü  ablamdan bir sene belki de iki sene sonra çe Talo’ya gelin geldi Gülten,  daha babam yaşarken Ceylan’ı Halit’le,  Gülten’i de   abimle evlendirmek için  anlaşmışlar, çene Küçükağa  ‘Efendi’nin  verdiği sözü tuttum şimdi sıra çe Eliyede gidin getirin  Gülten’i’ dedi,  gittiler… getirdiler.  Düğün yapıp getirdiler’ –‘ Bir de  düğün mü yaptılar ?’– ‘ ne düğünü? lafın gelişi,  babam öldürüldükten sonra kimseye düğün yapmadılar, önceden de;  çe Taloda  düğün dediğin; bindir kızı ata  al götür…al getir. Bu kadar ama  hep böyle değildi.Biz yetim kızlar  evlendirildikten sonra sanki birden kurallar değişti;  hakim abimle, ev damındaki diğer oğlanlara düğün yapıldı.Çene Küçükağanın, Efendinin  en büyük çocuğu abim  Alié  Mehmeté Şerifé Alié    sağır dilsizdi,  Gülten haklıydı,  gönlü   yoktu, alıp getirdiler,  kız hastaydı da.Sabahleyin kalkardı evin içinde hep offffff…offff… offf ‘ diye, diye dolaşırdı. Babamız yok, yetimiz  diye biz dayı kızlarını çok sever, elimizi tutar gezdirirdi. Altı ay durdu, yazın getirmişlerdi, tam altı ay sonra kış, hiç unutmam işte, Şubat, Mart gibi çok hastalandı. Mutfağın ‘bon’un yanında  bir odamız vardı, böyle ev damına bitişik yukarıdaki   oda da amcam Hüseyin’in di. Arada  havlu (avlu) vardı,  iki katlıydı  ya çe Talo, aşağıda da , yukarıda da aynısından sedir  yapmışlardı,   yaz günü herkes oralarda otururdu. Birini getirdiler, Pirolardan, Seyidlerden İsmail… Seys İsmail diyorlardı, Gülten’in  altında baktı, dedi ki bu sarılık çıkarıyor; hakikaten de öyle, gözlerinin içi, rengi sapsarıydı. Şöyle dilini kaldırdı  altında orta yerde   o biliyordu bir damar varmış, böyle ustura var ya usturayı şöyle hafifçe değdirip kan akıttı.Sarılığın tedavisini altınla yaptıklarından   boynuna bocukların arasında altın olan bir kolye taktılar, içine altın koyup beklettikleri   suyu içirdiler. Amcalar baktılar ki çok hasta,  halama Rukoş’a haber yolladılar, a  o da ‘Gülten’i bana gönderin’ dedi. A bir baktık babası Mehmeté  Alié  Alié   geldi, yorgana sarıp kızağa bağladılar, erkekler çekti, götürdüler  mezre Eliağaya. Meğer Gülten  hamileymiş de.Bir ay  sonra gözünü açmış  gıle Rukoş’a   ‘maye m, daye,  biliyor musun  dayım Mehmeté Şerifé Alié    geldi  dedi ki Gülten gel gidelim.’ demiş. Biz haber aldık ki Gülten ölmüş. Yaralı yarasını bilir. Amca Mehmeté  Alié  Alié , Gülten’in babası  dövünmüş durmuş  ‘kızımı ben verdim çe Talo’ya, ben ettim, ben öldürdüm kızımı, öldüğümde beni Gülten’in yanına gömün’ vasiyetini etmiş, çok  üzülmüş… kahrolmuş adamcağız.  Benim abim Ali … amcam Hüseyin abim Ali’ye ona,  a o sağır dilsize, lala  çok kızardı, çalışsın isterdi,  o da  tam tersine evin içinde  çok dolaşırdı devamlı ortalığı  toplardı. Yazın beyaz uzun bir ışlıg, altına tıman (uzun don) giyer, eline çalı süpürgeyi alır  evin etrafını,  ta Palakaya kadar yolu  süpürürdü. Gider ev damında yatak yeri  vardı, yataklarını alırdı  getirirdi.Bir tane şey var,  cacım; içine  döşeğini, yastığını, yorganını koyuyor, cacıma sarıyor, çuvaldızı alıyor , a  onları dikiyordu, sabahleyin, biliyo musun? Akşamleyin de kaldırıp götürüyor, aynı, toplayıp götürüyor, onu söküyor ondan sonra yatağını, yorganını, yastığını açıyor yatıyordu.Sabahleyin kalkıyor, üst katta  böyle küçük,  yuvarlak bir balkon vardı. A o balkonda, aşağıya yorganı çırpıyor …çırpıyor, cacımı çırpıyor …çırpıyor…çırpıyor ondan sonra getiriyor misafir odasına seriyor sedirin üzerine,  onları katlıyor, cacımın içine koyuyor, sarıyor   yine dikiyordu.Allahın günü hep öyleydi, günde iki kere. Şimdi karşı apartmanda bir kadın var ya durmadan  kilim, elbise  çırpan,  ben onu gördüğümde hep diyorum ‘abim Ali’ .Yani abim Ali ev işlerini yapıyordu.Eşya, yiyecek, giysi, fotoğraf, kitap   ne bulduysa, ilgisini ne çekmişse   sahibi var mı,  yok mu, kimindir demez cebine koyardı, öyle de  bir huyu vardı. O gün de  gitmiş kümesten yumurta almış, çalmış diyeyim, kasketinin altına koymuş. Allah rahmet eylesin  böyle elini ters yüz eder sağır dilsizce  ‘aro…aro’ derdi yani iki yüzlüsün demek isterdi; ablam Hatun’da sağır dilsizdi ya çe Taloda  herkes  onların dilini konuşur, ne demek istediklerini anlar, cevap verirlerdi. Bu sağır,  dilsizlik Hormeklilerin Karer tarafından geliyor diyorlardı,  hakikaten de  Kasman, Badan , Emeran, Zengene’da ki akrabalar  hep ordan kız almışlar, kız istemeye gitmişler fakat benim anlamadığım ordakiler, Karer’dekilerde  aynı dedenin çocukları, torunlarıydı,  soydan sahiptiler. Hem sağır dilsizlik, hem de bor…bore   (albinizm, albino) vardı pek çok Hormekli , amcan Haydar da ( Heyderé bor) bor, Kamerîé  Sofué, Naze’nin babası, emıka Zelhan’nın abisi mca Yusuf’un çocukları neredeyse köyün üçte biri bor, Albinoydu.Acı taraf bu Albinolu akrabaların çoğunun ölüm sebebinin cilt kanseri olduğu sonraki kuşakta öğrenilecekti. Ablam, abim  ve birkaç akraba sağır dilsiz, amcalar bor (Albino)  olduğundan   hamile  kadınların en büyük korkusu  çocuğun sağır dilsiz, bor doğma ihtimaliydi.O dokuz ay  nasıl  bir korku, sıkıntı  içinde zor geçerdi, bilmezsin ‘ ya öyle doğarsa ne yaparım ben! Zavallı derdini anlatamaz, duyamaz, borluğundan  gözleri perişan bir şeyi doğru düzgün görmez, seçemez. Allahım ne olursun, Ya seyidi tekya ! eğer öyleyse  ölsün  karnımda, daha iyi’ dualarıyla  doğar  doğmaz ilk beyaz mı, bor mu  saçları?  diye bakar , on günlükken de  ‘Allahım ! olmasın…’ tedirginliğinde, yürek  ağızda  kulağının dibinde iki taşı ya da  kaşığı birbirine  vurur,  başını çevirince ya da şaşkınlıkla bakınca ses  duyduğunu, fark ettiğini  anlar bizim olurdu. Errr çocuk sağır dilsizmiş, bormuş tek  erkek doğsunda  ne olursa olsun peşindeki  er–keklerinin umurunda değildi tek dertleri çükleriydi.Gülme ! kız valla öyleydi. Sağır dilsizler diye ben çok üzülürdüm abimle ablama, böyle o derdini anlatmak için paralandıkça içim erirdi, ama o da rahat durmuyordu ki,  aklı başka işliyordu,  yoksa kasketinin altında yumurta koyar mı insan?Bu saçının üstüne yumurtaları kasketiyle gizlemiş eve geliyormuş amcam  Hüseyin’e yakalanıyor  ‘ bemrad ! sen iş yapma, dolaş, onu bunu çal ‘ derken de elini  başına vurmasıyla  kırılan yumurtalar  yüzüne, gözüne  akmasın mı? Abimin öyle bir huyu vardı; çalıyordu, doğruya doğru.Çe Talo’da bir yere bir şey koydun mu yok olurdu; delik deşikleri arardı, ne görse alırdı.Yukarıda Allah var. Böyle rahat durmayınca sağır dilsizliğine  bakmadan amcalarım akıllansın, bir daha yapmasın  korksun diye   ‘git,  başının çaresine bak ‘ diyerek abimi ev damından  kovdular. İşte o gece amcam Hüseyin odasına giderken abimin odasının önünden geçtiğinde   Gülten’in ‘ Allahım !  çok şükür  bugün ao lal,  Ali evde yoktur. Ben rahat yatacağım.’ dediğini duyunca, odasına gitmeden ‘bon’a  geldi Gülten’in duyduklarını  anlattı  ‘ biz böyle bir hatayı niye yaptık, yazık ettik yeğenime ’ üzüntüsündeydi.Nereye gidecek abim, köyün hepsi akraba, amca Begoé İbrahimé  Talo’nun evindeydi. Sürekli ‘nerede’ diye sorduğu Gülten’in öldüğü anlatılınca  Ali abim çok üzüldü, tam kırk gün traş olmadı, kırk gün…böyle deliler gibi nasıl ağlıyordu.Yazık, Gülten de öyle gitti. Kızım… kızım akıl, altın taca benzer, herkesin başında olmaz, zavallı Gülten’i niye getirdiniz, hayatını mahvettiniz değil mi? Gıle Rukoş  ‘abimin başını sen yedin’le  babamın öldürülmesinden hep annemi suçladı, ölene kadar bir gün olsun bana güzel bir söz söylemedi.Annesi   pirika mı Fidan gibi o da Hind derdi anneme, bana da Hind’in kızı. Yıllar geçti, hepsi öldü ama bana veyvi, waye, çene ma  Ceylan yerine ’ Hind’e çene mayayı Yezid’e (Yezidin annesinin kızı) gel hele buraya’  seslenmesi  bugün dahi kulağımdadır. 54 ‘ün kışıydı  babaanne Fidan öldüğünde, Haziran’da   amcam İbrahim annemi çene Küçükağa’yı aldı  eğer babaanne ölmeseydi  çene Küçükağaya neler,  neler diyecekti kim bilir ? kimse bilmez. Hind mi? Hind; Bedir savaşında babası, amcası ve kardeşini kaybedince intikam alıncaya kadar gülmemeye, kocasıyla ilişki kurmamaya yeminli, Uhud savaşında ganimet  hırsıyla okçuların mevzileri terk etmesini fırsat bilen mızrak atmasıyla nam salmış köle  Vahşi Bin Harbi’nin öldürdüğü Peygamberin amcası Hz. Hamza’nın karnını yardırıp,   avuçlarının içine konan ciğerini çiğneyerek yiyen, ilk kocasını aldattığı için evliliği sona eren Utbe’nin kızı,  ikinci kocası Ebu Sufyan’la evliliğinden doğan Hz.Ali’yle savaşan  Muaviye’nin annesi  Yezid’in   babaannesidir. Mezre Eliağaya gelin geldikten sonra çe Talo’ya gitmeme mani olduklarından ailemden  kimseyi görmezdim,  arada, sırada ablam Sara, halamız gıle Rukoş’u  görmeye gelirdi, bir de  Varto’ya gidilirken  yol üstü olduğundan  akrabalar uğrardı da  o sayede  görüşürdüm akrabalarımla. Çıkış, o çıkış, bir daha Kasman’a hiç gitmedim, ne hakim abimin, ne  Van’a giden kardeşim Turna’nın, ne sağır dilsiz Hatun’un, ne  de Selvi’nin düğünlerine de göndermediler, çol çocuk evlendi gitti yaşlandım o zaman izin çıktı .  Bizim orda gönlün var mı, yok mu  sorulmadan  evlendirilerek  baba ocağından atılan biz kızların  gönderildikleri  koca evlerinden ailesini görmek  için  dahi bir yerlere gitmesi yasak ‘otur, oturduğun ‘ yerdeydi, belki evine alışsın diye yapıyorlardı, tam bilmiyorum. Başta babaannem Fidan,  annem çene Küçükağa, Turna, Selvi, Nazlı, Zerif, amojın  Zehra gibi  beni de ziyaret etmek için yollamadılar bir yerlere. İzne geldikleri haberini aldığımda  Kasman’a ‘hakim abimi…waye mi görmeye gitsem bir’ dediğimde  hep  ‘a bunları kim yapacak, iş vardır kim yapacak,  çocuklar vardır, kim bakacak, nereye gidiyorsun bunları bırakıp ’  bahanesiyle  izin vermediler.Kardeşim öldü benim ya; Leyla;  cenazesine gidemedim, bırakmadılar  son kez ellerini, güzel saçlarını öpeyim. Öyle böyle güzel değildi, bir saçları vardı  nasıl bir sarıydı o, bembeyaz bir ten, kara gözler…kirpikleri öyle uzundu burnuna değecek kadar, Leyla’dan  önce bir kardeşim daha ölmüş; Turna’dan önce doğmuştu  o da çok güzeldi, yemyeşildi gözleri, Zekiye’ydi adı, altı aylıktı öldüğünde.Leyla öyle değildi, kocaman kızdı oynardım onunla. Uzak falan değildi Muskan, Kasman’a.Şimdi arabayla on beş dakika  bile sürmez, o zamanda bilemedin bir saat olsun. Ablam  Ceylan’ı  evlendikten sonra  görmedim, kocası bırakmıyor gelsin diyorlardı çe Taloda, insanın aklı almıyor evlendiği kişi halamızın oğlu, o bırakmıyor  evine gelsin. O zaman tek ablam Ceylan’ın değil hiçbir kadının kocası  bırakmıyordu, kadınlar  baba evlerine,  ailelerine ziyarete gitsin.Onun kocası Halité Mehemeté Ailé  Ailé ‘de  öyleydi. Ablamı ilk gördüğümde yirmiüç yaşındaydım.Bir kere  evime geldi  1966 deprem sonrası  çocuklarını kaybedince üzüntüden felç geçirmiş,  kolu tutmuyormuş enişte Halit’de  1972’ de Hacettepe’den  Sürahi bey  diye  amcam Hüseyin’in beni de Varto’da götürdüğü çok meşhur bir doktor vardı, onu tanırmış. Aldı getirdi ablam  Ceylan’ı, ilk o zaman gördüm yani, enişte bizde  yattı, ablamı da bir hafta hastaneye yatırdılar ondan sonra iki üç gün de  bizde kaldı.Gitmeden önce, bir gün bana dedi ki   ‘eree bacı,  ben kör olaydım ,sen bu kadar çekiyorsun.Kız, keşke sen bırakıp gideydin bu adamı da,  aha bu dünya, bütün millet, el alem orospu deseydi sana.Kız bırak kaç git .’ Dedim abla ‘ a bu çocuklar küçüktür, ben nereye  bırakıp , kaçıp gideyim? Bir daha da görmedim taa…dalıyorsun  uzaklara  bir filmin…dizinin…bir romanın, hikayenin  en dokunaklı, vurucu sahnesi; hayatının unutulmaz anları listesinde “top one” lığı   tahtından edilemeyecek olaylardandı, devrimci dayının evine gittiğinizde annenin, koltukta oturan daha önce hiç görmediğin ve fakat yüzü tanıdık gelen, saçları beyazlamış yaşlı kadına bakarak dayına   ‘waye ? kimdir’ –   ‘aaa, abla cidden tanımadın mı ?’ – ‘yo..’–’iyi bak’, başını iki yana hayır anlamında salladığını görünce  bu kez koltukta oturana  dönüp  ‘abla ya sen?sen tanıdın mı’– ‘bra valla bende  tanımadım waye’yi ‘–‘hayret!  kardeş, kardeşi  tanımayabiliyormuş.Waye Turna, bu bacı ablan Ceylan’ dediği anda ortalığı birbirine katan   figan… feryat.. yerinden kalkıyor teyzen Ceylan, kardeşine doğru hamle yapıyor, sarılıyorlar,  gözyaşları birbirine karışıyor, yan yana kanepeye oturuyorlar elleri ellerinde ‘teyzem Ceylan, anneanneme  çene Küçükağa’ya ne kadar da  benziyormuş ‘diye düşünürken sen. Annenin sadece beş yaşına kadar birlikte yaşadığı,ilk defa yirmiüç yaşında gördüğü, 30  yıl  sonra tekrar karşılaştığı,  seninse  ara sıra adını duyduğun  hiç görmediğin hayatına dair;  kiminle evli, kaç çocuğu var, isimleri ne; hiçbir şey bilmediğin tek annenin  ‘yazık  a o ablama,   dört çocuğunu bir anda depremde kaybetti, şimdi de eniştem Halit  ölmüş’ üzüntüsüne tanıklık ettiğin, yaz tatillerini Kasman’da, Badan’da  geçirdiğinizde yalnızca Muskan’da Eliağa  mezresin’de oturan ablasına  değil akrabalara…komşulara,  bir yerlere , gezmeye gitmek istediğinde ‘ hayır ! hayır ! ne lüzum şimdi’yle ağız burun eden,  suratı düşen,  kapı komşuya  çay içmeye dahi göndermeyen ‘orospular…sokak karıları dışarıdan içeri girmez, orası senin, burası  benim  gezer, dururlar’ düşüncesini atacağı dayakların bahanesi de yapan; kavga dövüş, yalvar yakar  izin alıp da bir yerlere, Kasman’a onsuz gittiğinde iki, üç gün sonra  ’eğer yarına kadar gelemeyeceksen bir daha da gelme, kal orda’  haberini yollayan babanın, anneni  bir yere göndermeme saplantılı  akıl almaz  tepkilerinin  nedeninin  idrakinde  zorlanırken; en son 1979 yılında gidilen 12 Eylül sonrası PKK’nın güçlenmesi, artık şehirli ama köylü  sülale mensubu eski kuşağın ‘nasıl gidelim, Şeyh Said isyanında  Hormekliler  Milis kuvvetleriyle  Cumhuriyetin,  sonrasında da  hep devletin yanında yer aldılar, savaştılar  diye Mala Feroya (Feran’a), Talogillere  düşman  PKK , ne yaptı görmedin mi? Gıle  Rukoş ’un  kızı Ayten’in kocası, amcası  Mehmet Halit’in oğlu Ali Haydar’a  ( Alié Haydaré Mehmeté Halité)  pusu kurup, vurdular, göz dağı verdiler Mala Ferana’; yeni kuşağın devrimci gençlerininse ‘Mehmeté Şerifé Alié’nin, Efendi’nin; geçmişini reddederek  devletin  nimetlerinden faydalanma peşinde; ağır asimilasyona maruz milletlerin, ulusların, mezheplerin, cinsiyetlerin kendilerini, kültürlerini korumak amacıyla mücadelesine kendilerinden olmasına karşın  balta vuran kişiler  için  söylenen ve   her dilde var olan “aslını inkar eden bizden değildir “ sıfatını  hak ettiğine inanarak  “Kürt olduğu halde aslını inkar etti ”yle  kökenine, kimliğine ihanetinin  delili  saydıkları  “Biz kökeni Harezmlilere dayanan Hormek aşireti,  Zazalar Arap istilasında İran’ı terk edip Anadolu’ya geldiğimizde zaman içinde konuştuğumuz  Türkçeyi   unuttuk…. Dersimli aşiretler gibi Kürtlerin kökeni de Türk’tür”  satırlı   T.C.nin resmi söylemini, ideolojisini Türk Tarih Tezini   desteklediğinden, devletin 1960 darbe sonrası pek çok kez  basımını yapıp  Kürdistan’a (Doğu illerine) okutulsun diye yolladığı – ailede her zaman  konu edilmesine,  tartışılmasına, öldürüldüğünde dört yaşında olan  annenin kendini sürekli savunma pozisyonunda hissetmesine, akrabalarıyla ağız dalaşına, kavgasına  rağmen  yıllarca tek şeye  proletarya diktatörlüğüne,  devrimi yapmaya odaklanıp,  okunacak devrimci literatüre ait  onca kitap, roman, klasikler  dururken ‘ acaba ne yazmış da  dedem bunca gürültü kopuyor sülalede, Kürtler arasında, bir okusam’ ilgini çekmesinin  imkansızlığından senin  ancak  otuzlu yaşlarında okuduğunda; Doğu’daki  Aleviliğin tarihini   Hormek, Hormeklilerin  tarihini de yalnızca  Mala  Fero(an)ların yaşadıklarına dayandırmasına,  Ermeni Tehcirini,  Dersim isyanını görmezden gelmesine, geçim kaynağı haline getirilmiş  karşılıklı talan, gasp, yağmacılığın neden olduğu aşiret çatışmalarını ortasında,  erkeğe, ailesine her türlü hizmeti  vermiş,  çektiklerine, yaptıklarına   dair  yaşanmışlıklarından bahsetmediği  kadınların  adeta  yok saymasına, olayları kendi bakış açısıyla değerlendirip aşiretinin  sorumlusu olduğu haksızlıkları, nahoş olayları  sansürleyip, hakikati  kaybettirdiği yazım diliyle, ülkenin yeni resmi tarihine  benzer aşireti   Hormekin, ailesinin  resmi tarihini oluşturmasına eleştirisel yaklaşmadan duramadığın ama dünyanın pek çok ülkesinde Avrupa’da; Fransız İhtilali, sanayi devrimi  sonrasında hızlanan,   toplumun mihenk taşları etnik kökenden, dinden, mezhepten birinin diğer kökenlerden, dinlerden, mezheplerden üstün  görüldüğünden yapısı itibariyle ayrımcılık taşıyacak (küreselleşmeyle önemini yitirmiş)  ulus devleti yaratma sürecinde, istisnasız her devletin başvurduğu; gerekli dokümanlara  ulaşmalarını da sağladıkları  güvendikleri bireylere resmi ideolojisini, ulusunu  destekleyici içerikte araştırmalar,  kitaplar, romanlar yazdırılması  yöntemi benimsendiğinden;  devletin, T.C’nin resmi ideolojisine göre şekillendirdiği  aile tarihini, hikayesini, otobiyografisini ve  düşüncelerini yazmasını; dönemin koşulları göz ardı edilerek, abartılıp, araştırmalara, makalelerle,  kitaplara, tezlere  konu edilmesini ( bu sayede istemedikleri halde   ünlenmesine, namının sürmesine hizmet ettiklerini  fark etmemelerineyse… )  karalamak  için, hep yapıla geldiğinden  şaşırtmayacak mahalle dedikodusu niteliğinde eşine, özel yaşamına dil uzatacak düşmanlaştırmalarını medeni  tavır, kültür düzeyi eksikliğine bağlamana neden – kitabı ortadayken’ kızgınlığıyla  ihanetçi, olumsuz bir  kişilik sunmalarının  sonucu,  ilgisi olmamasına rağmen  düşürüldüğü  suçlu psikozunda ‘benim babamdır, babamı  aslı mı inkar mı edeceğim? kemikleri kalmadı, toprağa karıştı  ama yazdığı kitap sayesinde her zaman adı söyleniyor, bu bile onun ne kadar akıllı, gün görmüş olduğunu gösterir.  Adam suç mu işlemiş? Ne yapmış ya  kendi düşüncelerini yazmış sen  kabul et  dememiş ki. Hem zaten   sülaledeki  gençlerin neredeyse hepsi, amcam oğulları, amca kızları,  torunları  bile  babama, dedelerine   “faşist” , “hain”, “devletin adamı” , ”ajan”, “muhbir”, “kadın düşkünü”  demiyorlar mı?, her şeyi yaptılar, söylediler daha da bir şey kalmadı,  yetmedi  yaydıkları dedikodular.Babam öldürüldüğünde çe Talodaki, ev damındaki en büyük çocuğu sağır, dilsiz  abim Ali,  21 yaşındaymış , hakim abim, ablam  Sara ‘da büyükmüş ama diğerleri, ben dahil benden sonra doğan amca çocukları sanki babamı tanımışlar, birlikte  yaşamışlar gibi  olmamış  şeyleri anlatıp durdular, yazdılar da. Hele o  hiç içimden gelemiyor ki ismini söyleyeyim, ağzıma bile  almak  istemediğim o yok mu o? hani babamla aynı soyadını taşımamak için soyadını değiştiren, Almanya’ya sığınıp bey, paşa gibi yaşayıp amcasına  iftira atan öz yeğeni yok mu? Mala mı,  eğer babam hainse, faşistse  öldürüldüğünde  daha doğmamıştın, sen niye kendini  babamın yazdıklarından sorumlu tutuyorsun.Sana ne? sen niye üstüne alıyorsun.Hainse o hain, sana ne amcandan.Haydi kabul edelim   haindi babam ona ne babamdan.Hormekli olmaktan, babamdan, amcamdan, kendi babasından   utanıyormuş da  soyadını değiştirmiş.Peki  soyadının tamamını sil gitsin  niye  tek  harfi değiştirdin  Fırat yerine Ferat .Gülerler adama, soyunu reddettin güzel, alkışlayalım da peki mirası niye reddetmedin de babamın, amcanın  devletten (T.C’den)  aldığı arsalardan payını istedin, aldın, üstüne de tapu ettin.Madem nefret ediyordun amcandan kendin bir şeyler  yapsaydın adın duyulsaydı (kendine ait farklı özgün  bir faaliyetinle  gündem olsaydın demek istiyor) niye babamın   adını, yazdığı kitabı kullanıp onun hakkında yazı yazarak isim yaptın? Diyorlar ki Kürt bir gazetede neler… neler yazmış yok babam çizmeleriyle insanları tekmeliyor, dövüyormuş, zorbaymış,   falan, filan.’ Annenin  sözünü ettiği 1986 yılı 22 Ekim ve  10 Kasım  tarihli  Kürdistan Press gazetesinde   ‘Bir Hain: Mehmet Şerif Fırat ve İhanetinin Ortaya Çıkardığı Bir Kitap: Doğu İlleri ve Varto Tarihi’ başlığıyla yayımlanan  iki makalesinde   “Mehmet Şerif Fırat, TC binbaşılarına tokat atan, kırbaçlı, çizmeli, şortlu, zorba bir bey olarak tanınır. Bölge valisinin kapısını çizmesinin ökçesi ile açan ‘yiğit bir Alevi reisi olarak lanse edilir…. Nihayet ,  Kürdistan’ daki  tüm uşaklarını istediği türde hareket ettiren Kemalistler, Mehmet Şerif Fırat ve benzeri  Alevi liderine Şeyh Said hareketini kundaklama görevi verirler. Daha sonra Dersim Ulusal direnmesinde de Şerif Fırat, Fero  aşiretinin diğer liderleri  ( bu arada  amcası  dışındaki diğer liderlerin adını açıklamasının nedenini çözebilene bravo) “Kimine göre Mehmet Şerif Fırat’ın “zamanın korucu başı”sı olmasının altında menfaat yatar. Cibran, Çarekan, Lolan aşiretlerinin, Osmanlı’nın son döneminde bölgedeki pekçok devlet kadrosunu elinde bulundurmaları, Xormekan liderine bir fırsat sunmuş olabilir. Yani, başlayan Şeyh Said Kürt Kıyamı’na devletin katliâmla cevap vereceği, yeni kurulan Kemalist rejimin Kürtlük’e dair her şeyi yok etmek istediğini biliyor olmalıydı. Ve bunu fırsata çevirdi.. İsyana karşı bir korucu birliği oluşturuyor. Köy köy dolaşıyor, kafasına estiği genci yanına alıyor, karşı çıkana dayak attırıyor. Kısa sürede yüzlerce kişilik tepeden tırnağa silahlı bir çete kuruyor ve isyancılara karşı savaşıyor. Kendisine katılmayan mesela Keçan, Xirbaqûv, Reqasan köylerinden Lolan aşiretine mensup köylüleri falakaya yatırıyor.Bu adam bir de eski defterleri karıştırıyor. Çok önceleri kim Xormekan aşiretine bir fiske vurmuşsa ya da bir laf etmişse öldürüyor, tutuklatıyor. Yöredeki yaşlılar neler anlatmazlar ki? Bunların ne kadarı abartma bilemem. Sünnî Cibran, Batkiyan (Baz), Ezdînan, Moxilan ve öteden beri rakip gördüğü Alevî Lolan aşireti esnaflarına haraç kesiyor…” satırlarıyla “Dayakla Okutulan Kitabın Yazarı: Mehmet Şerif Fırat” başlıklı makalesinde   “……….1925’te Hormek aşiretinde, Alié Haydaré Zeynelé  Muş’ta valinin sekreteri, Mehmetê Halidê  Aliê Varto’da nüfus dairesinde memur, Selimê Ağaê’nın oğlu Haydar ise Varto’da gardiyandır artık. Mehmetê Şerifê Aliê’yı Kaniya Reş (Karlıova)’e mal müdürü olarak atarlar. Artık o Varto’dan Elazığ’a, Erzurum’a, Çiyayê Kurtik’tan Çiyayê Şerafeddîn’e kadar tek hâkimdir. Astığı astık, kestiği kestiktir. Bu öyle Sedat Bucak’ın operasyonlara korucularını göndermesi gibi değildir. Bu adam mahkeme kuruyor, isyancıları takip ediyor, askerî birliklere kılavuzluk ediyor, esir alınan isyancılara işkence ediyor, tarih dersi veriyor, Türkçe öğretiyor millete vs.”le Cumhuriyetin ilk yıllarınca devletle içli dışlı Hormeklileri açıklamaktan  çekinmeyen   Darius Winzer’in objektifliğine karşın  yerin dibine koyarak bir tek onun ismini  ifşalayıp diğer Hormeklileri koruyup “ TC’nin sadık ulemaları olarak görevlerini başarı ile sürdürürler ’ ifadeleriyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin bölgedeki mutemet uşağı, sadık bir kölesi’, yazdığı kitabı da ‘Kürdistan ’ın sömürgeleştirme tarihinin bir parçası  nitelendiren, yazdığı

“Hormek Oymağı;

Asiyadan kopan Türkmen selinden,

Ayrılıp gelmişti Harzem ilinden,

Ezber destanları Uygur dilinden,

Büyük babam Ata Hormek oymağı

Erzincana hemen otağın saldı,

Bir anda Fırat’ın bağrına daldı,

Balık, savşek, büyük köyü o aldı,

Mehmed pehlivanı, Hormeki çağı

Sülbüs dağlarına kurdu çadırı,

Horasana doğru döndü hatırı,

Dönerken Vartoda kaldı beygiri,

Üstükran oldu en son durağı

Üstükran yaylası, o Bingöl dağı,

Uzun Hasan hanın çadır kurağı,

Burda tüttü Kara Yakup ocağı,

Önünden karadı Murat ırmağı’

şiirde görüleceği üzere ulus  devletinin asli unsur gördüğü   Türk  Milleti olduğuna inandığı  aşiretini yüceleştiren  amcası Mehmetê Şerifê Aliê ‘ye muhaliflerin bile  elinin varmadığı tanımlamaları, söylentileri  ilk kullanan  amcasının oğlu  Selimê Hüseyiné Aliê’nin yazdıklarını, söylediklerini  asla hazmetmeyecek annenin  ‘Kasman’da tek bir köylüden babamın bunları yaptığını  duymadım zaten kaç hane vardı köyde, böyle zorbalıkları  gizlemek kolay mı? Eğer dediği gibi, öyleyse hadi diyelim, Kasmanlılar   biz   çocuklarına anlatmadılar.Eee anam, babam; evlere  Türk bayrağı astırdığını, bir kadının  dilini Türkçe konuşmadığı için kestiğini, milleti çizmesiyle tekmelediğini illaki gören birileri bu olayları söylemiş anlatmıştır  değil mi?Eninde sonunda  biz çocukları da duyardık’ serzenişine, bu coğrafyada   zorbalık yapan  kimse, gizli kalmayıp resmi olmasa da illaki sözlü tarihle  gelecek kuşaklara  aktarıldığından o kadar  yıl yaz tatilinde dewa ma Kasman’a, Badan’a  ailece gidildiğinde bir tek insanın ağzından duymayınca  ‘bir Allahın kulu  da mı görmemiş dedemin yaptıklarını ayrıca bunca  haksızlığı   yaptığından   her an kendisinden  intikam alınacağını  öngörecek  yetkinlikte olmasına rağmen   Kasman’da korumasız  halde  yaşamaya devam edecek kadar aklını  mı kaybetti’ ikircimliğini yaşayıp, dedene atfedilen  zorbalık ve faaliyetleri kabullenmen için kanıt arama ihtiyacını kenara  iteleyen annenin sesi, yeniden odayı kaplıyor  ‘annem çene Küçükağa da anlatırdı,  babamlar Şeyh Said isyanında Cumhuriyetin,  Atatürk’ün  yanında saf tutmuşlar. Hormek Milis Kuvvetini  kurup savaşmışlar sonra  Hormeklilerden kim var, kim yoksa  a o  1930 lu yıllarda hastalıktan öldüğünde karısı Behıj’ın Kortegül’de Hesené Faki’yle evleneceği babanın dedesi Memilé  İbrahimé Talo, Alié Haydaré Selimê,  Romiê Selimê, Veliê Agaê’, Mehmeté Halité Alié,  hepsine  sürgün kararı çıkmış. Oğulları, torunları gibi şefkati, merhameti  olmayan,   cimri mi cimri, paracı, kindar ve de zulümkar büyük büyük deden Memilé  İbrahimé Talo sürgün günü de yapacağını yapmış, oyyyy çok vicdansızmış; dewa ma Badan’a asker gelmiş  sürgün kararını bildirecek, Badan ‘da  sevmediği  Şıdogiller aşiretindeki adamlar Türkçe bilmiyorlar, korkuyorlar sürgün edileceklerden, köyün ileri geleni olduğundan yanına gittikleri   Memilé  İbrahimé Talo’ya ‘ağa, kurban olalım sana,  askere de ki bu Şıdogiller fakirdir, fukaradır,  hiçbir şeyle  ilgileri yoktur’– ‘siz  merak etmeyin’ .Asker geliyor ki çe Memilin kapı önünde kalabalık toplanmış ‘Memilé  İbrahimé Talo  kimdir?’  bu öne çıkıyor  başlarındaki  çavuş daha bir şey demeden hemen   ‘ bu gördükleriniz de Şıdogil aşiretindendir. Beyim, bunlar oniki jandarma, bir başçavuş vurmuşlardı’ diyerek o dakka adamların fermanını çıkartıyor.’– ‘ Allah, Allah büyük büyük dede Memilé  İbrahimé Talo  bayağı Türkçe konuşuyormuş, o zaman babam niye dedem Resulé Memilé için ’ ben hayret ederim  insan Türkçe öğrenmez mi?Zazaca bilirdi, Türkçe bilmezdi’ diye hayıflanıyordu? ‘–‘ kızım, ahret sorusu bu, ben ne bileyim?Ama amca Resul tembel adammış, okula alakası yokmuş.Pek oraya buraya gitmez, Hükümetle de işi olmazmış,  belki ondan öğrenmemiştir. Bende hep düşündüm  babam  devletin adamıydı maden  niye sürgün edilmiş?’  Annen gibi dedenin de içine dert olmuştu İnönü’nün   “ülke içerisinde Osmanlı’dan beri var olan aşiret ve aşiretçilik Cumhuriyet İdaresine yakışmamaktadır. Bu idare tarzını yıkarak Vilayet-i Şarkiye’de gerekli olacak ıslahatların yapılması, halkın devlete olan güveninin artırılması, diğer taraftan ülkenin muhtelif yerlerinde çıkan isyanların önlenmesi için bu kanuna ihtiyaç duyulmaktadır.” konuşmasıyla  10 Haziran 1927 tarihinde yasallaşmış “ ekonomik durumu olmayanların tüm masrafları hükümet tarafından karşılanacaktır” maddeli 1097 sayılı “Bazı Eşhasın Şark Mıntıkasından Garp Vilayetlerine Nakline Dair Kanun”la sadece isyana katılanlar  değil,  huzursuzluk çıkaran aşiret mensuplarından  500 kadar ağa ve şeyhin içine kendisinin de katılarak  Batı ilerine sürgünü. Ancak aynı yıl sonuna doğru Batı illerine naklolunanlardan Şeyh Sait ve devamındaki isyanlarla ilgisi olmayan, naklolundukları mıntıkalarda olumsuz durumları  görülmeyenler için 1097 nolu yasanın uygulanmasını erteleten “Bazı Şahısın Doğu Mıntıkı’ndan Batı Vilayetlerine Nakilleri Hakkındaki Kanun (1097 Nolu Kanun) Hükmünün Refine (Ertelenmesine) Dair 1178 sayılı yasa ile nakledilenlerin eski yerlerine dönüşüne izin verildiğinden Hormek aşireti sürgünleri de Gımgım’a geri dönmüşlerdi. Çene Küçükağa   ‘ baban Varto kaymakamı Ali Desto hileyle bizi  sürgün  listesine yazdırdı.’ diyordu.Haydi o yazdırdı listeye fakat   Şeyh Sait isyanının  bastırılmasındaki faydamızdan  dolayı  Hormeklilere;  4.1341 (1925) tarihinde  Hormek Milis kuvvetleri kumandanı Şerif Efendiye– Varto  hitaplı  teşekkür telgrafı çekmiş 12. Fıkra Kumandanı  Mirliva Osman Nuri Paşaların, Hınıs Müfreze Kumandanı Kaymakam Osman’ın  ‘Hormeklilerin  mücadelemize  verdiği  destek olmasaydı  Cumhuriyet idaresinin Şarkta  tesisi zorlaşırdı’  diyerek sürgün kararına karşı çıkmamalarının üzüntüsünü “ …Bu milli Mukaddes vazifeden sonra muhitte emin ve parlak bir mevkii elde etmiştim. Varto Hükümeti, Muş Vilayeti ve Fırka komutanı yanında sözüm geçer ve kendi kabile ve akrabalarım yanında sevilir ve sayılırdım. …Bu sırada Varto Kaymakamı Vekili Muş’un Artit Köyü’nden Desto oğlu  Ali Efendi idi. … Biz Selikan’da 34 alay komutanı emrinde iken Ali efendinin kayınbiraderi olan Cibranlı Yzb… beyin oğlu milislerimiz tarafından katledilmiş… Bu sırada hükümet  şarkta kalan bütün ağa ve beylerin garbe nakilleri için lahiya hazırladığı ve bütün vilayet ve kazalardan mütegallibeleri soruyordu… Ali efendi bu fırsatı kaçırmamış, bizi de hükümete muhalif ve mütegallibe göstermiş, nahiyeden benimle beraber birkaç akrabam ve sevdiklerimin adlarını dahiliye vekaletine göndermişti. Bize çok ağır gelen şey, mevcudiyetimizi uğruna feda ettiğimiz bir idarenin sürgünü olmaktı. O idare ve hükümet ki, biz onun yardımı ve ülküsü uğrunda hayatımızı hiçe sayarak her türlü tehlikeyi göze alarak, mağduriyetlere katlanarak doğunun en yüce dağlarında dalgalanan şanlı bayrağımızı beklemiştik. Bu kadar haksız bir durum karşısında bile Cumhuriyet idaresine karşı içimiz soğumadı ve milli hükümete darılmadı. Bize yapılan haksızlıktan büyüklerimizin habersiz olduklarını ….bilirdik.”  yazarak ifade ettiğini  hatıra defterinin belli kısımlarından çektiği  fotokopileri   gönderen hakim dayın sayesinde  öğrenmiştin. Ulaşılacak ne bir bilgi, ne de o anı yaşayan   kişi kalmadığından gerçekte  ne yaşandığının neden sürgün listesine alındığının kararını vermek  zorlaştığından  aklın süzgecine bırakılan olaylar vardır ya işte onlardan biridir  Hormeklilerin  sürülmesi.Bir rivayete göre de   Hamidiye Alayları gibi çete işlevi gören Hormek Milis kuvvetleri isyan sonrası dağıtılmış,  Varto kaymakamı olma  isteği kabul edilmediğinden;  Hormekliler ve civardan topladığı silahlı adamlarıyla evini bastığı kaymakam Ali Desto’nun adamlarıyla çıkan  çatışmada,  kaymakamın kayınbiraderi ve  Hormek  aşiretinden 2 ya da 6 kişi ölmüş, bir süre firari  gezdikten  sonra teslim olan Efendi Mehmetê Şerifê Aliê de sürgün listesine   dahil edilmişti. Görünenin, anlatılanların dışında Şark Vilayetleri Umumi Müfettişi’nin      çizmelerine elindeki siyah  kırbacı  vura vura Milli Hükümetin Dahiliye Nazırına ‘Ali kıran, baş kesen gibi davranmaktadır. Doğu İllerinin Çerkez Ethemi mi, Cibranlı Halit’i mi sanır kendini?  Devlet karşısında artık herkes hududunu, haddini  bilecek. Bulunduğu yere nasıl geldiğini unutmayacak.  “Ali kıran baş kesenliğin” devletin, bizim istediğimiz kadarlık olacağını… bizim istediğimiz yere kadar  gideceğini   öğretmek  lazımdır ki yarın bir gün kerametin kendinden menkullüğüne  inanıp  bizi dinlememezlik etmesin.Boş bırakmaya gelmeyecek ne  yapacağı belli olmayan gözü pekliği  böylelerini zaptü rapt altına almayı zorlaştırıyor. Beklemediği anda, beklemediği yerde  vuracaksın ki korksun “Şark Mıntıkasından Garp Vilayetlerine Nakline Dair Kanuna” dahil edilsin hem o, hem de Hormekan ileri gelenleri. Yeni bir Hamidiye Alayı tecrübesine gerek yoktur. Gayemiz Avrupai devletlerde görüldüğü üzere  tek ve düzenli ordudur. Nakil, sürgün verilecek en iyi derstir Mehmet Şerif’e ‘ dediği de rivayetlerden biriydi.

Annenin, teyzelerinin  anlattığı ülkenin tarihiyle iç içe geçmiş  yaşanmışlıklar, söylentiler, aile içi çekişmelerden ziyade seni kilitleyen  Türk, Kürt, Alevi, Sünni, Ermeni, Rum kadınların hepsinin, küçük yaşta evlendirilmeleriydi. Nitekim annen gibi   anneannen çene Küçükağa da  13 yaşındayken; 1894 doğumlu ise 33, 1899 doğumlu ise 28 yaşında  olan deden Mehmetê Şerifê Aliê’ ile 1927 yılında evlendirilmişti. Onun içinde cevabını  hep merak ettiğinden niye aklına gelmedi, neden sormadın hayatayken diye yüz bin kez  kendine kızdığın, pişmanlık duyduğun anneannene soramadığın   sorulardan olan ’çocukken evlendirilmenin zorluğunu, korkusunu, acısını  yaşayan, bilen  biri  olarak  gönlün  nasıl el verdi biri  sağır dilsiz  dört kızının çocuk yaşta; on, on bir yaşlarında evlendirmelerine?’ Sormadın ama baban onun yanında anneni dövmeye yeltendiğinde  ‘annemi niye bununla, bu deliyle evlendirdin’ çıkışına  gülmesini çocuk yaşında  bir yere sığdıramamıştın, yaşadıklarını bilmediğinden belki de. Proletarya diktatörlüğünü getirecek devrimi yapamayınca otuzlu yaşlardan sonra kitabını;

“AKLIMI SATTIM

Aklı sattım müşteri bir dilbere.

Gitti fikrim ben bugün divaneyim.

Bu seherde uğradım bir esmere.

Gitti fikrim ben bugün divaneyim.

Çok acayip müşteridir ol nigâr.

Defterinde deli kimseler yazar.

Fettan gözle ile ettik bir Pazar.

Gitti fikrim ben bugün divaneyim.

Boyu Selvi gözleri ceylân misâl.

Bir kadeh sundu şerabi lâ-yezâl.

Eyledi beyhuş beni şiirin cemâl.

Gitti fikrim ben bugün divaneyim.

Dolusuna kandı geldi canımız.

Dilberin oldu cemâli şanımız.

Kaynadı gitti  o yara kanımız.

Gitti fikrim ben bugün divaneyim.

Aklı sattım ona, ben oldum deli.

Emrine fermanına dedik beli.

Eteğini tutmuş Fıratın eli.

Gitti fikrim ben bugün divaneyim.

tarzı  şiirlerini  okudukça  espri olsun diye  çene Mehmetê Şerifê Aliê diye seslendiğin  ‘ anne ! sen, emin misin dedemin başka kadınlarla ilişki kurmadığına, başka  kadınları  sevmediğine ? Şiirlerine bakınca, bahsettiği  kadınların  anneannemle alakasının olmadığını görüyorum. Mesela “Aklımı Sattım” bu şiirde bahsettiği, divane olduğu kadın selvi boylu. Anneannemin boyu şuncacıktı, kısaydı.Şiiirlerini okuduktan sonra dedemin, anneannem dışında  pek çok kadına gönül verdiğine inanıp, hayatından bir tek anneannemin geçtiğine  inanmıyorum.Pek de çapkın geldi bana, aşık olmayan, sevmeyen  biri böyle şiirler yazamaz.Hem o yıllarda  hangi erkek  28 yaşına kadar hiçbir kadına el sürmeden durmuş  ki?’ dediğinde    ’ hele bak ! ne diyorsun kızım sen ! İnsan dedesi hakkında  böyle konuşur mu? Yazıklar olsun, benim babam annem dışında kimseyi sevmemiş’  zılgıtını yiyeceğin  annenle kavganın  sebebi;  cidden anneannem dışında kimseye yan gözle bakmayan   yoksa  tersine çapkınlıkta sınır tanımayan biri miydi? Çocuklarına, eşine  nasıl  davranmıştı, hangi çocuğuna, kime benziyordu? Neyi yemeyi severdi, neden hoşlanırdı?   kitabının önsözünde yazdığı “bu kitabı yazmağa beni zorlayan biricik ülkü, gerçekte asıl Türk kanını taşıyan ve Türk oğlu Türk olan Varto halkıyla, doğu illerimizin çeşitli bölgelerinde oturan Türk ve Türkmen boylarına mensup halkın ve bu çiftçi köylümüzün halen Kormanci ve Zaza dil hamurlariyle konuşmaları derdi olmuştur. Bu halkın hepsi de bugün Türk soyundan olduklarını bildikleri halde Acem, Arap, Ermeni, Keldani kelimeleriyle dolmuş ve bu suretle anlaşılamaz bir hale gelmiş, aslında Türkçe olan bu karışık ve manasız dilleri bir türlü söküp atamamışlardır. Ben bu eserimle, bu yurttaş ve kandaşlarımın fikirlerini daha fazla aydınlatacak ve onlara gerçek soy ve dilleri hakkında geniş bilgiler sunmağa çalışacağım. Her bir karış toprağı Türk ecdadımızın kanlarıyla sulanan ve her bir dağında, ovasında, bel ve geçidinde binlerce Türk şehidi yatan ve her yanı bu şehitlerin adlarıyla anılan, aslanlar yatağı doğu illerimizin, dünyanın kuruluşundan beri Türk özyurdu olduğunu tarihi kaynaklara ve gerçekliğe dayanarak ispat etmiş bulunmaktayım” gibi  miydi gerçek ? Etrafındakilerin Türkçe dışında bir dille konuşmalarını  istememesin  de iteleyici güç,  ulus yaratma sürecinde  devletin oluşturmaya çalıştığı  tek millet Türkleştirme planı mıydı? Kasman’da, bir  dağ köyünde  otururken bir kitap yazma fikri birilerinin kulağına fısıldaması ya da  ısmarlamasıyla mı   aklına düşmüştü? o hengamede, çe Talodaki o kalabalıkta   ne zaman, nerede  vakit bulup da yazabilmişti kitabı? Hayatından bir tek anneannenin olduğuna  inanmış annenin dediği gibi merhametli, hakkında yazılar döşeyenlerin dediği gibi “amatör tarihçi, küfürbaz zorba, dalkavuk mıydı?”  sorgulamalarına  maruz  bıraktığın deden  Mehmetê Şerifê Aliê’ nin hayatına  dair   merakın yok,  yok  ne yazarlarsa yazsın, ne söylerlerse de söylesinler  ‘o benim dedem’ durağına varmadan yanında kardeşi İbrahim ve adını kimsenin hatırlamadığı bir akrabayla kalın beyaz bir perde önünde  beyaz gömleği, çiçekli kravatı, cebine gri renkli  dolma  kalemini koyduğu çizgili ceketi,  parmağında yüzük, ellerini birbirine kavuşturarak poz verdiği sarı pirinç  çerçeve içinde yarısı sararmış fotoğraftaki  siyah beyaz kırçıllı saçlarına,  bal rengi gözlerine, bakışlarına, yüzüne uzun uzadıya bakıp; burnunu hakim dayına, yüz şeklini  annene, dolgun, iri cüssesini  kıza kardeşi Sara’nın çocuklarına, yeğenlerine benzeten ‘bu fotoğrafı  çektirirken  acaba bir gün, Ankara’da bir odada  hiç tanımadığın   şiirlerini, kitapların okuyarak, söylenenleri dinleyerek   dedesini tanımaya, anlamaya çabalayan, her gün yeni, farklı  bir yönünle  karşılaştığından  karmaşık düşüncelerde  boğuşan  torununun ‘ belki sen  kindar, intikam peşinde, devletin muhbiri olabilirsin  ama      “herkesin namusuna yan gözle bakıyormuş. Değirmen sırasında dövülmüş gençken, gidip Ziring köyündeki bir Çeçen’e işkenceyle pişqul (koyun pisliği) yedirtiyor, karısına tecavüz ediyor. Yani intikam alıyor. Kendi aşiretini Türkçülük’le bıktırmış. Köyüne Türk bayrağı asmış, Türkçe bilmeyen Xormekanlılar’a sopa attırıyormuş. Örneğin 1933’te Xormekanlılar’ın bir adamı Bêrtî aşiretinden biri tarafından öldürülmüş. Bundan dolayı Bêrtî aşiretinden Hecî Zûlfî, Yusufê Hecî Alî ve Yusufê Hecî Muhammed’i tutuklatıp Muş Cezaevi’ne koydurtuyor, hem de “vatana ihanet” suçlamasıyla. Bêrtîler’e yayla yasağı koydurtuyor. Aynı yıllarda komandolar köyleri basıp silah topluyorlar. O zaman Abdullahê Musa isimli bir Xormekanlı varmış, Pîrcan köyünde yaşarmış. Bu adam Mehmet Şerif ’in zûlmüne isyan ediyor. Mehmet Şerif, bu adamı atın kuyruğuna bağlayıp karda dolaştırmış. Çok iğrenç şeyler daha anlatılır bu konuda. Yine Türkçe öğretmenliği yaparken, bir türlü Türkçe öğrenemeyen bir kadının dilini bıçakla kestiği söylenir. Askerler binlerce insanı öldürüyor. Cesetleri kurtlar kuşlar yiyor. Hayatta kalanlar dağlarda, kovuklarda gizlenerek, ot yiyerek ayakta kalmaya çalışıyor” paragraflı Darius Winzer,   Christopher De Bellaique,   Ruşen Aslan ve diğerlerinin ima etmeye çalıştıkları gibi  asla ırz düşmanı, öyle bir olayın  vuku bulmadığının kesinliğinde adını, sanını belirtilmedikleri bir kadının dilini Türkçe  öğrenmedi diye kesecek vahşilikte  biri değilsin  çünkü insanın bir tek bakışları gizleyemez merhametsizliğini, gaddarlığını’  iç sesiyle rahatlayacağı  aklına gelmiş, böyle bir şeyi hiç düşünmüş müdür acaba?   gibi olmayacak, yaşanmayacak   duygu selinde  geçmişin ardına takıldığından hakkında araştırma yaptığın dedenin; önemli özelliklerinden birinin  tanıdığı kişiler, sevdiği mekanlar,   memleketi ilgilendiren “9/Şubat/1948  günü Bulgaristan Solopoz şehrinde şehit düşen tayyareci üstçavuş Kemal Menderese’e” gibi kendince önemli gördüğü  olaylar  hakkında şiir  yazmak olan  ,  iyi bir gazete takipçisi  de olduğuydu  ki, 14 Kasım 1947’de  yayın hayatına son veren Son Telgraf gazetesinde ‘bak şu adam II. Abdülhamit’in hafiyesiydi  tutuklayın, şu Paşa ittihatçılara çok çektirmişti unutmayın ! şu adam  Hürriyet düşmanıydı bunu da içeri alın ‘ tarzında haberleriyle,  Etem İzzet Benice ile mebusu da olduğu İttihat ve Terakki Fırkası’na bir nevi üst akıllılık yapan sonrasında Kuvayı Milliye’yi  destekleyen,  bir ara muhalif konuma  düşen,  baş yazar Hüseyin Cahid Yalçın’ın “Tehlike Var”,  9 Kasım 1947 Kudret gazetesinde Prof.Dr.Fuat Köprülünün “Bir çılgınlık mı yoksa bir tahrik mi?” , Vatan gazetesinde Ahmet Emin Yalman’ın da “ Her şeyden evvel memleket “  makalelerine konu ettikleri, Meclise gündemine de  taşınan   6 Kasım 1947 tarihinde Tanin’de manşetten “İrtica Yılanı Uyanıyor, Varto’ dan aldığımız bir mektupla duyurulan   “Şafi ve Nakşi aşiretlerin bölgelerindeki hocalar, şimdiden takkelerle geziyor ve hususi höcrelerde  vatan çocuklarını Arapça okutup Cumhuriyet aleyhine zehirliyorlarmış ;  Maslup Şeyh Said’in oğluna yapılan istikbal…. Celal Bayar, Erzurum’a gelirken , İsmet İnönü’den bin kat daha bir sevgi ve tezahüratla karşılandı. Acaba  o, İnönü’den fazla mı bu  yurda hizmet görmüştür. Hayır, Hayır …Bayar onların  mülevves elleri üzerinde dakikalarca havada  muallâk durdu.  Atatürk öleceğine hepimiz ölseydik , daha iyi değil miydi’   düşüncelerini öğrendiğin gücü, zenginliği  getiren Türkiye Cumhuriyetindeki geleneksel devlet yönetme biçiminde bireyler; düşüncelerini, tavırlarını  beğenmedikleri,  hoşlaşmadıkları  kendileri gibi olmayanları, düşünmeyenleri, savundukları partiyi, lideri, mevcut düzeni  desteklemeyenleri, muhalifleri  her zamanın, dönemin  geçerli akçesi “hain, anarşist, şeriatçı, terörist, irticacı, bölücü, “komünist”le  düşmanlaştırır, hep yaptıklarını yapıp  çıkarları için kullanmaktan asla vazgeçmedikleri  “kurtarıcı bekleyen bir millet, millet olamamıştır” söylevli Ulu Önderinin  arkasına sığınarak;  varlığını, iradesini, aklını   hiçleten,  yapabileceklerinin, etkinliğinin farkında olmasını istemedikleri ümmetçi hale dönüştürdükleri  halka, kitlelere durmadan; hiç bir şey başaramayıp doğru  düşünemediklerinden  her daim her dediğini  sorgulamadan kabullenecekleri   bir lider beklemelerini empozeleyip,  vurgulayarak “olmasaydı olmazdık”,  “ o olmasaydı kim kurtaracaktı vatanı , bizi düşmandan”  hipnoz işlevli cümleler, şiirler  tekrarlatıp  ‘ya ben ya da benden başkasına yar olmazsın’ algılayışıyla farklı bir boyuta taşıdıkları biat kültürünü yaygınlaştırdıklarından;  bilimi, özgür bireyi kutsallaştıran   ağızlardan  bile  hemen hemen her gün işitilen  – işin tuhafı, memleketi yöneten, kendilerini toplumun “zinde” gücü görenlerin  iştirak etmediği; 4 yaşında çocuk sloganıyken 7’den 77’ye herkese söylettirildiğinden,  tebaalığından  vazgeçmeyen çoğunluğa bakıp   filmi  kopardığınız o noktada; akılcılık, bilimsellik, analitik düşünce  seviyesi bu haldeyse   demek ki boşuna yormamak lazım çeneyi dedirten –  “ Atam, Atam sen kalk ben yatam “,  “keşke Atatürk ölmeseydi de  tek  ben, herkes  ölseydi onun yerine” önermeli psikoloji, sosyoloji  bilimi açısından sağlıksız, hastalıklı, takıntılı   ruh halinde “ biz niye böyleyiz,  neden Türkiyeli  olamadık da paramparçayız. Medeni ülkelerdeki gibi ortak  bir  hayatı sürdürmemizi sağlayacak, bizi bütün yapacak  kavramları, tavırları niye üretemiyoruz’  irdelemektense,  10’uncu Yıl Marşı’nı cep telefonlarına zil sesi  yükleyen, Atatürk’ün sesini duyduğunda,  fotoğraflarını gördüğünde ağlayıp ‘ teknolojik ve bilimsel gelişmeler  her çağın bir öncekinden daha iyi olmasını değişimi, gelişimi getirmiştir. Liderler ancak  stratejileri, akıllarıyla bu  gelişimi, değişimi ya  hızlandırır,  ya yavaşlatır. Atatürk olmasaydı bir başkasının öncülüğünde gelişirdi olaylar’   yorumunu yapanları da Cumhuriyet’i yıkmaya kararlı kesimden  olduklarına  inanacaklarından itibar etmeyecek  duygusallıkta;  panik ataklı, kavgacı dünyalarında   ya göklere çıkartacakları  ya da yerin dibine gömecekleri insanlarla  kısırdöngülü  biçimde yaşayıp gidenlerden hiçbir farkı olmayan;  deden de yaşıyor olsa ve “Varto Mektubu”nu bugün AKP iktidarında  yayımlasaydı  muhtemelen sosyal medya da TT olacak, onlarca telefon, mesajla onurlandırılacak, cesareti övülecekti;  ”ilaaah, şiiiirk, put ur hands up yeeee”le ortalığı velveleye vermenin alemi de  yok bu  Ortadoğulu  milletlerin baş karakteristiği kişiyi, lideri, tam olarak öyle olmasa da putlaştırma, ilahlaştırma sadece Atatürk’e, İnönü’ye, Bayar’a, Menderes’e, Demirel, Ecevit, Erdoğan’a  özgü  değildi ki Atatürk’e gelene kadar onca Padişahlar  II. Abdulhamitler, Enver , Cemal Paşalar …, …,   ev, iş, araba, koca, sınav kazandırması  beklenen  türbeler, şeyhler, hocalar  ne ilahlar, ilahlaştırmalar geldi   geçti   bu ülkede; üstüne  pandemi de  hatırlatma dozu Turkovac aşısından   vurdurdunuz da ne oldu, ne değişti  memlekette eyyy   kurucu kadroların çocukları, torunları; devleti yönetenler? Bilimde, teknik de, kültür de dağları, uzayı, Marsı mı aştırttınız ? Bu ülkede  doğuştan beri daha güzel bir yaşamın aracıyken, amacı yapılanı  siyasetin konuşulduğu ailelerde yetiştirilen bireylerin  teknik ve bilim uğraşan, hobileri olan, sanattan zevk alan,İspanya’daki gibi meydanlarda geleneksel   domates , Newyork’dakil gibi yastık savaşları yapan coşkuda   ebeveynlere sahipsizliğimize mi neye yansak bilemedim. Onun için kızsanız da,  bağırıp çağırsanız, mantıklı olduğuna yüzde yüz ınandığınızı ‘Fransızca konuşan, kitap okuyan Atatürk’le  medreseden yetişme Şeyh Said’i nasıl aynı kefeye koyuyorlar, cehalet işte’yle ifade etseniz de   Türk milliyetçisinin,  sekülerinin, Kemalistinin    gözünde Atatürk, İnönü, Türkeş  neyse Kürt milliyetçisinin, sekülerinin  gözünde Şeyh Said,  Cibranlı Halit bey, Seyid Rıza, Abdullah Öcalan da O’dur. Devlete, lidere, otoriteye, resmi düşünceye, partiye, örgüte, cemaate biat ettiklerinden dolayı   Atatürkçü,  Demirelci, Ecevitçi, Tayyipçi, Kılıçdaroğlucu, Öcalancı onlarca şucu, bucu, laikçi, İslamcı, solcu, sağcı  bütün kesimlerin, hepsinin ve dedenin kavrayamadığı halkın devletine değil, devletinin varlığını borçlu olduğu  halkına adil, eşit, ayrımsız hizmet etme zorundalığıydı,. Tam da; dünyadaki gelişmeler  tek parti diktatörlüğüne izin vermediğinden  mecburen  geçilen çok partili   dönemde 21 Temmuz 1946’da yapılan ilk seçimle Mecliste temsil  edilen  DP’nin  yükselişe geçtiği,  müesses nizamın kendini  tehlike de hissettiği  bir anda; adı sanı bilinmeyen bir dağ köyünde  yaşayan  dedenin  yazdığı siyasi içerikli  Varto  Mektubunun,  ulusal bir gazetede yayınlanması, yalnızca  o dönemde  değil bugünde  mevcut iktidarla içtikleri suyun ayrı gitmediği  ilişkileri olmasaydı   mümkün değildi gerçeğini ‘Hormekliler akıllı insanlardı az biraz okuma yazma bilsinler yeterdi hemen ellerine  kağıt kalem alır yazar, çizerlerdi’yle saf dışı edecek aile içi  böbürlenmeyi  bir kenara kaydedip saklayarak, annene kulak vermeye devam ediyorsun ‘benim  gibi babasını küçük yaşta kaybetmiş, yetim büyümüş annem çene Küçükağa  bir keresinde evlendiğim güne kadar  babanı Mehmetê Şerifê Aliê  hiç görmemiştim,  tanımıyordum  demişti bana. Babam   Küçükağaê Aliê ‘yi de ev damında anlatılan hikayelerden biliyordum.Bir gün civardaki ağlardan biri  geliyor, misafirliğe.  Küçükağaê Aliê yediriyor, içiriyor.Bir tane de at hediye ediyor, adam alıp gidiyor.Giderken yolda Küçükağanın bir pirosu,  dedesi  varmış, bunlara gelip hep çıralık alıyormuş, ona rastlamış. Adını bilmiyorum ama soy ismi Eren, onlardan  birisiymiş, tamam. Küçükağaê Aliê ‘nin  oğullarından  Haydarê Küçükağaê Aliê ‘ye  haber geliyor ‘ size misafir olan  ağayı  yolda soymuşlar ?’–‘ kim soymuş ! nasıl soyar benim misafirimi ?’  İşte diyor  valla sizin dedeniz, piriniz   soymuş.  Küçükağaê Aliê  olayı duyuyor , Haydarê Küçükağaê Aliê ‘ye   ‘ gidin ,  piromu, dedeyi alın getirin.’ diyor.  Piroyu getiriyorlar, yanına çıkarmıyorlar  ‘ ulan götür  bunu bir hafta  ahırda atın yerinde  bağla ’.  Çünkü diyor ‘o evime misafir gelen ağa benim dostumdu,   benim evimden giderken  soyup, benim verdiğim atı almış.Olur? Cezasını da ben kendim veriyorum.Kimse değil.’ Benim dayım Haydarê Küçükağaê Aliê ‘de  kalkıyor diyor tamam. Fakatt  piroyu  nasıl götürsün ahıra  bağlasın, orada  yatırmak istemiyor götürüyor başka bir evde saklıyor, babası Küçükağa’ya  diyor ki ‘piyimi , Küçükağa biz piri getirdik,  atın yerine de bağladık’ Tamam, bir hafta sonra ‘bırakın gitsin’ diyor. Gizleye, saklaya bir hafta dolduktan sonra piroyu  gönderiyorlar evine. Bu Piro da , gene bizim Bingöl’e Karlıova’ya bağlı Çiftlik köyünde  oturuyor. Piro gidiyor evine,   çok beddua ediyor, çokk. Küçük Ağa’ya ‘ işte ocağın sönsün, sonun gelsin’ . Bir gece bir rüya görüyor.Rüyada birisi, bir  Piro, Seyid  buna diyor ki ‘sen çok haksızsın,  neden Küçükağaya  beddua ediyorsun aslında adam haklı.Senin yaptığın yanlış. Adamı soyup  verdiği hediyeye el koyuyorsun, itibarını sarsıyorsun.’ Tamam. Sabah  bu kalkıyor,  gidiyor  bir top Amerikan bezi alıyor.Bir kalıp sabun alıyor. Bir de silahını alıyor. Gidiyor Küçükağa’nın evine,  affetsin diye.Gidiyor,  kapıdan içeri giriyor, çocukları Küçükağa’ya haber veriyorlar ‘işte dede, piro geldi’.Bu hemen dışarı çıkıyor, şifan var , biz şifan diyoruz ya dış kapının önü, eşik diyorsunuz şimdi,   Piro  onun üstüne bir top kumaşını  üzerine   bir kalıp sabununu, üstüne de silahında koyuyor  diyor ki ‘  ağam, Küçükağaê Aliê,  ben geldim, hatalıyım.Beni affetmiyorsan diyor beni öldür .Bak her şeyim, kefenim, yıkayacak sabunum da hazır.Beni burada göm. Ya öldür  ya da beni affet.’ O zaman Küçükağaê Aliê  alıyor elini Pironun  öpüyor, içeri buyur ediyor, oturtuyor ondan sonra yediriyor, içiriyor cem  yapıp gidiyor Piro. Öyle bir adammış ki  benim dedem, ölmeden Karer’de ki  sahibi olduğu 12 köyü, son karısı annem Selvi’yle   biri  Ermeni dokuz kadından olma 24  oğlu arasında (iki oğulla bir köy hesabıyla)  pay eden babam Küçükağaê Aliê’nin   sekiz de kız çocuğu vardı  ama  sadece beşini bilirdim.Ben, üç dört yaşlarındayken babam hastalanıyor, gömüleceği Çapakçur’da ölüyor. babam Küçükağaê Aliê’nin    malı mülkü öyleymiş ki, misafirlere altın tabaklarda yemek verilirdi diye anlattığın da, iç unutmama  dayım kızı  Türkan ‘hala, biz hiç görmedik’ deyince  ‘eee ben ne yapayım kızım, babangil, çocukları, torunları  her şeyi  sattıkları gibi onları da satıp, satıp yediler’ demişti annem. Babam Küçükağaê Aliê ölünce,  Mehmetê Şerifê Aliê’nin

Bingöl yaylalarında bir hâtıra

Bin dokuzyüz otuz iki yılının

On dört Haziranın Perşembe günü.

Cemile, amcamızın Velinin kızı.

Küçük ağa oğlu Hüsniye gider.

Bingöl dağlarının bu kız yıldızı.

Biz,  ve onlar hep bir boydayız.

Türktür kabilemiz hep o soydayız.

Düğün tam yüz atlıydı.

Atlılar kanatlıydı.

Yüz atlı onlar yüzde biz vardık.

İki kol olduk cirit oynadık.

Düğünün başı…

Küçükağa oğlu Mehmet Hulusi,

İskender bey, Kamer Tayyar ağalar.

Gelmişti akrabamızın hepisi.

Göçmüş faniden yok bugün o canlar .

——

Aşkın bir hâtırası,

Tutulmayan bir heyecan,

Yellerin hızla estiği-

Yayla çayırından beni sürüklüyordu.

Cünkü sevgili Eminem

Kardeşinin düğünü ile gidiyordu.

——

şiirinde bahsettiği   (tam bu satırda Cemile’nin, öz  kızı Belkıze’yi öldüren  Velié Ağaé’nın kızı olduğunu  yazmak farzdır) kardeşim Hüsnü, on onbir yaşlarında evlendirilip bir kız çocuğu doğurduktan sonra genç yaşta  ölen Fezila ve beni yanına alan annem Selvi;  bir süre sonra   Çiftlik köyünde oturan  dayılarıma   ‘kızınız gençtir, kocası ölmüştür,  gelin…alın götürün, evlendirin.’  mektubunu yazacak   babamın büyük oğlu  Karer  (Tengdere)  Ağaköy’ de oturan;

Kiği-Karirli Küçük Ağaoğlu Mehmet

Kitabe;15/Ekim/1946 Salı günü

Geldi ecel ona yetti.

Bu faniden göçtü gitti.

Soy adları Yurtseverdi.

Yurdu için varın verdi.

—–

İsyanda Kigi ilçesi.

Duyuldu onun gür sesi

Kigi halkı ona uydu.

İrticaâ karşı koydu.

Atatürkten tel almıştı.

Milisleri nam salmıştı.

Yüzlercesi genç okuttu.

Onları hep kardeş tuttu.

—–

şiirini yazan baban Mehmetê Şerifê Aliê’nin   çok sevdiği Mehmeté (Hulusi) Küçükağaê Aliê efendinin  yanına sığınıyor. O vakit  dedesi, babası gibi okumaya, ilme  düşkünlüğünden,  köylerinde  okulların açılmasına, devletin yol yapmasına  öncülük etmiş isyanlar bastırılınca köylülerin elinden silahlarını toplamış, çiftçilik yapmaya teşvik etmiş  dayım Mehmeté (Hulusi) Küçükağaê Aliê efendi, devlet katında itibar sahibiymiş. Öyle ki,   oranın sözü geçen kişileri, bunlar kalkıyorlar bir gün, Seyit Rıza, devletle  savaşıyor ya, Mehmeté Küçükağaê Aliê’ye, haber veriyorlar diyorlar ki ‘sen Küçükağasın,  Bingöl’de aşiret, söz  sahibisin. Sen git şeye  Seyit Rıza’ya. Seyit Rıza gelsin, razı olsun devlete, teslim olsun.Bu olay, bu isyan da burda  bitsin, tamam.Dayım da kalkıyor biniyor atına, iki üç  kendi adamları ile gidiyor. Giderken yolda düşünüyor kendi kendine diyor ki ’ ben şimdi gidersem…bu Seyit Rıza hiç yerinden kalkıp bana hoş geldin demez… eğer “hoş geldin” demezse   bu insanların, aşiretin  yanında benim onurum düşer. Ne yapsam acaba ?’ Gidiyor, bakıyor ki onlar kıl çadırda oturuyorlar. Kıl çadır kapısından başını uzatır uzatmaz, içeri girer girmez,  hemen  bağırıyor  ‘Seyit Rıza !  ben seni o kadar çok özlemişim ki,  kalk da birbirimize sarılalım’ tamam.Bunu duyan Seyit Rıza  yerinden  kalkıyor, geliyor, sarılıyor, hoşbeş yapıyor,  yediriyor, içiriyor  ‘işte ben geldim diyor, gel diyor devlete teslim ol, bu olay bitsin, tatlılıkla çözülsün’  O da diyor ki  ‘ben, şartlarım kabul edilmezse teslim olmam’ dayım kalkıyor, geliyor. Annem diyordu ki  benim abim Mehmeté (Hulusi) Küçükağaê Aliê  çok sevilen, sözü dinlenen biriydi. Benim de saçım çok uzundu, sedir de yan yana oturmuştuk, annem Selvi bir yandan ağlıyor,  bir yandan da  saçlarımı okşayarak ‘ben gidersem kim bakacak sana, kim yıkayacak ?Bu güzel saçlarına, bit girecek’  diye konuşuyordu. Ne demek istediğini anlamayacak kadar küçüktüm,  idare lambasının ışığında duvara yansıyan gölgelere bakarak uykuya dalacağım içime bir korku düştü  fakat  baktım annem yanımda uyuyor. Sabah kalktım baktım annem yok…gitmiş.Babam Mehmetê Şerifê Aliê öldürülünce  anneme ‘ya evlen ya da  git’ diyen  amcalarım gibi anneannem  Selvi’yi  de  kovmuşlar işte. İster Karer, Kığı,  ister Kasman’da olsun  fark yok , soy aynı,  maya aynı, yapılan  aynı. Şuna da inan yavrum derdi annem ‘annelerinin kaderi  heybedir,  kızlarının boynunda asılı…bir eksik, bir fazla kızlarının peşini bırakmaz o kader…aynısını yaşatır.’ Kişinin içinde bulunduğu durumu koruma, kollama  eğiliminde olduğu yazılır, söylenir ya psikolojide o ân; nasıl ve ne yaşamışlarsa aynısını kızlarına yaşattıklarından olsa gerek, anneannenin annene ne yaparsa, yapsın  farklı bir hayat kuramayacağını aşılayan sözleri,  kız çocuklarının  peşini bırakmayanın kader değil  bizzat annelerin kendileri diye düşündürtecekti. Ahhh… ahhh  “siz bilinçaltını bilince dönüştürene kadar , o sizin hayatınızı yönlendirecek ve siz ona kader diyeceksiniz “ le  gönlümü feth etmiş C.G.Jung baba, kız çocuklarına “kaderlerini”  dayattıklarında nerdeydin  sen be ! nerdeydin? Bu  genellikle  Ortadoğulu, ataerkil toplumlarda  geçerli  ekonomik gücü elinde bulunduran  kaba, saba, dediğim dedik  otoriter erkeğin ( babanın, abinin, kocanın, amcanın, .., …,  ) yanında  kadının ( annenin, ablanın, kız kardeşin) edilgen kaldığı ilişki  biçimi,  her ne kadar sağlıksız, sürdürülemez gözükse de  birey;  pasif anne, manipülatif, dominant baba figürlü  aile ortamının rutinliğinde kişilik bozukluğu seviyelerine varmış psikolojik sorunluluğu  içselleştirdiğinden, sıkıntı duymadan alıştığı ortamında   yaşayıp  gider; Son Yaz dizisindeki  Akgün tarzında fırlama, maço, umarsız erkeklerin  çekiciliğine de kapılırken( cool’lara da ayrı bir kategori aç lütfen! ) aslında – ya kızlar dikkat !  nasıl bir erkekle birlikte olunmalı, flört etmeli, gezmeli, tozmalı sorusunu ciddiye alın, lütfen zira  o  erkek yalnızca birlikte yaşlanacağınız biri olmayıp belki doğacak çocuğunuzun  babası  olacaktır. Siz belki maço, kıro, cool, narsist, deli dolu, hedonist erkeklerden hoşlanabilirsiniz ama  çocuğunu  böylesi çağdışı  davranışlarla  karşı karşıya bırakmaya hakkınız  var mıdır?  Olmaması gerektiği  tecrübeyle sabittir de–şahit olduğu, gördüğü,  öğrendiği  ilişki biçimini aramaktadır. Sonunda  ‘huyu nerdeyse,  tipide babanın…annenin aynısı’ dedirtecek  dominat, otoriter, baskıcı , kendisini yöneten erkeğini  bulur.  Neyi anlatayım sana ben bace,? bir doğu şehrinin soğuk  ev damındaki  kadınların korku dolu gece nöbetlerini mi, çaresizliklerini mi? dağ eteklerindeki pusulardan getirilmiş parçalanmış genç bedenleri mi,  neyi anlatayım neyi? Biz var ya gulamın, hayatımızı tuhaf, akla gelmez, daha önceden tahmin edemediğimiz, başkasına anlatıldığında anlamsız gelen şeylerin, olayların etkilediğini galiba hiç bilmeyeceğiz üstelik ne de  yazıktır,  çektiğimiz acılar da hiç özgürlüğe dönüşmeyecekken.Laf, güzel bir hayatın nasıl olacağından açılmıştı mükemmel bir hayat yoktur dedin sen, hayat hiçbir zaman mükemmel değildir, daima eksik, bozuk ve kötüdür  onun için belki de insanın bir tek yaşamının  olması  acıklı bir şey; bir kaç yaşam olsaydı; biri bitseydi, öteki başlasaydı; birinde dağ yamaçlarının  ıslaklığına doğan güneş  ışınlarının  mor rengi gökyüzüne yansıdığından  sabahları  o morlukta kaybolmak için pencereye koştuğun  dewa ma Kasman’da uyansaydın…diğerinde bir maceracı, sırt çantanda taşıyacağım iki üç parçayla  post modern turizm Interrai’le  dolaşsaydın dünyayı…o bitince  öyle keskin, lider konumunda  bir Rosa Luxemburg değil  sıradan, duyarlı insan hakları savaşçısı olsaydım mesela ben, Simone de Beauvoir tadında  Sylvia Plath bunalımında…. sonra bazen bir su damlası; benim  kusurlu şairimle Paris’te, kaprisini çekemeyeceğimden Madame Verdurin  değil  de  Kontes Greffulhe’nin edebiyat salonunda hançerim Proust’umla, Guermantes düşesi hakkında dedikodu yapsaydım sabahlara kadar; Albertine’nin kıskanç bakışlarına aldırmadan,  yakışıklılığına dalarak huysuzluğuna katlanacağım  Thomas Bernhard’la  Viyana’da  Demel pastanesinde   kahve içerken şaşkın bakışlarına gözlerimle ‘sus’ işareti yapacağım anneme,  klişe sözleriyle ‘ tamam, bunu da  hiç unutma’  deseydim…  bir diğerinde uzay  gidip o keşfedilmeyen, bilinmeyen derinliklerde ne var ne yok şöyle bir baksaydım. Oysa şimdi  nasıl da boktan harcamışım günleri, ayları dediğim a o gelen her gün bir öncekinden daha  berbat…daha kötü olduğundan   ‘yahu bir tek günü güzel olmaz mı insanın’ dedirten   bok, püsürlü yaşanacak tek hayatın sonunda… değiştirmediğim  hiç bir şeyi değiştiremeyeceğim yaşta,  kendimi kişisel gelişimin klasik ‘hiçbir şey için geç değildir ‘saçmalıklarıyla  kandıramayacağım olgunlukta, pencereden bakıyorum caddeye; evlerden insanlar çıkıyor; hiç durmadan insanlar çıktığı her ev, sokakta yürüyenlere kendinden bir şeyler katıyor kimseler bilmese de, sen biliyorsun Osmanlı-Türkiye- Gımgım sendromunda  ömür tüketmiş dewa ma Kasman, Badan ev damı kadınlarının  hayatına, hayata  kattıkları  hüzünlü gözyaşlarını.

 

 

 VI BÖLÜM

Gımgımlı  kadınların hüzünlü gözyaşlarının  ıslattığı senden şu tek  isteğim; kendine  bir an seç…tek bir an, o anı unutma ! her şeyi hatırlamaya kalkarsan, her şeyi unutursun ama bir anı seçersen;  ona sahip olabilir… her zaman hatırlayabilirsin dediğin geldi aklıma, böyle bir teklifte bulunsaydım  ‘tooo…to..to …lo,lo, lo… başka işin yok mu? alay mı ediyorsun benimle? Ne anı? An ne? ben bırak dakikayı, anı maye mi  hayatımı  hatırlamak istemiyorum‘la  elini boşluğa sallayacak annemin hep üzüntü, sorun taşıdığından  hatırlamayı istediği bir anının, geçmişinin  olmaması ne yıkıcılık; sevmem  atasözlerini, yaşananı, mevcut durumu, düzeni kalıcılaştırmak için sanki bilerek söylenmiş  gelse de bir istisnadır  nerde o bilgelik bizde  dedirten Zazaca  gözyaşlarından akıl al (hesirê çiman ra aqil bigire),.Sadece gözyaşlarını değil geçmişi de ekleselerdi daha bir anlam kazanırdı  o atasözü diyorsun. Aslında daha az acısız, mutsuz, daha az hata yapacağı, nispeten doğru kararlar alacağı bir geleceğin planlamak, hazırlamak için herkesin evinde bir köşede  genetik hastalıklarında yer aldığı aile dizimi, soy ağacı olmalı; insanoğlu tarih boyunca olaylar karşısında aynı tavrı gösterdiğinden illaki örneği bulunacağından arada bir  de ‘ acaba  şu yaşadığımı yaşadığında ne yapmıştı annem, babam ya da o da mı böyle davranmıştı,  halam da benim gibi ailedekilerin şimşeklerini üzerine çekmiş miydi?  şu inadımı kimden aldıysam ? offf iyice anneme benzedim, eskimiş  hiçbir şeyi atmıyorum, ortalık kavanozdan geçilmez oldu’yla dönüp arkasına bakmalı,  hazır yaşıyorken de anneler, babalar, dedeler, neneler  merak ettiği  her şeyi  geciktirmeden  sormalı.Bak ben çene Küçükağa’ya  soracak vaktim varken soramadım da şimdi ordan burdan sorarak, öğrenerek  bölük pörçük toparlıyorum geçmişi mi demiştin sende? Bense belki  öncelikle senin de deli gibi istediğin ama yapamadığını, gerekeni yapıp,  çoktandır  öylesine kesin çizgilerle ayırıp koparmışım ki kendimi; düşüncelerimin, duygularımın hiçbir yerinde kalabalıklarla, toplumla, onların kurnazlık yüklü ahlaksız kurallarıyla hiç kesişme noktası bırakmayarak  ne gelenekleri, ne kolektif bilinci, ne yalanları,  ne de uydurdukları değerler  umursamayıp dışlanmak için onlar gibi  duygu ve düşüncelerimi gizleyip iki yüzlü ahlaksızca davranmıyordum.Belki  gökyüzü de insanlardan bu kadar uzak olduğu için, bu kadar çekici, bu kadar sonsuz, bu kadar rahatlatıcıydı.Her insanın kalabalıklardan sıyrılıp senin yaptığını yapacak, düşünecek  gününün geleceğini biliyorsun değil mi? Her neyse ‘ Allahtan  evlenmedim de   kadın olarak bu anneyle  aynı kaderi yaşama  ritüelinden paçamı kurtardım’ dediğimde annemin  –‘ne  dedin anlamadım ?’ demesi karşısında  ‘anladım ben,  ritüel’i  anlamamış’ı içimden geçirerek bir kızım olsaydı… hayır ! hayır oğlum da olsaydı  benimkinden daha iyi bir  yaşamı hak ettiğini söyler, mutluluğu için   kendi kaderini kendisinin belirleyeceği olanakları yaratır, evlendiğinde  ‘ yavrum yuvasında  saygı görüyor mu? sıkıntısı var mı? seviliyor mu? ‘ diyerek kanatlarının altına alıp  sahip çıkardım; bir anneye, bir babaya evladına yapabileceği en büyük kötülüğü yaptırtan sırf; mutluluğu, mutsuzluğu  zerre kadar umurlarında olmayan, kurtarmak için kıllarını kıpırdatman   el alemin, başkasının  söyleyeceklerini, dedikodularını engellemek. Sevmedikleriyle birlikteliği yürütmeyi isteten bu lanet düşünce  yüzünden  çaresizlik, sevgisizlik, şiddet, küfür, kavga yüklü mecbur bırakıldığı kederli yaşamlarında kaç  kadının her gün ‘Allah canımı alsa da kurtulsam’ duaları ettiğinden haberin var mı?’  Hayır ! ben anlamıyorum ki,  bu  yaşanacak tek hayatı  niye başkaları için yaşıyoruz ? Ben evladıma ‘el alem ne derse desin,  önemli olan sensin, senin yaşamın?’ diyerek    hep “başkası, el alem  ne der “ diye diye aşılanan değersizlik duygusunu aştırtarak istediği gibi  davranıp , özgürlüğünü  sınırlamayarak   düşüncelerinin, duygularının   arkasında durması gerektiğini de öğretirdim. İnan topluma, bireylere aşılanan, ailelere de evladının sözünden çıkmamasını sağladığından yan cebime koy memnuniyetini yaşatan  mahalle baskısı “el alem ne der” zihniyeti, tahsil görmüş birisine de, cahil nitelenene de  aynı cümleleri kullandırıp, aynı şeyleri düşündürdüğünden, bu işin okumakla, eğitimle, kültürle  alakası yok, genelde kız çocuklarının maruz bırakıldığı, dimağlara zikredilen bu pis zihniyet  bir kenara atılmadan  sonu gelmeyecek “el alem  ne der “e başkaldırısı beklenenlerden   başka bir kadının; annesinin  hayatını mahvettiği  kadınlar, anneler;  bilmeden bazen de bilerek  ‘ben sana çeyiz olarak özgür olmayı,  daima dönebileceğin evimizin anahtarını veriyorum. Sen asla bir erkeği eğitmek, değiştirmek, idare etmek zorunda değilsin’le  arkalarında durmadıkları kız evlatlarının   kaderlerini yazmışlardır.Tamam,  diyelim bu tespitinde  haklısın ama  ne çene Küçükağa, ne Zerif hala, ne amojın Fatma, ne de on, oniki yaşında evlendirilen  annen ve teyzelerinden  hiçbiri bu başkaldırıyı isyanı başlatacak,  annelerinin, kendilerinin yaşadığından  farklı bir yaşam görmüşlükten, zihniyetten fersah fersah uzak,  evlatlarına da yeni bir vizyon sunacak olanaktan yoksun , kendilerini kurtarma derdindeyken nasıl olacaktı bu iş?Şehre  göç edince bu defa da şehrin çeperlerinde, gettolarda  kendileriyle aynı düşüncedekiler  arasında devam edince  yaşamaya, beraberlerinde getirdikleri  o zihniyeti de devrettiler sonraki kuşaklara değil mi yükselmesin de  ‘ anne! eee anneannemin annesi Selvi , Çiflik köyüne gönderildikten sonra ne yapmış?’ –‘ Babasının evine gönderilen anneannem Selvi, orda   akrabası ile evlendiriliyor  Cevdet diye de bir oğlu oluyor.’ maşallahları var  o zamanın kadınlarının, ne  doğurmuşlar…spermlerde  hep tam isabet yumurtalara ‘ annem çene Küçükağa  ben evlendim geldim  Kasman’a   zaman geldi, geçti  duydum ki  annem Selvi,  bir akrabasına kız istemeye Emeran’a gelmiş. Baban Mehmetê Şerifê Aliê,  bana ‘Emine !’ dedi ‘  annen  gelmiş,  gel gidelim anneni görelim.’ Ben anneme  öyle kızgınım, öyleee ki  bizi bıraktı gitti diye ‘hayatta gelmem’ dedim.Bak dedi baban kızarak ‘niye anneni görmüyorsun? bir annen mi öyle yaptı, kocası ölen her kadının başına gelen bu. Benim annemde öyle değil mi? Niye anneni görmüyorsun? yapma yazıktır. onun suçu ne?’ Biz  kalktık, babanla beraber  çıktık, gittik. Annem Selvi, beni görünce sarardı böyle güç bela kalktı yerinden bana doğru geldi yüzümü ellerinin arasına aldı  ‘Emine! sen geldin?’ Bir sarıldı, kemiklerim acıdı hasretten, çok ağladık çok. O oldu bir  daha da görmedim annemi. Öldü dediler bir gün, o kadar. Mezarını bile bilmem. Anne ayrı, baba bir ağabeyim Küçükağazade Mehmet Hulusi efendinin yanında büyüdüm ben.Aynı yaştaki yeğenim Fatma’yla bana,  abimin hanımı  çene Karbaşız annelik etti, kısa boylu güzel  biriydi,  saçları öyleydi ki çok uzundu.Konağa Bingöl’den çok önemli hükümetten adamlar gelir giderdi, onları ağırlardı, şehirli kadınlar gibi giyinirdi,  beyaz kırmızı çiçek desenli  elbisenin  üzerine gri  ceket  giyerdi, bir o kadarda disiplinli sertti,  nereye gitsek, ne yapsak  gözü üstümüzdeydi, bırakmazdı ki mutfaktan canımızın  istediği bir şeyi alıp yiyelim, bir bardak ayran içelim. Tam bir şey alacağız ‘kızlar, Fatma ! Emine !  ne yapıyorsunuz? ne işiniz var, çıkın ordan’ diye bağırır ‘canınız her şeyi yemek ister ama siz yemeyeceksiniz, canınız ne burda, ne dışarıda, başkasının evinde bir şey çekse bile istemek, almak yok. Belki fakir bir eve gelin gideceksiniz,  yiyecek hiçbir şey yok, o zaman ne yapacaksınız? nefsinize hakim olun ki başkasının malına göz koymayın ’ terbiyesini verirdi bize. Çe Talo’da benle, Hanım da  mutfağa bazen  de  ambara  girerdik orda böyle büyük tencerelerde; kazanlarda   erimiş bal… bal öyle çoktu; petek bal, böyle şimdiki ballar gibi  pislik değil, çay  içmeye şeker bulamıyorlardı kaldı ki arılara versinler. Biz  adım atar atmaz ambara, kilere annem arkamızdan bağırırdı ‘ ne yapıyorsunuz?’  bir gün sinirlendim ‘daye… maye mı  ne var,  ne yapıyoruz? kilere giriyoruz, bir şey yemiyoruz, bakıyoruz,  bir bardak  su içiyoruz’  dedi ‘gel kızım şöyle yanıma otur sana bir şey anlatacağım. Sen biliyor musun benim yengem, abim Mehmeté (Hulusi) Küçükağaê Aliê’nin  karısı , benle Fatma’ya  böyle yapardı.Çok da iyi yapmış, faydasını gördüm. Kız çocuğusunuz, nefsinize hakim olmayı, azla yetinmeyi bileceksiniz. Yarın bir gün,   evlenip  el evine gideceksin.Olur, kocanın  durumu iyi değilse, istediğini alamazsa, istediğini yiyemezsen,  o zaman gözün dışarıda kalır. Başkasının evinde, kendi evinde olmayan yiyecekleri, eşyaları görüp canın çekerse; Allah korusun  hırsızlık  yapmayı bile düşünürsün fakat şimdiden nefsine hakim olup  canının istediğine el sürmezsen tok gözlü olursun böylece asilliğin, onurun aç gözlülüğüne yenik düşmez. Sen Küçükağanın torunusun, sana yakışan budur’. Eğilmiş  tam ağzına bir tanecik kıymalı lahana sarması atacakken   ‘kız ! Gılo !  ne yapıyorsun’ sesiyle  gerisin geriye mutfakta tezgahın üstündeki  tencereye bıraktığın da dolmayı – ‘aptalmışsın, ataydın ağzına ‘yla  kendini eleştirdiğin  güne gelinceye kadar ne çok yıl geçmişti– oooo maşallah, geçmiş tencere başına arka da kim var, kim yok düşünmeden   yiyecektin ben gelmeseydim? Kızım önce misafir, arta kalırsa sen yiyeceksin, şu yaptığın ayıp.Kız çocuğusun, nefsine hakim olmayı bileceksin, yarın bir gün el evine gittiğinde… ver bakayım tencereyi’  öfkesiyle ağzından çıkan anneanne ait   aynı sözleri annenden duyduğunda,   teyzen kızı Gülten’in   de  ‘benim annem Ceylan derdi ki çene Küçükağa bekçi gibi başımızdaydı bırakmazdı ki bir şey yiyelim’ dediğini  anımsayıp  ‘kuşaktan kuşağa aktarırken bu kadar da taklit edilmez ki kelimeler, bari iki üç harfini değiştirseydiniz bre vicdansızlar’ düşüncesinde, kahretsin !  bu nefse hakimlik   çene Küçükağanın anahtarıyla kilitlediği  sandığından alıp da yiyemediğin  lokumların, elmanın, leblebinin  takamadığın mavi, yeşil, sar, kırmızı, mor  boncuklu bileziklerin, kolyelerin gözlerinin önünde  hâlâ resmi geçit yapmasının  nedeniydi de. O  dokunulması yasak ama içinde albenili onca şeyin bulunduğu bilindiğinden  çe Talo çocukların, torunlarının hepsinin anılarında baş köşesini almış sandığın, dayın oğlu Mustafaê Aliê Mehmetê Şerifê Aliê’nin kitabında ‘ Küçükağanın kızının odası kutsal ağacın muhafaza edildiği kilerin hemen solunda ve yanı başındaydı. Kapısı kutsal ağacın bulunduğu yere bakıyordu. Gün aydınlığını içine çeken ahşap, incir ve elma karışımı kokulu bir odaydı odası. Büyükçe ve özenli bir işçilikle bezenmiş sandukası odasının yasak alanıydı. Bu sandukaya yaklaşmak, dokunmak, açmak yasaktı. Kocası öldürüldükten sonra üzerindeki kanlı elbiselerini kendi elleriyle soymuş bir bohçaya koyarak bu sandukaya koyup muhafaza etmişti.’yle   bahse konuluğu,  annene  sormayı unuttuğun  ‘dedemin kanlı gömleklerini her akşam çıkarıp getirdiğini söylemiştin ya  çene  Küçükağanın, o  kanlı elbiseleri sandığında mı saklıyordu’ sorunu sordurmakla kalmamış   ’hayır! oraya yiyecek, kumaş falan koyardı. Babamın küçük bir kitap dolabı vardı onun içindeydi kanlı elbiseleri’  cevabı  gerçeği  yeni baştan biçimleyip olumsuz ya da olumlu bilgi ve yargıları belleğe yükleterek isteğine, ideolojisine, fikrine göre dizayn edilen algıları , düşünceleri  yöneterek; yaşanmış bir olayın yaşanmamışlığını iddia etme, söylenmemiş bir şeyin söylendiğine inandırma çabası; karşısındakini hiç ilgilendirmezken, akılda yokken  durup dururken anında fareleri düşündürteceğini bildiğinden ‘ fareleri düşünme’  emrini verecek kadar  sosyopat, narsist  ulus devletlerin, liderlerin, kişilerin hatta partilerin,  örgütlerin, cemaatlerin dahi  başvurdukları başlıca  silahlardan; ilişkisinin  bulunduğu kişileri , kesimleri  sosyal ilişkilerinden soyutlayarak   kendine bağımlı hale getirme bir nevi gaslighting; manipülenin, işe yaradığı bilindiğinden…görüldüğünden… inanıldığından;  var olmadığı halde varmış gibi ortaya sürülen  bir yalanın   nasıl gerçek kılındığının, yaratıldığının,  yapıldığının, aile tarihlerinin  resmi tarih gibi nasıl çarpıtılarak, uydurulabildiğini de gösterecekti. Abisi Mehmeté (Hulusi) Küçükağaê Aliê nin çeyiz diye verdiği ‘ bir tek ceviz ağacının kurdu olmaz, bu ceviz yapraklarını da atıyorum ki içine eşyalarıma kurt, güve girmesin’  böbürlenmeli  ceviz ağacından yapılma,  oymalı  üzerinde tek kenarı dantelli beyaz bir örtü,  baba odasının bir köşesinde duran, ömrünün son yıllarında çe Talodan ayrılıp ’ yuvasız bir kuş gibi’  göç yollarına düştüğüne ah edip yandığında dahi abur, cuburlarla doluluğundan    torunlarının ukdesi; tütün tabakasını sonrasında sigara paketini, çakmağını ve içinde  hazine sakladığı sandığının  anahtarını taşıdığı  giydiği her elbisenin üzerine geçirdiği  siyah renkli yünden örülmüş hırkasının cebindeki anahtarları  ele geçirme planları her seferinde  başarısızlıkla  sonuçlandığından herhangi bir bahane bulsa da açsa diye   dört gözle bekledikleri  sık sık verniklendiğinden belki de  yağlandığından  güneş vurduğunda değişik renklerde parıldayan nasıl da masalsı çekici bir sandıktı…eğer o  çocukluğun görkemli sandığını çok daha farklı betimlemelerle önünüze koyamadıysam, istediğim gibi yazamadıysam ki;  yazmadığıma inandığımdan zaten bunları yazıyorum; maalesef insanın imgelemesi, betimlemesi, teşbihi, hayali ne diyorsanız deyin  gördükleriyle, okuduklarıyla, yaşadıklarıyla, içinde bulunduğu çevreyle    sınır  aştığından ,  dewa ma Kasman’da  çene Küçükağanın  sandığına vuran güneşin Proust’a  “Annemin,  Afrika’ya has beyazlıktaki, parlak güneşin çizdiği desenlerle dolu tuvalet odası, alçıyla sıvanmış dört duvara baktığı için,  bir kuyunun dibine gömülmüş gibiydi; tam tepedeki dört köşe  boşlukta ise, üst üste binmiş, yumuşak dalgaları kayarak geçen gökyüzü, o ânın arzularına uygun olarak….”; “tam o sırada, altından bir yumurtaya benzeyen güneş, otomatik bir şekilde sunulan bir adak misali, adeta hayatımın sonuna kadar her sabah, her türlü hazzı feda edeceğim kanlı kurban törenini, her gün şafakta, günlük kederimin, kanayan yaramın tazelenmesinin ciddiyetle kutlanmasını simgelercesine, yoğunlukta meydana gelen bir değişimin, pıhtılaşma ânında yol açacağı denge bozulmasıyla harekete geçmişçesine, resimlerdeki gibi iğne iğne alevlerle, bir süredir arkasında, kıpır kıpır, sahneye çıkıp ileri atılmayı beklediği hissedilen perdeyi tek sıçrayışta yırtarak içeri girdi ve perdenin esrarengiz, donuk bordosunu bir ışık seline boğdu.” yazdırtan güneşle aynılığına karşın; gelişmemiş, geliştiremediğin söz dağarcığının  kıtlığı sana ;  bir nesnenin, olayın, kişinin  özelliğini,  çarpıcılığını  ortaya dökerek, okuyucu etkileyip duygu patlamasını yaratacak  hissettiği değişik  betimlemelere yol açmadığından  ‘ o  kadar güzel…hoş bir sandıktı ki’ gibi  sıradan cümleleri tekrarlatacaktı. Bazen insafa gelip  ‘ haydi ! gelin benim’le komutunu verdiğinde  ördek yavruları gibi peşine takılıp ‘baba odasına’ girildiğinde  yanına çömelip sandığının önünde diz çöken çene Küçükağanın kapağını açmak için kilide soktuğu anahtarın  üç kere ‘tık, tık, tık’la döneceğini,  üçüncü ‘tık’tan sonra  da  ağır kapağını  zorlanarak kaldırıp  duvara dayayacağını bilir,  renk renk  altın, kırmızı, yeşil, mavi, gümüşi renkli  pullar, boncuklarla işli leçeklerin, başörtülerin, kumaşların, kolyelerin, bileziklerin mahpusluktan kurtulmanın sevinciyle saçtıkları parıltı gözleri kamaştırdığından kirpiklerinizi kırpıştırırken bazen çürümüş elma, ıhlamur, incir, sabun, kahveli aromatik bir   koku  odayı kaplardı. Teyzen Ceylan’ın ‘eski kadındı annem. Kıymeti çoktu, kim gelse bir şey getirirdi, Karer’den kardeşleri  yeğenleri  çok şey;  küçük şişelerde zeytinyağı bile  gönderirlerdi. Kızım, her sandığın, dolabın sahibini hatırlatan, ona  ait bir kokusu vardır. Bahar oldu mu  annem bana, mezre Eliağaya  gelen bir akrabayla elbise, kumaş parçalarından yollardı, sandığının kokusu sindiğinden ilk işim koklamak olurdu. Güzel bir şeyleri koyduğu sandığı  dükkan idi,   açınca içinden  çıkmak istemezdin’ anısındaki bakmanıza izin verdiği tek tek ütülenmişçesine katlanmış renk renk leçekler, pazenler, kadife kumaşlar, kemikli  taraklar, tokaların yanında kese kağıtlarda  leblebi, üzüm, keçi boynuzu, fındık, Antep fıstığı, şekerleme, elma, dağ armudu , erik, incir dolu o dükkandan  ; öyle yok  çocukların, psikolojilerini bozar, üzülürler, yazıktır yapmayım  düşüncesi zinhar akıldan geçmediğinden  dewa ma Kasman’dan, Badan’dan Emeran’dan  evlatlara yapılanın  aynısı torunlara da reva görüldüğünden ‘a bu kızları doğurmasam, olmasalardı bir şey değişmezdi hayatımda, keşke…’  modunda oğlanlara  düşkün ayrımcılıkta ki kadınlar  da mallarını canları  kime isterse ona verdiğinden; dükkanındaki  eşyalarına el sürdürmeyen  çene Küçükağa’da isteneni  değil,  insafına kalanı   verirdi. Kapağını kapatmadan önce de bir leçeği, elbiselik kumaşı, boncuğu   ya da uzun süre saklanmaktan  birbirine yapışmış, elastiki haldeki  bir paket lokumu ‘al bunu  da anne götür’le   tutuşturuverirdi, elinize. Nar  bile saklatan istifçiliğinde kimselere  yedirmediğinden kıyıp kendisi de yemediğinden  çürüttüğü  meyveleri kimseler göstermeden, gizlice  dere Mengelî’ye dökerdi. Ne bileyim kızım,  demek  Allah boğazını almıştı, hep peşinde dolandığından leblebi, üzüm verdiği  Selvi de, annemden aldıklarını getirir  bana verirdi. Bir keresinde Selvi’yle ben odadayken açtığında dayanamamış sandığından lokum paketini almıştım  sertçe ‘çene! Turna! Görmeseydim, anneni, beni kandırdığını sanıp yiyeceğin  lokum yüzünden aslında kendine büyük kötülük edecektin’ demesi yetmişti paketi geri koymama. Annem ne kadar haklıymış’– ‘anne ! ne haklısı Allahaşkına? küçücük çocuklarına yiyecek vermemenin  haklılığı   nerdedir ?  olmaz hiç olmaz. Geldik gidiyoruz dünyadan hala bu nefs  saçmalığını mı  savunuyorsun? Sonra başkasının malına mı el uzatıyordunuz, alt üstü annene hediye getirilen biraz leblebi, fındık yiyecektiniz,  yemeyince ne oluyordu? ‘Bak şu kız ne kadar hanım, aferin önüne bal börek koy  yemiyor’ takdirini mi  alıyordunuz. Hem alsan neye çareydi? ömrüne ömrü mü katacaktı o takdir? Evladına ‘canın ne istiyorsa ye, belki gideceğin yerde bulamazsınız’ demeyen bir annelik ne bileyim…’ –‘Öyle deme, şimdiki çocuklara bakıyorum mızmız, hiçbir şeyden memnun değil. Ben, bir keresinde yaylada küstüm yemek yemedim. Bingöl yaylası.Zerfet yapmışlardı.Annem de yaylaya gelmişti o sene.Bilmem ne oldu? ben küstüm.Annem bana bir şey dedi herhalde.Ben küstüm, yemek yemedim.Herkes yemeğini yedi.Annem, tavaya su döktü, otur bakalım dedi bana bunun hepsini yiyeceksin.Su…su…kirli su…hiç küser misin bundan sonra? İçeceksin! Ondan sonra ben ağladım. Önümden kaldırdı, bir daha dedi,  ben dedi,  Küçükağanın kızı olmayayım, bir daha görsem sen yemekten küsmüşsün, öyle bir yaparım. Bak! kadın dövmüyordu, tamam.Dövmüyordu ama ceza veriyordu.Diyordu hayatta bir yalan… kesinlikle sen bir şey yapıyorsun de ben yaptım.Yalan, hırsızlık, iftira.Hiçbir şey göstermese de  üç tane şey gösterdi kadın daha ne olsun ya?’ –‘ Tavanın içine döktüğü su mu kirliydi?’–‘ Yok, Zerfet için yağ eritilmişti, onun içine su koydu.Bir daha da ben küser miyim?Biraz sıkar’ nasıl bir kördüğümdür; Hz.Adem’in ‘ yememiz için albenili, kırmızı, parlak meyveleri, ağaçları  kulların için değilse kimin için yarattın’ diyemediği;  var olduğu müddetçe edinmek için azla yetinme yerine hep daha fazlasını sahiplenme dürtüsünde biteviye çabalayacakları   mal, mülk, makam mevki para pul vari somut;  beğenilme, sevilme, arzulama, heyecan, cinsellik vari  soyut nimetleri ve her şeyi  yarattığı (?) iddia edilen; adaleti sonsuz  kabul edildiğinden  adaletsizliğine göz yumulan  yaratıcının, Tanrı’nın; dünyanın her yerinde neden onlar değil de hep biz fakirler, bedbaht ve kötü yaşıyoruz sorgulamasına engel olacak, gelirlerine gelir katan yönetenleri, zenginleri koruyan  sistemlerin  ayakta kalmasını sağlayan  ham madde  “en iyi şu dört şey terbiye eder; susmak, açlık, yalnızlık ve uykusuzluk’mantığına bağladığı  yoksullukla, yoksunlukla terbiye;  “nefs”le kurduğu tuzağına çektiği olduğu   bahşettiği  arzulara, isteklere ulaşmak, ihtiyaçlarını  gidermek  için  yapacaklarından,  hatalarından sorumlu tutarak saçma çıkmazlarda  teleflerine sebep olduğu fakir kullarına, halklara  garezini anlayabilmek vallahi de, billahi de mümkün değil ‘ yok kızım yok! sen ne dersen de annem haklıydı bize nefsimize hakim olmayı öğretmekle. Ben o konuda annemden şikayetçi değilim’ savunmasının boşluğunu ânda  kavrayınca,   davranışının düşüncesinin doğru olmadığını bilmenin sıkışıklığında , bir ömür sığındığı  yönteme başvurup  ‘tamam anam, ben böyle düşünüyorum. Herkes aynı şeyi düşünmek zorunda değil? sen öyle düşün, ben de böyle’  konuşmasıyla eleştiriyi  kestirip atarak  kendi doğrusunun,  senin doğrunu  yenmesini garantileyen annene; bir portakalı, bir muzu  ‘teşekkür ederim, yemiyorum’  reddini asilliğinin, onurunun, nefsine hakimliğinin   yansıması sayan çene Küçükağaya    ‘ istediğini yemeden, içmeden, şunu da canım çekti, bunu da bana alın demeden göçtü gitti bu dünyadan.  Aç öldü annem nefs…kimseye minnet etmeme yüzünden ’ üzüntüsünü   devrimci dayına    yaşatan    canı çekti diye evinde  olana dahi el uzatmaması gerektiğinin  öğretildiği üstüne; ölümün ne zaman karşına çıkacağının belirsizliği yetmiyormuşçasına  her istediğini alamadığın, sahip olamadığın en basit  yeme, içme, barınma, elektrik, doğal gaz  ihtiyaçlarını karşılamanın,  temiz suya, GDO suz meyve, sebzeye  ulaşmanın zorluğunda ki hayatın  yazıklığına koca bir ‘ahhhhh’la yanmamak elde değil diye düşünmeden edemiyor insan demiş miydin  sen?   ‘Kışın yemek için  dört beş koyun,  iki    dana  kesilir,  dışarıda (teverde),  evin önünde ya da  arkasında ağaçlık alanda  üç büyük taştan ibaret  ocak üzerine konulan kara kazanlarda kavurma yapılırken, çe Talodaki kadınlar dayanamaz bir lokma da olsa ağızlarına atarlardı. Ama  onlardan farklılığını ortaya koymak için ağzına lokma atmazdı ‘de Allahın kulu, zalımın kızı  o herkese “canım çekti” dedirtecek kavurma kokusuna nasıl dayanırdın’ ki,   başkasını kendin yapmanın; ehlil(evcil)eştirmenin  duayeni çene Küçükağa “sessiz, sedasız, dertsiz  yanan, etrafına ezik, zayıf bir ışık veren” idare lambası altında baba odasında, kızlarına  ‘Babanızı Mehmetê Şerifê Aliê’yi evleninceye kadar  hiç görmemiştim. ‘ diyordu ‘abim Mehmeté (Hulusi) Küçükağaê Aliê Efendinin;  Karer Ağaköy (Tengdere)deki konağın bahçesinde yeğenim Fatma’yla oyun  oynuyorduk. Haber geldi  dediler Kasman’daki akrabalardan  Efendi’yle, amcasının oğlu  Aliê Haydarê Zeynelê,  birlikte kız istemeye gelmişler. O sene dewa ma Zengena’da karlı kış gecelerinin  birinde gazın yerin almış  lüküs lambalarının sarı ışığının gölgesinde bir yandan çay içip diğer yandan memleket  meselelerinin konuşulduğu sofada ‘savaş ya da isyan, çatışma  adına ne dersen de dereza amcaoğlu;  başlarken de,  sürerken de, biterken de  hayatımızı değiştirme gücüne sahiptir. Bunu Hamidiye Alaylarında, Rus harbinde, Ermeni Tehcirinde, Milli Mücadele de, pek çok olayda  gördük, yaşadık.İçinde yer aldığımız Kurtuluş Savaşına Mustafa Kemal Paşanın  emrinde  baş koyarken  değişen  hayatlarımız,  bugün savaş kazanıldıktan sonra  farklı bir mecrada.Allah bilir ki burada öyle Rus Harbindeki gibi bir savaş olmadı, Hamidiye Alayları artıkları, çeteler savaşıydı yaptığımız.Dereza ma Aliê Haydarê Zeynelê,  biz Aleviler tarih boyunca hep  haksızlıklarla karşı karşıya kalmışız, Hz.Ali’nin elinden alınmış halifelik, Peygamber Efendinin soyu, Ehl-i Beyt Kerbela da  su verilmeden kılıçtan geçirilmiş.Osmanlı’da da halimiz Kerbela’dan farksızdı. Bize yapılanların hiç hesabı sorulmadı, yapan cezasını çekmedi; Muaviye, Yezid, Yavuz Sultan Selim. Oniki imamın desteği, Hz.Ali’nin, Hacı Bektaş’ın  yardımıyla   biz Alevilerin  önüne ilk defa   kapımıza kadar gelen bir  fırsat çıktı,  çok şükür  ki  tam   birlik olmasak da  yine de iyi kullandık bu fırsatı.Çoğu akraba hükümette görevde, en azından  biz Hormekliler için böyle. Allah büyükmüş bir zamanlar bize, ahaliye  çektiren Cibaranlılar, Çarekanlar sus, pus. Nerede o astığı astık, kestiği kestik Hamidiye Alayları? Ellerinden silah, yetki   atlarından at, araba alınınca çırılçıplak kaldılar artık hükümsüzler. Ben emindim Gazi Paşa Hazretleri’nin, Cumhuriyetin de Alevilerin üzerinde dörtyüz yıldır devam eden Sünni zorbalığından kurtulacağımızı. O zaman bana, hepiniz  boşuna umutlanma , bunlarda diğerleri gibi önce şeker sonra biber verir demiştiniz. Bu Paşalar her ne kadar Osmanlı’dan gelseler de   dünyadan muteberlik kazanmak için farklı olacaklar  ben Cumhuriyeti kuran kadroların, başta Gazi Mustafa Kemal Paşanın  samimiyetine, Kızılbaşlara, Alevilere  gereken değeri vereceklerine inandım ve haklı  çıktım. Böyle düşündüğümüz içinde kazanan olduk. Diğerlerine olmasa da  biz Hormeklilere  sonsuza kadar güvenebileceklerini de Şeyh Said isyanında, kana kan, dişe diş mücadelemizle  ispatlayarak aynı zamanda daha on yıl öncesine kadar bize hayatı dar eden  Osmanoğullarının bir daha bu topraklarda hüküm sürmesine,  yeniden canlandırılmasına izin vermeyeceğimizi de fiiliyatta göstermiş olduk.’ derken Mehmetê Şerifê Aliê,   Aliê Haydarê  Selimê’nın  ‘dereza Şerif, daha çok konuşuruz biz bu meseleleri de bak!  yaşın çoktan  kemale erdi,  az dolaşmadın,  gezmedin, tozmadın. Birlikte  pek çok şeyden hevesimizi aldık. Şükür,  memlekette bizi perişan eden Hamidiye Alayları, Cibranlıların hükmü  bitti. Gün geldi devran  döndü. Şimdi  Şeyh Said isyanını da  bastırmış,  herkesin üzerinde otorite,  dirlik, düzen sağlamış güçlü  bir idare var. Nihayet Osmanlı’nın  silah, para, mevki makam, atlı  desteği verdiği Cibranlılar, Çarekanlılar   diğer aşiretler  silindi gitti.Kavgalı, çatışmalı , her an öldürüleceğimiz eski günler de geri gelmez.Aşiret olarak idareyle de aramız iyidir, senin de işlerin yolunda.Yarın, bir gün hükümetten Kasman’a, çe Taloya ziyarete, misafirliğe gelmek isteyenler olacaktır. Artık yol yordam bilen  bir ailenin kızıyla evlenmenin, çoluk çocuk sahibi olmanın vaktidir, biliyorsun biz Gımgımdaki Hormekli erkek akrabalar,  Karer, Kığı’daki Hormekli  akrabaların, amcazadelerin kızlarıyla evleniriz, ordan kız alırız. Dereza ma, Karer’de   Mehmeté (Hulusi) Küçükağaê Aliê’ya gittiğimizde  geçen defa, bahçede yedi, sekiz  kızan gördüm; kız kardeşleri, kızları… istersen ‘ nasihatinden ziyade Hormek Milis Kuvvetleri çatısı altında Şeyh Said isyanını bastırmak  için birlikte hareket ettikleri Gazi Paşa’nın  devlete hizmetlerinden dolayı telgrafıyla  kutladığı, kızı ya da kız kardeşleriyle yapacağı bir evliğin Cumhuriyet idaresi nezdinde  geleceğine olumlu katkısına inanan  Mehmetê Şerifê Aliê’nin, büyük  hürmet duyduğu Küçükağazade Mehmet Efendinin   kapısını çalmasından doğal bir şey  olamazdı. Dünya Fransız,  sanayi, Ekim  devrimlerinin ve  aydınlanma çağının iteleyiciliğinde, I.ve II. Dünya savaşlarının yıkıcılığını tamirle  daha güzele , iyiye ulaşma gayretindeyken; geçmiş de özellikle de etnik, mezhepsel farklılıklarından dolayı kendilerine siper ettikleri, dağlar, tepeler sayesinde  sık sık saldırılarına uğradıkları, çatıştıkları Sünni,Osmanlı yanlısı aşiretleri, askerleri   bertaraf  amacıyla sığındıkları dağ köylerinde, başka  alternatifleri bulunmadığından izole;  bir çember içinde devri daim de  genellikle her kesimin; mezhebin, etnik kökenin “aman soyumuza  yabancı karışmasın”  kaygısında akraba evliliklerine geçit verdiği    dünde ve  bugünde;  ev damlarında beraber büyürken ‘mala mın a o senin kardeşin… kardeşsiniz’ bellettikleri; bayramda, seyranda, düğünde, dernekte, gezmede tozmada  ‘edepli dur, ayıptır’ emirleriyle birbirlerine mesafeli yaklaşmalarını   istedikleri kızlarla, oğlanların; daha memeleri, bıyıkları çıkmamışken ‘eree Gulo, Fato çenek,  laoo, oğul Ali  eşektir  sadece iki kulağı eksiktir. Çene sen akıllısın, amcan oğlundur   evlen   idare et bu eşeği’–­‘ okumak diye tutturmuşlar,  amcan Veli’nin oğlu Kadir’le evlenin  gitsin ’– eree laoo… Mısto, gel seni kızım Leyla’yla evlendireyim, Antalya’da ki iki daireyi üstüne tapularım’tacizini  yapan   amcaların, teyzelerin, dayıların, halaların, dede ve nenelerin    bir araya gelindiğinde  azıcık   samimiyetlerine  ‘ ahaa bu ikisi evlense güzel olur ‘ –’a bu  ikisinin hali hal değil’ laf atmaları,  imaları yüzünden  rahat, özgür davranmaları kısıtlandığından,  temkini elden bırakmayıp; aynı sebeplerden sosyal hayatta da  yanlış anlaşılacağını sandıklarından; içinde nelerin yaşandığının bilinmediği soğuk savaş dönemindeki ülkeler gibi yaşadıkları ortamın dışarıya kapatılmasıyla  başkalarıyla iletişimsiz  muhafazakar,  geleneksel yapıda genellikle de  sorunlu,  kötü  ortak  genleri  taşıyan sosyo ekonomik beklentileri aynı  birbirinin  kurdu akrabalar arasında içe dönük  yaşadıkları aile ortamında;  çevresel faktörler; su kaynaklarının, farklı bitki ve  hayvan nesillerinin yok edilmesi, derelerin, ormanların, havanın  kirletilmesi, iklim değişikliği de  umurlarında olmadığından ‘ bana aileme refah ,mutluluk getirir, çocuklarımın torunlarımın hayatına  kalite, güzellik katardı ötelenerek  ‘çevreyle, insanlarla  ilgilenmeye, bakmaya, görmeye gerek yok’ vaziyetinde  “yeni” yi aramayıp, geliştirmediği kendilerinden, konumlarından memnun, olabildiğince de bencil bir noktada… nasıl bir hikayeyle başlamışlarsa; o noktayı aşmadan…o hikayeye bir şey katmadan, eklemeden  hayatı sırtlayıp götürecekleri yolculukta bol bol  et… et…süt…tereyağı protein yiyerek lastik gibi uzatmak istedikleri  ömürlerinde,  bir önceki neslin kendilerine armağanı   ‘mantığın’  esaretinde; asla bir hobi edinmeden evlerinde,  kahvelerde, parklarda, kapı önlerinde pineklerken doğumuna neden oldukları çocukları kendileri,  ebeveynleri  gibi   aynı  yolculuğa sürükleyen;  bilimsel verilere göre sıklığı ülke genelinde % 35’lere ,  Karadeniz ve Kürdistan  da  %50’lere ulaşmış, neresinden bakılırsa bakılsın  akla, ahlaka  aykırı  pek çok ülkede yasak, nerde az gelişmiş, geri kalmış bir ülke varsa oralarda yaygın,  ufku, bakışı  daraltan bence manyaklıkta son nokta akraba evliliklerinin sonucudur işte bugünün; herkesin  bilerek, bilmeyerek varsa yoksa kendisini , egosunu tatmine yöneldiği  ‘ be Allahın kulu, kulları  ! senden, sizden  başka hiç kimse yok mu dünyada, sadece sen ve isteklerin mi önemli? Kendilerini düşünüyorlar, bencil, sorumsuz… saygısızlar’  isyanına sebep  duyarsızlığın, merhametsizliğin, sevgisizliğin,  kadına şiddettin,   taciz ve tecavüzün kol gezdiği  toplumsal yapısı. Korkuyorsun, yazmamı istemiyorsun biliyorum ama  gün doğduğundan  itibaren savaş, maganda kurşunu, trafik, iş kazası, kaldırım taşlarının yanlış  yerleştirilmesine, rögar kapağının kapatılmamasına, ilaçlı bir meyve, sebzeden, yemekten zehirlenmeye   varıncaya kadar tonca olayla  her an gerçekleşeceğinden ölmek için özel bir duruma ihtiyacının olmadığı  bu coğrafyada;  önceki kuşağın; ataların hediyesi vücudun büyüyüp gelişmesini, çalışmasını, ruhsal durumunu  kontrol eden genetikle,  kalıtımla hayatta “merhaba” denildiğinden    akrabalık yüzünden hem annenin, hem babanın aynı bozuk genini  taşıma ihtimali de yükseldiğinden normal popülasyona göre artış gösteren nadir hastalıkların, milyonlarca özürlü bireyin  veeeee yazıyorummm işte;   çirkin insan fazlalığının sebebi; görünür bir şey  olmamasının psikolojik anlamda sorunsuzluğa delalet etmeyeceğini   bilmediğinden bilimsellikten  uzak ‘valla annemle , babam akraba, ne engelli, ne de hastalık yüklüyüm, akıl desen akılım da çok şükür yerinde’ savunmasının,  bizatihi sorun teşkil ettiğini kavrayamadığından,  dimağındaki doğrunun, düşündüğünün gerçekliğine inanan ‘ha dünya düzdür diye tartış, ha kuzeninle evlen’tutuculuğunda, dış seslere kapalı fanatiklik, olumsuzluk içeren  ruh halindeki kişiliklerin  aile, toplum ilişkilerinde yaşa (ta)yacağı sakatlıkların, arızaların; doğan çocukların IQ’sunun yaşadıkları  toplum ortalamasından 8-10 puan daha düşüklüğünün; söylenen okunan bir şeyi anda doğru algılayamamanın;  akılları  sürekli uçkurda olduğundan çocuk sahibi olunduğunda  üzerine düşüne  görevi  yerine getirdiğine  inanıp    ( eşini cinsel  yalnızlığa terk ederek)  gözünü  dışarıya diken doyurulmayan cinselliklerini çoluk çocuk demeden herkesin yanında   ortaya sermekten çekinmeyen , şaka niyetine kisvesiyle örtülen   ‘eree  Kemo ölse ben seni alırım’, ‘eree Uso   ölürsen   Nace’yi alırım ha’ istemlerinin  ‘hele, hele bak’ gülüşmeleriyle   kadının seks, arzu nesnelliği yapılmasına yardımcı olmalarıyla,  bir gün halanın, teyzenin , yengenin,  dayının, amcanın, eniştenin  kayınpeder, kaynana;  amcanın baban, teyzenin de  annen olabileceğini kanıksatmayacak; büyükbaban Resulé Memilé’n ölen kardeşinin karısı babaannen Zellhan,  anneannen çene Küçükağanın da  öldürülen deden Mehmetê Şerifê Aliê’nin  kardeşiyle evliliğinden devrimci dayının   doğduğunu bilmenin, amcan kızı çene Velié Resulé; Hakife’nin eşi  Yusuf’u kaybettikten sonra kendinden on yaş küçük  kardeşi Hasan’la evlenmesine şahitliğin  tepki duyulacak   hadiselikten çıkarak, sıradan hale gelen  kardeşlerinin veya diğer akrabaların eşlerine ‘… ölürse  ben evlenirim, evlendirileceğim’  bakışının normalleştirilmesiyle ‘baksana bana sen ! benden sonra herkesin  gözü önünde karımla ya da  kocamla  evlenecek,  yatağımı  paylaşacak  ve bu gizli saklı filan değil herkesin  gözünün  önünde  yapılırken kimse de ses çıkarmayacak.Dün evime misafirliğe  gelenler, kardeşimle karıma  misafirliğe gelecek. Yok… yok !  mal gibi ailesine başlık parası verilerek  satın alınan kadın;  bir mal nasıl ki alındığı  yere geri gönderilmiyor;   miras  birinci dereceden  aile fertlerine dağıtılıyorsa; ölen  kocasının malı  sayılan  kadının da  ev damının erkeklerine düştüğünü kabullenmiş; yüzyıllardır hep   soy, aile, töre, gelenek, devlet, millet , bayrak, bekaya  öncelik verdiklerinden  bireyin, senin, benim zerre önemimizin olmadığı  Ortadoğu toplumlarının, Anadolu’nun bu ahlaksızlığına alkış tutamayacağım zira  ahlaksızlığın da bir sınırı olmalı değil mi? Herhangi bir tartışmada  ‘çocukluğunda da böyleydin.Böyle saçma, garip düşüncelerin vardı.Seni çok iyi tanıyorum , ne istediğini, ne yapacağını, yapmayacağını  az çok tahmin ediyor, biliyorum’ ciddiyetsizliğinde  ‘hele bak, bak too..to…too  kuru kalabalık senin ki…yap da görelim, oyyy  artık uğraşamam… ’ çığırlı araya  sınır, mesafe  koydurtmayan,    birbirlerini başından savmaya,  saygısızlığa  izin verdiren akraba evlilikleri; bir evlilik değil mevcut ilişkinin  devamıdır. Tamam … kardeşim sana, bana; erkeğe kadına   biçilmiş bir model  var  lakin belki medeniyetin geçer akçe olmadığı ilkel çağlarda faydalı olmuş bu modeli; bireyin hayatını tutsaklaştıran   geleneksellik  diye ilkelliğin bugünde devamına, bu saçmalıklara eyvallah diyerek , ellerinde son model cep telefonları, önlerinde laptopla  seve seve yaşayanlardan olup  dayısının, amcasının, teyzesinin  kızında, yengesinde gözü olan erkeklerin ahlaki değerlerinin ne noktalara gelebileceğinin izdüşümü  70 yaşındaki dede Hasan Yağal  torunları 3 yaşındaki Müslüme’nin, ablasının babası  olduran ensest  eğilimlerin yaygınlığına seyircilikde; annenin sütünü emzirdiği çocuğun kardeş sayılacağı hükümlü, kimin kimle evlenip evlenmeyeceğinin  ayrıntılı  tarifinin yapıldığı  Kutsal Kitaplardan  Kuran’ın indirildiği  Hz. Muhammed’in  kızı Hz. Fatma’yı  amcasının oğlu Hz.Ali’ye   vererek amca çocuklarıyla evlenmenin dinen caizliğinin  de  onaylandığından  sakınca görülmeyen ve fakat  – bir zamanlar Hollanda, İngiltere Avrupa’da  da geçerli hatta Hasburg hanedanının sonunu getirmiş  toplumsal hareketlilik arttıkça, Kentler çoğaldıkça, teknolojik gelişimler alıp başını gittikçe azaldığından–  kültür, gelenekten ziyade son kertede  bir  gelişmişlik, medeniyet  meselesine dönüşmüş;  “yapmayın, yaptırmayın” tavsiyesi yerine  yasaklanmasının pek çok sorunu çözeceği  yirmibirinci yüzyılda memlekette hala revaçta olan akrabayla evlilik  bireyin kendisine, doğurulacak çocuklara,  topluma  zararı ziyanı dokunan  çağdışı bir ilişkiden başka bir şey değildir de  bunu  aşiretleri için

“Hormekli döğüşür

Merdi Merdana,

Lolanlı yalvarır

Şahı Merdana, Kör olasın

Abdalanlı  nankör,

Nasıl uydun melun

Yezid mervana “

deyişini de söyledikleri sohbetlerde ‘biz Hormekliler, sadece Gımgım’da değil civarda, diyarı Osman’da   nam salmış, hasımları korkuyla titreten  asil bir  ocak…aşiretiz;  too… too..to; eroo laoo,  laoo  hepinize söylüyorum;  dışarıdan getireceğin  gelin, damat  aileyi, soyu sopu bozar, karıştırmayın soyunuzu, bozmayın …sakat da , çirkin de olsa Hormekli  oğlanlarla, kızlarla evlenin ‘ sözlü Hormek  genelgesini tekrarlayan dedelerden Talo’nun kardeşi  Mustafaê Gülabiê  İbrahimê  dayanamayıp  ‘ apé, amca ma bu nasıl iş?  kendinize gelince Sünnilerden,  Kürtlerden evlilik mubah. Hasané (Hesene) İbrahimé Talo’ya Gule; Kurmanj’la, Veliyé Taloé  Mustafaê  Boran köyünden Ömeri Usıkın kızı neydi o adını aklıma gelmez, onla,  Mehmeté  Müminê Karkapazardan   bir kadınla, Selimé  Ağé  Mustafaê, Gımgım’dan  Şeyh İsmail’in kızı Şarivan’la, Mehmet Halité Alié de hapse gireceği kesinleşince  ‘ daha çok gençsin, benim ne olacağım belli değil, git babanın evine, kendine bir yol bul’ diyerek babasının evine gönderdiği Cibranlı binbaşı Kasım’ın kardeşi Melek’le evlenmedi mi? Onlara ses etmediniz, bize gelince…  nedendir?’  karşılığını verene ‘ a bu  Sünni, Kürt aşiretlerle düşmanlık çok akrabanın, çok gencin  zayiatına mal oldu. Bazen aşiretin geleceği, sulh, sukut  için düşmanla akrabalık kurmak gerekir o yüzden  kız alınır, verilir. Mecburiyet vardır. Ama sonu iyi gelir mi  !!! belli değildir, her zaman iyi  de gelmez.A o Selimé  Ağé  Mustafaê’nın başını yedi mesela.’Ma Gımdım’da, Hoşan deresinin yanındaki bağda görüp boyuna posuna vurulduğu;  Şeyh İsmail’in nişanlı  kızı; on üç yaşındaki Şarivan yine bağda  arkadaşlarıyla eğlenirken    atlı adamlarıyla etrafını çeviren Selimé Ağé; Şal u Şepîk’ne  sardığı   iki katlı kuşağını çözerek beline geçirip, bağladığı  gibi atının terkesine  atıp köyüne, Zengel’e  kaçıracaktı. Kızının kaçırıldığını haber alan Şeyh İsmail  ailesinin ‘almış, götürmüş .Atlı, silahlı  adamları var.Bizim  Selimé Ağé ‘yla baş etmemiz mümkün değildir,  bir çatışmayı kaldıracak güç de yoktur‘ kararıyla herhangi bir  olaya  meydan vermemek amacıyla tatlıya bağlanıp evlilikle;  Hormeklilerin lideri olarak  tehcirden önce Ermenilerin arazilerine bile  el koyan Cibranlılarla, diğer aşiretlerle çatışma, talan, gasp için gerekli silahları bulmak, arazi, mal anlaşmazlıkları çözmek, küsleri  barıştırmak meseleleriyle  uğraşmaktan  fırsat bulup da  aşiretin diğer erkekleri gibi iki, üç evlilik yapamayan  Selimé Ağé Musatafé, bir gün  üç oğlunun, bir kızının annesi   lojında ekmek pişiren Şarivan’a  ‘ eree Şarivan, bakıyorum a bu civarda kadınlar adamlarının ayaklarını yıkıyorlar, sırtını sıvazlıyorlar bir dediğini iki etmiyorlar. Ben koca Selim ağa, her gün  çatışma ortasındayım, güç lazımdır, kuvvek lazımdım, bakım lazımdır fakat nerde? önüme doğru düzgün yemek koymuyorsun, bir tas yoğurt atıyorsun, doy diyorsun.Bana  iyi bakmıyorsun’ –‘eee ben ne diyeyim sana Selim ağa?  Allahtan kork, sen ortada yoksun, malın mülkün peşinde koşan ben; kardeşlerinle uğraşan, bütün gün  gelen gidene, çobanlara, onca insana yemek yetiştiren, o  yorgunlukla ayaklarını leğene  sıcak su koyup yıkayan da ben. Şu dediklerini duysa biri  Şarivan, Selim ağayı  aç bırakıyor diyecek. Böyle konuşacağına  bugün canım paksan çorbası içmek istemiyor,  başka yemek yap de. Elim hamurda, bitsin   et  yapayım.Elimden  ancak bu kadarı geliyor,  ben   daha ne yapayım?’ –‘ eree valla sen haklısın. Elinden gelen demek bu kadardır. Çinika Şarivan,   yemin olsun, bende diğerleri  gibi  üzerine yedi tane kuma getireceğim’le hiddetiyle  Karer’ deki akrabalara gönderdiği ‘birini bulun, evleneceğim’ haberine çok geçmeden ’kocası yeni ölmüş dul bir kadın var,  Zöhre’dir adı, gençtir, güzeldir’  karşılığını aldığında  ‘eree gel ! hele gel Şarivan  sana haberim vardır. Akşama hazırlık yap, gelin, kuman gelecek . Demiştim inanmamıştın. Sakın kadına kötü davranayım deme yoksa baba evi aha ordadır. Şimdi üç atlı çıkartım, alıp gelecekler’ dediğinde ‘ Selim ağa, baoo, demek sen !  elçini Karer’e gönderdin, bende elçilerimi  Bangır babaya…Karer babaya gönderdim.Bakalım ! senin ki mi tez gelir…benim ki mi?’ rahatlığında Şarivan mala gittiğinde,   atlılarının  gitmesinden bir iki saat sonra çoban  Hıdıra Eli kapıda görünecek  ‘apo, apooo Selimé Ağé , atlı adamlarını  gören  Karkapazarlı çobanlar köye yetişip senin baskına geleceğini  söyleyince,  Mal Xeto ailesinin silahlı adamları köyün etrafında pusuya  yatmışlar, bunu gören senin adamlarda  a o Goride bir  mevzide seni beklerler’ –’ baoo, Hıdıra Eli, sen önden  git. Atlılardan Hesené Hayderé de ki ; Selim ağa  tuttukları mevziden çıkmasınlar  geliyorum dedi, de’ .Omzunda hedefi ıskalamamasıyla   nam salmış dokuzlu sürmeli tüfeği,  atladığı gibi rüzgarla yarışan atına  Mengel köyüne yaklaştığında karşısına çıkıp atını durduran yaşlı kadının ‘ dereza Selimé Ağé!  Hayır bo nereye’–‘gıle Karkapazara, neden sordun?’–‘ baooo  bak! ez kurbane, ben bilirim, görürdüm.Sen atınla burdan her geçtiğinde,  başında dolaşıp sana yol gösteren kartal, kuş  bugün yoktur.Her ne düşünüyorsan farkında bile değilsin. Bramın, her ne yapacaksan, yapmanı istemez   küsmüştür  senden. Gel, nereye gidiyorsan gitme! Ne yapıyorsan yapma!  dön geri  ‘  yalvarmalarına ‘gıle, waye, dayıkame,  benim anam  sen   içini  ferah tut, pirim benimledir, Pirom her daim  yanımdadır. Kal selametle ‘yle  yoluna devam edecek, Karkapazar düzlüğüne geldiğindeyse kurulan pusuyu fark edip silahını ateşleyince Mal Xeto’nun adamları korkudan kaçışırken, sırtı dönük olduğundan  göremediği pusuda yatan  Karkapazarlı  çobanın  ‘ben atayım şu mermiyi  de vurursam , sağ salim dönerim evime’yle  ateşlediği mavzerinden  çıkan kurşunla atın yere düştüğünü görünce mevzisinden  fırlayıp  Karkapazar’a vardığında  ‘birini vurdum, kim olduğunu bilmem’ diyerek Karkapazarlılarla  olay mahalline  geldiğinde; başında atının beklediği cesedin  tek başına bir alayı dağıtan yiğitliği dilden dile dolaşan, düşmanlarının Azrailleriymişçesine  korktuğu Hormekli Selimé Ağé olduğunu anlayan Mal Xeto’nun adamları  cesedi atına yükleyip Karkapazara götüreceklerdi. Onca çatışmadan sağ çıkan Selimé Ağé ‘nın  Zöhre’yle evlenme uğruna hayatından olması hazin bir son gözükse de, Şarivan’nın elçilerinin Karer baba’ya ondan önce ulaştığının da ispatıyken  Mustafaê Gülabi’ye ne demeli?Onu dinleyen sanır ki Tudor, Habsburg, Bourbon hanedanın, Rothschild, Rockefeller  ailesinin  mensubu gibi   a o nasıl bir övünme, nasıl bir özgüvendir öyle, akıl almayacak. Mustafaê Gülabi o nasihati etmese de   Karer’den kız almaya kararlı Mehmetê Şerifê Aliê ile amcası oğlu Alié Haydaré Zeynelê;  Küçükağazade Mehmet Efendinin odasındayken, o zaman benle yeğenim Fatma ağladık…ağladık, daha onbir yaşında var yokum, etrafımda olanlardan ne haberim olacak? Şeyh Said’i, isyanı, Milis kuvvetini falan, nerden  bileyim? Çocuğuz ama biliyoruz evlenirsek, gideceğiz buradan ‘Emine’ dedi Fatma ‘ bram Hüseyin dedi iki atlı gelmiş ta Gımgım’dan piyimden , babadan  kız istemeye ama hangimizi verirler…hangimiz gider ? bilmiyor’ İçim o an böyle cız etti , yetim olan bendim , bildim beni verecekler.Oymalı, ceviz sandığa koyduğu bir  çeyiz, birkaç koyunun kesilip, kazanlarda yapılan kavurmaların çayırda  serilen sofralarda yenildiği  Küçükağaların şanına yakışan, bir, kaç gün  süren  bir düğünle  yolladı beni abim Kasman’a. Ne başlık aldı bilmem fakat az almadı. Kasman’a geldim,   nerde Küçükağaların zenginliği , bolluğu nerede çe  Talo?Bana göre fakir bir ev damı, odaları az. İlk zamanlarda babaannen Fidan’ın odasında kalıyoruz, benim boyum kısa,  baban  kucağına alıp pencere önüne götürdü beni dedi  ‘Emine! dışarıya bak ! canın sıkılmasın’.Küçüktüm ya, uzun  saçlarımı tarardı,  çok değer verdi bana, her zaman ‘şunu söyle yapalım, böyle edelim’  fikrimi alırdı. Üç aylık gelinken ben,  Isparta’ya teb’id (sürgün) kararı çıkan babanın yazı, şiir yazdığını bilmezdim,  Kasman’a geldiğimde,  baktım odasındaki  masanın üzerinde bir top  sarı saman kağıdı,  yanında  daktilo, bir de yanında taşıdığı aklına bir şey geldi mi yazdığı defter ‘–‘o daktilo nerde şimdi’ –‘ amcası Kamerî  Sofué İbrahimé’n  oğlu Şükrü’ye vermişler.O da birine vermiş.’–‘anlamadım onca kızı, oğlu vardı.Niye ona vermişler?’–‘Bizim orada öldün mü tamam.İz bırakmazlar arkandan.Nesi var, nesi yok dağıtırlar. Sanki hiç yaşamamış gibi. Ben ne bileyim,  ben çocuktum,  bilseydim her şeyi alırdım, saklardım. Benden büyük eşekler vardı, karısı, çene Küçükağa  vardı deseydi ’ ben, kocamın daktilosunu vermem. ‘ Babamın bir atı vardı, adını bilmiyorum. Atı siyahtı yalnız alnı yüzü burnuna kadar beyazdı. Birde ayakları, bilekleri beyazdı,  “belek” derdik biz. Annem ahıra giderdi biz de arkasından,  önünde ağlardı…ağlardı,  bir bakardım;  atın böyle gözlerinden yaşlar aktığını görürdüm. Atını da hakim abimin kayınbabası olacak Ölengli Mehemet Efenin   oğlu Kasım’a verdiler… kılıcını amcam Hüseyinê Aliê  aldı. Öldürüldüğü gün atına binmek istemiş, atı kişnemiş, gitmek istememiş, bırakmamış binsin. Babamın kamçısı varmış, siyah, bir tane vurmuş kamçısıyla  demiş ‘be mübarek sen niye gitmiyorsun. Annem, baban  herkese şiir yazardı diyordu. ‘–‘Doğru demiş, çene Küçükağa  içinde  yazmış, okudum ben’–‘ben babamın annem için şiir yazdığını  bilmiyordum’–‘dur bekle ! Bingöllerin Sesi, kitabı alıp geliyorum’  seyirciyi sıkar mı, zorlar mı düşüncesini iteleyip  yaşanan an isterse on dakika sürsün olağanlığında perdeye aktaran Nuri Bilge Ceylan  kamerası peşindeymişçesine telaşsız, yavaş hareketlerle, odaya yöneliyor, kitaplar arasında gezinen elinin bulduğu kitapta   annenin bilmediği şiirin yazılı olduğu sayfayı araya, araya  yanına geldiğinde  ‘hah, buldum işte, anne  dinle’

” 1927 yılı Emine’ye Mektuplar

Gelin

Üç aydır seninle evlendik gelin,

Dudağımda küçük kınalı elin,

Nerde ala gözler, kara kaşların,

Göğsüme yığılan kumral saçların,

Kim ayırdı bizi bu bir kader mi,

Bir afet mi, yoksa dert mi, keder mi,

Ayırdılar işte, tam yollardayız,

Ucu bucu görünmez çöllerdeyiz,

Sen o köyde için hasretle dolu,

Ben Kütahya, Isparta Uluborlu,

Çarşısında gezen bir garip Sürgün,

Üç ay önce, yaptım sana ben düğün,

Kaza denizine düştüm sevgilim,

Uzaklardasın sana yetmez elim.”

‘Ne güzel yazmış, ben diyorum babam çok sevmiş annemi , hasretmiş ‘ –‘ sevmiştir ne var , abartma anne insan on kişiyi de sever.Peki anneannem dedemin yanına gitmemiş mi?’ –‘ Annem sonra  bir devlet teb’id ettiklerinin  yanına eşlerini, çocuklarını da  gönderecek dediler, demişti.Tek tek topladılar  bizi,  etrafımızda jandarmalar ortada biz… ne bavulu? neyimiz vardı ki iki çal çaput, koy heybeye tamam. Kah yürüyerek, kah trenle, kah arkası açık bir kamyonla  Trabzon’a,  limana götürdüler.Yanımda  akrabalardan   Velié Ağé’nın  karısı  halam  Zerif’de vardı. Bir Allah bilir ne meşakkatli  yolculuktu. Geldik limana, vapura  bindirirken  bizi getiren askerlerden biri, bir kolağası,  elindeki kağıttan isimlerimizi okuyor, ismini okuduğuna da  şöyle bir bakıyor  geç… geç  diyordu. Sıra bana gelince ‘sen böyle geç, bu kalsın ’ dedi. Daha onbir yaşındayım, çocuğum ’kalsın’    dediğini duyunca korkudan, a o gök yıkıldı başıma ‘heyvah, heyvah beni yollamayacak  Şerif’in yanına’   zangır, zangır titriyorum. A o benim önümde  gemiye aldıkları  emıka ma Zerif   sonra bana dedi ki ‘ baktım bir şeyler söylüyor asker sana, anladım seni tutacak kendine, bırakmak istemez. Aklını kullan  Zerif, dedim. Hemen yanına geldim elini tutum.’ Hakikaten öyle yaptı ’ Bu benim kızımdır, kocası bekler onu’ kolumdan çekti aldı beni, güvertede  sıraların birine oturduk, vapur hareket edene kadar da elimi hiç bırakmadı. Aynı sürgün kafilesinde ki amcasının hanımının ölmeden bir iki yıl önce kendisine anlattıklarını tesadüfü bir karşılaşma, tanışma sonrası annenle yaşıt Lolanlı Nuray’dan  dinlediğinde; ailesinde  ne  annene, ne de başka birine  anlatamadığı “zangır, zangır titremesinin” nedeni o gemiye binmeden önce  yaşadıklarının ürkütücülüğünde onbir yaşındaki  bir çocuğun duyduğu çaresizliği ölümünden  otuz yıl sonra; belki de boynundan hiç çıkarmadığı  minik kırmızı  boncuklu  kolyesini o yolculukta kendisine hediye etmiş halası Zerif’in de yaşanan olayı  bildiğini aynı gün  öğrenmen sana,  beşyüz yıl geçse de  hiç bir sırın, hiçbir gerçeğin gizli kalmayıp er geç ortaya çıkacağını  da kavradığından üstüne basa basa soruyorsun ‘Anneannem  o yolculukla ilgili sana başka bir şey anlatmadı mı?Ne bileyim başına gelmiş başka bir olay’– ‘ Annem bana bu kadarını anlattı, her şeyi konuşmazdı, pek çok şeyi içinde saklardı’ şimdi gerçeği annene anlatıp o darmadağın etmene ne gerek. Bu iğrenç olayı  anlattığında  ya  tansiyonu yükselir emboli atar, felç kalırsa… ömür boyu vicdan azabındansa kendini öldürürsün sen.Bırak öğrenmesin, öğrenmesi yaşanacak facialardan daha mı önem arz ediyor.Madem, sırını kimsenin bilmesini istememiş çene Küçükağa, bırak seninle mezara gitsin ‘ anneannemler nerden gemiye bindirilmişler ‘ –‘ Trabzon dan gemiyle İstanbul’a ordan  Isparta sonra babamın sürgün edildiği yere Kütahya Tavşanlı’ya götürmüşler. Annem diyordu ki, devlet bize, önünde koskocaman bir çayır, tarla  olan  yeşillikler içinde iki katlı büyük  bir ev vermişti.Hem hükümette, kaymakamlıkta   memur  çalışan, hem de  oraya sürgün edilmiş  Mehmet Çavuş diye bir Seyid vardı, onunla  birlikte  müteahhitlik işi yapan  baban çok güzel Kuran okurdu, pencereden sesini duyan komşular ‘Emine bacı ! Şerif beye söyleyin, bu akşam da Kuran okusun, dinleyelim‘ derlerdi. Çok geçmedi  bir gün baban   ‘Kanun çıkmış, istesem   Kasman’a geri dönerim fakat bana kalırsa Emine,  gel gitmeyelim, bu taraflarda kalalım’. Ben tutturdum ‘gidelim, gurbet burası, yanımızda kimse yoktur, ailemiz akrabalarımız,  hepsi oradadır. Malın var, mülkün var, niye, kime  bırakıyorsun ?’–‘Ne…ne yaptın sen dakıla mı, dayi kame ! dayi ! aldın getirdin babamı, Kasman’a öldürdüler, orda kalsaydınız şimdi başkaydı hayatımız’– ‘böyle olacağını ne bileydim ?Bir yıl geçti geçmedi  (1928’de) Kasman’a, çe Taloya geri geldik’. Aynı yıl  3 Kasım’da gerçekleştirilen  Harf Devrimi sonrası,  11 Kasımda  “Millet Mektepleri Talimatnamesi” yle  gerekli hallerde; halin gerekliliğine karar verecek yetkili merci  – onlarca  tanıdığı torpil, rüşvet karşılığında  alıp maaşlı  atayacak–  partili; CHF‘lı yerel idareciler; valiler, kaymakamlar, belediye başkanlarından mütevellit yeterlilik kurulu;16-30 yaşlarında ki Türk vatandaşlarının tabii tutulacağı dört ay  sürecek, hayat ve maişetlerinin  ve vatandaşlık sıfatlarının gerektirdiği ana ??? bilgilerin de  verileceği  ülke genelinde Türk harflerini en kısa zamanda en doğru şekilde öğretmek için öğretmen olmayan aydın kişilere “Millet Mektebi Öğretmeni” unvanı,  belgesi verdiğinden,  daha önce Rus harbinde göçülen   Engüzek köyünde çocuklara okuma yazma öğretmiş  deden ; Mehmetê Şerifê Aliê Efendi de Uskıranda (Üstükran–Çaylar ) açılan Millet Mektebinde öğretmenliğe,  ordan da  Karlıova kaymakamlığına   tahrirat katibi ( yazı işleri müdürü ) atanacaktı.  Öğretmenlikten  bir iki yıl sonra Kaymakamlıkta  tahrirat katipliğine  hızlı yükselişin  arkasında idarenin desteği olmadan  mümkünatsızlığında , sık sık kaymakamın, diğer hükümet yetkililerinin  eşleriyle görüşen anneannen  de Karlıova’ya taşındıklarında  kucağında  yeni doğmuş hakim dayın  yanında da deden Mehmetê Şerifê Aliê’nin  çe  Taloda  babasının adıyla seslendiği  ama nüfusa aynı zamanda annesi Fidan’ın büyükbabasının da  ismi olan   ideolojisini  yansıtma isteğiyle 840-1212 yılları arasında Orta Asya, Maveraünnehir’de hüküm süren  Türk Hanedanlarından  “Karahan”   kaydettirdiği  sağır dilsiz   dayın Ali’yle,  teyzen Sara  varmış.Baban diyordu annem ‘ her zaman hükümet kapısında birinin yanına gittiğinde çizmesinin ucuyla kapıyı açardı; korkmazdı kimseden.Biri onun şikayetini yapsaydı,  o üç defa onun şikayetini yapardı; kafasına yatmayan bir iş olduğunda, bir  haksızlık gördüğünde, hemen dilekçe yazıp şikayet ederdi.’ .Dedemi hep öyle dilekçe yazarken gördüğündenmiş  meğer  dayım Ali’nin   ‘ben sağır dilsizim’le başlayan ‘maaşımı çalıyorlar, arazimi elimden alıyorlar’ gibi  olmayacak konular hakkında bile  sürekli  oraya, buraya dilekçe yazması. O  dilekçeleri okumaktan, evraka kaydetmekten, işlem yapmaktan, cevap yollamaktan  bıkan Ankara, Muş, Varto ve diğer  devlet kurumlarının, yetkililerin  şikayeti yüzünden   Kaymakamlığa çağırılıp ‘ bir daha dilekçe verirsen ,  hükümeti boş yere meşgul ettiğin için seni tutuklar hapse atarız’  gözdağında  bulunmalarından önce de jandarmadan, polisten ölesiye korkan  dayın  Ali  bu tehdit sonrası ölümünden bir iki yıl önce hiçbir yere  dilekçe yazmayacaktı. ‘Deden, babam ileriyi gören biriymiş kimseye muhtaç olmasın diye abim Ali’ye  okumayı, yazmayı öğretmiş. Askerlik zamanı gelince hani sağır dilsizdir raporu için  almış Erzurum’a götürmüş, asker hastanesine.Oda da  bir  Binbaşı, falan…  yanında oturmuş, muayene ediyor ya adamın birisi…Binbaşı böyle açılmış bir tane abimin yüzüne…hani sağır dilsiz olup olmadığını öğrenmek için, bir tokat atmış. Abim Ali  o da açılmış tak diye bir tane ona vurmuş.Neyse artık rapor vermişler tabi,  adam bir daha  karışmamış abime. Babam almış, getirmiş demiş ki anneme  ‘Emine biliyor musun Karahan’a bir tane tokat vurdular, o kadar yandı içim.Birde baktım Karahan da bir tane ona vurdu…vurunca öyle içim rahat oldu ki, çok sevindim’. Hakkında “Kimine göre   “zamanın korucu başısı. Belli dönemler ortadan kaybolan Mehmet Şerif Fırat’ın, Şeyh Said’i yakalatan Binbaşı Qasım ile beraber Elazığ’da istihbarat eğitimi aldığı, orada okuma yazma öğrendiği söylenir. Binbaşı Kasım  ( Qasım ) derinden ve sessiz, o ise gürültülü ve acımasız iş yapıyorlar” yazısı gibi onca makalede  ileri sürülmüş dedenin; istihbaratçılığına,  devlet yanlılığına kanıt   ve de Kasmana geri  dönmesine de sebep olaylardan birisi olarak gösterilen  Karlıova’da bir  binbaşıya tekme, tokat atması  vakasının aslı, astarı niyeyse tüm çıplaklığıyla  ortalığa saçılmadığından,  olayın muhatapları da bu dünyadan göçtüğünden  konuyla ilgili  de her kafadan bir ses çıktığından  işi tarihçilere bırakmaktan, devretmekten !!! başka, çıkar yol  da yoktur ?? ne bu şimdi ??? bir sen eksiktin; İlhan’ın ‘nesini yüceltiyorlar anlaşılır değil. Bunlar kendilerinin, kendisinin  faydalanmayacağı, işine yaramayacak  hiçbir şey istemez (ler). Rüzgarın  esmesini şöyle püfür püfür esse, dalgalandırsa saçlarımı  serinlesem, tohumlarını dağıtacağı  bin bir çiçeğin  kokusu getirse burnuma, türbini döndürse böylece enerji ihtiyacımızı karşılasak;  yağmurun yağmasını  da  şöyle  toprağın, doğanın  kokusunu içime çeksem, pencere kenarında izlesem damlaları– ki kontrol edebilecek gücü olsa  üstüne yağmasını bile engelleyeceği komşusunun tarlası da sulansın– diye değil sadece benim   toprağıma  yağsın, ekinim bol olsun, başaklarımı dalgalandırsın  diye ister. Ya hiç gördün mü köylerde sen, kendi köpeği dışında bir köpeğe yiyecek veren bir köylü? Eniştem 80 yaşına geldi, 50 yıldır  İstanbul’da yaşıyor  daha hanımını, teyzemi  alıp da sahile götürmüş adam değil. Aaaaa nasıl olur  enişte dediğimde de  pişkin pişkin   ‘ görsek ne olur, görmesek ne olur? ne değişecek yine aynı adam, yine aynı kadın  olmayacak mıyız?’la  üste çıkıp,  sorun etmeyecek bu meraksız, zevksiz, stabil aman da param gitmesin diye şöyle bir yerde oturup bir bardak çay, kahve içmeyi , evde pişirmek varken gören düşüncelerin  esiri olduklarını bile bile… öyle olmadıklarını bile bile kendine gelsin, medenileşsin diye bence Atatürk  “köylü milletin efendisidir”  demiş’ le   nefretini gizlemediği  köylü zihniyetlilerinin, kasaba kurnazlarının, kendini entelektüel niteleyen;  ne pahasına olursa olsun, hayatı boyunca Tevfik  Fikret’in  “hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin”  prensibine  sadık; mezarının taşına “bağbân bir gül içün bin hâre hizmetkâr olur” yazılmış belki meşhur sözlerinden “hiçbir yoğurtçunun yoğurt olduğu görülmediği gibi, hiçbir  Türkçünün de Türk   olduğu görülmemiştir”ini  duyan  deden Mehmetê Şerifê Aliê’nin de  kendi kendine gülümseyip, hak verdiğine  inandığın, sakalını tutkun olduğu  Marx  gibi uzattığından Sakallı  lakaplı  Yalınız Celal’in tahsilli cahillerinin; ülkenin gidişatını belirlemiş,  geçmişte yaşanan elem verici,  hayat yıkıcı  olaylar, başta Ermeni tehciri söz konusu edildiğinde aklına hemencecik  gelen  en gözde ve kurtarıcı ve inkarcı ve de yokuşa sürücü cümle, tarih kitaplarında yer verilmediğinden  dört, beş kuşağın  ölmeden önce  öğrenme olasılığının bulunmadığı,  kimliği    meçhul  “tarihçiler karar versin, bırakalım”a başvurmayan. Resmi tezlerini savunmasını istediği bunun için ‘uydur..uydur…yaz’ komutunu vereceği, farklıyı, ötesini savunanları  hain, bölücü, işbirlikçi damgaladığını  bile bile; yapılan haksızlıkların, ahlaksızlıkların sorumluluğunun ‘yaptırım güçleri, hukuki vasıfları  ne ki ?’ demeden    ihalenin bırakılmasının istendiği devletin tarihçilerinden geçmişin, tarihsel olayların tartışılmasını, araştırılmasını beklemek tam bir   açmazlıktır  apreliği deme!  Korkma ! demeyeceğim zira ; 2*2=4 etmesinin, √198 sayısı hangi iki doğal sayı arasındadır? 12√a + 48√a + 75√a = 66 ise a pozitif gerçek sayısı kaçtır?  varış yolu farklı olsa da  cevabın tekliğinden dolayı  matematik, fizik, kimya, uzay  bilimlerin de  görüş bildirme, yorum yapma   ihtisaslaşma, uzmanlaşma ve  kanıt gerektirir ama  cevabı tek olmayan ‘ devrim öncesi ve sonrasının Fransa’sını Balzac’tan, Hugo’önermesini de kapsayan  insan, toplum ilişkilerini baz alan beşeri bilimler, bir ihtisaslaşmayı gerekli kılmadığından mıdır, hiçbir vasfa sahip olmaksızın kendisini görüş bildirecek yeterlilikte gören tarihçilere  tarihi, sosyologlara sosyolojiyi, siyasetçilere siyaseti, aşçılara yemeği, ustalara tamiri, yazarlara yazmayı, YouTuber’lere konuşmayı, eğitmenlere eğitimi bırakmak lazım’  silsileli bıkkınlık verici ama öldürmeyen artçı  sağanağına   dönüştürülmüş bir  bakış açısıyla  üstüne beton dökülerek kapatıldığı  sanılan olayların   suçlusu  ülkeyi, bireylerini, toplumunu en uç James Bond  tekniklerini kullanıp  gizleyerek   “açmazlığa”  terk edip  gündeme  gelişini elden geldiğince erteletme kurnazlığı için  sarf edilen, onlarca sorunu çözebilecek   efora bakıp;  dünyanın her yerinde  tarihi kazananların yazdırttığı, yazdığı   gerçeği orta yerdeyken  yapılmayacağını bile bile yine de  hey Allahım diyorsun; ne vardı algının genişliğini arttırıp bağıntısallığı  öne çıkaracak demokratik tavırda; ister tehcir, soykırım, etnik temizlik, ister büyük felaket, vahim olay, pogrom, Holokost, mübadele; ister asimilasyon, ötekileştirme, isyan, katliam, kıyam  densin; adı, tanımı değişince acısı, kederi, vahşeti değişmeyecek;  niteliği, boyutu, işleniş biçimi farklı ülke tarihine damga vurmuş olayları; 77 ‘nin Bir  Mayıs’ını, Çorum, Maraş, Roboski  katliamlarını,  Kontr gerillayı;  1915 tehcirine,  6-7 Eylül 1955’e  neden argümanları kimlerin dillendirdiğini, “Atatürk’ün evini bombaladılar” manşetini kimlerin attırdığını,  Şeyh Said, Dersim isyanlarını,  darbeleri, işkenceleri, faili meçhul cinayetleri  araştıracak  tarafsız gözlemciler, hukukçular ve siyasetçilerden bir yüzleşme komisyonu kurulsa  muhatapların ellerindeki –şayet varsa  “Ermeni emvâl-i metrûkesi” nin kimlerin üzerinde kayıtlandığına dair yapılmış araştırmalar da dahil – evraklar , belgeler verilse, varılacak sonuç  raporlanıp açıklansa ne oludu ki,   dünya mı yerinden oynardı ? Ancak tüm engellemelere; ne kadar istenirse istensin yaşananları   tekeline alıp, saklayamayacak  tarihin; geçmişte milletlerin, dinlerin , cinsiyetlerin  aralarındaki  sosyal ve ticari  ilişkilere,  vuku bulmuş olaylara muhatapların yaşanmışlıkları edebiyattan, felsefeye, görsel, işitsel sanatlardan diğer sosyal bilimlere kadar pek çok dalda  bilgiye, metne dönüştürüp aktararak gelecekte yer edinmesini sağladığından kaybı söz konusu olmamsına karşın; neyin tarih,kimin tarihçi, neyin dikkate alınması gereken bilgi, belge, metin olduğu ülkeyi yöneten egemen güç kimse onun tarafından  belirlendiğinden  “damarlarda akan  asil kan”  masallarını tarih  diye  anlatan.  anlatıran,   yazan, yazdırtan da– ‘olur da elimizden alınır sahibine geri verilirse  aşağıdaki  büyük tarla Pembe köşkün yanında ki site, Akaretler de, Beşiktaş da ki  dededen  kalma apartmanlar, Boğaz kenarında yalılar, Van’da, Muş’ta  çarşıdaki dükkanlar halimiz nice olur‘ telaşına düşecek Ermeni mülklerini sahiplenmiş, onlara ait mal, mülk, altın, paralarla  zenginleşmiş,  kentli olmuş– ülkenin  saygıdeğer, soyadları kurtuluş mücadelesi, savaşıyla anılan  ailelerinin,  paşalarının,  yönetenlerinin   tarihin içine almak istemedikleri “küçük”, “sıradan” insanların; onca  İbrahimé Talo’nun,  Cibranlı Hüseyin Ağa’nın,   Belkıze’nin, Behıj’ anın, çene Küçükağanın, annenin  yaşanmışlıklarını köylerde,  mağaralarda,  uzak diyarlarda çürümeye bırakarak yok ettiklerini sanmalarına;  kendileri  unuttuğu için  unutmayı, unutulmayı  dayatan   otoriter,  hegamonik; resmi  ideolojik söylemlerine  kimin söylediğini tam hatırlayamadığın ( Alev Alatlı’ydı galiba)   “tarih, tarihçilere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir” noktalı virgülünü  koyup; ey Türkiyeliler ! sizler hep  yaptığınız gibi müesses nizamın istediğini yapmaya devam edip “tarihi tarihçilere bırakın, tamam, kabul ama hakkında farklı  görüşlerimin, iddialarımın olacağı İsmet İnönü’ye dokunmayıp, onu da rica etsem bana bırak mısınız  diyerek;  dedenin ve hasımlarının   verdiği iddia edilen  şikayet dilekçeleri hakkında kitap yazanların araştırmasıyla bulunsaydı,  spekülasyonlara, yalana  ihtiyaç duyulmadan  “Binbaşıya tokat atılmasıyla” ilgili gerçek ne idiyse anında,  şakadanak   ortaya çıkarılacakken, insanların aptal yerine konulup  bilerek muğlaklığa,  karanlığa terk edilen  yaşananların, olayların  dünya görüşüne göre yorumlanması,  yazılar, romanlar döşenmesi  her kesimin, her bireyin genetiğine  kazılı  olguya dönüşmüşken bu minvalde  çoğu kitapta  ismi yazılmayıp “bir binbaşı”yla  geçiştirilen aynı zamanda Karlıova Kaymakamı  binbaşı Kemal Tuncer;   aranan eşkıya Şorikli Hasan’ın öldürüldüğünü bildirerek, devletten  başına koyduğu para  ödülünü   alır ancak Şoriklinin yaşadığını, eşkıyalığa da devam ettiğini,  binbaşının yalan beyanla para aldığını iddia eden  şikayet dilekçesi üzerine başlatılan soruşturma  nedeniyle aralarında çıkan   tartışmada binbaşıya  tekme, tokat atınca –devletin kendisine sunduğu  kudreti, yetkiyi kullanıp binbaşıyı tekmeleyen devletin adamı damgalı deden  değil de  başkası olsaydı emin ol ‘sömürgeci TC’nin binbaşısına tokat, tekme atı’ mitiyle çoktan kahramanlaştırılmıştı – kendisinden haz etmeyen Kürt aşiretlerinin  çabasıyla   hakkında  tahkikat başlatan;  karşılıklı onlarca insanın ölümüne neden olmuş  husumetin öyle hemencecik bitmeyecek, yıllara devreden köklülüğünün farkındalığında  kendini tehlikede hisseden 1934’ün son aylarında istifa edip,  1935 yılında güvende olacağını düşündüğü Kasman’a geri dönüp köy içi, aşiretler, akrabalar arası arazi ve diğer  anlaşmazlıklarda arabuluculuk, dava vekilliği yaparken ; devletin resmi ideolojisini oluşturma çalışmalarına katkı sunan “Türk Tarih Encümeni” başkanlığı yapmış, 1931’de “Türk Hukuk Tarihi Mecmuası”nı çıkarmış ”Türkiye Tarihi”  yazarı Fuad Köprülü; 1932-1951  arasında TDK da yöneticilik yapan Besim Atalay; 1932 yılında I.Tarih Kongresinde  “Türk Tarihinin Anahatları” adlı çalışmanın yazı kurulunda yer alan tarihçi Ahmet Refik’den daha fazla  1926 da devletin  Almanya ya kursa gönderdiği, 1931 Muş milletvekilliğinden dolayı yüz yüze memleket meseleleri hakkında konuştuklarına   “şimdi tek bir yol üzerinde yürümeye mecburuz. Bu yol şudur: Kurmanclıkla, Zazalığın arasında bir Türklük barajı kurmak” vecizesinden, düşüncelerinden  etkilendiğine inandığın   Türk Dil Kurumunun   1935-1950 arası ikinci başkanı Güneş Dil Teorisine Göre Toponomik Tetkikleri (1936) yazarı, CHF’sının Şark İlleri Asayiş Müşaviri,  Milli  (A)Emele Hizmet (MEH) teşkilatı kuruluşunda ve  Türkçe Sözlük’ün yazımında da aktif görev almış, Yusuf Ziya Yörükan’ın    Alevilikle ilgili araştırması  arşivinden çıkan,   çok yakın olduğu Atatürk’e ve ilgili makamlara Dinler,  Türk tasavvufu; Bektaşiler, Kızılbaş-Alevi toplulukları ve 1932 yılında  Zazalar hakkında  sunduğu raporlarla  tek tipçi, Türkçü resmi politikasının oluşumunda   katkısı  bulunan  Hasan Reşit Tankut’un  kitaplarını  okumakla kalmayıp,  Kuvayi Milliyecilerin, Kemalistlerin gelenekselleştirecekleri   “Osmanlı–gericiliği,  Arap kültürü–ümmetçiliği  Cumhuriyet muasır medeniyet, ilerleme, Türk kültürünün, Türkün    doğuşunu temsil etmektedir. “  propagandasını içselleştirip,  Alevilerin Türklüklerinden dolayı Osmanlı da katliama uğradığına, itilip kalkıldığına kalben katılarak, Türk kültürünün tarihsel gelişiminin ortaya çıkarılmasına yönelik  araştırmalara girişip özellikle 1930 yıllarda sistemleştirilmiş Güneş Dil Teorisiyle   Türk Tarih Tezini tekrarlayacağı Türkçülüğün psikolojik manevralarından biri  de sayılabilecek, Ankara ile devlet ile Paşa Hazretleri ile Türkçülük ile her anlamda  barışık bir  Alevi tarihi, kültürü yaratma gayretiyle Civarık’ı Erzincan, Kars, Bingöl, Dersim yörelerini gezdiği  buraların  tarihi, aşiret,  nüfus yapısı ile Hormeklilerin  şeceresine ait bilgi, belge, notları toplayıp  aile  tarihini  anlatacağı kişisel bilgi ve yaklaşımlarıyla Hormek ve diğer Alevi aşiretlerini devletin bakış açısıyla irdelediği  Şeyh Sait isyanına karşı tutumlarını Cumhuriyeti kuranlar arasında  başından itibaren var olan derin birlikteliğin doğal sonucuna bağladığı;1946 yılında dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na sunulduğu ve başbakanlığın da doğu illerinde dağıtılmasını düşünerek değerlendirilmek üzere önerdiği Türk Tarih Kurum, başkan Şemseddin Günaltay imzasıyla Başbakanlık Özel Kalemi’ne gönderdiği ve  eserin “hiçbir ilmi vasıf taşımadığı ve müellifin kendi müşâhedelerine dayandığı” gerekçesiyle basılımının uygun bulunmadığının iddia edildiği  ‘Varto Tarihi’ne ait bir  kitap yazma fikrinin nasıl ? niye?? ne zaman ??? aklına düştüğü ya da düşürüldüğü, kimsenin belgesini  ortaya çıkarma zahmetine girmediği “Şorikli Hasan” olayı gibi sır  kalacaktı; hani hiçbir sır sonsuza kadar  saklanamazdı diyordun ne oldu? Aceleye gerek yok okuyucu, daha yolun başındasın, bekle bakalım. ‘Babam çok inançlı, çok merhametliymiş,  “wayire çe Talodakiler”  öyle diyorlardı,  her zaman inançlı birinin  kolay kolay bir  başkasına kötülük yapmayacağına inanırım. Bir gün evde  kimse yokmuş, köy yayladaymış,  babamda balkonda yazı yazıyormuş,  Hesené Aliki  Veli gelmiş, babam  ‘Hesené Aliki   bana bir su getir çeşmeden içeyim’ –‘amannn keko,  benim umurumda mı  sen susamışsın, valla  getirmem, git kendin al’ babam bu cevap üzerine bir şey dememiş,  annem akşama yayladan  gelince ‘ Emine’  demiş ‘keşke ben de Hesené Alik kadar gamsız olsaydım’ .Çünkü hep içine atarmış, kimseyi kırmak istemezmiş. Şimdi  çe Taloda, Kasman’da babam hakkında  anlatılan bunun gibi onlarca olayı, hikayeyi duymuş    ben, nasıl inanırım babamın insanların canını aldığına, kötülük.Babamla ilgili  hiç kimseden kötü bir laf  duymadım. Ablam Ceylan, Hollanda’ya  kızının yanına gittiğinde bizim oralardan bir adam oturmaya geliyor   ‘baban hiç pantolon giymez hep tımanıyla dolaşırmış, öyle mi ?’  diyor. Yani uçkuru hep açık  önüne gelene tecavüz ediyormuş demek istemiş.Düşün ! ablam Ceylan  o öldüğünde dokuz,  Sara’ysa onsekiz yaşındaymış  öyle bir şey olsa  ‘babanız Efendi,  şunu, bunu yaptı’ diye hiç  mi bir köylü anlatmayacak ?  hiç mi duyulmayacaktı. Hadi diyelim ablamlar  babaları diye  gizlediler,  anlatmadılar  yaptıklarını, koca köy, Varto’dakiler, herkes mi sus pus oldu, gizledi babamın yaptığı işkenceleri, kötülükleri  de duymadık biz .’Kasman’a gittiğimizde  babamın çeşmesini göstermiştim sana, hani  böyle altında deré  Mengelî’n aktığı  üç tane kavak ağacının olduğu düzlük bir yer ’– ‘şöyle küçük bir yer… koru gibi, rındık (su teresi) topladığımız yer mi?’–’ o ayrı o derenin öbür tarafında. Akbinden  (axpîn; genellikle ev damının civarındaki bahçe; verimli tarla),  dereye doğru inen, evin ön değil de arka tarafındaki yerden bahsediyorum’– ’tamam…tamam dedemin   mezarına bakan  tepe demeyelim de tümsek gibi bir yer vardı, orayı diyorsun sen  ama orada çeşme falan yoktu ki’–’ biz çeşme diyorduk,  yerin altından çıkan küçücük bir kaynak  su, incecik bir ark  gibi dereye  doğru akardı, babam, oranın  suyunu içermiş, onun için oraya “babanın çeşmesi” diyorlardı.İşte annem derdi ki ‘derenin akışını, sesini çok seven baban yazın hep oraya giderdi, ateş yakar,  demirden bir  üçayak (sacayağı) vardı onun üzerinde çayını demlerdim, yere cacım (kilim) serer  otururduk. Baban, büyük büyük dedesine benzermiş, öyle diyorlardı, evdekilerle  uğraşmaz, tarlayla, bağla bostanla ilgilenmez, kimseye  karışmazdı.Yazı yazardı, gezerdi, sık sık Varto’ya, Muş’a  başka yerlere gider, gelirdi.’–‘ hangi dedesine benziyormuş?’–‘Talo  Mustafaé’ya’–‘ aileye niye Talugiller diyorlar, ayyy yanlış konuştum Talu(o) ne demek’ –‘Talo değil Dalo diyoruz biz. Diğer beş kardeşi  vuran, kıran, can  yakan, can alan, kavgacıymış. İçlerinden bir bu  hiç gülmez, hep taş gibi küs gibi dururmuş. Onun için  Ali yerine Talo   Mustafaé    diyorlarmış. Dalo bizim dilde acı demek. Kasman’da, diğer köylerde herkes diyordu (D)Talu(o)’nun eli çok ağırmış, birinin bir yerine  dokunsa, tokat atsa bir yara, iz bıraktığından korkarmış. O yüzden de birine dokunacak , elini sürecek olsa  önce ‘Bismillah’ der sonra  eliyle hafifçe dokunurmuş.’ – ‘ yani… ??’– ‘yani nasıl bir keramet sahibiyse artık.Tekyası,  ocağı yokmuş ama nasıl  biz “Ya Goşkar Baba” diye dua ediyor, yardıma çağırıyorsak, güç zor bir işle karşılaştığımızda  ya da bir işimiz olsun istediğimizde ( Wayîrê çé Talu Mustafa ağayî tifak û tofana şima ra dûrî bero – Talo Mustafa ağanın ocağının sahibi ) bütün kötülükleri ,  felaketleri sizden uzak tutsun’ derdik.’

Annenin herkes gibi orta yaşı geçtikten sonra sık sık geçmişe dönmesine günümüzde  belirleme hakkını elinde tuttuğundan  hoşuna gidecek postlar, fikirler, reklamlar sunanları takiple, kapattığından , engellediğinden  farklı yeni düşüncelerle , yeni  fikirlerle karşılaşılmayıp bir nevi “körler, sağırlar birbirini ağırlar” durumunda  kendisine benzeyen diğerleri iletişimi sağlayan sosyal medyada (Twitter, Facebook v.s) kullanıcıymışçasına  sadece kendine yakın fikirleri duyacağı, ilgisini çekeceği olaylardan haberdar olacağı yankı odasındaymışçasına; yaşanmışlığı olmadığından  annesinin, akrabalarının  bilmesini istedikleri  kadarını  anlattıklarıyla kendine   istediği, düşlediği karakterde  bir baba, çocuklarına da  dede yaratmasına tanıklık etmek…aynı zamanda ; iyileştiremeyeceği  yarası babasızlığın  gölgesi tüm ağırlığıyla yaşamını örttüğünden;  hiç görmediğinden de   en sevecenini, en merhametlisini, en vicdanlısını , iyisini  kaçırdığını  sandığından; doğmasına sebep babasının  varlığı ı durumunda yapabileceklerini düşünüp mutsuzluğu, başına gelen bütün kötülükleri    hak ettiğine inanıp  ‘babasızlık işte böyle bir şey, yetimin yüzü gülmez ömrü boyunca diyorlar, doğruymuş“ kahrediciliğinde acısını yaşadığı mekana; evine,   dört bir yanına saçarak,  babaları  hayattayken  çocuklarına yaşattığı  olumsuzlukları, şiddeti   göremeyen gözü körlüğünü  fark ederek büyüdüğünde ‘ işten geldiğini gördüğümde bahçede koşarak karşılardım, elimi tutar birlikte eve yürürdük konuşmazdık.Filmlerde gördüğüm gibi görünce  beni kollarını açarak beklediği, sevgiyle kucakladığı,  saçlarımı okşadığı, derdimi paylaştığı vaki değilken  hangi okuldan, hangi bölümden  mezun olduğumu , neleri okumayı sevdiğimi merak etmeyi bırak yaşımı bildiğinden  bile emin değilim, nedenini  sormanın artık  anlamı  da yok ne işime yarayacaksa bu saatten, bu yaştan sonra’  umursamazlığına,  bazen acımasız, şefkatsiz olunmasının da sebep,  bir soyadı vermiş olsa bile bireyi arayışlara iten  kimliksiz  bir hayatın orta yerinde yalnızlığa mahkumlukta bir babaya sahiplik; kötüyü dışlayan iyi anılarla kendine hayali,  güzel  huylu, sevecen bir baba yaratmaya öncülük ederken  illaki  bir gün,  varsa  evladının, eşinin üzerine tüm ağırlığıyla yükünü bırakınca artık  sığınaklığı, dağ gibiliği de  biten;öyle olması gerektiğinden   evlenen,  çocuk sahibi olan  sosyoloji, felsefe, edebiyat  hak getire tarih, sanatla da ilgilenmeyen, turistliği , seyahati zül gören, bir müzik aleti çalmayan, hobisi, el becerisi bulunmayan, spor yapmayan, doğayla uğraşmaktan haz almadığından bir domates yetiştirip, hayvan beslemeye yeltenmeyen ama uyumayı, pişpirik, okey oynamayı, yemek yemeyi seven  sadece  gördüğü, yaşadığı  sınırları belirlenmiş, alıştırıldığı baba, anne  figürünü canlandıran, hazırlamadıkları yaşama dair  evlatlarının belleklerinde vurucu, kalıcı  bir şey bırakmayan Türkiyeli  babalar ve ne yazık yanlarında dura dura babalaşan  anneler   malumun ilanıyken kendini keşfetmenin yolunun da   akrabalardan, uzak durmadan geçtiği onca vurgun sonrası ne yazık çok geç, hiçbir şeye başlamayacak durumda   bugünde, anlaşıldığında ‘keşke piç doğsaydım, keşke hiç ailem, hiç kimsem  olmasaydı. Ölmüş olsaydı toprağını, anılarını kucaklardım  oysa  şimdi aynı hayatın içindeyken çocuklarına “el”liğinde babasız büyümenin ne boktan bir şey, hal  olduğunu anlatmaya ne  word, ne de klavye yetmez. Ahhhh! şu an hüzün doluyum be  okuyucu… sözlük…üzümlü kekim  !  tavsiyemdir bu kadar takılmayın bu değiştirme şansınızın  bulunmadığı  aile, anne , baba nasıl olmalı türü  boş işlere; uzaklaşın,  çekin gidin  olsun bitsin.Bugün ebeveynlerinden daha ileri, farklı  olmasını, düşünmesini  beklerken aynı tavırda, düşüncede belki de tek değişikliği evladı  ne istiyorsa onu yerine getirerek   iyi ebeveyn  olduğunu kanıtlamanın peşine düştüğü görülen  X,Y,Z ve dahi W  kuşaklarının yarattığı hayal kırıklığı içinde; sorun birinden  tavsiye, nasihat almak, birilerinin  el tutması, sırt sıvazlamasıysa şayet, dönüp şöyle bir  etrafınıza  bakın  ve kesinlikle  her zaman aileden, yakınlardan   bin kat  faydalı, derdinize derman el alemleri, yabancıları   arayın…bulun, o kişi(ler) belki bir masa, bir sandalye, bir adım   ötededir ki, ucu gözükmeyen bir sokakta, hiçlikte kayıp çalgıcıların şarkılarını dinleyerek  akıyorsun;  Kasman’dan, Badan’a , Ankara’ya; suya atılmış bir dal parçası gibi tek başıma, yapayalnız öyle akıp gidiyorum meçhule, ne olacağımı bilmeden… bazen gün boyu düşündüklerime, aklıma durduk yerde  gelenlere,  gündelik konuşmalara, anma toplantılarına bakıp  ‘ hayatımızda  ölenler yaşayanlardan daha çok yer ediniyor, daha çok  kurcalıyorlar  dimağı’ diyorum , bunun niye böyle olduğunu bilmeden , bilmek de   zor değilken;  yaşayanla  gündelik paylaşımlarını, rutinini tekrarlayabilir;  telefonla konuşur, yürür, kahve içer, yemek yer, tartışırsın, elini   tutabilir, sarılabilirsin  ama kısa  sürede olsa birlikte yaşamı, rutini  paylaştığın  uzaklara gitmişse… ölmüşse;  gündelik aktivitelerin, rutinlerin,  ânların imkansız tekrarı hatıraya dönüştüğünden bir  akıncı edasıyla,   “kirpiklerini ok eyleyerek”  dimağa, akla hücum eder; işte o yüzdendir  Lozan Parkının önünden her  geçtiğinde, her omlet yaptığında   Can’ın ‘önce Lozan’a  sonra evin önündeki  parka gidelim haydi, ne olursun; haydi yapsana, omleti havaya atarak  çevirsene bi ‘ sesini duyman,  her  yumurta haşladığında ‘yumurtayı hiç isteyerek  yemezdi hele de sarısını, rafadan yumurtayı bitirsin diye çizgi film izlerken yedirirdim ’i düşünmen,   sohbet anında ‘Gilda atardı  omzuna gitarı, …’–‘gitarı mı ?? Anne ! parasızlıktan ölüyorduk, yemeğe ekmek bulamıyorduk  nasıl gitar  aldık? ’– ‘Kızım, para vererek değil Haldun’un gitarını almıştı, kursa gideceğim verir misin demiş o da vermişti’nin kalbini yumruklaması,   deden Mehmetê Şerifê Aliê’den her bahsettiğinde   ‘mutlaka alnı, burnu, parmakları bir yeri benziyordur, kızı ne de  olsa’yla annenin yüzüne kilitlenmen.Belki  inanamayacaksın  ama eyy okuyucu annemin tam tamına   yarım asırdır ‘keşke babam olsaydı,  yaşasaydı, tamam mı’ özlemine  ‘anne,  belki de hayatın yine böyle olacaktı.O kadar da  emin olma, yaşasaydı da senin için bir şey değişmezmiş.Dedem teyzem Sara’yı kendi eliyle küçük yaşta evlendirmiş, Ceylan’ı da nişanlamamış mı? Seni de  çe Taloda bekar  bırakacak değildi,  seni de küçük yaşta elden çıkaracaktı. Boşuna üzülüyor, hayıflanıyorsun’ karşı çıkışına ‘ belki beni okutmayıp küçük yaşta evlendirirdi  ona da tamam fakat   bir babam…yaslanacağım bir dal…omzumda dokunan bir el olurdu’lu inadına  bakıp demek ‘eree a o çeneka da günaha, zavallıya’ sözleri acıyan bakışlar, ağlamalar, kucağa almalar, sevgi gösterileriyle babasız  büyüyen bir çocuk için   bir şeyler hep eksiktir…eksik sevilir …eksik yaşar,  evlense on çocuğu da olsa, hep  bir baba arayacağı çıkmaz bir sokakta cevabı olmayan ‘babam olsaydı nasıl olurdu?’ sualleri,  keşke ve acaba’larla  dolu, o   eksiklikle de   ölür; kronikleşmiş kederine teselli olmayacak ’ benim babam varda değişen ne  anne!  başıma taktığı taçlar ortada, üzülme!  ben ne yaşadımsa,  ne olduysa   sende yaşanacak, olacak olanda oydu. Fazlasını bekleme, hoş ben ne dersem diyeyim, sen bir babayla yaşamadığından, baban olmadığından inanmayacak, kavramayacaksın’ sözlerini tekrarlarken bulutlu gökyüzüne bakan birinin o bulutların arkasında saklı güneşin orada olduğunu bilmesine rağmen onu görememesi gibi  derdimde, kederimde, sevincimde  yanımda sarılacağın, başımı göğsüne yaslayacağım biri olsun  istedim bende, belki  o kişi  çaldığım kapıyı ‘ geldim, geldim, bu ne telaş,  yaşlıyım  ancak gelebiliyorum’la   açınca ‘ ne oldu sana’ kaygısında  yüzüme baktığında,  hiçbir şey demeden kollarımı boynuna dolayıp geberene kadar ağlayacağım  ‘ne oldu? üzülme, çözeriz her ne olduysa’ güvencesinde saçımı okşayan, ülkenin, ailenin tarihiyle, edebiyatla, sanatla  ilgili sohbetler  yapacağım, tipik bir bürokrat  görünüşünde; hafif göbekli, gözlüklü,  emekliliğine  rağmen babam gibi evde hala takım elbise,  kravatla dolaşan,  oturan sehpasında illaki bir  günlük gazete bulunacak,  Kemalizm’in cevval  savunucusu dedem olacaktı, cidden a o annemin dediği gibi   yaşasaydı,   hayatım  bugünkünden  farklı   olabilir miydi ?’ düşündüren   gittikçe anneninkine  benzer hayallere dalıp, kim bilir   kimsenin bilmediği ne ilginç olaylar,  detaylar, ne akıl almaz şeyler hatta sırlar  dinleyecektin  belki de deden;  demli koyu çaylar içilirken tasvip etmediğin, edemeyeceğin  dışına çıkmadığı Kemalizmin, Türkçülüğün  varlığını , kök salmasını Kürtlerin inkarında görmesi gibi yeni idarede  Alevilerle, kendi varlığının  kök salmasını da Kürtlerin yokluğunda gören düşüncelerinin, yazdıklarının,  aileye  ‘Türküz biz dayatmasının’  nedenlerini sorduğunda   ‘evet Kürtler millettir ama biz Türkmen Alevisiyiz aralarında kala kala dilimizi unutmuş, Kürtleşmişiz’ ısrarına   ‘bu devirde Nazizm, Faşizm kaldı mı dememeli insan? offf dede ! ne kadar  ırkçısın,  senin gibi düşünelim, istediğini yapalım istiyorsun,  bir türlü memnun edemiyoruz seni ama olmaz ki yıl  1925 değil, yirmibirinci yüzyılda alfa, post-truth çağındayız’  çıkışacağın, hain, faşist,  T.C ‘nin adamı sıfatlarına  aldırmayan  otoriterliğinden nefret edeceğin biri olacaktı ki ihtimaldir  öyle de olacaktı, varlığını, makamını borçlu olduğu düşüncelerinden sırf ‘yirmibirinci yüzyıldayım’  diye vazgeçecek değildi ya lakin her vuruşunda; parçalarından azıcık azıcık koparıp yanında denize götürdüğü  kayaya çarpan sert , yıkıcı dalgaymışçasına zaman, geçmiş ve dünün dağıttığı annen…sen;  hiçbir yere aitsizliğin göçebe boş vermişliğinde; savaşın ortasında bırakılıp gidilmiş, unutulmuş cesetler gibiydiniz; bütün bu duygular, bu çabalar, bu istekler, bu hiç olmayacaklar, hiç gerçekleşmeyecekler kabaran gölgeler; geceye hazırlanan bir dağın kimsesiz sessizliği gibi yayıldığında ruhuna; her şeye karışıp darmadağın etmeyi   vazife edinmişlerin   tetikte beklediklerini bile bile sende devamdayken her şey bir yana diyordu annen dedene benzeyen yanların var deniz yerine dereleri, dağları, tepeleri, ovaları severmiş. Hakikaten devletini, devleti de onu sevmiş, sonunda    o devlet başını  da yedi ya babamın.Herkes  benim babam hakkında yazılanlara kızdığımı sanıyor.Hayır! kızmıyorum, halaya giren, düğüne giden terler, yazınca eleştirileceğini bilmez olur mu?Babam cahil biri değildi, başına gelecekleri bile bile yazmıştır.  O nasıl başkaları hakkında yazdıysa beğeneyim, beğenmeyeyim başkaları da onun hakkında her şeyi yazabilir, yazsın da. Memleketi düşmandan kurtarmış,   tırnağı olamayacakları Atatürk, İnönü içinde   neler neler yazıldı, hoş  babam onlardan daha büyük değil fakat karalamak için namusuna laf söyleyip hakaret ettiklerinde,  çok üzülüyorum, çokk. Dün ablam Ceylan aradı,  Mersin’den bir akrabanın oğlu onu aramış, adamın biri babam hakkında bir kitap yazmış, çok kötü şeyler varmış içinde, bir araştır, bak bakalım, kimmiş, neyin nesiymiş’ isteğini yerine getirmek için dedenin  mirasını  sürdürmek amacıyla  Hormeklilerin resmi tarihçiliğine soyunmuşlarından  dayın oğlu Mustafa’yla yapılan telefon görüşmesiyle annenin, teyzenin  duymasından çok daha önce  yayınlanmış dedenle ilgili basılan her kitap da yer almış aynı kişilerle–  bunlar arasında babasını, dedelerini  ahlaksızlıkla suçlayanların  figüranları olacaklarını tahmin etmeyecek iyi niyetteki teyzen  Sara , kızı Nade’nin   bulunmasının   ironiliğini de bir kenara not düşüp– söyleşilere dayanan aynı iftiranın “ Mala Fero (an)”  ileri gelenlerinin  kararıyla aşiretin liderliğine Alié Haydaré  Zeynelé getiriliyor….Hormek bir aşiret konfederasyonu idi….Perişan adındaki bir kadın yüzünden namus cinayeti işlendiği  söylentisi … amcası tarafından toprak gaspı ve ırz düşmanlığı nedeniyle öldürülmüş”ün tekrarlandığı  Ruşen Arslan’ın    “Şeyh Said Ayaklanmasında Varto Aşiretleri ve Mehmet Şerif Fırat Olayı” kitabının ardından;  Christopher De Bellaıgue’ın  “…Varto Tarihi” rehberim, aldatıcım oldu. Yalancılığına lanet ettim….” Mehmet Şerif Fırat’ın, Halo’nun kızı Zehra’yı nikahsız hamile bıraktığı için öldürüldüğünü duydum… otopsi yaptırmamış….” ibarelerinin yer aldığı  “İsyan Toprakları” kitaplarını edinerek, karşıtlarının nefretine göre çizilen  babasının portesini  ısrarı üzerine annene de  okuduğunda, betinin, benzinin atması karşısında   ‘şimdi tansiyonu tavan yapıp felç geçirirse, ne yaparım’  pişmanlığında  keşke ‘ acaba, yaptı mı, öyle miydi gerçek’ kuşkusunu  uyandıracak  bir  gerçeklik bulunsaydı şu  yazılanlarda’ dedirten;  ha bak adamım ! şunu anlarım bir insan kendi özelini “şunu yaptım, bununla dolandım, şöyle aşığım, bunun için ayrıldım”la Instagram ’da, Twitter ’da , Youtube’da, Facebook’da, sosyal medya da  paylaştığında  yapılacak yorumları, gelecek eleştirileri de göğüslemek, sindirmek zorundayken bile sergilediğine,  olmayacak   manalar yüklendiğini gördüğünde, anında  müdahale etme hakkı  mevcuttur ancak dedem gibi cevap hakkını kullanamayacağı, rızasının alınmayacağı    konumda özel hayatına dair asılsız iddialar,  insafsız  ithamlar, dedikodularla  ideolojisini,  kişiliğini, başka zaman  ‘kimse, kimsenin namuz bekçisi değildir’le  eleştirdikleri  ‘namus’  kavramı üzerinden yerle bir ederek çökertme sığlığına başvuran bu  yazarların  adaletli, vicdanlı  her bireyin yapması gerekeni yapıp; dedenin kitabına;  köy isimlerinin Türkçeye çevrilip, Türkleştirme politikasına  hızla devam edilen 27 Mayıs darbesi sonrası, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e yazdırılan  ispatlanması an meselesi tamamıyla   yalan  “gizli eller tarafından  öldürülen…zavallı yazarın hangi vatan köşesin de gömülü olduğunu  dahi bilinmez”  önsözü; devletin Türkçü ideolojisine uygunluğunu ayarlayarak  yazdırdıkları  düzmece “resmi tarih”le gerçeklerin  nasıl çarpıtıp yalana bulandığının  delili olarak  deşifre etmelerini canı gönülden alkışlarken,   devletle  aynı  hataya düşüp, aynı  seviyesiz, iftira  yöntemini kullanıp  objektifliği  bir kenara bırakan, düşmanlarının  bakış açısına, aile içi çekişmelere  odaklı  dedikodular, karalamalar  etrafında dönüp durmaları  noktasında; karşı bir kitap yazarak, babasına atfedilen  ithamlara cevap veremeyecek durumdaki annenin kederinin,   yüreğini  sızlatmasıyla içine yuvarlandığın karamsarlıkta;  ailesini tercih hakkının  bulunmadığı ortamda birey  eğer  reşitliği kazanmışsa  savunduğundan, yol belediğinden   kesinlikle sorumlu tutulmalı ama annen gibi  çocuksa dedenin  muhtemelen  savunmayacağın faaliyetlerde bulunması niye onu bağlasın ki,  bağlamaz  düşüncelerine dalmışken ‘ölünce Kasman’a, babası  Zeynelé İbrahimé Talo’nun  yanına  gömülmeyi vasiyet etmiş; teşkilatlanma çalışmaları Cumhuriyetle birlikte  başlayan  geçici İdare Kurulu ve 1937 yılında kurulan Halkevleri eliyle yürütülen  1946 depreminin ardından hem parti binası hem de halkevi  kullanılması için belediyeye ait bir binayı   2000 lira  karşılığında satın alan CHF Varto İlçe Başkanlığı da yapmış; Muş Bölgesi Müfettişi Cemal Karamuğla’nın  1948  yılında düzenlediği raporla “ teşkilat içerisinde anlaşmazlık çıkarmış ve tüzük hükümlerine aykırı hareket edip zorla kendisini seçilmiş göstermekte olduğunu bildirip, bu nedenle seçimin iptaline ve yeni bir seçim yapılıncaya kadar eski idare kurulunun görevine devamını “ talebini haber alınca  “CHF Genel Sekreterliğine  yazdığı  ” Kongremizin seçtiği 9 kişilik yönetim kurulu üyelerinden çoğunlukla bir arkadaşımız seçilerek vazifeye başlamıştır. Buna rağmen Muş İl İdare Kurulu başkanlığı, seçimin çoğunlukla olacağını iddia ederek eski idare kurulumuzun müfettiş gelinceye kadar vazifeye devam etmesini telle istemektedir. Hâlbuki tüzük ahkâmı gereğince çoğunlukla seçilen ve vazifeye başlayan idare kurulumuzun hangi düşünceye istinaden vazifeden men ve vazifesi bitmiş olan geçici idare kurulunun ise devamının sebebi anlaşılamamıştır. Müfettişin bulunması lazımına biran evvel gönderilmesi ve işlerin aksamaması için vazifeye devamımızın telle temini arz.” İbareli dilekçeyle itiraz ederek CHP İlçe Başkanlığını yürütmüş ‘amcasının oğlu Aliê Haydarê Zeynelê,  babam Mehmetê Şerifê Aliê’yi sever görünür ama sevmezmiş, önde olmasından, civarda tanınmasında hoşnut değilmiş, hep gizliden gizliye rakipmiş babama.Annem diyor ki Karlıova’ya yakın bir köy varmış,  eskiden Şorik diyorlarmış, ordan bir arazi davası için biri gelmiş, babama ‘Efendi, bu davayla sen ilgilen’  demiş.Babamda ‘şu anda kitap yazıyorum, işim çok  davanı alamam ama seni boş çevirmem bir kağıt yazayım vereyim sana   götür derezam Zeynel oğlu Haydar’a,  davanı o  alsın’ Bir kağıt yazmış, eline vermiş adamı göndermiş.’Ben niye alayım? git söyle kendisi niye ilgilenmiyor beni öne sürüyor’la  adam geri gönderdiğinde babam çok üzülmüş, hiç sesini çıkarmamış, adam  gittikten  sonra annem  demiş ‘ben sana dedim  ki   kağıt yazıp gönderme,  sen beni dinlemedin. Biliyordun ki o senin gönderdiğin davayı almaz’. O zaman  baban  kalktı böyle  elini benim yüzüme sürdü  ‘Emine, şimdi ne derse desinler,  Allaha inan ki,  bir gün ben ölürsem, beni şu tepeye mezara koyduklarında,  sen benim değerimi bilirsin, anlarsın’ sonra da ‘sen boş ver   bunları’ demiş anneme’ sesiyle yanına döndüğün  annen ‘ halam Sara’nın   oğlu  Şerifé  Sevişé,  yıllar önce o Yezidin (babasının katili amcası Halilé (Hallo) İbrahimé Talo’ya) oğullarıyla  ya Mersin, ya Adana’da karşılaşıyor. Bir gözünü kaybetmiş oğlu  ‘babamızın yeğenini, amcamızı öldüreceğinden hiç şüphelenmedik,  biz ne bilelim, zaten  çocuktuk ama hiç ev damında bununla ilgili bir şey de konuşmadı’, diğer oğlu  Selim’de  ‘en büyük acıyı biz çektik, yerimizden yurdumuzdan olduk, çektiğimiz rezalet kimse çekmedi… babamın yeğenini öldürmesine bir tek  Aliê Haydarê Zeynelê  isteseydi engel olurdu’  demiş.  Şerifé  Sevişé a o  Selimé  Halilé   beni ölümden  kurtardı  da dedi;  sağcılar bu Şerif’i öldürmeyi kafalarına koymuş,  bir  kabadayı tutmuşlar, o sırada  kahve işleten  Selim bunu duyuyor ‘benim akrabamdır, öyle bir şey yaparsanız fabrikalarınız havaya uçar’ haberini  gönderip engel oluyor. Demem o ki Aliê Haydarê Zeynelê’n babamı  kıskançlığı   milletvekilliği yapmış  oğlunun  babam hakkında  kendine başvuranlara  anlattıklarında da görülüyor.Ahhh ahhh kimse yoktur da, benim yerime gidip o yazıları yazanlara gerçeği anlatsın derdime derman olsun etkisizliğinde  yapabileceği tek şeyi yapıp  telefonla arayıp   ‘ babamı; amcan oğlunu  ne güzel anlattın, yazdın, yazdırdın sen ! biraz da babanı,  anlatıp  yazdırsaydın ya ‘ tepkisini koymasına  ‘babamı da sen yaz, yazdır ’  karşılığını veren Ekiné Alié Haydaré Zeynelé   ‘ ben babanı, amcamı senin gibi yazacak , yazdırtacak kadar şerefsiz  değilim, senin gibi tarihi eser kaçakçısı birinden de bu beklenirdi ’  dedikten sonra  yüzüne  çat diye  telefonu kapatmasının gidermediği kızgınlıkta ‘hani bizim orda derlerdi ya kıçımdan düşen beni beğenmiyor’ bunlar dilenciydi ya, resmen, yazın Ankara’da okuyorlardı ya  tatile gelirlerdi Kasman’a uğrar   ondan bundan mal toplarlardı, bizim ekmeğimizin tuzu yok, kime  ne iyilik yaptıysak hep geri tepti, kötülük olarak geri döndü’yle bu defa da öfke oklarını  yönelteceği  ‘ ‘bir arkadaşım var; yabancı Chrıstopher  yurtdışından gelip Varto’ya araştırma yapmak için gidecek,  dedenle ilgili de bilgi almak istiyor. Varto’da, köyde  yardımcı olacak kime gitsin, annene bir sor ‘ isteğine ablası Sara’nın adını vererek dolaylı da olsa hazırlanmasına katkıda bulunduğu kitabın yazarının  “yine zamanını ve yardımını esirgemeyen aşağıdaki isimlere de son derece  minnettarımla”   Gilda’yla evli   gazeteci damadına teşekkürünü  ‘ Cem’in,  yabancı gazeteci arkadaşının,  eşinin  dedesi hakkında   böyle karalamalar  yazacağını  bilmemesi mümkün mü ? değil .Yani  bu iftiraları yazacağını bile bile yardım etmeme vesile oldu ya.İnsan kayınvalidesinin babasını   tecavüzcü niteleyen bir yazara kitabını yazmasında yardım etsin sonra da gelsin  hiçbir şey yapmamış gibi utanmadan yüzüme  baksın… bakar tabii, haklı da,  kızım bana, ailesine değer verseydi o da eşinin ailesine verir, böylesi bir  işte koca kadını beni kullanamazdı.Her önüne gelen babama vurdu, kim vurmadı ki önce kendi  yeğeni vurdu, kendi kanından olan.Benim  babamı yanımayan etmeyen damadım vurmuş çok mu? tanımaz, etmez elin oğlu yaparda, ederde’ içerlemesiyle   çoğalttığı  eleminde ‘ babam için her şeyi söylesinler  ama asla namusuz biri olduğuna kimse beni inandıramaz, mümkün değil öyle olması, bana yardım et, bunu nereye yazacaksan yaz –daimi seyircisi olduğu FOX ana haber bülteninin  öğrettiği ne menem bir şey olduğunu  bilmediği ama arada konuşurken, gülümsemene de neden,  sık sık  orda yazılmış…demişler atfında bulunduğu–sosyal medyada, okuman yazman var  sende bir şeyler yap, deden bu kadarını hak etmedi ’ ricasındaki duygularını anlatacak kadar iyi  derecede okuma, yazma bilmediğinden sana muhtaç çaresizliği iç burktuğundan gooogle da geniş çaplı araştırma sonucunda bulunan bugün dahi ulaşıp ulaşmadığını bilmediğin Can’ın  ölümünden ik,  ay önce Mayıs ayında Christopher De Bellaıgue’ın  mailine yolladığın;

“Yalnızca ve her zaman gerçeğin peşinde koşmanız dileğiyle…” başlığıyla gönderdiğin   “İsyan Toprakları kitabınızın Türkçe çevrisinin 192 sayfasında “Varto Tarihi”, rehberim, aldatıcım oldu. Yalancılığına lanet ettim….” diye yazmışsınız.Belki de aylarca Varto’da, köylerinde dolaşarak, onca emek vererek yazdığınız kitabınızı tanımlayan cümleyi de içinde barındırıyor “yalancılığına lanet ettim” cümleniz.Zira Sevgili Chrıstopher, siz;  söylence ve rivayetlere dayalı kitabınızı azınlıkların tarihi diye ortaya koymuşsunuz. Öyle ki kitabınızda tanıştığınız, konuştuğunuz kişilerin bakış acısına, nefretine göre portesi çizilmiş, özel hayatı baz alınarak karalanmış bir Mehmet Şerif oluşturulmuş.

Şimdiyse babamdan, dedemden, siyasi tavrından dolayı hoşlanmayan insanların etkisinde kalınarak yazılmış, iftiraları gerçek diye sunan adına yakışmayan bir kitap haline gelmiş İsyan Toprakları. Tarih yazılırken elbette söylenceler de dikkate alınır, ama hiçbir zaman tek bir insanın ya da insanların söyledikleri doğruymuş kabul edilemez. Anlatılan hikaye en az dört beş kişiyle teyit ettirilir. O zaman tarafsız kabul edilerek yazılanlar dikkate alınır.

Oysa siz belli bir görüşü temsil eden, babamızdan, dedemizden nefret eden insanlarla; köyde yaşayan okuma, yazma dahi bilmeyen yaş itibariyle olayları tahlil edemeyecek gariban teyzem ve kuzenimle görüşüp  bir kitap ortaya çıkarmışsınız. Babası Ali Haydar … ‘a hiç olmayan vasıflar yükleyen, babası gibi  babamdan, dedemden asla haz etmeyen oğlu (E.D)’ in  söylediklerini gerçek kabul edip kitabınızda Feran aşiretinin tarihi yazdığınızı sanmışsınız.

Bir kere Hormek Aşireti Güneydoğu Anadolu Bölgesinde ki gibi toprak, kudret ve tek adamlık ilkesine dayanmaz. Liderlik ya da aşiret ağalığı diye bir olgu dedem zamanında dahi yoktur. İtibar görme, aile büyüğü olarak danışılma mekanizmasının vardır. Ali Haydar ….’nin 15 yaşında olduğu için aşiret liderliği için beklendiğine dair bir şey asla olmamıştır.  Feran aşireti ya da Hormeklilerin tarihini, kimliğini oğlu ( E.D)’in tek taraflı haset görüşleriyle yazmaya çalışmanız gerçekten çok hayret verici ve de komik.

Babamın, dedemin kitabındaki görüşlerini eleştirmeyi bir yana bırakarak özel hayatına odaklı bu derece de insafsız ithamlarla dolu bir kitap İsyan Topraklarını anlatamaz. Güya dedem kendini öldüren amcası Halo’nun kızı Zehra’ya tecavüz etmiş, hamile bırakmış, daha da önemlisi otopsi yaptırmamış, engellemiş safsatası da tarih diye yazılamaz. Üstelik devletin arşivinde sizce güvenilmez gözükse de otopsi belgesi dururken; belgeyi aramamış olmanız en başta kitabınızdaki niyeti ve tarafgirliği açığa çıkarmaktadır.

Sevgili  Chrıstopher ,

Avrupa’da, İngiltere’de bir insanın özel yaşamına dair  iftira, dedikodu  yüklü, rencide edici  bir beyan, bir kitap  sizde çok iyi bilirsiniz ki dava konusudur; kişi hakkına ihlaldir. Ayrıca bir gazeteci olarak sizce de özel hayatıyla bir insanı yargılamak, karalayarak görüşlerini çürütmeye çalışmak çok zavallıca bir hareket değil midir?

Kişisel haklar ve özel yaşam mahremiyeti konusunda insanların milyon dolar tazminat davaları kazandıkları Avrupa’nın çokkk gerisinde bir ülke olmasaydı Türkiye, böyle bir kitabı yazmaya cesaret edebilir miydiniz?

Ayrıca kitabınız adeta Ruşen Aslan’ın yazdığı aynı içerikli kitabın bir tekrarı. Aynı olaylar, aynı kişiler, aynı iftiralar. Gerçeklikten uzak, kişisel intikamla dolu, hiç olmamış olayları olmuş var saydıran bir kitap “İsyan Toprakları”. O yüzden de Devlet, Alevi ,Sünni, Kürt, Türk  ilişkilerini doğru değerlendirmeden, tahlilden  yoksun.

Medeni ve seviyeli bir insanın dikkate alarak yazmayacağı onlarca dedikodu, iftira, yanlış, yalan olayla örgülü kitabınızla ilgili çok şey yazabiliriz ama  anlaşılan o ki günümüzde ısmarlama kitap yazmak tabii ki trend topic olmuş.

İnanın gün gelecek birleri de özgür demokratik bir Türkiye’de baskı altında kalmadan  belgelerle doğru söylencelere dayanarak Varto’nun tarihi, M.Şerif ’la ilgili  gerçeğin yalnızca gerçeğin yazıldığı  kitabı yazacaklardır. İşte o gün inanın siz de ne kadar aldatıldığınızı, yanıltıldığınızı görebileceksiniz.

……bizde kitabımızdaki “ yalancılığa lanet ettik…”. Keşke dedemin Kemalist bakış açısına, ideolojik tutumuna yönelik eleştirilerinizi yazsaydınız. Keşke siyasal, belki otoriter sayılacak duruşuna vurgulayarak bizimde eleştirdiğimiz devletçi, statükocu tarafına karşı çıksaydınız. Keşke gerçekle örgülü bir tarih kitabını yazsaydınız da biz de sahip çıksaydık!

Kimseler bilmese de Alevi, Kürt olarak bedel ödeyen; tutuklanan, yargılanan, güvenlik soruşturmaları çıkmayan işkencelerden geçen biz torunları; lümpen tavırlarla, çıkar uğruna siyasi mücadele yapmadık. Bu coğrafyanın tüm insanları gibi hep isyan ettik ve hep kaybettik.”

mesajı okuduğunda  ‘offf az da olsa içim rahat etti,ellerin dert görmesin kızım, babam hep öyle dermiş ‘ boş ver Emine, Mevlam neylerse güzel eyler’ ’  rahatlamasındaki annene  eğer o gün ‘ biliyor musun, Chistopher efendi kitabın önsöz; Ayna bölümünün 25. sayfasında  “2005 baharında, Ankara’nın en eski lokantalarından birinin terasında, Kürt Alevisi eski bir arkadaşla akşam yemeği yedim ……ona amacımdan bahsettim ve Türkiye’nin doğusunda nereyi konu edinmem gerektiğini sordum “….. savaş bölgesinin dışında Irak sınırında bir yere gitmelisin. Bir düşünelim…” ….Sonra, mezeler kaldırılıp dana ciğeri gelirken arkadaşım Varto’dan bahsetmeye başladı.Dediğine göre, Güneydoğu’da küçük bir yerdi….1995 gazabından etkilenmişti. Sonrasında, 1925’teki büyük ayaklanmanın mimarı Kürt isyancı Cibranlı Halit,  varto’dan çıkmıştı. Halit’in kuzeni Kasım da Vartoluydu, döneklik edip,  Atatürk karşıtı isyancılara ihanet etmişti. “Biz Kürtlerin” diye gülümsedi arkadaşım “birçok ünlü özgürlük savaşçısı vardır, neredeyse bir o kadar da haini” Arkadaşım Varto’yu Kendisi de Alevi olup,  orada tanıdıkları olan karısı sayesinde biliyordu.Dediğine göre Varto Alevileri genellikle Zazaca konuşuyordu….Varto Alevileri  tuhaf biri varoluş sıkıntısından mustariptir .Türk mü yoksa Kürt mü oldukları konusunda bölünmüşlerdir…..hizaya gelen Alevileri ödülendirir. Mehmet Şerif Fırat bunun iyi bir örneği.Adını hiç duydun mu?  ….Sonunda öldürüldü ama sebebi siyasi değil kişiseldi.Amcası öldürdü fakat devlet siyasi sebeplerle öldürüldü iddiasından hiç vazgeçmedi onu Şehit ilan etti….. Nizamettin Taş’ı biliyor musun? başımı salladım Vartoludur.Kaçıp hain  ilan edilinceye kadar PKK’nın en önemli isimlerinden biriydi. Arkadaşım gülümsedi.” Bir hain daha” O akşam lokantadan ayrılıp Ankara sokaklarında otelime yürürken,  yeni bir yol çalışması yüzünden birkaç kez yolumu kaybetsem de konumu, isyan topraklarını bulduğum için çok mutluydum…” yazmış, yani senin kızın  Gilda’nın eşi Cem Koca  ‘al sana konu; git Varto’ya,  Mehmet Şerif Fırat diye bir hain var onu yaz.Eşim Varto’lu Mehmet Şerif Fırat dedesi, yardımcı oluruz sana’  diye yol , yordam  göstermiş, babanı rezil edecek kitabın yazımında seni ve teyzemi, yeğenlerini kullanmış,  içimizdeki Truva atının Cem efendi olduğunu da ancak 2006 yılında kitap basılınca öğrenmiş olduk. Ama  asıl okuyunca dizlerimin bağını çözen, kendimi kötü hissettiren  kullandığı ‘…amatör tarihçi, küfürbaz zorba  dalkavuk Mehmet Şerif Fırat, önümde Yukarı çarşı’da bir çay ocağında oturuyor şimdi. Fotoğrafını , kitabının bendeki fotokopisine zımbalamıştım.Asker traşı ve uzun yanık burnuyla ters ters bakan takım elbiseli Mehmet Şerif Fırat, kum torbasına eldivensiz yumruk atan bir amele gibi görünüyor” saldırgan üslup da dedemi aşağılamak isterken  nasıl bir dünya görüşüne sahipliğini de ortaya serdiği  “amele” tabiri’ deseydin , o rahatlamanın üstüne  felç kalmasına neden olacağın yüzde yüzken; sülaledekilerin sadece kendini tanıtmada ‘Hormekliyiz, Hormekliyim ’ kullanımında varlığından söz ettikleri, fiiliyata hiç yaşanmadığından  bırakın her konuda  karar almak için   bir araya gelinen bir toplantıyı,  teyze çocuklarıyla  kırk yıl sonra tanışma gibi birinci derece yakınların, kuzenlerin dahi birbirinden habersiz olduğu  nasıl bir aşiret olgusuysa artık  dedenle ilgili yazılan söz konusu kitapları okurken  en çok da “Hormek bir aşiret konfederasyonu idi”yle,  Alié Haydaré Zeynelé’n 15 yaşında olduğu için aşiret liderliğini ele alması  için (büyümesinin)  beklendiği”  ibarelerinin yalanlığı  güldürmüştü, en çok. Osmanlı idaresinde Alevi, Sünni aşiretlerin birbirlerine  saldırıları;  dağınık, tek başına bir karşı koyuşu, eylemi başarısız kılacağından  aşiretin güçlü görünmesinin yanında  elde edilmesi   hayli zor, masraflı  cephanenin  doğru, etkili kullanılması için hızla karar alacak, verecek bir liderin, başkanın altında toplanılmasının zorunluluğundan bir zamanlar  Hormekliler;  Karer ‘den Mustafaé Zeynelé, Küçükağaê Aliê,   Mehmeté (Hulusi) Küçükağaê Aliê Gımgım’dan  Talo Mustafaé, İbrahimé  Talo, Selimé Ağé yı  aşiretin lideri  saymışlardı. Tanzimat’ın ilanıyla  okumaya yönelmiş,  eğitimle birlikte özgürleşmeye meyli,  Cumhuriyet’in ilanına destek veren,  Şeyh Said isyanına karşı çıkan aşiret mensubu bireylerin bir lidere, başa bağlılıktan, itaattense güvenini kazandıklarına inandıkları,  devletle ilişkileri sağlam,  bir nevi ombudsman işlevli  akraba(lar)yla birlikte hareket etme, danışma, sözünü dinlemeden öteye geçmesine izin vermedikleri aşiret mekanizmasında,  Cumhuriyet  idaresinde yer almada,  ilişki kurmada eğitimli olmanın  kolaylaştırıcı etkisi gören mensuplarının çoğu kendini bey, efendi, baş  gördüğünden  Hormekliler arasından sivrilen Kasman’dan Mehmeté Şerifé Alié, Zengel’den  Alié Haydaré Selimé, Muskan’dan Mehmet Halité Alié, Varto’da Ali Haydaré Zeynelé  arasında görünürdeki  ‘akrabam, akrabayız, biriz’ dostluğunun alttan alta sürdürülen birbirinin önü kesme hamleleri, çekememezliği arka planındaki  aşirete  hakim olma mücadelesi,  uzun  süre devam etse de,   Almanya’ya,  kentlere  göçü hızlandıran 1966 depremi sonrası;  yeni neslin de resmi ideolojinin ötekileştiriciliğine, baskısına  devrimci, Marksist, Leninist ideolojiyi benimseyerek  karşıtlığı yüzünden  zayıfladığından bitme noktasına gelmiş aşiret mensubu aidiyeti, akrabalarını tanımak, bilmek  istemeyen çekirdek aileye evrildiği halde; tek adamlığa, kurduğu düzenine, ideolojisine  karşı çıkan farklı etnik, mezheb, din ve de muhalif onca Çerkes Ethem, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoyu   toplumda infial uyandıracağını bilerek tezgahlanan  olaylarla irtibatlı varmış  gösterip tehcir, idam ettiği, itibarsızlaştırarak suçlu ilan eden devletin  egemeni Türkleri, Kemalizmi yücelterek yapılan işkenceyi, baskıyı, zulmü haklı gösteren ülkenin resmi tarihinde yer almayan, yazılmayan gerçekler gibi  hala  ortada bir Hormek  aşireti varmışçasına adına  görüşler belirtenlerin  geçmişe dayalı kişisel intikamlarını alma amacıyla olmamış olayları olmuş göstererek; yalana buladıkları yere göğe de sığdırmadıkları Hormeklilerin…ailelerinin resmi tarihine hizmet etmiş kişilerin   söz konusu kitapların yazarlarını yönlendirerek devlet, Alevi ,Sünni, Kürt, Türk  ilişkilerini doğru  tahlilden   uzaklaştırıp yanlışa itmeleri benim açımdan yeni bir şey değildi ama insanı şaşırtan  Hormeklilerin bu özelliklerini  bilmeleri imkansız koca yazarların bu tuzağa düşmeleriydi. Oyy, oyyy, oyyyy o yalanlar…yalanlarla büyütülmeler…büyümeler   ‘yoksa ben de…yaşadığım bu yer…bu  ülke de mi  yalan’  duygusu uyandıran katrilyonca, sonsuz yalanın uçuşmasına nasıl olurda göz yumulur, ordan oraya dağıtılır ?  işin ehli ???  psikologlara görevi tevdi edip “yazmaya devam” be okuyucu… dedenin,  kitabının bugünün de ağırlıklı  yer işgalinin     enteresanlığı cidden açıklanmaya muhtaç bir şey denilebilinir ancak   benliğini adadığın Ulusal Demokratik Devrim yolunda ilerlerken, dününde önemi  olmadığından yer kaplamayacak   annenin,  babanın, aşiretin,  dedelerinin  geçmişleri,  anneannenin kocası olmasından dolayı uzun yıllar çocuk aklının düzeneğine  “dede” diye annenin amcası İbrahim, Hüseyin yer edindirildiğinden neden, nasıl öldürüldüğü konuşulması yasak konular listesinde daimi  birinciliği kaptığından  şehirde yaşayan  torunlarının neredeyse tamamına söylendiği  gibi katilinin Türklüğünden dolayı kendisine düşman   “Kürtler” değil de  amcası Halilé (Hallo) İbrahimé  Talo’ya dönüşeceği öz dedenin öldürüldüğünü öğrendiğin güne değin   ‘yalan söylemez, konuşmazlar ’ güveninde dinlediklerini,  anlatılanları, duyduklarını sorgulamayı  bir kenara bıraktığından; 12 Eylül darbesiyle “yaptırtılmayan” devrimin hüsranını bastırmana yardımcı olacağını düşündüğünden miydi?  bilinmez  ‘dedem öldürüldüğü gün erken mi kalkmıştı ne yapmıştı,  ne dedi sana, Varto’ya niye gidiyordu, nerede öldürmüş’ sorularını yıllar yıllar sonra  soruduğun; adı her geçtiğinde  bayılan çene Küçükağa  alnı, yüzü ter içinde  bilincini yitirmek üzereyken  ‘ez kurbana daye! dayika mı, maye gözünü aç’ paniğine giren annenin   ‘kaç kere dedim sana sorma!  sorma demedim mi, annem üzülüyor, kalbi hasta hem  öğrensen ne… Kürtlerle işbirliği yapan amcası öldürmüş işte. Durdun… durdun şimdi mi aklına geldi dedeme ne oldu diye sormak.Onca yıl hiçbir çocuğum   babamın kitabını okumadı,  sende  daha yeni okudun  ’ incinmişliğinde ki haklılığına ‘ anne!  ne olmuş yani belki şimdi merakımı cezp etti,  insan dedesinin başına ne geldi, niye öldürüldü  öğrenmek isteyemez mi? ne var bunda, ona sorma, buna sorma!  kime soralım’  isyanını sonraya saklatacak ‘anne kurban olayım, aç gözünü, çabuk, su getir’ emrini yerine getirmek için mutfağa koşarken  artık yaz tatilinde Kasman’a gitmediğinden  olayın tanığı bir, iki kişiyle görüşmenin yolu da  tıkandığından  ‘bunca yoruma, yazıya, iftiraya sebep  ne yazmış olabilir ki’yle  eline aldığın, 1961 yılında  Milli Eğitim Bakanlığı tarafından  2. Baskısı yaptırılan okuduğunda   peş peşe koyacağın kızarmış, şaşkın ya da  elle kapatılmış yüz emojilerinin bile mahcubiyetini anlatmaya yetmeyeceği;  toplumun  kandırılmaktan, yalandan   hoşnutluğunun da delili;   sırf Kürtlere kin güdülsün, düşman bellensin diye ailenin vekili  hakim  dayının  icazetiyle koca Cumhurbaşkanı  Cemal Gürsel’in   onayladığı,   ilk sayfası “…… uğrunda can verdiği bu ülkü, Türk aydınları tarafından bekamızın teminat bayrağı olarak ebediyen  dalgalandıran yazar… parlattığı meşalenin aydınlığından korkanlar tarafından insafsızca şehit edilmiş… zavallı yazarın hangi vatan köşesinde gömülü olduğunu dahi bilinmiyor”  önsözüyle –saniye sürecek olmasına karşın  ispata kalkışılmayan  bir –yalanla başlayan; hayır!  ırkçı resmi ideolojisini kökleştirme uğruna katliama girişme,  iftira atma, tehcir, sürgün, askeri darbe,  kara propagandaya sığınıp tarihi istedikleri biçimde  yeniden ve yeniden  yazdırma dahil, bireyleri  göz göre  aldatmayı  geçerli kılıp  daimi hale getiren  devletin, yönetenlerin neler, neler yapabileceğinin göstergesi  kitabına bir  mezarının olmadığı yalanının önsözde yazılmasına niye izin  verdiğini, böyle bir kötülüğü babanıza niye yaptığını   dayıma hiç sormadın değil mi  anne ?’ acizliğinin, söz hakkından mahrumluğunun  mahcubiyetinde  kızgınlığını daha, daha çoğaltacak   cümleleri kurmaya devam ediyor annen  ‘ ne diyorsun sen kızım? hay maşallah !  anam anam biz kimiz ki koca hakime soru soralım, bunu niye yaptın ? diyelim.Ben  hakim abimin düğünü için Kasman’a  gittiğimde hamileliğimin son günleriydi. Sen, 960 yılının  22 Eylül’ünde  hakim  dayının evlendiği gün, gelin çe Taloya   adım attıktan az sonra  doğunca, mecburen orda kaldım. Daha Badana gitmeden  baban  kardeşi Haydar’la haber yollamış ‘Rukoşu, çocuğu al  Van’a getir’. 25 Ekimde kucağımda sen,  amcan Haydar  atlara bindik  Varto’ya  amcam Hüseyin’in evine  geldik. Erzurum’a doğru yola çıkacak hakim abimle yeni gelin Öleng’li Mehemet Efendi’yle  hala Elif’in torunu Türkan’da ordaydı. O gece hep beraber orda yattık,  sabah  abim bana ‘bacı, waye ! sen gidiyorsun, devlet,  Ankara’da babamızın kitabını basacak,  vekaletname vermen lazım’ aynen  öyle dedi. Ben, koca devlet  babamın kitabını basacak, babam demek ki bu kadar önemli biri  diye düşünüyorum, ne isterlerse verirdim  aklıma kötü bir şey gelmesi mümkün olmazdı. Seni  yengem Türkan’ın kucağına verdik, amcam da yanımızda beni bir daireye götürdüler. Hakim benden sordu dedi ki  ‘babanın kitabı için vekaletname verir misin?’–‘ veriyorum ‘dedim, imzamı bastım,   bir de benim parmağımı bastırdı mühre, o kadar. Bana hiçbir şey, bir nüsha falan vermediler, ben zavallı 15 yaşındayım, önümü bile göremiyorum, çocuğum ya  kime ne vekaletname verdim bilmiyordum, ne anlarım… ne anlarım ? Bu kadar vicdansız  olunur mu? İmzamı aldıktan sonra hiç görmediğim  babamla  aramdaki bağı da  kesip atmış meğer.Ertesi  gün sabah da beni sepetlediler Van’a. Amcanla  Alié Haydaré Zeynelé’n cipine bindik, Tatvan’a gittik. İnsan bir hakime güvenmeyip, kime güvenir ? Biz hepimiz…hepimiz, babamın, Efendi’nin bütün kızları  kitap için vekalet verdik sanıyorduk. Ablam Ceylan  ‘waye Turna , Varto’ya alışveriş için indiğinde enişten,  uğradığı matbaada dayısı Hüseyin  ‘ yeğenim Atilla haber gönderdi, Ankara abimin kitabını bastıracakmış, kızların  vekalet  vermesi lazım Ceylan’ı  Varto’ya getir bu işi halledelim’ dediğinde  ‘ hallo ma, benim dayım;   ben bu işe karışmam, rızam da yok, gidin Ceylan’la konuşun’ diyen enişten Halité Mehmeté Alié   mezre Eliağa’ya  geldiğinde, dayınsın  dediklerini anlatıp  ‘ Ceylan,  ben istemiyorum vekalet vermeni,  bu ikisine  güvenmem, amca yeğen bir  işler çeviriyorlar, bu kitap bastırma işi kimin başının altından çıktı belli değil ‘ dediğinde  hiç ses etmedim,  içimden de ‘bu da hala oğlu, şu düşündüğüne bak,  abim  kardeşi sayılır, iyiliğimize  olmayan bir şey yapmaz’ diye de düşündüm.O zamanlar hiç arayıp sormasa da a o Allah şahittir hiç de arayıp sormazdı ama abim yeter ki istesindi,  çoluğumu, çocuğumu gözümü kırpmadan  yoluna kurban ederdim  öyle bir  hissim vardı ona karşı . Enişten inat etti beni vekalet vermem için Varto’ya götürmedi,  o meselede öyle kaldı ta ki kayınbabam Mehmeté Alié Alié  Varto’ya gidip gelene kadar. Varto’dan gelince bana   ‘waye, gelin, weyvi, yarın amcan Hüseyin gelecek, seni alıp Varto’ya götürecek, vekaletname vereceksin babanın kitabı için, ben amcana oğlum  Halit’in söz söyleme hakkı yoktur  ona halt yemek düşer ama  Ceylan’ın  vekalet vermesini istemiyor onun için getirmez Varto’ya.Eğer vekaleti istiyorsan, gel sen al mezreden Ceylan’ı dedim ’ dedi. Sabah erkenden baktım atlamış atına gelmiş amcam Hüseyin, beni Varto’ya  götürmeye.Bana bir at hazırlandı, enişten hiç ses etmedi…gittik Varto’ya  hükümet konağına yakın bir yere götürdüler beni, önüme bir kağıt koydular okumam yazmam yok ki  ne yazdığına bakayım…parmağımı boyadılar, bas dediler…o kadar. Amcamın evine gitmek için çarşıdan geçerken   amcam beni  bir dükkana  soktu  ‘istediğin kumaşı   al,  kendine elbise dikersin’ dedi. Mezre Eliağa’ya  döndüğümde enişten Halit’e amcamın aldığı basmayı  gösterdim eline aldı şöyle bir çırptı  ‘ babandan kalan  her şeyi verdin, aha bu bez parçası karşılığında’– ’niye ? ben hiçbir şey vermedim’–’ seni öyle kandırdılar işte, güzel iş önce Efendi’ye  dayıma ait her şeye el koydular, dağıttılar atını, kılıcını, silahını;  kızlarını satıp  başlık paralarını  yediler   gözleri doymadı şimdi de kızlarının elinde kalan son şeyleri de aldılar’  konuşmasına  kızdığımdan yanından kalktım,  işimin başına döndüm,  söylediklerine inanmadım  çünkü  ben  kitap basılsın diye bir kağıt imzaladım diye biliyordum meğer her şeyi almışlar.’dedi bana çok yıllar sonra da Selvi’de ‘ 66 depreminden  bir hafta önce, yaz tatilini geçirmek için köye gelmiş abimi ziyarete giden  kayınbabam apé Selimé İsaé  ‘ abin  hakim Atillaé Mehmeté Şerifé  sana haber yolladı, babanın kitabını bastıracakmış, vekaletname vermesi lazım bacımı Selvi’yi Varto’ya getir dedi. A bu kocakarı Gaare çocuklara  bakar  yarın birlikte gider, döneriz. Kayınbabam apo Selimé İsaé    hakim abimi  çok severdi çokkk, deseydi bütün malını mülkünü üstüme tapula, tapulardı. Yani her şeyi, arazileri  elimden alacağını bilseydi  de ‘weyvi, Selvi, bak! bu arazilerin hepsi bizim, bu kadar araziyle baş edemiyoruz, ne yapacaksın babanın arazisini, ver gitsin, erkek çocuktur, babanın soyunu devam ettirendir’  derdi çünkü adamın malı, mülkü   çoktu, kimseninkine ihtiyacı yoktu. Daha önce de beni götürdüler Varto’ya,  yaşı küçük dediler, annemi istediler ben ne bilecem ne yaparlar . Sonradan öğrendik benim vasim annem ya o vermiş benim yerime vekaletname .Atladık atlara apé Selim’le  gittik Varto’ya, kucağımda Emine vardı. Amcam Hüseyin’in  evinde kalıyordu hakim abim,  Türkan hanımın kucağına verdim Emine’yi,   abim aldı beni  daireye götürdü.Sorgusuz, sualsiz tek şey sormadım  önüme bir kağıt koydular, parmak bastım.Eree gulamın, gılo malı ne yapayım? Ben abimin tipine, gülüşüne hasrettim, abim nasıl biriydi bilmiyorum çünkü abimi tanımıyorum. Emeran’da  bir adam ölmüştü, kız kardeşi Karer’den geldi  ağlarken ‘ kardeş ben seni ne gördüm…. ne tanıdım  o kadar biliyordum ki sen kardeşsin’ demişti o laf içime öyle dokundu ki çünkü bende o kadar bildim ki abidir, abimdir. ‘ diye anlattı.Benzer hikayelerle kız kardeşlerin elinden  alınanı  vekaletnamelerin nasıl kullanıldığı; annenin  babasının mirasından  mahrumluğuna  duyduğu, hakim abisini de  ilettiği  üzüntü ve öfke karşısında  ne olup bittiğini öğrenmek için yeni çıkarılmış ‘Bilgi Edinme Kanun’un dan yararlanmayı akıl ederek 2004 dört yılında yaptığın başvuru   çene Küçükağa dahil teyzelerin; Ceylan, Sara, Selvi, Hatun ve   annenin  verdikleri   vekaletnamelerle  kendilerine vekil tayin ettikleri  amca Hüseyin’in, 1967 yılında 500 TL bedelle anne ve kızlarının babalarından kalan mirastaki    tüm hisselerini hakim yeğenine sattığını ortaya çıkaracaktı.Eğer böylesi bir yola başvurulunmasaydı sonsuza kadar amca ve yeğeninin  kurdukları kumpası bilemeyecek annen ‘meğer’ diyecekti ‘ abimle , amcam  oturmuş ne filmler kurmuşlar. Bu nasıl bir ağabey…bu nasıl bir amcaydı  hayret ettim, vallahi aklıma geldikçe oynatıyorum. Böyle olur mu ya, annem bize hep  ‘babanız yok  ama abiniz var’ diyordu, maşallah ne abiymiş,  ortada  ne bacı bıraktılar…ne de yeğen.Onun için o kadar  çekerek öldü amcam’–‘İlahi anne, ne çekti? seksenbeş yaşında öldü yani hayatı normal bir seyir izledi. ‘ Oldum olası etrafındakilerden daha rahat, refah içinde yaşadığını  göz ardı edip yaşlılıkta herkesin yaşaması muhtemel olgular;  dizlerin ağrımasına, bel bükülmesine, şeker, hipertansiyon,  osteoporoz, Parkinson,  Alzheimer vs. hastalıklara,  ilahi adaletin tecellisi , o  hiç kimseden çıktığı görülmeyen “kimsenin ahı…” muamelesi yaparak  teselli bulmayı;  kendini kandırmaların, avunmaların  şahı   bildiğinden ‘gitme üstüne, bu yaşta  kendini  iyi hissettirip,  rahatlatıyorsa bırak öyle düşünsün’ vaz geçiriyor seni ‘babam  hazineden aldığı Ermeni’lere ait arazi üzerine ev yapacakmış, temelini de atmış, nasip olmamış. 1953 yılında kış ortası kızamık geldiğinde köye  çok sık  Varto’ya gidip gelirdi,  kızı Fazıla  kızamıktan öldüğünde de Varto’daydı. Meğer bu işlerle, arazileri üzerlerine geçirmekle  uğraşırmış   iyi hatırlıyorum  ben 1955’de, on yaşında tifoya yakalandığımda babamın temelini  attığı  ev daha yeni bitmişti çünkü amcamla o evde  kaldığımızda yengemle çocuklar   daha Kasman’daydılar. O sene de 1953 kızamık salgınında olduğu gibi  köyde çok insan  öldü, İlkbahara doğru bu defa da   sıtma geldi, vurdu, sivrisinek çoktu. Sıtma öyle bir hastalıktı ki, sabahleyin çok iyisin öğleden sonra komadasın,  birden ateşin yükseliyor,  yatağa koyuyorlardı böyle  titriyorduk, zangır, zangır. Kinin vardı  sağlık ocaklarında. (Üstükran) Çaylar da ki sağlık ocağında bir tane sağlık memuru vardı,  devlet onlara  veriyormuş,  hangi köyde şey varsa;  sıtma haber veriyorlardı sağlık ocağına, onlarda kinin gönderiyorlardı. A bu  Zehra yenge,Hüseyin amcamın karısı üç yavrusu öldü ya kızamıktan  yazık, sonra hamile kaldı,  meğer  ikizlermiş.Sıtma tuttu ona kinin verdiler, çocukları düşürdü,  iki tane çocuk,  ikisi de  oğlanmış, a böyle (iki avucunu birleştirip gösteriyor) şu kadardılar, böyle çocukların her yeri belliydi, he valla!  hiç unutmam. Çe Taloda hepimiz sıtma olduk, Hanım da oldu, sıtmadan düzeldik, bu defa  ben zatürree oldum sonra da   tifo. Diğerleri tifo olmadı,  milli piyango bana vurdu. Doğru düzgün bakmazlardı bizlere, çocuklar sıtma geçirmiş azıcık önem verin ‘düzelmediniz, dışarı çıkmayın, üşütmeyin, şunu yiyin bunu için ‘ deyin nerde ? Onlar malın, bostanın, ekmek yemek pişirmenin  derdinde düşmüşlerdi.Derede  elimi yüzümü yıkamayı çok seviyordum, üşütmüşüm. Evler yayladaydı, amcam  Hüseyin Varto’dan gelmiş, kara çadırı tutturmak için  kurulacak  direklere  yeri yapmak için yaylaya gitmişti. Akşama doğru amcam yayladan gelmeden  önce hastalandım;  karnım ağrıyordu,  ishal olmuştum, başım da çok ağrıyordu. Annem beni odaya götürdü, yatırdı.Amcam gelince, ona da ‘Turna, çok hasta ‘ demiş.Amcam odaya geldi ‘aç bakayım ağzını, dilini göster’ dedi.Meğer  tifo olanların dili mor olurmuş böyle mürekkep yalamış gibi.Anneme ‘veyvi, çene Küçükağa, kızı hemen doktora götürmek lazım, hazırla yarın   Varto’ya götüreceğim’  meğer amcam bilmiş ben  tifo olmuşum. Atına bindi, beni de  arkasına  oturttu,  böyle ellerimi   üzerine… dedi ki  şöyle üzerine tut ayyy düşün ya on yaşındaki bir şeydim, hiç hatırlamak istemiyorum, üzülüyorum kendime.Yol gidiyorduk ‘apé ,  apo ben çok hastayım, düşeceğim’ diyordum, duruyordu derenin  yanında çayırın içine  uzatıyordu beni biraz dinleniyordum, bir daha sırtına alıyor, arkasına koyuyordu.Atın üstünde böyle tutuyordum  belini sıkı sıkı, biz öyle öyle Varto’ya  geldik, akşama doğruydu o kadar yol, atla gidiyorsun. Zaten bizim Doğu’da akşam erken olur,  o zaman  ilk olarak amcam beni apo  Alié Haydaré Zeynelé’n evine götürdü,  a o  odasındaydı, beni  götürmediler yanına, onun için görmedim.Amcam  Hasan’dan ayrılmış yengem Türkan’ da ordaydı. O gece doktor çağırdılar. Çok iyi doktordu sonra Ankara hastanesine Cebeci’ye  başhekim oldu, sonra Hacettepe de çalıştı. A bu Alié Haydaré Zeynelé  milleti çok sömürüyormuş aldığı dava karşılığında milletin elinden her şeylerini alırmış ben öyle duydum.Çok bencilmiş, kendini düşünürmüş hep.Dava vekiliydi düşün demişti bir gün amcan Haydaré Resulé’de   ‘Alié Haydaré Zeynelé’nin dürüstlüğü yoktu. A o amcaoğulları arasında en dürüst senin deden Efendi; Mehmet Şerif’miş.’Arazi davalarını severdi  Alié Haydaré Zeynelé, milleten paranın yanında her şeyi de alıyordu, koyun, keçi, peynir, yağ. Milleten toplayıp yiyordu.Çok alıyordu çok. Le, le,  bunun çocukları da öyleydi, Enginé Alié Haydaré Zeynelé köye gelmişti her zaman burada  (Ankara) okuyordu, yazın köye geliyordu.Bizim Kasman akrabaları ya, gelip orda çökelekle peynir götürüyorlardı peynir zamanı.Geliyordu ‘ ben akrabalarıma geldim hepsinden,  bir günlük süt verecekler bana,  peynir yapın verin, ben alıp götüreyim, bizde de çe Taloda  da kalıyordu, tamam. Ondan sonra  kapının önüne çıktı benim ablam Sara ‘da koyun sağmış, at da yok, böyle sırtına almış tuluku (meşki)  süt getiriyor.Böyle sırtında yük gibi vardı, ipini de boynuna atıyordu, sağmış sütü alıp getiriyordu.Bu kapıdan bağırdı  dedi ki ‘ eree Sare, dedi sen, ne eşek gibi alta kalmış süt taşıyorsun… eşek gibi sırtında yük taşıyorsun. Ablam Sara ‘da  durdu dedi ki ama ben senin gibi dilenmiyorum eşeksem evimin eşeğiyim, hizmetçisiyim seni ilgilendirmez, tamam, o da küstü onun sütünü almadan gitti.İyi oldu o küstü gitti almadı öyle deyince ya senin ablan senden yaş olarak büyük sen ona öyle diyorsun o demez mi? Bu Enginé Alié Haydaré Zeynelé babanın da musayibi ya  biz Ankara’ya gelmişiz Van’dan sen o zaman Lise’ye gidiyorsun  , eve geldi baktı bende çocuk çok, dedi babana seni gösterip ‘bu kızı bana verde eve gelsin çocuğa baksın.Ayıp ya  baktım baban ses çıkarmıyor bende dönüp dedim ki niye? Benim çocuğum okuyor ben çocuğumu sana niye vereyim ki ?Baktı evde çocuk çok , git başka yerden al getir aaa daha neler  o kadar şerefsizdi ya, kusura bakma  dedim ya, herkes onlara hizmet edecek ya, onlar gökten inmişler Alié Haydaré Zeynelé ‘n çocukları biz çöpüz ya.Annesi Mayk’da yanında o zaman işte bu kadar eşekler annen baksın.  Düşün deden Memile Talo’nun Badan’da ki arsasını elinden alıp  birkaç köylüye verdi. Daha doğrusu  bra Seydali’yi kandırarak arsasını elinden alan  deden Memil’in, dedesine attığı kazığı  unutmayan  tesadüfe bak ki Varto kaymakamının yanına odacı giren Seydali’nin torunu Cemal, olayı anlatınca Kaymakam mahkemeye ver , git arsana da el koy diyor.Zaman öyle bir zaman ki , yeter ki adamın olsun her şey çok  kolay, arsa benim diyorsun Kaymakam git el koy diyor.O da eskiden beri hınçlı ; hem Resulé Memilé’n elindekini, hem de  köy merası kullanılan arazileri  üstüne almak için birkaç köylüyü de yanına çekerek  dava açıyor, tamam. Amcan Hasané Halité’ de, bunun üzerine çok sevdiği Alié Haydaré Zeynelé  dava vekili tutuyor. Ama şeytanın aklına gelmez meğer o  kendine dava açan  Cemal’in , köylülerin  gizli avukatı değil miymiş? Bunu da hep yapar, ikili oynar davaları uzatır da uzatırmış Alié Haydaré Zeynelé,   dava sürüncemede kalıyor  epeyce, sonunda arsalar Cemal’ e, köylülere veriliyor.’  Amcan Haydaré Resulé anlattı bana  dedi ki ’ arsalar elden gidince abim Hasan delirdi ‘ ben o olayı çok iyi hatırlıyorum demişti devrimci dayın da  ‘ o sırada Muş’ta hakimlik yapan  abim Kasman’a yazın  tatile geldiğinde amca Hasané Halité’  yanına geldi, olanı bir bir anlattı, abim hemen bir itiraz dilekçesi yazdı ’ bak dedi bu dilekçeyi git daktilo ettir yoksa  hakimler benim el yazımı bilirler ‘ , arkadaşı  hakimlerle görüştü davayı döndürdü, amcan hakim abimin bu iyiliğini unutmadı her yıl kavurma,yağ,  bal falan yollardı’. Alié Haydaré Zeynelé  cimriydi, çokkk..onun için akraba makraba yoktu sade para vardı.O var ya o, yemez içmez diye bir üçkağıtçıyı Varto’nun  Alevi köylerine musallat edip, o garibanlardan  toplattığı paraları bölüşecek kadar berbat biriydi. Yemez içmez  Hasan baba diyorduk biz, a o dereza ma (amcamoğlu)  Alié Ekberé Hüseyiné Alié ‘n ağzının içine  tükürdü;  diyorum yemez içmez senin  ağzına tükürdü diyordu  çok iyi yapmış abla. Evliya ya , ya kız,  biz öyle safız ki, diyordu ben Hazreti Ali’yim, ben ermişim. Hz. Ali’nin eşi  diye ‘baba odası’ yani bizim yattığımız oda  verildi, geniş diye, orda  yatıyor diyordu  ‘bana açık ekmek yapın, kavurma da.’ Bir de sürahi gibi kova vardı,  bir sürahi de su  başucuma koyun.Gece olunca  tahta bir masa vardı üzerine açık ekmek, su, kavurma koyuyorlardı. Ama diyordu  tuvalete  ahıra gideceğim, orada banyo yapacağım, su ısıtın koyun,  tek  başıma hiç kimse benim yanımda  durmasın. Demek tuvaletini yaptıktan sonra her akşam banyo yapıyordu, kokmasın diye, yemez içmez ya. Ya herkes diyordu ki bak ! burada yıkama yeri var, sen niye orada yıkanıyorsun?  yok diyodu,  meleklerim bana öyle dedi.Ya insan bu kadar saf olur.  Alié Haydaré Zeynelé , onunla anlaşmış  herkesi  soyuyor.Tabii adam köylülerin  elinden  en kıymetli şeylerini alıyor. Ablam Ceylan’da    bizdeydi,  ben de.Hakim abim  gelmiş tatile Kasman’a  güya   bacılarını getirmiş, görmek için. Eniştelerine haber yollamış ‘ gönderin gelsinler göreyim’  nasıl olduysa  enişte Halit de ablam Ceylan’ı göndermişti ben de bir yıllık evli, 13 yaşındaydım, yıl  1958’di.Ben çok inançlıyım yani gidip elini öpüyorum, babamın kızı Ceylan elini öpmedi,  bir tane sırtına vurdu ‘kafir ! imana gel’   dedi.Kız  kızım,  ayakları yıkandı dededir, pirdir, oniki imamlardandır diye ayaklarının suyunu bardağı koyup bize içirdiler ya, işin farkına vardılar sonra ama biz içtik o pis suyu. Annemin çok kıymetli tacını vermişler,  üçkağıtçılığını  öğrenince Varto’da  yakalayıp, almışlardı . Onu da annemin elinden aldı amcam Hüseyin, el koydu.Çok uyanıktı  amcam,  hemen aldı götürdü matbaa kuracağım diye. Ayaklarının suyunu içirdiler bize , hepimiz içtik babamın kızı Ceylan  içmedi; ben içmem dedi. Vallahi ben içmem dedi. Amcam oğlu Alié Ekberé Hüseyiné Alié küçüktü, götürdüler  yanına; adını koy, tak dediler, Ağustos ayında doğmuştu, tamam, götürdüler dediler ki Piro, dede; böyle dilinin altında hiç unutmam bir şey var,  sen söyle;  beyaz,  böyle bir çizgi vardı, dilinin altını çıkarıyordu, böyle yapıyordu bak diyordu ben Allah’ın gönderdiği bir elçiyim,  bu dilimin altındadır yemek , içmek;  hiç kimse yemek yediğini, içtiğini görmüyordu.Hiç yemiyordu, hiç ‘–‘ dilimin altında ne var diyordu, niye gösteriyordu dilinin altını?’ –‘küçücük beyaz bir şey vardı,  böyle çıkarttığı zaman tel  gibi görünüyordu ,  gösteriyordu’–‘ee herkeste var , o ne diyordu gösterip’ –‘diyordu bana Allah vahiy indirdi, verdi.Ben buraya gelmişim, yemek yemiyorum bak bununla (dilinin altındaki beyaz şey)  besleniyorum. Sen biliyor musun ? abim o zaman Ankara  Hukuk Fakültesinin 3.üncü  sınıfında okuyordu ve o bile ona riayet,  itaat etti. Yalan konuşmayayım, ben onun yemez içemezin  ayağının suyunu içtiğini  görmedim ama  ben içtim, koydular şişeye,içtim .A bu Küçükağalardan İsmeté İzzeté Haydaré’nın bir kız kardeşi vardı Emel…Emel değildi adı ya neydi, çok bayılıyordu, hastaydı.Duyunca onu  getirdiler’–‘ İyileşti mi?’–‘yok canım, kızı o kadar dövdü ki kızın burası böyle alnı simsiyah oldu.Hiç unutmam adam dövdü; sırtına vurdu,  başına vurdu, geri zekalı yaptı kızı ya.Leman…Leman  adı Leman’dı. Tamam  sonradan bir kere gördüm dedim Leman; az mı dayak yedin.Adam bir tuhaftı; öyle zayıftı öyle zayıftı.Ama ne yapıyordu biliyor musun?O kavurma yapılıyordu, diyordu kavurma yapın benim odama getirin, ben   diyordu sabahleyin  melekler gelince  lokma vereceğim onlara. Oturup gece kavurmasını yiyormuş. Benim elti,   amcan Velié Resulé’nın karısı  Adil Adilé;  çene emıka Gülizaré Memilé Talo, Caneseran  köyüne gidiyor, bizim köyde de bir tane Mayporoz  vardı, o da kocası ölmüştü, oraya evlenmeye gitmiş; Caneseran  köyüne, tamam. Mayporoz, Adile’ye diyor ki; onlar Adile ile  birbirlerini çok seviyorlardı;  böyle  şen şakrak bir kadındı  ‘ eree wayemın Adile,   bugün diyor ben bu adamın koynuna gireceğim’. Adile de yok canım olur mu? demiş .Bak demiş sen görürsün, bu adam milleti  kandırıyor, kimse farkında değil. Kadın akşam oluyor,  bunlar… herkes yatıyor,  kadın gidiyor kapısını çalıyor, içeri giriyor. Sonra kadını elliyor,  bakıyor ki adam  tecavüz etmek istiyor,  Adile’de  kapıda bekliyor ya   bağırıyor. Orada Caneseran’da öğrendiler, adam yalancı olduğunu.Ondan sonra  adam  kaçtı gitti.O kadınlar yaptı biliyor musun? Evet, ondan sonra kaçtı gitti,  yakaladılar Varto’da.’ –‘ kadınlar  yemek yediğini görmüşler mi?’–‘ diyorum yemek yemiş, kadına tecavüz etmiş. Kadını ellemiş vücudunu, göğsünü ellemiş. Kadın o zaman bağırmış Mayporoz ‘  kız Adile hele gel, gel bu bizi kandırıyor’.Hem de pirlerin oraya, ocağına  Caneseran köyüne gitmiş adam,  Varto’ya, kaçtı gitti. Annemin  tacını,  Seys Müslüm var ya  ona vermiş , tamam,   sonra ondan aldılar. Adam alıp gitmedi tacı, tamam;  Seys Müslüm tacın annemin olduğunu öğrenince  kendisi getirdi anneme verdi, tamam. Benim boynumda bir tane altın vardı, onu almak istedi.Ben vermedim’–‘ ne diye almak istedi?’–‘ para topluyor işte. Dedi  o altını bana ver. Diyodu sadaka  verin bana, Allah kabul etsin. Hani biz dedelere  çıraklık veriyoruz ya çok aşağılıktı be!  sonra Elazığ’da yakalandı. Valla asker  çok iyi yapmış. Jip’in altına bağlamışlar sürükleye, sürükleye geberttiler. Öyle çok insanı kandırmış, o kadar koyun topladı götürdü ki a.. a bu Alié Haydaré Zeynelé.  Ben haksız mıyım? dedim Ekiné Alié Haydaré Zeynelé ’ sen benim  babamı yazdın ama  biraz da…dedi ki  sende yaz. Ben dedim ki ben  senin babanı yazacak kadar şerefsiz değilim.’–‘   Christopher De Bellaigue, Ruşen Aslan’a onca adama , yazdırdılar yalan yanlış bir sürü şey.Yahu, olaylara baksana ailenin tamamı…olmuş bir kurt , yalan dolan  güya avukat, hakim çıkmışlar bir adam geliyor ermişim diyor, köyü topluyor yok…yok ne aydınlanma çağı okuyan kesim buymuş, öyle bir çağı başlatacak adam yokmuş’ –‘  Yemez, içmez  bir sürü mal topladı götürdü Alié Haydaré Zeynelé, o da  aldı.  Allah rızası için bunlar az değildi,  Zengenalı Turabié Alié Haydaré Selimé  dedim, o da anlatmış ya babamla ilgili bir sürü şey  köyüne , Ankara’daki evine gelen yazarlara. Bir cenazede karşılaştık dedim ‘Turabié Alié Haydaré Selimé  sen, babamı ne kadar tanıyorsun? Bir defa sen, o zaman kaç yaşındaydın dedim .Sen babamı niye… adam geldi senden  sordu niye yanlış anlattın? Ha,  bir insanla oturursun, konuşursun, tartışırsın; o insanı  bilirsin ondan sonra anlatırsın, yazarsın .O zaman ben ona eyvallah derim. Ama dedim  siz babamı hiç tanımadınız ki,  sen diyorsun ki ben 42 doğumluyum. Babamı ne kadar tanıyabilirsin ki sen, yani dedim sen böyle şeyleri yazıyorsun ama ben sizin gibi değilim biri gelse bana sorsa deseydi ki sen Zengenalı Turabié Alié Haydaré Selimé  tanır mısın?  Ben derdim valla, benim amcamdır, ama hakkında hiçbir şey  demiyorum çünkü tanımıyorum. Bunu demeye dilin dönmedi mi? Sizler böylesiniz işte, tamam. Gine dedim  benim akrabamsınız  ama sizin yaptıklarınız yanlıştır, doğruyu yaz ben  eyvallah derim. Ay eski insanlar başkaydı şimdiki gençler hiç bilmezler akraba ne? Kendi anasını babasını tanımıyorlar,  ne ki akrabayı tanısınlar. Memlekette bir kadın vardı  Fatma, bu Alié Haydaré Zeynelé hastalanınca ona baktı, evli gibiydiler , fakir bir kadındı, para alıyordu bakıyordu. İsmet İnönü’yle de arası çok iyiydi. İnönü, 1966  depreminde ‘ gel bu sene yanımda Ankara’da kal demiş .’ O derece samimiymişler. O da ‘Paşa hazretleri, Paşam  benim kanım Varto’lulardan daha kırmızı değil’ demiş. Akıllı adamdı da, bu Hamidiye aşiretleri Hormeklilerle , bizimkilerle hep kavgalı olmuş,  Cıbranlı Suvaroğullarından  Hamidiye Alay Komutanı İbrahim Bey’in torunu Mahpiruz, biz Mayk derdik onunla evleniyor.Öyle çirkindi…vudakılı, vudakıllı  bismillah,  gördüm tabii, en son  Ankara’da  oğlu Enginé Alié Haydaré Zeynelé’n  yanındaydı. Amcaoğlu , derezama Engin  cana yakındı, abisi Tekin  gibi, a o  Ekin kızları Hediye, Fatıma onlar uzaktılar akrabalara, üsten bakarlardı, soğuk  domuz gibiydiler.En çok Tekin abi severdi akrabalarını. Bazen  hakim abim için diyorum ki  ‘ya sen Enginé Alié Haydaré Zeynelé kadar da mı yoktun ? Kız kardeşlerini aldı okuttu’– ‘ Kim okutmuş? ‘ diye müdahale ediyor devrimci dayın ’ahhh benim ablam, ya onlar, bizim  abimizle  amca çocukları ne kadar şefkatli olurlar ?  Onlarda da kimse , kimseye taş vermemiştir. Bir gün Enginé Alié Haydaré Zeynelé  bana  dedi ki biz fakirlik yaşadık, abim Tekin  gelirdi , bizi görmezdi,  bize hiçbir katkısı olmadı’.Sen ne sanıyorsun ya babaları Alié Haydaré Zeynelé geliyormuş buraya Ankara’ya… babaları harçlık veriyormuş .Niye hepsi 8 yılda bitirdi, okulu, hukuk fakültesini.Hem okuyor hem çalışıyorlar,  para yok, ne yapsınlar? çalışıyorlar aynı zamanda. Abileri Tekin  hiç kimseye yardımcı olmadı, hiç kimseye bir hayrı olmamıştır. Babasına az biraz Tekin benzerdi ama hiçbiri  babalarının  yanından geçmemişti, çok yakışıklıydı. Ha belki hovardalıkta benzemişlerdir bak, ona bir şey demem. Engin’in de kimseye yardımı olmadı. Avukat oldu evlendi gitti Antalya’ya. ‘–‘niye gelmiş Mayporoz Alié Haydaré Zeyneli terk edip Ankara’ya. ‘–‘kim ya?’–‘Alié Haydaré Zeynelé’n   karısı, onu  terk mi etmiş’–‘ o mevzu ne? Yeni duyuyorum. Ben sana bir şey söyleyeyim mi benim yeğenim, aha ablam Turna’da burda, amca Ali Haydar’ın karısı Mayk’ın yaşadıkları yenilir yutulur şeyler değilmiş. Kocası hovardanın teki,  eve kadın getiriyormuş. Sadece Fatma mı? Bir sürü kadın var. Mayk görüyor, kadına hakaret ediyor ,değer vermiyor.  Alié Haydaré Zeynelé  hiç kimseye değer vermiyordu, enteresan bir adamdı. Felç olunca bir bacağını sürükleyerek yürüyordu bastonla, yatalak değildi, bacağının bir yanına felç vurmuştu. 60 lı yılların başında ya da ortasında, depremden öce felç inmişti.Ben görüyordum Varto’da  ortaokulda, ondan kitap alıp okuyordum, bacağı sakat, aksaktı. Epey sonrasında 1972’de  mide kanaması  geçiriyor, Erzurum’a Üniversite hastanesine getiriyorlar, bakıyorlar, olmuyor ordan uçakla Ankara’ya sevk ediliyor.O zaman Engin burda , Ekin Mersin’de. Benim bildiğim kadarıyla Mayk hastalanmış buraya getirmiş çocukları, bakmışlar sonra dönüp gitmiş  Mayk, Varto da öldü, köyüne Harik’e  gömüldü.’–‘ Haber aldık , dediler Alié Haydaré Zeynelé  hastanede, Hacettepe’de  yatıyor. Baban Kemal bey,  çok gitti yanına ziyarete. Ben hayatta onu Alié Haydaré Zeynelé görmedim,  hiçbir zaman da görmek istemedim, tamam, istemiyordum, sevmiyordum. Engin babanın, Kemalé Resulé’n  musahip kardeşiydi. Biz  Alié Haydaré Zeynelé ölünce  ondan sonra ben kalktım Kemal beyle gittik başsağlığına. Cebeci de, İncesu var ya orda oturuyordu o zaman  yeni evlenmişti,  kadın Hacettepe’de  hemşireydi. Gittik  Mayk’da  orda,  ayağını benim gibi uzatmış, böyle sallıyordu. Hiç unutmam,  o zaman arkadaşları geldi Engin’in dedi ki ‘Engin  bey, başınız sağ olsun’  o da dönüp dedi ki ‘arkadaşlar,  hoş geldiniz, sefa geldiniz ama dedi bana diyorsunuz baban öldü sen sağ ol. Siz bana nasıl dersiniz sen sağol, baban ölmüş. Bana öyle bir şey demeyin. Gelmişsiniz,  biliyorum benim için gelmişsiniz ama böyle demeyin.’ O lafı  her zaman benim aklımdadır. Sonra ben ordan kalktım başka odada oturan Mayk’ın yanına geçtim ,Mayk da  ayaklarını uzatmış,  böyle kaybolmuştu koltukta,  çok ufak tefek biriydi  öyle zayıftı böyle canı çıkmıştı,  o burnu böyle uzun çıkmıştı öne doğru  karga gibi, yanakları böyle düşük, rengi de simsiyahtı. Gittim, elini öptüm bana dedi  ‘kızım,  biliyor musun? senin amcan  öldüğü zaman…öldüğü zaman’ dedi; kendi torunlarına demiş ki Mustafa ile Zeynel’e demiş ki,  babaannenizin  değerini çok bilin .Yani böyle demek istedi, o zaman bile, senin amcan ölürken  beni düşünüyordu.Halbuki yalan, hiç konuşmuyormuş Alié Haydaré Zeynelé. Biz oturduk epey oturduk, bir çay içtik.Demek ondan sonra Mayk Varto’ya gitmiş. Bunun  kızı Türkan boşandı  benim amcam Hasan’dan, baba evine Varto’ya geldi ya onların yaptı rezilliği kimse yapmadı.Benim zavallı babam…babama niye düşmandı biliyor musun? Babam güya devletçiymiş. Alié Haydaré Zeynelé’n   yaptığı pislikleri, Varto tarihinde… millet var ya  verdi, kaçtı. Bunca pisliğe , kötülüğe  çok yaşadı. Ben bakıyorum kim iğrençse o ilerliyor, kim çakalsa o bir yere geliyor. Adam’ın kadınlarla ilişkisi çoktu, Mayporoz’a değer vermiyordu.Onu anlatıyorum, yengem Türkan;  yengeyi boş ver,  s.ktir et, Türkan abla; boşanmış gitmiş yanlarına bu Mayk kızıyla döğüşmüş,  demiş ki ‘sen  babanla gayri meşru….sen babanla birlikte yatıyorsun’ tamam mı .Bunu bütün Varto, herkes biliyor,  kadıncağız onun yüzünden gitti evlendi, başka biriyle.Bizim Hasan K. vardı, katil,  beş kişiyi bir seferde öldürdü, tam beş kişiyi.Beş akrabayı Vartoya gelince yolunu kesmiş  hepsini öldürmüş.Bu Hasan K. yüzünden onüç yaşında az dayak yemedim ben babandan, hem de sana hamileyken. Kim mi bu Hasan K. valla dedsi kimin nesi bilmem, teyzenin oğluna sor’ . Sordun ‘ teyzemin kızı  tabii tanıyorum ben.Emeran yakın onların köyüne  Zengena’daki akrabalardan, bu televizyona çıkan CHP adına görüş bildiren  Alié Haydaré Turabié  var ya işte onların akrabası;  Zengenalı Ağanın torunlarından. Veyvi Selbi’nin kız kardeşi, ablası adı Sisi de bu Hasan K.’yla evliydi. Teyzemin kızı hatırlar mısın Emeran’da bizim evin arka tarafında harabe bir ev vardı, deré  Mengelî’ye  paralel  bu Hasané (K.) Alibegé orda yaşardı. Ne beşi , 9 tane belki de daha fazla adam öldürmüş arazi için, kadın için. Mengel’de bir kadın varmış dul, bunun sevgilisi, ama kadının  Kuzikli bir adamla da ilişkisi var, kadını paylaşamıyorlar. Diyorlar ki kadının doldurduğu Kuzik’li bizimkine ‘bir daha gelirsen çinîke ma,  kadınımın yanına, saçın gözüme gözükürse  öldürürüm seni.’Bu Mengel köyüne doğru Karkapazarın üst tarafında gole bari derdik biz; dibi görünmeyen göl; çamur doluydu, bataklık, giren zor çıkardı,  a o  eski Karlıova yolu da ordan geçerdi. Mengelin yaylaları da göle bitişik, bu ikisini  idare eden  kadını ziyarete giderken a o gole barinin orda, takip ediyor Kuzikli adamı öldürüyor. Husumeti başlatıyor. Bu öldürülen Kuzikli adamın akrabaları intikam almaya yemin ediyorlar,Hasané (K.) Alibegé’de karısı Sisi’yi alıp  dağa çıkıyor, kaçak; yıllarca dışarıda, açıkta  kaldıklarından, yatıp kalktıklarından Sisi’ye biz Emeranlılar “meteoroloji” derdik.Böyle hava günlük güneşlik Varto’ya gideceğiz, tek bulut yok yukarda, gökte ‘emika Sisi hava  bugün ne olur? derdik ‘yağmur var öğlen’ deseydi  bir anda hava kararır yağardı. Meteoroloji yanılabilirdi ama  Sisi asla. Çadırı yanında, yıllarca hep dışarıda Mengel dağına doğru a o taraflarda  kaçak yaşıyor, eşkıyalık yapıyor, asker de  biliyor ama gelip geçiyor, dokunmuyorlar. Bu Kuzikli adamın akrabaları  buğdayı öğütmeye değirmene götürüyorlar. Dönüş yolunda, Emeran’a yaklaşmak üzereyken, Karlıova yolunda; valla değirmen nerede bilmiyorum ama  galiba Kasman’da dedemlerin, Mehmetê Şerifê Aliê’lerin de değirmeni varmış, ordan ya da  Varto’dan dönerken; bakıyorlar  öküzler yorulmuş,  salıyorlar çayıra, gölgeye kaçıyorlar, ortaya sofra kuruyorlar, ekmek, dorak, yemek yerken peşlerindeki Hasané (K.) Alibegé  çıkarıyor silahını vuruyor da vuruyor. Karakol gelmiş tabii, Kuzik’ın, Emeran’ın hepsi yola inmiş, bizimkilerde dedem Selimé İsaé, babam Hamzaé Selimé İsaé, akrabalar.Kalabalık toplanmış feryat eden ağlayan , karakol komutanı belinden çıkarmış beylik tabancasını a o Kuzik’li gençlerden, şimdi Kuzik’in muhtarı  olan Hasan’ın ( ne Kuzik’i görmüşsündür,  ne de oranın muhtarı olmuş Hasanla ilgili tek bir fikrin vardır ama bunu söylemen ‘ eree teyzem kızı hani Fikirye var ya amca İbrahim ‘le başlayacak  açıklamalar silsilesinin  olayı öğrenmeni geciktireceğini bildiğinden  mahal vermemek için, hııı, hııı diyorsun)  babasının eline vermiş ‘git, bul  o katili Alibeğin oğlu Hasan’ı   ya da  onun yerine akrabalarını öldür’ dediğini duyar duymaz,  bizimkiler akrabası  ya Hasan’ın hemen sıvışmışlar, korkudan.Adam da  silahı geri vermiş zaten, kimseyi vurmamış. Eskiden kanun, kural mı vardı.  Öldürse ceza bile almaz çünkü komutan vur demiş. Bu Hasané (K.) Alibegé  teslim olmaya gittiğinde karakola öyle nam yapmış ki, Varto o zaman küçük bir yer, meydan, çarşı hep onu görmek için gelenlerle dolmuş.Öyle bir kalabalık yığılmış, o da bunu biliyor ya atının kuyruğunu bağlamış, kına yakmış öyle gelmiş.’ öğrendin sende teyzen oğlundan , tamam;   Alié Haydaré Zeynelé’n kızı Türkan, amcam Hasan’dan boşandıktan sonra  , üç erkek çocuğunun babası  da olacak Hasané (K.) Alibegé’ nın kardeşi Gazié Alibegé yle evlendi.Gazi bekardı böyle uzun boylu dalyan gibi…öyle güzel çocuktu…öyle güzel, bizim köye Badan’a , çe Resule gelip gidiyordu  veyvi Selbi’nin annesi onun teyzesiydi  aynı zamanda; hep akraba, hep akraba…hep…Le..le..le  Gazié Alibegé  hep Vartoya gidip geliyordu, orda görüyor   Türkan’ı, evlendikten sonra yıl  kaçtı? 1970 af çıktı.Şey çıkardı sen söyle; Ecevit.Bu getti a o Hasané (K.) Alibegé’ kaçaktı dağlarda, getti adamı getirdi teslim etti. Çene Türkané Ali Haydaré Zeynelé   teslim etti, eee Türkan’dır bu, çene Alié Haydaré Zeynelé’n   kızı ya değerli  tabii, dediği ikiletilmez,  yapılır.Getti adama dedi ki ‘gel ! ben seni götürüp teslim edeyim, kılına zarar gelmez, yeter dağda dolandığın çocuklarına , karına yazık’ O da geldi. Adam hapse girdi, çıktı. Beş tane adam öldürdü ayol,  birini  de ondan önce ölürdü,  sen ne diyorsun. Beş akrabayı kurşuna dizmiş, ben bilmiyorum, arazi davası varmış, kadın davası varmış. Sonra çıktı hapisten,  geldi gitti ormana ağaç kesmeye, tamam, ağaç keserken o yukardan düştü , o bizim dere var ya deré  Mengelî içine düştü adam, belden aşağısı sakat olup gitti.Felç…öldü sonra. Çoğu insan felç geçirdi ailede  Alié Haydaré Zeynelé ‘de en son Ankara’da  Hacettepe’de  doktora getirdiler,  Varto’da görev yapmış bir doktor vardı orda  epey yattı.Baban, Kemal bey sık sık  ziyaretine gidip geliyordu,  süt istemişti, inekler vardı bizim burda, gecekondu mahallesiydik ya, alıp, kaynatıp gönderiyordum.Ben babamı sevmediğine, öldürülmesinde parmağı olduğuna  inandığımdan ziyaretine hiç gitmedim,  görmek istemedim .Sağlık Kolejinde oğlu okuyan bir Piro vardı,  bizim eve geldi Van’da.Bir gün dedi ki waye biliyor musun? senin babanı amcaoğlu öldürttü. Dedi  ben Varto’daydım Alié Haydaré Zeynelé’ le  çarşıda oturuyorduk  dedi o esnada baban geçti önümüzden Hükmet konağına gidiyordu, bir davası vardı, şöyle bir baktı ‘sen geç… geç’ dedi ‘ a  burada bir haftadan kalmış’.  Adam bana anlattı ama ben gözümle görmedim seyitti Piro’ydu adam niye yalan söylesin? Dedi biliyor musun bir hafta sonra ne oldu? baban vuruldu demiş geç… geç bir hafta sonra. Amcası Halloé İbarhimé Talo   Kasman’da dövüldükten sonra bu Alié Haydaré Zeynelé’n evine gidiyor,  onun yanında kalıyor. Ona yardım ediyor amcası ya  ona yardım ediyor.O da kalktı  tembihledi amcasını, bıraktı babamın, öz amcasının oğlunun  üstüne, gitti öldürdü. Bu sefer de a o  Alié Haydaré Zeynel dedi ‘Kürtleri öldürdü’. Her bok varmış. Her bok. Adam bunu anlatı ya ondan  sonra ben nefret ettim zaten Ankara’ya gelince hastanede yatıyordu  görmek bile istemedim.  Piro çoktan   ölmüş gitmiş kimdi? bizim köylü değildi başka köylüydü. Lace Eliye Lale Şevket,  yeğenim anlattı; bir gün  Varto mektubu yayınladığı zaman  demişti çene Ali Haydaré Zeynelé Türkan hanıma , deden  Varto’ya bize geldi. Benim babam  Alié Haydaré Zeynelé ‘le bahçede oturuyorlardı  ‘amcaoğlu , Şerif ! niye  bu mektubu yayınladın? Ben sana bir şey diyeyim mi? çok keskin gidiyorsun, seni ben bile kurtaramam’  yani şunu diyor dedeme CHP de senin arkanda  değil.Dedem de  dönüp ona demiş ki ‘ amcam oğlu, ben yaptığımın doğruluğuna kaniyim, inceldiği yerden kopsun be!’.Şimdi bak benim halam,  senin baban, dedemiz 1946’ya kadar  İsmet İnönü sonrasın da  Recep Peker ekibinden.Recep Peker katı bir devletçi, Türkçü ,  İnönü  daha ılımlı Kürtlere karşı daha şey… toleranslı dolayısıyla da o zaman Varto CHP İlçe başkanı Ali Haydaré Zeynelé de İnönü’cü yani dedeme diyor ki  yapma, CHP’den ayrı düşüyorsun Çünkü o mektup da olaylar karşısında  pasif kaldığını düşündüğü İnönü’ye de eleştiri var.Eree oğlum, ben bilmem ki  babam kimin ekibinden, ben sade bana anlatılan kadarını bilirim.Babam hep ayağında pantolonunu içine koyduğu çizme giyer, elinde kamçı öyle gidiyormuş Hükümet Konağına. Herkes öyle diyor  benim babam Kaymakamlığa gittiğinde kamçısını hiç bırakmadan içeri girermiş , öyle bir adammış. Tamam, devletin adamıysa a o odalara  girer… girer .O günde kamçısı da elindeymiş, geçmiş gitmiş  Alié Haydaré Zeynel  arkasından bir bakmış ‘Şerif…Şerif demiş bir hafta sonra… bir hafta sonra sen oraya gidemezsin’  kendi amcasının tembihledi zaten adam Hallo yaralıydı,  benim babaannemle evliydi,  bir oğlu oldu, öldü. Ondan sonra adamı s.ktir  etti önce kucağına giriyor sonra s.ktir  ediyor,  tamam. O da düşman oldu. Ne oldu? en sonunda babamı 55 yaşında yediler, kardeşi de kalktı onun karısını aldı, kızlarını sattı, arsalarını aldılar oğullarına beraber güzelce peşkeş çekip yediler. Bu kadar basit , başka bir şey var mı yani ben ihaneti kendi ailemden gördüm. Ne amcası? hangi aile?  ben ihaneti alemde gördüm, başka kimseye bir şey  diyemem aman boş ver. İşte amcam Hüseyin beni o hasta halimle Varto’ya yetiştirdi,  Alié Haydaré Zeynelé’n evine geldik…sırası tam sırası sor; ya birine söylesen inanmaz hayatı boyunca adlarını duymadığı, kitaplarını okumadığı Virginia Woolf, Marcel Proust, benzeri yazarlar gibi bilinç akışı tekniğiyle konuştuğundan annen,  nasıl başladık; nerden, nereye geldik şimdi Mayk mevzusu arada kaynamadan   tam sırası sor yoksa ‘ anne! bu Mayk niye geldi  oğlu Engin’nin yanına kocasını bırakıp? ‘–‘Çocukları  aldı, getirdi;  babası anneye değer vermiyordu,  bakmıyordu onlar da aldı getirdiler. Kızım bazen ne dediğini bilmiyorsun, daha neler,  kadının çocukları vardı, tabii getireceklerdi,  Ekin de, Tekin de, Hediye de baktı. Niye gelmesin ki kocası Alié Haydaré Zeynelé  yalnız bırakmış değildi ki, Fatma yanındaydı,  valla ona nikah mı yaptı, çocuklarını mı okuttu, bir şey vardı ama  o konuyu bilmem .Ben bu kadar biliyorum  fazla bilmem . Ben nasıl hastayım Allah var

o gece Alié Haydaré Zeynelé  ‘n evine doktor çağırdılar. Doktorun adı Sürahi bey’di;  adam beni muayene etti  amcama ‘bunu öyle bir yere götür,  sesiz sedasız  olsun, karışma, bırak uyusun,  yalnız arada uyandırır bu ilaçları içirirsin.’ Bir tarafı yeşil,  bir tarafı kırmızı bir ilaçtı. İştahım yoktu, bir hafta ağzıma lokma koymadım, yattım, tuvalet için kalktım, amcam ilaçlarımı veriyordu, böyle su içirince dudaklarımın yanından dökülüyordu, öyle hastaydım. Doktor amcama ‘bir hafta da  düzeldiyse düzeldi eğer düzelmediyse nereye  götürürsen  götür ölür’ demiş.Bir hafta sonra  gözlerimi açtım  ‘amca çok açım’ dedim.Bisküvi almış , sütle verdi ‘az az yedir, bir haftadır  bir şeye yememiş, bağırsakları yavaş yavaş çalıştırın ‘ demiş doktor. İnan Allaha çöp olmuştum zaten  biz hiç birimiz  şişman değildik,  iyice zayıflamıştım. Biraz iyileştim, 15 gün sonra köye döndük annem beni leğene koydu  hemen yıkadı,  a böyle bütün saçım döküldü. Hepsi, tek saç kalmadı başımda, senin nasıl döküldü  kemoterapi de öyle.  Nazlı, Naze Yusuf amcanın kızı o da tifo olmuştu belki de ondan bana bulaştı,  kırk gün  ölü gibi yatakta yattı o da , kırk günün sonunda ayağa kalktı ilaçsız, doktorsuz iyileşti. Amcam ???  ne bileyim ben, böyle şeyler yapmış birinin o pislikleri nasıl yaptığını aklım almıyor.O da şeker hastalığına yakalandı, Numune hastanesinde Mustafa Şafak diye bir doktor vardı dahiliyeci,   sene de bir ,  güz ayında Ankara’ya gelir, iki gün bizde kalır,  gider muayene olur,  ilacını yazdırır, çantasına koyar giderdi. Perhiz yapması lazımdı, amojın  Zehra  zerfet, et yapar önüne koyarmış.Son zamanlarında öyle perişandı bastonla duvarları tuta tuta yürüyordu, şeker vurmuş  yarı kör olmuştu,  yaptıklarının cezasıydı belki.Annemin kanını içseydi doymazdı, hiç sevmezdi.Niye o  kadar düşmandı  anlayamazdım, çok saygısız bir adamdı. Annemin tacını bile elinden aldı.–‘ tacı güzel miydi, o zamnda tacı  vardı ha  anneannemin, çene Küçükağa’nın? –‘ Evett,   gümüştü , böyle büyüktü hem arkada,  hem önde  çeyrek gümüşler  vardı, böyle başına koyduğu zaman her tarafı sallanırdı,  püskül, püskül. Gelin geldiğinde babaannem Fidan, yüzgörümlüğü    kendi tacını vermiş, babam vurulduktan sonra annem hiç takmadı. Ben evlendikten bir iki yıl sonra amcam  Hüseyin Varto’dan gelmiş ‘veyvi,  çene Küçükağa, gıle Fidan’ın,  annemin sana hediye ettiği tacı ver’ demiş,  almış. Ben  ’ daye gurbane cane, niye verdin sen o tacı?’ dedim. Annenin  de herhangi bir  haksızlıkta,  olayda  köşesine çekilip sinmesine  ‘neden böyle yapıyorsun, haklı olmana rağmen’ tepkine ‘ çirkefle çirkef, edepsizle edepsiz mi olayım onlar gibi…ne yapayım, hem taş yerinde ağırdır’ tavrına alışkanlıkta ‘insan tacını verir mi?direnir azıcık’  dediğinde  ‘ne yapsındı o edepsizlerle kavga mı etseydi. benim zavallı annemden ne istiyorsun öldü, gitti garibanın kemikleri çoktan toprak oldu ’ cevabına ‘anne! demek  anneannem de senin gibi düşünüyormuş. Ha, siz çirkef olmayınca karşınızdakiler sizin için  aman ne kadar hanımefendi, saygılı, bravo taş yerinde ağırdır  mı diyorlar?Yok, yine bildiklerini  okuyor, olan yine size olmuyor muydu? Tersine çirkefle çirkef, edepsizle edepsiz  olacaksın ki, aynı şeyi bir daha  yapmaya kalkışırken başına geleceği bilsin, vazgeçsin.Bu her şeyde böyledir, vatandaş devlet, hükümet arasındaki ilişkide bile.Devlet sen istemedikçe al bu hak, bu maaş artışı da senin olsun iyi yaşa demez, ses çıkmasın günde beş yüz posta  zam yapar, zengini zengin eder ’ demeyecektin zira  tacı elinden alınan anneannenin    ’ne yapayım geldi, istedi, vermese miydim? götürdü sattı matbaa kurdu…ne yapsaydım… ne yapayım…’ savunmalı insanın başına gelenler karşısında hiç bir şey yapamayacağından…hiçbir şeyi değiştiremeyeceğinden her şeye boyun eğmeli…eğdirmeli  kabullenişinin,  sadece kızlarına değil  torunlarına sirayet etmesi  belki de  bu hayatta çirkefin, efendiye, umudun umutsuzluğa, iyinin güzelin, kötüye çirkine  mahkumluğunu(n) bilmesinden;  bilinmesindeydi. Ben  pes ettim , siz hiç biriniz Murat nehrinde yüzmek için yola düşen, dağlarda  içki sofrası kuran, gezmeyi, aşık olmayı, yemeyi seven dedem  Mehmet Şerif’in çocukları olamazsınız…olamamışsınız daha doğrusu oldurmamışlar, sizler  ‘ne yapayım’ ezikliğinde boyun büken çene Küçükağanın  çocukları olmuşsunuz.Hiç birinizi ne gezmeyi ne tozmayı, ne yemeyi ne içmeyi, ne macerayı ne de  hayattan zevk almayı bilmiyor,şin garip yanı  istemiyorsunuz da, öyle bir talebiniz de yok. Hepiniz hep de anneannem  gibi kara bağladınız da ne oldu  çözüldü mü sorunlar’ –‘ Vudakılı, bir laf söyedik, tonca laf yedik. Rezil ettin bizi. Kim anlattı ki zavallı babayı bize; şunu bunu yapar diye, kimse. Amcam Hüseyin matbaa kurdu arkasından   gazete  çıkardı  “Varto’nun sesi”, oğlunu da başına koydu. Sorumlu müdürlüğüne de halam  Sara’nın oğlu Şerifé Sevişé getirdi. Adam, amcam Hüseyin, babamdan geriye hiçbir şey bırakmadı  sattı…sattı yedi.Bir kılıcı vardı babamın,  kütüphanesi vardı içinde bir sürü kitap vardı, silahı, atı…hepsini sattı.Hakim abim de demedi ki niye satıyorsun, bir saati, bir de dolma kalemi  vardı abimde diye biliyordum başka nesi vardı  hiç bilmiyorum. asıl niyetini;  Varto merkezindeki arsayı  müteahhide verip  İstanbul’daki  gibi  koca  bir AVM’nin yanına kondurulacak   dört beş bloklu site sayesinde  trilyoner olma  planını gizleyip; hakim abisinin vefatı sonrası  ‘abinin vasiyeti, siz kız kardeşlerinin  arsasını geri vereceğim, ne yapabiliriz gidip bir bakalım’la otuz beş yıl sonra   oğlu Mehmeté Şerifé Atillaé’yı da yanına alıp anneni de peşinden sürükleyerek  gelin geldiği  Kasman’a, Varto’ya yaptığı  seyahatte,  hakim dayının karısı yengen Türkan’nın teyzen Selvi’nin evinde çayıra serdiği kilim üzerine uzanıp gökyüzünü seyretmesini fırsat bilip birlikte uyuduğunuz oda da ki sehpa üzerine koyduğu, merakına dayanamayıp açıp baktığın poşetteki evraklar arasında,    otuzdört günlükken annenin  yüzünü açıkta bırakan başında kenarları oya işlemeli beyaz tülbent (leçek) siyah beyaz fotoğraftan dışarı taşan gençliğine bakıp içinin kırıldığı  aynı gün verilmiş ilkinde  “T.C Varto gecici yetkili Noter yardımcılığı,  Resen mirasdan feraget mukavelesi 26/10/ 1960- Çarşamba  Babam Mehmet Şerif F. ’ın mirasından bana intikal edecek hissemi kardeşim Atilla Fırat’a vermek suretiyle ….” ikincisinde  “Resen Genel vekaletname /10/ 1960 Çarşamba vekil tutan, vekil olan Ali oğlu Hüseyin Fırat … bana .intikal Varto ilçesi hudutları dahilinde, bilumum gayrimenkullerdeki hissemi dilediği bedel ve fiyatlarla dilediği  kimselere satmaya bedellerini almaya  amcam Hüseyin … (ki de şahit annenin hatırlamadığı)  Haydar F.  Zengel köyünden Selim oğlu 312 doğumlu,  Halil Altun, Göçkar köyünden  Süleyman oğlu 928 doğumlu ” yazılı  o güne dek tek bir vekaletname verdiğini sandığından, iki tane olduğunu görünce şaşırdığın, annenden  tam 50 yıl saklanmış vekaletnameleri  görecektin. Annenin ‘Hallah.. Hallah önüme  bir evrak getirdiler imzaladım. Sen eğer o evrakları  vekaletnameleri almasaydın ben daha abime bir tek vekaletname verdim biliyordum.Demek  amcam Hüseyin’e de vekaletname verdirmişler, babamın mallarını elimden alırken  sağlam olsun diye çift dikiş yapmışlar. Eeee abim hakim  tabii,  kanunları en iyi o bilecek.Demek biri olmazsa diğeriyle iş yaparız diye düşünmüşler’ şokunda, poşetteki diğer evraklarda   teyzelerinden, sağır dilsiz dayıdan alınmış vekaletnameleri de hakim dayın ve karısı dışında   ailede ilk gören torun sen olacaktın. Alsaydın keşke ? Sanki kendi babası Kasımé Mehemeté Öleng  almışçasına, görümcesi  annenin yanında  Varto’daki araziyi teftiş ederken  ‘düşünsene burada bir site, trilyon eder. Alacağım dairelerden birini satar , anneler arasında pay ederim’ demesinden, tapu dairesindeki memurun ‘arsaların çoğunda  amcaları ve kocanız hisse sahibi, yeni yasaya göre tarım arazisi önce hisse sahiplerine teklif edilir, velhasıl zor iş ama tek başına sahip olunan araziyi  pay edebilirsiniz eşinizin kardeşleri arasında ‘ açıklamasına balıklama atlayıp , Muş’a iner inmez annesini arayıp  telefonda bağıra bağıra ‘ Kılıçdaroğlu iktidara gelirsek tarıma önem vereceğiz, kredi desteğiyle besiciliği ayağa kaldırırız diyor, o araziler çok değerlenecek  ona göre ben belki  vekalet göndermem sana ‘ dediğini  duyduğun, çocuklarımın hepsinin vekaleti bende, yanımda’ demesine rağmen  vekalet vermemiş

dayın kızı Asude’nin şark kurnazlığı, dewa ma  Kasman’daki  dedenden kalma arazilere bakıp ‘mandıra kurulur,  şuraya bir ev yapılır, şuraya bir değirmen ’  hayallerinin ağzının suyunu akıtması benzeri tavırlarından  dayının üzerine geçirdiği arsalardaki haklarını geri vermeyeceğini hissettiğinden, yengenin  odaya her an girecek olmasının  telaşında  adına ister alma, ister çalma densin   yaptığının  doğruluğunu sorgulamadan,  umur da etmeyerek; ölmeden beş altı ay önce Ankara’ya  yatıya  geldiğinde  ‘bu sene köye gideceğim, bacılarımın arsalarını  geri vereceğim‘ dediği için,  annenin ertelediği ama en büyük hayali olan hep açmayı düşündüğü  davaya delil olsun  diye  ‘Ankara’ya gidinceye kadar , ne olur yengem  fark etmesin ‘ dualarını etmedik  Allah, peygamber, Ali , piro,   türbe; hiç bir  kimseyi   bırakmadan;  vekaletnameleri tarihi bir esermişçesine, büyük bir titizlik içinde    kanser yüzünden  alınan    sol göğsünün yerine kullandığın göğüs protezinin  kutusuna saklayarak Ankara’ya  kaçıracaktın. Onca ‘yapmasaydın keşke’li vicdan azabına, yaptığım yanlış değildi çünkü aldığım anneme yıllar önce verilmesi gereken nüshaydı  zaten annemim açtığı miras davası kendisine tebliğ edilene kadar, yengem  de  aynı vekaletnamenin diğer nüshası yerinde  olduğundan benim vekaletnameleri çaldığımı anlayamamıştı. ‘Elimden onbeş yaşında vekaletname aldıktan  yıllar sonra abime bir mektup yazdım ben; Ankara’ya geldikten  iki yıl sonra yapılan seçimlerde (1973) Muş’tan CHP milletvekili seçilen  dereza Tekiné Alié Haydaré Zeynelé’n yanına gidip ‘ sana oy verdim,  beni işe alacaksın eğer yapmayacaksan oyumu geri getir ver ‘ çıkışı  hoşuna gittiğinden, eline  ‘işe alınması….’ yazılı kartviziti tutuşturup   ‘bunu götür  Genel Müdüre ver,  işe alacak seni’  böylece de  Etimesgut’ta ki şeker fabrikasında sakat kadrosundan işe giren sağır dilsiz abim Ali bize geldi,  altı ay bizde  kaldı’  –‘ biliyorum anne!’–  ‘bizde  yiyor içiyor, beş kuruş harcamıyordu,  maaşını alınca hepsini eşine yengem  Saadet’e gönderiyordu. Oyyy Saadet belki yerin cehenneme olsun,  iki elim yakamdadır, sen o abimin başına neler getirdin. Kasman ‘da bizim evde çe Taloda, çalışan bir kadın vardı. A bu Lolan aşiret  tarafından gelmişti, biz de çalışıyordu, genç bir kadın ha hiç unutmam adı da Leyla’ydı. Küçük de bir kızı vardı. Kocası  da çobandı o da  bizde çalışıyordu. Giderdi çöp var ya çöp dökülen yerde uzanır kızı da onun  göğsünü açardı memesini emerdi.  Hani bizim evden  aşağıya, dereye doğru inip banyo yaptığımız o kozık  var ya onun biraz üstünde bir yerde böyle bir toplu yer vardı üzerine tuvalet yapmışlardı. Onun yanında uzanırdı. Amcam Hüseyin de  tuvalette gider ,  gelirken karısına amojın Zehra’ya  ‘eree hele bir git bak !’ derdi ‘o çöpe uzanmış, o kızda göğsünü açmış memesini emiyor, oynuyor’ Yani, ne bileyim bacım, gerçekten doğrudur temizliği  küçük yaşta öğreneceksin. O Leyla öğrenmedi temizliği, anladın! Üstü başı nasıl  kokuyodu.  Annem derdi  ‘kız… kız git  bir yıkan, bir üstünü yıka. Ya biz neler gördük a bu  Saadet de öyleydi, ahırda yatıyordu,  ahırın şeyinde.Benim annem  Saadet’i getirdi sonra da  bir şeysi  vardı annemin Kürtçe söylüyordu Saadet için,  ağıtı, klamı diyordu ki   dur bakayım  neydi?

‘ Payîz e, Wextê serd û sarma ye,

Havîn e Wextê germ û gîhan ê,

Heke Saadet’ e mı mirov bi destê

xwe derbê xwe li xistbe,

ne darû ne jî derman çare ye.

Güzdür

Hava soğuktur

Yazdır

Hava sıcaktır/

Saadetim eğer insan kendi eliyle kendini yaralarsa

Bunun ne ilacı ne de çaresi vardır’

yani insan kendine  bir darbe vurursa, kendi eliyle   kendi canına bir kötülük yaparsa    buna ne ilaç, ne derman vardır. Ben kendim yaptım, kendim ettim, çek…çek Küçükağanın kız çek!  derdi, Şimdi insan Saadet’in  çocuklarına, yeğenlerine  kıyamıyor bir şey desin. Çöpün içinden çıktı.Kadın getirdi koydu hanım oldu.Üç kere evlenmiş Hasané  Alıké  Velié Talo’nın kızıydı,  annesi ölmüştü, bunlar üç kızdı aralarında en güzeli sarı saçlı mavi gözlü Adalet’ti, Saadet , Gülnaz. Apé   Hasané  Alıké  çok  fakirdi,  çiftçilik yapmazdı mesleği hırsızlıktı, gidiyordu mal, davar  önüne ne geliyorsa  çalıyordu. Evet ya, ta Bingöl’e gidiyordu hırsızlık yapmaya öyle bir adamdı.Kızlara sahip çıkmazdı ne yiyorlar, ne içiyorlar, nerde yatıyorlar  hiç…hiç umurunda değildi, çok da döverdi. Zavallı kızlar  geliyorlardı  bizim ahırda  böyle kışın hayvanlar yatsın diye bir yer yapılıyordu onun içinde yatıyorlardı.Sen görmüyor muydun  Varto’da evinin  önünde ekmeği koymuştu  avucunun içine bunun gibi (babanı, kocasını  gösteriyor) dışarıda yiyordu. Ben dönüp dedim ki ‘ayıp, ayıp be yenge ! Allah aşkına içeriye gir, sofranı ser ye. Alışmış bir kere. Varto’da da   her gün geziyordu. Her eve gidiyordu. Niye? Alışmış. Kız fakirdi , açtı susuzdu ya bacım ne diyorsunuz? Anne ölmüş,  baba gitmiş yeni bir kadın getirmiş. Kadın külotunu giymiyormuş, adam  külotsuz yatıyormuş,  kadın gece gündüz önündeymiş adamın.Ya, biz bunları hep gördük yaylada.Kızları buyla (Saadet’le)  Adalet, oğulları Nuri , Ali  hepsini atmıştı sokağa. Çocuklar oraya gidiyordu ekmek yiyordu, buraya gidiyordu  yemek veriyordu millet ,besliyordu. En sonra annem getirdi kızlara sahip çıktı. İçlerinden biri kalkıp dedi adam benim ırzıma geçmiş öz amcasının oğluna, o güzel olanı Adalet , sarışındı, mavi gözlü ,çok güzel kadındı .Bu Saadet hiç güzel değil ki.Diyorsun niye geziyor, eree kızım  sokakta gezen insan huyunu  bırakır mı? Niye ben avucumun içine ekmek alıp yemiyorum. Bizim ailede, çe Taloda   kimse eline ekmek verip,  kızları çocukları dışarıya göndermezdi, tamam.Kızarlardı, derlerdi ki ‘siz yiyorsunuz dışarıda milletin evinde ya yoksa ayıptır, günahtır oturun oturduğunuz yerde.’ Sofraya oturur yerdik, böyle  büyük bir tepsi vardı önümüze koyarlardı  altına  kürsi, tamam,  yiyin! karnınızı doyurun! öyle kalkın. Tepsinin İçine ne koyarlardı yağ vardı,  ekmek dorak,çökelek,  weş  dorak , yağla basılan,  bal.Her şeyde vardı. Kışın  bal çoktu,  adamlar zengindi. Senede sadece yazın bir  günde 18 teneke yağ satıyorlardı. Malları  çoktu, davarları çoktu,  inekleri çoktu. Mandası vardı.Kışın manda yoğurdu yiyorduk. Biz ! Evet adamlar fakir değildi ki  babam öldükten sonra,  biz çıktıktan sonra bunlar  sattılar, bu soytarılar tama mı.Kadınlar erkeklerin arasına  girdi bütün yuvayı , çe Taloyu dağıttılar.Boş versene , Allahaşkına.Ben ev damında değildim evlenmiştim, abim Ali Saadet’le evlendirildiğinde. Annem akıllı  kadındı ‘bu sağır dilsizin derdini ancak çok fakir bir kız çeker diye düşünüp  Saadet’e ‘çene bu ahırdan kurtulup, karnın tok bir hayat istiyorsan beni dinle, gel oğlum Eli’yle evlen, senden tek isteğim ona bakman, iyi davranman, babasından kalan malı, mülkü var, geçinir gidersiniz’ diyor öyle bir yoksulluk vardı ki şimdi bu söz size oyun geliyor, açlığın yanında onur, gurur ne ki, yoksulluktan kurtulma fırsatını kullanıp çe Taloya gelin geldi Saadet.Yazık, kör olayım ‘Pö(e)h’ der başını geriye atar, gözlerini kapatırdı, bilirdik ölümü anlatıyor,  ölümden çokk  korktuğunu bildiğinden   dediğimi yapmazsam seni böyle boğarım, öldürürüm’le nasıl korkutmuşsa  abimin ödü kopardı Saadet’ten. Bırakmazdı abim canının istediği bir şey yesin, halbuki boğazını, kırkırik (abur, cubur)  çok severdi, lokantaya gitmek isterdi. Ama yenge Saadet  önüne hep dorak ekmek, yoğurt,  koyardı, cimriliğinin tarifi yoktu,  maaşını  elinden alırdı bırakmazdı o gitsin kendine bir şey, kırkırik alsın, getirsin, yesin. Ablam Ceylan diyordu ki Varto’da evine gittim,  yemin ederim bir ıspanak koymuş suyun içine pişirmiş, ne salçası , ne yağı, ne soğanı var,  köpek yemezdi, onu ona yedirdi. Çocukları da diyordu annem babama bir şey yedirmedi; et, met hiç adamın ağzı değmiyordu. Varto’da iki odalı evde mutfakta ’önce bu leğendeki suyla akıtıyorum tabakların pisliğini  sonra yıkıyorum’ açıklamasını yaptığı içinde kim bilir kaç  günlük  kara katran  su dolu leğenin bulunduğu lavabonun altına bağlanmış  hortumu, tuvalete  atmıştı, bulaşık suyu boşa gitmesin diye.O suyla tuvalet temizliyordu ki su parasını az ödeyeyim.Daha ne anlatayım öyle cimriydi, tüp bitmesin diye  şofbeni yakmıyordu elektrik bedava diye su doldurduğu kovanın içine attığı su ısıtıcısı rezistansıyla ısınan sıcak suyla yıkanıyorlardı.Geçimsizdi, çok… Ablam Sara diyordu ki yayla da yok su sırası bende, yok malları geç getirdin, yok bu mantar benimdi niye topladın  diyerek herkesle, çobanlarla kavga ediyordu  dedim ki ‘ milletle kavga etme, bak senin  babana,  benim babama küfür ederler kaldırmayız’.Vay ben ki bunu dedim  benim bu lafım üstüne sen kalk   köye git ‘ millet  benimle kavga ediyor, senin kızın Sara,  yengesine   arka çıkmıyor’ diye  beni çene Küçükağaya  şikayet etmek için.Bir baktım annem yaylaya gelmiş yanında Saadet. Daha ‘daye’ diyemeden  ‘ sen nasıl yengenim tarafını tutmazsın’ diye tokatladı, dövdü,  bir şey dememe fırsat bırakmadan da  döndü köye, ya ben kaç yaşındayım çoluk çocuk sahibiyim o mundar yüzünden beni dövdü. Annem için oğulları neyse  eşleri, çocukları da oydu. Saadet’e, Türkan’a yapılmış bir saygısızlığı hakim oğluna, abim Ali’ye yapılmış sayardı.A bu yenge  Saadet Muskan’a mezre Eliağa’ya gitmiş,  ablam Ceylan’ın   evine giden yol üstünde  taşa oturmuş yaşlı bir amca’ya  ‘ apé, Xêr be silamet , merhaba’dedikten sonra Ceylan’ın evini  gösterip ‘bu ev kimindir apé, ‘–’Halité Mehmeté Alié,  waye Ceylan’ın, sen kimsin?  niye sorarsın?’–’ben Efendi’nin Mehmeté Şerifé Alié nin geliniyim ‘  yaşlı adam ‘haşa sen Ali oğlu Şerif’in , Efendinin gelini olamazsın,  sen İbrahimé  Alié ‘n gelinisin’ demiş, diye Ceylan’ı yiyip bitirmiş öyle de kıskançtı. ‘ Kafayı yememek mümkün mü? diyorsun olanları duydukça ya o değil de insanların dünde  uğraştığı mevzulara bakıp,  ömürlerin böyle ıvız zıvır konulara, konuşmalara, düşüncelere fedalarına hayıflanmak, üzülmemek elde değilken ve bunu düşünmen yaşanan hiç bir şeyi değiştirmeyecekken, böylesi bir ortamdan kaç Proust, kaç  Baudelaire, kaç Thomas Bernhard, Tezer Özlü çıkardı ki… ‘anne ! valla anlamadım, yaşlı adamın  yenge Saadet’e ‘Efendinin gelini olamazsın’ demesinde, ne var ve bunda teyzem Ceylan’ın suçu ne?’– ‘ olur mu kızım? niye  beni yakıştırmıyor Efendi’nin gelinliğine. Halbuki   erkek  evlat babanın yerini alıyor ya, velinimet (veliaht demek istiyor) ya, Efendinin oğluyla evli olması itibar için yeter de artar’ düşüncesi var. Şimdi düşünüyorum ben, abim Ali’yi   çok seviyormuşum, kör olaydım çok hastaydı, oğlu haber verdi dedi ki  kansermiş ( Miyelodisplastik Sendromlar (MDS) kanla ilgiliymiş hastalığı,  yıkıldım.Ey Allahım doğuştan vurdun sen,  bu sağır dilsizden ne istedin, yetmedi mi çektikleri de  bu yaşında  böyle bir dert verdin,  geç teşhismiş, hastanede tedavi görüyormuş. Ben öleydim öyle de çekti ki. Bize haber verdiklerinde epeydir  hastanede yatıyormuş, amcakızı Zozan görmeye gitmiş,  onu görünce abim ağlamaya başlamış, yenge Saadet o sırada oda da değilmiş,  demiş ki ‘ o benim yüzüme tükürdü’ öyle ağladığını görünce Zozan da ağlamış onunla, sağır dilsizliğine, çaresizliğine.  Yenge Saadet gelince  demiş ki ‘sen ! benim abimin yüzüne niye tükürdün, nasıl tükürürsün?’– ‘doğru diyor, ben tükürdüm’ demiş o da ağlamış ‘bak ben anlatayım dinle demiş  bir aydır bu hastane de  abinin yanında kalıyorum .O kadar çocuğum var,  biri gelip de demedi ki yav  kadın sen burda  öldün mü ? kaldın mı ? biri gelip de bakmadı. Bir gün  gelip başında durun bakında, ben de  gidip bir yatayım,  dışarıda bir gezeyim, hava alayım, çok sıkıldım’. Zozan ‘düşündüm kadın haklı,  artık kafayı yemek üzere, ne diyeyim sustum bende’  dedi. İzmit’te devlet hastanesinde çalışan  kızı Şengül, abim hastalanınca tedavisinde yardımcı olurum diye yanında ev tutmuştu, kalktık ablam Ceylan’la gittik, hastaneden eve çıkarmışlardı,  öleydim, daha bizi  görür görmez   çabuk dedi ‘çabuk nüfus cüzdanınızı  çıkartın. Siz dedi ‘arsaları bana verin’ He valla hiç unutmam, Oniki İmamlar şahit… tamam mı? Öyle işlemiş di ki bu mal, mülk sahibi olmak, cimrilik   ölüyordu böyle dedi ya baban da öyle değil miydi?Paramı getir diye tutturmadı mı. Oyy bu soy ölüyorlar, akıl parada, malda.Tamam abi vereceğiz, yatıp kalkalım yarın   dedim. Ben biraz yorulmuştum,  gittim uzandım,  bir baktım ki yazık  hiç unutamam onu… ıhhh… ıhhh bir inleme sesi…o sağır dilsiz nasıl inliyordu, ben,  hemen öyle bir fırladım yataktan… baktım salonda kanepede  uzanmış,   yanına oturdum, her tarafı morarmıştı, eli , bacağı yüzü  ‘ne oldu?’ dedim  ‘ ben çok hastayım.Şimdi,böyle bir tane sakallı, yaşlı bir  adam geldi, sen hiç gördün mü?’ dedi  ‘yok’ dedim, o  da böyle  yaptı, ellerini iki yana açtı ‘bilmem, belki  ben yanlışım’ sonra kalktı salondan kanepeden   gitti odasına. Ne oldu,  ne bitti bilmiyorum az sonra baktım bir  ambulans geldi, oğlunun karısı gelini hemşireydi, o da evdeydi,   belki bir şey fark etti, doktor baktı götürelim dedi.Bende koluna girdim abimin, ambulansın önüne  geldik,  baktım böyle ambulansa binerken ayağını kaldıramıyor, ben şöyle ayağını kaldırdım basamağa koydum,  insan konduramıyor ki…dönüp doktora dedim ki ‘benim abim iyi değil mi’–‘ evet’ abim gitti, Saadet’le. Bizim Ayşe’nin kocası ey Allahın kulu hiç mi duygun yok senin, acıman üzülmen, hakikaten  tam Rus.Ercan  pek meraklıydı   miras kalmasına, bedavadan para gelecek ya  ailesindeki  evlenmemiş yaşlılarının ölmesini bekler  haldeydi, tam  mirası yedi, yine bir akrabaları mı ne  ölmüştü, adamın  çoluğu çocuğu yokmuş, payına düşen  mirası almak için  İstanbul’a gitmişlerdi,  Ankara’ya dönecekler  bizi  de almaya geldiler İzmit’te.Ben  ‘abim kötüleşti’  dedim, anlattım hastaneye gidelim dedim, gittik.  Bizi içeri almadılar, haber verdiler yenge Saadet hastanenin önüne geldi ‘yenge! abim nasıl?’ dedi ‘anam, anam hiçbir şeyi yok, böyle  tertemiz, sapsağlam a bu zaten her günde böyle ‘–’bak eğer abim çok hastaysa gitmeyelim, kalalım’–’ yok, yok gidin ne kalacaksınız, kalsanız ne yapacaksınız, hastane de yatacak’  Resmen kovdu bizi.Biz geldik,  yolda çok ağladım ta bir yer var orayı geçtik, Sapanca, ablam Ceylan ağlama dedi ‘ aha şimdi biz eve gidelim, adım atalım, geri dönüp geleceğiz’. Dediği gibi oldu, geceydi  eve geldim, elbiselerimi çıkardım   baktım  oğlu lace Eliye lale (ailenin resmi tarihçisi) Mustafa aradı ‘babam öldü, gelip sizi alayım ’  aynı gün  geri İzmit’e gittim. Ooooy Saadet !!! anam herkes diyordu o öldürdü abini, adam gibi bakımı yoktu. Abim banyo yapmayı çok severdi,  bırakmazdı Saadet,  doya doya su döküp banyo yapsın ,  ben gözümle gördüm, abim yalvardı dedi ki böyle fişi  at suyun içine  ısınsın, ben banyo yapayım yok dedi, demlikte ısıttığı  sıcak suyu kovanın içine boşalttı öyle yıkandı abim, bir demlik su…  girmesi, çıkması bir oldu banyoya. Halam doğru söylüyor diye atıldı yenge ailenin resmi tarihçiliğine soyunmuş oğlu Mustafaé Alié, su parası ödemekten, su harcamaktan  hoşlanmazdı annem niye bilmem?Hoş para mı vardı, beş çocuk, tek maaş kolay mı? Gıdasız bıraktı babamı, o kadar da değil demek isterdim  ama  annem babamın parasını nasıl kullanması gerektiği bilmiyordu, biriktirip erkek çocuklarına yolluyordu, sonunda da en  küçüğümüz çok güvendiği Cevdet de yaktı annemi  ki ona  çok  düşkündü, aranızda en dürüst o diyordu, o da ODTÜ  Sosyolojiyi kazanmış  devrimci demeyeyim  Kürtçü olmuştu,  o arada babam da emekli oldu,  Varto’da evimizin yanına ahır  yaptı, iki tanede inek alındı. Annem onları da  sattı, götürdü bütün parayı Cevdet’in adına bankaya yatırdı Ankara’da ev alalım diye, o aptal da götürdü Talat diye Eskişehirli bir arkadaşıyla, Cibranlı birine, Sever’lerin akrabası bir oğlana verdi, borç istemişler dedi ama  örgüte verildi o para sonra da yurtdışına kaçtı. Ben  bu tüm birikimlerimize al koyan Talat’ın izini buldum, telefonla aradım ‘ siz nasıl devrimcisiniz, bir emekçinin parasını, 30 yıllık emeğini alıp, nasıl üstüne yatar, hoyratça kullanır, yersiniz ? Bu yaptığınız hırsızlık ‘ dedim ama… şimdi o Talat denilen adam Ankara’da Kızılay’da bir işyeri açmış öyle diyorlar. Eree oğlum, Mustafa, fakirdi benim abim,  zavallıydı, sağır dilsizdi der dermez gözyaşları yanaklarından dökülen annen bir gün ‘  ablam  Ceylan’da benim gibi  hep derdi ki   ‘ abime bunları yapmış a o  Saadet nasıl ölecek, nasıl can verecek kim bilir ? kız, kız ! hayret edersin öyle de  güzel öldü ki. Sanki o hiç bir şey yapmadı ben yaptım, çekmeden, anında kalp krizinden.Öldüğünü duyunca ablam Ceylan da  ‘Saadet için hiç böyle bir ölüm beklemezdim, rahat, güzel bir ölüm’ dedi .Her ölünün  yüzü  nur gibi parlamaz , güzel gözükmez. Zama, enişten Halité Mehmeté Alié annem öldüğünde ‘Ceylan, Ceylan gel, hele bak.. çene Küçükağa da ki bu  güzelliğe’  demişti. Tabii insanın kasları kendini koyuverince, gevşeyince  rahatlık çöker  yüze. Abim Ali’nin de bembeyazdı yüzü, sanki kanı çekilmişti, Saadet’in yüzü kıpkırmızıydı yani mordu, güzel değildi. Hakim abimin yüzünün  rengini hiç unutmam böyle morarmış,  gri gibiydi,  şu eli (sağ) de buradaydı (kalbinin üstünde) , yüzü çok mutsuzdu  ya da bana öyle geldi, o da  kalp krizi geçirmişti  belki ondan morarmıştı. İ abim Ali şeker fabrikasında çalışırken haberimiz yok sen git  mahalledeki tek bakkala,  Erciyes bakkalına, babanın üzerine veresiye yazdır. Aldığı da ne ? sigara arada kendine kırkırik; bisküvi, lokum, şekerleme falan. Bir gün  ‘yenge hanım ‘ dedi Erciyes bakkal Hüseyin ‘senin sağır dilsiz  abin var ya , gelip alışveriş yapıyor,  yazdırıyor, borcu var,  söyleyin   ödesin’  demesin mi? Eve geldim ‘ sen borç yapmışsın, maaş alınca öde’.Yazık çok   korktu,  babanı işaret edip,  böyle avucunu ters çevirdi para koyar gibi yaptı ‘duymasın ona söyleme,  bekle,  maaş alınca ödeyeceğim’ dedi. Ben abimi bildiğimden inanmadım,  nitekim maaş  günü,  baktım ortada  yok. O sıralarda Kasman’dan  dereza Şükrüé Kamerîé  Sofué da orda burda ufak tefek inşaat işleri taşeronluk falan yaparken  evini yükleyip Ankara’ya geldi  bizim  mahallede akrabalar çok diye  ev kiralamıştı,   kendi kendime dedim  dereza Şükrü’nün evine gitmiştir. ne olur ne olmaz Erciyes bakkal Hüseyin Bakkal söyler diye babana  da durumu anlatmıştım.  Allah var o da bana  ‘karışma, boş ver , ben öderim’  demişti  ama ben ‘ niye sen ödüyorsun, kendi almış, kendi ödesin’ diyerek  karşı çıkmıştım; yarın bir gün ‘bunun abisinin borcunu bile ödedim’le başıma kalkacağını bildiğimden. Kalktım, gittim, baktım dereza Şükrü’lerde  oturmuş,  aldım getirdim ‘bak böyle olmaz, ayıptır, gidelim borcunu  öde’. Eve geldiğimiz de  baban ‘gel  vazgeç,  bunu bakkala götürme,  seni orda döver, rezil eder’ dediyse de  dinlemedim, aldım abimi  bakkala gittik, daha Hüseyin amca veresiye defteri açıp borcunun miktarını söylemeden,   sağır dilsizler duymadıklarından çıkardıkları sesin yüksekliğini hesap edemediklerinden, bilmediklerinden   iki, üç   kişi konuşuyormuş gibi gürültülü  kaba  sesiyle  abim bana doğru nasıl bir bağrış, çağrış, el kol hareketleriyle  yetmedi bakkalın gözü önünde  yüzüme de tükürdü, çekti   gitti. Sen kalk o sinirle  doğru İzmit’e , hakim kardeşinin yanına git ‘ben çalıştım, eniştem yedi, kardeşim yedi’ şikayetini et.Birkaç gün geçti  ablam Sara oğlu Daimi geldi  meğer sağır dilsiz dayısı gittiğinde İzmit’e,  o da orda  hakim dayısının  evindeymiş ’teyze böyle böyle  oldu, dayım çok sinirlendi size ‘deyince  ‘oğlum getir kalemi,  defteri bir  mektup yazalım dayına’ dedim.Ben söyledim o yazdı ‘ Sayın abim, şu anda Ali abim sana geldi, maaşı  için  kardeşimle, eniştem elimden alıp yediler  dedi.  Ali abimi, yengem Saadet’i  tanımazmışsın gibi söylediklerine inanıp bizi suçlamışsın. Abim Ali  450 TL maaş  alıyor, her ay eşine gönderiyordu. Saadet bırakır mı maaşını, biz yeseydik abimden önce Saadet sana şikayete gelirdi. Ben, biz yukarıda Allah var,  beş kuruşunu yemedik tersine o bizden yedi’ sonra  dedim ki ‘Sen hakim olduğun zaman, adaletini  ilk  bizim,  kardeşlerinin üzerinde  denedin, öğrendin,  hakkımızı elimizden aldın.Bizi götürdün, hepimizi   kız çocuğu diye  attın bir kenara, iki oğlun bir kızın var, aynı şeyi kızına yapabilir misin? Bize yaptığını kendi çocuklarına yapabilir misin? Saygılarımla, ellerinden  öperim’  Bu satırları okuyan, post, long covid,   “ay tükendim, yetti”  ya da “ yaşamak güzel her şeye rağmen “gillerden  değil  covirginlerden  biri olarak  “hey güzel Allahım sen nelere kadirmişsin” demekle kalmayıp,  bırakın MSN, SMS ‘i en ufak bir iletişim aracına, ev telefonuna dahi erişilemeyen dünde, cep telefonu kamerasıyla anında tespit edilmediğinden  yapılan kötülükler, kurnazlıklar, kurulan kumpaslar  bazen sonsuza kadar duyulmayacağından, bilinmeyeceğinden, sızdırılmayacağından elinde azıcık gücü bulunanların kendini ortamın kralı ilan eyleyerek esip gürlediği,  istediğini yaptığı, aldığı  zamanları kendileri de öyle olduğundan  ‘aahhh eski günler ’ paylaşımlarıyla anan, sadistlerle,  hedonistlerle  birlikte olmaktansa  adına Alfa , Mars, Lazer, Post Truth , Küresel Sapıtma çağı mı  ne denirse densin,  yapılandan, yapılacaktan anında haberdar olunan, bilgiye tek tıkla erişilen bugünde,  bu dijital çağda yaşadığım için   yarabbi çok  şükür mü dedin   sende, ey okuyucu ! eğer o zamanda  sosyal medya bu denli etkin olsaydı  devletin koca hakimi ‘aman Twitter’de, Facebook’da, Ekşi Sözlükte biri yayımlar, başlık eder  TT’de,  gündem de yer alır  rezil, rüsva ,  kimsenin de  yüzüne bakamayız‘ korkusuyla kız kardeşlerinin babadan kalan mallarını üstüne geçirmek için sinsi planlar kurup, böylesine alengirli  işler çevirir miydi ? Valla, ben o kadar emin olamadım, Mala Fer(o)an’lar  şeytandır, her yere , her çağa ayak uydurur, gerekirse trol ordusu kurar  bir yolunu bulur yine de o malları kız kardeşlerine yedirmezdi a o hakim dayın diye düşünüyorum. Gel zaman git zaman diyor annen ‘Seys Sılıman’ın oğlu  Bra  İzmit’e  gitmiş, Varto’ya dönerken Ankara’ya, bize uğradı ‘ waye Turna,  abin benimle konuştu, git bacıma söyle vekaletname verdiğinde   yaşı küçüktü, dava açsın malını geri alsın’ –‘Bra kurban olayım,   ne öyle abi isterim, ne de malını… bizi  kardeşlikten silip attıktan sonra şimdi gitsin dava açsın ne demek? Yapan kendisi, düzeltsin.Dava açmama ne gerek, aldığı gibi versin’ Düşünüyorum da  ne aileydi… ne anneydi …ne ağabeydi…ne amcaydı…ne halaydı…ne dereza…ne enişteydi hepsi berbattı. Bir tek gün aramızda samimi bir abi, kardeş bağı olmadı, abi yakınlığı görmedik ki ;babamız yoktu,  sarıp  sarmalasaydı biz kardeşlerini,  hayır mı diyecektik? Hakim ya,  hep sert, gülmeyen  bir surat, çatık  kaşlar, korkardık,  çekinirdik,  çe Taloda  kardeşlerine yabancı biriydi. Ankara’ya gelirdi, evime gelmezdi yoksul olduğumdan,  aynı mahallede bir, iki sokak ötede oturan, belediye meclis üyesi  derezası  Alié Haydaré Süleymané’nın evine gider,  haber yollardı, o da eğer aklına gelmiş görmek istiyorsa beni. Bir gün yine derezasının evine gelmiş, gittim, nasıl olduysa ‘abi,  bir şey soracağım, sen okudun hakim oldun,  beni de okutsaydın,  ben de senin karşında avukat olsaydın o zaman  hakkımı savurdum’  sesini çıkarmadı, böyle konuştuk, muhabbet ettik, ben kalktım eve geldim. Benden sonra, aynı babanın çocuğu değilmişiz gibi  yengem Türkan dönüp demiş ki  ‘o kim oluyor ki, sen onu karşına alıp konuşuyorsun ?’ dereza Alié Haydaré Süleymané  karısı  Cemile onlar gittikten sonra anlattı bana. Abim de nasıl dediyse !!!  ‘o benim kardeşim,  öyle şey mi olur? konuşur’ demiş.Sen ! benim yaralarımı niye  deşiyorsun kızım, şimdi başkası olsa abisi bunca şeyi yapsa onunla konuşmaz, kızar ama biz  başkaydık, annem gibi korur kollardık onu, benim soframda  kuru ekmek  olsun ama o bal, kaymak yesin, tek o mutlu olsun yetiyordu; bizi, aileyi o temsil ediyor babamızdan sonra diye düşündüğümüzden hep,  ben vefatı sonrası eşine  dava açtığımda ablam Sara  ne dedi ‘ ereee azıcık yüz, sen kimsin de abinden mal istiyorsun, git Badana, kocanın malının peşine düş ‘–’ abla ! bu nasıl laf, ben burda doğdum, ayrıca istediğim benim babamın kendi parasıyla aldığı mal, abim kendisi mi almış?.Nasıl abimin çocuklarının hakkıysa öyle de benim, senin  çocuklarının da hakkı demiştim’ de hem ablam Sara,  hem de Selvi ‘ benim çocuklarım yiyeceğine abimin çocukları yesin,  razıyım’ demediler mi?’–‘Dediler öyle gördüler de ondan, anneannem için kızlarının önemi yoktu ki,  o öyle yaptı diye sonsuza kadar bu ailenin kadınları kul köle mi olacak erkeklerine’ itirazının hiçbir şeyi değiştirmeyeceği  vakitte, yılar yıllar sonra  kanser teşhisiyle gözünde tüten  Varto’ya  annenle yaptığın seyahatte  ‘kim inanır ki,  görmesem  inanmazdım bende.Köyde böyle  bir lüks…‘ şaşkınlığında; kapısını hep kilitlediği, annesine, kardeşlerine yasakladığı ancak kendince çok önemli VİP’lar geldiğinde kapısını açtığı  ‘buranın adeti de demek böyle,  birine ismiyle doğrudan değil aradaki bağı göze sokan amcamın oğlu, halamın kızı sıfatlarla  seslenmek, o yüzden alış   teyzemin kızı, dekorasyonu bana ait, şu fayansları ta nerden getirttim, istediğim gibi olmasa da, idare eder’ övünmesini  ‘teyzem oğlu ! ancak bir kadın bu derece ince zevk taşır, yalnız renk uyumun, kontrast kullanımın, perfect , bravo’ takdirini ‘ thank you so much da, o kadar da kusursuz değil vardır bir eksik’le onayladığı  daha Ankara’da ki evine alamadığın LCD televizyonlu, beyaz deri koltuklu salon; gri  renk  bulaşık, çamaşır makinesi gri, bordro renkli, alüminyum kenarlıklı cam  dolaplı modern mutfak,  aralarına  desenli bordürlerle döşenmiş, beyaz fayanslı  duşa kabinli, alafranga tuvaletli banyonun da bulunduğu  her şeyi tam dayalı döşeli evinde kalınırsa  rahat edeceğini, bunu da  teyzem Selvi’nin söylemesiyle yapmayacağını zira geçen sene teyzesi Turna’nın kalmasına izin vermediğini  ama kendisinin istemesi halinde hakim dayısının eşi olmasından dolayı geri çevirmeyeceğini ilettiğin yengen Türkan’ın talebini anında kabul eden –çok değil bir iki yıl sonra   hayran kaldığın  o evle  yanındaki teyzenin evinin   yakılmasını,  aileye mensubu herkesin   Emeran’ dan ayrılmalarını getirecek vahim olayın –kahramanı teyzen  oğlu Alié Ekberé Hamzaé’nın  evinde  birlikte kalındığında; annen ve sen orda değilmişçesine   yengen Türkan’a, oğlu Mehmet’e kuş sütü eksik sofralar kurmasına, ağırlamak için kendini paralamasına   ‘ teyzemin  ablasına, anneme  yapmadığı şu Türkan ‘a yaptığı hizmete, azata bak sen!  Meğer geçen sene, bize kurduğu sofra, sofra değilmiş. İnsanoğlu cidden  garip.Teyzemin her yerde     kendisinden utandığından  kimse görmesin diye  çocuklarıyla  banyoya kilitlediğini…aşağıladığını anlattığı, kendisine çocuklarına pislik muamelesi yapmış  yengesine gösterdiği şu alakayı,  ablasına göstermemesi nasıl bir handikaptır, nasıl bir akıldır ? Hakim kocası yüzünden Türkan’a gösterilen itibar ve ilginin kırıntısından    mahrum bırakıldı ya benim annem’ üzüntüsü  aklına; evinde karısıyla, çocuklarıyla huzur içinde yaşasın, araları  bozulmasın, yük olmayayım diye  kocası  Halit  öldüğünde oğlu Ali Haydar’ın değil de –huzurlarının yerinde olup olmaması, aralarının bozulması, kavga etmeleri bir değer taşımadığından, bütün yükü çekmelerinde, sırtlamalarında  sakınca görmediği – kızlarının yanına sığınan teyzen  Ceylan’nın ‘biliyorsun gılo, Küçükağanın kızından bize miras erkek çocuklarına kıyamıyoruz, üzülsünler  istemiyoruz.’ izahını getirecekti, hoş oğulları Oğuz ve  Mustafa’ya ne yaparlarsa yapsınlar toz kondurmayan annenin de teyzenden kalır yanı yok ya , neyse.Kadını erkeğe kurban etmek… düşünsene elinden alınan babasının arsaları için   dava açtığında annem, başta Sara, teyzemler  kızmakla kalmadılar ‘benim çocuklarım yiyeceğine abimin, çocukları yesin’ dediler. Ya yok  böyle bir şey , hayır,  izahı da zor, kendini birine, akrabalarına  aramızda kan bağı var, akraba diye  feda etmek,  niye şaşırıyorsun ki  böyle bir şey görmedim demeyecek kadar böyle yüzlerce şey gördün ve  ‘kardeş , evlat , aile, akraba  gibisi var mı’  iddiasının yalanlığını görüp , aklını başına getiren o güne kadar aynısını sen de yapmadın mı?’ sende kardeşin yesin diye aç kalkmadın mı sofradan.Annemin  karnı aç biliyorum aç ama   simit yemedi  çay içelim diye parka davet ediyorsun görümceni,  termosa çay koyuyorsun, bardakları, tabakları ayarlıyorsun da  ey  gelin ! saat akşamın  altısı,  yemek vakti, belki dışarı çıkmasaydın evinde sofran hazırdı, elini kolunu sallaya sallaya geliyorsun.Biliyorsun eşin işten gelecek; aç.  Allahtan evde  dünden kalan simit, şekerleme , üzüm , biraz da bisküvi,  akıllık ettim de getirdim buzdolabı poşetlerine koyup.Daha portatif masaya koyduklarımın poşetini  açar açamaz elini uzattığını görünce devrimci dayının, yirmibirinci yüzyılda, digital çağda Ankara’da bir dewa ma Kasman ritüeli, adeti gereği  geri çekilecekti  annen  ‘ben yemem karnım tok’ . Anne!  sert bakışını karşılayan ‘dayına, Şermin’e  ver, ben öğlen çok yedim, aç değilim’ yalanına görgü kuralı gereği ses edemiyorsun.Bak! ben yokum dikkatini çekerim kızıyım yokum, yani üçe böl kızım, bir parçada sen al, yok. Parktan döndüğünüzde ‘ anne! vallahi de, billahi de artık bir şey demiyorum,   aranızda on yaş fark var, dayım  aç dursa bir şey olmaz ama sen   yaşlısın, hastasın  yemen lazım ve  açsın.Sen,  teyzemler… erkek kardeşlerinizden, abilerinizden bir şey görmediğiniz halde niye …niye bunu yapıyorsunuz? Kendinizi düşünmek yok, ölsem ne olur diyorsun mesela. Neden başkası için, kocalarınız, çocuklarınız sonrası torunlarınız  değil kendiniz için yaşamayı denemiyorsunuz. Onlarda dünyaya bir kere geliyor sende,  inan artık bilmek istiyorum. Bu…bu kendini adamışlık nedendir, açsın ama erkek kardeşine veriyorsun yiyeceğini ve o yedikçe sen doyuyorsun. Kalıbımı basarım  dayım değil de teyzem olsaydı.Simidi yerdin. Bunları yüzbininci kez konuşuyoruz, değişen bir şey yok,  teslim bayrağını çekiyorum artık, belli oldu  dünya  yıkılsa da her şey böyle gidecek, değişmeyecek hiçbir şey, susuyorum, tamam.’–‘Hele komşular şuna bakın,  ne olmuş? Simit yememişim’–‘işte bu yüzden çıldırmamak içim susacağım, mevzu simit mi? Simit kaç para ki? Mevzunun simit olmadığını, yapılan tavırın inciticiliğini  bile bile… daha neye karşı çıktığımı anlamamışsın, mevzu senin değersizliğin ve bunu başta kendin, etrafındakilerin  kabullenişi. Senin açlığının dayımın açlığının yanında önemsizliği ve bunu senin de  alt üstü bir simit küçümseyişiyle meşrulaştırman, olayı hafifleterek karşındakini yani beni basit, seviyesiz konuma düşürerek, kendini ikna etmen. Anne! ne oldu, öyle davrandın diye  yüceldin mi  dayımın gözünde? Benim için aç kaldı diye eline mi sarıldı? Karnını doyurdu güzelce, umurunda olmadı bile senin açlığın. Kapıdan adım atar atmaz buzdolabını koşmadın çünkü  malzeme vermek istemedin bana, tokum dediğin için oysa ikimizde biliyoruz açlıktan öldüğünü. Sabah akşam  yok kentli olmadık, yok burjuva kültürü eksik diye tırmalamanın da anlamı yok, biz daha  Feodalizimi bile geride bırakan  kabile yaşantısının  günümüzde devamıyla zehir işlevli akrabalık ilişkisinde  kaybolan bireyi, kendini  tanıyamadan geçen ömürlerin ortasındayken, bireyin özgürlüğü, beklesin dursun orda. Hormek kolonisinde , kan bağı üzerinden yürüyen adaletin, hukukun  katli de cabası. Düşünsene Belkıze’yi babası öldürüyor, herkes biliyor ama kimse ihbar etmiyor…bir bakıyorsun yalan, dolan,  her türlü numara , körlük mevcut , bildiğin kötülük akıyor  üstünden ama  affediliyor;  niye akraba? Kabileyiz ya güçtür,güçlüdür asl olan. O kadar çok kullanılmıştır ki,  birinciliği kaptırması imkansız;  el kolda  bağlayan ‘ ne yapayım…yapacak bir şey yok’ dışında en nefret ettiğim cümle sıralamasında  ikinciliği verdiğim ’ma  akrabadır  daye kurban ,ne yapayım’ın dayanağı kan bağlı,  kabile  yaşamı   Ortadoğu mahveden, bütün  rezilliğin  sebebidir de . Olacak şey değil ya sen aç duruyorsun  aranda on yaş fark olan kardeşine veriyorsun yiyeceğini, ne diyeyim. Akraba dedin de,   çocuktuk   Heje diye bir kadın böyle köylere gelir , kimin işi varsa ona yardım eder, insanların  evlerinde kalırdı, çok güzeldi . Badan’a babangillere,  çe Resulé de geldi, o zaman yeni evlenmiştim. Ben öyle biliyordum, galiba Çorsan’da akrabası  vardı, kim varsa bilmiyorum ama bizim eve çe Taluya da gelirdi; çok güzel bir bayandı,  uzun boylu,  düşün ki benden uzun,  yeşil gözlü, sarı saçlı. O kadar güzel iş yapıyordu ki. Evlere geliyordu karın tokluğuna  iş yapıyordu, misafir kalıyordu,  gidiyordu. Genelde kaldığı evlerde ‘ bon’da lojının  bir kenarına kıvrılır yatardı.  Dewa ma Kasman’da a bu  Hatem,  sağır dilsiz ablam Hatun’un kocası  buna gönül vermiş, evine aldı , ilişki yaşadı sonra bir ara kayboldu kadın. Yok oldu,  günlerce ,  kimi kimsesi yok arasın sorsun. Ablamın o zaman   dört beş çocuğu vardı. Meğer enişte Hatem onu  alıp  yaylaya Cepanik’e  gitmiş,  öldürmüş, yeri kazmış içine gömmüş. Bütün köy… bütün diyar  hepsi biliyordu. Amcam İbrahim, bu şerefsiz  o kadını götürdü, Cepanik yaylasında öldürdü dedi ’ –‘Hiç mi akrabası yoktu ?’–‘ Hiç kimse aramadı evveliyatını, kimdir nedir  bilmem, çok güzel de konuşurdu. O köylerde  onun kadar güzel bir bayan yoktu, o kadar güzeldi. Hatem’in çocukları da biliyor ama söylemezler. Kadını gömmüşler demişti lace Eliye lale Şevket, biz çocuğuz bir gün Cepanik yaylasına gidiyoruz  bir baktık ki  ötede kadının elbisesi  toprak arasında görünüyor,  tanıdık çünkü kadının zaten bir elbisesi vardı, yaklaşmadık bile,  öldürmüş kadını ya gömmüş oraya bütün herkes biliyor dewa ma Kasman’da, Badan’da ama kadın kimsesiz,  kim vurduya gitti.Bu adamla, Hatem’le geziyor, bu kadın onun sevgilisiydi kimse dememiş Jandarmaya, tamam, demişler ki kayboldu, ceset bulununca ‘ kim öldürdü’ diye sormuş , köylülerde  ne bilelim  biri öldürmüş gitmiş demişler; o kadar. Hatem’de  Efendi’nin damadı  diye hiç kimse gidip de ihbar etmiyor.O kadın öldürüldüğüyle kaldı.  Aklımı oynatacağım ben ya nasıl olur hadi diyelim Belkıze zamanında  devlet falan yok, Jandarma desen öyle ama ya Heje, nasıl olur? Tuttu yine araştırmacı gazetecilik damarın, olayın birinci elden görgü tanığı teyzen Hatun’un büyük oğlunu lace Hatemi Begoyu  arıyorsun, baştan anlaşalım yalan söylemeye kalkma, sakın.’–‘Yok kuzen, benim babam çok yalan konuşurdu, o yüzden nefret ederdim, bende olmaz.Evet doğru diyorlar.Heje Dapak’lıydı. Dapak köyündendi. İki kere  evlenmiş, çocuğu yoktu,  abilerinin yanında kalırdı, her sene köy köy dolaşırdı; köy be köy. Tarla zamanı gelirdi, ot bile biçerdi, bulgur döverdi, buğday haşlardı, her işi yapardı, bulaşık, süpürge, dereye gider çamaşır yıkardı. Babamı seviyordu.Babamda onu.Çok güzeldi, çokk, toplu bir bayandı.Bizim yanımızda çok kaldı, kral gibiydi. Ben kuzuların önündeydim, Eylül ayıydı, Heje’yi  Badan yolunda a o Gone Use Bale’de   gördüm, bağırdı bana ‘hakkını helal et’  ben de dedim ki ‘inşallah ölürsünde, gelmezsin’. Evler, yaylaya çıkmıştı, ben yine kuzuların önündeyim, Çepera diye bir yer var , tepe,  baktım bir elbise Heje’nin , taşların arasına koymuşlar, öyle oturur vaziyette, öldürmüşler. Boynunda kırmızı, mavi, boncuklar vardı.  Mayıs sonu, cesedi buldum ,  ses çıkarmadım.Sonra görenler olmuş,  devlet geldi, Jandarma geldi. A  o kadın  Zengena’lı  Mehmet Ali’nin oğlu  Zeynel vardı onunda sevgilisiydi. Eylül ayında öldürülmüş, Mayısa kadar böyle oturmuş vaziyette kalmış. ‘–‘ Nasıl?’ –‘ Oturur vaziyette gömmüş. Bir taş önüne, bir taş bu yanına, bir taş da diğer yanına , üstüne de bir taş koymuştu.Dökülmüştü vücudu, çok feciydi. Bizim eve geldiğinde boynunda dört beş altın  vardı. Hamileydi öldürüldüğünde. Çocuk kimdendi bilmem. Badan yolunda görmeden  önce eve geldim baktım kadın,  babam , Zeynel bir arada oturuyorlar. Ondan sonra gitti kadın demek  bunlarda onun peşinden gitmişler. Biz çocuklar bu Heje’yi dövüyorduk, taş atıyorduk, kovuyorduk , yüzü gözü şişiyordu a o nenem çene Küçükağa alıp götürüyordu  çe Taluya,   yaralarını sarıyordu, bizede  ‘ bu zavallıyı döveceğinize babanızı dövün’ diyordu, Heje on onbeş gün sonra  iyileşir yine geliyordu.Babam  dövün diyordu.Sonra da niye dövdünüz diye bizi dövüyordu.Benim babam çok zalimdi, hem de çok , annem zavallıydı, kadın bize kötü davranıyordu, kızıyordu, evi kirletmeyin diyordu.Babamla tarlaya gidiyorlardı,  kome vardı , ahır orada yatıyorlardı. Çok kalıyordu bizim evde, Kışın da geliyordu. Bir kere gelmişti kışın göğsünün arkasına böyle bir bez bağlamıştı tam 37 kalıp sabun çıkardı, sarı sabunlar. Belki de çalmıştı. Kadın çalışıyordu, karşılığında  para, sigara, tespih, bulgur, fasulye, üzüm veriyorlardı , oda eve getiriyordu , biz  çocuklarda oturup yiyorduk. Annem yemezdi, hep ağlardı  diyordu ‘o kadın benim kocamı elimden alacak,  ben kalacağım  ortada. Hep beddua ediyordu. İnşallah bu sene gidersin bir daha gelmezsin diyordu. Öldüğünde boynunda  altın yoktu. Boncuk çoktu, sarı, yeşil kırmızı. Jandarma geldi tabii, babamı  aldılar götürdüler Çaylar’a, otopsi yaptılar. Ondan sonra  kapandı gitti olay.Abileri cesedi alıp Dapak’da gömdüler.’ –‘Dayı oğlu Şevket kadının bir elbisesi vardı hep onu giyerdi ordan tanıdım demişti. Heje’in bir tane mi kıyafeti vardı ?’ –‘ Ceset bulunduğunda bütün köy geldi, demek Eliye lale Şevket’de o gelenler arasındaydı. İki tane elbisesi vardı birini giyiyor, kirlenince  çıkarıyor yıkıyor, ötekini giyiyordu. Sürekli şalvar  giyerdi, içinde cepleri olan a o ceplere  de bir şey koyup getirirdi. O sabunları da  oraya koymuştu; hem göğsüne, hem şalvarın ceplerine 37 kalıp, böyle ortaya dizdi, çıkarıp çıkarıp,  ben de saydım tek tek ; otuzyediydi.’ Oğlan  otopsi yapıldı diyor sen sormuyorsun  ne çıkmış, neyle öldürülmüş .Şimdi akılsızlığının cezasını çek  yeniden ara  bakalım  ‘Peki teyzem oğlu, bu Heje, otopsi yapıldı dedin ya öldürülmüş mü? neyle öldürülmüş, silahla mı? babanın silahı var mıydı?’–‘ o zaman köylülerin hepsinde silah vardı  babamın da iki taneydi.14’lüyle öldürülmüş, babamın da 14’sü vardı’–‘ anlamadım ben ,  silahlara el  koyulsa öldüren bulunmaz mıyıd?’–‘ teyzem kızı  nasıl anlamadın? Çaylar (Üstükran) da Jandarma   sorguladı babamı, kurşunu  bulamadılar. Kurşun yok,  sonradan gidip kurşunu almışlar . Yani delili yok etmişler. Dereye atmışlar.’–‘ peki sen hiç babana sordun mu Heje’yi… böyle bir şey yaptın mı ? diye’– ‘benim babam,  Jandarmadan eve gelmiş,  ben kuzuların önündeyim ,  eve geldim baktım babam  silah kuşandı ‘ben dağa çıkıyorum ‘.Ben koştum dedeme, babamın babasına Bego’ya,  koştu geldi ‘erooo nereye gidiyorsun, bunu yaparsan  dikkati üstüne çekersin. Eğer gidersen seni direkt suçlarlar. Eree eşek, eşek geç, geç yerine otur’ dedi. Babam annemi çok dövüyordu, hakkımı helal et dedi ölmeden önce  yatalak olmuştu, ben etmem  ama  Heje’yi sen mi öldürdün onu söyle dedim. Ben öldürdüm dedi, son nefesinde, son nefesinde.’–‘ niye öldürmüş, yaşamam mücadelesinde zavallı bir kadın belli,  kuma getirmiş teyzeme , eve yiyecek, para da getiriyor, niye öldürüyor? Olayı duyduğumdan beri en çok niye öldürdüğünü merak ediyorum ?’–‘ iki tane…’–‘olasılık’ –‘ He…he olasılık  var yani neden,   kadın hamileydi, altınları  vardı.’–‘Altın için mi öldürdü baban?’–‘ Babam tek  değil,  ikisi birden  öldürdü.Zeynel’le ikisi. İkisiyle de ilişkisi vardı, çocuk kimdendi bilmiyorum. Sonbaharda dağa götürüyorlar.Eylül ayı yürüyerek Cepanik yaylası iki  saatlik yol, yani bir saat Cepanik, ondan bir saat sonrası da Cepera tepesi. Yani yayla yürüyerek bir saat sürüyor,  bir saat da sonrası  oraya gidiliyor  ha,  tepeye. Geri gel köye dört saat ediyor.Köyde  kimse de at da yok anladın. Köyde bir teyzem  Sara’nın bir de çe Talunun atı var. Bir tek teyzem  Sara  ata  binip yaylaya  giderdi. Yani  kimsenin evinde  at yoktu ki at istesinler de binip gitsinler. İkisi  yürüyerek gittiler,  silahla vurdular Heje’yi.’–‘ Heje öldürülmeden önce eve gelmişsin ya sen üçü birlikte oturuyorlardı dedin . Peki  ne konuşuyorlardı?’ –‘ Teyzem kızı  Zeynel ile birlikte  babam,  kadın da araya almışlardı , şakalaşıyorlardı , gülüyorlardı’–‘Allah aşkına  ölüme gitmeden önce neyin şakası yapıyorlardı? ne diyorlardı ?’–‘sohbet,  o  diyordu ki  ‘Heje sen gel  beni al ‘  öbürü diyordu ki ‘ben seni alayım. Ne kadar enteresan bir dünya, İzmir’e taşındık biz  bir yer inşaata  çalışıyorum işçiyim,  Varto’lu  bir adam geldi dedi ‘ sen  Hatem’in,  katilin oğlu musun?  Senin baban benim ablamı  öldürdü? . Senin ablan Heje dedim bende,  her gün bir yerde geziyordu ne biliyorsun kim öldürdü?’–‘ iyi de teyzem oğlu herkes  biliyormuş’ Olayla ilgili  her şeyi  tek seferde öğrenmeyip aklına geldikçe telefona sarılman, teyzen oğlunu bu beştir arıyorsun, bir dahakine açmaz telefonu,  bu son olsun ‘kusura bakma teyzem  bir şey daha soracağım bugün seni çok rahtsız ettim ama bazı şeyler sonradan düşüyor aklıma, sormayı unuttum ben, bu olay olduğunda sen kaç yaşındaydın, hangi seneydi?’–‘ 1980-81 yıllarıydı,  ben evlenmeden 3-4 yıl önce olmuştu. Ben koyunların, kuzuların  peşine gidiyordum, çobandım. Köyün çobanı. 58 doğumluyum ama beni 61 doğumlu yazmışlar. Hakim  dayım gelmişti tatile Kasman’a, benim babam bütün çocukların, hepimizin nüfusunu çıkarsın diye  dayıma gitmiş. İsimlerimizi yazdırmış, vermiş eline O çıkarmış bizim nüfus cüzdanlarımızı, hepimizi sıraya koymuş; kim büyük, kim küçük o bilmiyordu ki. Kafasına göre doğum tarihi yazdırmış eee bizde 7 çocuk.O zaman siz  şehirden gelenlere   güzel Türkçe konuşuyorlar , narinler diye  içimiz giderek  bakardık.Bize güzel, narin gelirdiniz, imrenirdik. Bir de onlar,  şehirdekiler geldiğinde  çe Taluda yemekler değişirdi, böyle giderdik çöpleri araştırırdık, bakardık. Böyle karpuz yemişler, kabuklarını  alır götürürdük çöpten,  derede yıkardık, yıkardık  o beyaz kısımlarını yerdik .Oh ne güzel, tatlı bir şey derdik .Ya tabii ki onlar gelince ,hele de hakim dayım; yemekler değişik olurdu.  Ne günlerdi be!’  teyzen oğlu  kafanda yerine oturtmuştu taşları. Darbe dönemi, 12 Eylül,   dedemden övgüyle söz eden, kitabının basılmasını isteyen diktatör  Kenan Evren,  kim cesaret ederde,  Efendi’nin damadı Hatem hakkında ifade verirdi ki.Kahvaltı sofrasında  biliyor musun diyorsun Şermin’e öyle şeyler öğreniyorum ki  ben utanıyorum, dedem İbrahim, enişteler, teyzemler  Varto’nun köyleri  genç bir kadını öldüreni,  katili saklamışlar.’– ‘nasıl  becermişler?’ Anlatıyorsun, çay doldurmak için  mutfağa gittiğinde ‘senin’ diyor annen ‘çenen durmuyor ki.Niye anlattın Şermin’e, demeyecek mi nasıl bir aile bu? Ayıp kızım insan bazı şeyleri söylemez, yerin dibine batırmaz  ailesini.’ –‘ Bunca yıl susup sakladınız da ne oldu  anne ! Sonunda biri anlattı. Şermin dayımın eşi, yıllardır bu ailede yabancı mı oldu şimdi? İşte bende sizin gibi saklamış oluyorum aile içinden biri bilecek o kadar.Sen demedin mi herkes birbirine anlatıyordu diye’ –‘Evet  doğru, ablam Hatunda dedi.Öptü dudaklarından gördüm birlikte yatıyorlardı,  a bu adam aldı onu götürdü, öldürdü derken iki elini boğazına götürüp boğar gibi  yaptı.Ama ne gerek var, başkasının bilmesine.’–‘ Kan bağımız yok o yüzden Şermin başkası ve bu vahim olayı öğrenmemesi gerek.Şu işe  bakın, gencecik  bir kadın öldürülmüş,onca köy,  köylüler katili  biliyor saklıyorlar, o ayıp, günah   olmuyor  olayı Şermin’e anlatmam ayıp.Pes ne akrabalık bağıymış arkadaş,   Gabriel García Márquez ‘in “Kırmızı Pazartesi”sini sollayan;  cinayeti işleyeni korumaya aldırıp  katiliye birlikte yaşamaya devam etmekte mahsur  bırakmayan.  Sorduğunda , teyzem kızı demişti Nade ,  Heje’yi tabii ki tanıyorum.A o Hatem kandını kandırdı götürdü, öldürdü, altınları için. Emeran’da Çe Bra’da bile  çalışırdı.Kimin işi var o çağırdı, karşılığında bir şeyler veriridi.Çe Taludan, çene Küçükağanın evinden  az şey çalmadı; çökelek, et…ha her yerden  çalıp  Hatem’in evine götürürdü.A o Aydın, teyzemin çocukları da onun eve yiyecek getirmesine seviniyorlardı. Onlar da az değilid kadını dövüyorlardı, kapı önüne bir minder atıyorlardı orda yatıyordu.Yalnız kadın Hatem’i enişteyi çok seviyordu. Ma teyzem lali Hatun öyle kızardı Heje’ye, nefret ederdi.Abileri Hatem’i şikayet edeceklerdi ama korktular çünkü Hükümet kaç aydır yok niye haber vermediniz, aramadınız der diye.Kemik kalmış , çürümüş vücudu, elbisesinden tanımışlar.Bir torbaya koymuşlar toplayıp.Ama niyeyse bu kan bağının gücü cinsiyet  kadına olunca işlemiyor diyorsun teyzem Selvi’ye yapılan insanın onurunu ayaklar altına alan hazmedemediğin hakareti  hatırlatıp   yenge Türkan’ın   karşısında ‘ teyzem Selvi’nin kendini hala eziklik hissetmesine  kahrolmamaksa elde  değil, annem ‘ bu soy kendi akrabasına, ailesine gaddar, merhametsiz  ele, yabancıya pamuk gibidir, dışarıdaki biri  sen söylesen inanmaz bunların  gaddarlığına, şefkatsizliğine derken  çok haklıymış da yine de ne kadar saf, aptal, iyi niyetli  olunursa olunsun, yengesinin kendisine yaptığı o davranışı  unutmak… herkesin harcı olamaz, bir tek şey hariç eğer hiçbir şeye olumlu bir katkı sağlamayan , beş para etmeyen  değersiz, kıymetsiz  bir varlık olduğu nakış gibi beyne işlenmemişse ‘ düşüncelerinde  gidip gelirken, arka planda da  ailede de hemen hemen herkesin bildiği  yenge  Türkan’ın,  ona göre köylü teyzeni, pek muhterem devlet yöneticilerinin hanımı   arkadaşları görmesin diye banyoya kilitlemesi dönüp duracaktı.’ Abim Karaman’da hakimdi’  demişti  teyzen Selvi;’ kışa doğru  her sene peynir, yağ, bal, kavurma yollardım abime , o sene  de kavurma yapmadım, hanımı Türkan yemeklerinde nasıl istiyorsa öyle kullansın  diye iki tane yaşlı hayvanı, koyunu kestim, sardım naylona, koydum çuvala, attım otobüsün bagajına, hava soğuktu, bozulmazdı.Yanımda çocuklardan Selim, Cemile, bir de akraba Seferé Yalçıné  vardı. Allah razı olsun, adam beni abimin evine kadar götürdü,  bıraktı. Abim evde değildi, işteydi.Yenge Türkan  bizi içeri aldı ama yüzünden belliydi, geldiğimize memnun olmamıştı.Ben de pişman oldum onu öyle görünce ama bir defa gelmiş bulundum, geçtik oturduk. Az biraz sonra abimin kızı Asude geldi dokuz, on  yaşında vardı herhalde, ne ‘hala’ dedi, ne  yanıma yaklaştı  annesine  ‘bugün arkadaşlarım gelecekti, anne! ne yapayım?’ yenge  de yüzüme baka baka ’ getirme, seninle alay ederler, köylü akrabaları, halası var derler’ dedi. Üzerimde Karaman’a geleceğim diye  yeni satın aldığım kazak, kalın yün çorap, elbise  vardı.Yenge  önce banyoya soktu bizi sonra  bana bir pantolon, kazak getirdi  ‘ giyin bunları, şimdi  ev sahibi seni görmeye gelecek , elbiselerine bakıp demesin hakimin kız kardeşi böyle mi olur?, böyle mi giyinir?’ leçeğimi ( yazmayı) de başımdan çekti aldı. Türkçem şimdiki gibiydi, iyi değildi, Zazaca konuşuyordum ben, annemden doğdum doğalı, hakim abime bir zararım  olmasın , demesinler ne cahil kardeşi var diye ev sahibinin yanında ‘iyiyim, sağ olun’ dışında hiç konuşmadım da.Kadın kalkınca, yenge Türkan  ona kesip getirdiğim etten verdi.Akşama abim geldi, beni öyle üstümde pantolon kazak, başım açık  görünce bir şey demedi normal konuştu  ‘waye, zama  Hamza nasıl falan’ .Ertesi gün sabah yengenin yüzü yine berbattı.Arkadaşları telefon etti ‘misafirlerim gelecek, aralarında savcının hanımı da var, seni onların önüne böyle  çıkaramam, onlar   gidene kadar banyo da çocuklarla oturun’ dedi.Bepooo, bizi banyoya götürdü, kaç saat oturduk bilmem.Bir kere kapıyı açıp kurabiye, onu bıraktı o kadar. Biz köyde kurabiye bilmezdik  daha doğrusu tatlı bilmezdik bal yerdik, helva , bir de helisa yapardık. Tencereye yağ, su şeker ve un birlikte koyulur o su çekilip, un da kızarıncaya kadar  karıştırırdık.Helva gibi ama çok daha güzeldi, Badan’lı Hasané Memilé’n karısı senin yengen Selbi çok sever, güzelde yapardı.A bu yenge Türkan ne zaman geldi gelin Kasman’a o yaptı kurabiye, biz  pasta diyorduk. Üç gün kaldım abimin evinde, biri gelince  beni çocuklarımla banyoya gizliyordu,utanıyordu.Abimin yengenin  bize bunu yaptığından haberi yoktu diyemem, yenge bir yolunu bulup yaptığının doğruluğuna ikna etmiş, inandırmıştır   abimi, Ölengli Mehemed  efendinin torunları kocalarını ellerinde oynatma da meşhurlardı.Tabii benim yengem gibi kaşlarım falan alınmış değildi, o  makyaj yapıyordu, giyiniyor süsleniyordu…çocukluğunun en güzel, en unutulmaz idolü;  ışık saçan beyaz teniyle masaya ince, pürüzsüz uzun, kırmızı ojeli uzun tırnaklı  elleriyle çay bardaklarını koyarken, yüzüne sürdüğü pudradan yayılan bisküvimsi, bebeksi  koku; parıl parıl parıldayan beyaz saten sabahlığın içinde ince askılı pembemsi geceliği, boyanmış sarı saçları, dudaklarına sürdüğü parlak  kırmızı rujuyla etrafındaki onca esmer tenli, siyah saçlı kadınların, annenin, senin  dahil olmadığı başka bir alemden,  bir Amerikan filminden çıkıp gelmiş çocuk mantığında bir  meleğin…gençliğin özentisinde  Rita  Hayworth’lu Gilda’nın masaya   arzı endam eden  güzelliğine  hayran bakışlarını ‘ büyüyünce sana  rujumu veririm’ işveliğiyle mükafatlandırmasına  sevindiğin, amca Hüseyiné Alié’nin  ’ bizim  Atilla’nın  soy ismi artık Fırat değil, Ölengdir, Ölengdir’ tespitine, hakim dayının oğlu Mehmet’in  düğününe çağırmamasına çene Küçükağa’nın  ‘o artık Ölengdir , soyadı Ölengdir  demişti ya amcan Hüseyin  doğru demiş kızım’la yıllar sonra da olsa hakkını teslim ettiği, sende bir aşamadan sonra tekerrürden ibaret  kanısı uyandıran geçmişin bugününde;  annenin oğullarından, yengen Türkan’ın en küçük kardeşi Fatma’yla evlenen hakim dayısından daha cesur davranıp  ‘baba, ben soyadımı değiştireceğim, benimle alakanız yok artık’ isteğini yerine getirerek  babanın babasının adını verdiği kardeşin Resul’un;  Oğuz ismiyle  anılmasına  sebep,  seviyesiz ilişkiler yumağında; annenin ‘ her sene tatil’de   Van’dan  Varto gidiyoruz ya  dayın Muş’a hakim atanmıştı, devletin lojmanı o zaman tek katlı evlerdi, ona da bir lojman vermişler , Varto’ya giderken  onlara da uğruyoruz.A bu yenge Türkan  dedi ki bana ‘ haydi kalk balkonda halıları  çırpalım, ne zamandır temizlememişim’ tamam dedim, ucundan tuttum,  başımı da örtmüştüm leçekle,  dedi ki ‘anam ! sen niye başını örtüyorsun… başını aç,  ondan sonra bana yardım et’  bende  ‘ sen niye üzülüyorsun yenge biri sorarsa ‘Atilla’nın kardeşi demezsin, bizim eve gelmiş temizlikçi dersin’ olur  biter’ dedim, tabii bu bozuldu ‘ kibrini  tamamladığı  şık giysileri, annenin yapmasını  bilmediği lezzetli yemekleriyle  cazibesine kapıldığın  yengen Türkan’ı  göreceğinden; o pudra kokusunu içine çekeceğinden yaz tatillerinde köye giderken  uğramayı heyecanla beklediğin  babanın    kapısını çaldığı tek katlı bahçe içindeki dayının evinin  duvarına yaslanarak üzerinizde  baklava dilimli hırka, etek, çorap ayaklarınızda beyaz ayakkabılarınızla  çekilmiş siyah beyaz fotoğrafa her baktığında; geri kalmış Ortadoğu toplumlarında ebeveynleri  mevki, makam sahibi  her çocuğun damarlarında dolaşan, ömür boyu da sürdürülen  dayının kızı Asude’de de yerini  edinmiş  şımarıklığa,  tepeden bakışa sinirlenip   bacağını tekmelemene  yerden alıp attığı taşla  kaşında açtığı yaranın izinin kalıcılığına ‘rahat durmamışsındır, yaramazsın yaramaz;  ya Asude’nin bacağına bir şey olsaydı’–‘anne! ona bir şey olmadı benim kaşımı kırdı’ ağlamana   ‘ tamam, tamam bir şey olmaz  geçer, ufak bir iz kalacak, önemli değil’le tentürdiyot sürerken kanayan yarana annenin,  aile içi  kast sisteminde ki  yerinin hatırlatılmasına  benzer davranışın  teyzen Selvi’yi nasıl üzebileceğini  tahmin etmenin ötesinde bildiğinden  ‘ ben, en azından Asude veledini tekmeleyip hıncımı  almıştım,   teyzem, banyoya kilitlenmesine karşı ne yaptı? Ha bence hiçbir şey ama yine de …’ merakını gideren  ‘Emeran’a döndüm  okula giden komşunun çocuğu, tanırsın sen onu,  hani  annenle geldiğiniz sene sizi Varto’ya götüren taksisi olan    Nurali’ye   gel dedim, bana bir mektup yaz  abime yollayayım. ‘keşke, ben senin evine hiç  gelmeseydim. İçimde bir umut vardı  benim bir  kardeşim, abim var, elimden tutar diye onu yok ettin, bitirdin.’ Karısına da dedim ‘  ben senin babanı gördüm,  nerelisin, kimsin  bilirim.Sen Badan’ lı çene Elifé Memilé Talo’yla, Öleng’li Mehemet Efendi’nin  torunu, Kasımé Mehemeté  Öleng’in kızısın, bizden farkın yoktu şimdi hakim abim sayesinde  hanım oldun, değer gördün de  beni mi hor görürsün? Asıl beni değil,  sen abimi hor gördün’ çok dertli yazdım mektubu, çokkk,   hakimliğe, adliyeye gönderdim evine değil. Offff kızım niye açtın derdimi, kayınbabam Selimé İsaé (Emeranlı) Velié ağaydı,  koyunları  Diyarbakır’a götürür, orda satardı.Öyle ki depremden sonra üç yıl orada bir ev tutup kaldık.İsmet İnönü’nün öldüğü seneydi.11.000  milyon çıkardı verdi abime, çocuklarım arasında en çok düştüğü, sevdiği  Abdullah’dı,  yanına gelsin okusun  diye eğitimine masraf etsin diye. Çocuk gitti eve almadı a o yenge Türkan.Ama parayı kullandı  abim, sonra 2000 TL eksik geri verdi . Öldüğünde bıraktığı o zamanın 1000 adet hayvan alacak kadar parasını, onlarca metrekare arsayı satıp  kumarda yiyip bitiren kocam Hamzaé Selimé İsaé  çe Selim’in  tek erkek çocuğu idi,  Şanzede (şehzade)  derdim ben ona.Kayınbabam, babası Selimé İsaé (Emeranlı) Velié kumar oynuyor diye hiç güvenmezdi  ’bu it kumarda kaybeder çoluk çoğunun rızkıdır, sen mukayyet ol’  diyerekten  epey yüklü bir miktar  daha vermiş abime,  o parayı bir daha, hiç  görmedik.Vereme yakalandım, yanına gittim, doktora falan götürdü sonra ne oldu biliyor musun gulamın,   kayınbabam, apo Selimé İsaé (Emeranlı) Velié’nın mukayyet ol diye verdiği parayı  abim ona, hastane masraflarına  saydım dedi. Bak kardeşiydim ben, üç kuruş harcasan ne olur ? Dünya kadar parayı hastane masrafı saydı ya.‘Tek işi beş para etmez kumarbaz olan eniştem Selim oğlu Hamza’yla aşk yaşamak, onun için tam bir takım kuracak  12 çocuk doğurmak olan  senin bu teyzen Selvi var ya diyecekti devrimci dayın sen ‘Selimé İsaé (Emeranlı) Velié ağa Atilla dayıma para  vermiş öyle mi? ‘ dediğinde ‘kayınbabasına dam gibi mi davranmış? Amca Selim  aha bu odada, onlarda aha o odada yatıyorlardı.Doğru düzgün bir ilişki yoktu aralarında. Bir gün Emeran’a  ablama gittim, artık iyice yaşlanmış  apo Selimé İsaé’yle dışarıda kapının önünde oturduk, konuşuyoruz’baoo bunlar her şeyi yapıyorlar ‘ diye oğlu ve gelinini şikayet etti.’–‘ne yapabilirler Allahaşkına dayı , seksen yaşında belki Demans, Parkinson, Alzheimer  belirtileri gösteren beyinsel sorunlar yaşayan birinin yargısıyla konuşuyorsun ya pes.Ya o zamanlar bu hastalıklar bilinmiyordu.Zavallı yaşlıların  bu hastalıklara ait  semptomları; karım kocam beni şununla bununla ben aldatıyor şüphesinde kıvranmaları, bastonla etrafındakilere saldırmaları,  tükürmeleri, yutma problemleri,  insanların adını, evinin evi olduğunu unutmaları,  ‘beni evime götürün’ sayıklamaları, yollunu şaşırıp sokakta kaybolmaları ‘delirdi, deli oldu’ yaftasını vuran eşin dostun, o delilerin söylediklerini ciddiye almaları bence asıl vahim tablodur.  O yaşta teyzem Selvi’nin kayınbabası Selimé İsaé ‘nın söylediklerine  az da ol sa kuşkuyla yaklaşmak gerekmez mi? ’–‘yeğenim , yahu bunlar aynı evde yaşamalarına rağmen birbirlerinin yaptıklarından haberli değillerdi.Kimse, kimseye ben bugün şunu yaptım bunu yaptım demezdi.Yani teyzenin kayınbabasının  dayına para  verip, vermediğini  bilmesi zor. Zaten  amca Selimé İsaé,  cimrinin tekiydi öyle birine kolay kolay para vermezdi’–‘hatırlatırım, bende bu ailedenim ,  hiç ilişkileri olmasa da , konuşmasalar da yarın bir gün başıma bir iş gelir, evdekilerden biri bilsin diye anlatırlar,  teyzem de çocuklar yanlarında okusun diye para verdiğini söyledi zaten, herhalde onu da anlatmıştır gelinine’–‘   Selvi’nin abisi hakim  olmasaydı arazi diye bir şey kalmazdı ellerinde.Kocası  kumarda kaybederdi, bunlar Selimé İsaé ya da senin teyzen Selvi soluğu, abimin  yanında alırlardı.Aynı şey Kasman’dakiler için de geçerliydi.Abim olmasa…o hakim arkadaşlarıyla görüşür, hallederdi arsa, arazi işlerini.Tapuları çıkarırdı.Mala Feranlılar  çok şey borçlu abimin hakimliğine.’–‘ İşine gelince nasıl da olumlu ve de ne biçim konuşuyorsun?Bir zamanlar adalet, özgürlük , eşitlik isteyen, sülaleyi, malını mülkünü elinin tersiyle iten bir devrimcinin  bugünde böyle bir savunmaya girişmesi.Makamı kendi özel işleri, çıkarları  için kullanan bir adalet görevlisi sırf senin babanın arsalarını kurtardı, şimdi o arsalar sayesinde çekirdek ailen mülk sahibi oldu, iyi yaşıyoruz diye övgüye mahal öyle mi?O zaman susacak bugünkü adalet sisteminden ‘AKP’lilerin sultası, istedikleri kanunları çıkarıyor, kararları alıyorlar’ şikayetini etmeyeceksin.Demek memleket de  asırdır hep aynı şeyler adaletsizlikler, kumpaslar  geçerli, yılın 1961,  2022 ya da  2028  olmasının  hiçbir önemi ve   farkı yok. Adam o kadar adaletsiz ki,  hakim oluyor  kız kardeşlerinin mallarını elinden alıyor. Dayı, ben anlayacağımı anladım, teyzemin anlattıkları  doğruymuş, teyidi  gereksizmiş ’ alemindeyken sen  ‘Gulamın daha ne anlatayım sana, ‘ diyordu teyzen Selvi ‘benden, elbiselerimden  utandı kadın, Türkan. Meşhur giyim markaları Chloé’ın  2016-17 sonbahar-kış, Hermés’in  2015  İlkbahar-yaz kreasyonlarında yer aldığını gördüğünde dewa ma Kasman’da, Badan’da, Emeran’da,  kadınların elbiselerinin altına giydikleri pantolonun, şalvarın; giyimi yüzünden utandırıldıklarından kendilerini değersiz, cahil, kötü hisseden teyzenler;  28 Şubat öncesi, sonrası  televizyonda seyrettiğin başörtüsü takıyor diye bizzat devlet, yönetenleri eliyle ‘ikna odalarına’ alınarak, örtüleri başlarından hışımla çekilerek giyimlerinden, kuşamlarından  dolayı rencide edilenler; gözünün önüne geldiğinden;  insanı giyimine, kuşamına göre kıyaslamadan, değerlendirmeden uzaklaştıkça medeniyete yaklaşıldığını, çağdaş   birey olma yolunda ilerlenildiğini  kökleştiren aklının bir köşesinin; ayağında apartman topuklu ayakkabı,  bol paça İspanyol pantolon,  çiçekli dar gömlek, gözünde  yüzünün tamamını kapatmış güneş gözlükleri bilerek bol bol  marka isimlerini  geçirdiği  ‘canım babacığım parfümlerimi Almanya’dan yurtdışından getirtiyor, bu defa Adidas ayakkabı da istedim’ konuşması   kadar yabancı dayın kızı  Asude’nin ‘şimdi şu  ekmeğin üstüne sürecek’; interaktif ortamda beş dakikada beş entry girme eylemine girişip ; çocukluğunda plastik kaptan şokellaya ekmek banmamış gibi şimdi de ‘Nutella’sız  yaşayamam, dolap da hep bulundururum…sıcak su torbası kitaplarım, Nutellam ve ben…’ flood  yarışında ki   paylaşımlarına nirvana ifritliğini  bu satıra bir söz bırak # hastag’ıyla  ifade ettikten sonra ; ‘  ekmeğin üstüne… şokella ( chokella) olsaydı ne iyi olurdu,  sizin çamaşır makineniz yok mu?’ küstahlığı aşmış  terbiyesizlikte;  sonradan görmeliğinin tepeden bakışına   ‘ayy bu komünistlerin tek derdi memleketi kötülemek. Yılmaz Güney hakimi öldürdü, bildiğin katil, adamı  kahraman ilan ettiler. Öyle düşman ki  ülkesine,  yerin dibine batırmak için gitti Sürü filmini çekti.  Babam  o yoksulluğu gösterip bizi, memleketi  Avrupa’ya rezil etti diyor. Filmde modern giysili, eğitimli insanlar ortada yok gibi, izleyen Türkiye’de  herkes  öyle köylü giyiniyor, cahil, yoksul sanacak.  Bu Türkiye’nin imajını bozmak, mahvetmek. Florya’da, Antalya’da, Bağdat caddesinde çekseydi, ülkemizin  modern insanlarını, doğal güzelliğini  gösterseydi  ama yok yok… amaç o değil, amaç başka, amaç kaşımak, ortalığı karıştırmak. Farz et ülkenin büyük kısmı fakir, cahil  insan dünyaya ülkesinin geri kalmışlığını ilan eder mi? Bir de sırtında taşıyor kadını, kocası hem de  Kızılay’ın ortasında. Mağara devrinde miyiz? koy taksiye götür nereye götüreceksen. Sonra o  kadın  Berivan mı ne adı, konuşmuyor  hiç, zavallı mı zavallı, ezik, Cumhuriyet Türkiye’sinin Atatürkçü kadınıyla alakası yok’ düşüncelerini;   ‘ben de gördüm  Kızılay’da sırtında hasta kadın, yaşlı taşıyanları’ itirazına değmeyecek; var olan her olumsuzluğu  açıklamayı, göstermeyi  ülkeye ihanet algılayan,  her kötü şeyin suçlusunu  komünistlere,  anarşistlere , solculara atan ömrünce yaşayacağı sanal  gerçekliğini  parçalayacak, daimi  Post-truth çağlı dünyasını tekmeleyip dağıtma isteğini bir kenara itip,  annesi banyoya kilitlemeseydi şayet   halası Selvi,  savcının  karısının önüne çıktığında  duyacağı utancın aynısını yaşatan; izlenmesin diye Anadolu’nun birçok yerinde “sinemaya bomba atılacak” dedikoduları çıkarılması  engelini  aşıp,  yoldaşlarınla sinemada seyrettiğin, Sürü filminde ‘köyde ağalar neyse büyük şehrin zengini de aynen öyle’yle  bir hükümranlıktan diğerine evrilen, özü değişmeyen, kırsal da, kent de yaşasa  kadınların  aynı  sorunlarla boğuştuğu düzende; babanın, ailedeki erkeklerin Veysikan aşiretinin lideri  Hamo ağayla  aynı  biçimde, aynı sözlerle, aynı davranışlarla “senin yüzünden” diyerek başa gelen felaketlerin  sebebi sayıp  sürekli suçladıkları,  evlendirildikten sonra annesiyle , kardeşleriyle görüşmesine, yanlarına gitmesine  izin vermedikleri annenin, teyzelerinin  içini sızım sızım sızlatan bakışlarını  bir koyundan daha değersiz  Berivan’ın bakışlarında  yakaladığında; derde çare diye gelinen  Kayaş-Mamak  gecekondularını  yutan  gökdelenlerin  Ankara’sında  medeniyetin toz pembeliğini yitirten karısının  ölümüne kadar susan   Şivan’ın isyansızlığını  o gün  nasıl   almamışsa aklın, bugün de çevrendekilerin, kendinin yaşadıklarına  bakıp   “Ve…Kitabın (keşke yazar burada kitabın yanına üç nokta  koyup “hikayenin” yazsaydı) sonu şöyle biter; birine (bu devlet, vatan, millet, din, mezhep, beka, örgüt, cemaat, tarikat,  lider, hoca, imam, aile, koca, dost, arkadaş bazen  sevgili, aşk, sevda, iş olabilir)  kül olduysan, bir başkasını ısıtamazsın” gerçekliğini  tüm benliğinle onaylama sebeplerinden olacak;  aralarında etkisi yıllar sürecek ortak yaşanmışlığa, hatıraya sahipsizliklerine, alenen aşağılamalarına karşın annenin, teyzelerinin, aile üyelerinin dewa ma Kasman, Badan, Emeran, civar  köylülerinin;  çocuklarına  bahşetmedikleri bağlılığı,  fedakarlığı, sevgiyi,   hizmeti makam sahipliğinden hakim dayına,  eşine, çocuklarına, göstermelerini de  almayacaktı.Demek aklın almıyor öyle mi?Bir kere Ortadoğu,Türkiye, Gımgım sendromunun ebediyetini  alsın o aklın. Hem ne çabuk unuttun sen,   tanık olduğun olayları  ‘ teyzen Ceylan’nın büyük çocuğu  teyzen kızı Gülten  ne  demişti  sana? annem bu yılbaşı  gecesi  de kime ağladı biliyor musun? ‘–‘hakim dayımadır, kime olacak’–‘ aaa bildin.Dört kardeşimi onüç yaşımdayken depremde kaybettim, yaşım şimdi yetmiş hala bugün gibi hatırlıyorum.Ben onlara ağlarken bir anne olarak beklerdim ki annem de dayımdan önce çocuklarına ağlasın ‘–‘hiç bekleme teyze kızı,  sorsan hakim  dayımla yaşanmış tek bir anısı da yoktur, anlatacağı. Ama abim, kardeşim diye  ölen sağır dilsiz dayıma,  teyzem Sara ‘ya  değil; bitmek bilmez  dalkavukluklarından hoşlanma hali içinde ” akıllı, kurnaz” köylülerin akıllarını parmakları arasında ezip,  geriye yalnızca kendisi, ailesi  için bağırsaklarını çalıştıracak kullanışlı posa bırakarak; bazı davalarına bakıp, hastane, iş, okul, köye yol, köprü yapılması, su getirilmesi  sorunlarını  çözmelerine  yardım ettiğinden;  devletin saygıdeğer  şehirli hakimi sıfatının gücüyle çocuğundan muhtarına,  tüm akrabalar, tüm köy üzerinde kurduğu tahakkümün; yıllık iznini geçirdiği  sürede  her gün  yalnızca Kasman’da değil civar köylerdeki  en yoksul hanenin bile gıdık (oğlak,keçi) keserek yemeğe davet  ettirterek  kurdurduğu  sofralarda; içki, meze, hoş sohbet, evine götür diye balın, peynirin, tereyağının , kavurmanın, cevizin,  yanında karısına, çocuklarına hizmetçilik  için amcasının kızı çene İbrahimé  Alié Zozané gibi akrabası küçük kızların   besleme   sunulmasını  beklemiş; altmış yaşında para boşa gitmesin, ucuza mal edeyim diye İstanbul’da  kötü  şöhretli  özel hastanede bypass ameliyatı yapıldığından ölen  hakim abisine  ağlıyor çünkü bizimkiler celladına aşık, yapacak bir şey yok, engelleyemeyiz. Senin teyzen Turna, benim annem geçenlerde bana bir şey anlattı , dayanamadım sus dedim,sus  anlatma. Annem kucağında yeni doğmuş ben, Van’a  babamın yanına geliyor amcamla. İki ay geçmemiş babam tabii geçimsiz kavga ediyor, annemi dövüyor.  O da ‘ben Varto ya gideceğim, senin kahrını çekmem, babamın evine otururum…’ demiş, o zaman amcan  Haydar bana dedi ki ‘ohoooo günaydın, sen niye adliyeye gittin? ‘ Ben dedim ‘niye ne olacak babamın kitabı …’–he he babanın kitabını, mallarını aldılar elinden.’ Ben o zaman okul tatile girdiğinde Badan’a giden   amcan Haydar’a verip  gönderdiğim bir mektup yazdım amcam Hüseyin’e dedim ‘beni niye götürdünüz  hükümete, hakkımı aldınız?’ .O da bana öyle yazdı  ‘evlenmişsin gitmişsin. Koynuna girdiğin, yattığın el oğluna benim miras verecek param yok. ‘ Zaten öyleydi, kendide  el  kızıyla yatıyordu, kızları da başkasıyla evlendi.Benim ki hiç olmasa akrabaydı.Teyzem kızı, annem bunu anlatınca beynime sıçradı kan, dönemin aydını, gazete çıkarıyor yeğenine söylediği sözdeki terbiyesizliğe, pişkinliğe  bakar mısın? Peki bunu demiş bir amcayla ilişkini kesersin hiç konuşmazsın değil mi ? Ama annem dede dediğimiz amcasını bir karşılardı ki Ankara’ya geldiğinde, akıl almaz.Günlerce ağladı öldüğünde, günlerce, belki kızı Fezo annem  kadar ağlamamıştır, babasının ölümüne. Düşünsene bunca şey başlarına getirmiş,  neler etmiş, neler yapmış koşarak boyuna sarılırdı.’ Dedim ki ben ezildim onlar; çocuklarım  ezilmesin, okusunlar. Yeter ki okusunlar  onun için hiç iş yaptırmadım  ben sizlere, kızlarıma; okula gittiğiniz günlerde.Fakat  babanız a bu Kemal  için önemli değildi okumanız; ders çalışmanız, evde, kağıt oynardı oğlan çocuklarıyla,  poker  bile oynuyorlardı. O  zaman  işe girmek için Ankara’ya gelmiş amcan Hasan’ın oğlu Ali de bizde kalıyordu. Baban, Oğuz hep birlikte oturup kumar, kağıt  oynarlardı hatırladın?–‘ ayyy korktum ya yüzüme öyle bakma anne! belki o günlerde  kendi derdime düşmüşümdür de evde olanlar ilgimi çekmemiştir. Ama  bazen geceleri, Cumartesi, Pazarları,  babam ya da biz çocuklar   ‘haydi  şu iskambil kağıdını  çıkaralım da   bir el  51 oynayalım’ derdik.Babamın Oğuz’a, biz çocuklarında  birbirimize  ‘hayır ! bunların toplamı 51 değil…yok kağıt aldın baba ! gördüm…çıkar haydi çıkar valeyi …elime bakma… kağıdı dağıtırken baktın işte…elinde 10’lu yoktu resmen hile yaptın, kağıt çektin aradan, çaldın’ bağırmalarımıza, çağırmalarımıza  küslüğe varan kavgalarımızı  unutmadım Bir de  mahallede bugün  Turan Güneş Bulvarı denilen, daha asfalt dökülmemiş cadde üzerinde  solcu Garip hocanın, sağcı bir adamla ortak işlettiği, düğün salonu kadar büyük, altında manav, eczane, hırdavatçı en az beş dükkanın bulunduğu, yandaki bir   merdivenle çıkılan “Yıldız” kıraathanesi  vardı, sigara dumanından gözün gözü görmediği, bir keresinde  her gün  olmasa da haftada   bir, iki defa giden babamı çağırmak için  ‘ bak bakalım orda mı?’ diye   beni  göndermiştin, içeri bir girdim her masada tanıdık yüz, mahallenin bütün erkeleri  ordaydı o kalabalıkta zar zor bula bilmiştim babamı.Tabii, yine oğluna Oğuz’a kıyamadın, onu göndereceğine beni gönderdin kız halimle ’ –‘Yalan yok Oğuz’a da düşkündüm, korkardım  ben, oyun oynamayı çok sevdiğinden  üniversite sınavını kazanmaz, erkektir işsiz güçsüz kalır diye.Sınavın olduğu hafta kapıya çıktım baktım evin önünde, üzerine temel atmak için bir iki kamyon taş dökülmüş boş arsada arkadaşlarıyla top oynuyor   dedim.. dedim ‘eroo yarın sınav vardır. Gel eve’ beni dinlemeyince bu sefer  Ayşe çıktı kapıya  ‘yarın sınav var, gel birlikte  kimya çalışalım’. Ayşe’ye  ‘sana ne? ben hiç de çalışmam, girerim sınava’ . Sana yemin ederim öyle defterin, kitabın kapağını açmadan  sınava girdi, hiç çalışmadan. Sırrı , Sara ablamın oğlu  her yerde  millet sınava hazırlanırken, Oğuz  kahvede oyun oynuyordu diyor ya doğru diyor.Ama öyle kıraathaneye çok gitmezdi. Teyzem oğlu Sırrı bir keresinde bana,  sen evde değildin baktım  teyzem  Turna çok üzgün  ‘ne oldu? ‘–‘ Sırrı  git  kahveye Oğuz’u  al ,gel ‘ –‘ tamam teyze  gidip getireyim’ dedim  enişte Kemal ‘sen otur , ben giderim’ çıktı, gitti, bir saat , iki saat gelen giden yok.Teyzem ‘eree  Sırrı, güya gitti oğlanı alıp getirsin. O gitti  oturdu  masaya  kağıt oynuyor şimdi’…onca yaşanmışlık, badire, yoksulluk  atlatılmış, lise bitince üniversite sınavını  kazanamadığından Ayşe evin ilk işe giren çocuğu olup aile bütçesine katkıda bulunurken sonrasında  sen ve Oğuz’un da  üniversiteyi   bitirip işe girdiği yıllarda gecekondu mahallesinden imar geçmiş, bir daire karşılığında arsanın verildiği müteahhidin ödediği kira parasıyla Ankara’ya geldikten onaltı yıl sonra Nene Hatun caddesinde nihayet kaloriferli apartmana çıkılmıştı. çe Talo, çe Memil, çe Resul  devamı çe Kemalde erkeğe pozitif ayrımcılığın kalesi yapıldığından  aybaşında, maaş aldığında  iki, üç kuruş (150 TL) annenin eline tutuşturup,  kalanını  geleceği, kuracağı yuvası   için   tasarruf ederek; yeme, içme, elektrik, su, kalorifer gideri , apartman aidatından muaf “ekmek elden, su gölden” yaşayan, müteahhide verilen birleştirilmiş  gecekondu arsasında en az hisseye sahip olmasına karşın ha bire sorun çıkarıp,  katakulli çevirdiğinden diğer iki ortağa illallah dedirmiş  babanın, annenle beraber  fazladan bir daire daha alarak  üzerine tapu etmeyi  istedikleri  Oğuz için, kızlarının gözlerinin içine baka baka    ‘erkektir, paraya çok ihtiyacı olacak, evlenecek.Ev kuracak, para biriktirsin, ondan para almayın, istemeyin ’ komutlarına   ağız açıp ‘ bu  göz göre göre cinsiyet ayrımcılığı.Ne demek o erkek? parası olması lazım ? Kadınlar erkeklerin eline muhtaç mahluklar ya onların parası olmasa da olur mu demek istiyorsunuz? Memlekete olmasa bile bu evde eşit haklara sahibiz, o para biriktirecek sonraki hayatını bolluk içinde yaşayacak, biz kızlar aç kalsak da  önemli değil bu nasıl bir düşünce, biz  ev geçindirmeyecek miyiz…geçindirmiyor muyuz ?Bu saçma sapan gelenekler, primitif düşünceler,  ataerkilliğin her şeye reis eylediği  erkeksi bakış açısı, en azından bu evde olmamalı.Hepimiz eşitiz.Çalıştığı halde ayrı bir eve çıkmayan evin  masraflarını, harcamalarını karşılamak  için  ortaya   belli bir miktar para koyacak.Ohhh ne ala, ikimizde çalışalım ama o para biriktirsin diye ben onu besleyeyim, parası varken’ diyememiş,üniversite mezunu, devrimci  kadınımız…bacımız aradan yıllar yılı geçtikten sonra şimdi kalkmış aklım almıyor diyor? Bahar mı geldi? kokusunu duydum senin bahçenden, benimkine hiç gelmediğinden  her şey kötüye gittiğinde; yıllarca her şeyi içine atmaktan, herkesten gizlesen de,  saklansan da  göz açıp kapayıncaya kadar gelip, geçen  ilkbahar gibi… gençlik gibi geçtiğini, tükendiğini  hissediyor, seni çok iyi anlıyorum diyen ama seni anlamadığından  tutunduğun  son dalı da basıp kırdıktan   sonra  da  “tutunmasaydın, o kırık dala”yla seni bir başına bıraktığından  uzaklaştığın kardeşin annen, ailen, arkadaşın, sevgilin,   en yakınındakiler  dışında; ayağa kaldırsın diye bir şeylere sarılmak istiyorsun, bir içimlik sigaraya, bir kadeh şaraba, bir demet nergise,  bir mısralık şiire, viral olup olmadığını bilmediğin kollarına atılacağım, yaslanacağım   bir şarkı diyorsun sarmalasa beni, kulaklığının sesini  son raddeye  getirip  kalbine dokunup , seni buralardan koparacağını bildiğin Lena Chamamyan “ Love In Damascus”na, Youtube’da tıklıyorsun.Oldu mu? alıp götürdü mü seni, ruhunu  istediğin  gibi  çokk uzaklara ? madem geldik dünyaya insanca olmalıydı her şey; yasamak, yaşananlar, ölümler ama nerde?Sanki savaş olmamış , yıkılmamış  sokaklar , ölmemiş çocuklar gibi;  birilerinin kalbinde  hala,  inatla yaşamakta direnen  sevdaların hüznünde ’ bende de var nefes aldırmayan acılar biliyor musun?  “senin olmayan senin olamayandır, gerçek aşk..”dercesine dolaşıyorum işte Şam’da, sokaklarında.Birilerini överken, birilerini gömmeden rahat edemeyiz ya   aynı şeyi yapacaktın belki  sende,  ama o kadar yenilgiye uğradın ki; olmamasına razıydın, olacakmış gibi olsaydı, o da  yeterdi  derken farkında mısın bu yaşananlar , yaşadıkların bir “distopya”.He gülüm ! He…he gulamı , aynen öyle çünkü, dünyada olacak büyük hadiselerin öncesinde insanların kolektif bilinçdışlarıyla  olacak olayı  işaret edikleri,   yani felaketlerin önce   insanların bilinçdışında var olup  sonra gerçeğe dönüştüğünü  iddia eden Jung’u doğrular  gibi; sabah, puslu, ağaçlık yolun kenarındaki kaldırımda yürüyen maskelerini takınmışlara bakarken ‘ tam bir distopya ya döndü dünya’ diyorsun ya son yıllarda “distopya”ya  gösterilen  ilgi, alaka da bu yaşanan…yaşanacak distopyaların habercisi miydi  yoksa’ yı  düşünen  bende  diyorum ki,   kendisine zemin hazırlayan var olmuşların…ânda var olanların… yaşanmışların, yaşananların ipuçları olmadan herhangi bir şeyin, felaketin  hayalini kurmak  mümkün olmadığından,  hayal, kurgu adı altında sunulan distopya da  gerçeğin W’yu halidir,  onun için Baudrillard’ın  “felaketin hayal edilmesi mümkün olduğuna göre, o çoktandır buradadır…” sözünü çok severim ki, bu durumda zaten     insana kalan da  sadece beklediği  daha büyük bir yıkımın… karşılaşacağı  felaketlerin kenarını, köşesini süslemektir ki vatandaşlarını baskılayan,  otoriter  rejim   altında  yaşananları,  kötülükleri, felaketleri  erken dillendirdiklerinden takdir edilesi distopik ( dysopia kötümser ütopya) romanlar; 1932’de yayımlanan,   teknolojiye bağımlılığı, kapitalizmle doğan,  iliklere  işletilmiş görünmez kast sistemini “ herkes herkese aittir ” şartlanmasında, uyuşturucuların hayatı kontrol ettiği bir dünyayı anlatan Brave New World;  reality showlara  ilham olmasıyla kehanetini gerçekleştirmiş Okyanusya ülkesinin   diktatörü  Big Brother ( büyük birader)’ın   “savaş barıştır… kölelik özgürlüktür…bilgisizlik kuvvettir “  temalı,  özgürlüğü, yaşam kalitesi diplerdeyken bireylerin  mevcudun, bu durumun  eskisinden çok daha iyi olduğuna inandırıldığı totaliter sistemi sergileyen, dedenin öldürülmesinden bir  ay önce 8 Haziran 1949 yayımlanan 1984;  çözümü, unutmasınlar diye her kişinin bir kitabı ezberlemesinde  bulan  isyankarların; itfaiyecilerin yangın söndürmek yerine (memlekete 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül  darbelerinde  uygulanmış) kitap yakmakla görevlendirildiği yine totaliter bir düzeni konu etmiş 19 Ekim 1953’de yayımlanan Fahrenheit 451’in yazarları; ‘olağanüstü öngörülüymüşsün, bildin sen adamım; keyiften,   sefadan köleleştiğimizi’yle kutsadığın, yaşananlarda, yaşanacaklarda kimsenin göremediğini gören, alt metne hakim  Aldous Huxley, George Orwell,  Ray Bradbury’ın analitik zekalarıyla yarattıkları –ışıl ışıl aydınlatılmış uzay gemisine, gümüş rengi şıkır şıkır tek tiplere, kırımızı sarı mavi yaşama haplarına,  taş ocaklarından fırlayıp etrafta dolaşan çıldırmış; tıkır tıkır işletilen senin  gözün göz değil, suç işleyecekmişsin gibi bakıyorsun diyen teknolojik robotlara yer vermedikleri– kurgusal dünyalarını   aşarak,  gündelik vaka haline gelen;  karayollarında yürüyüp yol kenarlarında kamp ateşi yakarak “daha iyi kurtarılmış bölgelere” Avrupa’ya, ABD’ye kaçan  milyonlarca göçmenin,  baskıcı rejimler, şehir savaşları,  insanların her şeyini kontrol edip ürün haline getiren devasa şirketler,  küresel iklim değişikliği,  salgın hastalık (Covid 19)  atmosferi kaplamış nefret ve  kutuplaşmaların  ortasında; kafa kesilmesine (DEAŞ Irak, Suriye), adam yakılmasına,  bombalanmalara,  toplu katliamlara  alışılmasının umursamazlığında;  süzgeçten geçirilip  önümüze konulan ,  ortasına dalıp kendimizi kaybettiğimiz gerçeğin  yerini  bilgisayarın, televizyon, telefon ekranın   aldığı dünün de , bugünün de  her ülkede, birçok   evrenselliğin temeli sayılan; adalet, özgürlük, eşitlik, insan hakları; kavramlarını yok eden , dolaşıma konmuş isyana yöneltmeyecek   ihtiyaçlarını karşılayacakları  ‘azıcık aşım, dertsiz başım’lı bir geçim içinde   bireylerin baskı, zulüm altında olduklarını fark etmedikleri müesses nizama, sisteme hakim düşüncelerini,  isteklerini, yaşam biçimlerini  dayatan  tek tek isim yazsan sayfalar tutacağından, ayrımsız tüm parti, örgüt, cemaat, tarikat liderlerinde, sivil toplum başkanlarında; Ankara’da  İstiklal Mahkemesini kurduran, Takrir-i Sükûnu çıkaranlarda,  darbeler yapanlarda;  İstanbul’da  istibdat dönemi Sultanı II. Abdülhamit’de,  Enver Paşa , Talat Paşa’larda ; dewa ma Kasman’da İbrahimé Talo,  Badan’da Memilé Talo,  Zengel’de Velié Ağé’da ,  Cibranlı Hüseyin ağa’ da  Hamidiye alayı komutanlarında da  siluetini  bulmuş onlarca Sultan, İmparator, Paşa’ın;  Hitler, Mussolini, Franco’nun; Stalin,  Saddam, Evren’nin; Trump, Putin,  Erdoğan’ın  yönetimlerinde, yaşananlarda   somutlaşan  distopyalar yaşadığımız dünyada yanı başımızdayken  Brave New World’e, 1984’e,  Fahrenheit 451’e… , …,  bakmaya, okumaya  ne lüzum ?  ütopyaların hüsranı  distopya  dünyasında başı çeken ülkesi Türkiye Cumhuriyetinde  de; ancak distopya  romanlarında karşılaşılacağını düşündüğün; bariz  şekilde yanlışlığını bile bile   zevk için  ya da kendilerinden olmayanlara yapılan işkencelerin, vahşetin, katliamların  daha, daha  çoğunu isteyen; yığınlar,  kalabalıklar;  “gücü  gücü yeten”in  hayatı dar eden  nefretiyle kamplaşan,  çeteleşen ; tehcir yolunda  Ermenileri  öldürerek kurda kuşa yem bırakan;  “sokaktan birkaç yüz kişi topla, kapıdan çıkarken linç etsinler” dediğinden habersiz Nurettin Paşa’yla görüştükten sonra dışarı çıktığında kumandanlık karargahı önünde toplanan ahali tarafından linç edilen kafası çekiçlerle,  taşlarla  kırılan Ali Kemal’in çıplak vücudunu o halde,  ayaklarına ip bağlayarak  sokaklarda dolaştıran; Dersim   tertelesinde “Adamları vurduk, vurdular. Şimdi şöyle kol kola taktılar. Şöyle kol kola taktılar beş yüz, alt yüz kişiyi ağır makineli tüfeklerle şöyle öldürdüler. Harçik ırmağına koydular, ırmak kıpkırmızı aktı….”yla  katlettiklerinin  cesetlerini  Pülümür, Munzur Çay’ına atan, 6/7 Eylül 1955’de  İstanbul’da gayri Müslimleri kafalarına sopalarla vurarak öldüren; Malatya, Çorum, Kahramanmaraş  çarşılarında  işyerlerini tahrip ettikten sonra oturdukları  mahallere yürüyerek  Alevileri katleden;  Sivas’ta   Madımak otelinin etrafında  toplanıp 37 insanın yakılmasını   ‘ya Allah bismillah ‘ tekbirleriyle alkış , ıslık tutarak izleyen; Roboski de bombalanan çocukların  battaniyelere sarılı  cesetlerine bakıp  “iyi oldu”yla  sevinenlere   bakıp da  ‘ nasıl insan bunlar…yok yok insan olamaz ‘  demeden önce bi durun! şöyle bir etrafınıza bakın, hali hazırda şiddeti, işkenceyi  yücelten,   güçlünün, zalimin  safında yer alan  fırsatını bulduğunda sizi de  çiğ çiğ yiyecek, arkalarında  bıraktıkları   hep  de kazandıkları hikayelerin kahramanları  olan (cak) bu  insanlarla  ‘güzel bir yarın mı ? ‘bu şans varken bende kim kaybetmiş  ki bulayım? beraber yediğin, içtiğin kardeşin seni mahvetmiş, almış elinden ne var yoksa , bana kardeşin yapmış el yapsa çok mu?başkasına ne diyeceksin? gülecek olsaydı kader, babam öldürülmezdi’   umutsuzluğunda  yanı başındakilere de sürekli ne yaparsa yapsın  hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini ima eden ‘acaba  daha kötü ne  olacak?  ne…  ne gelecek  daha başıma (ıza)…’  karamsarlığındaki  anneni, teyzelerini, Belkıze’yi,  Akçik’i, Lara’yı, Liza’yı , Bejna’yı , Haldun’u çarkları arasında  ellerinde hiçlikten başka bir şey bırakmayacak  kadar un ufak eyleyen onlarca distopyalının arasındasın ya    daha ne olsun, ötesi  var mı ?  Bak anne!  ütopik toplum anlayışının, bireyin  anti-tezi olarak ilk  John Stuart Mill’in kullandığı,  halihazırda bütün gerçekliğiyle yaşanmasına karşın, şaşırtıcı olmayacak şekilde içinde bulundukları ortamı  idrak edemediklerinden… etmek istemediklerinden mantıksızca  romanlarda, filmlerde, sanatta, edebiyatta  izini aradıkları   distopya da, distopyalılarla beraber  yaşaya yaşa; sen, ben, hepimiz  sonunda distopik kişiliğe sahip   oldu(ruldu)k’  desen şimdi, şu ân, bu sözlerinin anlamı bilemeyecek  annenin, sen konuşmaya başladığın andaki yüz halini gözünde canlandırman ister istemez dudaklarına mühtezi  gülümseme yerleştiriyor ‘eroo o nedir ? ne demektir? yeni bir şeydir, disi? pisi..oko..valla anam bir o eksikti beni bulaştırmadığınız, onu yaparım, ondan da olurum; ben deliyim, ben hastayım siz çok akıllısınız ya dediniz… dediniz kalktım  gittim Kurtuluş’taki Kanser hastanesine psikiyatriye, anlatım’–’ ne anlatmıştın anne?’–‘ çocuklarımın…kocamın  bana yaptıklarını.Bana sinirli dediğinizi , ruh halimin iyi olmadığını söylediğinizi anlatıp  ‘bana ilaç ver dedim’ – ‘ o da sana  bakıp git evine  hanım demiş yanlış hatırlamıyorum  değil mi ? Devletin hastanesinde bir doktor hastasına ancak iki dakika zaman  ayırabiliyor, o kadar kısa sürede ne anlattın da doktor  hemen karar verdi?’–’  sen gitsen asabiyeye, psikiyatriye, gelip ne anlattığını bana der misin?’–‘derim anne! ayyy anne derim ne olacak? Ben eminim,  sen o gün doktora  ne düşüneceğini tahmin ettiğinden  doğruyu anlatmadın zaten  psikiyatriste giden hiç bir insan  ilk önce doğruyu  anlatmaz. Sende,  o gün seni oraya götüren nedeni, olayı  anlatmadın  çünkü eve temizlikçi kadın geldi diye sinirlenip, arıza çıkarmak normal bir davranış değildi.Çok iyi hatırlıyorum, bir gün önce kavga etmiştik ben ev kirli kadın alacağım; sende istemiyorum ben yapıyorum işte ,demiştin.Mustafa beyin düğünü, nikahı vardı, benim icabet etmediğim.Zaten ‘ne biçim ablasın, kardeşinin düğününe gelmez mi insan?’ kızgınlığında bana patlamaya hazır bombaydın, ha bugün dahi o nikaha iyi  ki gitmemişim tavrındayım, gelseydim  hala bu yüzyılda  geliniyle  birlikte oturan bir ailede beni ona, o tembel gelinine de  hizmetçi yapacaktın, kanser tedavim devam ettiği halde.Yahu akıl işi miydi  işsiz güçsüz oğlanı evlendirmek?İşi yok işi, geçinmek için parası yok.Onu o halde alan o kıza ne demeli , akıl yok diyemem onda suç yoktu, Karadenizliler de işini bilir, çalışmayan oğlanın altında araba, cebinde para, sevgililer, doğum  gün mü hoop parfüm, çiçek.Ne isterse yerine geliyor kız da bizim züğürdü  zengin sandı aklı o kadar işte.Yahu görüyorsun kendisi kazanmıyor  ablaları cebine para koyuyor, evlensek aynı şey devam edecek, aptallar iki kişiye bakacaklar  diye düşündü nasılsa babasının evi var, yerleşir bir odaya eee ekmek elde…, bir de torun bu salaklar zaten torun, torun diye ölüyorlar, Bella,  Tuna için heder oldular.Onlar bakar, bende o kafe senin bu kurs benim dolanırım.Zaten ablası evlenmemiş, kanser kime bırakacak malını.Soyadı Açıkgöz’dü ya, tam ona uygun ama öngöremediği ben artık kimseye kul olacak halde değildim, bu yüzden nikah olana kadar , sırf kardeşine altın takmamak için nikaha gitmeme kararı alan ama bu kapatmak  için şu anda hatırlamadığım…tamam  Mustafa’nın kocasına iyi davranmadı mazeretini öne sürerek nikaha gitmeyen  Ayşe’de kaldım zira baktım gelinin  çeyizlerini yüklemiş eve getirdi Mustafa, oldu bittiye getireceğini anlayıp ‘nikahı yapar çeker gider Dikili’ye yazlığa asla müsaade etmem birlikte oturmam onlarla, ben eşek değilim ya bunu benim söylememe gerek bile yoktu,  insan bunu talep etmez.Bir yıl gözünün önünde  kemoterapi aldım ne hale girdiğimi gördü, Tamoksifen alacağım beş yıl, yan etkileri beni mahvediyor, bir de evde tanımadığım biri olacak.Anne, babanın, kardeşin düşünmesi ‘ ablam hasta ne işimiz var demesi lazımdı ama o kadar bencillerdi ki .Tabii ben  olmayınca dandini olmuş ev, ,  nikah var kolay mı? gelen, giden. Pişkinlikte arza çıktığından babama ‘burayı bizim üstümüze tapu et kalalım yoksa yazın ailedekiler  tatile gelip gidecekler, bu ev benim sayılmaz  ‘ diyecek gelin, damatla  ev olmadığından mecburen Dikili’ye yazlığa yerleşmeye karar verince bu defa da ‘oğlumu sürgüne yolladı ablası’ diye  bana kan kusturup,  küstüğün için bende nikah sonrası eve temizliğe  kadın çağırdığımı sana söylememiştim. Sabah kapı çaldığında tuvalette olmasaydım…  kapıyı açıp temizlikçi kadına sertçe ‘buyurun’ – ‘ temizliğe geldim’ konuşmalarını  duyunca alelacele neredeyse külotumu çekemeden  yanınıza  yetiştiğimde,  sen kadına ‘boşuna geldin, ben daha dün perdeleri yıkadım,  temizliğimi yaptım git, ihtiyacım yok’ diyordun. Kapıda kala kalan, belki  ömründe ilk defa böyle bir şeyle karşılaşan kadını ‘geç içeri canım, sen anneme bakma’yla içeri aldım.Anne sen ne halde olduğunu görseydin, öfkeli bakışınla gözlerinden şimşekler çakarak öyle  kötü, kötü bakıyordun ki kadına, bana da.Temizlik için gereken  kovayı, yer bezlerini, deterjanı ‘temizliğe istediğin yerden başla’yla eline tutuşturup kadının,  mutfak masasına ellerini koymuş ‘Allahım ! sen bana sabır ver’ la  derin derin nefes alan senin   yanına gelip   ‘anne ! iyi misin sen? Eve temizlikçi  kadın geldi diye  şu yaptığın nedir, nasıl bir davranıştır , bu normal mi  yani ? Yahu,  siz ev kadınları ne kadar meraklısınız hizmetçilik yapmaya. Yani dayım da haksız değil hizmetçi birini, hizmet etmeye alışmış birini, uğraşma hanımefendi yapamazsın demekte. Bırak, kadın evini dip bucak temizlesin işte.Sen otur.Bir kendine gel, sinirlerin iyice harap olmuş, bir doktora falan git, şimdi durduk yerde tansiyonunu yükselteceksin, eve temizliğe kadın geldi diye ’ seni tek başına bırakıp salonu temizlemeye başlamış kadının yanına gitmiş ‘koltukları da silelim’ derken birden dış kapıyı ‘pat’ sertliğinde kapatmanla  pencereye koştum  baktım, takmışsın koluna çantayı, yola revansın ‘‘çok iyi yaptın anne! kadın rahat rahat çalışır’ sevincinde ‘–‘ utan kızım bir de sevindin ‘–‘ya ne yapacaktım? Epey sonra geldin, üstünü değiştirip mutfakta yemek yemeğe geldin ben daha ‘nerdeydin’ demeden  ‘ psikiyatriste gittim’ –  ‘İyi yapmışsın, ne dedi’ – ‘senin bir şeyin yok, git çocuklarını çağır gelsinler, asıl onlar gelsin, Küçük yaşta evlendiğin için çocukların seni anne kabul etmemişler, ciddiye almamışlar ‘  deyince anladım neden sormadan doktora gittiğini söylediğini.Eğer seninle ilgili olumsuz bir tahlilde bulunmuş olsaydı asla söylemezdin, psikiyatriste gittiğini. Üstüne basa basa devam etmiştin ’evet, aynen  öyle dedi. Hem de öyle yeni doktor falan değildi,  yaşlı başlı görmüş geçirmiş  büyük bir adamdı.  Doğru dedi adam, ha ben, ha kapının önünde  it,  o kadar değerim var gözünüzde. Bir şey desem hepiniz  he deyip geçtiniz, dikkate almadınız. Şimdi isterse on psikiyatrist deli desin önemi yok.Herkes yaptığını yaptı,  deli  ben oldum.Çocuklarım çok mu iyi sanki  işte hepiniz  meydandasınız.Şimdi nerden aklına geldi bu mevzu  tövbe… tövbe.’–‘ geldi işte , hoşuna gitmedi değil mi anne böyle anlatılınca , o zaman nasıl acayip  davrandığını anlayınca kötü oldun değil mi? Neyse  balık yaptık ya fırın  kokuyor, gideyim  sirke, karbonat temizleyeyim’ –‘ eree çene Küçükağa  ‘ yavrum suç bende, kimsede değil’  derdi, ablam Ceylan’da ‘bacı, bunların (çocuklarıma) söylediklerine, konuşmalarına  bakıyorum  ya hiç mi iyi bir şey yapmadık, öğretmedik  biz bunlara hayatta diyorum.Kızım, kızım   herkes ne ararsa kendinde arasın’–’ anne! doktor güzel, doğru  demişti de  çözümü yanlıştı’  diyorsun  uzaklaşan annenin arkasından ‘ duymadı bile’, akşamüstüydü birlikte çıktık, Nisan başının soğuğu vardı kaldırımlarda, Topal Osman’ın Ali Şükrü beyi öldürdüğü, muhtemelen Atatürk’ün de Çankaya köşküne yakınlığından  atına atlayıp sık sık gittiği Mühye köyünde,  İmrahor deresi  kenarında bir kır kafesine gittik yürüyerek, bodur meyve ağaçlarının altına serpiştirilmiş kırık dökük tahta masalardan birine oturduk .Oturur oturmaz arzı endam etti  bir garson elinde menü dediği kağıt parçasıyla ‘ bu  nedir? daha  yeni oturduk, kaçacak değiliz, buralarda yeni moda hep böyle yapılıyor, rahatsızlık veriyorsunuz müşterilere yapmayın. Fırsat verin de bir  oturalım,  yerleşelim sonra gelin. Madem geldin,  çay  getir, demli olsun.Yanına limon?’–’taamam ablacım’  garsonun arkasından bakıyorsun ‘ ne gereği vardı şimdi bunları söylememin, yazık çocuğa’ –‘ ama  dediklerim doğru,  müsaade et biri de söylesin ya’ –‘o biri nedense hep sen oluyorsun’ –‘ eşeğim ya’ gülüyorsun ’ baksana sanki kırık bu sandalye’  rengi güneşten atmış kahverengi sandalyeyi, başka bir sandalyeyle değiştiriyorsun ‘oldu, işte. Oğuz, Yıldırım, Serdar’la bazen Kırşehirli Ahmet, Sami’yi de getirirlerdi .Şu ilerde ki yapay göletlerde, derede  balık tutmaya gelirdik. O zaman burası  kazıdıkça toprağı onlarca  yapay gölet meydana getiren tuğla fabrikalarıyla doluydu. Göletler bir nevi bataklıktı, yazın yüzmek için  atlayan az   genci yutmadı’ –‘ Ahmet dedin de annemin çeyrek asırlık takıntısı.Şaşırma bir babası ölmeseydi , okusaydı hayatının çok daha güzel olacağını söyler durur bir de Ahmet’in nasıl dört tavuğunu öldürdüğünü.Arkalı önlüydü ya bizim gecekondular, evler arada bir çit var yok, bostan ekiliyor tabii tavukları kontrol mümkün değil, gezen tavuk ya’–‘ Allah iyiliğini versin, bütün tavuklar gezdiğinden bizim zamanımızda böyle bir ayrım yoktu değil mi?’–‘İşte annemin tavukları da onların bahçeye giriyorlar, sebzeleri didikliyorlar.Bu Ahmet’te   evde konuşuluyor zahar anneme ‘tavuklarınıza sahip çıkın ‘diyor. Bacak kadar velet . Annem de, kadıncağız ne yapsın hep kümeste kilitli tutacak değil ya tavuklarını, bir gün  bakıyor ki dört ya da beş tavuğunun cesedi bostanda, sebzeler arasında.Ne zaman öldürdü nasıl öldürdü bilmem, attık tavukları çöpe ama taş attı bence ya da boğdu , kan vardı başlarında.Kine bak ya, o yaşta , çocukken dedi annem yıllarca ‘ona sakın güvenme o benim tavuklarımı öldürdü’ karşında  Elmadağ ‘daha apartmanlar kesmediğinden önünü  yazın bile Elmadağ’dan esen  rüzgar yüzünden üşürdük mahallede’ montuna sarılıyorsun ‘Erciyes bakkaldan aldığımız birkaç şişe bira, ucuz  Çubuk şarabı alırdık. Dedem diyordu ki Atatürk atına atlar  kaymak yoğurdu yemek için  sık gelirmiş buraya bence şu derenin kenarında  oturup  demlenmiştir de’–‘kaymak yoğurdu? Çömlekte yapılan, manda yoğurdu mu acaba?’–‘ Bilmem, ama meşhurmuş.Mangal  yakardık balık, bıldırcın, güvercin, yaban ördeği,  ne avladıysak…’–’güvercin mi, o güzel kuşları da mı?’–’ hiç yedin mi? eti  güzeldir, öyle buruşturma yüzünü’– ’ Oğuz, fazla tutunca arada eve de balık, Sazan getirirdi birde bıldırcın. Ama ben tadını sevmedim. Temizlemek zordu pulları  çoktu Sazan’ın,  hep onu getirirdi  başka balık yoktu galiba’–‘ Alabalık da vardı ama çok değildi. İnsan inanamıyor değil mi? şu SİNPAŞ bloklarının yükseldiği, tuğla fabrikaların Paintball  sahasına dönüştürüldüğü, onca kır kahvesinin, Aguaparkın  bile açıldığı, bisiklet yollu   bu yerlerin  çocukluğumuzun, on onbeş haneli badem, vişne, Ankara armudu ağaçları, çalılar, böğürtlenlerle  ve de onlarca köpek, tilki hatta kurt’un  bile görüldüğü   o  köy  olduğuna’–’ haklısın, bizim Mühye’mizden   geriye kalan tek şey  Çankaya belediyesinin  barınaklarını inşa ettiği o köpekler kalmış. İllaki peşimize bir köpek düşer kovalardı hele de kışın  ne korkardık, aç  tilki, Kurt gelecek mahalleye diye. Gelirlerdi de,  geceleri seslerini duyardık.  O kurtların, tilkilerin torunları bilmez bile böyle bir köyün olduğunu’ –‘komiksin ya. Açgözlü, gri betonlu Ankara yuttu  her yeri; yeşil  Mühye’yi de.’–’ben hiç kurt görmedim de tilki gördüm. Bizim kümese dadanmıştı. Daha  Sancak, Hilal diye iki  mahalleye  bölünmediğinde Yıldız’da hazine  arsalarını kapatan, Ankara’ya göç edenlere, babalarımıza satan sonra da  emlakçılık yapmaya başlayan,arabalarda, eşeklerin  üzerindeki heybelerde,  süt, yoğurt, sebze, meyve armut, elma , vişne , biber, domates  de satan iş bilen  Mühye’lilerin neredeyse tamamı;  belediye  imar geçirince mahalleden  hiç beklemedikleri  anda gayrimenkul zengini,  milyoner oldu.Turan Güneş Bulvar’ında en fakirinin en az  beş dairesi var, çoğu taksicilik yapıyor şimdi.’–‘O zaman biri söyleseydi kimse inanmazdı   o çalı , çırpı, taş, çöp dolu arsaların  gün gelecek de sahiplerini  trilyoner edeceğine. Acayip, bir rant kapısı hiç emek harcamadan hazine arazilerinin yağmalanmasına . iktidarların istisnasız hepsi  Demirel’i, Ecevit’i, Erbakan’ı, Evren’i  Özal’ı izin verdi.Seçim öncesi mahallede onlarca temel atılır, bir haftada onca  ev yapılırdı, gece bile çalışırdı ustalar. İktidarlar izin verir tabii imara açılacağını önceden bilen başta belediye başkanları, askerler, bürokratlar,  belediye meclis üyeleri  az mı kapattılar arsaları, halk bir aldıysa onlar beş aldılar‘–’ Keşke bizimkilerde para olsaydı, alsaydılar bir iki arsa şimdi….ooooo, yan gel yat, kira parasıyla mis gibi geçin ama o kadar çocuk, devlet  memuru bir baba; karınlar zor doyarken arsa alacak para mı vardı, hal yoktu, hal ’ garson çocuk çayları yenilerken bir yaprak süzüle süzüle gelip yüzüne çarpıyor ‘bak ta tepelerden, ordan… Elmadağ’dan geldi’ yerden alıyorsun  uzun uzun bakıyorsun, belli yeni doğmuş küçük bir yaprak öyle taze ki elini yeşile boyuyor, yaşlı bir insan gibi  ölmeye yakınken güzde, sonbaharda belirginleşen kahverengi damarları yok daha, seçemiyorsun, uçlarında  batan güneşin kızıllığı;  zorluklardan, işsizlikten, bu kış   10 TL’den  aşağıya düşmeyen portakal , mandalina fiyatlarından, arkalarını koruyan dayanacakları  makam, mevki sahibi birileri olduğunda insanların nasıl bir anda iş güç  sahibi olup, zenginleştiklerinden,  Kürşat Ayvatoğlu’ndan, Ümitcan Uygun’dan,  Brooklyn Beckham’la evlenen  Valentino imzalı özel tasarım gelinliğine bayıldığın Nicole Anne Peltz’den bahsederken ‘geçenlerde bir yerde bir kelime okudum altına imzamı atacağım “nankörlük, sevginin mezarıdır.” Harbi öyle, hayatıma bakınca, aile denilen  sevgi mezarı nankör kurumdan senin Oğuz’ –’düne kadar arkadaşına toz kondurmuyordun şimdi benim mi  oldu? neyse eee benim Oğuz’–’ nasıl da değişti evlendikten sonra, o çocuk gitti başkası geldi, ne paracıymış, cimri ki ne cimri, insan inanmakta zorluk çekiyor askerde bana para yollayanla aynı kişi mi diye’–’ bizimkilerin hepsi öyle, paracı, para biriktirmeyi seviyorlar, babam da öyle. Benim bir büyük  dedem varmış Memile Talo diyorlar, malı mülkü çok.Geçenlerde bir akraba (Ağaé Halité Mehmeté Müminé ) dedi ki babanın dedesi Memil çok şefkatsizmiş,   Zengel’de oturan  amcaoğlunun( Müminé Resulé) evine gidermiş, diyordu gelince öyle zorbazılık yapıyordu, o kadar da olmaz  sen korkuyorsun benden mal ver bana diyormuş. Amcaoğlunun evinde (çe Müminde)  ne görse istermiş, süt, yağ, peynir ‘verin dermiş’ niye diyenlere de ‘benden korkuyorsunuz?’ eşkıya ya. Mantığa bakar mısın?’ şimdi diye düşünüyorsun konuşurken çe Mümin , Müminé Resulé; Resul’ün oğlu Mümin diye konuşsam, bilmediğinden bizim oraları kafayı yedi der mi acaba? ‘Oğuz,  ben ablasıyım benden otobüs biletinin parasını aldı’–’yapar, şaşırmam’–’ yapar ne demek, yaptı, kızına otobüs bileti almış, İzmir-Ankara.Kız da yazlıkta biraz daha kalmak istedi’–’ sahi kızı ne yapıyor şimdi, çalışıyor mu?’–’ Can’ın ölümünden sonra hiçbiriyle görüşmüyorum.Akıllı kızdı. İTÜ Uzay’ı bitirdi, TUSAŞ‘da çalışıyormuş, İstanbul’da ev tutmuş bir rezidans da bir oda salon, babamla görüşüyor Oğuz,  ordan biliyorum. O da babanın yolunda daha şimdiden 10 bin dolar biriktirdim diyormuş.Neyse o yaz tatilinde birlikteydik, Dikili’de, benim izin bitmek üzereydi,   İrep  biraz daha kalmak isteyince bilet açığa çıktı, ‘nasılsa gideceğim, ben kullanayım’ tamam. Ankara dönüşü işyerine uğradım.Daha Bankanın İzmir caddesinde ki yerine taşınmamıştı  benim Bakanlığa  yakındı işyeri, Atatürk Bulvarından Meşrutiyet caddesine dönüşte tam köşede Kök İşhan’nın üst katında, terası geniş, yepyeni  çok güzel bir büroydu.Ayyy kime anlatıyorum, sen ordan çıkmazdın ki ’– ‘evet ya, Kalkınma Bankasının merkez binasında yer ayarlanmadığından borsa bölümünü oraya taşımışlardı. Borsa  bir nevi yasal kumar, severdi kumarı, o yüzden işine dört elle sarılmıştı, stresli bir işti borsa müdür yardımcısı olmak.Başında saç kalmadı.Milletin parasını, portföyü yönetmek ooooo…İçimizde adam gibi işi olan bir o, Oğuz vardı,  mahallenin çocukları hepimiz işsiziz’.. O arada  mahallede sık sık annenle karşılaşıyoruz yine beni görünce  ‘Haldun ! eree sen niye böyle boş, boş geziyorsun. İşe girmiyorsun oğlum’ – ‘Turna teyze, göreceksin en kısa zamanda işe gireceğim’  başını iki yana salladı  ‘ahaaa, sen işe gir, bende buraya yazıyorum, burdan sizin eve koşup geleceğim ‘ O günlerde bankalar borsa da işlem yapan, salonda seansları  takip eden müşterilerine temsili ağırlama gideri kaleminden ikramlar da bulunuyorlardı, içki ikramı yapan banka da vardı.Borsa da oynayanların  çoğu  emekli albay.Kulakları da delikti onların,  yok muhtıra verilecek,  yok hükümet şu kararı alacak diye önceden tüyo alır ona göre oynarlardı; hisse alır, satarlardı. Biz açız, işsiziz  öğlene doğru  Oğuz’un yanına gider yemek yerdik, çay kahve, meşrubat, cola da  bedavaydı.Maşallah baban da her öğlen ordaydı, Oğuz’un yanından çıkmıyordu’–’biliyorum hepiniz ordaydınız, bedava yeme, içe kaçmaz.Dikili dönüşü Oğuz’un  yanına  gittim,  karşısına oturdum ‘hoş geldin, bizimkiler ne yapıyorlar’ muhabbetinin orta yerinde çantamı açtım, cüzdanımdan 15 TL çıkardım   ‘bu  bilet parası’ ; ‘ya, olur mu hiç ? ne olmuş alt üstü 15 TL kalsın’  demesini beklerken aldı parayı elimden cüzdanına koydu. İhtiyacı var mıydı? yoktu,  borsada kaldırmıştı kaldıracağını, babam hep diyordu ki’ oğlum! Hep kendinesin azıcık da bize kazandır. Ne olur.Oğuz bu işini iyi bilirdi’–’ sizinkiler, yani sizin evde yetişenler  yaralı parmağa işemiyorlar.Senin, o gazeteci enişten de öyle, çok matahmış  gibi  bir üstten bakma; küçük dağları ben yarattım klibinde oynayan.Sanırsın  Watergate Skandalını ortaya çıkarmış Washington Post muhabiri  Bob  Woodward,  Carl Bernstein, o zaman  Google falan da yok, adamlar kütüphanelere gidiyor, sağa sola danışıyor, araştırıyor,  soruyor buluyorlar gerçeği , bugünde biz hala “öyle gazeteciler  varmış ha!  kaldı mı onlardan ?” sorusunu soruyoruz üzülerek.’–’memlekette   şu andaki gazetecilik anlayışı ‘ öyle bir şey dedi ki….ünlü manken frikik verdi… Mine Tugay’ın pozu sosyal medyayı salladı… Esra’dan Hülya Avşar’ı kızdıracak sözler…Sıla’ya hapis şoku…sevgilisini dövdü…ünlülerin makyajsız fotoğrafları, çocukluk halleri…  başkan belgeleri vermedi, ayrıntıları bilmediğimizden yazmadık’ın ötesine geçemiyor.Kendine “gazeteciyim” diyene onlarca kez izletilmeli  All The President’s Men- Başkanın Bütün Adamları, ne acayip bir filmdir;o ’–’ okyanus ötesine gitmeye de gerek yok bizde de vardı  şimdikinin sağlcı, solcu resmen yandaşlıkta objektifliğini kaybetmişlerin kıyısından geçemeyeceği Uğur Mumcu, Abdi İpekçi’yi sayarım’–’ o camia da, medya dünyasında mütevazilik diye bir şey yok.Hayır  hak etseler kurum, kurum kurulmayı  bir şey denmeyecek.Onlarda oldu iş adamı gibi  iş gazetecisi,cep doldurma peşinde ya bir kere  rica da bulundum gazeteci enişteme, Cem’e ’Irep, parlak bir öğrenci , Oğuz gıdım gıdım para yolluyor, bir burs ayarlasan onca ilçe belediyesi CHP’nin elinde, Beşiktaş belediyesi de burs  veriyormuş ‘ – ‘ yapsam oğluma ayarlarım ‘  . Düşün adam  bütün medyanın başı, kurul üyesi ,dediği laf bu .Gözü doymuyor, hoş kızını da öyle okuttu, varsa yoksa kendisi, çocukları .Boş ver, konuşmak istemiyorum daha fazla,  kapatalım mı bu konuyu ?Karanlık basacak, kalkalım mı? ancak gideriz’le  başka bir konuya dalış yapıp  konuştukça… dinledikçe kişinin başkasının hayatında, hayatını kaybettiği anlarda  ‘ne parsan yap, kiminle nasıl , ne tür ilişki kurarsan  kur yalnızlıktan, çaresizlikten kurtulamıyor insanoğlu’ –‘ bence Aldous Huxley  doğrusunu yazmış “amaçsız çocuklar için sinekler neyse, biz de,  tanrılar için oyuz; eğlenmek için bizi öldürüyorlar” dedin sende ama sen ???  bugünde,   bu dünya da, yanımda değildin ki Haldun ? korkma ! daha aklını yitirmedin, ölüleri mezarından getirip  konuşturarak  distopyanın alasını yaşatırken  kendine, dışarıya verdiğin “ben iyim ”  nasıl da altı boş bir izlenim  yanında biri olsa düzeleceksin gibi geliyor ama artık bunun öyle olmayacağını da biliyorsu, yanında huzur bulup, değer verdiklerden onlara gösterdiğin,  yaptığın davranışların aynısı senden esirgeyerek  başına getirdiklerini, arkandan söylediklerini  gördükçe yaslanacak birilerini arama diyorsun, asıl sorunlar o zaman başlıyor,  ondan sonra geliyor acılar da;  ne giden geri geliyor,  ne de kalan kadir kıymet biliyor üzerinden TIR gibi geçirilen  hayatın da devam ediyor,  günler  geçtikçe de  başlangıçtaki o güzel duygularını, iyi niyetini  yitiriyor…mezarsız gömüyorsun kendini, ölen kalbin  saldırı zırhını kuşanıyor,  herkese , her şeye temkinli yaklaşarak eriyorsun, yok oluyorsun mütemadiyen. Belki de o yüzden geçmişe dönüyorsun, sana zarar vermeyeceğini bildiklerin yanında olsun  istediğinden, yaşıyormuşçasına   konuşuyorsun  Haldun’la hepsi bu. Hepsi bu mu?Evet hepsi bu. neden her şeye farklı manalar yüklemek, her şeyin ardında başka bir şey aramak  için çabalıyor ki insanlar? Bazen, çoğu kez her şey göründüğü kadardır, bazen  o kadar bile değildir.Vayy…vayyy,  nasıl bir cümle kurdun böyle, vurucu. Hayır cidden gerçek bu, şimdi şurada bir kadeh atsan yeriydi, ne   güzel olurdu.Maşallah o kadar pahallı ki içki,  bu AKP’nin, Erdoğan’ın  en büyük faydası   herkes kimyager   oldu çünkü insanlar içkilerini kendileri imal etmeye başladı.İçki damıtacak  tertibat kuramayacağıma göre tek yapacağım şey  YouTube’da rastladığım  “Hayvanların Tekel Bayisi; Marula Ağacı”  videosundaki  şu filerin haline bak! vicdansızlar azıcık da insanlar bırakın” dedirten görüntüler  sonrası yarım günümü alan araştırmacı gazetecilik sonunda şu an fidesi 620 TL’ye satılan,  %17 alkollü meyvesini  yeni dünyaya benzettiğim dünyada en fazla tüketilen ikinci likör  Amarula’nın hammaddesi   Marula ağacını  dikerek evimi ücretsiz bara dönüştürmek olabilirdi.Dostum unutma Marula tropik ülkelerde yetişen bir ağaç.Ankara iklimi uygun değil ,  yine de denenebilir getirtip ekesim var , bakarsın   tutar da devletin  bundan da içkiden aldığı ÖTV’yi alma ihtimalini yabana atma? En önemlisi de  Marula yiyerek sarhoş olunduğunda  yine de Allah günah yazıyor mu? Hey kurbanın olduğum Rabbim eğlencenin dibine vurdurmak için her olanağı önüne koyduğun kullarını   sen neyle sınıyon ? Kuran’ da içkiyi yasakla sonra böyle alkol bombası ağacın varlığına izin ver ! ne edeyim? ne diyeyim?fırını temzilediğin sirkeye karışan  balık kokusu genzini yakıyor   ‘balığı dışarıda yiyeceksin, evde yapınca kokuyor işte. Halbuki fırın balkonda, buna rağmen koku eve giriyor.Dışarıda yaptırmak akıllıca.Ver siparişini pişirsin eve getirsin  ama ne yağı kullanıyorlar bilmiyorsun ki? nasıl ki tatlılara mısır şurubu koymaktan çekinmiyorlar, Allah bilir kullandıkları ucuz palm  yağıdır kuşkusunda  şu Tiflis caddesinde yeni açılan Dalyan balıkçısına ‘Ben yağı evimden getirsem onunla pişirseniz  olur mu’ derken göz attığın  mutfaktaki o  tavalar neydi öyle kapkara, zehir saçıyordu resmen. Türkiye burası ne hijyen, ne bir şey kimin umurunda karın doyurmak peşinde insanlar.’Çene Küçükağa hiç sevmezdi balığı, kokusundan nefret ederdi.Dayınlar deré  Mengelî’de tutup  getirirlerdi, kızardı yine de sac da tereyağında pişirirdi, tabii oğlu isteyince akan suyu durdururdu.’ nun ardından söylediği herkesin  gururla söylediği  büyük  yalan ‘ beklentim yok’ cümlesine sığan onca beklenti orta yerdeyken ’  hiçbir şey beklemezdik  baimden biz kızlar, elimizi tutmasa,  bir derdimize derman olmasa da hakim abimin varlığı yetiyordu biz kızlara; öl dese ölürdük,  öyle bir sevgi besliyorduk  karşılıksız, hiç bir şey beklemeden.Onun için  kötü bir şey dese biri  ondan önce ağlardı  kalbimiz. Abim için  Türkeş’in kirvesi, faşist  diyorlardı öyle üzülürdüm ki. Yazık bir gün bize geldi, o gün amcaoğlu  Alié Ekberé  Hüseyiné’de bizdeydi, elini öpmek istedi vermedi  ‘merhaba abi’ dedi  tek kelime konuşmadı, o da ne yapsın baktı ortalık iyi değil  ’abla ben gideyim’ dedi, kalktı,  gitti.Abim o gidince  döndü bana  ‘ Mehmet Şerif, tek benim babam mıydı? Niye sahip çıkmıyorsun ? Abisi Selim, kendisi de,  sabah akşam küfrediyorlar babama.Sen Ali Ekber’e hizmet, azat, olur mu bacı?’–’ abi, bunda Ali Ekber’in  suçu ne? Şimdiye kadar ben, onun ağzından babamla ilgili bir şey duymadım’–‘ senin yanında babana atıp tutar mı? Abisi Selim’den farkı yok bacı, bunu bil’ Abimin dediği doğru çıktı, o da abisi gibi çok  ağır sözler söyledi sonraları babama.Abim  öldüğünde   tabutunun başında saygı nöbeti tutanlardan birinin  amcam oğlu Ali Ekber olduğunu görünce…ey okuyucu tam bu satırda Thomas Bernhard’cımın “Kireç Ocağı”  kitabındaki yazım stilinden esinleceğim….(dört nokta kullancağım ben)

….ailede biri öldüğünde sevilmese de,  hiçbir ilişki kurulmasa da, arkasından, önünden  onca söz söylense de   ‘üzülmez miyim’ ? ne olursa olsun akrabamdı, kanımdandı’ yasının ağırtlaştırılmış müebbete döndürüleceğini bildiğimden,  yanına gidip  ‘ (annemin bütün amcaoğulları dayı, kızları  da teyze diye tanıtıldığından)  hakim  dayım için  söylediklerini duydum, düşündüklerini biliyorum.Bu kadar iki yüzlü davranmak, yakışıyor mu devrimciliğine’ …

….  yine de  yanına gidip  amca oğlu Ali Ekber’in bir şey demedim, kıyamadım amcam oğluna. Abimin  çok günahını aldılar, dediler…dediler ne demediler ki ? Kulağına gidince  ‘niye  ben?  iki oğlunu Türkeş’in önüne atan, kirve yapan  AP senatörü  dayım  Arifé Hikmeté Hasané Alié, Türkeş’in ona araba hediye ettiğini bile  söyleniyor.Abim a o senatör dayıma çok benzerdi, ikizi gibiydi. Zaten bu Mala Fero(an)lar  hep böyledir,  aralarından biri sıyrılmaya görsün ilk onlar, önünü keser, dedikodusunu yaparlar. Kim ne derse desin,   ne yazarlarsa yazsınlar  Hormeklilerin hiç birisi  babam gibi nam salmayacak.Nitekim pek çok akraba babamı taklit edip aynı türde  kitap yazdı.Bunlardan biri  Mehmeté Halité Alié ( yüz sayfalık) “Yetmiş Beş Senelik Derbeder Bir Hayat Hikayesi “ , diğeri  de  “Kaderimle Baş Başa “ kitabını yazmış amcam Hasané Alié’ydi.  Yazdılar da ne oldu ? O kitaplar  babamın ki  kadar konuşulmadı çünkü babam o zamanda  akıl edilmeyeni düşündü, yaptı; bir  kitap  yazdı.Benim için keşke yaşasaydı  da faşist olsaydı.Etrafımız da yüzlerce faşist var,  ne oluyor? Faşist diye kim öldürülmüş, horlanmış, yüzüne bakılmamış? Babama faşist, hain  diyen PKK’ lı lar, akrabalar   bütün faşistlerin,  Deniz’leri, Erdal’ı asanların karşısında da benim gibi bir garibanın karşısında oldukları  gibi, bana davrandıkları gibi  böyle şahin kesilselerdi ya’yla   sinirlerinin  tavan yaptığını görünce  ‘sakin ol anne ! kendince  haklısın da  PKK  seni karşısına alıp dinler mi?’ – ‘ne dinlemesi? eree dinlemek nedir, kanımızı içseler doymazlar.Hakim abimi ellerine  geçirselerdi…???? Çene Küçükağa  boşuna mı haber yolladı oğluna  ‘ölmesini görmektense…hiç görmemeye razıyım, gelmesin buralara… Alié  Haydaré Mehmeté Halité gibi öldürürler. A o  muhtar Çelik’i  de ihanet etti, hain  diye öldürmediler mi? Herkese hain demek moda olmuş.En yakını  Binbaşı Kasım –Şeyh Said’in bacanağı, Kürt İstiklal ve İhtihsâl Cemiyeti’nin (Azadi) lideri Cıbranlı Halit’in eniştesi– ihanet etmiş Şeyh Said’e ama memlekette, Doğu da herkes ak kaşık  bir babam hain, babam faşist, ihbarcı  öyle mi ? Sonra babamın hainliğini ispatlasan ne geçecek eline, ne değişecek –tek gün Kürdistan lafını ağzına almadığı halde varlığını kabullendiği–   Kürtler hep birbirine hain değil mi? Annem hep derdi   ‘çene ma, kızım, güvenme Kürtlere, yüzlerine güler, birbirlerini arkadan vururlar.’ ….

….İçine nasıl oturmuş, nasıl da rahatsız etmişse babasına dair söylenenler, yazılanlar nasıl aklayacağını, ne diyeceğini , yapacağını, nasıl savunacağını  bilemeyen annem;  soğuk savaş boyunca CIA’nin  desteklediği Çehov yayınevinin George Orwell, Henry Miller, T.S.Eliot’un eserlerini basmasına, dağıtmasına önayaklık ettiğini;  Ian Fleming, John Le Carre gibi  pek çok yazarın, gazeteci, televizyoncu,  sanatçının (Milton Beardon), yönetmenin, şirket yöneticisinin (1991-2001 yılına kadar  CIA için çalıştığını açıklayan CEO Ed Hale ) ülkelerinin istihbarat örgütlerinde çalıştıklarının  sır olmaktan  çıktığı bugünün dünyasında;   vatanın ve milletin bekasının her şeyden önce geldiğini savunan  ideolojilerin ‘her şeyim feda vatanıma, milletime’ noktasına çektiği insanlar arasında,  ülkesinin  istihbarat örgütünde( MİT, CIA,  M16, KGB ) çalışmanın revaçtalığını  bilseydi ne kadar da şaşırırdı diye düşünmeden edemiyorsun. Boşuna “Hollywood’u,  filmlerini izle, CIA’yı tanı” dememişlerdi;  USA devletinin belirlediği  aralarında sadece komünist parti üyelerinin değil  eşcinseller, alkoliklerin, muhaliflerin de yer aldığı 205 kişilik  kara  listeyi elinde sallaya sallaya televizyonda gösteren, Kızıl Tehlike teriminin mucidi senatör Joseph McCarthy ‘den esinli McCarthyciliğin;  cadı  avının 1940-1950’li yılların sonuna  kadar  sürdürülmesiyle   Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesine ifade veren   Larry Parks ,  Elia Kazan gibi yönetmen  ve oyuncuların  Leo Townsend, Richard Collins gibi pek  çok sanatçıyı “Komünisttir, Sovyet Ajanıdır’la ihbar etmeleri, Albert Einstein’a , Orson Welles’e kadar Sovyet ajanı suçlamaları ile yaşam alanları daraltılan,  zorlaştırılan onca bilim adamı, yazar ve  sanatçıya – yapabilseydin  arkanda bırakacağın  intihar notunda  “affedin” hariç “beni affedin, daha fazla katlanamıyorum”lu  aynı kelimeleri yazacağın– Jean Seberg’e yapılanlar;  ihbarcılık, ajanlık  illaki insanların hayatını  karartacak  faaliyetlerdir  aksi mümkün  “değildir”i  de sonsuza dek beynine kazıtacaktı.

….bazı şeyleri sevmek için  bir  sebep olmasına, bulunmasına,  bir şey yapılmasına gerek yoktur ‘sırf isminden dolayı  bir şey, bir insan sevilir,   bir film seyredilir,  bir aktris   için sinemaya gidilir mi ?’nin cevabıydı işte;  belki de o iki kelime çoğumuzun  hayatının özeti falan değil tamamı olduğundan “ Günaydın Hüzün -Bonjour  Tristesse”de siyah beyaz perdeye düşen gözlerindeki hüzünlü ışıltıyı  ortaya çıkaran kısacık saçlı ay parçası Jean Seberg’in giydiği kısa pantolonlarla  moda ikonluğu  değil; beyaz çarşaflar içinde ağzından eksik etmediği sigarası,  şapkasıyla, Casablanca ‘daki  Humprey   Bogart’a özenen –ismi  bir filmi ancak bu kadar güzelleştirebilir diyerek  filmi Türkçeye  çevirene  şüphesiz ki  ömür boyu minnettarlık ödülünü  hak ettiren–“Serseri aşıklar (A bout de souffet) ın  dengesiz  Belmondo’suyla sohbette  güzelliğini sigara dumanı arkasına saklamaya çalışan ama doğruluğuna inandığı düşüncelerini korkmadan savunmasıydı, seni etkileyen; insanı “kör  kuyularda merdivensiz bırakan” kırılganlığına yenik düşen   kadınlığında. Hollywood’a   geldiğinde  Che Guevara’yı destekleyen   Marksist-Leninist, ırkçılık karşıtı “Black panther (kara panterler) örgütüyle”  ilişkilerinden, aktivist kişiliğinden  rahatsızlık duyan koca USA’nın, koca  FBI  ve CIA’yesine  Carlos Fuentes’ten  hamile kalması  hakkında  kumpas kurmaları için  aradıkları fırsatı verecekti. FBI  başkanı, tetikçi, ırkçı  bürokrat  J. Edgar Hoover “sarışın beyaz ırk (aryan) olarak Kara Panterler ile arkadaşlığı ırksal ihanettir ve kabul edilemez…” diyerek Seberg’i itibarsızlaştırma hareketinin emrini verecek, bebeğinin babasının kara panterler üyesi Raymond Hewitt’ olduğunu dedikoducu köşe yazarı Joyce Haber  eliyle  Los Angeles Times, Newsweek gibi büyük yayın organlarının ilk sayfasında haber  yaptırtacak,  kocasının bebeğin kendisinden olduğunu  açıklamasına rağmen dedikoduların önüne geçemeyen  aşırı hassas  Seberg de yaratılan   psikolojik baskıya dayanamayıp  erken doğumla dünyaya getireceği  bebeğini  2 gün sonra kaybedecek, gömmeden önce açık tabun içindeki  ölü bebeğini beyaz tenini  görmeleri için gazetecilere doğru kaldırıp “bakın işte, beyaz” diye bağıracaktı. Bir  kadının…bir insanın ölü bebeğinin ten rengini sergilemek zorunda bırakılmasının acımasızlığı bir yana nasıl bir duygusal çöküşe sebebiyet vereceğini düşünmeyi bir kenara  bırakıp, özgürlükler ülkesi methiyelerine nail Amerika’yı  yönetenlerin  daha Güney Amerika’ya, Şili’ye, Arjantin’e,  Guantanamo’ya, Vietnam’a, Ortadoğu’ya  el atmadıkları zamanlarda,   Amerikan halkının bekası için Kızılderililere,  kendi vatandaşlarına ne denli gaddarca, faşizanca saldırdığını, davrandığını  ( Rosenbergler) görünce, okuyunca insan, hâlâ nerede yaşarsan yaşa, ırkçı faşist statükonun, müesses nizamın hedefine koyduğu insanların hayatlarını; ne yapıp, edip  çirkin dedikodular, iftiralarla bir daha  toparlanamayacak parçalara  ayırmakla alamadıklarında rahatlayamadıklarından   hınçlarını  ancak– muhaliflerini, onca  insanı ;Rosa Lüksemburg,  Martin Luther King, Sabahattin Ali, Uğur Mumcu, Turan Dursun, Hrant Dink’i –  öldürtünce, hayattan koparınca  aldıkları  bu  dünyadan korkmak lazımın, bir insanın hayatının mahvının  kolaylığının  kanıtlarından biriydi ;  Romain Gary ‘in  “ne değiştirebildiğin, ne yardım edebildiğin, ne de terk edebildiğin bir kadını sevmenin ne demek olduğunu bilemezsiniz…” le yakındığı, kara propagandayla ahlakı,  imajı yerle bir edilmiş  bebeğinin ölümü üzerine pek çok kez intihar girişiminde bulunmuş, kendini  metrosunda trenin altına atmaya çalıştığı 1978 yılından bir yıl sonra 1979 da Paris dışında bir yerde bedeni arabasının arkasında, bir battaniyeye sarılı  bulunduğunda  “zaten intihara meyilli biriydi”yle (başta Romain Gary FBI tarafından intihar süsü verilerek öldürüldüğünü  iddia edilmekte, hâlâ) ölümü  geçiştirilen Seberg’in sonlandırdığı hayatı. Tek onlar gibi düşünmüyor, kendilerinden değil diye – fotoğrafına her baktığında kısacık saçları, sigara içişi, uzaklara dalan bakışlarında gizleyemediği hüzünlü tebessümüyle içini acıtan– 41 yaşındaki  Seberg gibi  vatandaşlarına  ruhlarında deli fırtınalar yaratacak iftiralar attırtarak   intihara  sürüklemekten imtina etmeyen devletlere, yönetenlerine  ve olanları umarsızca seyreden halka  sen… sen ol ! güvenme kızım ! 12 Eylül darbesinde herhangi bir örgütle ilgisi olmadığını bile bile evinin etrafına çektiği duvar azıcık arsasını  geçti, tavukları bostanına girdi, ‘Alevi’ler, evlerine köyden gelen giden çok,  “Kürtçe konuşuyorlar” bahanesiyle  sadece  gıcıklığından ya , hoşlaşmadığından  komşunun komşusuna  “anarşist”, ”terörist”, “komünist” iftirasını atıp güvenlik güçlerine ihbarı suçsuz, günahsız  kaç kişinin  canını  yaktı, kaç kişi tutuklandı, kaç evin ocağı söndü bilmiyor musun? O yüzden de vatandaşını vatandaşına muhbirletecek kadar düşman eyleyebilenlerin  istediği kıvama gelindiğinde;  basit bir bilgi, belge  vermenin dışına taşıp,  bir başkasının hayatını allak bulak edecek muhbirliği, ispiyonculuğu  yerin dibine batıracak her türlü argümanı, aracı kullanmaktan çekinmeyip,  yapanları da isim, isim  ifşa kesinlikle gerekli bir eylem.Devlet  mekanizması var  oldukça olacak  istihbarat örgütlerinin varlığını  aptalca,  gereksiz mi buluyorsun? Dürüst ol ! faraza Kürt devleti kurulsa idi onun  istihbarat örgütüne de karşı  çıkacak mıydın? Elbette, ben  devletlerin müesses nizamlarının,  başta yalan, iftira, kara propaganda eldeki her türlü aracı kullanarak –Nazi Almanyasını hatırla–  insanları, ülkeleri  birbirine düşmanlaştırdığına inandığımdan, günümüzde tek tıkla   âna, mekana  dünyayı getiren, akıl sınırlarını aşan digital, teknolojik  devrimlerin hızına uyacak  kabiliyette,   devletlerin  yerine  Bill Gates, Jeff Bezos, Elon Musk, Lisa Su, Carol Tomé, Mary Barra’nın dönüşümlü eş başkanlığını yapacağı küresel kolektif konseyin kurularak tek  devletmişçesine dünyayı yöneteceği,  mevcut  kaynakların bölgeler arasında  eşit ve  ihtiyaca göre dağıtılacağı Metaverse ötesi  bir dünya da,  çıkar da ortaklaşalığından  düşmana  gerek duymayacak ve olmayacak uluslararası ilişkilerde hep bir “acaba”yla ülkelerin  birbirini gözetlemesine, takibine yönelik faaliyetlerde sonlanacağından   istihbarat örgütlerine iş kalmayacağını düşünenlerdenim. Ayyy ! tamam  da; daha da öteye gitme ! ileri sürdüğün tez   tam  saçmalık.  Bula bula bugünün sorumlusu  o tekelci  kapitalistlerde mi buldun umudu? Demokratik zihinselliği içselleştirmiş,  özgürlüğünü topluma yansıtacak bireylerin, gün gelip de “yeter”le devletine başkaldırısıyla gerçekleşecek bir  evrimleşmeye,  dönüşüme kadar sıradan kalacak  bu dünyanın bugününde yaşamayan  hakim dayına  yazdığı;

“ Oğlum Atilla 75.(Zeynel)

Şunu bilki, oğlum Atilla  sen!

Bir nevcivansın bugün bir çocuksun,

Yılarca bir yiğit olacaksın.

Taşkın bir çay gibi akacaksın.

….

Kanın asil, kendin civan,

Sen bu dağlarda gezerken,

Sana ilahi bir ses;

Yurdun destanını söyler…

Türkün imanını söyler

…..

Yurtseverlik sana bir ad olsun,

Sana baktıkça ruhum şad olsun” şiirini  çağrıştıran

“Yağmur oğlum!

Bugün tam bir bucuk yaşındasın.

Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum.

Sana bir resmimi yadigar olarak bırakıyorum.

Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol….” vasiyetinden

20 Şubat 1944 (Pazar)- 21 Mart 1944 tarihli   “Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye Açık…” iki mektubunu Orhun dergisinde yayımlanmasından haberdar olup  “fakat ben sırf kanı temiz bir Türküm…kendim Türk “ ibarelerinin de yer aldığı  ‘Varto Mektubunu’ 6 Kasım 1947  Tanin gazetesinde  yayımlatan dedenin de;   görüşlerinden, kitaplarından, gazete yazılarından  feyz aldığını  varsaydığın  kişilerden “Türk isen öğün, değilsen itaat et “ düsturunda  bir ara memurların kafataslarına bakılarak işe alınmasını da  önermiş Türkçülüğün, milliyetçiliğin ideologlarından Nihat Atsız’la aynı düşüncede ,  faaliyetlerde buluşan demokrasiden bi haber dayatmacı  faşizmden, ırkçılıktan  etkilenmiş bireylerin,  kendileri gibi düşünmeyen  muhalifleri, Cumhuriyetin, devletin; resmi  ideoloji Türkçülüğün düşmanı  görüp  damgalayarak  tutuklanmalarını, işten atılmalarını sağlamaları;   onca  Sabahattin Ali’nin öldürülmesine  önayaklıkları ;   ne derece   acımasız, vicdansız  olabileceklerinin de göstergesiydi. Hele de Nihat Atsız’ın yirmili yaşlarında    “o Nazım denen herifle çok haşır neşir oluyorsun!” diyerek  kızacağı  arkadaşı  Sabahattin Ali’nin başına getirdikleri…getirilenler  ulus devletin yaratılması sürecinde  her ülkede, misal Fransa da yaşananlar   gibi  zaman geçtikçe otoriterliği diktatörlüğü  seçen,  kendilerine sadık bireyler isteyen devlet yöneticilerinin;  birlikte yola çıktıkları  ya da ilişkide bulundukları,  hayatlarını  kolaylaştırdıkları insanları;  gün  gelip  uğruna  mücadele ettikleri devrim için…Cumhuriyet için… vatan için… halk için… millet için…özgürlük için…eşitlik için  argümanlarını, değerlerini   kullanarak  astırtacak, vatanını terk ettirtecek gerilimlere,  mahkemelere, nümayişlere neden ayrışmalar  neticesinde birbirlerinin katili olacakları …oldukları gerçeğinin  Türkiye’de de tekrarıydı, adeta. Yeni Türkiye Cumhuriyetinin 1928 yılı Kasım ayında Almanya’ya ya eğitim amacıyla gönderdiği arkası kuvvetli, torpilli kişilerinden öğretmen Sabahattin Ali’nin; Nazım Hikmet’ le arkadaşlığı,  Almanya’da aldığı  eğitim, politik görüşlerinde değişime yol açamadan önce İstanbul Türk Ocağındaki  “Kızıl Elma” odasında tanıştığı  İstanbul Yüksek Muallim Mektebinde yatılı okuyan Pertev Naili Bortav, Nihal Atsız, Orhan Gökyay’la dostlukları,  ilk hikayesinin, şiirlerinin  Atsız Mecmua da  yayımlanmasına vesileyken,  Almaya dönüşü  Nazım Hikmet’le mektuplaşması, Resimli Ay’a yazılar yazması  “komünizm propagandası” sayılarak  hapse atılmasına neden olacak; üstüne 22 Aralık 1932 tarihinde; Koçgiri, Ağrı isyanların teröristçe  bastırılmasıyla da ilgisi  olduğu söylenen; hin, cin, uyanık yanında pezevenk manasına da gelen “teres”i de kullandığı;

Memleketten Haber

Hey anavatandan ayrılmayanlar

Bulanık dereler durulmuş mudur?

Dinmiş mi olukla akan o kanlar?

Büyük hedeflere varılmış mıdır?

Asarlar mı hâlâ hakka tapanı?

Mebus yaparlar mı her şaklabanı?

Köylünün elinde var mı sabanı?

Sıska öküzleri dirilmiş midir?

Cümlesi beli der enel hak dese

Hâlâ taparlar mı koca terese?

İsmet girmedi mi hâlâ kodese?

Kel ali’in boynu vurulmuş mudur?

“Koca teres kafayı bir çekince

……………….. (sansür)

İskender’e bile dudak bükünce

Hicabından yerler yarılmış mıdır?”

şiirini, Konya’da bir toplantıda okuyunca,  devlet yöneticilerine  Atatürk’e hakaret ettiği gerekçesiyle tarihçi  Cemal Kutay’ın ihbarıyla  konduğu Konya cezaevinden  4 Nisan 1933’te Atatürk’e suçsuzluğunu anlattığı mektup yazması,  29 Nisan 1933’de  memurluktan kaydının silinmesini engellemeyecek, serbest kaldıktan  sonra  işine  geri dönmek için  görüştüğü, “ikinci bir şiir yazmamı mı istiyorsunuz” dediği maarif vekili Hikmet Bayur’un ”  Müdürler Encümeni tarafından hakkında verilecek karara etkisi olur” isteği üzerine  Atatürk’ü deliler gibi sevdiğini kanıtlamak için  yazdığı

“Benim Aşkım

Bir kalemin ucundan hislerimiz akınca

Bir ince yol onları sıkıyor, daraltıyor;

Beni anlayamazsan gözlerime bakınca

Göğsümü parçala bak kalbim nasıl atıyor.

Daha pek doymamışken yaşamın tadına

Gönül bağlanmaz oldu ne kıza, ne kadına…

Gönlüm yüz sürmek ister yalnız senin katına

Senden başka her şeyi bir mangıra satıyor.

Sensin, kalbim değildir, böyle göğsüme vuran,

Sensin “ülkü” adıyla beynimde dimdik duran.

Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran;

Seni çıkarsam, ömrüm başlamadan bitiyor.

Hem bunları ne çıkar anlatsam bir dizeye?

Hisler kambur oluyor dökülünce yazıya

Kısacası gönlümü verdim ulu gazi’ye

Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.

Sabahattin Ali (15 Ocak 1934)”

şiiri  Varlık dergisinin 13. sayısında yayımlanınca,  Maarif Vekiliyle  görüşmesinde kendisine atfedilen edilen komünist sıfatının yalanlamak için yazdığı “Esirler”in halkevleri tarafından sahneleneceğini  belirtecek Sabahattin Ali,  verdiği tavizlerin karşılığında görevine iade edilecekti. Birkaç yıl sonra başlayan  İkinci Dünya Savaşı; Nazi hayranlığı Türkçülük ideolojisinin  ırkçılığa varmasını,  komünizm karşıtlığını körükler, Dersim katliamı, tertelesi   kasıp kavururken memleketi; görevinin başında 1939 yılında “İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… içimizdeki şeytan yok… içimizdeki aciz var… tembellik var… iradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var…”lı “İçimizdeki Şeytan” romanı yayımlanınca,  artık iyice ayrıştığı  Nihal Atsız da boş durmayıp Sabahattin Ali’nin hayatı hakkında bilgileri de  içeren “İçimizdeki Şeytanlar”ı yayımlayacaktı. Resmi ideolojisini oturtacağı  beyaz ırkın (dolayısıyla Avrupalıların), pek çok dilin kökeninin  Orta Asya’ya dayandığı  hipotezinden yola çıkarak,  dünyadaki medeniyetlerin, kültürlerin  atasının Türk kökenliliğini savunan, diğer milletleri, Kürtleri yok sayan 1930’lu yıllarda 100 adet basılan Türk Tarihinin Ana Hatları kitabıyla şekillendirilen Türk Tarih Tezi’yle, Güneş Dil Teorisinin (1935) mimarı Atatürk’ün ölümüyle  devlette hakimiyet  kurma savaşında; 1924 Anayasa’sında “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk itrak olunur. Türkiye’de veya hariçte bir Türk babanın sulbünden doğan veyahut Türkiye’de mütemekkin bir ecnebi babanın sulbünden Türkiye’de doğup da memleket dahilinde ikamet ve sinni rüşte vusulünde resmen Türklüğü ihtiyar eden veyahut Vatandaşlık kanunu mucibince Türklüğe kabul olunan herkes Türk’tür…” ifadeli  millet tanımını,  ırk aidiyetine dayandırmayan,  medeniyeti öne çıkaran  Afet İnan, Tevfik Bıyıkoğlu, Yusuf Akçura, Şemsettin Günaltay …,’lı Türk Tarih Tezciler ile  ırk temelini savunan; çoğu sonrasında  korkunç  zulüm  niteleyecekleri “44 Tevkifatı”nı  yaşayacak  Zeki Velidi Togan, Fethi Tevetoğlu, Reha Oğuz, gün gelecek  başbuğ yapılacak Alparslan Türkeş, Cihat Savaş, Nihal Atsız’lı Turancı Türkçüler arasındaki  mücadele de; hayranlık beslediği  Hitler’in, SSCB’ye saldırdığı haberini aldığında oturduğu masadan kalkıp zeybek oynayan Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun, Ağustos 1942’de “Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. (…) Biz ne sarayın, ne sermayenin, ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hakimiyetidir…” beyanatıyla; Türkleştirme politikası güdeceğini  anlayan  ırkçı Türkçülere, Turancılara  devlet kadrolarında istemedikleri kişileri ihbar için aradıkları fırsatı  verecek  Nihal Atsız’ın  “Başvekil Şükrü Saraçoğlu’na Açık Mektup;  Millet meclisinde, 5 Ağustos 1942 günü verdiğiniz nutukta : “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız…. Bizim için Türkçülük….” demiştiniz……. Bu sözlerin Türkçü çevrelerde nasıl sevinçle karşılandığını anlatmaya lüzum yoktur. Fakat ardından bir buçuk yılı aşan bir zaman geçtiği hâlde biz, bu Türkçülüğün iş alanına geçmediğini görmekten doğan bir sıkıntı içindeyiz. “ le başlayan Baltacıoğlu İsmail Hakkı’nın Eminönü halkevinde verdiği konferansta protesto edilmesi olayını  anlatıp “…İşte Türkçülüğün hâkim olduğu bir Türk ülkesinde böyle bir olay oluyor. İşin en kötü ciheti de bu nümayişi yapanların hem üniversiteli, hele çoğunun devlet parasıyla talebe yurtlarında okuyan talebeler oluşudur. demek ki devlet bilmeden koynunda yılan besliyor, Sayın Türkçü Başvekil ! istemleri dikkate alınmayınca  ikinci kez “ size hitaben yazdığım açık mektup Türkçü çevrelerde çok iyi karşılandı. Sayın Başvekil ! Bizim anayasamıza göre komünizm Türkiye’de yasaktır ve devletimiz milliyetçi bir devlettir. Bütün dünyada, yurt düşmanlarına müsamaha gösteren hatta onlara mevki ve salâhiyet veren tek devlet Türkiye’dir. İşte bu usta komünistler, komünizm aleyhtarı ve Türkçü Türkiye’de sinsi sinsi her yere el atmışlar, mühim mevkilere geçmişler, tuttukları köprü başlarından Türkiye’yi tahrip etmek için şiddetli bir taarruza girişmişlerdir. Sözü çok uzatmamak için bu ikinci mektubumda maarif sahasına girmiş olan komünistlerden bahsetmekle iktifa edeceğim. Sayın Başvekil ! Bu saydıklarım komünist oldukları müspet vak’alar ve vesikalarla bilinen kimselerdir. Yoksa bunların yanında daha birçoklarını saymak her zaman kabildir. Bu vazife Türk maarifini öğretmen olsun, öğrenci olsun, bütün komünistlerden temizlemek vazifesidir….. ”le  devam eden“ bugün kültür işlerinin mühim bir mevkiinde, (sınırlı da olsa sol görüşlü aydınların devlet  kadrosunda görev yapmasını sağlayan ) Maarif Vekili Hasan Âli’nin şahsi sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin parasıyla rahatça yaşamaktadır”la –Ankara’da çevresi genişleyen   sol kesimin    “gösterişi, alkışı seven bir insan” hikayelerinin aksine realitede burjuva manzarası gösteriyordu”yla  yaşantısını, sağ kesimin de  komünistliğinden dolayı  Dil Kurumu azalığı  görevine getirilmesini, düşünceleri farklı olmasına karşın anlaştığını duydukları Şükrü Saraçoğlu’yla bazen  ailecek görüşmesini eleştirdikleri– Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav, Sadrettin Celâl, Hasan Ali Ediz, Ahmet Cevat   Hikmet Kıvılcım’ı ( 1927’de  komünist tevkifatında  Nazım Hikmet, Dr.Şefik Hüsnü’yle 3 ay  hapis cezası alan) isim, isim başlıklar halinde şikayet ettiği  mektupları;  hep   “amaca giden her yol mübahtır”lı  Makyavelist politika izleyen –o günlerde daha  Edward N. Lorenz “Amazon’da  kanat çırptığında, başta ABD dünyanın yarısını dolaşabilecek bir kasırgayı oluşturacak Kelebek etkisi” yaratacağını iddia ettiği Kaos teorisini açıklamamış, bağımsızlığın da  laf kalabalığı olduğu anlaşılmamışken– I.Dünya Savaşında yandaşlığını yaptıkları Almanların yenilgisiyle İmparatorluğun başına geleni unutan Osmanlı Paşalarının  Cumhuriyetin kurucu kadrosu olmasının da etkisiyle, dünyayı fethedeceğine inandıklarından ” bir Türk olarak Rusya’nın yok edilmesini özlemle bekliyorum. Bu yüzyıllar boyu Türk Milleti’nin rüyasıdır ” diyecek Başbakan Saraçoğlu gibi  alttan alta destekledikleri Hitler Almanya’sının Stalingrad muharebesinde  (2 Şubat 1943)  yenilmesinin  “kelebek etkisiyle”  devleti yönetenlerin  yeni duruma ayak uydurma adına  savaşı kazanan güçlü devletlerin yanında saf tutmak, tavır  almak istemeleri  yüzünden   TKP’lilerin  Faris Erkman’la  içimizdeki ırkçılığa  eleştirisi “En Büyük Tehlike Milli Türk Davasına Aykırı Bir Cereyanın İçyüzü”  broşürüne karşılık,  Reha Oğuz Türkan’ın “Solcular ve Kızıllar”, F.Oğuzkan ile Z. İlhan’ın  “Asıl Tehlike” ve  Nihal Atsız’ın “En Sinsi Tehlike ” şahsi ihtirasları uğrunda Türkiye`yi savaşa sürüklemek isteyen ve Türkçülükle ırkçılığı Almanlardan alarak bir vasıta gibi kullananlar arasında …. benim için “ırkçı Türkçülerin en küstah ve cür`etlilerinden biri olan Atsız” deniliyor. 1 Ağustos1943“‘ broşürlerini yayımlamalarıyla kopan fırtınaya  devlet de has  adamı  Falih Rıfkı Atay’ın  “Türküz bir, Türkçüyüz iki, Türkiyeciyiz üç ! Ne ırkçıyız, ne de sınır dışı herhangi bir dava peşindeyiz. Ulus, 6 Temmuz 1943.”;”Biz ideolojimizden Turancılığı kaldırdık. Sınır dışındaki Türklere ulaşmak için bir adım öteye gitme niyetinde değiliz. Yalnız Türkiye içinde Türkçüyüz Tan, 3 Aralık 1943” makaleleriyle katılıp, Cumhurbaşkanı İnönü’de ‘Irkçılık prensibinin düşmanıyız !’la destekleyince  Niyazi Berkes’in deyimiyle “savaş döneminde kendisinin öne sürdüğü Türkçü-Turancılar” üzerindeki himayesini geri çekmek isteyenlere,  devlet aradıkları malzemeyi altın tepside sunmuş olacaktı. Öyle ki  “44 Tevkifatı” na,   26 Nisan 1944- 29 Mart 1945’de sona eren   23  sanıklı Irkçılık-Turancılık davasına,  3 Mayıs Olaylarına, Komünizm aleyhine gösterilere   neden gösterilecek   Nihal Atsız’ı hakaret ettiği gerekçesiyle mahkemeye veren,  öğretmenlik yaptığı  konservatuarda kendisini ziyaret eden  İnönü’yle aralarında  “Nasılsın?” – “Sağ olun, iyim paşam.”–”Daha iyi olacaksın.” diyalogu  geçen,  devletin yine Falih Rıfkı Atay eliyle  Ulus gazetesinde  lehinde seri yazılar yazdıracağı savaş sonrası  kurulan “yeni dünya düzeninde” Batılı devletlere özellikle de –sonrası 1951 Tevkifatı olan– Amerika’ya yakın durma,  Marshall Planından nemalanma siyaseti Komünizm’in, solcu düşüncenin  düşmanlaştırılmasını  gerektirdiğinden,  bir yıl  geçmeden  Komünist, hain damgalanıp işinden edilmesine; Aziz Nesin’le  çıkardıkları   Markopaşa dergisindeki fincancı katırlarını ürküten aradan 75 yıl geçmesine karşın  sanki bugünü  ve  yarını, kesinlikle de geleceği anlattığı  “Yurdumuza tekrar yabancı sermaye gelecekmiş. Gazeteler bu havadisi verirken cümbüş ediyorlar. Resmi makamlar da, memlekete yabancı parası girmesini kolaylaştırmaya himmet (gayret) ediyorlar.”….

….“Hep Laf; Yirmi beş senede çok şeyler yapmışız. Asırlara sığmayan işler başarmışız. Dünyanın parmağı ağzında kalmış. Fesi atıp şapkayı geçirmişiz başımıza.Harflerin eskisini atıp yenisini almışız. Kanallar, regülatörler, barajlar. En az 17 milyonluk kitlenin kültürü kaç arpa boyu, kaç iğne başı ilerlemiştir? Daha insanca yaşanacak evlerde mi barınmaktadırlar? Zevkte, sanatta eskiyi aratmayacak bir yükselme var mı? Bu koskoca kitleyi asırlardan beri kemiren sıtma, trahom, frengi hele verem eksilmiş mi yoksa artmış mıdır?” makalelerinden  dolayı mahkeme kapılarında süründürülmesine, Bakanlar Kurulu Kararıyla toplatılan Ali Baba  dergisinde yayınlanan  Sırça Köşk öyküsü yüzünden  31 Aralık 1947 tarihine kadar  yatacağı  Sultanahmet Cezaevi’ne konulmasına varacak gelişmeler,  ekonomik sıkıntılar, baskılar; bir zamanlar devletin  tam kadro arkasında durduğu  Sabahattin Ali’yi bunaltıp  Türkiye’den kaçma teşebbüsüne itecekti….

…. Ülkesinden kaçma niyetiyle 2 Nisan 1948’de  nakliyecilik yapmak için  dostlarının yardımlarıyla aldığı  kamyonla  “Edirne’ye peynir götüreceğim”  bahanesiyle  yola çıktığında  yanında  bulunan Bulgaristan’a  kaçmasına yardım edecek (Millî Emniyet Hizmeti Riyâseti (MAH) mensubu olduğu  iddia edilen) Ali Ertekin’in sınırı geçmek üzereyken,  kitap okuduğu sırada  elindeki  sopayla defalarca  kafasına vurarak  kendisini öldüreceğini hesaplayamamış  Sabahattin Ali’yi ölüme götüren taşları dizenlerin,  devletin resmi ideolojisi  uğruna bireylerin ölümüne neden olanların ‘ne yaptık biz’le  vicdan azabı çektiklerini  “kurtulduk teresten”le  sevinç naraları atmadıklarını  sanıyorsan çokkk ama çok yanılıyorsun  be güzelim ! Sabahattin Ali’den 31 yıl sonra dünyaya gelen ama  aynı yaşta ( 41 ) maruz kaldığı aynı faşist, ırkçı baskılarla yaşamı sonlanan Jean Seberg’i hedef tahtasına koyan FBI ırkçı başkanı J. Edgar Hoover  nasıl “ zaten intihar edecekti’yle  vicdanını temizlemişse  Atsız’ın arkadaşı  Fethi Tevetoğlu  da “fikri sapık…vatan haini…sonunda Bulgar sınırını geçerken temizlenecek olan zat” nitelendirdiği Sabahattin Ali’nin öldürülmesindeki rollerini ört bas ederken, aynı zamanda Osmanlı’dan bugüne, yarına  devletin,  milletinin bekası için jurnallemenin,   iftira atmanın, öldürmenin, katliam girişimlerinin  vicdan azabı çekilecek , utanılacak  fiilikten  çıkarılmasıyla da, herkesin  önüne geleni,  hoşlanmadığını dahi karalayacağı, suçlayacağı  huzur bırakmayacak, birbirinden şüphelenen, kutuplaşan  toplumsal ilişki ağının devamlılığını   sağlamlaştırdıklarının farkındalığında,   emin ol Sabahattin Ali  için  bir zamanlar arkadaşı olan   Türkçü, Turancı  kişiler  “dönek” , “hain” , “ihanetçi” yaftasını da kullanmışlardır;  hem de  bireylerin  eğitim süreci,  edindikleri  tecrübeler,  gördükleri, okuduklarıyla, değişen sosyal  çevrelerinin etkisiyle de  başlardaki düşüncelerinden, bakış açılarından uzaklaşmaları, savunduklarının değişmesi, farklılaşması normal , olabilecek hatta olması  gereken bir durumken….

….bir düşünceye, ideolojiye,  kişiye, lidere , birilerine ya da   birbirlerine bağlı, bağımlı  yaşama zorunluluğu bulunmayan birey,  birinin, birilerinin  kendisine, bir başkasına  bir şey yapmasını, ayrılmalarına sebep bazen eften püften olabilecek bir şey geçmesini beklemeden,  bahane aramaya gerek duymadan    arzu ettiği zamanda, istediği  her şeyle bağını kesme, koparma özgürlüğüne  zaten sahip olmalıdır.

You may also like