Üç yıl…üç yıl… artık bir hastaya eder gibi refakat edilecek, fani bir zemine oturtulacak hayatı; simsiyah, yıldızsız gecelere boyayacak bir haberin gelişi… alınışı…bir insanın öldüğünü duymak…öğrenmek; olmayan, şeytaniyken niyeyse inatla olduğuna inanılan, belki de sanılan büyülü, çekici, kışkırtıcı hayatın parlaklığını solduran, o tatlı uykuları…o hiç gerçekleşmeyecek oyalanılan hayalleri… geleceğe umudu; saat gece yarısını vurmadan bitiren, kırdığı parçalarıyla bütünü dağıtan, ‘ben’i geride, ölenle yaşanılan geçmişte bırakacağından bugünü, şimdiyi zora sokan…sokacak ölümün aniliği; kaybın da.Bu vahşi… bu çirkin… bu nefret edilesi…bu geride yalnızca ceset bırakan, ‘ben’deki en ücra hücreyi dahi es geçmeyip lime lime edecek hoyratlıkta, fesat; kimsenin kimseye riyakarsız, içten yoldaş, yaren, sevgili olmadığı, olmayacağı, olunmayacağı bilinmesine rağmen illa kalbi , ‘ben’i hançerleyen, ruhu, iyiliği zehirleyen deneyimi tadarak enkaza dönmekte ısrar edildiğinden, belki de zihinde var olduğundan gerçekliği sorgulanacak kadar karanlık yalnızca kavramlarda yaşayan erdemli, dostça, kardeşçe ilişkiler yaşanabilirmişçesine, varmışçasına davranmaktan vazgeçmeyen milyonlarca insanla dolu, üstüne meşakkati de kendinden menkul bu dünyada; kırıklarını kimsenin toplama zahmetine kalkışmayacağı acı…ölüm.. ihanetle parçalanan kalbin, ‘ben’in; insani değerlerin, hakların kutsadığının iddia edildiği modern toplumda, yanı başındaki kimse ona; ebeveyne, evlada, kardeşe, …, …, dahi uzak, yabancı benciliğin nirvanasındaki insanların, kimselerin duymak istemediğinden duymadığı, duymayacağı nafile, biçare cümleleri, isyanı; hayata, ölüme, acıya.Demek ki, an’da acı var; gün de… ay da… yılda da.Yaşam dediğin de; azıcık neşe, bol hüzün, keder, imkansıza; mutluluğa, iyiliğe, aşka erişme çabasının beyhudeliğinde hiçlikte sonlanacak ‘ben’i, ruhu yetmezmişçesine diğerlerini de eğlendirme için biteviye çırpınmanın; zihin niyesini anlayıp, olmayacağını kavrayana kadar da hayal edilene…istenene kavuşamamanın, iyi yaşayamamanın yıllar geçtikçe anlaşılan kaderi, tercihleri, hayatı belirleyen doğulan aile, coğrafya, hazır bulunan köken, mezhep, din benzeri olgularla, yetiştirilme koşullarını değiştirme gücüne sahipsizliğin; dalgalanmalarının altında boğulacakmış hissinden, çalkantılarından, heyezanlarından yorgun düşmüş; kopuşlarla…kaybetmelerle sarmalanmış ‘ben’i baştan çıkarıp yolunu saptırtan, eninde sonunda varılacak gözyaşlarının sığınağında ‘yalnızlığa’ henüz ulaşmamışken alınan inanılmaz…ani… yıkıcı… ölüm haberinin getirdiği yere inecek alçaklıktaki puslu bulutlarda öldüğünü öğrendiğinle, onunla birlikte kaybedilecek, yitirilecek ‘ben’; kendin; içinizdeki ölmüş parça size aittir ne de olsa; kimse bilmez; kimsenin bilmesi de ‘gerekmez’li varoluşun da çıkmazı.Üç yıl ‘meğer sen! yaşadığında ne kadar da tam; hayat da onca felaketine ne kadar da keyifliymiş, şimdi bir parçam zamansız kesilip, koparıldığından hep eksik…hep yarım…bir boşluk; o kadar uzun süredir orada ki, tek kırıntı bile bırakmadı içimde…sensiz bu dünyada sanki hiç kimseyim… hiçim… kimim ben? bulamıyorum da .Zaten adı, konumu, temsiliyeti fark etmez başkaları gibi, hayatın lüzumsuz efendilerine dönüşecek anne, baba, kardeş, eş, evlat, sevgili, arkadaş, yoldaş, patron, siyasetçi, lider vesaire vesaire, tanıdık tanımadık kim var kim yoksa, istisnasız, hakları varmışçasına elbette çekiştireceklerinden, nefesi keseceklerinden çekiştirenlerin elinde kalmış öğretilen bir hayattı benimki de; yaşanmışlıklarla öğrendiğimi, bildiğimi sandığım, inandığım her şey de yalan çıktığından; yaşananlar, belki ben de, koca bir yalandım… yalanmışım… ‘la dövünülen üç yıl…üç yıl… Daha ölüm haberini almadan önce öylesine de azken, hayata dair keyif aldığın ne varsa onun sonunu; son baharı…son yazı…son kışı… son güzü… son hazanı…son kahkahayı…son neşeyi… son heyecanı, hevesi…son yürek çırpıntısını… yaşadığını bilmeden geçirdiğin günden sonra, yokluğunda ki beşinci mevsimde değil, henüz sen yaşıyorken; hani bir elinde sigara, diğerinde bir şişe bira denize bakan kayalıkların üzerinde Cüneyt; Munzur’un kıyısında gerilla günlüklerine dalmış Lorina’yla, Bejna; deli deli esen poyraza vurmuşlarken kendilerini, beyaz çalışma masasındaki yazıcıdan gözümün içine baka baka arakladığın arkasını düzeltmelerimle karaladığım müsvedde A4 kağıda resim yaparken ‘sen’; belki bir gün yayınlarım diye fırsat bulabildikçe yazdığım, bilgisayarda sen9.doc uzantılı dosyada saklı roman taslağım vardı ya işte onu ben; seni kaybettikten üç yıl sonra ancak…bugün açabildim.
Bugün; düşünce dostunuz otuzyedi aydının yürekleri; can güvenliklerinden sorumlu, yönetimine egemen etnik kökene, mezhebe, dine mensup olmayan azınlıktaki vatandaşlarının katlini gelenekselleştirmiş devlet yetkililerinin, herkesin gözü önünde canlı, canlı yakılarak kül edilirken; yaktıkları yanık kokusuna karışan göğe yükselmiş ateşin etrafında toplanmış vahşi kabile üyesi yamyamların bir insan az sonra ölecekken…az sonra bir insan öldürülecekken o öldürmenin…o ölümün hazzıyla atıkları alkış tempolu sloganlardaki coşkuda gizli insanın insana gaddarlığını, sevgisizliğini, vicdansızlığını da lanetle andıracağından sevmeyeceğiniz “Sivas Katliamın“ın yapıldığı Temmuz ayının ikisinin ertesi gününde, tarihi onlarca katliam, vahşetle kabarıp taştığından ölümlere, vahşete, acımasızlığa methiyeler döşemeye alışkın Türkiyelilerden ziyade, ortaçağı anımsatan insan yakma barbarlığıyla donakalmış dünyadaki insanların gözünde Türkiye’nin sarsılan imajını koruduklarını sanma aptallığının beyanı “İnönü’ye Büyük Öfke” manşetiyle çıkacak gazetelerde “ Sivas’ katliamı kurbanı 36 kişiden 20’si için Ankara’da düzenlenen cenaze töreni siyasi bir mitinge dönüştü….” İbareleriyle yer alan, sonsuz egemenlik, güç için katliamlar planlayan, örgütleyen, lojistik destek sağlayan, gerekliliğine inandığında sol, demokrat, sosyalist kisvesine bürünerek, alanlarda, programında kendisini yıkacağını haykıran en marjinal partide dahil hangi parti, hangi lider iktidara gelirse gelsin kulluk edeceği, darbe müptelası militarist, ırkçı devletin; tutuklandığı oniki Eylül öncesinde kullanıma koyduğu “Komünistler Moskova’ya”, “Bozkurtlar burada çakallar nerede?“, “Biz Biz Biz; Mustafa Kemal’in askerleriyiz.”in aynısı; dört yıl sonra bindokuzyuzdoksanyedinin yirmisekiz Şubatında, olageldiği üzere yine laiklere destekleteceği darbe öncesi “ Türkiye İran olmayacak”,” Mollalar İran’a” sloganlarıyla budayacakları kesimi ifşa ettirdiklerini yıllar yıllar sonra fark ettiğin, yer yer yanmış bedenlerinin içine konduğu, üstüne bayrak örtülü tabutlarının ardından Dikmen caddesinden Meclis’e doğru binlerce insanla yürüdüğün Temmuzun altısındaki cenaze töreninde; nasıl ki iyiliğin, vicdanın, iyi niyetin, naifliğin, zeka ve estetiğin dışa vurumu edebiyat, resim, müzik sinema, iyilik yapma, yardım etme, herkese saygılı davranmaysa hani susarsın… susarsın sonra bir gün beraberinde toplumda, işyerinde, ailede, evde, mensup olduğun grupta, cemiyette, dünyada; katlanmak zorunda bırakıldığın dışlanmışlığa, uğradığın haksızlıklara, küçümseyiciliklere, hor görmelere duyduğun tiksintiyi; emeğine el koymasına, sayende zenginleşmesine rağmen kölesinden sürekli minnet bekleyen efendilere, patronlara öfkeyi ‘yeter artık, dayanamıyorum, ne olacaksa olsun’la yüzlerine haykırmayı, başkaldırmayı sağlayacak bir olayın, bir sebebin insanda o güne değin söylemek isteyip söylemediklerini söyletecek cesareti buldurması gibi, acıdan inip kalkan, öfkeyle kızaran ciğerlerin, maruz kalınan ötekileştirmelerin birikimi hıncın, gözyaşlarının; havaya kaldırılan sol yumrukta somutlaşıp ortalara dökülmesinin gururunda, şaşkınlığında, şahsında katliamın sorumluluğunun simgeleştirildiği törene katılan Başbakan yardımcısı İnönü’yü; var olmuş, olacak yönetenleri, yandaşları ve savunucuları; lider, yazar, çizer, düşünürlerince yaratılmış her sistemin; aydınlanmasını tamamlamamış gelişmemiş bir ülkede, toplulukta yer edindireceği kesin “bizim için devlet…bayrak…din… köken…kutsal kitap… Peygamber…ata..aile kırmızı çizgidir” anlayışında aşılması istenmeyen hassasiyetler…gelenekler…önyargılar eliyle çoğaltılmış – milyonlarca insanın ölümünün, Nazi kamplarının, işkencelerin, savaşların sonunda dünyaya, insanlığa zararı görüldüğünden artık yerilecek olgu haline gelmiş nefret, kin, intikam, ihanet, kötülük duygularının dışa vurumu – içinden çıkılmaz, keskin bir ırkçılığın bellirtisi faşistliklerini ; bindokuzyüzlü yıllarda , seksenlerin darbeci çizmesiyle içi dışına çıkarılacak kadar ezilmiş Tükiyelilerce ve belki Madımak oteli önünde toplanmış kişiler tarafından da, demokrasiyi getirip, yolsuzlukların hesabını soracağına inandırıldıklarından iktidara taşıdıkları liderlerin, partilerin icraatlarıyla, illa ki kıracakları yine büyük umutlar, büyük coşkuyla desteklenmiş Başbakanlığını iki yüzlülüğün mabedi taşranın nerden ? kimden ? ne koparsam kardır kurnazlarından Demirel’li DYP- SODEP (SHP) koalisyonu zamanlarında, 1991 yıllarında, o günlerde daha yeni yeni kullanılmaya başlanan internette, Messenger daki kısa mesajlaşmalarda ‘yeter ki insan olsun, din, mezhep, etnik köken önemli değil’ paylaşımlarının altına yazılan “kaçak elektik kullanımı Doğu da, Güneydoğu da had safhada, bu Kürtler yok mu , her şey bedava olsun isterler”, “ Ermeni piçi” , “Türklüğünle, atanla, dininle öğün” , “dünyanın başına bela Yahudiler”li yorumlarıyla besleyen gizleyemeyen grupları– şimdiye, yarına faydasını da atlamadan– ifşa ettğine inanılan; ergenlerin elindeyken birden altmışbeş yaşındakilerin istilasına uğramış; kimin söylediği yazdığı muamma kalacağından, yapılan hata, yanlışlık da düzeltilmeyeceğinden, genellikle de söylemeyen, yazmayan birinin söylediği yazdığıymışçasına ona şöhret getirecek ve neden ve kim için ve kim görsün diye yapıyorlar’ la anlam verilemeyen ‘ sen benimkine, ben seninkine like atalım, o hımbıl x’inkini de dislike’layalım ’ danışıklı dövüşte Twitter, Facebook piyasasına sürülen yaşamda sadece bir aforizma kalan, kalacak aforizmalardan en bilineni her ne kadar hoşgörülü çağrı görünse de farklılığı, farklıyı bir yerde toplama çabası içinde o kişiyi damgalayan farklılığı vurgulamadan da geçmediğinden gül dokunuşuyla, içten içe incittiğinden incittiği fark edilmeyen ama süslemesinde derin bir ayrımcılık, ötekileştirme taşıdığını hissettiğiniz Mevlana’ nın “ne olursan ol gel yine gel”inin dolaşıma sokulmasının sizin için anlamsızlığı; en derinlerine ekilmiş , ırkçı, faşizm odaklı kah bilinçli, kah bilinçsiz ama hep var olan, olacak cahilliğe tutunan, dünyanın en tehlikeli silahı haline gelebileceğini dört gün önce kanıtlanmış aynı havayı soluduğunuza, aynı toprakta yaşadığınıza utandığınız yamyamcı kalabalığın karşıtı kalabalıkla birlikte yuhlayıp, çocukluktan itibaren hayatın bir anında illa ki bir katliama şahit olunduğundan; asırdır tek farkı ismi değişimiş Başbakanlarına, liderlerine göre öznesi değişen defalarca atılmış “katil İktidar…katil; …, Erim.., …, Evren, …, Demirel…, …, ” sloganını “katil İnönü”yle tekrarlarken; dünyanın herhangi bir yerinde bombalı saldırılarda, katliamlarda, faili meçhul cinayetlerde, savaşlarda, polis, erkek şiddetinde öldürülen hiç tanışmadığınız, karşılıklı bir bardak çay içip sohbet etmediğiniz genellikle de yaşadığı yerin azınlıklarının göçmenlerinin (Martin Luther King, George Floyd ) başlarına getirilenlere duyulan üzüntünün, gösterilerle verilen tepkilerinin nedeni; olayın mağduru taraftan, azınlıktan, düşünceden, gruptan, mezhepten, kökenden olunmasından kaynaklı, maruz kalınan öldürülmeli vahşetin sırf o aidiyet yüzünden gelip sizi bulmasıyla; ecel vakti denilen yaşlılığa varmadan hayatını kaybetme ihtimalini, ihtimalliğini dahi kaybettirme gerçekliğini düşünürken, katılınan tören, gösteri sonrasında mağdurlar ve o mağduriyet için sokaklara dökülen, gözyaşı döken kişi değilmişçesine; mağdurların neler yaşadıklarını , mağduriyetlerinin giderilmesine yönelik neler yapıldığını, hangi yasaların çıkarıldığını merak etmeyip, takipçiliğini de miting, gösteri alanında bırakarak, içindeki öfkeyi, nefreti kusmanın rahatlattığı benlikleriyle evine dönen protestocular, muhalifler gibi sende akşam ‘ daha kalabalık olur sanmıştım ama nerde ? oysa şöyle bir milyon insan toplansaydı, hep bir ağızdan haykırsalardı gericiliğe, şeriata hayır ! …eşit yurttaşlık hakkı diye bak bakalım ! bir daha insan öldürmeye kalkışılır mıydı? İnönü’ye ne demeli? hiç sorumluluğu yokmuşçasına utanmadan kalkmış, gelmiş törene, suç mahalline dönen katiller gibi.İyi oldu yuhalanması, az bile yapıldı… yahu sen başbakan yardımcısının nasıl emir vermezsin Vali’ye, Jandarma Komutanına…nasıl emrini dinlemezler.Sözün, emrin geçmiyorsa o koltukta niye oturuyorsun, ne işin var ? ama biz Aleviler, hep yalnızdık değil mi?Niye katılsınlar cenaze törenimize.Onlara göre ne var bu memlekette, canları yanmıyor nasılsa… hep öldürülmüyorlar.’ –‘Sosyal demokratlar ne zaman iktidara gelse hep böyle olur Aleviler, Kürtler tırpandan geçer, katliama uğrar da ne olur ? katline aşıklar gibi yine onlara oy verirler. İşte bu yüzden, hep çantada keklikliklerinden, hep böyle de ölecek, öldürülecekler’ – ‘ kızım, kızım Sivas, koca Pir Sultanı astı, ne beklenir onlardan’ yorumlamalarıyla ana haber bülteninde katıldıkları cenaze törenini, mitingi seyrettiklerinde televizyon ekranında katledilmiş evlatlarının fotoğrafını taşıyan bir anneyi görününce ‘vah… vah, vah ananız öleydi sizin, bir değil iki yavrusu birden gitmiş. Yasemin, Asuman; ne yandım ben, ne yandım bu iki kız kardeşe, Allahım kimselere verme bu acıyı’yla gözyaşlarını tutamayanların gözünde; dünde, geçmişte uğruna ölünecek amaç; devrim, sosyalizm, özgürlük, eşitlik ya da özellikle de komünizme karşı devlet, beka, milliyetçilik mücadelesinde ölüm yoldaş, ülküdaş kılındığından kavga, çatışma, savaş ve mitinglerde; bir yoldaşın…bir ülküdaşın öldürülerek hayatından edilmesi ‘ölen ölür kalanlarla mücadeleye devam’la normalleştirildiğinden; öylesi bir mücadelenin dışında akrabalarının, tanıdıklarının ya da adını sanını bilmediklerinin, tanımadıklarının hayatın rutini bozan deprem, sel, çığ, trafik, iş, tren, uçak kazasında, ölümcül bir hastalıkta, operasyonda, savaştaki trajik ölümünü, intiharını gazetelerde, şimdiki zamanın gözdesi sosyal medya da okuduklarında, duyduklarında, TV’de izlediklerinde ‘nasıl üzüldüm anlatamam, yüzü gözümün önünden gitmiyor…ne kadar da genç, güzelmiş, çok ağladım. ‘ –‘Koca bir aile yok oldu gitti; emniyet kemeri tak be adam ! bu ne hız, kaç kişinin hayatına mal oldu sarhoş araba kullanman.’ –‘İnsanın başına ne geleceği, ne olacağı belli değil dün malı, mülkü, ailesi vardı bugün deprem, sel evsiz, kimsesiz, mülksüz bıraktı .’ –‘Kim bilir ne derdi vardı da intihar etti….’ –‘Bu gece hiç uyuyamadım üzüntüden, kahroldum , annesi babası…” yla anda; hissettikleri anlık olmasa da ki genellikle anlıktır, haftalık…aylık matem, üzüntü; bir iki saat bilemedin bir, iki gün çoğu zaman ölenin toprağa verilişinden sonra yerini hayatın akışı da gerektirdiğinden rutinine, dinginliğe terk ettiğinde; yaşadığı mekanda kullandığı her şey; elbiseleri, ayakkabıları, kitapları, cep telefonu, tableti, yatağı, su içtiği bardağı, açtığı buzdolabı, radyo, televizyon, dolap yerli yerinde duruyorken hayatını paylaşanları geçmişe kelepçeleyerek müebbette mahkumlayacak, en ufak bir şeyin, bir su sesinin, bir kahvenin, bir çiçeğin, bir parfüm kokusunun çağrışımıyla saldırıya geçecek anıların; dünde yaşananları, geçmişi bugüne taşımasıyla hissedilen özlemin, çaresizliğin; her gün duyulan ‘ haydi ama çık banyodan geç kaldım okula, işe, servise’; ‘kahvaltı yapmayacağım, yolda bir simit alırım’ ;‘çıkıyorum ben, geç kaldım’ ; ‘bugün börek yapsan… ‘ ;‘akşama bir şey istiyor musun’ ; ‘ çörek yapsan’ sesini bugünde duyamamanın; ömür boyu kullanılan öldürmeyip süründüren kortizonlu ilaçların tek çare olduğu, iflah olmaz otoimmün, kronik bir hastalığa dönüştüreceği yerine getirilmesi imkansız, aklı delirtecek sıfır ihtimalli sarılma, saçını okşama, konuşma, görme, dokunma isteğinin “böyle yaşamaktansa, insan ölse daha iyi” dedirtecek, birlikte yaşadığın birinin varlığının yok oluşu; ölümüyle bedende oluşan hep kanayacak açık bir yaranın dinmeyen ağrısı…acısıyla ömrü tüketmenin ne demek olduğunu; rahatlarının bozulmasını da geciktireceğinden ‘ gelmek istemediyse zorlamayalım, daha çok yeni acısı, elbet geçecek. Koca Nazım bile “ en fazla bir yıl sürer yirminci yüzyılda ölüm acısı” dememiş miydi ? Şimdilik ellemeyelim’ telkinleriyle yaşanan faciayı…trajediyi bulunduğu yerde hapsederek dışarıya yansımasına engelleme alışkanlığıyla belki öyle görüldüğünden… öğretildiğinden… yaşandığından tahmin edemeyecek, etmeye de kalkışmayacak; o kahrolası ölüm evlerini ziyaret etmediğinden bilmeyecek herkes gibi sen belki bende; “katiller bulunsun, hesap sorulsun”, “ ……. unutmayacağız” sloganlarını attığını olanın…yaşananın ötesini…sonrasını silmiş hafızaya sahiplikte, hiçbir şey olmamışçasına; belki bir gün bir yerde bahsedildiğinde, payına düştüğüne inanılan görevi yerine getirmenin huzuruyla ‘aaa evet nasıl unuturum o katliamı, cenaze törenine, protesto mitingine bende katılmıştım’ diyerek; yaşla, genetiklikle ilintilisiz savaşı çıkarıp, darbeler, faili meçhul cinayetler düzenleyerek , işkence, şiddet uygulayarak kadını, çocuğu taciz ederek, iş trafik, tren kazalarını yaparak önlenebilir ölümlere meydan vererek düşürdükleri ateşin yaktığı sıradan evleri bir anda cenaze evine dönüştüren sorumlularının bulunarak, cezalandırılmasının ardını bırakıp unutuşa terk etmeye de meyilli…hazır ve de nazır olunduğundan; cenaze evlerindekileri; orada öylece acılarıyla, anılarıyla baş başa bırakmayı yadsımayan doğal kabullenmeyle; katıldığın cenaze töreni sonrasında okuduğun; yeniden yeniden okunacak kendisi ve eserleri hakkında başta Samuel Beckett “ Proust” Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir” le de Alain de Botton olmak üzere düzinelerce yazının, inceleme ve araştırmanın kaleme alınmasının nedenlerinden biri; yaşadığı dönemde 1800’lerde hayatında yer almış Fransa burjuvazisine, aristokrasine mensup dedikoduyu seven, tabu eşcinselliklerini gizleyen, Dreyfus davasındaki tutumları, arzuları, hazları farklı onlarca kişiden ya da bir kaçının karmasından yarattığı yüzlerce sayfalık romanlarının kahramanlarından her birinin – ikibinonaltı yılının Mart ayında modacı Fortuny’nin tasarladığı, 50’ye yakın elbisesi, Paris’te Palais Galleria’da sergilenen ince belli, zarif Greffulhe Kontesi Elizabeth ‘in Guermantes Düşesi Mme Oriane’ de yaşatması gibi– yaşa(mış)yan bir karşılığının bulunması kadar uykuya geçişi otuzsekiz, uyanma sırasında düşündüklerini, yaptıklarını üç sayfa da tanımladığı –belleği yönlendiren– gündelik hayatta pek çok insanın fark edemediği, dikkate almadığı sonsuz sayıda ayrıntıyı yakalayıp; hatıraya indirgenmiş geçmişi; şimdi ve yarının iç içeliğindeki bilinç akışıyla; her an… her hisle ilgili duygusal, gerçekçi tespitlerini kelimelere döken, bugünkü yazarların yazmayı kolaylaştıran teknolojik olanaklarına bakıldığında o koşullardaki çabasına, zekasına, yeteneğine müteşekkir kalınarak hayranlık duymamanın imkansız olacağı Marcel Proust’un –takipçi sayısı kendisini kat be kat geçmiş kültür, turizm elçisi Şeyma Subaşı’nda aşkı bulacak bir Orhan Pamuk nasıl herkesi demeyelim de pek çok insanı hayal kırıklığına uğratıp , o ilişkiye anlam verilemeyecekse aynı şekilde hayatındaki kadın, erkek sevgililerden biri olan fotoğrafına uzun uzun bakanın sadece seyretmek için yanında bulunmasını isteyeceği yetenek ve yakışıklıktaki besteci Reynaldo Hanhn dururken– romanında “Ayrıca, entelektüel ve duyarlı erkeklerin daima duyarsız ve düzeysiz kadınlara teslim olmaları, onlara bağlanmaları, sevilmedikleri ……”yle bahsettiği hayret uyandıracak, belki de hayıflandıracak tutkulu, takıntılı, uyutmayan kıskançlıklarla dolu ; aşk denilen duygunun insanın kendi kendine yarattığı genellikle kültürüne, aklına, tahsiline, mesleğinde ki başarısına, güzelliğine, gıpta edilen birinin kendinden her konuda farklı özelliklere sahip, boyuna posuna yakıştırmadığında vücut bulmasının sayısız örneklerinden kremasız sade kahve kıvamındaki sevgilisi ( hediye edilen attan düşerek aniden ölen romanın kahramanı Albertine gibi) Alfred Agostinelli’ye sevdasının; hediye ettiği uçağın Akdenize düşmesiyle aniden sonlanmasıyla kimi zaman Marcel olarak adlandırdığı anlatıcının ağzından “ıstırap , insan psikolojisine, psikoloji biliminden çok daha derinlemesine nüfuz eder… teselli bulmam için bir değil, sayısız Albertine’ni unutmam gerekirdi. Aralarından birini kaybetmiş olmanın üzüntüsüne tahammül edebilir hale geldiğimde, bir başkasıyla, onlarcasıyla aynı üzüntüyü baştan yaşamak durumundaydım “ lı hüzünlü satırlara özlemini, acısını damlatmasına; görmek için can atılan ama başta ekonomik diğer nedenlerden dolayı gidilemediğinden sanal gezinme imkanı sunan teknoloji sayesinde Google da, web sitelerinde, gezi bloglarında tarihi, turistik yerlerinin fotoğraflarına bakmanız; yüzünüzde sokaklarındaki havayı, rüzgarın okşayışını duyumsayamadığınızdan, konuşmalarını anlamadığınız insanların el kol hareketlerindeki canlılığı görmediğinizden sanki hafızanın yarattığı sanal bir şeymişçesine görüntülerdeki Paris’e, Karadağlar’a, Floransa’ya dair duygular kadar uzak…soğuk kayıtsızlığının; anneanneni, dayını, amcanı onca akrabanı, yol arkadaşını, Aytül’ü , Metin’i, Fevzi’yi, Haldun’u, Can’ı hayatı paylaştığın birilerini kaybettikten sonra herkesin yaşadığının “peşinde koştuğum şey ise , Albertine’di, birlikte yaşadığımız zamandı, bilmeden izini sürdüğüm geçmişti…hatıra böyle acımasızdı işte”lerle ortaya koymasına duyarsızlığının; ‘ama abartmış’ hadsizliğinin hafızanın neredeyse her gün dönüp, dönüp geçmişe bakışının…o günleri arayışının nesnelerinden ola(cak)n Marcel’in de Albetine’in ölümü sonrası çamaşırcı kızlarla ilişkisini öğrendiği ‘Ahhh o sırlar’ öyle değil mi Haldun? gerek en ‘o mu ? benden hiçbir şeyini saklamaz’ yemini edilecek kadar emin olunan mezarına da götürse bir gün ‘kimden çekiniyorsun, öldü o, bilsem ne olur, bilmesem, seni duymaz bile haydi’ üstelemesiyle anlatıldığında; seninle ilgili ölümün sonrası öğrendiğim, benden nasıl saklayabildiğine şaşırdığım –‘ yok artık bilmiyorum deme tüm Türkiye biliyor gay olduğunu, Nişantaşının, Nevizadenin, Tunalı’ nın yetmedi Sakarya’nın barları anlatsın kaldırdıklarını, şu ünlü etçi de sevgilisiymiş…’; ‘yetenek yoksunluğundan para veren güzelliğini, vücudunu pazarlamaktan çekinmeyenlerdendi o’da herkesin yemek yiyip, yatağını paylaştığı;, Kanal D’nin ….. yatağından geçtiği için o dizide rol aldı da adı artist, sanatçıya çıktı.’;’ Başkası söylese inanmazdım ama meşhur ….. restoranın sahibi arkadaşım anlattı, o söylesem olurdaki S… var ya onunla bildiğin para karşılığında otel odasında birlikte olmuş ’ ;‘ boşanacaktı, bıkmıştı ya terk edecekti, gidecekti buralardan, ne kadar acı, biletini bile almıştı…’ ;’ne yeteneği? abileri, ablaları olmasa kim gazeteci, müdür, bakan yapardı ki onu? Ha ! şans da var tabii, bir de..’;’o makam nasıl geldi…nasıl zenginleşti biliriz biz’li gerekse de bir gün mutlaka da gerçekleşecek aile üyeleri, akrabalar, dostlar arasına kara kediler, dedikodular, nifak girdiğinde – herkesin herkesle bozuşması, küsmesi de olmadığından– ittifak yapılıp iki üç kişiyle çeteleşilenlerden birinin ki o biri de; ilişkilerinin koptuğu güne değin hakkınızda söylenenleri, dedikoduları diğerleriyle birlikte tasdikleyip aynı tavırları gösterendir de maruz kaldığı küçümseyici tavırlarının intikamını alma, içten içe duyduğu açık etmediği sinsi nefretini haykırma fırsatını kaçırmayarak kapattığı şemsiye yüzünden her tarafınızı ıslatan yağmur damlalarını peş peşe dökmeden, akıtmadan öncenin ritüelli ‘senin için söylediklerini bir bilsen’le başlayıp ‘aaaa ne diyebilir ki benim için, anlatsana, korkma ! söyle zaten konuşmuyorum…’–‘belli mi olur kardeşsiniz…akrabasınız…eski dost düşman olmaz derler, bir gün konuşursunuz o zaman yine ben kötü olurum, yemin et öyle…’le de tamamlandıktan sonra ‘inanmadım ama benden hiç hoşlanmazmışsın, çağırma onu gelmesin dermişsin, çok çıkarcı bulurmuşsun. Başkana da bütün yazışmaları ben hazırlıyorum o oturuyor diye şikayet etmişsin beni …’–’ ay güya sen, Leyla’yla her gece barlara, pek sıkta Tunalı’daki Cafe Bien’e takılıyor, bildiğin koca arıyormuşsunuz.Hatta olan da olmuş C….’–’ kocan aldatmış seni hemde kiminle biliyormusun hani evli bir arkadaşın vardı ya adınız bile aynıydı ’ –‘ var ya, senin için öyle kurnaz öyle kurnaz ki anlatamam dedi, haydi bugün dışarıda yemek yiyelim teklifini yapıp canın ne istiyorsa yiyor, hesabı da ona kilitliyormuşsun’ –‘sen ne sanıyordun? değer verip seni sevdiğini mi? arkandan idare ediyorum maddi olarak yardımına ihtiyacım var yoksa ne diye çekeyim o manyağı derdi senin için’ –‘biliyor musun kendisi onca erkekle yattı, kaktı kimselerin ruhu duymadı ben de tersine önüme gelene anlattım o tiyatrocu çocuğu bile, ne oldu adım orospuya çıktı benim…’ sırlarını önemsememenin; ölmeden önce en son nerelere gittiği, ne yaptığı, ne yediği, içtiği, ne giyindiği, son sözünün ne olduğu ? zihni sürekli meşgul ederken ölümün müsebbibi de şayet bir kulsa şimdi ne yaptığına, nerde yaşadığına, akıbetinin ne olduğuna dair soruların cevabını duymayı iste(t)meyen; Ortadoğu’da, Türkiye’de neredeyse bütün diktatörlerin, katliam planlayanların, yapanların cezalandırılmasını geciktirmiş, engellemiş– 17 yaşında Erdal Eren’i astırtan Evren’i elleri yağda, balda, kaymakta 90 yaşına kadar yaşatan– ilahi adaletin adaletsizliği beklenirken hayatının en kötü günü olduğundan habersiz, her yıl öldüğü tarih yaklaştığında geçmişi ve o günü sanki aynı günmüşçesine aynı tazelikte yeniden başlatan, yaşatan makineli tüfekten atılıyormuşçasına acıtan hatıraların söndürdüğü ‘ben’in iyileşemeyeceğini ; “iyileşen”nin sen değil “zaman”lığını ‘acıyı yaşayan biri ancak böyle bir şiir yazabilir’ diyerek sığındığın B.Keskin’in;
“Ben hangi kelimeyi nereye koysam
Bir sonbahar konaklar sesimde.
Ben hangi kelimeyle girsem akşama
Ben hangi kelimeyle nereye gitsem.
Yokluğunun renginde depremler düşer boynuma….”
mısralarının yalınlığını algılayamamanın, hayatının her döneminde tanık olduğun (1977’nin 1 Mayıs, Çorum, K.Maraş, Malatya, Madımak , Roboski ) onlarca katliam, cinayet, tehcir, sürgün benzeri sebeplerle evlatlarını, eşlerini, babalarını, annelerini, sevdiklerini kaybedenlerin derinliklerinde tutuşan alevi; ölenin kökenine, mezhebine, dinine bakılmasızın bir insanın hayatı söndürüldüğünden, söndüğünden herhangi bir ölüm karşısında da duyduğun üzüntüye, çöküşe rağmen ölümün keskin bıçaklığını; Madımak katliamında hayatını kaybedenlerin cenaze törenine katıldığın o günlerde değil de çok sonları Albertine Kayıp’ı okuduğun da kavramanın nedeni gün gelecek de ailen dahil insanlardan kaçmak istetecek duygu patlaması yaratacak ‘ kanser olacaksın, kız kardeşin evlenecek, bir çocuk dünyaya getirecek, o çocuk senin dünyan olacak sonra Madımak katliamının gerçekleştirildiği gün hayatını kaybedecek’li olaylar yaşayacağını bilmeden katıldığın cenaze töreninde yirmibirinci yüzyılda bedenleri alkışlar arasında yakılmış gençlerin , sanatçıların isimleri tek tek anons edildiğinde “burada” diye bağırdığında, bir gün aynı günün, ölüm günün olacağını daha doğmadığından aklının ucundan geçmesinin imkansızlığında meğer o lanet…o zalim…o ihanetçi Temmuzun ikisinde; Can…Can ! seni, öncesinde Haldun’u, Onu kaybetmediğindenmiş. Onca kitap alışverişine, yazarlarıyla ilgili konuşmana karşın Haldun’la Proust hakkında hiç sohbet etmediğinin ayrımına da vardıracak kaybedişten…kaybedişlerden sonra; Arkadaş da dahil mahalledeki D&R’da, Kızılay Konur sokaktaki Dost, İmge kitapevlerinde bulamayınca mecburen ‘kadere razı’ tipler gibi boş verip, Swann’ların Tarafı’yla başlayan Yakalanan Zamanla biten yedi ciltlik Kayıp Zamanın İzinde serisini tamamladıktan epeyce sonra bir gün yine Dost kitapevinde bulduğun, beşinci sıradaki Mahpus’u “ aaa Royale sokağı kulübünün balkonunu gösteren Tissot tablosunda ayakta duran kişi Swann’mış (anında Google da söz konusu tabloyu aratıp, merak ettiğin Swann’a, her detayına bakmıştın), Bergotte ölmüş… düşes Mme Guermantes’ın giysilerine hayran Albertine’i metres tutmuş …. ” nidalarıyla bitirdikten Albertine Kayıp’ı yeniden eline aldığında “Ah ! bir daha asla bir ormana adım atmayacak, ağaçların arasında gezinmeyecektim”in ağır basmasıyla Can! ölümün sonrası gittiğimiz parklara, gezindiğimiz sokaklara, alışveriş yaptığımız dükkanlara sensiz gidemediğimi söylememi anormal karşılamakla kalmayıp suçlu gören tuhaflıklar silsilesinde, aile efratlarının ( bir zamanlar yirmibir yaşındaki oğlunu kaybetmiş Elmas için de yanımda ) üzüntüsü arşa varanlar için söyleyeceği ‘ yazık, ağır geldi ölümü, kafayı yedi sonunda’lı tespitin benim için de söyleyen yakınlarımda, arkadaşlarımda varlığını bildiğim baskın düşünce; evinde bir elde kahve, şarap, viski maç, Survivor , Yasak Elma, Bay Yanlış izlemek, Facebook, Twitter, Instagram’da like almak için yatağını, şortunu, göğsünü, saçını, kalçasını, kaslarını, sevgilisini sergilemek dururken depresyona düşürüp, moral bozacağına inandıklarından acısı, sorunu, derdi, tasası bulunanlardan uzak durma, bir araya gelmeme istemi; olduğundan ‘şimdi işin yoksa uğraş dur, yanlış anlamayın insan ister istemez etkileniyor, odasını, eşyalarını gördükçe üzülüyor, başıma ağrılar saplanıyor’la cenaze evlerinde geçirilen saatleri vaktinden, ömründen çalan boş faaliyet gören ahret, öbür dünyaya hazırlanmak için dünyaya getirildiğine inandırılmış Müslüman Ortadoğulu toplumlarda varılmak istenen tek hedef “cennet” için yapılması gerekenlerle bağdaşması olanaksız ve de “Sen dünya mülkündesin, öyle!” yergisinin abes kaçmayacağı tavırda; özü acıyla, kasvetle iç içe hayattın sonu ölümle yüzleşme; gençlikte, özellikle de belki büyük sahtekarlığı, aldatıcılığı yaş geçtikçe anlaşılacak kendilerini ayakta tutacak tek şeyin paranın gücüyle vicdandan, merhametten yoksun “dostluğun”, “kardeşliğin”, ”evlada sahipliğin” hatta insanlığın sadece kavramlıkta ( bu olguları idrak ettirtecek olaylar daha yaşamamışken, sen) varlığını gördüklerinden; bükülmüş bel, kataraktlı göz, titreyen el, bacaklarıyla ölüme hazırlanan vücuda ‘ben’e ihanet ederek kendini onsekizlik delikanlı gören, sayan belleğin yönetiminde yine de ölüme gün sayarken ‘çok şükür a, o birkaç kuruş var bankada’ yla sevinirken eğer hastalarsa ‘bak ! hepsini çekme bıkar birazını’ talimatını verdikleri maaşlarını çekmesin diye bankamatik, banka gişeleri önünde saatlerce kuyrukta beklemeyi göze alan; eşlerinden, evlatlarından daha… daha düşkün oldukları paralarını avuçlarında pincik pincik saymaları, bildiğin yastık, çarşaf altına saklamaları ‘sende bozuk var mı ? bir kuruş lazım ekmek alacağım, ben emekli bir memurum biraz indirim yap’lı dilenmeleri ‘; ‘aybaşına kadar bir tek bu yüz lira var, ona göre harca‘yla canlarının istediği meyveyi, sebzeyi , gıdayı almayıp BİM, A101, Yunus gibi ucuz marketlerin indirimlerinin, kampanyaları kovalayarak; seksen, doksan yaşında bile ne yapacaklarsa ‘ Cuma günü üç çelik tencere 200 TL’den satılacakmış bana bir set ayırsan be kızım ! be oğlum ‘; ‘ krediler ucuzlamış çekip bir ev alsak’; ‘yazlığa pergüle yaptırsak’ hala para biriktirmeye çalışırken ‘elden ayaktan düşsek kim bakar biraz harcamaları kısalım’ planlamalarından geri kalmayacakları yaşlılıkta bile reddederek; “sonsuza kadar yaşayacak, ölüm hiç yokmuş’lu bir yaşam güdüsünde kendini var etmesi değil miydi Can ! seni kaybettiğim o sancılı günlerde “gerçek acıyı çekmeyenler tarafından yazılan makaleleri okumaya tahammülü olmayan “ Marcel gibi, acıyı yaşamadıklarından – yorumum ne kadar doğru bilemesem de ; cenaze evlerinde çoğu kez suratlarına sahtelik akan üzgün emojiler yerleştirmiş otururlarken ’Allahım çok şükür’le yakınlarının ölmemişliğine sevinmeyi akıllarından geçirdiklerinden – hissettiklerimi, yıkık ruhumu, anıların gün boyu resmi geçit yaptığı kederli dünyamı anlamaya çabalamaktansa ‘ahh mahvoldular ailece, onu öyle fotoğraflarına bakar, okuduğu kitapları seyreder, atletine, oyuncaklarına sarılır görmek beni çok üzüyor, bir şey değil bu kadar üzülmekle bir yerime bir şey olacak, yarından sonra bir süreliğine gitmeyeceğim, hem bu gidişle zatetn delirir” kategorisine terfi ettirecekleri ‘ben’im de onlarla zaman geçirmek istemediğimi, onlara katlanamadığımı düşünemeyecek olmalarına dayanamazken hem! yanımdakilerden kim, ölüm sonrasının unutuşa da varabilecek aşamalarını akla getirdiklerini, düşündürdüklerini, yaşattıklarını somutlaştırıp, betimleme güçlüğü çekmeden nesneler, eşyalar, kokular, tatlar ve yemeklerin çağrıştırdığı anıları Vinteuil sonatı eşliğinde; öylesine içten; acının tek bir karesini atlamadan anlayabilir…anlatabilir… yazabilirdi ki ’yle ayrıntıların efendiliğine, büyük yazarlığına toz kondur(t)mayacağınız Proust’un satırlara döktüğü “…Albertine’in hatırasıyla ayrılmaz bir bütün oluşturdukları için, sırf ilk ve sonbaharları , kışlarıyla zaten yeterince hazin olan … hayatta olsaydı bu benzer havada,şüphesiz ….gezintiye çıkardı..Son olarak ta , bu mevsim değişlilikleri ve farklı günlerin her birinin , bana başka bir Albertine’i geri getirmesi…”nin izdüşümlerini ‘O’nu, Can’ı ve Haldun’u kaybettiğimde bunların aynısını yaşamış, aynen böyle düşünmüştüm. Marcel’in her kadında Albertine’i görmesi gibi ben de parktaki çocuklarda seni görmüş hatta sen sanmış , ardından senmişçesine seslenmiştim Can!’ Tam kavşakta olduğundan bir yanı caddeye, salonunun, iki odasının pencereleri yanındaki parka baktığından ‘bak! parkta tek bir çocuk yok çünkü hava çok soğuk, kar yağıyor, az güneş çıksın ’la zor zap ettiğin Can’ın parkta çocuk görür görmez ‘ haydi Güşen, çabuk çabuk bizde gidelim, bak çocuklar çıktılar dışarıya ‘ mızmızlanmasına fırsat vermeden ‘haydi bakalım’ üşütme diye ağzını burnunu atkı, berelerle sarıp gittiğiniz parkta yaptığınız kardan adamın gözlerine koymak için siyah küçük taşlar bulamayınca, diz boyu karın ortasında ‘ icat edeni… elime geçirsem…bıktım ya rahat yok nereye gidersen git, tuvalette bile bulunuyorsun, insanlardan kurtulamıyorsun, ayrı kalamıyorsun da, bu nasıl görülmemiş bir zulümdür ’ siteminin baş rolü ama o gün, o anların fotoğrafını çektiğinden bugün minnet duyduğun cep telefonunla talimat verdiğin anne(nin)annenin mutfağın penceresinden attığı içine siyah zeytinler koyduğu buzdolabı poşetini havada yakalamak için gerisin geriye gittiğinizde düşerek içine gömüldüğünüz karlı her kış gününü; salonun cadeye bakan pencere pervazına dayanmış seni arkandan düşmeyesin diye tutarken ‘bak! işte sel bu, su nasıl güldür güldür akıyor caddeye’ dediğimde yeni öğrendiğin hoşuna giden bir kelimeyi ya da cümleyi konuşmanın ardından hemen tekrarlamayı huy edindiğinden ‘bak! güldür güldür akıyor’una gülümseyip ‘yağmur yağıyor, seller akıyor…’u söylediğimiz Nisan yağmurlarını; ‘seviyor, sevmiyor aaa sevmiyor çıktı’ kederini ‘ bu bir oyun, seviyor çıkana kadar yapılır, tekrar yap bak seviyor çıkacak’ falın baktığımız papatyaların ilkbaharlarını; kulağımıza küpe yaptığımız kirazların, alır almaz sokakta yemeye başladığımız dutların tezgahlarda görünmesiyle yazları; videoya çektiğim birbirlerinin üzerine yığılı sonbahar renkli yaprakları avuçlayıp bana doğru attığını Kasım aylarını Can ! sende, Haldun’da bulduran ölüm sonrası yaşanacak sanrılarla karşılaşmanın olmazsa olmazlığındayken ben, gizli gizli mutfakta, balkonda, banyoda ‘bir psikologa mı götürsek acaba? dur dur şuralarda bir yerlerde antidepresan olacaktı onu verelim de azıcık uyusun’ konuşmalı körlükteki tanıdıkların; ellerinde bir bardak suyla yanıma gelip ’aç bakalım ağzını’ komutunu verdiklerinde ‘ne bu?içmem ben bunu’ itirazıma ‘iç rahatlarsın’ kolaycılığını öne sürerek; ‘akşamları ‘uyamıyorum, ayrıca başım çok ağrıyor ‘ şikayetli evladına; kendindeki migren semptomlarını yükleyecek öngörüde ‘kızım ben sana dememiş miydim uykusuzluğuna çareyi bulacağım diye.Bugün Güven hastanesi nörologlarından üstelikte profesör Çiğdem hanımla konuştum, sende de benim gibi strese bağlı migren varmış.Laroxyl yazdı 10 Mg’ müjdesini verdikten sonra yalnız kaldığınızda ‘ böyle şey olur mu?muayene etmeden, MR çekmeden nerden biliyor çocukta migren olduğunu da ilaç yazıyor? Ne o görüşme yapıldı, ne de reçete yazdı Çiğdem hanım.Bariz yalan söyledin çocuğuna, teşhis de, tedavi de senden, ama yapma ! 22 yaşında antidepresana alıştırma, yazık ediyorsun’ dediğinde; aldatmayı ortadan kaldırmadığı halde gibi niyeyse affedileceğine kesin gözüyle bakılan belki de İslam da takiyyenin günah sayılmayacağı yer bulduğundan ‘kimsenin canını yakmayan pembe yalan…’ bahanesine sığınan; her yalancı gibi yalancılığının bilinmesini utanma vesilesi görmeyip yüzüne vurulmasını umursamayan yüzsüzlükte ‘ne var bunda? Kız, her akşam, her akşam başım çok ağrıyor diyor, öyle görmeye dayanamıyorum ne yapayım?’–‘ madem kararlısın antidepresan vermeye bari Pasiflora içsin.Hiç olmasa bitkisel, bağımlılık yapmaz .Hem ne diye bu kadar abartıyorsun baş ağrısını, uykusuzluğunu çocuğun? Hepimiz zaman zaman bunalırız.Çocuk yeni döndü yurtdışından;Fransa’dan, işe başladı, daha el bebek gül bebekken herkes gibiliğe alışmadı. O da sorun mu?kanser oldum ben, göğsüm alındı, bağırsaklarım yok …kanser olduğumu öğrendiğimde doktorum Semih bey, biliyorsun alanında çok iyi bir cerrahtır ‘ bir süreliğine kullan, şimdi anlamazsınız ama sonraları sorgularsın niye ben kanser oldum diye yardımcı olur size’ deyince bildiği bir şey vardır diye güvenip başladım, üç ay zor dayandım lanet Cipralex’e ! Güya akşamları uyutacaktı beni mışıl, mşıl… tersine etki, cin gibi ayaktaydım her gece, mahvoldum uykusuzluktan. Bunlara sende şahittin, şu yaptığın iş mi? Bu ilaçların yan etkisini de düşün’lü itirazlarını öğretilmiş abartılı anneliğin gereği gözlerini sigarasının dumanından ayırmadan dinlemesiyle kıçına saymayacağını anladığın kız kardeşinin gibi; hayatın evrelerinden ergenliğe adımda kişi sorumluluklarının yeni yeni farkında varır, ilişkilerin komplikeliğini görür; içini doldurmaya başlayacağı yeni kavramlar dedikodu, ihanet, aldatma, yalan, iftira, torpil, katliam, ölümle, aşkla tanışırken; karşılaşacağı sorunları (ders çalışma, sınav, gönül verme, arkadaşlara gezip tozma, arayı bozma, ebeveyne karşı çıkma, beğenmeme vb) çözmenin hayatla başa çıkmanın kolay yolunun beynin kimyasına müdahaleyle, mutsuzluğa yol açan iletimleri azaltma işlevleri sayesinde uyuşacak aklın, karşı çıkış yerine her şeyi ‘evet’letmesinden geçtiğini kavrayarak bağımlılık yaptığını bile bile sırf rahatsız edilmemek, ‘veletlerle’ uğraşmamak için yarattığı alkol etkisiyle ‘pelte haline getirip bebekler gibi uyutan tatlı pembe hap’’ları; yasal eroinman, esrar ve uyuşturucuları; Lustral, Prozac, Efexor, Cipram, Selectra, Seoxat, Lyrica’ları; evlatlarına, tanıdıklarına avuç avuç kullandırmaktan çekinmeyen; iyi, kaliteli bir hayat sürmenin yanında toplumca değerli kılınmanın insanın servetiyle doğru orantılı olduğu Türkiye gibi ülkelerde ilaç firmalarıyla aralarındaki mekanik, maddi, ahlaksız ilişkiler nedeniyle kullanım alanları dışında doktorlar tarafından “kız arkadaşım beni terk etti”, “annem öldü”, “kardeşim beni çok üzüyor, cep telefonumu kullanıyor” , “ babam dışarı çıkmama izin vermiyor”,” annem Whatsapp mesajlarımı okuyor”, “prostatım var”, “kocamı kıskanıyorum”, “karım mini etek giyiyor” temalı rutin problemlerde dahi reçetelendirilen antidepresanların etkisinde, dünya yansa ‘bana yakınlarıma bir şey olmadı ya’ umursamazlığında ecelini bekleyen birine iki hafta sonra sevinç çığlıkları attırtarak dans ettirtecek sanal mutlulukla etrafında, bulunduğu toplumda var olan yalanı, iftirayı, yolsuzluğu, adaletsizliği, eşitsizliği ‘sen mi düzelteceksin, etin ne budun ne otur oturduğun yerde keyfine bak’ adam ‘sendeciliğinde’ insanı kendisi olmaktan çıkarıp apayrı bir karaktere de dönüştüren, öyle ki çocuğunu hayatından edenin, katilinin yargı önüne çıkmasını istemeyecek boş vermişlikte en anormal olguyu normal, normali anormal saydırtacak uyuşturucu kullanımıyla edinilen –hayatı allak bullak ederek, pek çok olumsuzluğu tetikleyeceğinden, kullandıklarını bildiklerinizden uzaklaşmak, ilişki kurmamak yaşam ve akıl sağlığınız için elzemdir uyarısını yapamayı zorunlu kılan– antidepresan mantıkta , detayların labirentinde kaybolan zihni yeni şeyler keşfettiğini sanıp ‘diğer insanlardan farklıyım, şöyle mükemmel biriymişim meğer, bu ilaç iyi geldi bana, almaya devam’ düşüncelerine batıp çıkan zamane ebeveynlerinin; anne ve babaların çocukları büyüdüğünde yerecekleri isteklerinin, arzularının dışında karakterlere bürünme sonrasında tıpkısının aynısı kendilerine benzediklerini gördüklerinde niye o denli şaşırdıklarını da hiç anlamadığından yanlış anlaşılmasın demeyeceğim yanlış anlayan da anlasın abi, herhangi bir kötü olayda özellikle de bir insanın kaybında, ölümünde hemen acıyı yaşayanlara içirilmek için antidepresanlara başvurulması o kişi, kişiler için endişelendiklerinden, gerçekten daha iyi olmasını…olmalarını…olmanızı istediklerinden falan değildir, iyi vakit geçirip, hayatın tadını çıkarma peşindeyken karşılaşılan acı duruma ait kendilerinin de tutmak zorunda kalacakları matemin uzun sürmesi depresif anne, baba, evlat, kardeş, kanka, arkadaş, amca, yeğen sevgiliye tahammül edilen son noktada ‘elimden geleni yaptım…geldim, gittim, sarıldım, ağladım, hizmet ettim benden bu kadar’ tahammülsüzlüğünün ucunu gösterdiğinden belki de götürür sanılıp götüremediği de illaki bir gün karşısında yaşanan acının büyüklüğünü giderme amacından dolayı gayet insani ve anlaşılır bir tepkide olabilecek – kafayı kazan yapmaktan başka bir işe yaramayan ikibinli yılların popüler çerezi; patlatılmış mısırı, çitleği çevrede neredeyse kullanmayan insanın kalmadığı küçükken anneme mide ülseri için doktorun verdiği diazemden başkasını bilmezken şimdilerde ‘ay şekerim sen ne kullanıyorsun ? yaa yapma onu bırak bunu kullan, hem bu sersemletmiyor, baş ağrısı da yapmıyor, acayip rahatlıyorsun ? sabah müdürle tartıştım attım iki tane Lustral, pamuk oldum pamuk…’ lu sohbetlerin konu başlığı – (acıyı, keşmekeşini dindirdiğini sanılıp illaki bir gün dindirmediği anlaşılacak) antidepresanı Can’ın, Haldun’un vefatını öğrendiğin gün ‘aç’ komutuyla ağzına dayayanlarda mideni bulandıran şey, duymanı istedikleri için artık gizli değil açık açık bıkkınlıklarını dillendirdikleri ‘tamam acısını paylaşalım da nereye kadar? O’ da biraz gayret etsin canım, kaç gün oldu, nihayetin de bizim de işimiz gücümüz, çoluğumuz çocuğumuz var ’ konuşmaları değildi; madende grizu patlaması, kalp krizi geçirme gibi sonu ölümlü olayları ‘hayat bu ne yapalım’, ‘madenciliğin…yaşlılığın kaderinde, fıtratında vardır’a sığdırdıkları bencilliklerini, acımazsız kişiliklerini sergileyenler dışındaki pek çok insan kendini olayın mağduruyla eşleştirecek bir şey bulacağından evet ! gerçekten de üzüntülüdürler ama velakin insanın ‘acımın kalbimi acıtan kısmı bu al sana, ciğeri deleni de bu, bu da sana’yla üleştiremediğinden nasıl bölüşüleceği muammalı safsatadan başka bir şey olmayan; neden böyle söyledikleri, hissettikleri, ilk kimin bu işi başlattığı bilinmediğinden cidden merak ettiğim kendilerini yerine getirmek zorunda bıraktıkları ‘ bir süre yalnız bırakmayalım.Acı bu paylaşılmalı. Sıraya koyalım hem, bugün sen uğra, giderken bir şeylerde götür, tencere yemeği değil, dur dur patatesli börek sever çörek de, yarın da sen, baştan söyleyeyim ben pide yaptıracağım’dan önce; üstelik de yaşayanı anlamaktan uzaklıklarının farkında olmayanlarca; kullanılan ‘acını paylaşıyorum’ ağdalı bir söz öbeği yok mu ! niye paylaşın? seslendiremediği belki seslendirmek de istemediği; kaybedilenle ortak geçmişi hatırlatan, ölmediğine inandıran onlarca hatıra, eşya ortasında acısıyla sahibini tek başına bırakmakken asıl acıyı paylaşmak, üstüne cenaze evinde sanki savaş çıkarmış, katliamlar yapmış trafik, uçak, iş kazalarına, teşhis, tedavi hatasına neden olmuşcasına hayatı yitene dair ‘ahh düşünsene ya sakat, yıllarca komada kalsaydı. Şimdi dersin ömür boyu bakardım ama insan yükü ağırdır’ – ‘ çektiği acılar dindi, kurtuldu’–‘ her gün onca genç şehit oluyor, ne güzel bir ölüm, Allah herkese nasip etsin, yaşını başını almıştı, bakalım biz o kadar yaşayacak mıyız?’lı suçlama; sınırın kaç olduğu söylenmeden genç saydıklarının ölmesindense birlikte yaşanıldığından sizi sonsuza dek hiç büyümeyen çocuk, sizinde onu sonsuza dek hep aynı orta yaşta göreceğiniz yaşlı, sakat ya da hastaların yaşam haklarını önemsemeyerek ölmelerinin daha hayırlı, sevinilecek bir durum olduğunun tebliğindeki insanlıktan nasip almamışlık, acımasızlık; şüphe barındıran ‘ sen ölseydin acaba rahmetli bu kadar üzülecek miydi’li nifak sokmalı varsayımların sıralanmasına ses çıkar(a)mamak var ya Haldun ! düşündüğünü, hissettiğini gizlemeden beyan ettiğinden keşke diyorum keşke benim de, ağabeyinin cenaze yemeği sırasında ‘ defolun gidin! Tek başıma bırakın beni, saçmalamalarınız, bir boka yaramayan tesellileriniz, yardımlarınız sizin olsun’ tepkini gösterecek cesaretim olsaydı. Ama hep olageldiği üzre; iş işten geçtikten, güzel ne varsa ona geç kaldıktan sonra başa gelinen akılla, o gün tepkimi gösteremediğim mülayimliğime öyle kızgınım ki, yanında olmasa da varlığı hayatı dayanılır kılan, başına bir şey geldiğinde ‘ keşke senin yerine ben olsaydım’ dedirten bir ya da iki arkadaştan biri olduğundan bugün Haldun! O davranışından dolayı sana çıkışmamın gözüne nasıl aptalca, derinlikten yoksun gözüktüğünü düşününce ,üstelik bu yüzden kendimi nasıl kötü hissettiğimi sana açıklayamadan; küçücük dünyamı durduran ölüm haberini almanın şokunda –az durun be! elbette hayat devam edecek, elbette yemek yenecek, su içilecek,işe gidilecek, yemek yapılacak, yaşanacakken sanki bunlar bilinmiyormuşçasına, ölenin varlığını, hatıralarını anda silme teklifi “hayat devam ediyor”lar da saklı ‘ölen öldü, olan oldu, ya ölen sen olsaydın? ne şanslısın sen yaşıyorsun‘ merhametsizliğinin itirafı “başın sağolsun”lar sağnağının sıkıştırdığı kalbin krizle tanışmasına ramak kalmışken avaz avaz ‘ hayır! Bunları söyleyen biz değiliz deyin.Ne diyorsunuz siz ? benim başıma yıkılmışken dünya, demeyin başın sağ olsun deyin ki başını vur duvarlara…demeyin ağlama deyin ki ömrünü kaybettin sen! ağla ağlayabildiğin kadar ‘ diye bağırmaktan beni neyin alıkoyduğunu hiç ama hiç bilmiyorum…hiççç bilemiyorum… bildiğim teselli sanılan ama acıyı hafifletmeyip katmerleştirdiğinden dileyenlere karşı öfkelenilirken zihinde oluşan tuhaf anlamsızlıkların, boşlukların bakışlara yerleştirdiği anlık parıldamanın nedeni hemen hemen her gün “sanki, tıpkı hayattayken olduğu gibi, zihnimizi meşgul etmeyi sürdürür.Seyahate çıkmıştır adeta…”yı yaşayan Marcelmişcesine; İlkokul birinci sınıfa başlamamıştın sabahları baban bıraktığında ya da ben gelip seni aldığımda eve girer, ayakkabılarını çıkarır çıkarmaz annenin yedek giysilerini bazen de aldığı organik meyveleri, hastaysan ilaçlarını koyduğu bana göstermek için bir şeyini ; yap-boz, oyuncak, kitap, resim, bazen yiyecek ve de tabletini; getirmişsen önce onları göstereceğinden anneannenin odasına ( onlarca çocuk kanalına sahip tele dünya dedektörü sadece yatak odamdaki televizyona bağlı olduğundan son günlerinde gelir gelmez yatak odasına giderdin) taşıdığımız (getirmemişsen antredeki beyaz yayvan sepete bırakacağımız) küçük koyu mavi renkli sırt çantanın fermuarını açıp içindekileri yatak örtüsünün üzerine döktükten; yatarak televizyon izleyeceğinden üzerini değiştirip ev giysilerini giydirdikten; iki üç yastıkla sırtını destekleyip yarı uzanır vaziyete getirip yalnızca TRT çocuk kanalının çıktığı anneannenin televizyonu açıp mutfağa sana kahvaltı hazırlamaya gittiğim günlerde Pavlov’un köpeği alışkanlığında sana sütlü kakao, bazen de her sabah içtiğini görenin ‘Allah , Allah görende Varto’nun dağ köyü Kasman değil de İngiliz Kraliyet ailesi mensubusun sanacak’ taşlamasına giriştiği ki girişmeyenini de görmediğim anneannene sütlü çay, kendime sade Türk kahvesi yaptığımda, saat onu gösterdiğinde ‘haydi gellll‘ sesini duyduğumu henüz yaşamı paylaştıkları birini kaybetmediklerinden anlamayıp delirdiğime işaret sayacaklarından söylemediğim ‘yazık… düzeleceğine, günler geçtikçe daha kötü oluyor, ’– ‘bu gidişle aklını oynatacak’–‘yas tutma altı ayı geçti mi, profesyonel yardım alınmalıymış’ konuşmalı yanı başımdakilerin değil de benden yüzkırkbeş yıl önce doğmuş bir yazarın anlamakla kalmayıp aynı duygularda, aynı düşüncelerde, aynı acılarda buluşmanın, aynı fırtınaları, durulmaları yaşatan aynı acıyı , yası satırlara dökerek romanlarında yer vermesinin yaralayıcılığında sonraları zihnini bayağı meşgul ettiğinden; bir insanın kaybı, ölümü ya da herhangi bir facia karşısında takınılan tavırda, yaşanılan matemde; verilen tepkideki naiflik, duyarlılık, merhamet; yaşanandan etkilenme, empati kurma, üzülme derecesinin yaşanılan ülkede insana verilen değer, saygı, bilinç, gelenek ve göreneklerdeki incelik, eğitim, kültür düzeyinin kalitesiyle orantılı…ilişkili olduğu kadar, kanıksatacak derecede ölümle haşır neşirliği payının bulunduğunu da düşündürecek onlarca olay, afet ; onlarca hikaye, roman, sözlü tarih film şeridi gibi gözlerin önünde canlanınca; haksızlık, adaletsizlik barındıran bir olay, hak kaybı getirecek bir yasal düzenleme karşısında kendiliğinden sokağa dökülme, protestolarda bulunma refleksi gelişmiş ülke vatandaşlarının, insanı rahatlatacak o naif…o duyarlı… o içinde asla ve asla ‘kader’ sözcüğünün geçmediği filozofvari teselli sözcüklerine, içten sarılmalarına, kaybedileni birlikte anma isteklerine, hislerine sahip olmalarını nasıl ve niye beklersin ki; senin deyiminle bir baştan bir başa memleketi sarmış yetiştirildikleri evlerin, okulların, yaşadıkları ülkenin, toplumun naiflikten yoksun kabalığı, nobranlığı, cahilliği duygularına, davranışlarına sirayet etmiş, kanaatkar taşralığı bir türlü aşamayan daha doğrusu siyasilerin, düşünürlerin, yönetenlerin işlerine geldiğinden kentli olması istenmeyen Türkiyelilerden; durakta bekler, pazar yerinde alışverişteyken her an bombalı bir saldırıda, katliamda; balkonda oturur, parkta oynar, sokakta yürür, asker uğurlarken bir maganda kurşunuyla; trafikte yol verdin vermedin kavgasında; madende, fabrikada bir patlamada, savaşta, çatışmada, iş kazasında; selde , depremde , çığda, bir afette, bir başka ülkeye göçte, bulaşıcı bir hastalıkta; onlarca insanın, çocuğun, gencin, askerin, gerillanın ölmesi, öldürülmesiyle insanların gözü önünde hayatların bozuk para gibi kolaylıkla harcandığı, daha da harcanacağı ölümün de ‘kaderiydi’yle olağanlaştırıldığı; Manakis kardeşlere ait filmin kayıtlı olduğu üç bobini arayıp bulmak üzere, savaş ortasında tüm Balkanların boydan boya aşıldığı yolculuğun bir noktasında, ellerinde kadehleri yarı karanlık bir sokakta iki arkadaşa ‘Hadi içelim … Françoise’ya, Helga’ya, Michelle’e, Monique’e. Yok olup giden bütün umutlara. Kurduğumuz tüm hayallere rağmen hiç değişmeyen dünyaya……” gerçeğini haykırtan benim bir tanecik yönetmenlerimden Théo Angelopoulos’un Ulysses’ Gaze (Ulis’in Bakışı) vari yüzleşmeli bir dönem filminin çekilmediği –hoş yapılsaydı da gişede büyük hüsrana uğrayacak kadar az izleneceği– ‘her şey olur, hiçbir şey değişmez’in Ortadoğu coğrafyasında yaşayanlardan.Nezaketten, duyarlılıktan muaf Ortadoğu’da hayatı abluka altına alan öyle kolayca…öyle her an karşılaşılan çoğu önlenebilir ölümlerin “şehit oldu” , “kader”, “ne yapalım”la sıradanlaştırılmasının yüzyıllara dayandığına dair düşüncelerini iyice pekiştirense annenin sana bir kış günü, anlattıklarıydı. O kış yine kar yağıyordu Ankara’da, yatağımda uzanmış; her kanalda her gün rastlanacak hayvanlara özellikle de aslanlara ait belgesellerin bolca yayınladığı yıllardan biriydi; seninle yaptığımız gibi Can bilmem ne kanalında seyrederken aslanları; ‘aaa rengi değişmiş’le leylak rengi kumaşla döşettiğim fark ettiğin Tunalı Buğday sokakta bir antikacıdan aldığım antika koltukta oturan anneme hani hiç ortamla, konuşulan konuyla ilgisiz, bir şey hakkında birden–Freud’a göre de açığa çıkan illaki bilinç altında gizlenmiş– bir merak hasıl olur nereden akla düştüyse sorulur ya işte onun gibi televizyonun sesini kısıp anneme dönüp‘ Sare teyzemin kaç çocuğu öldü?’ diyorsun. ‘Ben iki tane biliyorum, hele bir Hasan vardı; çok güzel bir çocuktu dedesine benziyordu, saçları sapsarıydı, gözleri mavi, biz Van’dayken her sene köye gidiyorduk ya depremden önce valla yalan olmasın belki sonra da olabilir görmüştüm ondan bu kadar net hatırlıyorum yüzünü ’–‘Depremde ölmediğine göre sonradır ölümü, kaç yaşındaydı’ –‘ kocamandı’ eliyle boy gösteriyor ‘bu kadardı , tabii ya yedi sekiz yaşlarındaydı.Sene 1965, yol yok bizim oralarda her taraf dağ, taş orman. Deden ben doğduktan dört yıl sonra bir şiir kitabı yayınlamış, dayının sana fotokopilerini gönderdiği işte o kitabında dağlarla ilgili en az altı yedi şiiri var, o kadar çok severdi dağları. Çünkü sabah kalkınca pencereden ilk gördüğümüz yüksek dağlar, tepelerdi’ –‘ o şiir kitabını hatırladım “Bingöllerin Sesi” . Dur ! alıp geleyim’le kitaplıktan fotokopi halindeki kitabı getiriyor ‘bak! bu işte’yle de çeviriyorum sayfalarını ‘gerçekten dağlara aşıkmış. Dinle,şiirin adı Dağlar
“Burcu, burcu kokar gider yaz faslı.
Sizden mi geçmiştir Kerem’le Aslı,
Ağlamıştır sizde aşıklar nesli,
Öter bülbülleri kafeste besli,
Yollarda yolcuyu ağlatan dağlar,
Garip bülbülleri dağlatan dağlar”
bu da Bingöl dağları şiiri
“ Yüce Bingöl şirin yurdum.
Yaylasına çadır kurdum.
Suyunu içene yok ölüm
Cennet gibisin Bingölüm
Aras çayı senden akar,
Murat nehri senden çıkar,
Yüce başın göğe bakar,
Sevdim seni doya doya,
….
hangi dağdır senin eşin “
susuyorum ‘ okusana ’ diyor annem, yatağın üzerine bırakıyorum fotokopileri ‘anne ! Sare teyzemi anlatıyordun, kitap burada okursun sen, hem günlerdir orada duruyor, okumadın da şimdi ben getirince mi?..’ –‘şimdi taksiyle yirmi dakikada gidilen Gımgım’a o şartlarda ya yürüyerek ya atla ya da öküz arabasıyla gitmenin dışında başka çare yok.Tek tük araba demezdik biz taksi vardı ortalarda.Kırk yılda bir köye gelen hükümette, jandarma o da.Neyse hani bir hastalık vardı boğazla alakalı kuşun bir şeyi deniyordu’ gülüyorum ‘kuşpalazı, boğmaca ’ –‘hah işte o, boğmaca, o yıl köydeki çocukları tuttu’ –‘salgın olmuş’ –‘ eniştemde Hasan’ı sırtına vurup, kara bata çıka, yaya Varto’ya götürüyor’ –‘ Yayan öyle mi?’–‘gördün sende, enişte çam yarması gibi uzun, babayiğit, hastaneye yetiştiriyor ama kurtarılamıyor, geç kalınmış’ –‘yavrum ! kim bilir kaç çocuk gitti öyle sahipsizlikten’–‘ sırf bizim evde bir ay içinde beş çocuk öldü kızamıktan, beş kardeş mezarlığı derdik, hepsini bir mezara yan yana gömdüler. Sene 1953’tü Mengî Cele, Ocak ayıydı net hatırlıyorum çünkü bir yıl sonra 1954 yılında babaannem öldü. ‘ –‘ hani şu..’-‘ evet o ! kız ! öyle zalimdi, yıllarca babamın öldürülmesinden ‘başını sen yedin’le annemi suçladı, ölüm döşeğinde ‘ Amine, sen güldün ama gübrede yetiştin ne yazık ki değerini bilmedik.’ dedi. O sene Piro’nun karısı amojın Hanesli’de bizdeydi, ben hep derim ya lojının, adircanın, ateşin önünde oturur parmaklarını böyle koparırdı, bende onun önünde oturur ‘daye derdim senin bu parmakların niye kopuyor’ –‘ nasıl yani? nasıl kopuyordu’ –‘böyle’ diyor gösteriyor parmağın en uçtaki kıvrım yerini ‘böyle bu kemik buradan tak diye kopuyordu, oraları sanki ateşe düşmüş yanmış gibi simsiyahtı… simsiyahtı’–‘morarmış, eğilmiş desene anne ! belli romatizmal bir hastalığı varmış’ –‘doğru diyorsun, ama o bana demişti ki Seys Sılıman (Seyit Süleyman) bana beddua etti.’ Seys Sılıman ismi pek çok anekdotu çağrıştırdığından –‘kimdi o?’ –‘ Sana çok defa demiştim, benim babam, deden çok seviyormuş bu Piri’ derken işaret parmağını dudağına götürüp öpüyor.’Her işini ona danışırmış, her davaya girmeden önce ona sorarmış. Çok büyük inancı, büyük itikadı varmış ona. Neredeyse o ne derse onu yaparmış. Ölünce çok üzülmüş. Şiir yazmış arkasından’ fotokopilere uzanıp dedemin Seys Sılıman için yazdığı şiire sohbeti bölmek istemediğimden o an bakmadım ama sonrasında
“Bahar bağlarında bülbüller öter.
Dostumun hasreti içimde tüter
Mezarın üstünde sümbüller biter
Gitti bu illeri viran eyledi
Yaktı ciğerimi püryan eyledi
…
Mezarında nice günler inledim.
Sesini duyarım diye dinledim.
Gece gündüz ona niyaz eyledim.
Dostum bu illeri viran eyledi.
…”
mısralı “Ameranlı Süleyman Uluyol, Sayın dost’ başlıklı şiiri okudum ‘İşte bu Seys Sılıman Hanesli’nin kocası annem gibi Bingöl’ün bir köyündendi.O köydeki Tekyadan (dergahtan) ayrılan dedelerden biriymiş o da, gelip bizim Onpınar’a Ameran’a yerleşmiş. Erkek kardeşi ölünce de karısının adı Şerife’ymiş, Seys Sılıman onunla evlenmiş, Hanesli’de karşı çıkmış kocasının evlenmesine.O bana öyle anlattı ‘niye evleniyorsun’ demiş’ –‘elinden öpmek lazımmış Hanesli’nin, o berbat…o saçmalığın dibi…ensest geleneğe karşı çıkmak o devirde ne kadar cesurca bir davranış. Belki o evlilik olmasa annen de zorla evlendirilmeyecekti amcanla, peki nasıl bir bedduaymış ettiği’ –‘demiş ki ‘ dilerim kendi ceddimden parmaklarının hepsi kopar, tek tek düşerde insanlara muhtaç olursun, sakat kalırsın, o bana öyle dedi’. Sonunda o güne değin fark etmediğini annemin sık sık kullandığı ‘o bana öyle dedi’, ‘hiç unutmam’ cümlelerini fark ediyorum yıllar sonra ‘Neyse , Hanesli’nin bizde kaldığı o yıl, altı çocuk… Ben, sekiz yaşındaydım, okula başladık. Okul dediğim bir eğitmen geldi köye adı Remzi, çeşmenin yanında bir ev verildi, biz çocuklar okul diye o eve giderdik; ben, Hanım, Fikriye teyzen, Fazıla, Süleyman, Abbas…okul tam gün, sabah gidip akşama doğru eve dönüyoruz, civar köylerden de çocuklar geliyor. Amcamın kızı Fazıla çok da güzel bir kızdı, annem de çok severdi onu. O kadar sessizdi ki tabii annesi döve döve… öyle sessiz eğitmen onu alır getirir böyle koltuğunun yanında oturturdu’ –‘niye, çok mu severdi eğitmen onu?’-‘ demek ki.. hepimiz çok yaramazdık bir çeşit ödüldü eğitmenin yanında oturmak, akşam dönüyoruz, diz boyu kar, çeşmenin orda baktım ki…’ –‘ Anne! üzerinde dedemin adının yazılı olduğu çeşmenin suyu ne kadar güzeldi değil mi? buz gibi’ –‘ Cepanik yaylasındaki dağlardan gelir o su da, ondan’ –‘ senin bu bahsettiğin eski çeşme nerdeydi ?’ sonraları dedemin şiir kitabına göz gezdirdiğimde annemin bahsettiği Çeşme’ye ait
“Asırlarca akıp akıp ta çoşmuş,
Derinden derine çağlayan çeşme.
Su yüreklere su vermiş koşmuş,
Derinden derine çağlayan çeşme
….
Bir fasıl koşmuştur şairle sâze,
Bir dem varmış hakka nazu-niyâza.
Ermiş hak sırrına ezelki râze.
Kaç bin kervan geçti yoldan saydın mı?
Kocamışsın, bilmem gözler aydın mı?
Kaynak mısın yoksa dağdan kaydın mı?’
Şiiri görecektim ‘eve 200 metre uzaklıktaki yeni çeşmenin az ötesindeydi eski çeşme, beton borularla şimdiki yerine çekildi.Neyse eski çeşmenin orda baktım ki Fazıla çok ağladı dedim ki ‘niye ağlıyorsun?’ dedi ‘ başım çok ağrıyor’. Eve geldik, kapıdan içeri girer girmez ‘Daye!’ dedi ağlamaya başladı, amojın (yengem) Zehra kalktı, bir tane attı… bir tokat attı, beni gösterip ‘seni Turna mı dövdü?’ dedi. Şimdi düşünüyorum da o kadar nefret edermiş ki annemden, bizden de. Hep suçlayacak bir şey bulmak umuduyla dolaşırmış. Fazıla ‘Daye…Daye o beni dövmedi. Benim başım çok ağrıyor ‘dedi. Yengem aldı onu odasına götürdü. O zaman üç erkek kardeş, üç aile bir evde birlikte kalıyordu. Herkese avluya açılan bir oda düşüyordu. Sabahleyin kalktık, biz çocuklar hepimiz hastayız. Kızamık tutmuşuz’ –‘kızamık olduğunuzu nasıl anladınız?’ –‘başımız ağrıyor, vücudumuz dışarı atmıştı kırmızı lekeleri. İlk gün Fazıla , ikinci gün kardeşim Leyla, ben, diğerleri sonra Fazıla’nın kardeşi Süleyman, memedeki altı aylık Hüsnü Cemal, Abbas. Şimdi diyorum ki hep cahillikten öldü bütün o çol çocuk. Bizim orası dört bir yanı dağla, ormanla çevirili , dağlardan esiyor buz gibi rüzgar, tipi kış ki ne kış.Babamın da kış şiiri de vardı
“Şu orman ağaçları
Soyulmuş kuşa benzer.
Dumanlı yamaçları
Korkulu düşe benzer
her tarafı bem beyaz
Bütün ovalar dağlar
Gök ayazdır, yer ayaz
Altı aydır halk ağlar”
soğuk buz kesiyordu
“Bağırdıkça karlı kışın
Senden bezdim doya doya”
denecek kış.Bunlar sobaya mazgal, kalın meşeler koyuyorlar, sobalar kızıyor kızgın, kırmızı alevler gözüküyor sobanın tenekelerinden, saclarından, demirlerinden… ateşimiz var yanıyoruz, odaların içi hamam, su vermiyorlar.Soğuk su üşütür diye sıcak çay veriyorlar.Ateşimiz daha da çıkıyor.Benim annemin odasının bir masası var, böyle (kollarını iki yana açıyor, elinde metre varmışçasına gösteriyor) tutuyorlar bir metre, adamın birisi yapmış anneme tahtadan. Ali Usta diye biri yapmış. Bizim köyde bir tane de kirve var, Hüseyin kirve. Baktım kapı açıldı, odaya girdi Kirve, elinde Amerikan bezi böyle tuttu ölçtü ‘ –‘anladığım sizin orda metre vazifesi anneannemin masasına yüklenmiş’ gülüyor ‘meğer Fazıla ölmüş, ben bilmiyorum. Babası amcam Hüseyin de o zaman bu pisliklerle uğraşıyormuş Varto’ya gitmiş, 1953 de araziyi almış diyorlar ya işte o zamana denk geliyor.Sordum dedim ki Kirve ne ölçüyorsun dedi bir şey yok. Fazıla da ölmeden önce Hanesli’ye ‘Daye ,bana klam, ninni söyle’ demiş. Hanesli’nin öyle güzel sesi vardı… öyle yumuşak…öyle içli…yavaş yavaş söylerdi, hep de dert yüklüydü klamları.Fazıla’yı iki duvara çakılmış çivilere asılı halatlardan yapılmış beşiğe koymuşlar, bizim orda o beşiklere bir de kalın ip bağlarlardı; böyle oturuyorsun o iple çekiyorsun beşiği kendine sonra bırakıyorsun öyle sallayarak ninni söylemiş Fazıla’ya, belki de beşikte sallanırken öldü bilmiyorum. Şimdi benim annemin odası evin arka, İbrahim amcamın odası ön tarafta bakardı , kızı Hanım görmüş’ –‘neyi görmüş, Fazıla’nın öldüğünü mü?’ –‘yok yıkarlarken görüyor. Cenazesini kapıya koyup yıkıyorlar ya, onu görmüş.Dört bir yan
“ Altı aydır şu kargalar
Dağdan kopan kasırgalar
Önünde yere serili
Karlara gömülür kalır
Altı aydır bu illerde
Karlı dumanlı bellerde
Nasıl yaşarlar şaşarım
Ben olsam dağlar aşarım
Uçar giderim sahile
Karda çekilmez bu çile “
Kar, altı ay çekerdik bu çileyi. Dedi ki Hanım; karların üzerine uzun tahta bir masa koydular, yanında kara bir kazan içindeki sudan buharlar çıkıyordu.Siz bilmezsiniz bizde kilerlerde , ambar derdik biz koca kepçeler vardı sütü, haşlanan buğdayı karıştırmak için. Baktım Fazıla’yı kucakta getirip o tahtanın üzerine serdiler, gözleri kapalı, elbiselerini çıkardı yenge Zehra ‘ daye , daye ‘ ağlıyor, işte o zaman ölmüş dedim Fazıla, korktum bende öleceğim.Hanım öyle dedi ama ben hiç bilmiyorum neyse akşam oldu ikinci günü ’ –‘bir dakika, bir dakika dur ! hiç merak etmedin, sormadın mı nerede bu Fazıla diye.Aklım almıyor çünkü her sabah birlikte yediğin, içtiğin, okula gittiğin arkadaşın aniden ortada yok, sormuyorsun kimseye?Kimseler de bir şey demiyor, bir açıklama yapmıyor mu?. Anladığım ölümü gizliyorlar ne faydası varsa sanki ölen bir tavuk…bir inekmiş gibi davranıyor.Eminim o yıllarda köylüler süt, et verdiğinden ölen bir inek, manda, koyun, keçi için daha çok üzülmüş, daha çok ah, vah etmişlerdir’ –‘ aynen öyle, soruyorum tabii; anneme sordum bir şey yok diyor, herkes bir şey yok diyor.İki üç gün sonra ben ve Hanım yavaş yavaş ayağa kalktık ama nasıl halsiziz, Fazıla’nın kardeşi Süleyman’da beni ‘baba odasına götürün’ demiş.Annemin odasına demeyeyim zira erkek çocuklardan kim evlenirse, ev damında ona bir oda verilir, o oda da çocuklar anneleriyle babalarıyla birlikte ( öyle çocuklara ayrı; büyükle ayrı oda nerde? ) kaldıklarından bizim tek odalık evimize de çe Taloda ’baba odası ‘ diyorlardı. Getirdiler arkada böyle bir sedir var Süleyman’ı sedirin arkasında yatırdı Amojın Zehra, ama kadın çok kötü, Fazıla’yı kaybetmiş ağlıyor. Benim kız kardeşim de beşik diyoruz ama bu kadar, karyola kadar büyük’ ne önemi varsa soruyorum ‘ tahta mıydı o beşik’ – ‘ tahtaydı evet, çok büyüktü çünkü. Leyla 48 doğumluydu 53’de öldü, kaç yaşında altı yaşında mı ’ –‘beş’ –‘beş yaşındaydı değil mi ? kocaman kızdı , çok güzeldi bemrad.Öyle uzun kirpikleri vardı ki buraya kadar.’ elmacık kemiklerinin yerini gösteriyor , inan buraya kadar uzundu kirpikleri, sarışındı… o zaman Leyla’da orda karyolada yatıyor iki de bir anneme “ben çok hastayım daye, sen beni ne yapıyorsun” diyordu.Aannem de “ben seni ne yapayım yavrum, yavrum” diyordu. Leyla orada, o da burada, ikisi aynı anda, aynı o odada öldü. İkisi de aynı dakikada öldü’ –‘Süleyman kaç yaşındaydı?’-‘ Süleyman da 46’lıydı benden bir yaş küçük’ –‘ yedi yaşındaymış.’ –‘böyle parmağını (işaret parmağını ağzına götürüyor) ağzına koyardı emerdi, demek ki onda tik varmış, yazık… biz de ona Sılı Musi dın’ der, kızdırırdık, o da arkamıza verip bizi kovalardı. Sılı Musi diye yaşlı bir adam vardı, hep parmağını ağzının içine sokar dolandırırdı. Süleyman da o da onun gibi yapıyordu Canım benim, nasıl güzeldi nasıl… Hiç unutmam gece öldü ikisi de, bizim yanımızda, benim yanımda öldü ikisi de’ -‘öldüklerini nasıl fark ettin sen ?’ –‘ Hiç unutmam Süleyman annesine ‘daye, bak dedi pencerede bir tane adam var bana elma uzattı’, Leyla bir şey demedi. Leyla o kadar dedi ‘ben ölüyorum daye‘ onu öyle duydum’ derken aktı akacak gözyaşlarına engellemeye çalışırken o anda neden kalkıp anneme sarılıp da onunla ağlamadığıma anlam veremiyorum , gözleri televizyon ekranında hiç görmediğim teyzemin ölümünü anlatırken bana, bir an dönüp artık yaşlanmış , çizgilerle dolu yüzüne bakıyorum.Niyeyse insan annesini, babasını hep anne, baba doğdu sanıyor; evlenmeden önce başka bambaşka bir hayatları olduğunu aklına bile getirmeden yıllar yıllar geçiyor anne baba yaşlanınca, evlatlarda orta yaşlara gelince; illaki agresif davranılıp eleştirilere boğulmuş annenin , babanın şüpheci, sevgisiz, açgözlü, merhametsiz ya da tam tersi duygusal, verici, fedakar olmalarının nedeni çözüp, onları anlamanın, ona göre davranmanın artık hiçbir yararının olmayacağı vakitte de, yani yine iş işten geçtikten sonra birden peydahlanan merak sarıyor soruyor da soruyor, bilmek istiyor geçmişi.O an belki de yaşananın trajedinin etkisinde kalkıp gözyaşlarını içine akıtan anneme sarılıp birlikte Leyla’ya ağlamadım ama küçücük bir çocuğun “ben ölüyorum anne” demesindeki o titreyiş… nasıl bir şey olduğunu bilmediği ölümden kurtulamamamın çaresizliğindeki masumiyet içimi parçaladığından kendiliğinden akan gözyaşlarımı göstermeden geceliğimle silerken; ekranda ceylana saldıran aslan’nın görüntüsünde takılı gözleri, titreyen sesiyle ‘kızım, kızım bırak öyle kalsın bu dertler burada’ diyerek elini kalbine götürüyor ‘Leyla öldü, annem o güzel sarı saçlarını ördü, bir tutam kesti bir beze sardı teyzen Sare’ye uzattı ‘çene, bunu sakla !.Ben ölünce gözlerimin üstüne koy’ ağladığımı anlamasın diye sesimi çıkarmadığımdan ‘teyzem Sare öldüğünde anneannemin gözlerinin üstüne Leyla’nın saçlarını’ sorusunu gerisin geriye itelerken ‘öyle de oldu’ diyor ‘ kaç yıl sakladı; elli , elli beş yıl…annem öldüğünde çıkarmış, hiçbir şey olmamış saçlarını, gözlerinin üzerine koymuş.’ –‘ aranızda Leyla’ya kim benziyor?’ –‘Kims,e başka bir güzeldi o.Hiçbirimizde ona benzemedik çocuklarımız arasından da benzeyen yok. Ben orada, odada öyle bakıyorum yani bende şaşırdım birden öldü iki çocuk.Feryat, figan kucağına aldı annem Leyla’yı, Amojın Zehra Süleyman’ı, odanın ortasına bir döşek attılar ikisini yan yana uzattılar, çok küçüklerdi.Hiç unutmam, şey geldi bu Vaide’nin annesi senin halan Elif, geldi.O iki çocuk o gece… o halan Elif yanımızda sabaha kadar oturduk. Tabii bende ağlıyorum bende; aynı ev çocuklarıydık, beraber oynuyorduk. Bir de karınlarının üzerine büyük tepsiler koydular hiç unutmam, şişmesin diye evet.Sabahleyin onları da götürdüler etti üç ölü’ – ‘anne! tepsinin içine de bir şey ağır bir taş falan koydular mı?’ –‘yok,hayır… hayır, tepsi bakır ya ağırdı zaten. Sabahleyin onları götürünce yıkamaya o zaman ben de dışarıya çıktım. Bildim artık dediler Fazıl’a da ölmüş. Leyla’ yı Kurmanj yıkadı annemle. Leyla’nın boynu böyleydi (yana eğiyor) şöyle olmuş, Kurmanj’ın kocası geldi cenazeye baktı ‘neden Leyla’nın boynu büküktür, niye düzeltmedin’ dedi.İkisini götürdüler o yukarıda beş kardeş mezarı var ya Fazıla’nın yanına gömdüler bu sefer de hasta Abbas ağırlaştı. Amojın Zehra doğum yapmıştı altı ay önce Hüsnü Cemal diye bir kız, memedeydi…meme emmiyordu o da öldü, ama Abbas ondan önce öldü’ –‘bu amojın Zehra kaç çocuğunu verdi kızamığa?’-‘Üç tane, bir ayda üç tane; Fazıla, Hüsnü Cemal, kendi babasının adını koyduğu Süleyman.Çok güzeldi, hiç unutmam bu babayiğit olarak maddi mirasını değil ailesini işbirlikçi hain ilan edip soyadını değiştiren Almanya’da ki ite, amcaoğluna benziyordu. Benden bir yaş ufaktı, yedi yaşındaydı. Bunlar, ev damındakiler dedeyi, bizim Piri çağırdılar’ –‘niye?’ –‘dediler gel Abbas’ı Şehidi Merge götürelim. Abbas’la, Hanım kardeş, aynı oda da hasta yatıyorlar. Hanım bir gün dedi ki ben babaannemi sevmiyorum, Abbas’la hasta yatıyoruz babaanne girdi odaya elinde bıjıki dorak ( peynirli gözleme ) Abbas’a verdi, benim de canım çekti istedim vermedi. Kızlar insan değildi onun gözünde, oğlan torunlarını severdi onun için sevmedim babaannemi. Neyse Abbas’ı kızağa koydular tamam mı? Abbas’a bir şey olmasın diye biz dua ediyoruz, üç tane çocuk ölmüş, biz de çocuğuz, tabii üzülüyoruz. Ondan sonra kızakla götürdüler Seyidin üzerine, niyaz da pişirdiler, yanlarında götürdüler… karı yara yara,geri dönüp getirdiler Abbas’ı, Piro’nun sırtına verdiler.Piro sırtına aldı , ahırda etrafında öküz çevirdiler dediler ki ‘ ne kadar senin hastalığın, kadan belan varsa hepsi bu öküzün üzerine, sırtına gelsin.’ –‘Öküzü kurban mı ettiler ?’- ‘ Bilmiyorum, Abbas’ı içeriye aldılar, uzattılar… Abbas öldü. Hiç unutmam; benim annem de Bingöl’den yirmi gün önce, yeni gelmişti, babasıgil şey vermiş ,böyle güzel renk renk yemeni, elbiselik kumaş falan, annem ölünce Fazıla o yemenilerle başını süslemiş’ – ‘Şimdi ben sana yoksa biz Hıristiyan mıyız? desem kızarsın, iyi de anne öleni böyle süslemek Hıristiyanlarda var’ –‘ Her kılığa, her dine koydun bizi, bu da üstüne olsun. Annem Fazıla’nın başını yemeniyle sarmıştı ya amcam Hüseyin Varto’dan geldiğinde gömülmüştü Fazıla, düşün bir geliyor çocuğu ölmüş.Yan yana gömdüklerinden mezar açılınca tekrar Fazıla’yı çıkarmış, ağzını, yüzünü açmış’ –‘çocuklarının öldüğünden sonra mı haberi oldu?’ –‘ yok Fazıla o yokken ölmüştü, diğerleri öldüğünde evdeydi. O zaman Fazıla’nın yüzünü açmış babası, görmemiş ya.Annem diyordu ki sanki yeni uykudaydı.Sanki ağzını burnunu kapattığımız o yemeniye…o leçeğe buhar vermişti.’ –‘Yani nefes mi almış, belki de ölmemişti, kim bilir ki?’ –‘Annem hep anlatırdı.Çok güzel kızdı hakikaten güzeldi, sessiz sedasız bir kızdı. İşte hepsini gömdüler orada…biz diğer hasta çocuklar ayaklandık ben, Hanım, Hatun ablam, Selvi hepimiz hastalanmıştık. Yenge Zehra, o kadar hasetti, o hep benim derdime düşmüştü ‘ –‘düşse ne olur? evladını kaybettikten sonra.İiyi kadın delirmemiş’ –‘çok fena oldu, hep benle Selvi’yle uğraştı, ilgilendi. Nasıl sen yeğenlerini seviyordun öyle. Allah var kadının bizim üzerimizde emeği çoktu, oğlu Selvi’nin, kızı benim yaşımdaydı. O bizi var ya… her hafta, çocukları öldükten sonra her hafta; o kadın bizi yıkadı… saçımızı yıkıyor, iki örük yapıyordu. Nasıl sen düşkündün Can’a, Bella’ya kadın da bize düşkündü. Bir yıl bizimle uğraştı, en sonunda partiyi şaşırdı’ –‘ Kolay değil, üç çocuğu bir anda kaybetmek’ –‘ne zaman amcam İbrahim annemi aldı, kadın zehir oldu anneme yapıştı ama emeği bizde çok’ –‘ kadın korkmuştur benim kocamı da elimden alır diye’ –‘kızım, annemin kaynıyla zorla evlendirildiğini en iyi o biliyordu.Sonra hamile kaldı ama bu defa da sıtma geldi köye.Kinin içti. Sağlık memuru gelip köylerde geziyordu, bulaşıcıdır diyor kinin dağıtıyordu herkese içsin diye.İşte o zaman 1954 yılıydı, yok yok yani 53’ün kışında onlar öldü, o çocuklar, 53’ün ilkbaharıydı. Tamam, bu kinin içti, hamileydi ya meğer ikizmiş çocuklar, ikisi de erkek, kinin yüzünden düşük yaptı. Böyle resmen…o düşmüş çocukları bende gördüm, böyle her şeyleri belliydi, ondan sonra da bu Leyla oldu ’ –‘şimdi anladım teyzem Leyla farklıydı demek kinin iz bırakmış.Zekasında gerilik vardı sanki, eee onca kinine dahi olacak değildi ya’ –‘zavallı Leyla ! amcam kızı dünyaya gelince, kız kardeşim Leyla’nın adını da koydu.’–‘ Allah… Allah amcan Hüseyin ne biliyordu ki Leyla’yı, ne kadar tanıyordu, ne kadar ilgiliydi ki kızına adını veriyor, laf olsun işte’ –‘ Amcam Hüseyin pislik yapmasaydı…o zamanlar tabii yaptıklarını bilmiyorduk, çocuktuk, babamız yoktu.Ben onun kucağında büyüdüm…ben var ya öyle sanıyordum babamdır, anladın?’–‘Sadece babacan görüntüsü değil gerçekten yüzü, bıyıkları dahi benzediğinden biz çocukların Hulusi Kentmen’e benzettiği amcanı öz dedemiz bildik yılarca.’–‘gerçekten de benziyordu Hulusi Kentmen’e .Akşam olunca ev damında misafir odasında toplanırlardı, böyle sedirler vardı, sobanın arkasında her zaman amcam Hüseyin otururdu, ben de her zaman onun kucağında uyurdum.Mesela çağırırmış annemi ‘gel dermiş götür kızı’, amcam İbrahim’de Selvi’yi çok seviyordu. Selvi, amca olarak ona düşkündü, bende buna. Amcam Hüseyin öldüğünde düşün ben çoluk çocuk sahibiyim daha haberim yok babamın arsasını üzerine geçirdiğinden, hoş o arsa da Ermeniler yollanınca Varto’dan Hazineye intikal edilmiş ordan da ihaleye çıkarılmış. Sende gördün tapuyu, ne yazıyordu….’ Evet, görmüştüm de kahrolmuştum; hiç yere…hiç yere evinden, yerinden, yurdundan sürülüyorsun; bin bir emekle aldığın içine ağaçlar diktiğin, duvarını ördüğün evine başkaları kendilerinmişçesine el koyuyor; bu el koyuşu “11295 metre …. Tarla ermen milletinden Simo Korki Veladanı hovikden hazineye intikalı hasebile tapu 24,5, 1959 tarihi ve sıra no, da hazine maliye namına kayıtlı iken bu kere mezkur tarla hududu asliyesi ışbu hudutaamahdut 11295 metre murabbain mahalli bilifraz Varto ilçesi Kasıman köyünden Ali oğulları M….. F’ye sekizyüz lira bedelleri satıldığından ve parası tamamen teslim vezne edildiğinden namına tescilli malmüdürlüğü ifadesiyle Varto kaymakam 6,4,1949 günü ve 59458 sayılı müzekkerısı ve tarafından……” ibareleriyle yasallaştırıp devletin resmi evrakı tapuya yazmaktan çekinilmediğinden, onlarca mazlumun “ ahı” alındığından, lanetlendi bu topraklar…bu yüzden huzur yok… sadece mal mülk mü? Karısına kızına da göz koyuyorlar, tehcir sırasında yollarda saldırıp altınlarını, paralarını çalıyorlar. Sonra önce bizim atalarımız yapmamışlar pürü pakmış; savaştaki başarısızlıklarının sorumluluğunu Ermeni milletinin üstüne yıkıp göçe zorlayan, uçsuz bucaksız yollarda kırıma uğratan Padişah Mehmet Reşat’ı, Enver, Talat, Cemal paşalar’ı Hitler, Mussolini örnek almamış gibi neymiş Hitler Yahudilere neler , neler etmişmiş de , soykırım uygulamışmış…. başka bir konuya dalış…geçiş yapan zihnin anneni ‘ çok ağlamış çok üzülmüştüm’ de yakalıyor ‘ Hüseyin amcam öldüğünde, annem de İstanbul’dan gelmişti, bizdeydi.Ben çok ağlayınca ‘eree çok mu seviyordun?’ bende ‘evet anne ben amcamı çok seviyordum’ dedim, baktım o da başladı ağlamaya.Bu son zamanlarda bu pislikler…demek ki ben şimdi düşünüyorum 53’de o kış zamanı, babamın Hazineden aldığı arsayı üzerine tapu etmeye, geçirmeye gitti, öyle olmasa karda, kışta Varto’da ne işi vardı? Sonra amcamla karısı yaptıkları iyiliklerin içine sıçtıkları kaşığı koyup önümüze bıraktılar.Oyyy amojın Zehra az yapmadı hepimize; lanet olsun ! ben hep derdim ki ‘ bokuyla oynasın’, hakikaten bokuyla oynadı .Kız kız kız…(bu yapılır mı ? şaşkınlığındaki ifade yerleşiyor yüzüne) Zehra’nın annesiyle benim annem, çene Küçükağa amca çocuklarıydı, annem onun teyzesi gelirdi, ayrıca babaannem Fidan’ın abisi Süleyman’ın da kızıydı. Kız, ben onlar kadar birbirine düşman iki insan görmedim aynı halam Rukoş’la ablam Ceylan gibi. Babaannem senin gibi vericiydi, her şeyi verirdi; köylülere bal, ekmek, un.. Zehra’da o verince çok kızardı. Yani ne bileyim aman! her şey geldi.. geçti ama çok güzeldi babaannem Allah için ’–‘anne! teyzem Sare’nin oğlu Hasan’ı anlatıyordun, ne oldu sonra?’ –‘İşte Hasan ölüyor hastanede, enişte ölü çocuğunu yine sırtında vuruyor karı yara yara getiriyor köye’–‘ yuh ya hükümet verseymiş ya bir taksi?’–‘Hükümetin gemi değil, derdi bitti de ölü Hasan’ı taksiyle yollayalım mı diyecekti, öyle mi kızım? Öyle, kızım…kızım kim; kime o zaman, her gün o köylerde onlarca çocuk ölüyordu .Neyse ablam Sare’nin kocası İbrahim’in annesi Kurmanj’ı sen hatırlıyor musun?‘– ‘tabii hatırlıyorum, kapılarının önünde otururdu, etekliğinin içine koyduğu ekmekle yoğurdu, mastı yerdi. Ama çok yaşlıydı, yüzündeki, elindeki çizgiler kalemle çizilmiş gibi kalındı, bir de alınmadığından gözlerini kapatan kalın siyah kaşları vardı. Adı niye Kurmanj’dı ?’ –‘ Köye, Kasman’a gelen ilk Kürt gelindi, adı Gulé ’ymiş de Kurmanj kaldı. Eniştenin babası köye getirdiğinde hiç Zazaca bilmiyormuş ama kolay öğrenmiş’–‘ öğrenir tabii Kürtçenin bir lehçesi Zazaca’–‘ alakası yok biz Türk’üz. Zazalar Türk’tür’ odayı terk etmesiyle sonuçlanacak Hasan’ın başına gelenleri öğrenmeni engelleyecek bam teline bastığını cümle sonunda sonra fark ettiğinden annenle tartışmaya girişmeden kıyısından atlamayı tercih edip ‘tamam anne! sen Türk ol, ben Kürt sonra’–‘Kurmanj çok sevdiği torunu Hasan’nın öldüğünü görünce…’–hep dram…hep trajedi… ölü oğlunun kaskatı kesilmiş bedenini taşımak saatlerce…karda, kışta. İyi karşısına ayı, kurt falan çıkmamış ’–‘ çıkardı da, öyle az olay olmadı değil, İbi Rısk’ın oğlunun burnunu kopardı ayı, ormanda odun keserken’ sanki hep rastlanılacak, rastlanılmış olaymışçasına ayının insan burnunu koparmasını es geçip, ara vermeden anlatmaya devam ediyor ‘ Kurmanj, çok ağlamış. Teyzen Sare önüne çökmüş, demiş ki ‘ niye ağlıyorsun daye, dakıla, bu kadar ağlama, bak geride dokuz torunun var, yetmiyor mu sana?’ aynı evde bir ayda ölen beş çocuğun, burnu ayı tarafından koparılmış kan, revan bir yüzün dehşetini hazmedememişken ‘ yetmiyor mu sana dokuz çocuk’ cümlesiyle sırtımdan vuruluyorum ‘ bunu benim teyzem Xale(m) Sare mi söylemiş?Olamaz…yapma anne!’ ilkokul iki ya da üçüncü sınıfta, tatilde ‘baba odas’ında üzerine kilim serili böyle yüksek tahta sedirde yatıyorum, hastayım yanımda annem; titriyorum, baş ağrısından gözlerimi de açamıyorum , üstü süt kokan biri yaklaşıyor elini alnıma koyuyor ‘ kalk! diyor anneme; waye (m), wardı pay; yanıyor , kalk! deré Mengelî’n kenarında kucağından indiriyor otların üzerine bırakıyor, elbiselerimi çıkarmaya çalışıyor, debeleniyorum ‘ anne kurtar, yapmasın’ .Elbiselerimi çıkarmaktan vazgeçiyor kucakladığı gibi çırpınan beni, suyun içine daldırıyor, donuyorum ‘kêna (m)…çenik eza vana, vındı; kızım, kıpırdama dur! vındı!’ söylediklerini anlamıyorum ama çocuklara karşı kullandıklarından en çok duyduğum kelime ‘vındı’nın dur demek olduğunu biliyorum, suya her batırılıp, çıkarılışımda bacaklarımı birbirine vuruyorum. Gözlerimi açmaya kalkıştığımda güneşle parıldayan sular süzülüyor saçlarımdan, elbiselerimden dereye, teyzem Sare gözlerimi açmama fırsat tanımadan tekrar daldırıyor ‘ eree vındı, vındı.Dur! şimdi geçecek, iyileşeceksin’ dudaklarımın morardığını görünce annem dayanamıyor ‘ a o Hz.Ali’yi seversen bırak kızı, nefesi kesildi, boğulacak’la alıyor ellerinden, kucaklıyor ıslanmasına aldırmadığı neredeyse yer süpürecek uzunluktaki elbisesinin eteğiyle sarıyor beni, anne kucağı rahatlatmışken sanki bir mucize olmuş ağrıdan açamadığım gözlerim, saçlarımdan damlayan dere sularının ışıltısıyla parıldamış, başımın ağrısı da geçmişti. Beni deré Mengelî’n serin sularına daldırmakla hastalıktan kurtaran, alnıma koyduğu elde anne şefkatini hissettiğim teyzem Sare’nin vicdanını, anneliğini, merhametini sorgulatan oğlu Hasan’nın ölümündeki tavrının şaşkınlığında yataktan doğruluyor yüzüne bakıyorum annemin ‘ bir anne, nasıl der bunu? Canavarlık bu’ burnu ayı tarafından koparılmış bir yüzü görmüş annemin, çocuk ölümlerine alışkanlıkta bu kadar basit bir mevzuya şaşkınlığıma, şaşıran bakışlarına baka kalıyorum tabii ya diye düşünüyorsun bu teyzem Sare’yla ilgili duyduğum ilk vaka değil ki, annem de teyzeme dair ilginç olayları bildiğimden tepkime şaşırıyor olmasın. Orta okulu bitirinceye kadar yaz tatillerini geçirdiğin sonrasında çok uzun yıllar sonra ikibinli yılların ortasında gittiğinde Kasman’a, odanın bir duvarını kaplaya uzun tahta sedirin üzerinde yan yana otururken ‘bu annem var ya bu annem, senin teyzen’ kızgınlığıyla ‘ öyle bir vicdansızmış ki’yle başladığı ‘ niye ne yapmış ki?’ nin sonrası bir tek isminin geçtiği kısımları anladığından ‘bu ne anlatıyor’ bakışıyla kuzenin Nade’nin hızlı, Zazaca, Türkçe karışımlı ‘iki buçuk yaşında kız kardeşim varmış benim adı Saime.Çok hastaymış çokk… öyle inliyormuş ki artık neresi ağrıyorsa, öyle de ateşi varmış, babam gece kucağına almış odanın içinde gezdirmiş, çocuk ağlıyor, yanıyormuş. Bu da ‘ annesini gösteriyor ‘ uyuyormuş.Babam kucağında Saime eğilmiş ‘eree Sare uyan, kalk ! haydi uyan! Çenek, kız, çok hasta.ölüyor’ annem gözlerini aralamış ‘çok uykum var’ demiş, uyumaya devam etmiş.O uyurken Saime ölmüş’ konuşmasını kulakları da az işittiğinden tepkisiz dinleyen az biraz Türkçe bilen teyzene, Nade’nin söylediklerini Zazaca’yı tam konuşamadığından elinden geldiğince bağırarak tane, tane anlatma çaban ‘teyze, maye mı, dayé kızın ölüyorken sen nasıl yatabildin?’ sorusuyla nihayetleniyor, söyleyeceklerini anlaman için kelimelerine tam vakıf olamadığı Türkçe konuşması gerektiğinden yardımınla tamamladığı ‘ çene ma, o zaman ev damında; en az 300 koyun, keçi, yirmi inek; mal vardı . Sabah gün ışırken kalkardım, yazın ata atlar malları sağmaya giderdim sonra dönerdim dokuz çocuk , dünya kadar iş, çocuklara, tarlada çalışan marabalara yemek hazırla. Öğlen ata atlar tekrar yaylaya, süt sağmaya.’ –‘ Doğru,seni hep at üzerinde hatırlıyorum, bir keresinde beni de önüne almıştın, korkmuştum, indirmiştin hemen.Rüzgar gibi giderdin atla, bir bakardım pencereden yaylaya giden yol üzerindeki’ gösteriyorum elimle ‘tepeyi çoktan aşmışsın, yoksun öyle hızlıydın’ –‘severdim ata binmeyi babamda severdi .Yayla dönüşü süt kaynat, ayran çal, yoğurt ,çökelek, peynir, yağ yap, ekmek için hamur yoğur, lojını yak ekmek yap. Akşam tekrar malları sağmak için düş yollara ….kızım kızım sen bunlara ne bakıyorsun? Hal mı kalır insan da? Köpek, a o babamın kapısındaki Bozo bile benim kadar koşturmazdı…yorulmuştum uykum vardı, gözlerimi açıp kalkacak halim yoktu ama bunu şimdi , bu devirde kimse anlamaz’ konuşması hayal kırıklığı yaşatsa da kalbini sızlatan, dehşete düşüren çocuğu ölürken yorgunluktan, uykusuzluktun ayağa kalkamayacak kadar iş yapmak zorunda bırakılan bir kadının payına düşürülen şefkatsizlik olduğundan niyeyse bu kış gecesi annenden duydukların kadar canın yanmamıştı. Bir filmde seyretmiş ya da biri anlatmış olsaydı belki ‘yok canım, bu kadar da olmaz’ la senaryonun, kurgunun gerçekliği sorgulanacak ancak bir filmin hayal öteliğinde olabilecek vahşi batıyı anımsatan yaşanmışlıkların arasında yetişen kardeşi ölürken annesinin uyduğuna şahit; gördüğünü tekrarlayacak çocukluktan gelen sonrasında ‘ nasıl dönseydim? Evim mi ? işim mi vardı. İlkokul mezunu bile değildim. Gel yanımıza, iş bulalım, ev tutalım, oğlunla seni yerleştirelim diye kim el uzattı bana? Bende babamın, annemin, abimin yanına sığınacaktım, onlara muhtaçtım. Her gün küfür, hakaret, dayak ya bildiğin dayak canıma tak etmişti, boşanıyordum, Ankara’dan köye dönüyordum, abim dedi ki ‘eğer arkanı dönersen, çocuğu almak zorunda kalırsın.Ben de seni bırakır giderim, haberin olsun.Ancak sana bakabilir babam.Hem oğlanın babasının işi gücü var, devlet memuru, kendi çocuğu baksın ‘ İstemediler oğlumu, ne yapacaktım? İnsan çocuğunu bırakmaz hizmetçilik yapar, tek göz bir oda tutar akıllarını verenler acaba hiç hizmetçilik yaptılar mı?Acaba çaresizlik ne bildiler mi?’ teyzen kızı Nade’ye ; Dikmen’ deki beş katlı asansörsüz apartmanın dördüncü katındaki evinden elinde bavuluyla çıktığında ardından koşan, kapı önünde babası tarafından zapt edilmeye çalışılan altı yaşındaki oğlunun ‘anne ! beni bırakma , beni de götür’ feryadına bakmadan, koşup oğluna sarılmadan metanetle merdivenlerden inmeyi sürdürmesine ‘zalımın kızı…nasıl ya nasıl ciğerin parçalanmadı o figana, nasıl geri dönüp de almadın çocuğunu’ siteminin yapılması büyük bir haksızlıkmış.Bunları yazarken bugün, canının sana anlatıldığı günkünden daha fazla yanması nedendir biliyor musun ? Bu olaylar olur, yaşanırken daha kaybetmemiştin Haldun’u, Can; masal, çizgi film kahramanı hayvanların en asili, en masumu; çocuklar sevdiğinden senin de seveceğini düşünüp okuduğum, tepkilerinden hoşlanmadığını görüp kaybettikten sonra bile nedenini hâlâ anlayamadığım badem gözlerin uzun kirpiklerini kırpıştıran “ahh ne kadar nazik, ne kadar zarif, ne kadar kırılgan” övgülü “bambi”leri; aç karınlarını doyurmak için saldırıp parçaladıktan sonra afiyetle mideye indiren vahşi hayvan belgesellerini “doğanın kanunu bu işte! yaşamak için öldürmek zorundalar ” umarsızlığında seyredenlerin “aman Allahım bu nasıl merhametsiz bir anne’yle eleştirdikleri teyzen Sare’den bin kat daha merhametsizlerin cirit attığı diyarda; bir araya gelmek istemeyeceğiniz düşünce, tavır ve kişiliktekilerle mecburen birlikte çalışılan devlet kurumlarında, övünerek en az iki üç teröristi öldürdüğünü söyledikten sonra yaşadığı acımasızlığı aşan gaddarlığı ‘Kuzey Irakta operasyondaydık. Bu bacağımı (protezli sol bacağını kaldırıyor ) kaybettiğim çatışmada şahit olduklarım…yaşadıklarım bütün insanlara inancımı yıktı, geçti niye biliyor musun? Ölüm kalım çizgisinde kader birliği yaptığın insanlar eğer öyle davranıyorsa artık kimseye güvenemez, inanmazsın. Yanı başında ölen arkadaşlarının kolundaki saatini, parmağındaki yüzüğünü, cüzdanındaki parasını cebe indireni görmek…bir insan öldüğünde diğerinin bunu düşünebilmesi, yapabilmesi akıl yitirtir insana.Diyelim ki öldürdüğün düşmanın malı ganimetin, al koy cebine ama birlikte yarım saat önce siperde sigara içtiğin, aynı şey uğruna savaştığın, kaygılandığın arkadaşına, düşmanına yaptığının aynısını yapmak. Sanma sadece bizimkiler yapıyor, karşı taraf senin gerilla dediğin o teröristlerde yapıyor bunu. Ölülerini olduğu yerde bırakıp kaçarken üzerinde ne var, ne yok alıyor, soyuyorlar‘ anlatımlı Görkem’le aranızdaki bir araya gelmenize engel onlarca farklılığa rağmen ‘tiksiniyorum insanlardan…uzak durmak lazım bu yaratıklardan’ ortak düşüncesinde buluşturan yaşadığı, gördüğü neyse bir süre sonra biçimi değişse de gördüğünün, yaşadığının aynısı yapma, aynısı yaşatma, aynısını düşünme peşinde; merhametsizlik, vicdansızlık ve gaddarlığı miras bırakan, felsefeden, bilimden haz etmeyen, birbirlerini vahşice döven, katleden ev damlarında –neler döndüğü az çok tahmin edilen kapıların ardında – yaşananları büyük çabalarla gizleyen; kardeşi Leyla’yı dört amca çocuğunu gömdükten sonra sanki hiç yaşamamışlar gibi geride kalan çocuklarla oyun oynamaya devam eden annene de kanıksatılan ‘ölümü hayata katık yaptıran’ toplumdaki açgözlülüğün, gaspın, şiddetin, öldürme, dövme dürtüsünün, acımasızlığın içselleştirilerek yaygınlığına neden bir şey var bilmediğimiz; bir hata…bir yanlışlık var ortada fark edilmeyen yoksa nasıl olurda aynı acı, aynı kaybediş karşısında onlarca farklı tutum kol gezebiliyor da yakınlarından anlayış beklemek; Marsa seyahat kadar uzak bir hayale dönüşebiliyor.Duyduğun büyük acıyı antidepresanla uyuşturmayı sana iyilik yapma algılayan, algılatan yakınlarında değil de ‘ahhh Marcel Albertine ( Alfred ) öldüğünde, yanında bir tek hizmetini yapan uşağın Francoise’nın bulunmasının yanında uşağını göndererek evde olup olmadığını kontrolden sonra saat kaçta geleceklerini ya da eve kadar gelip müsaitsen görüşmek istediklerini bir notla ileterek rahatsız etmeyecek saygıda, anlayıştaki sosyal çevreye sahip olduğun için ne kadar şanslı olduğunun frakında mıydın acaba?’ iç geçirmelerle okuduğun asır öncesi yazdıklarında duygularını, yalnızlığını, acını, teselliyi bulduğun Proust amcadan minnacık feyz almış birileri yanımda bulunsaydı ‘daha mı katlanır kılınırdı hayat’ diye düşündüğünü düşünüyordum ki tam bir görgüsüzlük addedilecek viski yanına lahmacun katık etme, atletle dolanma, sosyal medya da bedenini sergileme; okumayı, gözlemi, insanı anlamayı ‘boşa geçirilen zaman’ sayan tembellikte; Youtube ve Instagram fenomenliği uğruna tüm gün web de başka ülkelerde yayımlanan ilginç trend videoları bulup taklit etmenin, aptalca tik tokların; kopyala, yapıştırların, fotoshopların peşinde koşmayı faaliyet, çalışkanlık sayan muhtemeldir senin de ait olarak doğduğun, hep bir üst seviyeye geçmek için çırpınan, insan harcayan tahammülsüzlükte Tanpınar’ın deyimiyle ” oturup beklemenin yeri..” taşralılıklarını bağdaştırdıkları kentleri, kasabaları ele geçirmiş köy kökenli küçük burjuvazinin, orta sınıfın kentli olma uğraşında, o hiç bitmeyen iç çalkantılarını…bunalımlarını… yersiz korkularını, her an ortaya çıkaracakları törpüleyemedikleri çiğlikleriyle ‘ben’i ,başkalarını delik deşik eden; işin enteresanı kendi kendilerini entelektüel tanımlayan ya da üniversite bitirmelerini kültürlü olmalarının kanıtı görüp kendilerini diğerlerinden, bariz ayrım koydukları halktan farklı yerde konumlandıran senin… benim sosyal çevremiz olan; pek çok şeyi birlikte paylaştıkları biri kaybedildiğinde ki itiraf et senin de önlenebilirliği kesin ölümlerde dahi yakınlarını kaybedenlere söylediğin; ama olandan…yaşanandan kopuk sanallık içerdiğini Haldun’u, Can’ı ve O’nu kaybettikten sonra fark ettiğinden nefret ettiğin; rutine sarıldığından sana da söylenmiş “kader bu..yapılacak bir şey yok” , “zaman her şeyin ilacı …sabır sabır” telkinli ve de Thomas Bernhard’ın “ zamanımızın gerçek iblisleri” dediği psikiyatrlarla, kişisel gelişim kitaplarının uydurması, nevrotik belleklerin safrası niyesi belirsiz “hayata tutunmak lazım” abartısıyla ruhlarda fırtınalar yarattıklarından habersiz seviyeli, kaliteli insanlardan fersah fersah uzakta, bir dağ köyünde, bir deniz kenarında nehre, denize daldırdığın ayaklarının üstünden minik dalgalı serin sular akarken ya da aşağısındaki alabildiğine ağaç, çimen, gelincik kaplı tarlalarına bakacağın bir tepede, Palaka’da rüzgarda eserken öyle tek başına kaybettiklerime, hıçkıra hıçkıra ağlamak…ağlamak istedim hep, o samimiyetsiz kalabalığı gördükçe kendime de acıyarak. Hiç ağlamadım ben kendime, kanser olduğumu öğrendiğimde bile, ki gaipten bir ses değil, bir falcı onca doktordan önce söylemişti; DSP-MHP koalisyonu döneminde hep yapıla, olageldiği üzre liyakatı bir kenara atacak MHP li bakan da; maddi, manevi rantdan kendi partilisi, adamı faydalansın diye sosyal demokrat daire başkanını ha bire görevden almasına, Danıştayın da sürekli göreve iade kararı vermesine kızıp ‘bezdirelim de şu cadıyı emekli olsun, bırakıp gitsin’ anlayışını devreye sokup, koca Başkanlığı çalışanlarıyla Etlik’te ki eğitim tesisine (sürgün edince) taşıtınca, her an koridorda denk gelinecek üst düzey kişilerden, gözlerden, baskıdan uzak kamp hayatını iş yerinde yaşama mutluluğunda bir gün mesai arkadaşlarından birinin ziyaretine gelen– kısa boy, göbekli bir beden, turunculu sarıya çalan boyası akmış kabarık saç, sürekli etrafı, insanların yüzlerini tarayan çipil gözleriyle tuhaf görüntü sergilediğinden belki de, bazen size hiç bir şey yapmadığı, kötülüğü dokunmadığı halde birinden durduk yerde huzursuz olur ‘ne diye geldi şimdi bu çekse gitse ‘ dersiniz ya işte öyle bir his uyandıran– arkadaşıyla odada oturulurken lafın lafı açtığı, her zamanki gibi nerelisin muhabbetiyle de Alevi’liği de öğrenildikten sonra devrimciyken salakça nitelendirip, yurtta kızlar birbirlerine baktıklarında ‘ bize de bak bakalım, bugün faşistler saldıracak mı? İzmir’e mitinge gidebilecek miyim? 1 Mayıs’ı kutlayabilecek miyiz? ha ! bir de acaba Cansu bugün altında mercedes yakışıklı bir “boy”a kantinde rastlayacak mı?’yla alay alıp sonrasında niyeyse ??? müptelası olunan “haydi bir kahve söyleyin de size fal bakayım, ben çok iyi bakarım” önerisine bu defa balıklama atlamayan isteksizliğini geleceğe dair merak yüzünden kırıp hayır diyemediğinden hele de “iyi bakarım” tırmalamışken beynini…
…Ellerini yanaklarına dayamış ‘acaba dediği kadar mı, neyse şimdi anlarız’la önündeki sandalyede oturduğu masadaki ters döndürülmüş kahve fincanına parmağıyla dokunup ‘soğumuş’la fincanını açmasını beklerken ‘tamam, soğumuş, haydi bakalım’la fincanı eline alıp ‘bak! korkmaca yok, sen ciddi hastasın, kanser bile olabilirsin, bir doktora git” dediği anda ölümcül ‘kanser’ kelimesinin irkintisiyle ellerini masaya koyup ‘aaa daha yeni tahlil yaptırdım bir şey çıkmadı.Doktor tahlillerin normal, aksi bir yok ‘ dedi itirazını deli bakışlarıyla ‘ sen bilirsin ben öyle görüyorum’la iteleyen adını o gün unuttuğundan üç yıl sonra kanser teşhisi konulduğunda peşine düşüp aramana rağmen bulamadığın – bir gün ‘ iki Temmuz’da çok sevdiğinin birini kaybedeceksin deseydi sinirlenip ‘bu kadar abeslik… bu kadar saçmalık olmaz’la kahve fincanını, tarot kartlarını, suyu, taşları yüzüne fırlatacağının kesinliğinde bazen iyi ki de bulamadın diye sevindiğin ; o kadının dediğini yapıp doktora gitseydim kanseri başlangıç noktasında yakalayacağından sol göğsünden olmayacak; kansere yakalanma ihtimalini görüp kim demişse ‘çocuk yapanlar yakalanmıyor’a inanıp bir an önce bir çocuk sahibi olma peşinde kırk yaşında ‘ayrılmak istiyorum evden ama daha kemoterapin bitmedi, sana ayıp olmaz mı’yla evden ayrılıp kendine yeni bir hayat kurmak isteyen kız kardeşin Leyla’yı ‘git kendine bir hayat kur, beni düşünme’yle cesaretlendirmeseydin, İsmet’ le tanışmayacak Can doğmayacak sonrasında pek çok yıkıcı şeyle de karşılaşılmayacağından yaşamındaki her şey bugün çok farklı bir yerde olacaktı. ‘Falcı bana böyle dedi doktor bey ,bir baksanız’ diyemeyecek her mantıklı insanın yapacağını yapıp doktor gitmeyip akşam iş dönüşü mutfakta sigara içerken annene ‘ bizim bu Alevilerin dillerinin kemiği yok, var ya karar verdim çoğu da deli.İnsan her aklına geleni tartıp biçmeden niye söyler? Hiç mi düşünmez söyleyeceğim karşımdakini ne hale getirir diye? Bugün Hülya’nın Alevi bir arkadaşı kadın işyerine geldi, bana da fal baktı, tak diye sen kansersin‘ …– ‘ayy sus…Allah korusun a o nerden çıktı? Allah, Allah deli demek, olmasa öyle şey der mi? Ne kanseri olacak sende, inanma kızım , o kadar doktora gittin hiç mi biri görmedi.Asabını bozma’ –‘ niye bozayım canım, her fal bakana inansaydık öyle değil mi ? ölümünün üçüncü yılının ertesi günü üç Temmuz’da; yaşasaydın belki şiirlerini elinden düşürmeyeceğin, belki ‘harflere cambazlık yaptırıyor’la küçümseyip ‘ hayata, yaşanmışlıklara dair ayrıntılara sevdalıymış Proust gibi’yle hakkını da teslimleyecek vicdanda aynı cinsel tercihtekileri ABD‘de, medeni ülkelerde orduya alınır, evlenirken “sapkın”lıkla, “hastalık”la itham edileceği marjinal, despot Türkiye’nin; her şeyiyle sahici, yalansız yüzünün “zaman ki sana hasta olmuş, incelikli haytasın”ın; Can, senin gibi sıska, narin bedeninin, kırık duygularının üzerinde toprak yığılacak vefatını Twitter’da okuduğunda; onlarca ‘ ahhh…ahhh’lı açık yarayla dolu yüreğinde “ahhh ince sözlü şair ahhhh…’lı yeni bir yara daha yerini alırken; bulunmayacak olsa da ki biliyordun bulamayacaklarını “ en derin yaralarımıza gizleyeceğiz onu; rüzgar güllerimizin kokusunu duyacaklar sadece, anlamayacaklar…”ı dolduracağım “kara kutunun” yokluğunda; göz yaşlarıyla mahremiyetlerinde mahremiyetini saklamanın belki de öfkesini yaşarken hayatına aldıkların; kimseye tuz bastırmadığı açık yaraları vardı, zaten kimsede de tuz yoktu düşüncesinde; naif bünyelerin cehennemi bu dünyada; bir an önce av bulup, parçalamak için sürekli tetikteliğin aptallığından, getireceği huzursuzluktan bıkmayan, bulduğu her ‘leşe’ üşüşen ‘Akbaba’lıkta; doy(urula)mayan iflah olmaz iştahtaki insan oğullarının ‘hiç’liği sergilemek adına kara kutularını ortaya saçmak lazım’ diyerek taslak romanının rahat yatağı Sen9.word dosyasını; seni kaybettikten tam üç yıl sonra açtığım bugün; domuz gibi değilse de insan gibi iki kadeh içesim de var; bir şair öldü diye… çok mu?
Bugün, hayatının da didiklendiği bugün; öldüğün gün ister bir apartman katı, villa, köşk, gecekondu; ister ofis, okul, karargah, mağaza, hastane, bakanlıklar; ister bar, sinema salonu; ister AVM olsun işlevi aynı duvarlar arasında… kuytularda ömürlerini tüketen insanların açığa çıkmasını istemedikleri korkularını, sıradanlıklarını, cinsel tercihlerini, gizli kapaklı sevişmelerini, algısızlıklarını, ötekileştirdiği kesimleri canından bezdirmiş, kendinden sapmış Türkiye’nin çiğliğini sergilerken “sözcük aralarına, sözcük oyunlarına, gizlenme ve oradan çemkirme…en uç sınırlara kadar gitmekten” çekinmeyerek düşündüklerini, hislerini yazıya dökme, istediğini söyleme serbestliğini; lanetlendiğin, horlandığın zamanlarda Beyoğlu’nda kendini siper ettiğin gay’liğinin, deyiminle ibneliğinin ‘O mu ? rahat bırakın, ne yaparsa yapsın marjinaldir ( ki oysa ne çok da işine yaramıştır bu yafta) ayyaşın, otçunun teki’dirli kalkanını eline verenlere nispet, yaptıklarına, yapacaklarına sınırsız özgürlük alanı açan zekaya sahipliğinin; çürümüş, çürüyecek yaşamlara batırdığın kılıcınla derin uykudayken mahalleli ’uyanın salaklar ! hayat kaçıyor’ şamatana ‘terbiyesizlik etme gecenin bu vakti’yle karşılık verdikten sonra yeniden yatağına uzanırken ‘valla doğru söylüyor oğlan, aslında’yla onaylanan ahhh benim kışkırtıcı Şairim ahhh ! yaşadıklarını şiirlerine taşıtırken bazen ‘ yaptım oldu, ben yaptımsa doğrudur’ tavrın sinirlendirse de, amme hizmeti “uyarma” dan geri kalmadığın bu hayat, cidden de arabeskmiş be! Tanışıklığımız da; bir coğrafyanın işkenceden geçmiş, tecavüze uğramış bakışlarında bir şeyleri unutmak, başka şeyleri hatırlamak istemenin sıkıntısında; tutunmak için belki de benim gibi tutunmamak için yaşama, nafile çırpınışlarla bir mahkumun boncuktan kuş yapması gibi yerimize tükürdüğün, sövdüğün, dövdüğün, dövüldüğün “ama sonunda….sürprizlerine yenildiğin” arabesk hayattan; kazandığımızı sandığımız anda kaybettiğimizi; üstelik kaybederken de hep, kazanmanın kirlenmekle eşliğini bilmeyenlerin merhametinden kaçmanın, uzaklaşmanın uçarı güzelliğini de bilmemizdendi. “ Sarhoş olun” haykırışıyla hayatı en güzel yerinden yakalamış flaneur Baudailer, Rimbaud ,…,..Neruda, Lorca…,Borges,…, Bukowski, Nazım, …, Orhan Veli, …, Cemal Süreya, …, …, Ece Ayhan, Atilla İlhan, Yılmaz Odabaşı’nı okuyan ben “gezegende bir şair daha öldü salak. o nedenle bu masal kahramanı uysallığım. yoksa ben de bilirdim bir peugeot’ya binip ters istikamete gitmeyi ” mısralı, bugün vefat eden sabahın kör vaktinde ezan okuyan müezzinlerle birlikte şiir yazmak için ayağa kalkan şairin Erotika kitabındaki “ Ben ölürsem ….küçücük ömrüm hep rüzgâr gülleri kokacak…küçücük kabrim bir çocuk gibi haylaz olacak…” mısralarını daha okuyacak, duyacak yaşa gelmediğinden daha hiç şiir karalamamış ama masal yazmışken, oyunlar oynadığımız Lozan Parktan eve dönüş yolunda Kahire caddesindeki şimdi yerine ŞOK’un açıldığı Hasanoğlu bakkallının önünde sergilenen kağıttan, plastikten rüzgar güllerinin fırıl fırıl döndüğünü görünce ; o an kim bile bilirdi ki gün gelecekte sen vefat edeceksin ve ben de sana…; ‘aaa ne kadar güzel’ –‘rüzgar güllü bunlar’–‘ ne garip bir çiçekmiş ’ hayranlığı satın aldırdığında önce zar zor balkon demirine, çamaşırlığa sonunda da bir saksıya iliştirdiğimiz dönsün diye rüzgar beklediğimiz, gelmeyince gazeteyi savurarak rüzgar yaratmaya çalıştığımız, tuttuğun takımın Galatasaray’ın renklerini de taşıyan her biri farklı renk, şekil, desendeki rüzgar gülleriyle küçücük kabrinin her bir yanını süsledim Can, her gelişimde rüzgar, yağmur, güneş ya da karla bozulan rüzgar güllerini yenisiyle değiştirdiğimde aralarından illaki biri, ikisi çocuk sevinciyle döndüğünde ‘bildin mi yavrum… sen bildin mi kuzum geldiğimi ’ ağıtlarımı Karşıyakada’ki tepeden şehre doğru savuracak senin rüzgar güllerine sadece içimdekileri değil, içimi de bıraktım… bir rüzgar gülüne tutundurdum hayatı, ışığı, seni Can! Ahhh yavrum… ahhh… yedi yıl…o kadarcık kısaydı ki ömrün; yıllar, yıllar sonra karşılaştığımda adının; yüzünün parktaki kumu küreğinle kovasına boşalttığın, kaydırakta kaydığın, salıncakta sallandığın arkadaşlarının hafızasında yer edinmediğini göreceğimi bildiğimden, her giden…her ölen…her terk eden için değil, senin gibi ömrü kısa çocuklar…gençler insanlar için söylendiğine inandığım senin hiç duymadığın “bir insan onu hatırlayan son insan öldüğünde gerçekten ölür” cümlesi, seni bilen tanıyan etrafındaki üç, beş yaşı da kemale ermiş yakınların da göçtüğünde dünyadan, adının anılmayacak, hatırlanmayacak olması gerçeği; yağmur nerde başlıyor… nerde bitiyor; Proust’un “ölüm kelimesini kolaylık olsun diye kullanırız, oysa ne kadar çok insan varsa, yaklaşık o kadar da …. vardır…” tanımlı; herkese illaki bir suç yükleyeceğinden masumiyeti sevmeyerek kovan ölümün kiracılığını yapan hayat nerden…nereye kadar beyaz, mavi, turuncu? nerden sonra siyah, griydi?’nin cevabını da kaybettirdi; bana. Ölüm nedir, ne değildir bilmediğinden ardında bir vasiyet bırakmayı düşünmeyecek kadar küçüktün sen ve ben yaşlıların geri dönüşüm kutusunda beklettikleri çocukluklarındaki, gençliklerindeki iç kemiren kaçkınlığı, karşı çıkma, can acıtsa da istediğini yapma huylarını zihinlerine geri yüklediklerini de gördüğümden, her defasında değişik, farklı bir şekilde ama neredeyse aynı olaylar eşliğinde tekrar eden hayata dair her şeyin; ölümün, öfkenin, benciliğin, yalnızlığın, aptallığın, aşkın, kırbacın, martının, marketin, futbolun, Galileo’nun pergel’inin teğet’in, sigaranın, esrarın, Porche keşkül ve narkozun, iyinin kötünün, yerleşik algıların bilindik mekanlarını darmadağın eden, sarsan benim zehir kusan Şairimin; her yıl utancından kızarmış sıcaklığıyla dünyayı yakan kahrolası Temmuz’un üçünde vefat etmeden aylar, aylar önce bıraktığı vasiyetine uymak içimden gelmediğinden, eğlenmek için gitmedim dansa, partiye “….simsiyah bir gece giydim yüzüme!” böyle bir şair yaşadı…geçti bu yaşayanını bedbaht eden Türkiye’den, dünyadan… senin gibi bir de çocuk dedim Can.
Neden diye düşündüm sonra kendi kendime yine, neden on yedi yaşındayken “…. ilk kez ailemden ayrı olarak arkadaşlarımla tatile çıkmıştık, birinci durağımız Datça’ydı, bir tahta iskeleden denize bakarak ‘söz’ diye mırıldanmıştım, bir gün, öleceğimi hissedecek olursam buraya geleceğim!” sözünü neden tutamadı benim çılgın Şairim, ‘tutamazdı’ diye mırıldandım içimden… tutamazdı…istese bile tutturmazlardı. Ölümünden sonra sosyal medyada ”Bir de Flu’es romanının kapağındaki onca fotoğraf karesinden birinde Galatasaray formasıyla poz vermişliği vardı. Bunu niye giydi hiçbir fikrim yok. Zerre sevmiyordu Galatasaray’ı. Bir gün bana “gel Fener’in maçını izleyelim” dediğinde “Galatasaraylıyım ben, sıkılırım orda” dediğimde, üç dört saniye yüzüme baktı sonra da “nasıl yani ya? dedi” yazmış biri, seninle yaşanmışlığındaki şaşkınlığını. Belki de ona göre farklı ortamını, şöhretli çevreni ‘ çok yakın dostumdur, şiirlerimi beğeniyor’ faydacılığıyla, ölü bedenlerden nemalanmaktan geri kalmayanlardan da olacak,birlikte maç izleyecek kadar yakının birinin, senin “nasıl yani ya?” tepkinde, gerçeği tabutlayan radikal yandaşlıktan, doğmalardan, özgürlüğü yok eden herhangi bir şeye biattan ışık hızı uzaklığını ”kimse kimsenin olmasın” iç boşaltımını algılayamamış olması; nasıl ki sen çevrendeki Ortadoğulu Türkiyelilerin Can’ı, Haldun’u ve O’nu kaybettikten sonra hislerini anlayamadıklarını fark ettiğinde, seni anlamalarını beklemekten vazgeçtiysen; öleceğini tahmin eden şairin de duygularını, hissetliklerini, isteklerini –bireyler herhangi bir olayda yakınlarının kendilerinden farklı duygulara sahip olabileceklerini, farklı davranabileceklerini, hissedebileceklerini hele de öylesi bir olayla karşılaşmamışlarsa düşünmediklerinden- anlamayan ama duyar kasmaktan da geri kalmayan kent kültürünü ayak altında ezdirdikleri taşralıklarını entelektüel kibirle kapatan, etrafını kuşatmış dostları ??? peşini bırakmadığından Datça’ya gidemedi diye düşündün. Ah be! benim dağınık sözlü, serseri özlü Şairim ahhh !!! sözünü tutmana izin vermeyeceklerdi; ölüm kilitsiz kapından elini kolunu sallaya sallaya evine kanserle arz-ı endam ettiğinde ‘İstanbul’un kirli havasından, bu çat kapı herkesin postu serdiği, girenin çıkanın belli olmadığı, hijyenden yoksun evinden, sağlığın için bir an önce uzaklaşmalısın, pek çok İngiliz, Avrupalı akciğer dahil her kansere havası iyi geldiğinden Bodrum’a yerleşmiş…miş…miş…’ telkinleriyle; hani karşı çıkışlarını umursamadıkları çocukları, kendilerinden yaşça ufak aile bireyleri, işyerlerinde astları adına neyin doğru olduğuna ebeveynler, büyükler, üst makamdakiler karar verir de, bir kez olsun… bir kez olsun… içinde yerine karar verilenin hayatını barındıran, cevabı da o denli basit ‘sen ne düşünüyor…ne istiyorsun…ne yapalım’ sorusu sorulmaz ya işte onun gibi bir balon misali , kanserle iplerini elinden kaçırdığın hayatını, o dakikadan itibaren nasıl yaşaman gerektiğine dair kararı; seni daha uzun yaşatacaklarına, keyifli, mutlu bir son hazırlayacaklarına inanan o entelektüel hoppaların; olmamak için direnilse bile sonunda olunan kimsenin… olduğun kimselerin avuçlarına bırakacaktın, kansere yakalanan herkes gibi bilirim bende. Meçhul de hep yanına katığı merakla geldiğinden “ Rimbaud’ya akıl notları”yla seslenmiş sen! aynı hazlar peşinde koştuğunuzdan, aynı tutkularla kavrulduğunuzdan yazdıklarında kendini bulacağını düşündüğüm Proust’a dair tek kelime yazmamanın; belki de yazdın ben kaçırdım ama bilesin ben yazmaman üzerinden yol alıyorum nedenini artık öğrenmeyecek olsam da, bugünde… yarında herkesin, benim, yaşadığın günlerde eminim senin de düşündüklerinden olan, yazmasaydı başkası belki senin, kesinlikle de benim yazacağım “hayatta daima sevmediklerimizle, bir kadına, bir memlekete veya bir memleketi içinde barındıran bir kadına olan dayanılmaz aşkımızı öldürmek için ( bu satırlarda elbette bahse konu yaşamını paylaştığı kişiler Reynaldo Hanhn, Alfred Agostinelli, Albert Nahmias, Albert Le Cuziat, Henri Rochat ve belki Marie de Chevilly ve Marie Finaly’dır.Sırf yazdıklarını okuyor okuyucuna çektirdiğin azaba bak! Şimdi işi gücü bırakıp ‘bunları kim, onu mu ’ araştırsın? Şaka ya , rahat ol, telaşlanma.Yaşadığın toplumu bilmezmişsin gibi, inan bunları araştıracaklar bir elin parmakları kadar azdır) bizimle birlikte yaşamaya mecbur ettiklerimizle; bir arada yaşarız” saptaması, yanından fark etmeden geçtiğimiz, ne kadar doğru bir gerçeklik. Belki “elbette bir gün ‘Açık Waliz’i bulacaktır evime girenler; tamamlanıp kapatılamamış olan son Waliz…” yazan sen “hangi ağaç büyüyünce ormana katılacağım diye boy atar ki”yle ters köşelerinden birini yapıp, hepimizde, her insanda, sende bende var olan; sergilesek dünyayı yerinden oynatmayacak, kimsenin umuru olmayacak basitlikte ama niyeyse hep de bir saklama gayretinde, büyük efor sarf ettirtip, akan saniyeleri boşa harcatan, güçsüz kıldığına inandığımız korkularımızı, arzularımızı, sırlarımızı ( Ahhh, o sırlar değil mi Haldun?) endişelerimizi, söylemek isteyip söyleyemediğimiz “kendini bir bok sananlarla aynı kanalizasyonda olmak zor”, “en basit yalanları gözümün içine bakarak söyleyen aptallar tanıdım”lı düşüncelerimizi “bi s.k gidin”li küfürlerimizi, kırılganlıklarımızı, aynı evde yaşıyoruz madem, o halde hayatı birbirimize mutlak surette zehir etmeliyiz mantalitesine sahip, birbirlerinin hayatlarına gökten zembille indiler diye birini, birilerini sevmek, korumak zorunda kalınan keşke yalnızca sevmek zorunda kalınsaydı… hep ama hep de fedakarlık, biat beklemenin dışında hemen hemen hiç bir paylaşımın olmadığı insanlar topluluğu ailenin, sistemin, sosyal çevrenin, başkalarının dayatmalarına boyun eğmekle doldurulmuş kara kutularımızı; kendininmiş… seninmiş gibi ulu orta, bağıra çağıra açarken kim bilir ne çok eğlendin, ne de çok dalga geçtin sen ! hayatla, bizimle. Seni kışkırtan hayata, yazdıklarına ihanetin, açmadığın kara kutunu, evine gireceklerin bulmayacağı “Açık Waliz”ini “… ilk aşkıma döndüm ben. On yedi yaşındayken burada sahilde bir gece tek başıma oturmuş, denize ‘sana âşık oldum, bir gün geleceğim sana, bekle beni’ demiştim. Sözümü tuttum sonunda…” bahanesiyle kapatıp; sözüm ona kalabalıktan kaçan – genellikle eğitimli, gelir düzeyi yüksek işadamı, doktor, dişçi , avukat , bürokrat, sanatçı ve beş yıldızlı asker–büyükşehirlilerin yaşadıkları yere rahmet okutan kalabalıklar yaratmak uğruna; bir zamanlar orman, tarla, zeytinlik olan yeşil alanları yakarak, doğayı katlederek deniz esintisinin yüzlerini okşamasını engel betondan evlerini, otellerini övdükleri; yaz ekranlarının değişmez magazin merkezi, her beş kişiden dördünün “ tatile nereye gideceksiniz”inin adresi; bir gece konaklamaya burun kıvıran, en az iki, üç gece konaklama şartı koyan, göt kadar otellerin geceliğine beş bin, yedi bin, lahmacuna beşyüz , yarım litrelik bir şişe suya yüz Türk Lirası ödenen uçuk fiyatlı işletmelerin müşterilere köpek muamelesi çektiği; Barlar sokağında on ikiden sonra laf atmakla yetinmeyip her an üzerinize atlayacak kız, oğlan avına çıkan ”….ardıma bakmadan kaçtım onlardan….şimdi onları unutmak için terapi gören kuşlarla bir olup menfaatlerine tükürüyorum! ölseler cesetlerine yok. yaşasalar manasızlar” mısralarının muhatabı, teşhircilikte dipsiz, yalancılıkları, iki yüzlülükleri ile de o beyaz çatılı saflığını bir şekilde kirletmişlerin; duygunun “d”sini dahi bırakmadıklarından ruhsuzluğa, ‘leş gibi’liğe mahkumladıkları; “ her yeri boyamışsın, çok güzel, ama burada biraz kan kalmış, zincir kalmış, kırbaç kalmış…”ın paçoz Bodrum’unda, yaşandığında bilinecek, mecalsiz bıraktığı bedenine söz dahi geçiremeyeceğin kanserli zamanlarında; başlarını mineli, gümüş kumlara sokan devekuşu vizyonlu “olduğun kimseler” yüzünden bekledin ölümü… beklemek zorunda bırakıldıni kimsenin duymadığı sessizliğinde, dilinde ‘“mutlular, ölüleriyle mutlular“; bundan sonra hayat böyle olacaksa, salak sersem kanser; ciğerimi, her uzvumu; sırtımı, kollarımı, bacaklarımı dermansız bırakacak ağrılara boğacaksa, böyle Ulan İstanbul’suz, pezevenk Beyoğlu’suz kalacaksam, neye yarar ki yaşamak? İyisi mi, bitsin artık şu yaşam dersinde kaldığım hayat da; kıçına kına yakacaklar da yaksın, ben Zozi’nin, Uzay’ın yanındayken diyerek o s.ktiri boktan kasaba da, Bodrum’da ‘nerde kaldın ey sevgili ölüm’ü istedin hemen, belki “…sonrasında ne yazılabilir” dedirtmiş aylaklığın, küstahlığın elebaşısı Rimbaud, sadece altı yılını şiir yazmaya ayırdığı ömrüne otuzyedisinde ‘veda etmedi mi’yi de aklından geçirerek. Ömürleri hep kısadır serserilerin, aylakların, dalgacı şairlerin, sen benim kışkırtıcı Şairim, sende, illaki bir gün hayatım bitiyor işte diye de düşündün o hastane odasındaki hasta yatağında son dakikalarını yaşarken.Haydi kalk ! in Beyoğlu, ordan ver elini İstiklal caddesine, duvarları uzunca bir geçmişi yaşatan hep tütsü kokan eskiden ” ucuz, güzeldir” imajını şimdilerde Terkos pasajından üç katı fiyatına sattığı mallarla yerle bir etse de, bir kere uğranılmışsa, hep uğranılan her çeşit dükkanın bulunduğu, kendini evinde hissettiğin “ Çalıntı’ya uğradım, Suat kapının önüne posterler yığmıştı, fakat diğer posterler Kurt’un ismini örtmüş. Sadece sarışın, onlu yaşlardaki bir delikanlının resmi. Ben resme baktım, baktım, çocuğun gülümsemesini, gözlerini, saçlarının rengini çok beğendim. Ne bileyim, çocuğum olsun gibi mi hissettim? Bir yandan da tuhaf geldi. Çocuk resmini niye duvara asayım? İki-üç tur attım, sonra geldim, önündeki poster düştü ve altından Kurt Cobain ismi çıktı. O ânı hiç unutmuyorum. Kaldım. Üstümde para yoktu. Dükkanın sahibi Suat’a “üstümde para yok, sonra veririm dedim..O gün bugündür duvarımda asılıdır ”lı anılarının mekanı Atlas pasajında giriş katının sonunda çok güzel t-shirtler, figürler satan mağazaya da bak bakalım! cırtlak sarı, yeşil ya da gri, beyaz çizgili renkli bir tişört , bordo, sarı, mavi bir pantolon var mı, on, yirmi Türk Lirasına? Sonra belki Atlas Sinemasına da uğrar, hangi film oynuyor diye bakar, kafan eser bir bilet alır, film de seyredersin, belki. Kalk haydi! kalk! seni, vazgeçemediği haşarı çocuğunu bekliyor Beyoğlu; beklemesin mi diyorsun? Bu beni ötekileştirmeyi hep sevmiş, horlamış devletin hastanesinin yatağında pencereye kadar zar zor adım atan bedenimi titreyen bacaklarım taşıyamıyor; halsiz, yorgun…çokkk yorgunum, iki cümle kuracak, iki cümle yazacak takatim yok, canım ne içki, ne de sigara istiyor artık; istediklerim yerine istenenleri yapacak durumdayken gelemem sana puşt Beyoğlu…gelmem, boşuna bekleme mi diyorsun? Nihayet şimdi mi anladın beni, bitik…geçmişi yitikken, Beyoğlu mu diyorsun? Bak! yatak odanın kapısı, seninle sevişmek isteyen delikanlılara açık koynun gibiydi, karşında yine el değmemiş bir beden, keşfet haydi, seviş onunla her zaman ki fütursuzluğunla, yapamıyorsun değil mi? Ölüyorsun çünkü. Çok zor, en zor işmiş hiç bir duyguya, olguya imgeleyemeyeceğin ölümü yaşamak, anlatmak şiir yazmaya hiç benzemiyormuş değil mi? zormuş be hocam !!!! zormuş öleceğini bilmek…ölümü beklemek….son dakikalarını yaşadığını bilenlerin gizleyemedikleri, gizlediklerini sandıkları acıyan bakışlarını da görünce. Oysa, muhtemelen artık tükenmiş bedenim, çarpmayacak kalbimi, süzmeyecek böbreklerimi, sindirmeyecek midemi, bağırsaklarımı makinelerle çalıştıracakları yoğun bakımda kapanacak bilincim sayesinde, bilmeyeceğim öldüğümü, diye düşünmüş müydün o hastane odasında; “ulan olm blym” ben de, rezil edip, kalbimi bıçakladıklarını unutup, her ölenin arkasından yaptıkları gibi adımın önüne ölünce Beat kuşağının, Underground edebiyatın, alt kültürün Türkiye temsilcisi, post modern hayatın ağzı, Türk şiirinin Rimbaud’u vesaire, vesaire onlarca övücü çok az da yerici sıfat koyacak sonra çekilecek belgeseller de şiir okuduğum videoların yanı sıra ‘huzurluydu’ sanki başka bir yol varmışçasına ‘olgunlukla karşıladı ölümü, bir gün dedi ki’ yle anlatacaksın sen de son anlarımı, yanımda olmanın belki de ilk defa yararını görerek.Halbuki, farkında bile değildiniz hiç biriniz, hasta yatağında ben hakkımda ’ bebekler gibi niye öyle yapıyor? Ne demek istiyor ? acaba niye elini açıp kapıyor ? ‘ konuşmalarını yapanları algılamaya çalışarak manasızca, ayağa düşmüş bir yabancınınmışçasına dışında biriymişçesine bakıyordum bana puştluk etmiş hayata; yazacağımı yazdım, otuzbir yılda altmışdokuz kitap; deliler gibi içerek, çalışarak, sevişerek, bağırarak el atılmadık ne bir nesne, ne bir duygu, ne bir kavram , ne de alfabede bir harf, ne bir sözcük bıraktım, söylemek istediklerimi söylemek için.Evet sen ! benim anlaşılmamak için her şeyi yapmış Şairim, madem Proust gibi; el atmadık, yazmadık bir şey bırakmadın sana göre artık yazacak bir şey de kalmadığına göre bitti artık …bitti hayata gösterin bitti senin de, siyah perdenin inme zamanıdır, şimdi. Oysa katlanmak zorundalığına son verip nedense hep finalini intiharla süsleyeceğini düşündüğünü düşündüğüm ama yapmanı, yapacaklarını engelleyen bu boktan hayatın kanser ibneliği yok mu ? Geç kalmışsın olm, hem de çok geç… geç kaldın; Tanrı’nın elinden hayatları tehdit ettiği ölümü alan Nilgün Marmara gibi, James Dean gibi, Uzay gibi, Junkie Can gibi, gibi, gibi… “benim o yaşlarda öyle tebessüm eden fotoğrafım hiç yok, evdeki en temiz poster odur, çerçevelidir. Sürekli temizlenir, silinir” dediğin evinin duvarında Kurt Cobain’in asılı fotoğrafına bakıp “….Avrupa Yakası’nda Burhan Abi gibi o duvardaki ağlayan çocukla konuşuyor, ben de bazen onunla konuşuyorum. Kurt Cobain’in resmi bana her zaman hüzünlü bir umut verir. Hem zekiyim diye bakıyor, hem gülümsüyor ve sonra da intihar edecek. Filmin sonunu biliyorum ama yine de seyrediyorum. O bakışlarda, “ben her an çekip gidebilirim” var. Bu adamın “ben öleceğim” dediği zaman koluna yapışmamak lâzım. O zaman sinirlenir…” düşüncelerinde gezindiren Kurt Cobain gibi belleğinde bir yerde sırasının gelmesini beklettiğin, değişmeyen yegane düşüncen değil miydi intihar? Bu kadar ağrı, acı çekmeden sen vurmalıydın hayata; sen vurmazsan balyozunla işte böyle başlangıcını belirleyemediğin ömrünün sonunu belirleme hakkını da elinden alıverir; indiriverir seni tek yumrukla, nakavtının farkına vardığında da zaten her şey bitmek üzeredir; halde olmadı işte, olmazdı da…belki sende bindokuyüzdoksandört yılının sekiz Nisan’ında yirmiyedi yaşında ”sönüp gitmektense yanıp kül olmak daha iyidir” mottosuyla, kanında üç tane iğneyi peş peşe vurmaya denk yaklaşık 1,52 mg eroin bulunan;kotunu, gömleğini, ayakkabılarını giymiş, sırt üstü uzanmış durumda, göğsünün üzerindeki yirmi kalibrelik tüfekten attığı tek kurşunla suratını dağıtan Kurt; dokuzyüzdoksanaltı’nın yedi Mayıs’ında onyedi yaşında, otopsi raporunda düşme sonucu öldüğü yazdığından; rivayete göre de öldüreceğini bile bile aldığı overdose uyuşturucuyla fenalaşınca, öldüğünü düşünen arkadaşlarınca uçurumdan atılan, Rumelihisarı’nda boş bir arsada cesedi bulunan, pek çok insanın, hatta Kurt Cobain’nin “inandığım hiçbir ideoloji yok. değerlerin hepsi yapay. Gerçek değerlerin hepsi yok olmuş, inanacağım insanlar yok. riyakar ilişkiler, düzenbazlıklar… bunlardan hangisinin içine girip beraber olabileceğimi bilemiyorum. hiçbirine ait değilim…” li düşüncelerini savunan annesinin “yanlış bir dönemde, yanlış bir dünyada doğurdum ben o’nu…” dediği, seninse “olmayan kurdun ayağıyız biz seninle!” dediğin Junkie Can; dokuzyüzdoksansekiz yılı dört Nisan’ında “İstanbul kötü ya, tek istediğim sevgiydi” haykırışının yankılandığı Beyoğlu sinemasında cesedi bulunan Kanat gibi lanetli dokuyüzdoksanlı yıllarda intihar edenlerin en güzel, en uygun zaman saydıkları aşikar bahar mevsiminin üç ayından birinde; eğer kanserle kalleşlik etmeseydi hayat ; “Sen de biliyordun ….. bu hikaye böyle bitecekti; istesen de istemesen de!” yazman gibi sende biliyordun hayatının; diğer insanlar gibi öyle dümdüz… öyle kavgasız, gürültüsüz… öyle acısız, hüzünsüz…öyle fırtınasız…öyle huzur içinde seksen, doksan yaşında sonlanmayacağını; hikayene son noktayı koyarak bitirenlerden olacak sana kalsaydı; benim senfonik yaşamış Şairim zaten kanserden ölmektense, Seattle’dakilerin tersine asırlarca yapıla geldiği gibi vitrine koyduklarının ideolojik duruş sergilediğini bildikleri halde politik tavır işlerine gelmediğinden imaj kısmından etkilendiğini bilen uyanık işadamları mağazalarını pahalı postallar, haki renk çanta, yırtık kotlar, salaş hırkalarla doldurduklarında; yağlı saç, hafif ter kokusu, omuz düşük yürüyüş, ölü balık bakışıyla kombinlenirse optimum yarar sağlar, mutlu mesut depresyona gireriz düşüncesine nail, maddi, manevi açıdan sorunsuz gençlerden mütevellit Türkiye’deki temsilcileriyle hiç karşılaşılmadığından; dokuzyüzlü yılların Seattle menşeyli bunalım takılmayı meşgale edinmiş, dağınıklıklarının dezavantajlarını; düzensiz sakal, darma duman saçlar, bileklikler, bol, lekeli; kot pantolonlu, kazaklı, oduncu gömlekli giyim kuşamlarını avantaja çevirip üstüne de ‘kime ne’ ideolojili bir duruş, politik bir tavır yükleyip tarza çeviren “Grunge”ların simgelerinden; The Manhattan markalı iki cepli, düğmeli yün, likra karışımı yıllarca giyindiğimiz hırkanın benzerini değil neredeyse aynısını Kurt Cobain’in üzerinde gördüğümüzde, esen soğuk rüzgarları kesmek için pencereleri kalın, şeffaf naylonla kapatılan, duvarları sıvasız gecekondularda annelerimizin üşümeyelim diye mahalledeki tuhafiyeciden aldıkları ucuz yeşil, haki renkte yumaklar, dört, dört buçuk numaralı şişlerle ördükleri, içinde kaybolacağımız kadar dökümlü geniş (large) , her sonbahar kışlıklar çıkarılınca görür görmez ‘canımla’ sarıldığımız sonraları apartman katlarında kışın elde kahve, çay yada bir kadeh şarap ; battaniye altında saatlerce kitap okur, film, dizi izler, ağlarken yakalarına, kenarlarına tutunarak gel gitlerimizi, kahkahalarımızı ilmeklerine döktüğümüz ‘ bizim bazen yüzüne bakmadığımız eski püskü, kırk yıllık hırkalarımız biz yerimizde sayarken meğer meşhur olmuş ad bile konulmuş “depresyon hırkası” hayretimize, sende evine gelip giden gençlerden birinin “bende de Kurt Cobain’in hırkası varmış. Üzerimdeki hırkaya Cobain hırkası diyorlarmış” dediğinde öğrendiğinden belki bize katılarak, belki “Grunge”lar habersizliğimize şaşırarak ama illaki üzerinde “depresyon hırkası”, Nevermind’i dinlediğin bir ânda aklını, vücudunu uyuşturacak, Nirvana’ya yükseltecek ne varsa elinin altında onu kullanarak kendin sonlandırmayı tercih edeceğin harcadığım onca emeğin kadrini, kıymetini bilmeyip önüme kanseri koyan nankör hayata’ ‘ ibnesin … ulan puştun da puştusun be ! deme hakkını kullandığında belki buraya kadarmış diye düşünüyordun buraya kadar da biraz tekrar, biraz dağınıktım ben, şimdi içimdeki beni ordan oraya savuran fırtınalar öldüğümü bildiğinden duruldu sanki dalgalar… yaşadıklarım, hoyratlığım, kırdıklarım, dert saydığım, saymadığım onca şey nasıl da manasızlıklara , anlamsızlıklara büründü Nazım gibi, Can baba gibi, Ece gibi, onlarca yazar, şair öldüğünde benim de yaptığım gibi ardımdan yazılar, yüz kırk karakterli Twitler, Facebook, Instagram mesajları… mesajlar… mesajlar; bir barda, Cafe de bir masada beni anmak üzere toplanıp sarhoş olana dek içip ‘rahmetli rakıyı sevdiği kadar sevmedi hiçbir şeyi, haydi onun şerefine’ seslerini bastıramayan duvarlardaki ekranlarda şiir okuyan ölmüş ben. Haydi kalk! Bak! vazgeçemediğin “terbiyenin sadece çorbada bulunduğu” arenasından beslendiğin, şiir gecelerinde haykırışlarınla yerini göğünü inlettiğin uçarı sevgilin Beyoğlu bekliyor seni, lakin hani iş için, gezmek için, bir akraba ziyareti ya da bir cenaze için ayrılmak zorunda kalırsın da birkaç gün geçtikten sonra sanki sevgilinmişçesine hatta sevgiliyi sollayan özlemde, kavuşmak istediğin; yokuşlu, loş koridorlu, ufak pencereli, yerde müzik seti, masada kitaplar; buzdolabında, sandalye, koltuk üstlerinde, kenarlarında her yerde bira, rakı şişleri, kadehler; memleketin sanatçılarında, yazarlarında, şairlerinde eskiden çayken yurt dışına özellikle de Paris’e gide gele filizlenmiş, sonrasında alıp başını gitmiş; nedeni araştırmaya kalkışmadan benim de rutinime kayıtlı kahve içme modası ki günde 40 fincan içen Balzac kadar olmasa da hizmetçisi Céleste Albaret’in “Bu bir ritüeldi.İlk olarak, sadece Corcellet kahvesi kullanılabilir ve taze olduğundan ve aromasının hiçbirini kaybetmediğinden emin olmak için kavrulduğu on yedinci bölgede Rue De Lévis’teki bir dükkandan satın alınması gerekiyordu.Filtre de Corcellet olmalıydı.Küçük tepsi bile Corcellet’teydi” anlatımına konu Proust gibi kahvesiz (rakını da atlamadan) yapamayanlardan olduğundan bardakta koyu nescafe; Pulp Fiction, Sürü film posterlerinin, ara sıra konuştuğun Kurt Cobain’in fotoğrafının, gitarın asıldığı duvarlar; yirmi dört saat açık TV, salonda Fenerbahçe forması, nerdeyse Türkiye’deki bütün şehir takımlarının atkıları; köşe bucakta küçük notlar, karalanmış şiir parçacıkları, senaryo, sergi, konser tasarımlarınla tıka basa dolu; öpüşen, sevişen,canı sıkılan, muhabbet, etmek, gecelemek için yer arayan evsizler, düşkünler, parası olmayanlar, dışlanmışlar; gay, lezbiyen, Kürt, Türk, Çerkez, Arap,.., ..,la kaynayan; ara, arka sokaklı canlı, parlak bir o kadarda kirli, küfürbaz Beyoğlu’nu mekanlarını taşıdığın evinden; ayrıldığın ilk günlerdeki gibi durgun da değildin kıstırıldığın Bodrum’da; karmakarışıkken sen ! aslında İstanbul’un kalbinin atışını duyduğun kaldırımlarında; sabahların erkencisi çöpçülerin, fırıncıların, polislerin, simitçilerin, otobüs, dolmuş şoförlerinin, apartman görevlileri kapıcıların; gecenin müdavimi evdeki eşini , lokantadaki Ayşe’yi, caddede ki Nurgül ‘ü de kapsama alanına dahil ederek “sokakta hanımefendi, mutfakta asçı, yatakta orospuluğunu” isteyen iki yüzlü erkek egemen toplumun abazan erkeklerinin, işin acınası o erkeklere istediği hizmeti vermek için çırpınan kadınların ayıplayarak dışladığı; para karşılığı seks işi icra edenleri tanımlamasına karşın daha terbiyeli, kibar sanki bir kadının gelebileceği en üst mertebe imajını da veren 1950’ler de, 60’ lar da köyden kente göçün hızlanmasıyla, dönem romanlarında çalışan kadın için kullanılan sonrasında 80’lerde 90’larda; bilmem neredeki, bilmem ne ? fuhuş baskınında yakalandı haberlerinin çocuk, genç akılda; kısa kollu danteli, abiye elbiseler giyen, şapka takan, makyajlı bakımlı, zengin algısını bıraktığı “hayat kadını “ tabirli orospuların, sarhoşların ezilen hayallerin gezindiği; senin otuz dakikada beş bira devirdiğinden kayışını kırıp “hapşurduğun da “çok yaşa!..” diyene, burnunu silip kırmızı gözlerinle “baş başa!..”, “… birinin kız arkadaşına ‘bu çocuğu bu gece yalnız bırakma, alırım elinden”le cinsel tercihini açık etmekten çekinmediğin aksine açık etmek için el kaldırdığın; gündüz, gece fark etmez Chelsea kaşkollarıyla ellerinin bağlanıp soyulacağın, her an çantanın gasp edecek kalpazanların cirit attığı; mikropları öldürecek sıcaklıkta kaynatıldığından çorbadan başka bir şeyine ki çorbasına da el sürülemeyecek ufaktan pis mutfaklı, bir gecelik avunmaların peşinde koşunulan; kafaların sigara, içki, ot, esrar, hapla tütsülendiği; şarkıların söylendiği, sevdaların tazelendiği; arayışların, doyumsuzlukların gizlenmediği arka sokak meyhanelerini kutsadığın; Pazartesi, Salı, hafta sonu şiirlerini okuduğun Deli, Veli, Redrock, Meis …, …,Lovel, Taksim Roxy barlı; Leman Kültür Merkezli annenin de doğduğu, yaşadığı sana şiirler yazdırtan katedralin Beyoğlu’ydun; birazcık Gümüşsuyu, Taksim, Cihangir çokça İstiklalin ara te arka sokaklarıydın; Küçükparmakkapı, Nizam Pide’nin karşısındaki köhne birahane, St Antoine’ın az ötesindeki muhallebici, melek resimli Emek Sineması, Beyoğlu / Pera gettosuydun.O paçoz…o hoppa aydınların aldatma, ihanet kürsüsü, her şeye aç kasabasının Bodrum’unda; annesinden ayrılmak zorunda bırakılan ya da yatılı okula gönderilen bir çocuğu nasıl eritmişse hasret…gurbet, yanlızlık gün be gün içine itildiğin, karakterine, kişiliğine uymayan ama “kanserin” yüzünden yaşaman istenen temkinli ‘hayat’ öyle…öyle eritip yok oluş sürecini hızlandırdığında bile korkmaması için “Ölmüşüm. kendime gelmişim“ güzellemeleriyle “İskender’i ben öldürmedim” yazmış sen biliyordun ki, senden başkası öldürmüş olamazdı benim bağrı açık küçük Şairimi; öldürmek için her şeyi yaptın benim hoyrat Şairim, her şeyi; estin, gürledin, dövdün, dövüldün, ihanet edildin, ihanet ettin; harfleri dans ettirdin, yerini değiştirdiğin sözcüklerinle; oynayabilirmişsin sandığın hayatla oynuyormuşçasına oynadın. İnsan doğduğu coğrafyaya, ait olduğu neresiyse oraya az biraz da olsa benzermiş ya Türkiye gibi…Ortadoğu gibi…Türkiyeliler gibi o küçük Şairi; altından kalkamadığın hırçınlığınla kendinin yarattığı fırtınalara; bedeninden geçirdiğin karasal, ılıman, step, Akdeniz, Karadeniz, Okyanus, Ekvator, Muson, Çöl iklimlere; dört, beş mevsime; yaza, kışa, bahara, sonbahara, hüzne, aşka boğdurdun, en çokta anneni de öldürdüğün şiirlerinde öldürmüştün benim küçük Şairimi, sen ! hiç benim olmayan Şairim; ‘tut elimden pis orospu’larına tutkun Haldun’da ‘diğer kadınlar gibi ‘vermem de vermem’ nazında “ne derler sonra…?” sonra ne olacak? “ ne yaparım mesela hamile kalsam…ailemin yüzüne nasıl bakarım”la bin dereden su getirmezler çünkü orospuyla benim sevdiğim tabirle yosmayla ilişkide biz erkekleri ürküten sonra yoktur. Bakma sen insanların orda burada hayat kadınlarını ayıplamalarına. Mahalledeki en mutasıp kadının bile o aşağıladığı yosmalara on basan fettanlık kaynar içinde.’ bir bilsen derken gülüyor ‘hem niye kötü olsun İşi kendi bedenini kiralamak olan hayat kadınları; hayatını yaşayan kadın niye kötü olsun?; hayat verir, rahatlatır, çeker gider işte, ne güzel. tır yanlar Gidince de bir sigara yakmam ben, düşünmem ‘ne olacak şimdi’ diye memnuniyetini gizlemediği kadın, erkek ilişkilerinin günümüzde yalanla, dolanla, maddi çıkarlar göz önünde alınarak yürüdüğü, televizyonlarda kelli felli adamların, kadınların birbirine “üstüme ev yapacak mısın ?”, ”kaç tane evin var?”, “ne kadar paran var ?” , “ söyle evleneyim senin’yle” bas bas bağırdığı; birlikte takıldığı, flört ettiği kişiyle sevişmeyi evliliğe kapaklama yöntemi görerek seksi trajediye, duygu sömürüsüne vurduran kadınların; önüne geleni becermeye çalışıp sonrada bakire arayan saplantılı erkeklerin; yüzü çoklu politikacıların, liderlerin, ailelerin Türkiye’sinde, milletin, tanıdıklarının bedenini zorla sahiplenen erkek devletin yönetenleri, politikacılar, aile büyükleri kadar kimseye zarar vermediklerinden açık seçik kim oldukları, ne yaptıkları belli, fazlaca yalana dolana girmeden dürüst kadın, erkek ilişkisinde takdirini hak ettiklerinden bir gün ‘sonuçta ben de geçinmek için işe gittiğim Plazaların, Towerların, devletin kurumlarının AVM’lerin, cadde yer alan bir dairenin, ofisin büronun, mağazanın emrine verdiğim bedenimi haftanın 6 günü, günde 8 saat kiraladığımdan sırtım ağrıyor, kollarım uyuşuyor, çoğu zaman bilgisayar önünde gözlerim yanıyor, uyuya kalmıyor muyum yorgunluktan? Vücudun neresini feda ettiğinin önemi var mı? İkimiz de cebinde parası olana, başkasına hizmet veriyoruz bedenlerimizle. Üstelik onlara yine “nasıl düştün? buralara” diye soranlar var, bana kimse sormuyor bile ‘niye, düştün ki buraya’. Tek fark da belki onların, gece benim gündüz çalışmamken ;toplumun bakış açısına göre üniversite bitirip bir mesleğe sahipliğimden onlardan farklı algılansam da, değilim işte, şayet mesleği beden üzerinde yarattığı tahribata göre değerlendiriyorsak da yıprandığımın, kendimi kullanılmış hissettiğimin apaçıklığında; ben de diğer kadınlar gibi “hayat kadını”yla aynı yolun yolcusuyum, hayat kadınının üzerinden erkekler, benim üzerimdense hayat denilen bir ‘pezevenk’ geçiyor’ fırtınalı akıl yürütmelerden kendimi alamayıp nasılsa geldim, gidiyorum dünyadan ama her şairin, yazarın yazılarının, şiirlerinin iham perileri – tek istisna Thomas Bernhard’mıdır? belki – orospulara düşkünlüklerinin nedenini hâlâ çözemedim diye az hayıflanmadım da değil. İyi de aklın o kadarına bassaydı ne işin vardı burada’yla tıka basa dolu otobüs, dolmuş, metrodakilerin terlerine karışan işportadan alınmış ucuz parfüm kokusuyla ağırlaşan havada nefes almaya çabalarken yanında oturan da kulaklığını çıkarıyor; bol dıptıslı şarkısını açıp kafayı geriye yaslıyor; dizine hafifçe dokunup “sesini kısar mısın” diyorsun Öfleyip pöfleyerek kısıyor. Tam çoş şükür atlattım gerginliği atlattık derken birkaç durak sonra canları sıkılmasın diye bindikleri duraktan, indikleri durağa kadar; ayda elli bin dakika konuşma süresi veren! mobil operatörlere küfrettirecek cep telefonlarıyla abartısız yarım saat sevgili, kanka, iş arkadaşları, patron, akrabalarla yapılan bazen tartışmaya dönüşen boş muhabbetlerinin, özel sorunlarının herkese duyuranlarla mecburiyetten birlikte olunulan ortak yaşam alanlarında; nasıl davranılması gerektiğini bilmeyen yahut da bildiği halde ‘bu yaşlılarında bu saatte, orada…burda ne işi var’, ‘ben ondan bin kat daha yorgunum, dikildi başıma gitmiyor, yer vermemi bekliyor, pencereden bakıyormuş gibi yapayım’,’kıro biri, kibarlıktan anlamaz üzülme yer vermedim diye, inan ayıp ettiğinin farkında bile değildir’ ,’ bundan böyle adamına göre muamele’li kulplar taksalar da şayet bir toplu taşım aracında bir hanımefendi ayakta, siz genç bir delikanlı olarak oturuyor, yerinizi vermiyorsanız, bir centilmen değil, bencil bir bireysinizdir denilse onu da umursamayanların kültürün, asaletin göstergesi nezaketten, adab-ı muaşeretten yoksun magandavari jestlerin, mimiklerin kol gezdiği, anladıkları manada kentlilerin bulamadıkları ortamlardan uzaklaştırdığından diye düşündüm sonra; kimi incitir, kimi yaralar diye temkinli davranmadan, yaranmak için birilerine kendilerini paralamadan, ruh ve bedenin karşılıklı ve kisvesiz çırılçıplaklığı; her şeye ota, boka kullanıldığından anlamını yitirmiş aşk oyunlarının Chanel parfümlü, acı Truff soslu canım, cicim , aşkım, bir tanem, sevgilim’lerindense ; darılmaya, gücenmeye de yol açmayacak ‘sen nasıl da işveli bir kaltaksın öyle’, ‘sende iyi pezevenkmişsin ha’ yla birbirlerini tahrik eden ‘ haydi bakalım…. ..k beni’li, “kaçma a..mına koyayım’lı açık saçık cümlelerle seks ihtiyaçlarını karşılayıp, partnerlerinden istemeyecekleri içlerinde ukde kalacakken sayelerinden denemek istedikleri her türlü cinsel ilişkiyi yaşatarak hazzın dibine vurdurma karşılığında vizite ücreti, iki kadeh içki dışında ne mücevher…ne çiçek…ne de başka bir hediye, hiçbir şey beklemeyip rahatsızlık vermediklerinden ve de canları istediği anda ulaşılacak el altındalıklarından olsa gerek yazarların , şairlerin orospulara düşkünlükleri, belki yanılıyorumdur da kim bilir? bildiğim seninde diğer şairler gibi içinde “tut elimden pis orospu! tut ki elim sana bir mektup gibi kanasın”, ”Siz Orospular ! Aşkı sex sandığınız için, erkeklerin adı piçe çıktı…”,”sağanak halinde seviyorum bütün orospuları“ geçen onlarca mısraya imza attığın, bazılarının içki ve seksten aldığı zevkle aklından geçirdiği, bazıların gizli homoseksüelliğinin “erkekçe” itirafını sağlayan ama istisnasız tüm erkeklerin; bir gün ağzından dökülen (müş), dökülürken de dünyanın en ilginç şeyini ilk kez o söylüyormuş havasına girdikleri oysa, pis Moruk Bukowski, Kadınlar’ında bahsetmeden önce de yazılmış, kullanılmış dünya kadar eski ; içinde kesinlikle ‘ ah keşke tüm kadınlara bunun doğruluğunu anlatabilsek de, alayı bize verse’nin yatırıldığı klasikleşmiş erkek incisi “kadın olsaydım orospu olurdum”u; ”Orospu olsam eline su dökemezdim belki de”yle revize ettiğinde; istediği cinsel yaşamı sadece kendisine, orospu nitelendirdiği kadınlara hak gören erkek egemen mantaliteye kadınların da “erkek olsaydım çok çapkın olurdum” tepkisi “kızım dil orospularından kork sen asıl’ diyen anneannene rahmet okutup işin orospuluğu…işin orospu yanlığı bu olsa gerek dedirten, nasıl bir psikolojiyse artık, hem orospu olmanızı istemezler hem kadın olsalar orospu olurlarmış…hem çapkın olmanızı istemezler hem erkek olsalar çok çapkın olurlarmış; arzularına bakıp da kapitalizmin “kazan kazan (win-win)”,” pazarlanan arzu her şeydir” sloganlarına harfiyen uyan, cüzdanlardaki paraya el koyma peşindeki şimdinin V, Y, Z kuşağı orospularını, fahişelerini, eskortlar kızlarını, hayat kadınlarını gördükçe, 18.inci, 19.uncu yüzyıllarda “Kötülük Çiçeklerinin”, “Kayıp Zamanın İzinde”lerin ilham meleklerinden Odette karakterini şekillendiren Léonie Closmesnil ile romanı okuduğunda kendini tanıyınca (düşünün dönemin fahişeleri Proust, Baudalaire, Balzac, Kant okuyor) Proust’a öfkeli mektup yollayan Laure Hayman’lı; Fransız İhtilal’inden sonra giyotin ve kanın ve frenginin başkenti Paris’in birbirini kesen dik sokaklarında, sisli bir geceye şiirsellik katsın diye öylesine konulmuş ürkek, titrek ve kendini bile aydınlatmayan bir sokak lambası altında, yırtık jartiyeri, beyaz baldırı arasında sıkıştırdığı, kedi çevikliğiyle çıkardığı bıçağıyla hakkını arayan; Baudalaire’ı Baudalaire; Proust’u Proust yapan Fransız yosmalara, fahişelere duyulacak minneti pas geçmeden bunları yazıyorum hiç benim olmamış Şairim, sen! Baudelaire’in “durmamacasına sarhoş olmalısınız, ama neyle? şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz ama sarhoş olun” anlayışına canla başla riayet etmekle kalmayıp, yeşil peri absent, afyonu da menüye ekleyen gueer (kuir) Arthur Rimbaud, Paul Verlaine, Bukowski gibi “alkolle bağım sabittir, ancak narkotik maddelerle ilişkim süreli ve zaaf çerçevesinde olmadı… insanoğlu, ona sunulan bütün tabiatı kullandıkça mutlu olur…”la hayatının merkezine koyduğun, süngermişçesine çektiğin, ömrünün sonuna kadar sadık kaldığın tek sevgilin… eşin içkiyle “sigara çok içerim. Tok içimli sigaralardan hoşlanıyorum.Her zaman içerim ben, yalnız çalışırken falan değil. Uyurken bile içerim mesela. Bırakmayacağım. Her sabah uyandığımda bağdaş kurup, yakarım.Bıraktım diyen insanların karşısında bir (tane) yakıyorum hemen, sırf içleri geçsin diye” övündüğün sigaranla rakı bardağını dudaklarına götürdüğün parmaklarının arasında her daim tütecek kadar bütünleşmiştin ki, yine de iyi dayandı ciğerlerin çalkantılı, aldatmalı, aldanmalı ötekileştiriciliğindeki marjinal Türkiye’ye, eşeleye eşeleye kendini öldürmene; rakıyı, birayı da bırakmamış gibiydin hem o Allahın cezasının Bodrum’un da ; Halikarnas Balıkçısı’nın, Zeki Müren’in şerefine bir kadeh kaldırmasaydın olmazdı ki. Proust “Albertine’in içimde taşıdığım sureti, her yerde karşıma onu çıkardığı için, kızların hepsi bana birer Albertine gibi görünüyordu” da ki ilizyonu Albertine’de yaşattığı sevgilisi Alfred Agostinelli’yi; Haldun’nu , Can’nı kaybettiğinde nasıl içinde bir şeyler…çok şeyler öldüyse…gömüldüyse ta derinlere ve etrafındakilerin edepsizliğini, ihanetini fark ettirerek yaşadığın hayal dünyasından seni çıkaran yeni bir benlik doğurduysa kaybetme acısı; önce Uzay, sonra Kazancı Yokuşu’ndaki evinin perdelerini kapatıp üç gün yas ilan ettiğin Zozi öldüğünde sanırım senin de içinde ölmüştü bir şeyler…çok şeyler de ortaya sermediğin nefis karakalem çalışmaların vardı ya işte ölümü sonrası çizdiğin tükenmez kalemle çizilmiş yıldızlı göklere “Uzaaaay!..” diye bağıran adam silueti o karalamalarındandı.Sevmek ve kaybetmek nasıl da değiştiriveriyor her şeyi hem bir kere sevmezsen birini alemi cihanda olsa o kişi, değil kırk, yüz yıl da geçse sevmezsin, bu sadece senin benim değil herkesin başına gelen bir durumdur diye düşünmem Şark’a, zihniyetine, orda yaşananlara dair izlenimlerinin Binbir Gece Masallarıyla sınırlı sevgili amcacığım Proust izninle buraya bir mim koyuyorum “aynı olayın farklı insanlarda farklı izlenimler uyandırması, zihinlerin arasındaki farkla, bizi sevmeyen birini ikna etmenin imkansızlığın da duyguların farklılığıyla açıklanabilir” yorumuna katılmama engel olmamakla birlikte , çoğunlukla kayıplarından sonra anlaşılır; aynı olay karşısında etrafındakilerin, kişilerin faklı izlenimleri yalnızca zihinler, duyguların farklılığıyla ilişkilendirilse bile yetiştiği, yaşadığı ülkenin, toplumun, ailenin medeniliği, ilkelliği; geleneği, göreneği, geçerli dinin, Kitabın aklı paravanlayan buyruklarının etkisi de yadsınmayacağından, her seferinde, sanki insanlar daha daha vursun kan revan içinde bıraksınlar diye sere serpe ortaya döktüğün açık yaralarından akan irinlerinin, vücudunu zehirlemesini, izlediğin hayatının son demlerinde belki de, belleğin bir şey algılayamaz, ruhun da yavaş yavaş uyuşurken; her yanlarından özelini yaşamana izin vermeyen taşralık akanlar ziyaretine geldiklerinde, hasta yatağında sana yazdıklarını ya da şiirlerini okuyanların pejmürdeliğine katlanıp, gider ayak hoşuna gitmiş gibi yapma sahteliğine soyunmaman belki yaşadığında sürekli saate bakman da her günün son günün olabileceğini bildiğinden miydi ? zaten kimsenin sevmediği “vedaları” da sevmediğin zamanlarında daha adın şair k.İ. değil Derman’dı.Daha seni k.İ. şair yapacak “her Rimbaud büyüyünce Verlaine olur” lu epigraf dizeli aynı patırtıda şiirler yazdırtacak Baudelaire, Rimbaud, Verlaine, Nazım Hikmet, Edip Cansever, Foucault, Spinoza, Bataille, Allen Ginsberg, …, .., onca yazarı okumamış; daha beğendiğin şairlerin şiir kalıplarını aklında tutup onlara benzer şiirler yazarak şairliğe adım atıp kendi üslubunu yaratmamış; daha yaşamını idame ettirme kapısı, geçim kaynağın olacağından periyodik halde çıkarmak, satmak, söylemek zorunda değilken şiir kitaplarını, dinletilerini; daha hakkında sosyal medyada, sözlüklerde ergenlik çağında erkeklere düşkünlüğünü sezeceğin cinsel dürtülerini ifşa etmekten imtina etmediğinden “gizli bahçede otururken garsonun gelip “bu kağıdı size vermemi söylediler” demesinden sonra benim kağıdı açıp içinde yazanı okumam.arkadaşıma “ohaa olum kim bilir hangi hatun yazdı bunu” demem, garsonu çağırıp kim verdi bunu acaba diye sormamın ardından “şurdaki bey verdi” cevabıyla camdan atlamaya çalışırken arkadaşımın kurtarması… yazları her gün Neviza’de de rastladığım bahçıvan içine cırtlak turuncu, cırtlak yeşil, sarı gömlekler, bordo pantolonlar giyen, masamızda erkekler varken hoşsohbet olabilen, erkekler yokken kafasını çevirip bakmayan kişilik “li entry’ler girilmemiş, hoşlaşmayacağın anılara, yazılara da muhatap olmamış ve daha sen ve ben, biz; yağmur damlalarından, sabahın “sağır vaktinde” yapraklara düşen çiylerden gökdelenler yapmamış, çizmemiş; kimseleri de baharlarda, Temmuzlarda toprağa gömmemiştik, daha, vefatınla başkalarının rakı, benimse kederle dibe vurma hikayemi de kaybettiğim bugün, Temmuzun üçünde, üç yıl sonra açtığım ‘sen9.word dosyasındaki şimdi konusunu, kurgusunu, ne yazdığımı dahi hatırlayamadığım, bildiğin unuttuğum taslak romanıma ait satırları, paragrafları sanki ben değil de bir başkası yazmışcasına okuyorum.
‘Oysa ki’ diye başlamışım romana; daha karşılaştığın, karşılaşacağın ‘bu kadar olmaz, bu da yapılmaz ki’li yapanın yanına da hep kar kaldığından ‘hep kötüler kazanır’ı teyitlemiş, vicdansızlık, merhametsizlik, alçaklık karşısında; darbe yapan, gençleri astıran generallerden, yargıçlardan dahi ‘ah’ların, ‘ah’ınızın çıktığını şu ana kadar da hiç görmediğinizden zaten sonrasında da göremeyeceğinizden yaşanan her kötülüğün, haksızlığın, ahlaksızlığın, yoksulluğun, keskin bıçak; ötekileştirmenin arkasında sadece insanların değil Tanrı !!! nın, Allah !!! ın olduğuna inanıp, şayet yazmasaydı; M.Ö 341’de bol Tanrılı antik Yunan’da Epikür “Tanrı kötülüğü engellemek istiyor da gücü mü yetmiyor? öyleyse o güçsüzdür, gücü yetiyor da kötülüğü önlemek mi istemiyor, öyleyse o iyi niyetli değildir; hem güçlü hem de iyi ise bu kadar kötülük nasıl oldu da var oldu?”; 1800’ler de de yazmasaydı Nietzsche “ yarattığınız ‘Tanrı’ öldü, buyruklarını dayattığınız kitapları da”yı belki de sizin yazacağınız; ailede, okulda, işyerinde, partide, sivil toplum örgütlerinde her yerde; illaki herkese ne yapması, nasıl davranması gerektiğini söyleyen ki bunlar ‘kime güveneceksin ondan başka’yla dokunulmazlık bahşedilip kötü olabilecekleri, bireyi körelttikleri algılanılmayacak kimi zaman devleti yöneten liderler, siyasetçiler, başkanından müdürüne şefine bürokratlar, generaller, yargıçlar, hakimler, öğretmenler; kimi zaman da babadan anneye, kardeşe, arkadaşlara uzanan geniş bir yelpazede Tanrının yeryüzü temsilciliğine soyunan kendilerine ait sistem, kural ve beğenilerine göre programlayıp yok eden bir biat… bir adanmışlık… bir hizmet bekleyen lüzumsuz efendilerin etrafındakileri yiyip bitirdiğini, iliğini emerek bireyselliklerini karamboleyip özgürlüğe ulaşmasını engelleyen, ezen hastalıklı insan pompalığı da anlaşılacak; başkası söylese belki üzerinde durulmayacakken söyleyen o günlerde büyük sansasyon yaratan Prens Charles’ ın elinden ödül alan olunca, bugün sorsan iş peşindeki senin için önemi büyük ama o görüşmeyi yoğunluklu ilişkiler arasında anında çöp tenekesine atacak önemsizliğinden hatırlamayacak ”herkes beni bu devasa kooperatiftin imparatoru sanıyor ama aslında ben yönetimim altında şirketlerin başkanları da dahil 99 imparatorla çalışıyorum’ unda hayat bulmuş her olumsuzlukta, her yanlışta, her kötülükte suçu da hep başkasına atan küçük imparatorların, kendini cevval sanan tosunların, samimiyet kisvesi altında çürümüş dişlerini bileyleyen iblislerin diyarı buram buram taşralı kokan toplumsal yapıda; ‘daha iyi’si gelmiyor, daha güzel’iyle karşılaşılamıyor’ günleri, yılları ardı ardına akıp giderken; ağzınızla kuş tutsanız ilk önce ailenin sonra ilişki kurulan herkesin sizi başlangıçta konumlandırdığı yerden kıpırdayamadığınızı da fark edip “dünyanın derin anlamını duyar gibi olduğum her seferde, onun basitliği şaşırttı hep beni” demiş Camus’e selam yollatacak sıradanlığını keşfettiğiniz ‘olmamalıydı, yapılmamalıydı, yapmamalıydım’ın arkası ; ‘aman sen de’yle kanıksar hale geleceğiniz; filozofların, yazarların, şairlerin üzerine tonlarca yazılar, şiirler döşediği, olağanüstü, büyüleyici anlamlar yüklediği; sona yaklaştığınız istediğiniz zamanda ilerleyeceğiniz yaşta ‘ne kadar da gereksizmişsin, değmezmişsin’ denilen hayatta; daha kiraz…ayva ağaçlarının hangi renk çiçek açtığını bilmeden, daha ihanetini yaşamadan yoldaşlığın, kardeşliğin, daha Proust’un “ …siyasal tutkularda tıpkı diğer tutkular gibi kalıcı değildir’”ini de okumamışken, kendinizi kucağına attığınız devrimci isyanınızın gölgesinde, sırf bu şehirde dinlediğinizden şarkıların, dilendiremediğinizden muhatabının hiç bilmeyeceği platonik, imkansız sevdalarınızın bir anlamı varken bu şehirde daha, Osmanlıdan bugüne her yerde, her mekanda biattın ‘nedir o sokakta kıkır kıkır kıkırdamalar, gülmeler’, ‘ seni orospu, ibne sanırlar’ dendiğinde bile kapalı gişe oynatıldığının ayrımına varmadığından ‘öyle içimize işlemiş ki boyun eğdirme, sokaktakilere dikkat et ! memlekette herkes boynu eğik, kambur, gülmeden, çatık kaşla yürüyor’ demediğin; işin garip yanı zavallılığına, çaresizliğine bile bakmadan ahlak polisi kesilmişleri de kapsayan dayatılmış, dayatılan, dayatılacak bir hayatı başkası için yaşamanın kimselere faydasının olmadığını sonuçta herkesin yalnızlığında kendi sınavını verdiğini; hafızanın, kalbin bir yerlerinde unutulduğundan gün ışığına çıkmayı bekleyen “annem birini gönderip, küçük madlen denilen, bir tarak midyesinin oluklu çenetleri arasında biçimlendirilmiş gibi görünen o kısa , tombul keklerden aldırdı. Az sonra, o kasvetli günün ve iç karartıcı bir yarının beklentisiyle bunalmış bir halde, yaptığım şeye dikkat etmeden, yumuşasın diye içine bir parça madlen attığım çaydan bir kaşık alıp ağzıma götürdüm…..sonra ansızın o hatıra karşımda beliriverdi. Bu tat, Combray’de Pazar sabahları Leonie halamın günaydın demeye odasına gittiğimde, çayına ya da ıhlamuruna batırıp bana verdiği bir parça…” Madlen tadının yönlendirmesiyle Marcel Proust’un bir keki, kurabiyeyi, piyano sesini, bir Akdikeni, bir çiçeği; nergisi, safiye kasabası; Balbec’i başkalarının yaptığı gibi yalnızca anımsatmakla kalmayıp hatıralar silsilesinin yaşandığı “kayıp zamanların” ardına düşmesinin nedenini de henüz tam kavrayamadığın; annenin, babanın, aile üyelerinin, arkadaşların hep bildiğin, tanıdığın yaşta kalacağını sandığın, ummaktan yorgun düşmediğin vakitlerde, zamanda olduğundandı belki de ; her şey ama her şey anne, baba, kardeş kucağı gibi öyle sımsıcacıktı ki henüz içinde döndüğün, döndürüldüğün bir film, bir dizi; İstanbullu Gelin, The İs Us, Bir Aile Hikayesi– izlendikten sonra olması istenen, hayal edilen ailelerin karşılığını aramaya kalkışamadığın, kalkışsaydın da bulamadığında… ‘hayalindeki ailenin karşılığı bende yok niye mi? Çünkü bize rehberlik eden anne, baba, aile, öğretmenler, arkadaşlar, Yoldaşlar, Hevaller, yöneticiler, sanatçılar, hep eğri, büğrü, çürük çarıktı ve ondandı işte hayat listesinin kabarıklığı, ”to do list”in boş, bomboşluğu da. Elde maus, kalem, içki, kahve, doldur evde ne varsa viski, şarap, votka; iyi gider yanında yak bir sigara… kesmedi mi? bi daha yak…bir daha ve haydi yap bakalım sende bir lisede; içine sığdırılamadığından, gün gelecek nefretine haiz olacak aile, ülke, toplum, sahip olamadığın evlat ya da evladın sandığının öyle olmadığını, olamayacağını vura vura, kalbini kanata kanata öğretecekler…söyleyemediğin sözler; kalp kırıkların… kapatılması, açılması gereken hesaplar, hesaplaşmalar…yarım kalanlar… yamaların… öncelik vermen gerekirken ancak listenin sonunda yer alacak fırsatını bulabilseydin yapacakların; aramadığın dostların geçmişi anacağın, muhabbetler…seyredemediğin filmler, oyunlar …okuyamadığın kitaplar… sevdiğin yazarların, ressamların yaşadığı; gidemediğin, görmek istediğin yerler…tatmadığın yemekler…ilişki kurmak, dinlemek, katlanmak zorunda kaldığın aptal, seni anlamaktan Everest kadar uzak dar görüşlülükte onlarca insan; içimde koca boşluk, ne yaparsam yapayım dolduramadığım.Bir anda bulunduğum ortamdan, ‘ận’dan kopuveriyor, söylenenleri anlamıyorum eksik ne ? aradıkça üşüyorum. Belki de eksik olan kendimim, bilmiyorum, yoruldum; dışlanmamak için herkes gibi olmaya çalışırken, yüzeysel konuşmalar yaparak yaşayıp, hiçbirinden tatmin olmadan günü bitirmekten yorgun, ‘bitik’im. Beni rahatsız eden bütün sorunları, kişileri yok sayıp kimseyle konuşmak istemiyorum ama bu aralar inadına o sorular…o kişiler gelip tekrar tekrar beni buluyor; onları yok saymaya çalıştıkça ben olmaktan uzaklaşıyorum. Anlıyorum ki yıllardır ben değilmişim. Evet, buldum !!!! eksik benmişim; içimdeki zavallı, mutsuz ‘ben’e acıyor, sarılmak, teselli etmek istiyorum. İnsan hep bir farklılığının olduğuna inanmaz mı ? İnanır, hepimiz bir farklılığımız olduğuna inanmıyor muyuz? ‘yahu beni başkalarından ayıran, farklı kılan yönlerim bu kadar çok, ortadayken niye değerim anlaşılmadı; nasıl göremediler siktiri boktan herifler, kadınlar’ diye kaç kez iç sayıklaması yaşamadın(k) mı? sitem etmedin(k) mi ? Acaba bizi farklı yapan yönlerimiz gerçekten bizi farklı kılıyordu muydu? Yoksa kendimizi, kendi gözümüzde biz mi büyüttük? Hiçbir şey değiliz sonuçta; statümüz, paramız, işimiz, başarılarımız, başarısızlıklarımız, ismimiz, kavgamız, sevdamız, yazdıklarımız, düşündüklerimiz, hayallerimiz bizi hiç bir şey olmaktan alıkoymadı.’ İçselliğini birine, birilerine açarak yüzleşmediğin; aslında ne kadar da zavallı, acınası bir haldir; her insan, nefret ettikleri de dahil sevilmek, övülmek isterse de her insan, her zaman da tek bir insan tarafından çokk sevilmek isterken her geçen gün daha çok bağlanmasına, sevgisinin büyüklüğüne sinirlenirken daha çok, daha çok sevdikçe, sevdiği, sevdikleri tarafından da daha çok…daha daha çok sevildiğini, önemsendiğini bilmek de ister ama zamanın hışmına uğrayıp illaki yıpranacak, belki bitecek sevginin imkansız kalıcılığını görmediğindeyse kendini eksik, boşlukta sallanıyor, değersiz hissederek kendi kendine ‘niye’ diye sorup ‘buradayım’ demek için attığı taşları isabet ettiremediği hayatın(ın), o noktasında geriye dönüp baktığında başlangıç yerin; yuvandan , ailenden o zamandaki duygularından, düşüncelerinden uzaklığını görüp içinin sızlamasına, ürpermesine neden; kimse evlenip yuvadan uçmamış, tanıdık herkes de bazen hasta ama sağlıklıyken, şairin “kimse bilmez be canım, bir yara bir ömrü nasıl kanatır”ını yaşatacak ‘meğer girdiği her yeri, ocağı dağıtıyormuş’ dedirtecek her şeyi hayatı, aileyi, kendini ters yüz eden ölümle, herkesin evinin sahibi mezarla tanıştıran kimsenin ölmediği, yere kapaklandığında sıyrılan, bazen kanayan dizleri, bacakları görünce çığlığı basıp ağlamanın ardından ”tamam geçti”, “geçecek”le yaraya kapanmış bir daha asla kimselerde de bulamayacağınız hesapsız, saf, şefkat yüklü sevgiyi duyumsatan dudaktaki ıslaklıkla avutulabilinen her şeyi, sımsıcak kucaklayan o vakitlerdeydi işte, gidenlerin geri döneceğini sanıp da kurttun midesine indirebileceği Kırmızı Başlıklı Kıza yanmamak; arayanın her engeli aşıp bizi bulacağına; kötülerin illaki cezalandırılacağına Külkedisi; burnu uzayacağından kimsenin yalan söylemeyeceğine Pinokyo sayesinde inanmanın da miraslığı yüzündendi işte, terk edinceye kadar nasıl bir ceninin dünyası, yuvasıysa ana rahmi, yedi, on yaşlarına kadar; dünya diye bilinen ev, mahalle, köy, kasaba ve şehrin ve ailenin ve hayatın; sadece on yaşına kadar kurulabilecek bir hayal olabilecek olması da…
Şu an; sen9.word dosyasında yazdıklarımı, üç yıl sonra okuduğum şu an, ne kadar inanılmaz, ne kadar garip geliyor daha sen yaşıyorken; vefat edenin arkasında bıraktıklarının hayatını allak bulak edeceğine ‘kesin’ gözüyle bakarak ölümle dair satırlar yazmış olmam. Şimdi beni şaşırtan bu satırlar; yaşasaydın bir gün sana da anlatacağım, sen doğmadan yirmibeş belki otuz belki daha önceki yıllarda okulda, işyerinde, kışlada, partide, dernekte, örgüte, cemaatte ailenden daha çok vakit geçirdiğin; mekanları, güncel, ailevi, sevdasal sevinçlerini, sorunlarını, dertlerini paylaştığın, teneffüste koşturduğun, ders notlarını değiş tokuş ettiğin, şakalaştığın, tartıştığın, sunum hazırladığın, yemek yediğin, elini tutuğun, sarıldığın, müzik dinlediğin, benimsediğin ideolojinin ” Bağımsız Türkiye” , “Kahrolsun Faşizm” sloganlarını attığın, ırkçılığa, HES’lere karşı eylem yaptığın, sinemaya, tiyatroya, konsere gittiğin, mektuplaştığın sonrasında mesajlaştığın, Whatsaaplaştığın onlarca Yoldaşın Hevalın arasında; ilk karşılaşılan her şeydeki gibi aylarca etkisinde kalacağın ismini, hatıralarını ölene dek unutmayacağını sanırken yaş ilerledikçe onlarcasıyla karşılaşacağından her defasında sanki o güne değin hiç bu kadar yakın birini kaybetmemişsin – Haldun’dan sonra ölen kim olursa olsun bu kadar çok canını yakmayacağını düşündüğün acının, çaresizliğin kat be kat fazlasını Can’ı, babanı kaybettiğinde yaşadığını hatta o günlerde hiç unutmayacağım dediğin Haldun’u dahi aklına getirmeyecek–hislerini yaşatan; ilk amcan kızı Leyla’yı sonrasında Aytül’ü, Haldun’u, Can’ı, …, …, toprağa verme sana; sonsuza dek beraber olacakmışcasına yaşadığının vefatını kabullenme süresiyle duyduğun acının derecesinin; sıfatna, yakınlığına, kimliğine bakmaksızın ilişkideki emeğin, paylaşmışlığının azlığına, çokluğuna göre farklılaştığını algılattığında; sonrasında yaşanacaklardan haberi olamayacağından, sanki onu terk, ihanet etmiş incitmişçesine sızlayan kalbinle bir başına “Guermantes tarafını tekrar görme arzusuna kapıldığımda, Vivonne Nehri’ndekiler kadar, hatta onlardan daha güzel nilüferlerin olduğu bir nehir kenarına giderek … bana bir akdiken çalısını…” okuduğunda, gelmiş geçmiş en bilgili, en kültürlü üstelik bilgilerini hizmete sunarken başına da kakmayan mütevazilikteki baş öğreticin, danışmanın Google’da Combray sayfalardaki ufacık bir gezinmeyle, doğasına hayran kaldığın Combray’ın Illiers köyü, Vivonne nehrinin Le Loir ve çok merak ettiğin acaba hiç gördüm mü diye akıl yokladığın akdiken çalılığına, ağacına da hiç rastlamadığını anladığında, her ülkenin kendine özgü, hayran bırakan doğal güzelliğe sahipliğini, hiç yurtdışı görmeyenlerle yurtdışına çokca seyahat edenlerin belki de vatan hainliğine eş sayılacağı korkusuyla bile bile “tamam memleketimiz güzelde, dünyada daha da güzel yerler var efendim, gördüm ben. Edinburg mesela uçsuz bucaksız kırlar…keza Karadağlar, Kotor, Viyana, Paris’ demeyerek ‘memleketimizden güzeli yok’ böbürlenmelerine tok karnınla, Guermantes tarafında Le Loir nehri üzerindeki köprüden geçerek, iki yanı ağaçlarla örtülü Proust yolunda yürüseydin de attığın her adımdan birinin boşluğa geleceğini… ne kadar meşgul ve nerede olursan ol, neyle uğraşırsan da uğraş; ister dünya kadar kitap oku, ister yaz, ister şirketin bütçesini, yatırım planını çıkar, ister arkadaşlarınla otur bir Cafe’de; olursa olsun, derinlerde tam olması gereken yerde, kaybettiğinin bıraktığı boşluk, eksiklik olmasa, hayat nasıl da ‘tam olacaktı’yla ordan oraya savrularak yaşayacağın, bir daha dönmeyecek yola, ‘miş’li geçmiş zamana uğurladığının ; ne bir umut…ne yaşam sevinci… ne gelecek…ne devrim…ne özgürlük hiçbir şey bırakmayıp, bugüne, yarına dair de ne varsa hepsini, hayatı katlanılır kılan gerekçelerini yanına alıp götürmesiyle, herhangi bir ölüm… bir felaket karşısında hiç bir Jung, Freud analizinin açıklayamayacağı; görülme olasılığı yüzde %50 den fazla olacak ‘ben gencecik oğlumu…kardeşimi yitirdim bana ne… derdim, tasam bana yetiyor, ben kendime ne yaptım ki sana…ona yapayım? daha yeni kaybettim hayat arkadaşımı, babamı, annemi, kardeşimi, evladımı, ölmüşse ölmüş ne yapayım’, ‘her şeyim evim, eşyalarım, ailem bir gecede yok oldu gitti, o beğenmediğim hayatım meğer nasıl da güzelmiş’ duyarsızlıklarıyla dolu tavırda eskisinden farklı belirsizliklere, tahmin edilememeye gebe bir kişilik…bir ‘ben’ armağan ettiğini, bunu da yalnızca o boşluğu dolduramayanların bildiğini, bildiğin(m)dendi belki de, daha Arapça “gece” anlamına geldiğini bilmediğin; üç aydır hiç eve uğramadığından ‘ nerde?’–‘ çalışıyor, çarşıda arkadaşıyla ortak otel aldı. Sevin kız, babanın oteli var Kartal Palas, zenginsiniz artık’ açgözlülüğündeki amcanla evin ihtiyaçları karşılansın diye para yollayan babanın yaptıklarına karşı ‘ne yapabilirim ki, nereye giderim ki bu çol çocukla’ çaresizliğinde, elinden hiçbir şey gelmeyeceğinden ‘iki, üç aya kalmaz doğum yapacağım , bu herif gece gündüz hiç gelmiyor eve, bir şey var? ne var söyle bana ?diyorum kardeşine hep bir şey yok, otel’de iş çok diyordu. Sonunda dayanamadı anlattı bir kadın varmış, Leyla’ymış adı, Ankara’dan gelmiş bir dansöz, odasında onunla yaşıyormuş. ‘ şikayetinin ‘Komşum üzülme ! öyle kadınlar eninde sonunda bir gün çeker giderler, o da geri döner .Ne demişler tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer yuvasıdır, sabret, erkek değil mi? hepsi yapıyor‘ karşılanmasıyla aldatmayı ‘kabullenme zorunlu’ yol yordam gösteren aynı durumdaki kadınlara, çocukları duymasın diye yavaş sesle anlatan anneni kederiyle Mahsuni Şerif, Ali Ekber Çiçek, Mahmut Erdal, Feyzullah Çınar, Muhlis Akarsu’lara sığındıran pikapta, çalmak için, sadece adını duyacağın Kartal Palas’dan üç ay sonra yıkık ruh halinde, elinde bir plakla eve dönen babanın, defalarca çaldırdığı, “bas bas paraları Leyla” öncesinin şimdi kimin söylediğini hatırlamadığın naif “su ver Leyla’m yanıyorum”, “Mecnun’um Leyla’yı gördüm”, “dertliyim Leyla” şarkılarından, türkülerinden, yaşlılardan , amca çocuklarından dinlediğin masallar, hikayeler yüzünden mavi gözlü olabilmesi mantığına ters gelecek, etrafındaki illa doğulu, kara bazen koca yeşil gözlü, uzun saçlı, esmer tenli, güzel bakışlı kız çocuklarının çoğuna; annelerin dışındakilere mecnunluğundan babaların en çok koydukları isimlerden (annen daha sana ölmüş sarışın teyzenin adının da öyle olduğunu söylememişken) Leylâ’yı her duyduğunda; daha önce ebeveynlerin sonra haki postaların tekmesiyle yokuş aşağı yuvarlanmadığın; coğrafyada hiç kimseye ölüm yaşanmadan tamamlanmayacak bir çocukluk, bir gençlik bahşedilmediğinden; kayıp bir Özge Can olarak uzaklarda kerpiç bir evin pencere pervazında oturmuş sessiz, sedasız gözyaşı döken, sanki gitmek için mi gelmişlerdir buralara, kalsalar ‘Leyla olmayacaklar sanki’ yi ruhuna kazıtan tamamlanmamışlık duygusu yaşattığından beleğinde niye silinmeyen iz bıraktı demeyeceğin oyun arkadaşın amca kızın Leyla’nın kaybıyla altı yaşında tanışacağın ölüm; dünya da dijital devrim tavana vursa, Mars’ta yeni keşif Europa’da koloni kurulsa da; kötülüğün MasterChef’liğinde y kalpleri pas tutmuş; başkasının, komşusunun evlerini, işyerlerini yağmalama, talan etme suçunu işlediklerinden taltiflendirilecek “masum çocukların” 6/7 Eylül’ün , …, …, Maraş, Çorum, Madımak, Roboski katliamlarının planlayıcısı “katiller“e dönüşünü sağlayan sistemin ürünü Türkiyelilerin nasıl değişmediklerinin, her nefretin, her öfkenin nasıl linçle zincirlendiğinin, hüküm süren…sürecek karanlığın kanıtıydı da, sana göre.
II.BÖLÜM
Amcan oğlu Talo’nun bahçedeki çınar ağacının köklerinden ayrılmış evin çatısını kaplamış kalın dallarına halat bağlayarak kurduğu salıncakta, beyaz yaka siyah okul önlüklü amcan kızını sonra seni salladığını anımsadığın; annesinin akrabası anneannenin ‘ismini ben koyuyorum Bad-ı Saba olsun ’ demesinin bir şey ifade etmediği, babanın anlatımıyla Gımgım’da; ilerde sırf ‘hırboydu, kiminle ilişkisi vardı da bu kız doğdu’ densin, başına bela olsun diye bilerek nüfusuna kaydettiği ancak iki binli yıllarda vukuatlı nüfus örneğinde fark ettiği biri 1956 ( annenle evli bile değilken) diğeri 1965 tarihli aynı isimli, farklı doğum tarihli iki kız çocuğundan sanal olanının –ölümü halinde miras işlemlerinde sorun çıkaracağından–yokluğunu ispat için tüm aileyi, iki de şahidi mahkemeye hakim karşısına çıkaran; Cumhuriyetin ilk yıllarında 1930’larda , 40’larda, 50’lilerde hatta 60’larda önceleri iki, üç sonrasında yılda bir kez; baban dahil onlarca köylü çocuğun doğum tarihinin 31 Aralık olmasından yola çıkarak muhtemelen baharda; doğanları, ölenleri kaydetmek için köydeki evleri gezen; taşrada özellikle de resmi ideolojinin Doğu ve Güneydoğu Anadolu adlandırdığı Kürdistan’da devlette, hükümette çalıştığından yaptığı işe bakılmadan Başbakanmışcasına hürmet göstermekle kalmayıp kendilerinden de akıllı saydıkları annenin amcasının kızı Zozan’la evli bacanağı Reşat gibi, nüfus müdürlüğünde çalışan memurların; ‘giderse tarlada kim çalışacak? çocuğu askere almasınlar, sorarlarsa ölen var mı diye ağzınızı sıkı tutun, Abbas’ın öldüğünü söylemeyin, yerine bunu saydıralım, nerden bilecekler’ kurnazlı köylülerin ‘bunu yazmış mıydık? Yazmışız, peki bu ne zaman doğdu?’–‘beyim dere taşmıştı, sel önüne ne geldiyse katmış, götürmüştü zanımca bahardı’ –‘bizim amcalardan apo Sofi hastaydı, bütün köy başına toplanmıştı, ot biçme zamanı Haziran’dı’ –‘deprem olmuştu apo Rıza ev damının altında kalmıştı, sıcak çoktu Ağustos’ du’–‘ en tavlı inekti baktık bir gün ahırda ölmüş, kar kıştı; o esnada çenek de doğum yaptı, bunu doğurdu’ beyanlarını dikkate almayıp boyuna, posuna bakıp akıllarından geçirdiklerine, ideolojilerine göre genellikle de kendi ailesindekilere, çocuklarına, kardeşlerine ait isimleri köydeki çocuklara yazmalarına, doğum tarihlerini belirlemelerine ses çıkarılmadığından, Bad-ı Saba yerine adı Leyla yazılan üç yaş büyüğün amcan kızından; babasını mahpusa düşüren başlı başına bir film hikayesi kadınlara zaafına dair vukuatı sonrası aynı mahallede oturduğunuz Van’dan bir ayağı sallanan iki sandalye, döşek, yorgan, iki, üç kap kaçaktan ibaret eşyalarını kamyon arkasına yükleyip, Zazaca (Gümgüm) Gımgım’ın yerini Ermenice “Vart=Gül”den türetilmiş Varto’nun alması gibi Türkçeleştirildiğinden Badan (Bada) yerine Teknedüzü demek zorunda kalınan köydeki büyükbabanın evine (çe Resule) geri dönmeleri yüzünden ayrılacaktın.Aynı topraklarda, aynı coğrafyada asırlardır yan yana yaşadıklarından olmamasının mümkün olmadığını düşünecek çapsızlıkta; çok uzaklarda Kürdistan’ın dağ köylerinde İstanbul’dakilerden daha önemli kıldıklarından okur yazarlığı, çocuklarını yatılı okullara gönderdiklerinden evlerinde klasik romanların bulunmasına şaşırılmayacak zanaatkarlıklarından; örfünden adetlerinden; dillerinden, dini ritüellerinden; başları kaplayan, dik kenarlı, yuvarlak tepeli, içi astarlı, dışı fesli ortasından kenarlara doğru siyah püskülün sallandığı keçe dedikleri şapkalar takan kadınlarının yöresel giyimlerinden; küplerde pancar, kışın donmamaları için tepeleri açıkta kalacak şekilde toprağa gömülmüş lahanalardan turşu, sarma, dolma, kavurma, yoğurtlu bulgur, buğday çorbası , kurut, sulu köfte, sir, şir, siron belki onların belki de değil Babuko ( Zerfet) …, .., onlarca yemeğin yapıldığı mutfak kültürlerinden etkilenmemiş; bugünde üzerinde çocuklarının oyun oynadıkları otların altında kaldığından kalıntıları, güç bela fark edilen viran eylenmiş kiliselerde ilahiler okuyanların kederli yakarışlarını duymamış, tehcir sonrası ilk sahibini kendileri saydıkları, üzerlerine tapuladıkları, üstüne evlerini yaptıkları arsalarda, tarlalarda birlikte ekin biçmemiş, bostanlarda lahana, pancar, patates yetiştirmemiş, kavak ağaçları dikmemiş; çoğuna el koydukları içerisine girildiğinde bazen kapılı, bazen kapısız holün mutfağa, misafir, yatak odalarına, mahzene, üst kata çıkan merdivenlere açıldığı, yemek pişirilecek ocağın da içinde bulunduğu geniş mutfakta, holde çocukların etrafında dolanmayı, koşmayı, birbirilerini yakalamayı sevdikleri ev damını taşıyan, destekleyen kalın tahta sütun “danik” lerin kullanıldığı genellikle iki katlı, üst katında derenin, ormanların, dağların, tepelerin, yakın köylerin seyredildiği balkonlu mimarisini beğendiklerinden annenin çocukluğunu geçirdiği depremde yıkılan konak dahil benzerini yaptıkları evlerde sacda, bazen de depo gibi kullanıldığından odunların da istif edildiği, ekmek, balık, bıjıkı dorak, güveçte et pişirilen toprağa gömülü tandırda lavaş, yufka ekmek pişirmemiş ayran içerek ‘baoo bu sene zor geçecek, ekin az tarlada, vergide boyun bükecek’le dertleşmemiş deré Mengelî de kuru, sıcak havalarda yıkanmamış, dedenin evindeki gibi bahçe duvarının üzerine yatay biçimde yerleştirecekleri hasır, çalı söğüt dallarından örülmüş kül, toprak, saman ya da tezek, kül karışımı çamurlu harçla sıvanan arıların gireceği kadar delik bırakılan sepetler, oyma kütüklerle bal ticaretine girişilmemiş; Gımgım ‘ın sokaklarında dolaşmamış, çarşıdaki kahvede oturup kağıt, tavla oynayarak çay içilmemiş, şarapla demlenmemişçesine; hâlâ kullandıkları Amaran, Bodan , Dodan, Gümgüm,…, köylerine, kasabalarına adlarını veren, büyüdüğünde yabancı bireylerde, filmlerde, dizilerde , kitaplar da rastladığından ‘nasıl oluyor da asır öncesi yabancıların kullandıkları Sare, Benevşa gibi isimleri çocuklarına koymuş köydekiler’ merakına ‘ne bileyim?’ kaçamaklı cevapların da nedeni; her Dudu, Diran, Nazgül, Gülizar, Rozin, Azad, Elli ismini seslendirdiklerinde bilmeden andıkları, geride bıraktıkları geçmişi saklayan mezar taşlarının hüzünlü izlerini silmek için düşmanlaştırılmalarına göz yumup, katkı sundukları halbuki 1915 li yıllarda Rus işgalinden yaşlıları, kadınları çoluğu çoğu kurtarmak adına Kârir dağlarına, ordan 1916’da Malatya Engüzek köyüne ulaşmak için çoğunluğun yaya , hastaları, yaşlıları yatırdıkları kızaklar, kağnı arabası, at, eşek üstünde sarp geçitleri, tepeleri aştıkları o kuş uçmaz, kervan geçmez taşlı yollarda, ayaklarda çarık, lastik ayakkabı, rüzgar, tipi, fırtınada sağ kalma mücadelesinde, açlıktan hiç yapmayacağım denileni, dilenciliği denedikleri, hayatını kaybedenleri mezarın bulamayacaklarını bile bile öldüğü yerde gömecek her an kadınlarına da tecavüz edecek hatta hoşuna gideni alıp kaçıracak korkusunu hissedecekleri çetelerin, eşkıyaların tehdidi altında ‘bizi bu hale düşürenler hiç gün yüzü görmesin’ lanetinde, ocağını, malını, mülkünü arkada bırakarak bilinmedik diyarlara gitme zorunda bırakılmanın nasıl bir facia …nasıl bir ‘düşmeden askerin, eşkıyanın, çapulcunun eline ölsek de kurtulsak şuracıkta’ yılgınlığı…nasıl bir keder olduğunu bilmelerine rağmen yerine koymadıklarından ganimet için göç yolunda yanlarına altınlarını, paralarını, mücevherlerini almış Ermeni konvoylarına saldıran Türklerin, Kürtlerin, Çerkezlerin, Rumların hiç birlikte yaşamamış, bir bardak çay içmemiş tavrında kendilerini haklı da çıkaracakları tonlarca yaratılmış bahaneli Kaf dağının ardına sığınıp; acısının dilinden kimsenin anlamadığı çaresizliğin, kalp sızısının fotoğrafı kiliselerinden, evlerinden getirtilmiş taşların, mozaiklerin; onlarca Lara’nın, Lena’nın, Angel’in yemek yaptığı kap kacak, kara kazanların, ellerini sürdükleri saatlerin, lambaların; David, Adom ve Nurhan’ın su taşıdığı bakraçların hatırlatacağı oturdukları masalar, sandalyeler kadar yakın geçmişlerinden kurtulmak istediklerinden Ermeni komşularının kayboluşuna sanki büyük bir tufanda yer yarılmış, toprak yutmuş yaklaşımlı Alzheimer’lı toplum , sülale, aile bireylerince; 93 Harbinde olduğu gibi kaybedilen toprakları, Kars’ı alma, Ruslara darbe vurma amacıyla başlayan; 90 bin Osmanlı askerinin donarak öldüğü Sarıkamış Harekatına !! dair haber, bildiri, yayınlar Enver Paşa tarafından sansürlenip saklandığından, Osmanlı tebaasınca savaşla ilgili gerçeklerin uzun süre bilinmemesi misali her devlette…her ailede…her kökende…her dinde, mezhepte…her örgütte olacağı…yaşanacağı üzere bol güzellemeli resmi; devlet, din, köken, aile…, …, …, tarihlerinde, kitaplarında yer aldırılmayacağından, kimse de dillendirmeyeceğinden, pek çok konuda aralarında ihtilaf bulunan köken, din, mezhebin, …, …, sülale, aile üyelerinin faydalandıklarından geçmişte, yarında işledikleri ganimete konma, yakma, yıkma, yerinden etme, taciz, tecavüz, hırsızlık , ötekileştirme benzeri aynı suçlarını örtbas için ‘kol kırılır, yen içinde kalır’ absürtlüğünde aralarında yapılan defacto sözleşmeler, anlaşmalarla gizlenen; gençliğin devrimci başkaldırısının büyüleyiciliğinde, Marx’ın Kapital’inin, Lenin’in Ulusların Kendi Kaderlerini Kendilerinin Tayin Hakkının altında bıraktığın, yaşadığın coğrafyanın geçmişinden, tarihinden; ötekileştirilenlerin acılarından, kayıplarından; hayal meyal hatırladıklarından belki de vahşetin utancından belleklerinin bir köşesine ittikleri ‘ bizde bir kazan vardı beş teneke su alırdı, beş teneke… onda çorba yapar, yağ eritirlerdi. Onların, 40 kişiymiş bir evde, bizim evle bir dostluğu varmış, falan. Onlar şey ederken, o kazanı bize verdiler, bu son senelere kadar da vardı o kazan. Beş teneke büyüklükteydi. Onlar gidince arazisi olmayan köylüler gitti sahip çıktıları arsalarına, öyle ellerinde kaldı.Bu sonunda, Tapu kadastro gelince tapu ettiler. Bizim köyde Ermeniler yok idi ama Ameran (Onpınar) o köy onların elindeydi. Ne deselerdi o olurdu.’–‘ Bir gün amcam bana dedi ki Ermenilerin köyü Ameran’da Çarbuhar ‘ın kollarından deré Mengelî’de bir kom (ahır) vardı, belki sende gördün köye gittiğinde. Sey (Sılıman)Süleyman’ın mezarına giden yolda köprünün hemen altında, işte devlet bunlarla ilgili ferman çıkarmadan önce bizimkilerin Malatya’ya göçüne sebep Ruslar Varto’yu işgal etmişler, savaş var yani, eee bu Ermeniler de tabii Ruslardan yana olmuşlar hemen.Neyse Ameran’da ağalardan ( o zaman insanlar önce isim sonra baba adı söylenerek tanıtıldığından Ali’nin oğlu Veli yerine) Velié Alié (Veliye Eli) başkanlığında diye anlatmıştı amcam İbrahim kırka yakın Ermeni erkeğini esir tutup Kom’a hapsediyorlar.Sonra kom’un kapısı önünde bir camışın (manda) üzerine gazyağı döküyor, ateşle yakıp içeri atıyorlar, tabii içeride dolu saman, camışla birlikte içeride ne var ne yoksa yanıyor.’lar çok geç dile gelip, sana, bu nasıl bir canavarlık…nasıl gaddarlık. Allahım bir hayvanı canlı, canlı yakanlar neler yapmaz hayatta…kimse kusura bakmasın, hiç kimse benim kaşığım ak demesin mayasında gaddarlık, vahşet var bu toprakların dedirten aile büyükleri sayesinde yıllar sonra su yüzüne çıkacak anılardan uluslararası öneme haziliğinden “bizim yoldaşlar iyi eş becerdi” alkışlı heyecan yaratacak proletarya diktatörlüğünü kurma peşinde arkana dahi bakmadan dolu dizgin koştuğundan, bir zamanlar doğduğun köyde; Kasman’da Varto’da, Ermenilerin evlerinin, kiliselerinin bulunduğundan; annen dahil pek çok akrabanın da ailevi miras davası nedeniyle ele geçen ‘Ermen milletinden Simo Korki Veladanı Hovikden hazineye intikal … ‘ibareli tapuyla tehcirden sonra dedenin aldığı arsanın Ermeni bir vatandaşa aitliğinden çok çok sonraları ikibinli yıllarda haberdar olunan koşulların varlığında, ne hazindir ölümü sonrası o da istemeden ağzından kaçıran, annenden öğrendiğine göre amcan kızı Leyla’dan seni ayıran amcanın mahpusluk vukuatı şöyle gerçekleşmiş ‘ baban Karayollarında tabldot memuru, Nuri bey diye birini göndermişler Ankara’dan, Van’ da, İskele köyünde TRT’nin radyo evini açacak.Baban rica ediyor ‘köyde bir abim var işsiz, odacı olarak alsan’ adam tamam diyor.Tamam deyince, baban haber yolladı amcanı köyden getirtti, işe başladı sonra gitti yengeni, üç çocuğunu da aldı, geldi. Yanımızda ev kiraladık.Yazın yengen okullar tatil olduğunda çocuklarıyla köye gitti kışlık hazırlamaya; peynir, kavurma, çökelek, yağ.Gitmeden de iki üç tane böyle eldiven’–‘ eldiven?aaa yaz günü???’–‘ Şehirli ya artık, fors atacak köylü kadınlara, akrabalara; iki tane jarse, pamuklu siyah, beyaz renkte eldiven, bir de manto aldı. O sıcakta köyde eldivenli, mantolu dolaşıyor, başörtüsünü de köylü kadınlardan farklı boynunun altından bağlıyor şehirliler gibi. Bizim kadınlar fes takıyordu daha, bir de beyaz leçeklerle bağlıyorlardı başlarını. Yalan olmasın Yoğurtçuoğlu mahallesinde oturuyorduk, evlerin yanında ahır, bağ, bahçeler vardı, komşu kadınlardan biri adı Makbule’ydi, sütçüydü, mahalleli sütünü ondan alırdı. Amcanlarla yan yanaydı evi Makbule’nin. Yengen kadına “ben köye gidiyorum, kocam burada tekdir, sana zahmet her sabah bir bardak süt kaynatıp versen” diyor. ‘-–yok artık, olacak şey mi?’ –‘Aptal Makbule’de yengen gidince köye, sütü kaynatıyor amcan öyle diyor günahı onun boynuna dedi ki sütü kaynatmış içine de şeker atmış, getirmiş ben zannettim gönlü bendedir.’ –‘Amcama bak sen ! süte atılan bir şeker neler de kadirmiş’ –‘neyse, amcan gece vardiyasında çalışıyordu. Akşam radyoevine gidiyor, gece yarısı araba getiriyor bırakıyordu eve. Bu sinyal almış ya her gün arabadan inince kadının evinin kapısının, camının önünde bekliyor, duruyor, kadını gözlüyor. Hiç unutmuyorum, kocası da çok şerefsizdi Makbule’nin. Adı Ali’ydi, kendi annesini kaç kere dövdü, yaşlıydı yanlarında kalıyordu yok yemek döktün, yok altına kaçırdın, yok bilmem ne yaptın, ölmedin gittin diye dövüyordu. Bende kalktım…’ her zamanki gibi bir olayı anlatırken birden bağlantıyı kaybeden annen yine son söylediği cümleyi (niye kalktığını) havada bırakarak anlatmaya devam edecekti ‘ondan sonra Ali yeğenini çağırıyor ‘gel , bu gece biz bu adamın hakkından gelelim diyor’–‘ anne ! dur, dur adam mı fark ediyor, Makbule’mi söylüyor amcamın kendini gözetlediğini’–‘kadın söylüyor.Kadın bir gün değil, iki gün değil, bir hafta gözetledi beni diyor.Artık kadının burasına (boğazını gösteriyor) tak ediyor, söylüyor kocasına.Ondan sonra bende…tövbe, tövbe…Amcan yengen gittikten sonra baktım bir hafta bize gelmiyor bende diyorum ki ‘niye gelmiyor bu?’ meğer adam meşgulmüş. Ali’yle yeğeni bir plan yapıyorlar, kapının arkasında amcanın radyo evinden dönmesini bekliyorlar. Bu nasıl , kapının önüne gelir gelmez birden kapıyı açıyorlar amcan içeri düşüyor. Vay ulan! sen misin, namus ırz düşmanı? vur da, vur. Eeee amcanda iri yarı, durur mu? O da adamları cırmalıyor, dövüyor.’ Aniden gözünün önüne hayal meyal gelen; yoksulluğun aktığı 60’lı yıllara ait, Van’a ilk geldiklerinde senin de bebekliğini geçirdiğin annenle, babanın ilk oturdukları tek göz odalı evde çekilmiş; biz çocukların sabaha kadar kaşınmalarının, faresiz, tahtakurusuz, sineksiz hayat yok sanmalarımızın, yatağa yattığımızda tavanda bir o yana, bir bu yana patır patır koşturduklarından ‘oyun oynuyorlar’ı düşünüp ölesiye de korktuğumuz farelerin sesini duymamak için başımıza yorgan çektiren tavanı, tabanı tahta, ahşap evlerde; bugünkü kadar yaygın olsaydı üç dört seansa bağlayıp Ümit köyde, Çay yolunda, Beykoz konaklarında, Mavi Şehirde bir villa daha alsam çırpınmalarındaki paragöz psikiyatristlere götürüldüğümüzde, gözlerini fal taşı açtırtacağından ‘bildiğin cehalet. İnsan hiç küçük bir çocuğa bunu der mi? Ne yaptınız siz biliyor musunuz? Hayat karşısında sağlam durduracak özgüveni dinamitleyip, korkak çocuklara neden oldunuz’ çıkışmasına ‘ sanki mutlu sonla biten Yeşilçam filmleri Küçük Hanımefendi, Tatlı Meleğim, Vesikalı Yarım, Şöför Nebahat, Senede Bir Gün, Ah Nerede, Hababam Sınıfı izletilen, peri masalları öyküleri, okutulan nesilleriniz psikopat olmadı mı? Zaten içinde bulunulan koşullarda psikopat olmaları doğal değil mi?’ yle karşılık vermekten aciz, çok şükür ki o çocuklarda, bizlerde Bipolar bozukluk beklerken, eksiklikleri olacak normallikte bir Beat, X kuşağıyla karşılaşmamalarını nasıl izah edeceklerinin de merakında, ebeveynlerimizin ‘kapatın gözlerinizi yoksa şimdi gelip ısırır, koparırlar burnunuzu’ korkutmalarını çoğaltan; komşu evden diğerine seyahati seven, arka sokak otellerin, Hostellerin, evlerimizin sahiplerinden huylandığımızdan yatağa girmek istemediğimiz, geceleri ışıklar söndüğünde fareler gibi harekete geçen yan yana çakılmış iki tahtanın arasına girebilecek kadar yassı, ezdiğimizde fışkıran kanlarımızla beslenmiş, ısırdığı yeri kaşındırdığından habire yataktan kalkıp ışığı yakarak ortalığı kolaçanla kırım yapacakken ışığı görür görmez hızlıca kaçan, kaldırılan yatakların altında tespih tanesi gibi dizildiklerini de gördüğümüz uykularımızın düşmanı hayvancıklardan kırmızı renkli iğrenç tahta kurulu, mutfakta süt tenceresinden süt içen yılanlı çocukluğumuzu aratacak, on basacak kadar kötü olaylarla yarında karşılaşılacağını bilen, alanı daralmış dimağlarımız yer açmak için çocukluğa ait o günleri sildiğinden, Türkiyelilerin hep eleştirilen ama değişmeyen en karakteristik özelliği balık hafızanın bizleri, çoğumuzu psikiyatristlere düşürmemiş işe yaramışlığını da görerek, kireçle boyanmış duvarda her gece masal kitabıymışçasına bakarak uykuya daldığın her defasında değiştirdiğin ‘şimdi o kırmızı elmaları bebeğe uzatacak’ kurgulu, kendi kendine anlattığın hikayelerin, masalların dayanağı; bir kadının kollarındaki açık örtüdeki güzel, tombik bir bebeğin önünde diz çökmüş elinin altında kuzu olan bir adam, yerde tabakta kırmızı elmalar, bir devenin yalnızca bacaklarının göründüğü ressam titizliğiyle hiçbir ayrıntı atlanmadan Kurban Bayramından ziyade Hz. İsa’nın doğumunun tasvirlendiği duvar halısının göründüğü siyah beyaz bir fotoğrafta annenin ayda bir mikroplar, tahta kuruları ölsün diye leğendeki koyu Arap sabunundan sürdüğü tahta kıl fırçayla kazıyıp, silerek yıkadığı, halısız, kilimsiz tahta zeminde, üstüne atılan örtü kısa geldiğinden bir tane demir ayağın gözüktüğü somyadaki yaslı kanaviçe işli yastık kadar uzun kırlentlere yaslanmış, yan yana oturan siyah saçları kısa kesilmiş yengenin , amcanın, Leyla ’nın , Talu’nun yanında buluyorsun kendini ‘ben köydeydim amcan mahpusa düştüğünde.Dişim ağrıyordu önce doktora gittik okulda tatil olunca aldım çocukları doğru ev damına, çe Resule.Bu Makbule her sabah süt sağardı.O da benim gibi ufak tefekti’ diyecekti bir gün yengen– Ey okuyucu ! yanında mutsuz olduğundan, artık davranışları battığından, hoşlanmadığını aldatacak kadar bıktığı eşini bazen sevgilisini aynı fiziksel ruhsal özelliklerde benzeri biriyle aldatmasının nedenini çözme görevini şimdilik size devr ederek amcanın vukuatını– anlatamaya devam ‘ kırmızı mantosunu böyle (derken sırtını geriye yaslayarak vücudunu sağa sola evirerek taklide de yelteniyor) giyinir, kuşanır, içsin diye süt getirdiğinde amcana ‘akşam Muazzez Türüng hangi saatte türkü söyleyecek radyoyu açayım’ diye sorarmış. Bilmiyorum artık kim doğru söylüyordu Makbule mi? amcan mı?’ Güneşin batarken gökyüzünü hafif kızılaştırmasına yakın radyodan yayılan öylesine çağıldayan billur bir sesti ki gece annenin dilindeki kardeşlerinin ninnisi “kışlalar doldu bugün” , “geçti dost kervanı”lı çocuk yüreğini tarif edemediğin nedenini bilmediğin hüzünle dolduran Muazzez Türüng, bir gün ayağında sallarken Can’ı gayri ihtiyar dudaklarından dökülendi de. Amcanın Ankara Ulus’ta bir hanın alt katındaki kasetçilerin “amca öyle bir sanatçı mı var?” gülüşmelerine sebep Muazzez Türüng kasetini aramasını aklına getirdiğinden Makbule’ydi doğruyu söyleyen diye düşünmüştün yengen konuşurken ’ Makbule’nin kocası Ali şantiye de çalışıyordu; bir giderdi on, on beş gün bazen bir ay yok. Zaide vardı komşumuz.Bu olay olmadan önce bir gün bana dedi ki ‘Makbule, kocanın yolunu gözlüyor dikkatli ol, kocanı elinden alır ha’. Amcanın dediği gece işten geldiğinde bu Makbule ekmek bırakırmış bahçe duvarının üzerine, kocam evde yok manasına.Kocasının annesi de bunlarla kalıyordu Eze.İşte bu Eze oğluna diyor ki “senin bu karın orospu, komşunla her akşam bahçede aşna, fişne…”Sonra işte yeğeniyle amcanın yolunu gözlüyorlar, yakalıyorlar…’–‘yengen ne bilir? Köydeydi o sıra, olayı amcanın anlattığı kadarıyla biliyor. Ben kocasına Makbule söyledi biliyorum o annesi diyor.Sonuçta bunlar birbirlerini bir güzel dövüyorlar.Polis geliyor alıp götürüyor bunları, tecavüz.Dünyada herkes bana öyle kazık attı ki… ben o kadar onun o çol çocuğunu yedirdim, içirdim…’ annenin bir kopma anı daha ‘sabahleyin kahvaltı yapıyoruz, ben kapının önüne çıktım bir baktım postacı Mehmet var, bak o adamın adını hatırlıyorum, Karayollarında çalışıyor ‘yenge hanım, eşin evde mi?’ dedi , evet dedim. Dedi ya ben yolda gelirken, onun abisini iki polis alıp götürüyordu. Bende bilmiyorum ne oldu? tek bir şey bana dedi ‘git kardeşime haber ver’. Hallah hallah dedim ‘bu ne yapmış’ dedim, valla bilmiyorum .Baban vey, vey kör olaydım abim, abim diye dövüne, dövüne giyindi, çıktı gitti.Gitti ki mahkemeye götürmüşler. Hiç karakola falan değil direkt, hemen cezaevine göndermişler. O zaman annemin akrabası Küçükağaoğullarından avukat dayım Teyfik’in (Tevfik’in) Mustafa diye bir hakimi varmış, amcanın davasına bakıyor.Baban gitti dayı Teyfik’le konuştu, tabii Teyfik dayı çok üzüldü. Neyse amcan altı ay cezaevinde kaldı, yok üç ay.Dayı Teyfik babana demiş ki ‘altı ay cezaevinde kalabilir abin .Ama demiş benim tanıdığım arkadaşım hakim. Yıl 1965 tamam mı? Baban geldi amcanın evine, yataklarını götürdü; döşek, yorgan, yastık cezaevine.Ya biz diyoruz ne oldu? Baban gitmiş sormuş ‘ula Uso, sen ne yaptın?’ demiş böyle, böyle ama ben hiçbir şey yapmadım.Sen nasıl bir şey yapmadın? kadının gittin penceresinden, kapısından baktın, adamlar da seni yakaladılar, sen demiş ceza çok yiyeceksin.Dayı Teyfik, ben hakimle, Mustafa beyle görüşürüm hele bir üç ay içerde kalsın diyor.Üç ay sonra bunu bıraktılar.Bize geldi dedim amca sen bir hafta nerdeydin?Sen bir hafta, bize her akşam geliyordun, yemek yiyordun Cumartesi, Pazar geliyordun, sen nerdeydin? Dedi eree, hiçç…Ben böyle bir kuyunun içinde çamur vardı dedi, ben o çamurun içine düştüm, nasıl kendimi kurtardım bilemedim. Çünkü dedi kadın her sabah sütü kaynatıyor, içine şeker atıyordu. Ben dedim amca olacak şey mi. Kızım zaten sen bilmiyor musun? Doğu’nun insanı saf, hani yengen (süt götür) öyle demiş ya bu da hani karısına jet (jest) olsun diye.’ Saçlarına aklar düşmese zamanın aynı yerde durduğuna inandıracak, bir akrabana benzediğinden resmini gösterip adını söylediğinden aşinalığını bildiğin ‘kendi kendime annem herhalde Sophia Loren’le ilgili bir şey duymuş anlatmaya çalışıyor diye düşündüm ‘oğlum Sofialora içsene sesini duyunca. Bir baktım elinde Pasiflora şişesi karşımda, yıkıldım ya o an, bir de tam bir Nazi diyeceğine şifresini zor çözdüğüm ‘Nazili, Nazili’ deyişini unutamam ’la çocuklarının anılarda yer edinen konuşmalarında bazı kelimeleri telaffuz edişindeki komik harf hatalarının torunlarına banka ajandasında bir sayfaya ‘Gergadenger Gergadan, regretör radayatör, jet jest, Tiborg Trump, Marko Macron, Ingılışov English Home’ notlu ‘anneannenin söylediği yanlış kelimler’ başlığını açtırtırken, seni dumura uğratan kelime –yanıldın okuyucu demeyeceğim zira kaç kere söyletsem Associated Press’i, acaba nasıl telaffuz eder diye düşünmedim de değil– hiçbir yemekte kullanmadığından olmadığını bildiğin ’bulamadım sehpanın üstüne koymuştum mayonezi , gördün mü? nereye koydum‘ dört dolanmasını, sonunda ne çıkacak merakıyla izleyip ‘buradaymış gözümün önünde buldum sonunda’yla gösterdiği Magnezyum Plus tabletlerinin ‘ gel sultanım , gel anacım, çok şükür buldun mayonezi’ sevecenliğiyle kucaklattırdığı annenin ’amcana dedim ki kadın sana sütün içine şeker atmış getirmiş, dememiş ki gel benim kapımın, penceremin….Peki senin yatakların nerde? Dedi ki cezaevinde bıraktım. Ondan sonra çıktı gitti köye. Gitti gitmesine de yengen alıştı bir kere şehre, durmak ister mi köyde, sürekli çalışacağı bir saniye dinlenemeyeceği kalabalık ev damında. O kış köyde durdular, ailenin büyüğü, Leylanın babası gibi babanla anne bir babaları da kardeş amcan Hasané Halilé da rahatsızdı onlarla erzakını, iki göz odalı ev damını paylaşmaktan’ larını dinledikçe ; Ortaçağ Avrupasında şortla gezecek bir kadının bugünün Türkiye’sinde göreceği tepkinin aynısıyla karşılaşacağını dışlamayarak, sosyologların yasaklanan her neyse onun insanı tahrik, cezp ettiği tespitinde; yüzyıllar öncesinin Apollo Belvedere (Belvedere Apollo), Knidos Afrodit (MÖ 4. yüzyıl), 1500’lerde Michelangelo’nun Davut (heykelleri Osmanlının İstanbul’unda sergilenseydi başta parçalamak heykelin başına nelerin getirileceğinin, bunun nedeninin de ne olduğunun herkesce tahmininden kapatıyorum parantezi)’unda, tablolarda, resimlerde görüleceği üzere giyinirken, soyunurken, banyo, tuvalet yaparken çizilmiş vücudun tamamlayanı, ayrılmaz parçası (penis, vajina) her uzvun Rönesans, Aydınlanma çağının etkisiyle çıplak gösterimini, cinselliğin ayıpsız, günahsız doğallığını kabullenmiş Avrupa’da eğer ruhsal hastalıktan muzdarip değilse şortla gezen bir kadına en fazla bakılır belki de bakılmazken “ kaldır da amcana, abine göster” övüncünün nesnesi “çükün…pipi”nin evde, parkta, sokakta değil de meydandaki heykellerde, tablolarda sergilenmesinin ‘ayıp, günah’ nitelendirildiği abes Ortadoğu’da; yalnızca rakamların değiştiği bir şeymiş de yıllar ; coğrafya, zaman, toplum, ülke, bireyler hep aynı yerde kalakalmış hissiyle dolup taşarken, şimdilerde cep telefonu kamerasına kayıt edilebilindiği için kamuoyuna yansıyan, gündeme taşınan yüzde 99’unun başına geldiği halde ‘süte şeker atmıştı kaltak, gönlü olmasa niye atsın” basitlikleriyle, illa ki suçlanacaklarını öyle ki yazın Avrupa’da, Küba ‘da ya da başka bir ülkede bazı kadınlar sadece şortla dolaşır, sutyen takmazken bunu vatanı Türkiye’de yapmaya kalkışsa bir kadın, iki adım yürüyemeyeceği gibi hemcinsi kadınlar da dahil herkesin “böyle dolaşırsa…tabiii“yle her türlü tacizi, tecavüzü , laf atmayı sindirten ‘geceleri yatağa yatmaya kokuyordum, odalara serilen yer yatağında kız çocuklarını, akraba diye aynı yaşta ya da kendinden üç, beş yaş büyük oğlanlarla yan yana yatıran akıl; başta annem dayın…kuzenin…amcan sana böyle bir şey yapmaz iftira atma diyecekti.Kime söyleseydim, kim inanırdı bana? Kardeşini, amcasını, yeğenini korumak adına kendi çocuğunu kötü lanseleyerek feda ettirten ‘kol kırılır yen içinde kalır’lı aşiret, sülale, aile, toplumsal zihniyet ‘çocuk bu, ne söylediğini bilmiyor, yalan söylüyor dedirttiğinden, asıl vahimi olan, yaşanan sanki yaşamın olması gerekli natürel bir durumuymuşcasına ha , yoksa niye bizleri yan yana yatırsınlar sandırttığından onbir , oniki yaşlarında başa geleni biz kız çocukları birbirimize itiraf edemeden sustuk hep… iğrendiren koca bir elin göbeğin üstünden külotunu aralayarak okşamak, kendini tatmin için mahrem yerini bulacağını bileceğin geceleri yatağa girmemek için direnirdim uykuya, kızardı annem ‘eee, uyu artık, lambayı söndüreceğim elektrik boşuna yanmasın’ baskısında, yatmış numarasıyla uzandığı yer yatağında senin yanına yatırılmanı bekleyen … hayır ! anlatınca bile şu an nasıl da ürperiyorum, düşün o zaman çocuk ruhun dehşeti yaşadığından yetişkinliğini de darmadağın eden; tesadüf eseri saçıldığında ortaya, sanki ilk defa yaşanılıyormuşçasına hiç duymadıkları, karşılaşmadıkları için istisnasız herkesin “kanının donduğunu” söylediği, bol kepazeli “Palu ailesi” hikayeli de olabilen; ensestliğin hak görüldüğünü deneyimlerinden bilecek kadınların aşikar edemedikleri süre giden, gidecek kadına yönelik her türlü ayrımcılığın, tacizin, cinayetin bin kat daha fazlasının yaşandığı dünün tacizcilerinden amcanın cezalandırılmayıp beraat ettirilmesinde görüleceği üzere bugünde devamı; hangi kurumda, her nerede olursan ol…ne kusur, ne halt, ne suç işlersen işle eğer yüksek mevkilerde tanıdığın, adamın varsa sırtın yere gelmemesi, hayatın kolaylaşması “mülkün temeli” adalet mekanizmasında tanıdık bir hakimin, yargıcın istenen kararı almasını ‘iyi hal’e sığdırıp işlenen suçu yok saydırması karşısında, sadece üniversite bitirdiği için kendini kültürlü sayan yandaşlıkta kimsenin ellerine su dökemeyeceği sığlıktaki; laik, dinci, muhafazakar, solcu, sağcı çığırtkanların sırf destekledikleri liderleri, iktidarları, zamanı, dönemi ve devirleri ululaştırma hedefli “bizim zamanımızda; adalet, özgürlük, eşitlik, saygı, sevgi vardı, düşün enflasyon dahi sıfırdı, yoktu böyle şeyler.Kadına şiddet, taciz, yolsuzluk falan hiç duymadık” yalanlığı “her şey kısıtlıydı, fakirdik ama daha mutluyduk”un mümkünlüğü; hayali bir yalan… sanal bir mümkünlük olduğundan ispata kalkışmanın gereksizliğinde; hay Yarabbim! Yirmibirinci yüzyılda, bu devirde aklı başında birinin başkasının oyuncağına, evindeki eşyasına, yediğine, içtiğine, Malboro sigarasına özendiği, istediğini alamadığı, ulaşamadığı; bir kamera çekimi sayesinde Emine Bulut, George Floyd cinayetlerinin “kim vurdu”ya gitmesini engelleyen ki; eğer o günlerde keşif edilseydi cep telefonu kamerasına kaydedileceğinden Sinan Suner’in öldürülmesinin protesto edildiği Ayrancı Hoşdere Caddesi’ndeki eylem sırasında çıkan çatışmada Er Zekeriya Önge’li vurmadığı ortaya çıkacağından Erdal Eren tutuklanmayacaktı bile; rüşveti, yolsuzluğu, haksızlıkları, hakareti, linci anında ispatlayacak iletişim araçlarından kameralardan, telefonlardan, internetten, televizyonlardan, sosyal medyadan yoksun kele koltukta gezilen sansürlü, mahalle baskısını, yalanı, iftirayı ortaya sereceği bir kamera, kendini, kimliğini ifade edeceği bir platform bulamadığı, darbenin ayak izlerini göremediği karanlığını bir kenara bıraksa bile, yalnızca her dakika bulaşığı elde yıkadığından zıvanadan çıkılacak bulaşık makinesiz dünü ‘ahh nerede o eski günler’ özlemiyle anması, tutturması nasıl bir beyin fırtınasıdır, belli bir yaştan sonra eninde, sonunda herkes, ebeveynlerindeki, bir, iki ,üç beş kuşak öncesi akrabalarındaki huyların, duyguların, davranışların, hastalıkların kendinde zuhurunu ‘annem gibi bende bir şey atmaz, her şeyi biriktirir …babam gibi aniden öfkelenir oldum.Oğlan büyük dayı gibi özgürlüne pek düşkün… anneannem de elini böyle sallar ‘heyvaho hey’ derdi’yle kanıtlamasına rağmen ‘ayyy bir inatçı…bir inatçı , tembel ya bıraksan yatar demez ki kalkıp iki şey yapayım, kime çekmiş bilmem ki’ hayretleri içinde kendiyle, genleriyle bağlantılı saymayıp suçu evladına atan gerçekten kaçışı rutine bindirmişler gibi , dediğim dedik yeni yetmeliğini bir türlü üzerinden atamayan Türkiye’de kast edilen imparatorluk zamanlarına özlem olduğundan “bizim zamanımız da…”yla söze başlayanların aksine hayatı çekilmez kıldığından mevcudun, statükonun tarumarlığına taraftarlığın pekişirken Les Tuileries bahçelerinde ilk otomobil fuarının düzenlendiği 1898 Fransasının Paris’inin sokaklarında otomobilin atlı arabaların yerini almasına, telefonun icadına, elektriğin, uçağın kullanımına tanık Proust’un “Françoise, telefonu kullanmayı öğrenmemekte –sanki aşı kadar tatsız ve uçak kadar tehlikeli bir şeymiş gibi– ısrar ettiği…Paris çevresinde, kısa bir süre içinde, gemiler için limanlar neyse uçaklar için aynı işlevi gören uçak hangarları inşa edilmişti;… Albertine sevinçten kabına sığamaz, uçak havalandıktan sonra geri dönen teknisyenlere sorular sorardı…. Aynı şekilde, bir zamanlar, yarattığı mucizelere şaşırıp hayran kaldığımız, doğaüstü bir aygıt olan telefonu da şimdi hiç düşünmeden, terzimizi çağırmak veya dondurma sipariş etmek için kullanıyoruz …” satırları; geç fark etsek de başka türlü rahata, iyiye ulaşma ihtimalsizliğinden, kaçınılmazlığı tartışılmayacak bir nevi hayatın, evrenin mazotu, dinamiği; ülken aralarında yer almasa da sanayide ‘atağa…yeni icatlara’ odaklanmış dünyanın itelemesiyle ‘bizim zamanımızda yoktu ki böyle şeyler’ dedirten bir önceki nesilde anne, babalarımızın gençliklerine, orta yaşlılıklarına denk gelen 30 yıl öncesine 90’ların başına kadar– az da olsa bugünde de bazı–evlerde bulunmayan buzdolabı, çamaşır, bulaşık makinesi, telefon keşifli teknolojideki, düşünsel alandaki yeniliklere, farklılığa açlıktan belki de sanki, hayatında hep varmış gibi tahta, çamur bebekler Barbie’ lere, konuşanlara; elde dikili bez çantalar sünger Bob, örümcek adam, araba baskılı okul çantalarına, radyolar televizyonlara, merdaneli çamaşır makineleri otomatik makinelere, ev telefonları internete cep telefonlarına yerini bıraktığında; eskiden kadına üstünlük sağlatan meziyet kabullenilenlerden ‘bu yaşa kadar biriyle birliktelik yaşamamışlığı ne bileyim şüphe uyandırıyor, kesin bir şey var’lı bakireliğin yerildiği ; ahlaksızlık, kusur sayılan ‘hamile kaldı diye banka yönetimi mensubumuzun evlilik dışı gayri meşru çocuk doğurması genel ahlaka örf ve adetlerimize aykırıdır diye işine son verdi. Şimdi sperm bankasından edindiğin kimliğini bilmediğin erkeğin spermiyle hamile kalınıyor çıt yok kimse de’li ayıplananın ayıplanmadığı; düşünsel, zihinsel gelişimin uzunca bir süre sonra değil de bilgisayardan laptop ‘a geçiş kadar hızla teknolojik gelişime paralel ilerlemesi ‘ ay öyle sevindim ki anlatamam. Ermeni’ymiş biliyor musun? Pek bir zanaatkar olurlar o yüzden duyguları da pek bir incedir. Bu ülke Dolmabahçe Sarayı gibi şaheserler yaratıklarından çok şey borçlu onlara ’yla ötekileştirilenlerin hak ettikleri değerin verilmesine vesile de olurdu düşüncelerinde götürdükleri arasında çocukluğun, gençliğin bulunduğundan içten, çıkarsız “nerde o her şeyi sımsıcak kucakladığımız eski günler” kederli bir özlemin üzüntüsünde ama ve lâkin “nerede bizim zamanımızdaki….” okunu fırlatanların yaşadıkları toplumdan habersizliklerinin, ilgisizliklerinin “biz hiç bilmezdik kim Kürt ? kim Ermeni? kim Rum? kim Alevi ” söylemiyle çarpıklığıyla yaratılan; resmi ideolojinin kendisinden saymayıp, çizdiği sınırların dışına atarak ötekileştirdiği kökeni, dini, mezhebi farklıyı, muhalifi mahkum eden Türk müesses nizamına muktedir akılın önce başörtüsü yasağı ardından “Türkiye İran olmayacak”,” Mollalar İran’a” sloganları eşliğinde 28 Şubat darbesiyle yaşatacağı mağduriyetle, budamayla belki de güdümde güçlendirdiği AKP eliyle iktidara taşınan muhafazakar, mütedeyyin, milliyetçi, İslamcı az biraz da liberal kesimin kendinden öncekilerin söylemlerini kendilerine uyarlayıp “biz eskiden kim ateist, kim deist hiç öyle şeyler bilmez idik. Bizim de Gayrimüslim arkadaşlarımız oldu ama saygılarından Ramazanda ağızlarına bir lokma koymadılar. Din derslerinden muaflardı yine de girerlerdi. Herkesin dini de, dinsizliği de kendindeydi, saklıydı. Şimdi öyle mi ? yok inanç ayrılıkları, yok ben Aleviyim, ateistim, oruç tutmam da vıy vıy da vıy” versiyonunu ortaya sürmeleri yok mu ?? işte o, tam evlere şenliğiydi Türkiye’nin. Hayır, yani yaşamasan, görmesen sanacaksın ki ‘sen kimsin’e içinden geldiği, hissettiğin gibi her türlü aidiyetten uzak ‘ne, kim olmak istersem o’yum’ dediğinde manyaklıkla damgalanmayacağın, bireyin düşündüğüne, davranışına, eylemine hoşgörülü, yaftasız yaklaşan toplumsal olgunluğa eriştiğinden geçmişinde Sierra Leone’de yaşanmış tehcirin, 6/7 Eylüllerin, Maraş, Madımak katliamlarının olmadığı, onlarca gencin Taylan Özgür, Vedat Demircioğullarının öldürülmediği, Deniz Gezmişlerin, Erdal Erenlerin darağaçlarında asılmadığı, faili meçhul cinayetlerin kol gezmediği, işkencenin, şiddetin hiçlendiği, kadına saygının tavan yaptığı, darbenin ‘d’sinin, rüşvetin ‘e’sinin bilinmediği, demokratik, insan haklarına saygılı ‘ ayyy eskiden de pek bir güzel, pekkk bir hoş memleketimiz vardı’’yı haklı kılacak bir Türkiye, bir memleket var ortada, o yüzdendir “ bizim zamanınızda yoktu böyle şeyler, eskiden buralar bağ bahçe, tarla dutluktu” hasretli gurbetlik. Heyhat ! yıllar yılar öncesi de özel, resmi bir kurumda işe girmek ya da hastaneden randevu alma gibi herhangi kıytırık bir iş için bile gerekli torpili, adamı bularak, rüşvet vererek kayrılarak başkasının hakkını yemeyi ‘ben yapmasam , etmesem, bulmasam oraya girmek, o kadroyu, ihaleyi almak, o arsayı kapatmak için başkası uğraşacak, rüşvet verecek torpil bulacak’la normalleştirilmesine herkes gibi babanın, amcanın, etrafındakilerin de yetenek, liyakat istenmediğinden balıklama dalmaları; uzağa gitmeye gerek yok güya göz önünde yapıldığından güvenilmesi istenen FETÖ’cülere verildiği ispatlandığından mahkemeye taşınmış ÖSYM den çalınan sorularla yapılmış KPSS, ÖSS, komiserlik, askeri okullara giriş, görevde yükselme sınavlarının binlerce mağduru göstermiştir (teknolojinin bu kadar gelişkin olmadığı yıllarda neler yapıldığını kim bilmek ister) ki “bizim zamanımız da her şey başkaydı …”yı dillerine pelesenk edenler; değiştirilemeyen, değişmeyen mevcut sisteme hakim günün egemenleriyle– merkezi ya da yerelde iktidar olmuş partisinin MYK üyesi, bakanı, milletvekili, belediye, il başkanı, meclis üyeleri ya da onları tanıyan partili biri ve de hâlâ iş yaptırmada en etkili güvenlik güçleri ya da medya mensubu kişiler vasıtasıyla– ucundan kıyısından kurulacak ilişki sayesinde akla gelen her türlü işlerini rahatça halledip, çoluk çocuklarıyla hep “hayatın bayramlığını” yaşarken vesayetçi alışkanlıklarını sonlandıran bir hükümet değişikliğiyle karşılaşmaları yüzünden düştükleri bunalımda kıvrananlardan, başkası değildir.
Heyvaho hey ! Bak benden söylemesi, üç yıldır elini sürmediğin sende9.doc Word dosyanda kurguladığın roman taslağının, taslaklıktan romana dönüşmesi, her satırda ardına düştüğün “istemsiz belleğin” belleksizliğine uğramak üzere.Seni ölümle ilk defa tanıştıran amcan kızı Leyla’dan sonra yaşadıklarının yol açtığı onarılmaz ezikliğinle daha da kabarmış yaranın ardındayken, aniden okuyucuya bir önceki paragrafta yazdıklarını unutturacak uzaklaşmalar, çağrışımlar romanını içinden çıkılmaz, gelişi güzel yazılmış metin haline getirmek üzere , haberin olsun. Hayır ! hemen savunmaya geçme, ben söyleyeyim de sen yine bildiğini yap, tamam… tamam sustum ben. Üç aylık mahpusluktan sonra dewa ma Badan’a geri dönen, ayrıldığınız günden sonra köyle özdeşleştirdiğin Leyla’nın babası Uso’ya, Üseyine ahlaktan, kuraldan bi haber, kabile yaşamı cinselliklerin yaşandığı, evlenen erkek çocukların eşleriyle çoğalan hane halkının ( damın, bono manın) eve, ocağa çalıştığı feodal aşiret, sülale ilişkilerindeki gibi çocuklar aynı soydan, kandan geldiklerinden, aşirettin ortak malıymışçasına muamele gördüğünden her kadın, her erkek evin içindeki çocukları kendi çocuğu; amca, teyze, dayı, hala çocukları da kardeş saydırıldığından, hayatlarda o kadar çok dede, nene, teyze, dayı, hala, amca, kardeş olurdu ki göç edilen şehirde ‘aaaa teyzen mi?aynı yaşta teyze nasıl oluyor?’ şaşkınlığına şaşırmanın sıradanlığında; tarlanın, tapanın, malın mülkün ev damındakilerin yeme, içme, giyinme gereksinimlerini karşılayamaz hale gelmesi, köyden şehre göçle yeni yeni ‘çekirdek aile’ moduna geçildiği günlerde; bono ma’nın, çe Resulun büyüğü amcan Hasan’ın ‘ bi sıtar olmadın ( duramadın, geçinemedin) Van’da. Laooo burada ne yapacaksın şimdi? Bu arazi, bu üç beş davar geçindirmez bizi. Almanya’ya işçi alıyorlar. Çene Use Haydar (Haydar ’ın kızıda) gitti; kadınların şansı erkeklerden daha fazlaymış, hemen alıyorlarmış. Önce karın gider, iki üç ay sonra sen. Çocukları, bizim çocuklarımızdır, gül gibi bakarız. Durumunuz düzelince alırsın yanına. Hem kurtulursun tırpan çekmekten, ot, buğday biçmekten’ akıl vermesi, şehirde yaşamaya dünden razı yengen Nace’nin de ‘ben giderim, çalışırım oralarda. Bu damda, bu kadar kalabalığın hizmetini göreceğime. Hem çocuklar için de iyi olur, şehirde okurlar. Apo Ali Haydaré Zeynelé’n çocuklarıyla aynı yaştasınız onlar okudu dava vekili oldu, Turna’nın abisi Hakim çıktı’ iknasıyla Ankara’ya gidecek babasıyla, annesinin yeni doğmuş üç dört aylık kardeşi Burhan’ı emanet ettikleri amcan kızı Leyla, üzerinde kalın hırka serin ilkbahar sabahında toprak köy yolundan ana caddeye kadar birlikte yürüdüğü ‘çene ma, dön, çok uzaklaşma köyden, köpek vardır’– ‘daye, maye mı ne zaman gelirsin ? ’ – ‘ sen ölmeden gelirim‘ cevabını alacağı annesinin arkasından hava kararana dek ağlayacaktı. Onlarca başvuran arasında Almanya’ya güçlü, kuvvetli, sağlıklı işçi götürmek istediklerinden, alacağı hayvanın incelenmedik yerini bırakmayan celepmişçesine ağızlardaki 32 dişten birinin eksikliğini ,bedenlerdeki ufacıcık bir çiziği dahi bahane eden Alman yetkililerin, sağlık raporuna baktıkları amcan kızı Leyla’ nın annesinin, 46’daki Varto depreminde, kalın koca direk üstüne düştüğünden kırılan alnındaki belirgin yara izini gördükleri anlarda ‘çok uzaklarda, dilini bilmediğim bir yerde, tek başıma ne yaparım diye sıkışıyordu göğsüm, o sarı kafa Almanın söylediği söz onca yıl geçti, hala aklımda “fan, fun”… anladım, beni almayacaklar‘ düşüncelerinde, sevincini açık edemediğinden hayalinde havaya uçan amcan kızı Leyla’nın annesi Nace büyük amcan Hasan’ın Almanya rüyasını söndürürken, herhangi bir Alman yetkilinin gördüğü anda Almanya’ya göndereceği güçte, kuvvetteyken Almanya için niye müracaata yeltenmediğini sormayı hiçbir zaman akıl edemediğin 1.90 boyunda iri cüssesiyle manda, at, öküz (Camış, astorı, ga) yerine kendini koştuğu sabanla tarlayı sürdüğü dilden dile dolaşan, bir oturuşta un, bulgurla birlikte pişirilip ortasına sarımsaklı yoğurt, tereyağı dökülen koca bir tencere (haşılı) Xaşıla’ı ‘Eroo Uso, bu yaptığın ne senin? suyun başını tutuyorsun önce benim tarlam sulansın diye, diğer köylülerin tarlası ne olacak? suyu bırak da biz de tarlalarımız sulayalım ’lı eften püften onlarca, bilhassa da ‘buraya koyduğum taş benim arazinin sınırıydı, sen niye alıp bu tarafa koydun. Gör bakalım şimdi’ hışmıyla kucaklanan kaya büyüklüğündeki koca taşı az öteye bırakıp ‘madem öyle arazimin yeni sınırı işte burasıdır’la tarla, arsa, yayla, mera anlaşmazlıklarının, kavgaların eksik olmadığı, bugün traktörle yapılan ağır fiziksel işlerin beden gücüyle yapıldığı, çoğunlukla da günde bir kez yemek yenilen dağ köylerinde; Batıdaki, Akdeniz’deki gibi yılda iki üç kez mahsul alınmasına sebze, meyve yetiştirilmesine izin vermeyen iklim koşullarında, hem enerji veren, hem besleyici, hem lezzetli, hem de her zaman evde bulunacak malzemelerden yapıldığından ucuza mal edilen üstelik misafirlere de sunacak bir şey bulalım derdinin, fakirliğin keşfi ‘bugün öğlen ya da akşam yemekte yiyeceğiz’ denildiğinde akan suların, işin gücün durdurularak hatrına, utanma duygusu, düşmanlık bir kenara itilerek, kanlı bıçaklı olunanın evine bile gidilecek kadar mühim bazı yörelerin Bafko, Babuko, kilora sîr’i , bir tepsi Zệrvet’i (Zerfet’i) her köylüsü gibi kaşık yerine baş, işaret ve orta parmaklarını birleştirilip kaşıkmışçasına kullanarak yiyen amcan kızı Leyla’nın babası, bir yandan da ‘ eree bu Zerfet var ya… bir keresinde ne olmuş biliyor musunuz? büyük büyük dedelerden birisi bu Zerfet’le idare lambası sayesinde..…’ hey gidinin günleri heyyy! sonrasında lüks (lüküs, löküs)’ün, elektriğin pabucunu dama attığı köylerdeki, şehrin gecekondu mahalleleri, gettolarındaki eziyetli yılları akla düşüren; küçük, titrek, yarı karanlık ışığında ders kitabında yazılanları görmek için neredeyse kitabın içine girilecek, bilmeyenlerin en son Kıbrıs Barış harekatında Ankara’da gece karatma uygulandığında mumla birlikte revaçtalığından haberdar oldukları, yazın tek ışık kaynağı olduğundan sinek, böcek cinsi haşereleri o dakikada ortamına teşrif ettirten, kış akşamlarında yanan soba, kısa dalga çeken radyo eşliğinde, evin dedesi, ninesi yoksa anne, baba, amcası tarafından cinli, devli, dört başlı yılanlı masallar, hikayelerle mükafatlandırılan çocukları geceleri dışarıya çıkamayan, tuvalete gidemeyen ıslah edilmez korkağa dönüştüren, hafif siyah dumanı, etrafına yaydığı buram buram gazyağı kokusuyla solunum sistemine ince ince zarar verdiğinden akciğer hastalığının can dostu, evin hanımlarının da onca iş arasında vakit yaratıp el işi, göz nuru örmeler diktikleri şehirlilerin gazyağı, köylülerin idare lambaları yakılmadan önce az kalmış gaz, gecenin bir vakti dert olacağından bakır, porselen ya da cam haznesindeki mevcut gazı kontrol etmek gerekirdi ki yeteri kadar gaz yoksa, gazyağı tenekesinden huniyle gaz ikmali sağlanır; yanınca çıkan duman çabucak is yaptığından her gün temizlenmeden önce uzun, ince –azar getirse de kırana, kırılmadığı hanenin olmadığı – şişesi kırılmasın diye büyük bir dikkatle yerinden çıkarılır; kimi zaman küllü su, kimi zaman ince kum, sabun, deterjanla yıkanıp, yumuşak bir tülbent, bezle kurulanıp içine “hoh” diye nefes verilerek parlatıldıktan sonra bu defa da fitili kontrol edilir; şayet kömürleşmiş, erimişse ucundan az kesilir, fazla yükseltilirse gereğinden çok ısı verip şişeyi çatlatacağından kibrit çakılıp en uygun ışığı yayması için fitil ayarlanır, nihayet parlatılmış lamba şişesi dikkatlice yerine oturtulduğunda ya hemen yakılacağı odadaki duvara çakılı çiviye asılır ya da hava kararıncaya kadar bekletileceği yere konulduğu, sahip olunan lamba sayısının ekonomik durumuna göre değişkenlik gösterdiği üzerinde yemek, ekmek yapılan şöminevari ocağın; lojın’ın bulunduğu ev damlarında, antrelerde, hollerde çıra; odalarda gazyağı lambaları yanar eğer geç kalınmışsa mızmız erkeklerin ‘eree bir bakın hele! kimse, hiç kadın yok mudur orda? zifiri karanlıkta az kaldı kapıya…sedire…sobaya çarpıyordum, önümü göremedim düşüyordum lamba nerde kaldı’ sesleri korktukları karanlığı deldiğinde, yakılmış lambayı elinde taşıyan kimse onun eteğini tutarak gidilen odalarda çocuklar; çoğu kez gündüz koyunların peşinde çobanlık yaptıklarından yorgunluktan annenin amcası Hüseyin’in kucağında uyuması gibi ‘gece karanlıkta bir şey yapılmaz’la ya büyüklerin kucağında, odalarında uyuya kalır ya da odanın en uç kısmında oturup büyüklerin konuşmaları dinlerken çaktırmadan ressamışcasına duvara yansıyan ışığın gölgesinde elleriyle hayvan şekilleri çizer, avuçlarındaki kuru yufka, elma, salatalık, mısır, kavrulmuş buğday, çedeneli kuruyemişleri yiyip bazen de birbirlerini korkuttukları idare lambasının ‘yarı karanlık ışığı sayesinde’ derken Zerfet’i koca lokmalarla ağzına atığından dudaklarının kenarından akan tereyağlarına aldırmadan konuşmaya devam eden amcan kızı Leyla’nın babası ‘ öyle akıllıymış ki büyük büyük dedemiz’ diyordu ‘çuvaldan yapılma bez bir kesenin içine üste bir büyük Reşad altını, arkasına da yuvarlak altın şeklini vererek kestiği Zệrvet’in kızarmış sert, sarı kabuk parçalarını; kırtiği yerleştirip Seydali’ye Eliyi Zerfet yemeğe çağırıyor. O zaman ağızdan çıkan söz senet, çek tamam. ‘Eree Seydo bak ! anlaştık değil? Kesede on büyük Reşad altın var, şahitlerin huzurunda sana veriyorum. Uskül sen ve sen Piro Kamer huzurunuzda tekrar soruyorum, Seydali’ye Eli Kortagul’de ki tarlayı bana sattın değil mi? ‘–‘sattım gitti’yle şahitlerin önünde aldığı kesenin en üstündeki odadaki yarı karanlık ışıkta parıldayan altını görünce, büyük büyük dedeye de güvendiğinden işin içinde bir numara, bir kandırma olacağını düşünmeyen zavallı Seydali keseyi açmadan, altınları saymadan kalkıp evine gidiyor. Evine gidiyor ki ne gitsin keseyi açıyor, soluğu bizim ev damında alıyor da ne fayda! itirazını ‘iyi valla, şahitlerin hem de Piro’nun önünde el sıkış, altınları al git. Sonra altın değilmiş, beni kandırdın diye ortalığa düş, ne kadar akıllısın’la geri çeviren büyük büyük dedenin aldığı tarla, civardaki en iyi buğday veren tarladır’la hikayeyi sonlandırdığında, büyük büyük dedenin; koca tarlaya Zệrvet’in, idare lambasının yardımıyla bedavadan el koyma sahtekarlığını ‘o kadar akıllıymış ki’yle pazarlanması aile tarihinin özlü deyimleri arasına ‘oyun bozandır, tüm dengeleri değiştirir’i de eklettiren; tam buğday, çavdar, siyez, kara buğdaydan yapılanlar da piyasaya sürülüp çeşitlenen unlar kullanılarak ayda en az bir kez ‘ anne! hafta sonu yapsan, dayımları da çağırsak, güzel olmaz mı? ’ siparişi verildiğinde, Romatoid Artritin eğri büğrüleştirdiği elleriyle zorlanarak en az üç kilo un, su, tuzla hamur yoğururken her seferinde ‘hiç unutmam Ali abimin eşi yenge Saadet benim yaptığım çok güzel olur. Bende yenge farklı bir şey koyulmuyor niye seninki güzel olsun diğerlerinden derdim. Çünkü ben çok yoğuruyorum derdi’ demeyi de unutmayan annenin, yuvarlak ekmek şeklini verdiği hamur en az üç saat fırında ki, makbulü sac altın da yavaş yavaş piştikten, ellerini yıkayacak aile üyeleri sofra başında yerini aldıktan sonra tepsi içinde ortaya konulan yemeğe başlamak için meşakkatli bir yolun aşılacağı Zerfet’le ; ‘geçenlerde daire de… ofis de… okulda konuşuyorduk.Herkes memleketinin gözde yemeğini anlatıyordu, bana da sizin oranın meşhur yemeği ne ? diye sordular sormasına da…’yla sofraya buyur edilen anekdotların vardığı son; hayatının her evresinde yaşatıldığından ötekileştirileni yöresel yemeğini tarifinden alıkoyan sağcı, solcu, demokrat, otoriter, laik, mütedeyyin, İslamcı, fark etmez herkeste, her şeyde, her alanda, her yerde kökleştirilmiş, kökleşmediğini gördükleri nüvelere kök hücre nakliyle enjekte edildiğinden düşüncesini, inancını, dinini– madem Tanrı hepimizindi her biri, bir öncekini ötekileştirecek tek değil de dört Peygamber, dört kutsal Kitap yollayıp “hayatı tamamıyla kaydedilen tek peygamber Hz.Muhammed ve ne güzel dindir İslam ve onun kitabı Kuran, gerisi…” kutsamasını da yaptırtacağı kullarını niye birbirine düşürdü sorgusuzluğunda– mezhebini, ibadethanesini, kökenini, dilini, zevkini, giydiğini, yediğini, içtiğini, müziğini, sanatını, modasını, cinsel tercihini bir başkasına…diğerine dayatan tahammülsüzlük ‘Çankırı’dan, Yozgat’tan, Çorum’dan adam çıkmaz’a ilave ‘Kürtlerden adam çıkmaz’, ‘senin yaptığını Çorumlu yapmaz’, ‘bakma sen onlar Müslüman değiller, inkar etseler de resmen başka bir din Alevi’ler’ vari tonca kırıcı, aşağılayıcı yapıştırmalarla kimseyi, illeri, ilçeleri, köyleri, ülkeleri beğenmemezlik ‘genç kız dediğin dinç olur sabahın köründe kalkar ayağa, uyumaz ‘la uyduğu uykunun bile haram edildiği ‘boş bırakırsan orospu olur’la izlendiği “kadından şöför mü olur?”, “kadın dediğin erkek işine karışmaz, evde oturur, çocuk bakar” cinsiyet ayrımcılığı da yüklü ; ülkenin neresine gidilirse gidilsin karşılaşılacağından bir Isaac Newton, Edison, Dostoyevski, Debussy, Faulkner, George Orwell, Maria Callas, Obama, Bill Gates, Mark Zuckerberg, Aziz Sancar , Oğuz Atay olunsa bir nebze katlanılacak, tolerans tanınacak, olmadıkları halde öyleymişçesine tavan yapmış boş bir egoyla dolaşılıp her şeye mi karşı çıkılır arkadaş? Fatih Portakal, Selçuk Tepeliymişçesine her şey mi dizayn edilmek istenir ve beğen, beğenme ağızdan çıkan her şeyi ‘aaa’yı bile yorumlamaktan hiç mi usanılmaz, dedirten; devletin bir bakanlığına, o güne değin hiç işin düşmediğinden, öyle düşünülen bir ortamda bulunulmadığından, bireylerin inanılmaz derecede kötü niyetli olabileceğini de öğretecek öyle bir soruyla da karşılaşmadığından üstüne gerçekten de bilmediğinden ‘sadece Varto’yu biliyorum ben ama akşam annemlere sorarım’ındaki masumluğu delen ‘aklınca kibarca sormuş, sana direkt Alevi misin, Sünni misin soramadığından ama inan kimse o, boktan biri belki MİT’dendir, uzak dur ‘ açılımına sebep, ortaokul sonundan itibaren gitmediğinden sende iyi bildiğin kanıtı ayrımcılığını akıtmaktan mahrum kalmadığı ‘nerelisin? Öyle mi ? peki aşağı, Doğu Varto’dan mı? Yukarı, Batı Varto’dan mısın?’ cinliğindeki faşist yaşam kültürü, tavrı daha sen ‘ bizim oraların meşhur yemeği Zêrfet..’ der demez ‘dur,dur hele adı ne dedin ?le mim kondurup ‘ Zerfet’ –‘ayy o ne öyle ayol, nasıl bir isimdir o, zeret, zerved, zerdi mi?’li on kafadan çıkan küçümseyici on değişik isimlendirmeyle kendini ele verdirir. Şayet Ermenilerden, Rumlardan, Lazlardan çalınma baklava, sarma, dolma, börek, döner gibi dünyada da popüler yemeklerden olsaydı Zerfet, üstüne atlayıp ‘şu Yunan’ın, Rum’un, Ermeni’nin , Gürcü’nün yaptığına bak ! tarih boyunca bizim olan her şeye sahip çıktıkları gibi buna da sahip çıktılar, kıçımızdaki donu sahiplenmediler ya ona dua edelim’ nefretini de kusanın; bir arada yaşanılan toplulukların yemeğinden, dininden, dilinden, inanışlarından, geleneklerinden, müziğinden, kültüründen etkilenmemesi, kaynaşmaması doğanın matematiğine ters onun içinde ne kadar güzel ki Türk, Kürt, Yunan, Ermeni, Rum mutfak kültürlerinin kıyısından köşesinden katkı sunup, emek verdiği baklava, lokum, börek, çörek, yufka hepimizi sevindirecek kadar nam salmış dünyaya’ cümlesini kurmaktan yoksun mantığına ‘yemeğin isminin Kürtçe olması mı faşist kulaklarınızı tırmaladı, yine’ eleştirisi sonrası olacakları deneyimlerinle bilip, sonuçsuzluğundan usandığın, tek başınalığını artıran tartışmalardan kaçınmak, o ‘mim’li safhayı geçmek için ‘ anlatıyorum tekrarı yok ona göre’yle atlamak istediğin ama ‘nasıl tarif edeceğim’le kararlar bağladığından kendinin dışında kimsenin haberi olamazdı, zira üst kabuk yuvarlak biçimde kesilir kenara bırakılır, alt kabuk tepsi, tabak şekli verilene kadar kaşıkla oyulurken çıkarılan hamur parçaları ufak ufak bölünerek ufaltılıp geniş bir tabağa hatta tepsiye konulur. Bu arada ağzınızın, dilinizin yanacağını bilmenize rağmen sımsıcak haliyle ağza bir parça pişmiş hamur atılır… demedim tabii, geçtim orayı. Efendime söyleyeyim sonra o altta tabak halini almış sert kabuklu kısım sarımsaklı yoğurtla sıvanır, ufaltılmış hamurlar üzerine, ilkin hamurdan ayırdığımız ufak ufak parçalanmış, kırtik dediğimiz altına benzeyen, pek bi değerli sert üst kabuk yerleştirilir ki ‘ –‘ yoksa ??? büyük büyük dedenin hikayesini de mi anlatın’ –‘ daha neler… sahi bu ailenin en akıllısı büyük büyük dedenin ismi neydi, bilen de yok. Baba?’ sofradaki aile üyelerinin şaşkın bakışları böylesi bir sorunun babana sorulmasının kesinlikle bir anlık boş bulunmanın eseri olduğuna inandıklarındandı zira öldükten sonra ne kadar haklıymış, ne kadar da iyi tanıyormuş babam herkesi, şimdi anlıyorum diyeceğin ilişkisini asgaride tuttuğu hiçbir akrabasının hikayesini ,, yeğenlerinin isimlerini dahi bilmediğini bildiğin; nerede yaşadığını, kiminle evlendiğini, kaç çocuğu olduğunu merak etmediği, görüşmediğinden çocuklarında tanımadığı üvey kız kardeşi, halan hakkında ‘pek fena bir kız değildi, evlenip göndermişler, ben Badan’da mıydım, değil miydim hatırlamıyorum sonra da… ne merak edeceğim, evlenmiş işte’den başka bir şey konuşmayan ; kardeşini götürdükleri daire doktorunun ‘ nasıl bir babasın çocuğunun doğum tarihini bilmiyorsun‘ öfkesiyle annene de ‘bu kimin çocuğu’ demesine üzülmeyecek vurdumduymazlıkta, ne zaman doğduklarını, doğum tarihlerini bilmemesini ‘ne olmuş , bilsem ne olacaktı’yla savunduğu çocuklarına soran, yaşadığı anı o saniyede bir daha da ‘öyle değil de böyle yapsaydım…yapmasaydım keşke’yle geri dönüp bakmadığı geçmişe yollayan, çocuklarına tek bir gün hayata dair ‘eğer böyle davranırsanız’ tavsiyesini verdiğini duymadığın ama kimseye güvenmeyen ruh halinde ‘ sırf yemek… yemek yemek için yoksa düşündüğünden, beni sormak için gelmiyor bize.O yok mu az mı kopardı benden para…para gözü paradan başkasını görmez.Ha nedir gideyim de yanına iki üç kuruş koparayım.Ben bilmez miyim onu, bedava nasılsa diye kaçırmaz, illa ki gelir buraya… aman ha, Tunceli’nin okumuşundan uzak dur’ ihtarını yapacağı akrabalarından, çevresindekilerden hep bir olumsuzluk, bir kötülük beklentili düşüncelerini aktarmayı unutmayan, 12 Eylül darbesinde Kastamonu’ya sürgün sonrası kırkaltı yaşında resen emekli olan babanın aksine çocukluğunda yaşadıklarını bile hafızasında canlı, canlı bekleten, aile tarihine meraklı annen her zamanki gibi geçmişle dair soruyu cevaplandıracaktı ‘ babanın tarafının tam bilmem (dedelerinin amca çocuğu olduğunu unutarak) o yüzden büyük büyük dedenin adını bilmiyorum. Ama çok önceleri olmuş bir olay. Bizim dedeler akıllarına eseni de yaparmış belki de o akıllı dededir bir gün başını alıp giden. Bir daha ne gören olmuş onu, ne de akıbetini bilen var, gidiş o gidiş, ismi Selim’miş, galiba. Babanın dayısı Yusuf’un oğlu Ali araştırdı ama bulamadı izini…, ‘ information’nu yemeğe düşkünlüğü tartışılmaz babanın ‘de bırakın bunları da haydi ! tereyağını getirin’ sesi yarım bıraktıracaktı hikayeyi ‘ veee final pişmiş hamurların üzerine sarımsaklı yoğurt, tereyağı dökülür. Sonra büyük bir hata yaparak herkes elinde kaşık yumulur tepsideki Zerfet’e’ diyerek tamamladım tarif verme işini. Donuk, bakışları görünce araya zorunlu kamu spotu koyarken buldum kendimi ‘tek bir kaptan yemek, ne göze batar, ne mide bulandırır, ne de akla bir şey getirir, o kadar damak çatlatan bir lezzettir –‘anladılar mı tarifini?’ –‘ sence ???’–‘bence uygulamalı anlatsaydın tam anlaşılırdı’–‘anladılar anlamasına da o anda oradakilerin hepsinin kafasından geçen ‘kırolar ne olacak, yemeklerinde kullandıkları malzeme hep aynı; un, tuz, yağ, yoğurt. Nerde bizim zeytinyağlı tabaklarımızın, enginarımızın, şevketi bostanımızın asaleti…nerde bunların Zerdo mu, Zerdi mi, daha isminde meymenet olmayan yemeği’ düşüncesinin sözcülüğüne de soyunan her dairenin, odanın her ofisin, evin, her yerin olmazsa olmaz tahrikçilerinden Emine ‘söze bir yemekte’ diye başladı ‘sarımsaklı yoğurt ve tereyağı varsa…bu ikili hangi yemeğe girse, o yemeği zaten şahane yapar. Benim anlamadığım niye pişmiş hamurları çıkarıyorsunuz, sert kabuğundan başlayıp ekmek gibi ufak ufak parçalara bölüp , açın herkese bir servis, koyun ayrı ayrı tabaklara, dökün üstüne tereyağını, sarımsaklı yoğurdu mis gibi yesin herkes’ Tam isabet ! karşınızda varılacak son ! buyurun buradan yakın.Haksız mıymışım Zerfet’i tarif etmek istememekten? Şimdi Zerfet bütün aile bir araya gelince ya da ağır bir misafir geldiğinde yapılan bir yemek olmasının yanında kültürümüzde topluca yenirse tadı çıkan bir yemektir de . Yoksa bilmiyor muyuz biz, herkese servis açmayı. Ayrıca reytinglerde ilk ona giren ayıla bayıla seyrettiğin Hint dizilerinde elle yemek yiyen Hintliler, İranlılar, Araplar senin yediğin gibi yemek yemiyorlar diye ‘ayy elleri, gözleri yağ içinde pislikler’le öldürülmeyi mi hak ediyorlar? Etçi avcı toplayıcı, göçebe toplumdan yerleşik topluma evrilerek gelinen günümüzde; gelişmiş, gelişmekte olan ve bir kap yemek olsa da karın doysa gelirli makarnalı, patatesli, unlu, bulgurlu karbonhidratlara talim yoksul ülkelerin; sanayi, tarımla ilişkisine, gelir düzeyine, iklimsel, kültürel durumuna, tükettikleri geleneksel gıdalara göre değişkenlik gösteren; yapımında, pişiminde kullanılan teknik, yöntem ve malzemeyle bütünlük arz eden, damakla ilgili basit biyolojik ihtiyaçlık dışında; bugünde proteine dayalı sağlıklı, organik küresel beslenmeyle alakalı tezlerin yazıldığı gelişmiş ülkelerde, güzellik müptelası erkek egemen kapitalist sistemin yaratığı sonra da dayatığı 1.70-75 arası boy, 90-60-90 beden ölçülerindeki güzellik koordinatlarına uymak için çılgınlar gibi diyet listelerine, diyetisyenlere koşan, yoktan var edilen “anne yemeklerinin” yapımcıları kadınları “akşama ne pişirsem” sendromunda öğüten sunumu, yeme biçimleri farklı yemek kültürleri hem ülkelerin, hem de insanlığın ayrılmazlarındandır, eee hal böyle olunca daha hiç tatmamışken, denesen belki de seveceğin, hep yemek isteyeceğin bir yemeği ‘damak tadıma uymuyor’la sevmemek başka bir şey; midesizlik, niye öyle yapıyorsunuz falan, filan ifadelerle yermek, b.k atmak, karşı çıkmak başka bir şey.Yeme usulüyle UNESCO’nun dünya mirasını koruma listesine girseydi Zerfet, o zamanda böyle eleştirecek miydin yoksa denemek içi kalkıp ta Varto’ya mı gidecektin merak ettim? Duyan da; dünya mutfaklarını sallayan yemeklerin çıkış noktası bir ülkede yaşayıp, 80’lerden sonra küreselleşmenin etkisiyle Hint mutfağı baharatlarının Fransız yemeklerine entegresiyle hayat bulan “bırakınız karıştırsınlar” mottolu; tabloyu andıran sunumu bozmaya kıyılamazken minik porsiyonları doğurmadığından aç bir karnın haz etmediği gastronomik akım ‘fusion cuisin’ füzyon mutfağını yaratan Michelin yıldızlı şeflere, restoranlara, özgün, farklı yemeklere, tatlara aşinalığından diğer mutfakları, yemekleri beğenmiyorsun sanacak ‘ Emine diyebilirdim, demedim…demedim.Çünkü sadece Zerfet’i değil hava alanlarının yurt dışı dönüş kontuarlarındaki “hiçbir şey yiyemedim Barcelona’da, ne o öyle hep tapas, hep tapas, Allahtan bir dönerci bulduk da …”–“ne kaz ciğeriymiş, bi dünya da Euro.Bildiğin tereyağı kıvamında bir şey.Midem kalktı, sittin sene yemem artık”–“ayyy İtalya dediler geldik, Rönesans falan iyi hoş da her yer pizza.”–“Domuz çok pis hayvan ne bulsa lüüp götürüyor, domuz eti, jambonu, salamı hepsi kokuyor.Zaten biz Müslümanlara da günah, ağzıma sürmedim, aç kaldım oralarda.Yanımızda birkaç paket bisküvi vardı da… yok onların kurabiyelerinde, bisküvilerinde de domuz yağı kullanılıyor”–“Ya yemin ediyorum kahvaltı bilmiyor bu adamlar, bir kere çay yok çay.Hep kahve… hep kahve. Beyaz peynirle zeytin, mumla ara “ –“aptal, aptal çörekler, kuru Hasan bir de. Gülme, Kuruvasan dedikleri (zordur da yapımı; hazırlanan hamur buzlukta dinlendirilir, çıkarılır yağlanır, tekrar buzdolabına konur bu işlem belli aralıklarla tekrarlanır ki en az iki, iki buçuk saat sürer) bizden çalınma ay çöreği, üstüne reçel. Nerde benim simidim, beyaz peynirim, zeytinim, domatesim, yumurtam”–“ bizde tek kahvaltı da görünen yumurta maşallah onlarda her öğün yemeğin ana kahraman ” –‘ ben yedim , Fransa ‘da hangi restorana gitsen bulacağın pek bir şeye benzemeyen bir tatlı Creme Brulee.” konuşmalara yansıyan, seyahatten döndükleri ülkelerin kültürlerinin parçası yöresel yemekleri yerin dibine batırmaktan kendini alamayan; sızlanmacılığı da bol mevcut faşist yaşam kültürüne ait bakış açısının altında; artık, ne söylersen söyle, ikna etmek bir yana, günümüz dünyasında her insanın istediği, merak ettiği her konuda bilgiye ulaşabileceğini, her konu hakkında bir fikir oluşturabileceğini sağlayacak başta Google’ın yer alacağı mecra ve teknolojik olanakları yok sayan ‘ayyy maşallah her konunu da uzmanı, her şeyi de biliyor mübarek, bir şeyi de bilme be adam…be kadın, ne olacak ukala’ dövmeli psikolojik rahatsızlığın yattığına inandıran delilerin yeterliliğinde savunmasını yarıda kesen avukat edasında; aynı dayatmacı düşünce sistematiğine sahipliklerinden hastalarıyla iyi anlaşacak psikiyatristlere de “tanık sizin” diyerek aradan sıyrılmayı akıllıca bulacaktın.Şöyle ki her gün duyulan “Zerfet dedikleri bu muydu ? ‘– ‘ay o ! neydi öyle, damak tadımıza uymak bir yana…’–‘ahhh, ahhh eskiden ne güzel bir hırka, bir tas çorbayla yetinirdik. Şimdi öyle mi ya, bildiğin tavuk sandviçin Chicken Royal, pişinin pankek yutturulduğu garip garip Sushi Maki, yok Risotto, Paella yok o, yok bu isimler konulmuş yemekler her tarafta .’ –‘Çoluğun çocuğun elinde hamburger paketleri, lezzette bizim Türk kahvesinin yanına yaklaşamayacak kağıt bardakta bir değil bin bir çeşit filtre kahve; latte, Espresso, Mocha, Cappuccin, Macchiato bir de cep telefonu’ muhabbetlerinde asl olan, olanakları el verdiği halde yaşadığı ilin, ülkenin dışına çıkmayı istemeyen elindekiyle yetinmeyi istikrar, tutumlu, prensipli olma sayan tutucu taşralığında ; yeni bir fikre, düşünceye, davranışa, yemeğe, ürüne açık olup denemektense, alıştığı ‘kuru fasulye, pilav turşu, soğan’ kalıbının dışındaki gıdalar, sebze ve meyvelerle değişik mantarlı, zerdeçalı kuru fasulye ya da çikolata soslu kadayıf sunma gafletinde bulunanı ‘kırk yıllık Kani olur mu yani, kaldır gözüm görmesin. Farklı tatta değişik bir şey yapmak istemiş.Ne yaratıcılık ama çikolata sos… ha bir de yeni bir kahve çıkarmışlar, benim gibi Türk kahvesi tiryakileri için berbat bir deneyimden öteye geçemez…Türk kahvesine çikolata, zencefil, tarçın aromaları yakışmıyor..sallama çay nasıl demleme çayın yerini tutmuyorsa, makinede filtre kahve, cezvede – hemfikirim ama velakin onca iş, telaş, arasında kimin cezve başında on, onbeş dakika geçirmeye zamanı var?– pişenin yerini tutmuyor’ linçlemesiyle yemediğini, içmediğini, yiyenleri içenleri “ığğğğ iğrenç, Taylandlılar çiğ balık yiyorlar, Çinlilere ne demeli? Önlerine ne gelirse hoop mideye… ”yle aşağılayan Narsist söylenmeli depresif kişilikler ; tavırlarında, düşüncelerinde ufacıcık bir gedik açılmasına izin vermeyeceklerinden Emine’yle girişilecek sonuçsuz düelloda yaralanmaktansa ‘ bir gün Zerfet yaparsan sen, herkese servis açarsın canım benim’le konuyu kapatmanın mutluluğunda ‘ben Zerfet’i kahvaltıda yemeyi daha çok seviyorum, çelik tavada kuru kuru ısıtılınca tadı başka oluyor’–‘ yani bitirmeyin diyorsun?’–‘yok canım ! geçenlerde benim de başıma seninkine benzer bir şey geldi. Öğretmenler toplantısına gittim, Tuna’ın öğretmeni Simay hanım ‘ Gilda hanım, bir şey soracağım Zerfet nasıl bir yemek? ‘demesin mi! Fransız eğitim veren Tevfik Fikret okulundan, dünyanın en iyi mutfağına sahip Fransa’da Tartare de boeuf, Chateubrıand, Croque Monsieur , Makaron yemiş biri sorunca, az daha küçük dilimi yutuyordum. Telaşla ‘bir şey mi oldu?’ –‘ yok anket yaptık. Çocuklara sevdiğiniz yemekleri yazın dedik. Herkes köfte, patates, tavuk, hamburger, nutella, dondurma… sizin oğlan Zerfet yazmış. Sordum, nasıl bir yemek bu Tuna ? anlatamadı. Duymadığım yemek olduğu için de…’–‘ Simay hanım, bizim yöresel yemeğimizdir, evlerde yapılır restoranlarda bulunmaz. Nasıl desem bir tür kıymasız mantı. Tarifini şimdi versem size açıklayıcı olmaz. İyisi ben bunu anneme yaptırayım o arada videoya çeker, yollarım size. Sevinirim dedi Simay hanım. Yaparsın değil mi anne!’ sohbetleriyle yenilen taş kadar sert kırtik çiğnendiğinde kırılan dişlerin hesabının tutulamadığı bir tepsi Zerfet’i onbeş günde bir yiyen, büyüdükçe pek çok vukuatına tanıklık edeceğin amcan kızı Leyla’nın tacizci babası, yengen Nace Almanya’ya gidemeyince onca yolu kara trenle gerisin geriye kat ederek köye dönmektense Ankara’da kalıp iş arama kararı verilecekti ‘Huylu huyundan vazgeçmiyor, iş ararken biliyor musun ne yapmış? Kendisi anlattı; bir gün Ulus’ta bir yerde, asansöre biniyor, bir kadın da biniyor. O yukarıya basıyor, çıkıyorlar, durunca amcan aşağıya basıyor, iniyorlar. Böyle in çık, in çık bırakmıyor ki kadın insin. Sonunda kadın sinirleniyor diyor ki ‘ senin paran var mı? sen ne istiyorsun?’ o zaman, o, kendisi anlattı onu da bilmem günah, yalan ben görmedim. Diyor ki cebimde de beş kuruş yoktu. Yakın akraban derezası Enginé Alié Haydaré Zeynelé Ankara’da avukatlık yapıyordu onun evine gidiyor.O zaman ayıptı, ağza bile alınmazdı şimdiki gibi “müsait değiliz, kabul edemem”. Kim gelmişse kapına baş, göz üstüneydi çünkü hem oteller, hem insanlarda para yoktu, hem de misafiri, akrabayı evine kabul etmemek örfümüze aykırı utanç verici bir şeydi. Enginé Alié Haydaré Zeynelé’ n annesi yaşlı Mayk’da Ankara’da. Karısı da hemşire çalışıyor Hacettepe’de. Hızır gibi imdatlarına yetişiyor yengen; hem Mayk’a bakıyor, hem de evin işlerini yapıyor’ Allahtan o günlerde memlekete azıcık okur yazarlığı bulunanların memur, ilkokul mezunlarının müdür görevlendirildiği devlette iş bulmak kolaydı, çünkü iş yapacak adama ihtiyacı had safhadaydı da bir süre sonra bir Çimento fabrikasında işe giren amcan kızı Leyla’nın babası, bir göz oda kiralayıp köye haber gönderecekti ‘çocukları Hese Alık trenle Ankara’ya getirecek, hazırlayın’. Emekli edilinceye dek çalıştığı Karayolları nezdinde devletine sadıklığını hiç yitirmeden memurluk yapan baban, yıllık izninin yarısını herkes erkenden uyanıp tarla, tapana gitmiş, yaylaya yollanmışken çok sevdiği uykuda yakalandığı depremde ölen büyükbabanın evinde Badan’da, kalanını da annenin köyü (Köprücük) Xasıma, Oasima’da geçirdiğinden; Türkçe bilmeyen Zazaca konuşan akrabalarınla iletişimini sağlayan tercümanın amcan kızı Leyla’ya kavuşma heyecanını solduran, seni çocuk dertlerine salan, gitmeden tatilini kabusa çeviren ; ağaçlık bir yerde küçük bir kuyu kazılıp dışkı bırakıldıktan sonra üstünün toprakla kapatıldığı ya da dere kenarında dışkının yapıldığı günlerde doğmadığına sevinsen de; ev damına en az 50, 100 metre uzak, kuytu bir yere bazen sebze ekili bahçe, tarla içine kondurulmuş, ayağa kalkıldığında köy ahalisini görebilecek yükseklikte üstü açık manzaralı, başını eğerek tahta kapısından içine girdiğinde öyle ki Anadolu’nun sıcağında yukarıdan güneş vururken, aşağıdan gelen helanın dayanılmaz kokusunu bastırmak için tütün yakıp içildiğinden Osmanlı devletinin “günlük def-i hacet miktarı kadar tütün içmek caizdir” fetvasının bulunmasına neden pis, keskin bir kokunun derhal burun deliğini yaktığı, açılmış derin, geniş lağım çukurun üstünü kapatan direk, kalas ya da kalın odunlardan az yüksek iki kalın tahta, yassı taş, kerpiç sonraları betondan yapılma ortasında bir götlük delikten her an aşağıya düşüp bok içinde boğulup ölme, birden bir elin çıkıp da yakalayacağı poponu hoplayacaaak bir fare mi, zıplayacak bir kurbağa mı, yılan mı ısıracak, endişelerinde, ip üzerinde düşmemek için dengesini sağlamaya çalışan akrobatmışçasına, ayaklarını güç bela yerleştirdiğin hela taşına; olma olasılığı yüz binde birken, bir keresinde o mahrem yerini soktuğunda canhıraş bağırmanı duyan ‘ ne olduuu’ paniğiyle koşan annenin ‘ dereye koş, çamur sür’ haykırmasıyla acıdan ağlayarak, bacakların arasından aşağıya düştüğünden koşmanı engelleyen külotu bir çırpıda çıkararak (Allahtan yakındı da) yetiştiğin deré Mengelî’n soğuk suyu, eğilerek içinden çıkarıp sürdüğün taşlı, kumlu çamur acısını alsa da yumru gibi şiştiğinden yamuk yürüyüşüne kuzenlerinin alaylı ‘valla kaç yıldır sıçarız, böylesi başımıza gelmedi, nasıl soktu anlat hele ’ sözlerinin, gülüşmelerinin baş rolü arılar yüzünden korka korka çömeldiğinde; rivayetten öte odur ki henüz ortada bir adabı yokken Güneş Kral XIV. Louis’in yaptırdığında teamül gereği koydurmadığından; Versailles (Versay) sarayını, ortalığı kaplamış bok, çiş kokusunu gizlemek için parfümün kullanıldığı Avrupa’da, gündüz, gece demeden insanların dışkılarıyla dolu lazımlıklarını pencerelerden sokağa, bahçeye boşalttıkları ancak 18’inci yüzyılın sonuna doğru yasaklanmış “oturak terör”lü kanalizasyonsuzluğun, hijyensizliğin binlerce insanı öldüren veba, tifo, kolera, tifüs salgınlarını önleme arayışları sonunda, 1855 yılında III. Napolyon’un Baron Haussman’ı yetkilendirmesiyle inşa edilen, 1871 yılında doğduğunda en azından adabı yerleşmiş, 1894’de gurur kaynağı görüldüğünden ziyarete açılmış kanalizasyonlu Paris’te, 23 yaşında “ Hazlar ve Günleri” le meşgul ‘‘O sırada, neredeyse mendireğin ta ucunda, şaşırtıcı bir lekenin hareket ettiğini gördüm; ilerlemekte olan beş veya altı genç kız…Karşımda, denizin önünde gördüğüm, Yunanistan’ın bir sahilinde, güneşin altında sergilenmiş heykellere benzeyen bu figürler, insan güzelliğinin soylu ve dingin örnekleri değil miydiler?Öyleydiler ….’i yazacağın koşullardan yüzonbir yıl sonra 1966’da, canımın içi Proust’cum , daha nerede, nasıl dışkılanacağı sorunsalını çözememiş Balbec yerine dewa ma Badan’da, mendirekte değil deré Mengelî’de buluşan sadece çocuklukta değil, gençlikte, orta yaşlılıkta taş, toprak, tozu yollar; tahta, kerpiç, taş yapılı elektriksiz evler; karanlık sokaklarla çevrili; çevremizdeki büyüklerin yaşamlarında iç içeliklerine rağmen haberdar olmadıklarından yerleşik “Roma hoyratlığı…Bizans riyakarlığı” deyimlerini kullanmadıklarından; ‘insan hiç köy dolmuşunda kapıya yakın oturan daha önce görmediği birine elindeki erzak dolu çuvalı ‘kardeş sen bir bak buna, ben şuradan şekır alıp geleyim’ diyerek teslim eder mi? iyi oldu sana, adam almış gitmiş işte beş kilo pirinci’ kızgınlığını ‘bu oğlan Lolıj, ancak bir Lolıj yapar bunu’, ‘eree sen Lolıj ‘mısın?’la Gestemerd (Çobandağı), Zaçek (Acarkent) köylerinde yaşayan haz etmedikleri Lolan aşiretine yakıştırdıkları saflığa, aptallığa bağlayacakları ötekileştirici; savaş ortamında karşılıklı yapılabilinecek canavarlıkları yükleyecekleri yıllarca aynı köyde yaşadıklarını çocuklarına söylemedikleri Ermenilerin tehcirini destekletecek devletin resmi söylemine paralel ‘ Ermeniler, Ruslarla birlikte işgal ettiklerinde Varto’yu önlerine kim gelmişse zulüm etmiş, bizim köye kadar gelmişler benim iki teyzemi öldürmüşler. Kara Ermeni çetesi dehşet salmış. Bu melun çete köye geliyor, iki teyzem evde yalnız, teyzemler bunları görünce birer sepi alıp dama çıkıyorlar, Kara Ermeniler de peşlerinden, sırt sırta çarpışıyorlar, direniyorlar sonunda Kara Ermeniler silahlarıyla deşik deşik ediyorlar. Silah seslerini duyup gelen köylüler ne görsün ! Memilé Faki’nin kızı Elif kanlar içinde, son nefesini verirken ‘namusumu korudum.. ağlama’ der kocasına. Bizimkiler çok güzel olan iki teyzemin intikamını alıyorlar, Bingöl dağlarında pusu kuruyorlar Kara Ermeni çetesini paramparça ediyorlar’ söylenceleriyle düşmanlaştırıcı; ‘Kulan köyündekiler Sünni, kanımızı içseler doymazlar, bak ! onun için sana bir bardak çay bile vermemişler, Alevisin diye’ öfkelerine alışık çocuk dünyamızda; görmediğimizden, duymadığımızdan, rastlamadığımızdan Yunan, Gotik mimariden esinli Rönesans heykellerine benzetemeyeceğimiz biz “çiçek açmamış” genç kızların birbirlerine ’ben sana söyleyeyim dikkat et ! Oğlanlar tahta aralıklardan bakıyorlar ‘ uyarsından önce de; elinde tırpanla tarlaya gideni, Monet’in At Les Petit Dalles tablosundaki toprak yolu andıran yayla yolunda, omuzlarında heybe bazen de eşek üzerinde ilerleyen çocukları, indirim yapılan mağazalara girmek için isteyenlerin birbirini ezmeleri gibi sabahın ilk ışıklarıyla kapısı açılan kümesten çıkan tavukların didişmelerini seyrettiğin, özenle kimseye göstermemen istenen mahrem yerini ilk gören akrep, kertenkele, örümcek, hamam böceği, arılar ve sineklerle göze geldiğin gezindikleri aralarında en az iki parmak boşluk bulunan tahta duvarların arasından kara, yeşil bir çift gözle karşılaşmaktan korkarak adeta doğal yaşam parkında dışkıladığın, küçük bir fırtınada uçacak, yıkılacak eğrilikte derme çatma tahta kulübe; adabı bilinmeyen tuvaletin, varlığıydı. Hele de gece, hava karardığından belli bir yaşa kadar tek başına gidilmeyeceğinden çişin gelmesi bir çocuk için felaketlerin büyüklerindendi. İdare lambalarının ancak kendisini, küçük bir odayı aydınlatacak kadar cılız ışığı pencereleri aşıp sokağı gündüze çevirmediğinden zifiri karanlıkta; her akşam değişen ev damdaki çocukları yatmadan tuvalete götürme sorumlusunun ‘çişi gelen, haydi bakalım’ komutuyla iki, üç, beş kişilik turlar düzenlendiği tuvaletin kapısı açık iş görüldüğünden, piyano dersine yeni başlayan birinin ilk derslerinde tuşlara tek parmakla her basışında bir saniyelik es vererek çıkardığı do, re, mi, fa,… notalarına benzeyen; çişin tahtaya, taşa çarpması, delikten kuyuya akarken çıkardığı tıp..tıp..şıp..şıp seslerinin resitalliğinde, ay ışığında sıranın kendisine gelmesini bekleyenler, gözcülük görevini ifa edeceklerdi tabii eğer tuvalete yetişemeden yol üzerinde bir yerlere çişlerini yapmadılarsa. Eldeki gazyağı lambasının fitilini bazen de yakılan çakmağı söndüren, ürperten kurt, ayı, köpek, domuz, at, inek, horoz… hayvan seslerine karışan, dedenin yazdığı
“ta şafaktan gürlerdi
Fırtına kopmuş yeller hızla eserdi
Yaylalar yel altında titrer giderdi
Bu yüce dağ başından
Deniz gibi kudurmuş
ufuklarda dalgalanır gezerdi”
şiirinin ilhamı; birbirlerini tüketen… birbirlerini parçalayan bir aşka ev sahipliği de yapmış İngiltere’nin soğuk bozkırları, uğuldayan tepeleriyle aşık atan
“İnliyor uzaktan pek korkunçtur sesi
Kızgın ağır hasta gibi çıkıyor nefesi
Onu inleten bu korkunç rüziğârdır
Dağların başında kuzgun yeller vardır”
esintili Bingöl dağlarının kaçık rüzgarlarıyla dalgalanan ağaçların hışırtılarının, gizlemeye çalışsa da uykundan uyandıran çişini yapman için tuvalete götüren onbeş yaşında seni doğurmuş çocuk gelin anneni korkuttuğunu gördüğünden daha da artan korkun; ev damından az biraz uzaklaşır, uzaklaşmaz kimse var mı, yok mu diye etrafı şöyle bir kolaçan ettikten sonra ‘çene, haydi çabuk çişini yap, buraya’ demesiyle azalsa da, ‘anne! ya biri gelirse, görürse ’ huzursuzluğunu; bu kadar eziyeti çekmektense neden lazımlık alınmadığına ya da geceleri çocuklar içine çişini yapsın diye bir plastik kovanın, leğenin ayrılmadığına bugünde akıl sır erdirmekte zorlanırken; çocuk olduğundan kâle almayıp sana ‘ben burdayım ya.Çene konuşmayı bırak, oyalanma ta oraya gitmeyelim şimdi.De haydi…çabuk , indir külotunu da yap çişini.Bende yapacağım’ çıkışıyla çişini yapmak için annenin toprağa, yere bıraktığı idare lambasının söneyim mi, sönmeyeyim mi kararsızlığında rüzgarın etkisiyle bir o yana, bir bu yana devrilen, oynaşan ışığına ‘cici…güzel lamba sakın sönme’ şefkatiyle bakarak çişini yaptığında, 1388 yılında İngiltere Kralı II.Richard’ın göllere, derelere def-i haceti yasaklamasından 572 yıl sonra, evlerde tuvalet bulunmadığından gezdikleri yerlere dışkısını bırakan primitif topluluklar, hayvanlar gibi köylülerin de ihtiyaç duydukları anda deré Mengelî’n kıyıları dahil bulundukları yere çekinmeden, çömelerek yaptıkları dışkılarına karışan, hayvan dışkılarından (sil, maysa) yayılarak her yeri saran, insanların, yenilen, içilen her şeyin üzerine sindiğinden teneffüs ettiğin hava genzini yaktığından ’anne !!!! iğrenç, ne bu? her taraf çok pis kokuyor… midem bulandı, yemeyeceğim, süt de kokuyor, içmiyorum ’ kazanı kaldırdığın; ‘ne gelişmemişlik, bu nasıl bir sorumsuzluk, yöneticilik? her yer b..k’ eleştirisinde bulunulan şehirde bayramda kurban pazarında dolaşıldığında birden, köy yolunda çocuk geçmişinle yürürken buldurduğundan ‘bizim orası gibi’ dedirten gide gele oda spreyimişçesine alıştığın (dewa ma ra boya tezekan éna) köy kokusuna; günün moda deyimiyle gezen ( hindilerin) tavukların, anneannenin sacda, tereyağında kızartıp ‘ naz etme, sırf bunları taze taze yemek için geliyorlar, bu tadı şehirde bulamazsın, de haydi’ övgülü yumurtadaki zengin proteinin otlandıkları, yemlendikleri tuvaletlerle; köyün her yerinden kürekle toplanıp el götürüldükleri açıklık alanda biraz saman, su konarak hamur gibi karılıp, koparılan bezeler de elle yassılaştırılıp toprağa, güneşin altına serilip kuruyunca da, o zaman bilseydin benzeteceğin Mısır piramitleri gibi üst üste yığılarak kışın sobada yakmak için bir kenarda bekletilen hayvan dışkılarının dönüştüğü tezekten, tarlalara, bağ bahçelere atılan gübreden karşılanmasının komikliğinde, banyo, tuvalet derdine rağmen sadece oyundaşın kuzenlerini sevmen; Osmanlı öncesi, sonrası kurnazlık, dolandırıcılık hep akıllı olmayla eşitlendiğinden Zerfet’i altın diye yutturan büyük büyük dedenden asır sonrası; sırf Motorola’yı dolandırdı diye “koca ABD’yi dolandırdı ya adam, helal olsun işini biliyor”la neredeyse üstün hizmet madalyasıyla onurlandırılacak, 1992 genel seçimlerin de %7,25 oy attıkları Cem Uzan’nın sırf bu nedenle Başbakanlığını hak gören bir kitleye sahip yaşadığın toplumda, büyüdükçe; bir dağ köyünde edindiği daktiloyla şiir yazdığı için büyük büyük dedenden çok daha saygın bir yere oturttuğun annenin babası Efendi; Mehmeté Şerifé Alié’ nin, keçileri gözlemleyip zehirsizliğine kanaat getirdiklerini toplatıp pişirttiği – şükür ki hâlâ Vedat Milör’ün, MasterChef Mehmet Yalçınkaya, Somer Sivrioğlu’nun kapsama alanı dışında kaldıklarından kolayca bulunan– şehirde hiç rastlamadığın otlardan; rayihası, kokusu bilindik ebegümeci, ısırgan, madımak, kara hindibaya on basacak, karların erimesiyle öldürüleceklerini bilmeden belki de bildiklerinden coşarak her yanı
“Çayırında tatlı gözler akardı
her yanı yemyeşil birer lâlezârdı” lı
bahara boğarak hayata merhaba diyen hệlig (çiriş otu), kardun, so, jağ=Jalik, kenger, wındık, mendik; lezzeti tartışılmaz mantarlar ve de Van’da Süphan dağı eteklerinde Poppies At Argenteuil tablosunun canlı izdüşümü gelincikli tepelerin, dağların eteklerindeki kardelenler, ters laleler; yanı başlarından geçerken kokularıyla başını döndüren adını bilmediğin çiçeklerle bezeli doğasını özlemen değildi; asıl acılarına, sevinçlerine bakmadan kaygısızca akıp gittikleri coğrafyaların sahiplerinin Nil, Tuna, Seine, Murat gibi en güzelini vermek için yarıştıkları isimlerine;
“Fıratın sevdiği ey nazlı dilber
Alem deli olmuş aşkınla inler
Fırat ulu bezirgândır
Gönlüm bir gevheri kandır
….
Fırat gibi deli deli söylersin
İnip deryalara umman boylarsın
…
Fırat der ki benim mülküm servetim
Fani dünyadaki pazara benzer”
mısralarını döktürdükleri; aynı sokaktan yıllar sonra geçtiğin gibi giderken birlikte götürdükleri kederleri, mutlukları, kayıpları, sırları çağıldayarak okyanuslara açılan denizlere, göllere bıraktıklarını ‘nereye gidiyor böyle, sonu nerde bitiyor ki’yi merak etmediğin yaşlarda, tatil süresince hemen hemen her gün ayaklarını sokup elini daldırıp çıkardığın kaygan ufak beyaz, siyah bazen parlak mavimsi, pembemsi taşları gerisin geriye attığın; etrafını çevreleyen kara çam ağaçlarına tünemiş suskun kuşlarla kıyısında saatlerce oturduğun, öyle yalnızca bazen usul usul, bazen taşlara çarpıp köpürdüğü akışına baktığın; çamaşır ya da bir bez parçasına süreceği kil, dereden çıkaracağı çamur, bugünkülere beş basacak kalınlıkta sabunla bulaşıkları yıkamaya gittiğinde ‘beni de, bende’yle peşine takılıp, iş yaparken ‘susadım ben’le rahat vermediğin; ardından akan suların –kenarında, içinde görüp tiksindiğin bokları– alıp götürerek temizlediğini gördüğünden, düşündüğünden tereddüdünü ‘ben de içiyorum, , kirli değil, ne kadar da duru çenek ! iç, bir şey olmaz işim var benim ,seninle mi uğraşacağım, eree haydi’yle silen annenin, teyzelerinin bilmeden belki de senin gibi sevdalandığından asırlar önce saatlerce akışını izlediği, yüzeyinde her defasında yaprak, çer çöp, bez , pamuk parçaları, yün yıkayan kadınların ellerinden kaçırdıkları yünleri getiren, götüren farklılığını keşf edttiğinden “aynı nehirde, aynı suda iki kez yıkanamazsın” demiş adından, keşfinden habersiz Herakleitos’la aynı sonuca ulaştığını yıllar yıllar sonra öğrendiğinde nasıl da rahatlamıştın onları dinleyip buz sularından avuçlayarak içtiği, deré Mengelî ‘ n varlığıydı da; seni pencereden dağlarını seyrettiğin köye çeken.
Niye’sini uzun yıllar sonra anlatmalarından çok önce algıladığın telaffuzunda “nerelisin? Doğu’lusun değil mi? Türkçe meali; Kürtsün değil mi?” sorusunu sordurtmayacak sekme, kabalık bulunmayacak kadar iyi Türkçe konuşan; Türkiye’deki asimilasyon lobisinin ailedeki işbirlikçisi, lideri konumdalığından habersiz başta anneannen çene Küçükağa, annen, baban, akrabalar öğrenmesinler diye ev damında çocuklarla Türkçe konuştuklarından, ergenliğin de hâlâ ana dilin olduğunu bilmediğin, iki farklı dille haşır neşirliği ‘demek ki şehirde başka, köyde başka dil konuşuluyor.Biz de şehirde yaşadığımızdan annemler, bizim köy diliyle konuşmamızı istemiyorlar’ çerçevesine oturtarak, kendine göre izaha kalkıştığından, biraz da konuşmaya başladığında kötü telaffuzunla alay edildiğinden hiç bir zaman tam manasıyla konuşmaya yeltenmesen de yine de köyde, şehirde akrabaların, annen, baban kendi aralarında konuştuklarından ne dendiğini anladığın bazen (nan, aw mı rê’) ekmek, su istemek , bazen büyükler, aile üyelerini güldüreceğini bildiğinden ‘erooo, eree Memooo ? Ez şona Gımgım (ben Varto’ya gidiyorum’)’ ‘namệ şıma çiyo ?( adınız ne) ‘yi konuşup asıl şehir de kimsenin anlamını bilmediğinin rahatlığında kızdığın kişilere Zazaca küfür etmekten keyf aldığın; “Orda bir köy var uzakta” kartpostallarının canlı hali dört yanı dik dağlar, tepeler, ormanla çevrili ortasından üzerinde her geçişte sallanan tahta köprülü Bingöl dağından doğan deré Mengelî’n geçtiği; yazın tatile girdiğinde okullar şehre göçmüşlerin, dışarıda okuyanların da gelmesiyle bir araya toplanan ahhhh hiç benim olmayan Şairim ahhh ! herkesin iyi kötü bir ailesi vardır ama olmayanın teyzenin kaynının, görümcesinin oğlunun, kızının ya da eşinin kardeşinin çocuğunun; yalnızca teyze bağlantısı yüzünden okumak, işe girmek, hastaneye, tapuya, bakanlığa , DSİ’ye, Karayollarına gitmek vari tonlarca neden ileri sürerek eviymişçesine hiç çekinmeden çat kapı gelenin; sakinlerince içeri alınmayıp kapıdan çevirme ayıbına kalkışmaları bir yana şikayet edeni ‘ma ne olmuş? nereye gitsin, akraba… akraba, benim akrabam bize gelmeyecek de kime gidecek’le yerin dibine koyup illaki sadece ona değil, ailesindekilere de hediyeler alınarak uğurlandığını bilmeyeceği; kocası öldüğünde dul kalan, ailesinin yanına gitmek isteyen kadınlara ‘bu evden tek çıkarsın, bizim çocuklarımızı yanında götüremezsin, onlar bu evin çocuklarıdır.Bak! kaynınla evlen, çocuklar ortada kalmasın’ dayatmasıyla; şehre göç ederek çalışan, az çok durumu iyi olanın maaşına , servetine ‘ 1000 TL ayır…yolla bana’ ‘altın al şu yengene’, ‘ borcum var öde’, ‘ bir ev al kardeşine ne olur ki’ rahatlığında ortaklığın garipsenmeyip hak görüldüğü onlarca karmaşanın ortasında; sev sevme, sadece kan bağından dolayı katlanmak, görüşmek zorunda kalınan birinci, ikinci, üçüncü, yirminci dereceden değişken dinamikli, tiplemeli, karakterli akrabaya aitliğin apayrı detaylar, deneyimlerle ”özel”liği parçalatılan bireyin hayallerin dalgakıranı – eğer aynı evi paylaştığı hatta marazi bir aşk yaşadığı bile söylenilebilinecek annesi Jeanne Clemence Weil, 1905 yılında hatırı sayılır bir miras bırakarak ölünce, hayatını kaybedeceği elli bir yaşına dek yalnız yaşamış özgürlüğüne düşkün apo Proust ‘un da olsaydı kim bilir Kayıp Zamanın İzinde nasıl bir nehir içinde, kaç bin sayfa da yol alırdı diye düşünmekten kendimi alamadığın– bir sülale içinde bulunma…yaşama, geleceğinin sınırını çizdiğinden hayatın katili de olabilecek Osmanlı tokatlı ellere sahip, kız çocuklarının büyüdüklerinde garip bir şey ama evlenmekten korktukları ama benzeriyle evlendikleri ,karakteri neyse evi de aynısı olacak babaların reisliğinde; hır gürün, şiddetin eksik olmadığı, ebeveynlerin birbirine bırak aşkla bakmayı ‘çocuk okula gitmese bugün’ basitliğindeki ufak bir mevzuda dahi ortak bir karara varamadığı, hiç sonlanmayacak ‘aybaşı gelse de et alsak. Erciyes bakkala veresiye yazdırmaya artık utanıyorum.Ha adamcağız ‘yenge hanım bir şey olmaz, nasılsa abi devlette çalışıyor, sabit maaşınız var, ödersiniz’ diyor’ kaygısında, yaşanacak onlarca olumsuzluğun başlangıç yeri; her evlada bir gün ‘18’ime geleyim bavulumu, pılımı pırtımı toplayıp gideceğim’i düşündürten, “bu salak gibi değil, o daha akıllı”–“pek umudum yok bundan”– “ölme eşeğim ölme.Sen! okuyacaksın da bana adam olacaksın öyle mi? “– “bıktım yaramazlığından, azıcık da şu abin…ablan gibi uslu dur be evladım”– “bazen şüphe ediyorum seni ben mi doğurdum…”– “bu da fena değil ama asıl sen bunun küçüğünü gör çokk güzel”–“Allahtan erkek, güzellik önemli değil yoksa…” – “bunu en aptal çocuk çözer ama nerde sen de o akıl? “ –“geri zekalı gibi durma karşımda, ne demek anlamadım?” – “ama sen tabletle oyuna devam… İsmail’in oğlu, kızı maşallah her sınavda ilk ona giriyor ya benimkiler?”– “Nato kafa , Nato mermer; na to kefari,na to mermari”– “dinle evladım dinle sen bu Rock mudur , tak mıdır onu.Sakın çıkarma kulağından kulaklığı çünkü yarın sınavda bu şarkıdan çıkacak sorular” – “ayyy sen nasıl bir kardeşsin hep ben, hep ben…bir de sanki boyun varmış gibi aldığım güzellim elbiseyi giyip, içine etmişsin…”– “ucube, abla değil ucube”– “Fatodur bu Fato, her şey bekle…”– “kim alır seni bu halinle, evde kaldın işte” tabirleriyle özgüvenin ezim ezim ezileceği ilk ötekileştirilmeyle karşılaşılıp; ister kabul ister reddedin, başta yaptığı iddia edilen dişi kuşun itilip kakıldığı, kendini üstün gören kibrini, baskısını fıtratında varmış gibi sunan ülkeye, topluma da egemen, muktedir, iktidar olduğundan leb demeden leblebilerin önüne serildiği ‘aman çocuktur sümüğünü yese doyar, ama erkek öyle mi? yemese güçsüz kalır, çalışamaz eee para girmese bu haneye ne olur? o yüzden önce onun karnı doyuracaksın, yemeğin en etli tarafını ona vereceksin, çay demeden çayını önüne koyacaksın’la hizmetin daimiliği de sağlanan ayrıcalıklı erkekler; dede, baba, amca, dayı, abi ve sonunda kocayla da ilk tanışılan, bireyin ilk sosyal çevresi ; barındırdığı olumsuzluklara rağmen ”benim gibi olsan keşke” istemli ebeveynleri, yakınları sevsin, takdir etsin diye olmasını istedikleri gibi davranıp, onlar gibi olmaya çalıştığını unutarak yıllar sonra “kimsenin huyuna gitmek, gönlünü yapmak zorunda kalmazsınız neyseniz o’ sunuzdur, kimse de sizden sızlanmaz, şikayet etmez… ah şimdi orda olsaydım” yalanlarıyla kutsanan ama kötü hissedildiğinde, can yandığında kaçıp saklanılan sığınak; ilk görmenin, algılamanın, yaşamanın eşsiz kılınmasını sağlayan mekanlığından değişmeyen, daima özlenecek bir sıcaklığı olacak, şablonlar dışında gerçekten tam olarak neydi, ne yaşadım ben orda ??? dan uzak, güzellemelerle anılan; göğüs kafesinde yaşam boyu taşınacak kişiliğin, karakterin yaratıldığı, kulunç altı çocuklukta hiçbir yere gitmeden hep orada kalınacak , içinde bir sıcaklık, sevgi barındırdığı sanılan ardında kahpece gizlenmiş ayrımcılık, güç, otorite, biat taşıyan, iyiliğin, kötülüğün, naif duyguların, faşist ya da demokrat mantığın mayasının atıldığı “evimiz, yuvamız” yerine, ne çirkin bir söz öbeği, tanımlamadır aslında “baba evinden” bir gün ayrı eve çıkma, başka şehre gitme, okuma, evlilik gibi sebeplerle ayrılındığında ‘gittiğim yerde eminim her şey burdakinden daha güzel olacak’ diyerek yapılan değişikliğin, getireceği sanılan özgürlüğün sarhoşluğunda cidden de önceleri her şey istendiği, düşünüldüğü gibi yolunda gidiyormuş ilizyonlarında gezinir, durulur, huzur bulunduğuna inanılan “baba evinden” “yuvamız”a, ”yuvam”a terfili yeni mekanda; can ne istenirse yapılır, istemezse yemek yapılmaz kahvaltı daha akıllıca gelir mesela, kitap okunur, yatak toplanmaz, ev işi önemsenmez keza yiyecek alışverişi de.Partiler düzenlenir, arkadaşlar çağırılır ya da kimse çağrılmaz kendine göre hoşça vakit geçirilir. Bir süre sonra “baba evi”ndeymişçesine sıkılmaya başlanılır, hem iç dünyasını, hem de “yuvam”ın kapılarını açacağı özel birilerini katmak ister hayatına; işte o andan itibaren “yuvama” kafasını uzatanlardan birisi şöyle bir bakar geçer, birileri konuk olur bir süreliğine yine gider…bazılarının gözünün içine bakılır bir an önce gitsin ya da biraz daha kalsın diye.Tüm bu isabetsiz denemeler, atışlar, ne istediğini bilememe…bilmenin yorgun, bıkkınlığında; dili olsa bile konuşmayacak duvarlı , odalı; her yerde bir dünya kişinin ağdalı yüzleri, izleri arasında dönüp de kendine baktığında görürsün ki sende, artık umut yüklü ayrılığın meyvesi “yuvam”ın yavaş yavaş dönüştüğü “baba evi”ndekilerden herhangi birisin; hayat dedikleri de belki bu döngüyü döndürmektir değil mi benim kendine hoyrat Şairim! Bunları niye yazdım ki şimdi ?!?!? insanın hayallerinin uçsuz bucaksızlığının, karakterinin, narinliğinin kaynağı içine doğulduğundan orda bulunup , bulunmamayı isteme, belirleme hakkının olmadığı “baba evlerinin “ bir türlü taşralıklarından ödün vermemelerine isyan yazdırdı belki bu satırları; belki de Haldun, yanımızda, kıyımızda, köşemizde; sanattan, edebiyattan, okumaktan zevk alan, bilgili, kültürlü olmanın ötesinde geniş vizyona sahipliklerinden daha çocukken Sarah Bernhardt’ı izlemeye tiyatroya, Debusy’nin, Reynaldo Hahn’nın, klasiklerden Beethoven’in eserlerini dinlemeye opera binasına, Monet’in, Tissot’un tablolarını sergilendiği galerilere, duvarları Raphael, Boticelli, Roselli, Signolli, tavanı Michelangelo’nun freskleriyle süslü Sistine şapelinin bulunduğu Vatikan’ı, Rönesans’ın doğduğu Floransa’yı, Venedik’i görmesi için seyahate götürecek gelire de sahip Proust’un ki gibi ebeveynler olmadığından; ‘şimdi nerden aklına geldi deme, ultrason bulunmadığı zamanlarda hamile kadınlar çocuklarının kız mı , erkek mi olacağını nasıl anlıyordu diye sordum anneme . Cildin güzelleşirse erkek, çirkinleşirse kızdır, benim yüzüm kızlarda hep leke, leke oldu o yüzdem Fazıl Çil kremini çok kullandım.Birde erkek bebek de karın sivrileşir, kızlarda yanlara doğru genişlerdi.Bende erkek çocuklar yılan gibi alt tarata, kızlarda tam tersi karnın her yerinde dolaşırdı, yaramazdınız dedi’–‘ niye kızayım? çok iyi yaptın öğrenmekle.Eminim, hamile kadın erkek mi, kız mı doğuracağını nasıl anlar Tanrı’nın sorgu sırasında soracağı sorulardandır Öğrenmeden ölseydin cidden çok yazık olacaktı, Tanrı katında cahil, kültürsüz görünecektik.’–‘alay etme, inan merak ettim çünkü “bebek, sağlıklı doğsun da kız mı, erkek mi önemli değil” anlayışına gelene kadar…oooo kadın erkek pek çok akrabanın “Allahım ne olursun bu sefer de oğlan olsun, bu sefer oğlan olmalı yoksa a bu gördüğün mal, mülk sahipsizdir.Tarlayı sürecek, ekecek, biçecek, evlenip soyumuzu devam ettirecek bir oğlan nasip eyle. Allahım arada bir de tabii süt sağacak, peynir, yağ yapacak, evlenilecek, çocuk doğuracak kızlar doğurtmayı da unutma Son üç kardeşimin doğumunu hatırlayacak yaştaydım. Bakma yüzüme öyle ilk üç kardeşimle aramızda birer, ikişer yaş farkı var, peş peşe üç kız çocuğu doğurduğundan babam annem doğum yaptığından yine mi kız doğurdu diye sormuştu, ben evet deyince çekip gitmişti, annemin yanına bile uğramadan. Kadınların o ağrı sırasında, sanki kız doğurmak elindeymiş gibi kocasının suçlamalarına maruz kalacağından ya kız doğarsa korkularını düşünsene.Ne kadar zalimişler şu erkekler? Hayır Haldun! hiç öyle değilmişsin gibi bakma bana, yeri gelir sen bile gaddarlaşırsın şaşırmam bile çünkü bu toplumun ürünüsün sen de. Hele de beş numara Mine Leyla doğduğunda…’ ah o sırlar değil mi Haldun? Bu konuşmayı yaparken Mine Leyla’nın adı geçtiğinde gözlerini kaçırıp parmaklarını kıkırdatman o zaman dikkatimi çekmiş olsaydı ‘ ne diyordum ha, Mine Leyla kız olunca iyice morali bozulmuştu babamın zira artık tek oğlan dört kız babasıydı. Allahtan son çocuk erkek oldu da annem yakasını kurtardı babamdan. Bir gün sabah kalktık nasıl bir ağrı biz kızlar kabakulak olmuşuz, sonra tek erkek oğlu Oğuz’a da bulaştı tabii. Van’dayız, kıştı, kar diz boyu.Ya oğlu hastalanınca evde hastalık olduğunu anladı da bir çuval portakal getirdi eve.Senin has arkadaşın Oğuz sayesinde edinilen C vitamini, hastalıkla mücadelemize katkı sundu.Ya bir şey diyeyim mi ben bunu, babamın gözündeki kız çocuklarının değersizliğinin ispatı o portakal çuvalını hiç ama hiç unutmadım.’ –‘ Düşün baban devlette memur daha aydın olması beklenir değil mi? Demek köyde kalıp çiftçiliğe devam etse annen gibi on iki yaşında başlık parası için satacaktı kız çocuklarını. Bozulma, ne bekliyordun anlamadım ? Tek vizyonu aç kalınmayacak bir hayatı idame olacak, yufka ekmek arası peynir, soğan, çökelek, yumurtayla karın doyurulan iki dağ arasındaki köyden geldikleri şehirlerde şayet iş de bulmuşlarsa bir anda gördüklerini, istediklerini az, maz elde edecek üstelik de her ay ellerine geçen düzenli kelir; maaş sayesinde kendilerini; eline buğday, yağ, peynir, bal, koyun sattığında para geçen, kıt kanat geçinen köylü akrabalarından üstünde görecek, hiç tanışmadıkları edebiyatın, sanatın, resmin, sinemanın eksikliğini öncekiler nasıl hissetmemiş, önemsememişlerse onlar gibi hissetmeyecek ebeveynlerimizin derdi, sorunu olabilir miydi hiç iyi mizaçlı, donanımlı, kültürlü, naif, duygulu, dürüst, ayakları yere basan bireyler, çocuklar yetiştirmek? Rant paylaşma, ihale kapma alenen rüşvet alma peşinde aç gözlü bürokratlarla, işverenlerle de tanıştıkları, bir iki kişinin otomobil sahibi olduğu şehirlerde;bir arabaya, buzdolabına sahipliği bile kenara iteleyecek kadar sığ hayalleri, yoksullukları, gördükleri kadar olduğundan; ancak çocuklarına okuyarak avukat, öğretmen, devlette memur olmayı aşılayacakları; onca kişiyle paylaşılan ev damlarındansa, kendine ait tek gözlü bir odayı; yufka değil beyaz fırın ekmeği, ayran çorbası yerine – zengin değilseniz ölen hayvanın eti dışında kırk yılda bir önemli bir devlet memuru, yetkilisi, ailenin büyüğü misafirliğe geldiğinde ya da kışlık kavurma yapmak için hayvan kesildiğinde edindikleri ama şimdi kasapta her ana alabildikleri etle yapılan– patates, kuru fasulyeyi lastik yerine kösele ayakkabı giymeyi bir lütuf , hayaline kavuşma sayacakları şehre. alıştıkça yeni şeyler görüp, yaşadıkça; ülke geliştikçe yavaş yavaş hayalleri de; tek göz sobalı evden gecekonduya ordan kaloriferli, merdaneli çamaşır makinesi bulunan apartman katına geçiş yapacak, etrafındakilerin, mesai arkadaşlarının, Ediz Hun’un, Türkan Şoray’ın giyindiği güzel bir elbise, çanta, ayakkabı edinme, yılbaşında kızarmış Hindi dolması yeme derinliğine, vizyonuna ulaşan ebeveynlerimizin elindeki çocuklardan senden…benden herhalde bir Tolstoy, Oscar Wilde, Virginia Woolf, Rembrandt, Orhan Pamuk, Tezer Özlü, Gilles Deleuze, çıkacak değildi. Dua et ellerinde kitap görmememize rağmen en azından okumayı sevdik biz‘ öyle ya rastlantısal karşılaşılan bir insanın, bir peyzajın, elle tutulur bir nesnenin, bir koku, tını, tadın, müziğin irade dışında belleği, hayal gücünü devinime geçirdiği 19 yaşında oyun yazarı Rene Peter’in evinde Debusy; Paris’te seçkin sanatçıların, edebiyatçıların beş neslini bir araya getiren Dreyfus yandaşlarının merkezi de olacak ünlü edebiyat salonları sahiplerinden arkadaşı Gaston’un annesi –Proust’u yazı yazmaya iteleyen, ilk kitabı Hazlar ve Günlere, önsöz yazmasını sağladığı – Anatol France’ın sevgilisi Madam De Caillavet; Geneviève Halévy (Georges Bizet’in eşi) ile Robert de Montesquiou’nun güllerinin imparatoriçesi Madeleine Lemaire’in Salı, Çarşamba, Perşembe (Les jeudis de Ludovic ) günleri düzenledikleri onca yazar Emil Zola, Guy De Maupassant, Ludovic Halévy, Paul Bourget, Robert de Flers’la; onlarca ressam Alphonse Daudet’in oğlu Lucien Daudet, Whistler, Helleu, Turner’ın katıldığı edebiyat toplantılarında zaman, mekan konusunda kendisini etkilemiş felsefeci Henri Bergson’la da tanıştığı bir gençlikti belki de Vatikan da Sistine Şapeli’nde yer alan Boticelli’nin Freskinde Jethro’nun kızı ve Musa’nın karısı Tsippora’nın çalışma masası üzerindeki reprodüksiyonunda “Odette bu haliyle, İlkbahar tablosu ressamının kadın figürlerini her zamankinden çok hatırlatıyordu “ yla betimlediği Odette ile Tsippora’nın çehresi arasında benzerlik kurdurarak M.Swann’ı, Odette aşık ettiği, Madam De Caillavet, Geneviève Halévy, Madeleine Lemaire’den Çarşamba toplantıları düzenleyen Madam Verdurin’i; Robert de Montesquiou’den eşcinsel Baron de Charlus’ı; Kontes Élisabeth Greffulhe’den Guermantes Düşesi’ni; Sarah Bernhardt’tan Berma’yı, Anatole France’dan yazar Bergotte’ı, Whistler’le Helleu’n adlarının anagramından Elstir’ı yaratıp ; Tissot’un Le Cercle de la rue Royale’in de kapıya yakın kişi diye belirttiği(Charles Haas) M.Swann’ın arabacısı Rem’i Antonio Rizzo’nun dük Loredan büstüne; bulaşıkçı kızı Giotto Di Bondone ’nin Mercy’i heykeline; arkadaşı Bloch’u Gentile Bellini’nin Fatih Sultan Mehmet portresine benzettiği sayısız tabloya, heykele, büste göndermelerle doluluğundan , yanlarında cep telefonu laptop, tablet bulundurup her iki sayfa da bir Google’da yazar, ressam, felsefeci, besteci, tablo, portre araması yaptırtacak analitik zekasının ürünü Kayıp Zamanın İzinde nehir romanı okuyucularının gözünde roman karakterlerini kanlı canlı siluete büründüren Proust’un yaşadığı zamandan çok sonraları, 1960’ların sonlarında daha tek tük sinema salonunun bulunduğu, tuvalet sorunsalını çözememiş gecekondu mahallerinde; tiyatro, opera, bale, resim, heykel dimağlarda soyutluğu aşamamışken, zaten de ismini duymadıkları herhangi bir ressamın tablosunu, heykelini görmek için müzelere götürülme, gitme; operayı, baleyi merak etme, klasik romanları okuma, Van’dan İstanbul’a, İzmir’den Muş’a gidilecek farklı bir şehrin, bir ülkenin kültürünü, yaşayanlarını, doğasını, yemeklerini tanıma amaçlı yurt içi, yurtdışına seyahat, onca çocuğa bakma telaşlı geçinme uğraşında bir ev edinme hayalinde; tek kanallı radyodan mecburen Müzeyyen Senar, Safiye Ayla şarkılarını öylesine dinleyen ama asıl bugün nostaljiler arasında sayılan bütün yükünü sırtlatıp ‘yaşasan ne olur bu rezil dünyada’lı umutsuzluğu katmerleştiren baba evinde her gün Kerbela’yı yaşatan Ali Ekber Çiçek, Davut Sulari, Aşık Daimi’ in plaklarından “aslan yavrusu yiğitler, su içemeden öldüler/ deniz derya dolu iken su içemeden öldüler”, ‘illa dostun bir tek gülü yareler beni beni’, “bilmem şu feleğin bende nesi var” türkülerini dinleyen ebeveynlerimizin zaten akılarının ucuna değemezdi, Bach’lı, Mozart’lı klasik bir müziğin, Jane Austen, William Shakespeare, Lev Tolstoy’lu klasik romanların varlığı da . soyutluğundan zihinde canlandırılamayan ‘asırladır etrafımız çeviren düşmanların tek amacı…’lı hamaset nutukları ’tek başına daldı arasına, Allah, Allah diyerek’ kahramanlık, şehit hikayeleri yüklemeleri altında; ‘ölmeli öldürmeli uğruna vatan, devlet , millet …’ yarışması, aşık atması imkansız varlığının değersizliği bir yana, kaderini belirleme yetisini elinden alan bitmeyen bir ‘fırsat eşitsizliğinin parçası, farelerden, tahta kurularında korkacağı; Ayvalık’ta bulunan yaz kampına görevli gönderilecek devlet memuru; dansöz Leyla’ların ardına düşmüş ‘bakma öyle durduğuna, dairedeki Yüksel ; hin oğlu hindir, aklınca beni yerimden edip kendi oturacak şef koltuğuna’ kuşkusuyla yarattığı aslı astarı da olmayacak düşmanlıklarda kıvranan, işin kaybetmemek için üstlerine her türlü yağcılık da yapacak bir baba da yoksa onbeş değil belki otuzlu yaşlarda denizi görecek , ancak kırk yaşlarında da bir otelde tatil yapma imkanına kavuşacak, nasıl bir şeydir en ufak bir fikri olmayacağı klasik müzik dinlemeyeceği müzeye, sanat galerisine, baleye gitmeyeceği koşullarda halk ozanlarının keder, dert akıtan türküleriyle büyüyen; nerede yaşarsa yaşasın, nerede olursa olsun en az üç , altı çocuğuna bakmakla görevli yalnızca ailenin değil sülalenin bedava hizmetçisi…bedava aşçısı…bedava çamaşırcısı…bedava dadısı…bedava sucusu… kapı önüne dökülen bir ton kömürü tek başına kürekle doldurduğu el arabasıyla kömürlüğe boşaltacak bedava hamalı olma da yetmediğinden, yatılı kalmaya gelmeyip hizmet etmeden mahrum bırakan dedeleri bir amcasının oğlunun oğlu derezası Rıza’ya ‘oyy amca, ben senin kızınım. Kızının evi burada dururken sen kalk derezam Şükrü’nün evine gel, çok üzüldüm’le darılan ‘kokla hele, mis gibi kokuyor, bembeyaz’ çamaşırlarıyla övünen; işten, yorgunluktan değil roman, gazete okumak ‘ne nedir, ne değildir’i merak için bile, vakit bulamayan Türkiyeli annelerin himayesinde ki bir çocuğun; hayallerinin vizyonunun, düşünce siteminin kurgusunun , dünyaya bakış açısının , gelecek algısının; atıf da bulunacağı somut hayallerine ulaşmasına yardımcı fırsatların eşitliğinde kaderini kendisinin çizeceğine inandırılacağı… inanacağı duyguların, düşüncelerin etkisindeki ailesel, toplumsal yapıda büyütülen; kaygılarını, sevgisini Madame de Sévigné den alıntı sözcüklerle anlatan bir büyükanneye; sadece ülkesinin yazarlarını değil diğer ülke yazarlarını Puşkin’i, Dostoyevski’yi okuyan anneye, babaya; avukatına 500 sterlin ödeyen Whistler’in resmine hakaret ettiği, itibarını zedelediği gerekçesiyle aleyhine açtığı davada sadece bir çeyrek peni tazminat ödeyen sanat eleştirmeni John Ruskin’in Susam ve Zambaklar’nı çevirecek yabancı dile; kendisine Hz.İbrahim’i andıran Benozzo Gozzoli gravürünü hediye eden, Hz.İsa’ya ihanet edecek sakallı figür Yahuda’yla diğer havarilerin üzerinde sadece ekmek ve şarap bulunan dikdörtgen masada yedikleri Son Akşam Yemeği tablosunda tempera boya kullanıldığına ilişkin detaylara sahip sanat eleştirmeni aile dostlarına sahip (bireylerden ) çocuklardan; Marcel Proust’unkinden farklılığından doğal ne olabilirdi ki? O yüzden Proust’un “uykusuz gecelerimde görüntüsünü kafamda en sık canlandırdığım odalar arasında Combray’nin odalarına en az benzeyeni, Balbec’te ( diye betimlediği tatillerini geçirdiği Normandiya kıyısındaki sahil kasabası Cabourg’da ) Grand-Hôtel de la plage’daki odamdı.” çağrışımlı zekasını keskinleştiren, hayallerini bileyerek sonsuz kırları önüne sereceği okuyucusunun gözlerinden, dudaklarından, zihninden geçerek benliğini yolculuğa çıkartan ” tıpkı arzuladıkları bir şehri gözleriyle görmek için seyahate çıkan ve hayalin büyüsünü gerçeklikte tadabileceklerini zanneden insanlar gibi,…” sözcüklerinde, Cabourg’u, Floransa’yı, Venedik’i, Norman Gotiği kiliseleri, Rönesans tablolarını, heykelleri çocukluğunda, gençliğinde görmesinin etkisini küçümsemek olası değildir. Doğumundan 89 yıl sonra hâlâ, 1960, 70 ve 80, 90’larda Ortadoğu’da dünyaya gelmiş nesillerin Proust’un gençliğindeki olanaklara sahipsizliği; İbn Haldun’un zamanları aşan “doğduğun coğrafya kaderindir” tespitinin tecellisi miydi ki Proust’u, Rimbaud’u, Zola’yı, Balzac’ı okuyan, Claude Monet’in, Paul Cézanne’nin, Edgar Degas’ın tablolarına hayran, Bach, Debussy dinleyen Fransız yosmaları da.Gerçekten öyle miydi? başkalarının yerine seçtiği coğrafya kaderi… şansı… şansızlığı mıydı bireyin? genler de bir nevi kaderse eğer , şimdi bu ikisi birden hayat mı oluyordu? IQ ? Onun kaderle bağlantısı ???? ya Kristof Kolomb’un keşifleri, coğrafyanın kader olmadığını tersine kaderin coğrafya olduğunun mu kanıtıydı ? Yoksa insan coğrafya kederin, hüznün müdür mü demeliydi? Offf ya “her yeri boyamışsın çok güzel, ama burada biraz sonbahar kalmış”lı Şairim, sence ne deseydik ! işin içinden çıkamadım, kader olan ne ? coğrafya… aile…ana dil… kültür… din…gelenekler… köken… gen…IQ’ mü ne? ne??? Doğduğun yer mi kötü kader yoksa benliği gerileten kabullenilmişlikler, körü körüne bağnazlık, biat, yönetenlerin yönetim tarzlarına yansıyan zihniyetleri mi? Dur bakalım hele bir ! bu arada biattın İslam dininin, Ortadoğu’nun Müslüman toplumlarının etle kemikle ayrılmazlığını da atlamayalım. Ha, bir de Lucien Fevbre’in “coğrafya imkandır” aforizması var, haydi bakalım şimdi ne diyecek, üşüneceksin sen! eyyyy bu romanı bitiremeyecek kadın ! söyle bana kim haklı Lucien Fevbre’mi, İbn Haldun’mu ? Kokusunun ruha sineceği doğulan toprağın kimyasal bileşimi, coğrafi ( fay hatları üzerin deliği) ve iklimsel konumu, kültürel, dini, medeni, feodal yapısı halkının yapacağı işleri, tüketecekleri gıdalara, yaşayış tarzlarına, iyi ya da kötü, duyarlı ya da duyarsız psikolojiye sahipliğe kadar her şeyi etkileyip, belirlediğinden ey oğul ! eğer yapıcı bir coğrafyada doğmuşsan daha olumlu bir seyirde pek çok şeyin gelişimine katkı sunma üzerinedir eylemlerin, düşüncelerin yok savaş, ihanet, şiddet yüklü her güzelliği yok etmeye yeminli bir zihniyetin kol gezdiği bir coğrafyada Ortadoğu’da doğmuşsan mesela, hiçbir şeye musallat olamamışsan bu defa uğraşacağın kendini, benliğini yerden yere vuracak eylemlerinin, düşüncelerinin hepsi yıkıcılık üzerinedir diye mi düşündün, tam da Kültür Bakanlığınca yapılan restorasyon çalışmasında 700 yıllık Osmanlı Tuğrasının bulunduğu, duvarları hitli ile yıkılan Galata Kulesi’nin görüntüsünü izlerken haberlerde; Paris’te Arc de Triomphe (zafer takının) restorasyonunda böylesi bir yıkım vuku bulsaydı, tüm Parislilerin ‘tarihimize, değerlerimize yapılan bu saldırının sorumluları derhal cezalandırılsın’ diye ayağa kalkacağı bir muamma değilken’in çağrışımı; bir ülkede demokratik bir sistem söz konusuysa sorumluluk doğru iş yapmayan, beğenilmeyen yönetimde ısrar eden toplumdadır onun içinde İbn Haldun’un 14. yüzyıldan çıkıp “coğrafya kaderdir” dediğini duyduğunda yaşadığı döneme, bölgeye bakarak tespitinin doğruluğuna kanaat getirip ‘buna söylenecek sözüm yok ama bunu alkışlayanlara sözüm var; 18 yaşında üniversiteye giden, kendisini diğerlerinden bir adım öne taşıyıp, donanımlı kılacağından Pursaklar’daki evinden yoğun trafiğe takılmadan İngilizce kursuna yetişmek için her gün saat 5.30 da uyanıp, saat 17’ye kadar kursta, okulda kaldıktan sonra uzunca bir yolculukla tekrar evine dönen birinden beş adım öndeliğini sağlayacak olanakların önüne serildiği İsviçre’de doğan, aynı yaştaki bir genç de 5.30 da kalkacaktır ama spor yapmak, ata binmek belki de yüzmek için. Ana dili seviyesinde İngilizceyi konuşacak eğitimi daha kreşte aldığından Londra’ya gidip dilini geliştirecek artan zamanlarında elektronik müzik partilerine giderken bir yandan da mesleği ile ilgili staj yapacaktır değil mi? Bu durumda kendini geliştirmek yeni bir dil öğrenmek için çabalamaktan, yorulmaktansa ‘ uluslararası piyasada İsviçreli gençle nasıl bir rekabet edebilirim? ne yaparsam yapayım bir şey değişmeyecek, kaderim bu coğrafya da bu kısır hayatı yaşamak’la işine gelecek bahaneyi bulan Pursaklı gencin havlu atıp mücadeleden vaz geçmesi, kolaycılığa, bedavacılığa tutkun Ortadoğulu toplumda garipsenmeyecek hareket olacaktır.Oysa, gözleme, deneye, yeni keşiflerin gücüne dayanan bilimin, akılın kaderci yaklaşımları reddini gerektirecek dünya tarihinde yerini almış onlarca olay göstermiştir ki, coğrafya sadece istenilmeyen bir hayatın yaşanılmasının mazerettir, bataklıkta bile güzel çiçekler açtığını tabii bir de atılan tohumun GDO’lu olmaması gerektiğini de unutmadan; Abraham Lincoln’un ‘köleliği kaldırma’ kararıyla ‘ ne yapsam da kölelikten kurtulamayacağım’ düşüncesinde ki Afrika kökenli bir siyahiye; Hitler’in akıldışı yönetiminin ülkesini savaşa sürüklemesiyle oğlunu savaşta, komşusu Yahudileri Nazi kamplarında yitiren bir Alman’na; çizdikleri kaderin coğrafyayla alakasızlığında, ya tamam belki doğrudur da; doğduğun coğrafyanın var olan sistemine, geleneklerine, dinine göre hayatını, mizacını, seni farkına bile varmadan – Almanya ya da başka herhangi bir ülkeye göçenlerin ülkelerinde edindikleri yaşayış tarzını, alışkanlıklarını, düşünce yapılarını aynen devam ettirdiklerinden yola çıkarak– şekillendirdiği kalıptan kurtulmanın sanıldığı kadar kolay olmadığını görsek, bilsek de; bugün bir ekrana sığacak , dünyada kimi istersen onunla ilişki kuracak kadar küçülmüş küresel dünyada, toplumsal refahını, güvenliğini, özgürlüğünü artıracak önlemleri alarak , korunması gereken bir şey varsa o da güçlü devlet değil karşısındaki güçsüz bireyken Latince “quis custodiet ipsos custodes? koruyuculardan kim koruyacak?” ekseninde hukukun üstünlüğünün, yargı bağımsızlığının devreye girmediği genellikle de Ortadoğu’da hüküm süren otoriter yönetimlerdeyse devleti, yönetenlerini korumayı kabullendirdikleri bireylere “ Allah razı olsun, Allah zeval vermesin” duaları ettirtip ne veriyorsa onunla yetinilecek; aile, toplum yapısındaki hem döven, hem seven babalığı temel aldırdığı ‘devlet baba’lığında İbn Haldun’un sözü anlamını yitiriyor.Çünkü aynı coğrafyayı paylaşan Güney Kore, Kuzey Kore (Güney’de kişi başına milli gelir 30.000$, Kuzey’de 1,000$ dolar) Türkiye, Bulgaristan, Yunanistan, Rusya, Irak, İran Suriye’de kişi başına düşen gelir , refah, eşit yurttaşlık yaklaşımında gözlenen farklılıklar benzeri gibi tonca verinin yönetim anlayışı, ideolojisinden kaynaklanan ülkeleri yönetenlerin halkın, bireylerin kaderlerin belirlenmesinde ki güçlü etkenliklerini, argümanlıklarını teyit eder ki, bir başka güçlü argümanda Warren Buffett ‘ın geleceklerini garantileyen gelir düzeyine sahip olarak dünyaya teşrif eyleyen zengin çocuklarını kast ettiği “şanslı sperm kulübü üyelerin” den biri olarak kültürü, bilgisi sığ Sierra Leone’de bile doğulsa edinilecek farklı arkadaşlarla çevresini yenileyecek, sosyalleşecek, yoksul ülkesinden daha gelişmiş bir ülkede okuma şansını elinde bulundurduğundan…… ‘mola’…’mola istiyorum hocam ! rica ediyorum, bir dakika ara ver yazmaya, söylemeyeyim, söylemeyeyim diyorum ama çığırından çıkarıp başlangıçtaki temasından uzaklaştırarak günlük bir gazetede ya da sosyal medyada, internet sitesinde bir köşe yazarı tarafından yazılan izlenimler, görüşler, yorumlarla dolu makaleye döndürdün romanı, nasıl bir kurgudur bu ? Bunları niye yazıyorsun? Bak yazmasan sen kimse bilmiyor zaten bunları küçümseyici bakışınla, beni, yazdıklarımı, romanımı önemsediğini, kötü bir duruma düşmemi istemediğini hissettirerek yapıyorsun sende, herkesle aynı dayatmacı faşist tavrı gösterdiğini fark ettirmeyerek hem de. Tamam acemiyim, bilmiyorum işte roman yazmayı ama madem dostumsun neden herkesten önce sen kırıyorsun beni?Başkalarından farklı davranıp eleştiriye hemen başlamayıp yazma zevkimi kırmasan… azıcık bekleseydin belki senin düşündüğünden çok daha iyi bir yola evrilecekti roman. Her zaman ki gibi yarardan çok zarar, ne yazacağımı da unutturdun araya girmekle… evet ! Satre’ın “var oluşumuza karışamayız ama ondan sonrasının sorumluluğu, kaderi oluşturmanın yükümlülüğü bize aittir” ni elinin tersiyle iten; daha, daha iktidarda kalmak, güçlenmek için, gelişimi, ilerlemeyi durduracağından din, mezhep, tarikat, cemaat, etnik köken temelli savaşlar yaratıp sanal düşmanlıklara blokeleyerek, kendisiyle alakalı beceriksizliğinin, başarısızlığının, mücadele etmemesinin, alıştığı konforda debelenmesinin , özgürlüğünün kısıtlanmasının sorumluluğunu üzerinden atmanın yolunu da açacağı bireyi, kitleyi; her şeyin şahane olduğu yalanını durmadan yineleyerek sanki kendisinden daha iyisi gelmez ,bulunmaz düşüncesinde oyalayarak kullanma uyanıklılığında ki; o coğrafyaya…o topluma egemen yönetenler; isyansızlığı, mücadelenin faydasızlığını, kabullenişi getirdiğinden kaderi doğulan Coğrafya kılan zihniyetin de baş destekçileridir. İşte sen ! şayet var idiyse Tanrının kırk yılda bir de olsa iyi bir şey yaptığına inanacağın daha yeryüzüne …, …, Marx, Schopenhauer, Monet, Renoir, Rilke, Joyce gibi onlarca yazarı, sanatçıyı ve kimi zaman bir çocuğun annesinden “iyi geceler” öpücüğü alma arzusu, kimi zaman uyku, uyanıklık arasındaki muğlaklık, kimi zaman Rönesans üslubundaki mekanları, kimi zaman etnobotanik dalına hizmet peyzaj, çiçek izlenimlerinden yaratığı, sınır kapısını istediği zaman açan…istediği zaman kapatan apo Proust’u göndermesidir’ demediğin, Ortadoğu’da doğmanın da gözyaşı, keder, acı, savaş getirdiğini de bilmediğin, duyumsadığın kokuların, tattığın yiyeceklerin, gördüğün çiçeklerin, böceklerin, dokunduğun insanların hayatının içinde genel geçer sınırsızlıkta ilerlediği zamanda; günde tek bir taksinin, dolmuşun, cemsenin geçtiği, geçim kaynağı olup karınları da doyurduğundan; koyunlara, keçilere,ineklere, tavuklara, camışlara (manda), atlara, süte, (hak) yumurtaya, salatalığa, sebzeye, buğdaya; çocuklardan daha çok değer verilen, itina gösterilen dewa malarda, köylerde; yaşamadıklarından şaplaklı, çimdikli, saç çekmeli kabalığı sevgi sanan; on, on iki yaşındaki kız çocuklarını ‘bu benim oğlanın eşekten yalnız iki kulağı eksiktir, amcan oğludur, akrabandır evlen bununla, sen aklısın idare edersin’ ilişkilerine zorlamalı, başkalarına göre eften püften ama oradakilerin hayatını etkilediğinden sonsuz öneme haiz birbirini kıskanan eltilerin, yengelerin, kaynanaların, amcaların, yeğenlerin, gelinlerin ‘bütün gün çüçe anam çüçe…anca otursun, biz öküz, çamış gibi çalışalım neymiş, şehirdeymiş işi ama ot, kavak parası almaya gelince başta o koşuyor‘– ’a o mergệ Seterıj’de ki çayırı tek başıma tırpanladım, otları bağ yapacağına gitmiş uyumuş dere kenarında ‘– ‘şu münafığa bak hele ! eline çay bardağı, yanına gıle Hasena’yı almış, ma a o lojının önünde konuşup duruyor sabahtan bu yana.Hamur kabarmış taşıyor tekneden, çoluk çocuk aç ekmek geç kaldı, sofra kurulacak, ne gam’lı; bazen yanından su geçtiğinden verimli gördüğü arazinin kendisine verilmesini istediği bazen de sattığı 100 kavak ağacından aldığı parayı bölüşmeyi istemeyen erkek kardeşlerin atışmasına dahil olacak oğlan çocuklarının (Talo’nun) amcasını (babanı) kuzenlerinin ( senin) gözünün önünde dövdüğünü görünce bu defada diğer kardeşin (büyük amcanın Talo’ya) eline geçirdiği sopayla daldığı, yumak halinde birbirine girişmeli, yumruklu, saygısızlığın tavan yaptığı bitmeyen kavgaların sonrasında hiçbir şey yaşanmamışcasına birbirlerinin yüzüne bakacakları aynı sofraya oturup yemek yeme riyakarlığını koca yalan ‘akrabayız biz, aynı kandan…’ sığındırmanın ayıbını içte taşımanın da olağanlığında, en az yirmi kişiye ekmek, yemek yapan, sofra kuran, kaldıran, dereden çektikleri suyla bulaşık, çamaşır yıkayan, onca kişinin oturacağı sandalye, kürsü, minder ayarlayan, yaşı küçükleri koğuştaymışçasına bitiştik nizam yatırmak için yer yatağı hazırlayan, sürekli sıcak su bulundurmak için ele ne geçerse ocağın üstüne koyup bir ordunun ihtiyacı kadar iki üç çaydanlıkta, semaverde – yeniden demlenmeyip ha bire üzerine sıcak su eklendiğinden çaylıktan çıkan – çay demleyen annelerin, kadınların ; çocuklarının ‘açım’, ‘su’ , ‘ne giyineceğim’ , ‘baksana! her tarafım kaşınıyor ‘ isteklerine ‘ karnım ağrıyor’, ‘İbo, beni dövdü’ dertlerine kayıtsız kaldığı, belki de yetiştirilmesi gerekli onca iş arasında söylense ‘hele bak, çok önemli bir şey mi bu?olmasa ne olur’ basitliğine koyacakları…suçlama, hayır ! annelerinden görmediklerinden akıllarından geçmeyen çocukluğunda annenden almadığın; yatmadan önce her akşam annesinden aldığı “iyi geceler öpücüğünü” eve misafir (M.Swann) geldiğinde alamamasıyla sancılı, girdaplara düşmesini manalandırıp bir yere koyamadığın; evlerin etrafını saran en sevdiğin reçelin hammaddesi, üzerine limon sıkılarak kırmızılaşan suyuna kırtlama şeker batırılıp çay içilen Van’ın koca yapraklı, mis kokulu güllerinden, Süphan dağı eteklerini kaplayan gelinciklerinden, lalelerinden haberdar olunan, tezek kokularının arasında burna değdiğinden cennette yaşanıyormuş hissi uyandırıp ‘ yok dünyada bunun gibisi, nasıl bir kokudur bu yaydığın beni benden alan‘ sevgisinde yaprakları okşanmadan, güzelliklerine bakılmadan ilgisizce yanlarından geçilip gidilen, ömrü solduğunda ‘elbet farkıma varacaklar’ inadıyla ertesi yıl yine açan, toplanıp , olmadığından vazo da değil su bardağı ya da şişe de odalara, salona fresh, taze koku vermesi için konulmayan bin bir çeşit çiçeğin, adının ne olduğunu ilaç için çocuklarına anlatmayı düşünen tek bir ebeveyn çıkmadığından ancak belki inanılmaz gelecek ama onbeş, ondört yaşlarında ‘aaaa!!! ama…ama bunların aynısını dewa ma Badan’da, Kasman’da, Ameren’da görmüştüm demek adı sümbülmüş ‘ şaşkınlığında nergis, hanımeli, …, …,’yle tanışıldığından “yeşil hortumdan çıkan su damlaları gibi serin ve sert olan Gilberte adını yaseminlerin ve şebboyların üzerinde yankılanırken duydum” betimlemesiyle harflere, sözcüklere resim yaptırtıp, ilk aşk tomurcuğunu bir çiçeğin renginden alınan ruhani doyumla; yumuşacık yastıklar üzerinde, ipeklere sardığı sözcüklerle anlatan duygulardan, benzetmelerden fersah fersah uzakta; olması için öncelikle gidilecek bir memleket, gidildiğinde karşılaşılan hepsini tanımanın imkansızlığında isimlerini de bilemeyeceğin elli teyze, bir o kadar amca çocuğu arasında kaybolan benliği ezilmesine, varlığın önemsenmemesine alışılan; birbirlerine sayan, söven sonrasında hiçbir şey olmamışçasına gülüşen riyakarlık…haydi bunlardan dostluk, insanlık bekle ! ha ben oldum olası akraba sevmem hepsi dedikoducu, parçalamaya hazır akbaba gibiler.Yedi kat yabancı kardeşinden daha candır, daha samimidir’ yorumlarıyla sonlanan, genetik kodları, fikirleri aynı, yeni çevre, fikir ve bireylere açılmayan kapalılıkta; bazen iyi, bazen kötü, bazen canından can, bazen canından bezdiren kalabalık topluluk; akrabaların da dimağda yer edindiği yılların sonrasında; yendiğinde, karşılaşıldığında ortaya çıkan tadın, kokunun peşinde sürüklenerek yaz tatillerini geçirdiği Combary’e atacak çağrışımı tetikleyecek çaya batırılan bir parça madlenli kek (kurabiye ) ya da özelliği olan bir yiyecek yemediğinden, bir şey alınmadığından denesen de seni ev damına, dewa ma Badan’a götürmeyecek ‘çaya batırılan bir madlen parçasından bu kadar cümle nasıl fışkırdı’ imrenmeni apo ‘Proust’ da gerçekleşmişi var.Zaten herkesin kayıp zamanlarını dürtecek cinsinden hem de’yle bastıracak, büyükbabanın dokuyüzkırkaltı yılındaki depremde altında kaldığı yerde yeniden aynısı yapılmış ev damı çe Resulde geçirdiğin; ”bırakınız yapsınlar, bırakınız üzerinden geçsinler” düsturlu Türkiye devletince yaygınlaştırılmış, ilgilenmediğinden sorumluluk yükletmedikleri babalar gibi “saldım çayıra, mevlam kayıra” çocuk yetiştirme, büyütme tekniğini benimseyen ev damı kadınlarının; kendileri de aynı yoldan geçtiklerinden üzerine tereyağı sürdükleri, arasına çökelek, şanslı gündeyseniz bal kaymak bazen soğan, yumurta koydukları yufka ekmeği, bir parça niyazı, çöreği ellerine tutuşturarak başlarından savıp , günün geri kalanında kendilerini rahatsız etmedikleri müddetçe ne yaptıklarını, ne halt ettiklerini merak etmemeleri ev damındaki on, onbeş çocuğu alakadar etmese de yine de ‘ bugün Cepanik yaylasına gittik, yolda Nade kenger sakızı nasıl yapılır size göstereyim mi dedi. Toprağın üzerine çer, çöp gibi kısa çalıları, otları yana yana dizdi sonra kengerin kartlaşmış kısmını çat diye ortadan böldü böyle süt gibi akan bir şeyi dizdiğimiz çalıların üstüne tuttu, yine çer çöple kapatıp gizledi, burada kurusun iki gün sonra gelir alır, çiğneriz dedi. Sonra bir kayanın üzerinde sarı, siyah, kahverengi böyle kum gibi bir şeyi ufak taşla kazıdı, tuluktan azıcık su döktü alın size kına diyerek tırnağımıza (bu esnada parmağın iki boğum yeri gösterilir) buraya, buraya sürdü çaputla bağladı.Ben güzel olmaz diye yıkmak istedim, bırakmadı, çene rahat dur, bekle dedi sonra çeşmede yıkadık.Bak ! kına gibi mi olmuş ?‘ keşiflerinin sevincini kıran ‘eree çenek sırsı mı? Adamlar kapıda çay bekler, çekil önümden, sonra anlatırsın’ koşturmasında ‘ evlat mecburen bakıyorsun, atsan atılmaz ha satsan kim alacak’ modunda katlanılması gereken nesne muamelesi, ‘ne yaptın bugün, nerelere gittin’ meraksızlığı Badan’daki yaz tatillerini lunaparkta gitmekten daha eğlenceli, daha gizemli geçirmenin nedeniydi de.
Eğitimleri de ne olursa olsun hayatlarında kim varsa hep hizmet beklediğinden i ‘haydi kalkın, güneş doğdu çoktan, ne duruyorsunuz, çabık, çabık ‘ guguk kuşlu çalar saat yaşlıların, uykuyu haram ettikleri, şafaktan gece yarılarına fabrikadaymışçasına bitmeyen iş akışında fırsat bulurlarsa ‘eree ne olmuş, ne? biri de dese yazıktır, günahtır bu kadına, öldü açlıktan…waye, insaf bana bir çalkama (ayran) yap , ben de ekmek alayım’la a oraya çöküp yemek yerken, kırtlama çay içerken ancak çocuklarıyla konuşacak yazgılarının; eziyet, fakirlik çekme, horlanma, değişmeyen mansplainingle eşitlendiğini öğreneceğin ilk yer dewa ma Badan’da , Xasıma (Kasman) da a o yüzdendi işte, çocuklarıyla ilgilenmesini erteleten sağdığı malların sütünü kaynatmak gibi bekletilemeyecek işlerin önceliği çene ma, kızı Saime ölmekteyken yorgunluktan göz kapaklarını açamamasını anlayabildiğinden acıdığın teyzen Sare’nin, kadınların peşine takılıp mala gitmek; oturduğu görülmediğinden ‘niye bütün işleri hep sen yapıyorsun?’ üzüntüsünde zayıf mı zayıf, kızıl saçlarıyla gözüne diğerlerinde farklı görünen elinde bakır, alüminyumdan bakraç, sırtında deri tulum ( meşk)le yola revan annenin amcasının kızı Fikriye’nin; onlarca hayvan varek, bızek, beran, tükş’ün arasında ev damına ait keçileri, koyunları tanımasının hayretinde ‘çene, çeniii, şu kulağı yırtık sarı bızek var ya o da bizimdir, bıjı bere ( hadi getir), korkma bir şey yapmaz’ komutuna uyup yakalamak için düşe, kalka koşturulan keçiler, koyunlar ağızlarını büzülerek çıkardıkları ‘şışşşş, bırrrr, bürürü’ sesleriyle bir bacağından tutulup önlerine çektikten sonra kalçalarına şaplaklar indiren kadınların ‘sakin, sakin ol… güzel kızım’ la sevecenliğinde sağıldığında, bakraçta köpüren süte bakıp; ‘hayvan deyip geçme, onlarda kendi evlerini tanırlar’ önermesini haklı çıkaran yemleri; samanların, ot yığınların da depolandığı evin biraz ilerisindeki “kom”larda kalan koyunlar, keçiler gibi otlaklara, yaylaya (ware) çıkarılmayan, çobanın sabah lıp akşama doğru köye getirdiği büyükbaşların; inek, dana, camışların (manda)nın herhangi bir şey yapılmasına gerek kalmadan kendiliğinden sürüden ayrılıp taş, toprak zeminli ahıra girmelerini izleyip; bazen akşama doğru, bazen sabahın kör vaktinde evin önünde ya da lojının olduğu mutfak da tavana asılı kalın halata, bir ağaca ya da üç ayaklı (Sepi) Sêpik’e içine yoğurt, soğuk su doldurulduktan sonra bağlanan keçi, koyun derisinin sıcak suyun içine daldırılarak kıllarının yolunduğu, üzerindeki yağlardan arındırıldığı epeyce zahmetli işlemler sonrasında ortaya çıkan kızıl, siyah renkli tuluk ( meşk)in ya da tahtadan yagukun kapakları kapatılır kapatılmaz ileri, geri hareketlerle iteklenmelerinden çıkacan çalkalanma sesi duyulur duyulmaz yataktan fırlayan ya da nerede bulunuyorsa ordan koşularak yayık yayanın yanında biten çocuklara ‘ben yapayım’- ‘çenei…çenei , laoo, lacek rahat durun, o kadar iş var daha, bırakın da bitireyim, oyalamayın beni, gücünüz yetmez yorulursunuz’ direnmesine ‘yorulmam ben, sen dinlen, a o taşa otur biraz, biz yaparız’ yalvarmasına ancak on dakika dayanamayacağı bilinen ’errrr, tamam’la havlu atan büyüklerden genellikle de Fikriye’den koparılan izinle yayığın başına geçilen anda ayranın çalkalanmasının “tık, tık, tok tok” ritmine karışan dere Çor’un, Mengéli’n, köpeklerin, tavukların, ineklerin sesi “oooo, eroo memo, memo’ bağrışları, senfonik bir konser veriliyormuşçasına köyü inletirken, teknolojik devrim sayesinde her şeyi somutlaştıran görselliğin; dimağı tembelliğe iterek düşünme, yaratma, hayal etme yetisini azaltıp, duyguları ifade edecek yeni sözcüklere, betimlemelere ihtiyaç bırakmayacak 21.inci yüzyılda dewa ma Badan’da sülale ortamında yaşayacak Proust ‘un; kalabalıkta hiçlenen benliğin devinimini, acısını, aşkı, ölümü, umudu nasıl, hangi sözcüklerle dile , hangi betimlemelere sığınacağının merakında, kim bilir belki de bu yüzyılda ‘imgelemeler, izdüşümler, sözcükler arasında debelenmeye ne gerek? yormayayım kendimi; vereceğim linki tıklayarak görün işte neyi betimlediğimi, anlattığımı, hissettiklerimi de arada sıra da blog’umda yayınlayarak yazma hevesimi tatmin ederim, hepsi bu.Hem istediğini fotoshoplayacağın görsellik varken artık yazında betimlemenin sonunu kutlayabiliriz dermiydi acaba?’ yı düşündüren multiculture de; yukarıda yazdığın cümlelerle nasıl yapıldığını, ne olduğunu, şeklini şemalini ifade edemediğin meşk, yaguk olayını http://galeri.netfotograf.com/fotograf.asp?foto_id=40832;http://www.erzurumgazetesi.com.tr/haber/yayik-geleneğiyasatiliyor/56519;http://rojnameyannewroz2.com/emekci-kadinlardan-bidemet-yayla-kadinlari-ve-asiklar-14364.html şu üç linki tıklayarak görebilirsiniz yazarak okuyucuya anlatmayı denesen mi ?? heyezanında debelenen, şayet yazınla uğraşanlar böyle bir yol izlese, kitap okunan ülkeler listesinin sonlarındaki Türkiye’de pek revaçta olacağından bu yazın türü, ortalığın 20, 30 sayfalık romanlardan geçilmeyeceği edebiyatın cenaze namazına davetiyede çıkarılmış olunmaz mı? Senin bu tembelliğe serenatlı uyanık aklına tüküreyim ben daha fazla uzaklaşma e mi evladım? devam et yazmaya; arada sırada yaymaya ara verilip kapağı açılan meşke, yaguka parmak daldırıp ‘oldu’, ‘az kaldı, beş on dakika daha’, ‘offf bitti nihayet’le çalkalanmaktan köpük köpük ayranın döküldüğü, içinde çamaşır da kaynatılan, yıkanmak için su da ısıtılan kara kazanların üzerinde toplanan yağlar ( ronu teze’nin) elle topak yapılarak bakraçtaki soğuk suyun içine atılması sonrasında odun ateşinin üzerine konan kara kazanda çürütülen ayranın beyaz tülbentlerden, kevgirden süzülmesiyle kışın, yazın yenecek çökelek (dorak) deri tulumlara hava almayacak biçimde iyice, elle bastırılırken bazen araya tereyağı konulan ‘hoş dorak’ yapımında bulunmalı; yer yer paslanmış, emayesi, kalayı dökülmüş tencereye konulmuş buğday, yemek artıklarıyla yemleme ardından yakalamak için kovalanan tavukların kümesine girip toplanan yumurtaları bazen peşine düştüğün üstleri kirlenmesin diye önlerine önlükten geniş peştamal takan kadınlardan farklı, hiçbir yeri kirlenmesin diye elbisesinin üzerine lastik geçirilmiş etek giyen, muhasebeciler gibi kolunun yarısına kadar çektiği siyah bez kolluklar kullanan titiz anneannenin eteğine koymalı bazen de toprak, saman, su karıştırarak yapılan kerpiçleri kürekle kalıplara dökmek, uçsuz bucaksız geniş alana serilmiş dizi dizi kerpiçlerin üzerinden atlamak, aralarında oluşmuş labirentli yollarda koşmalı ucundan kıyısından tutulan onlarca faaliyetin, etkinliğin içinde kimse karışmadığından akla esen de yapıldığından dağ, tepe, çayır, orman gezilirken susuzluğun çeşmeden, kıyısında ya da ortasındaki bir taşa oturup ayakların daldırıldığı dereden giderilip açlığın da toplanacak kenger, yemlik, elma, yabani armut, erik, alıçla bastırıldığı saatlerin nasıl geçtiğinin habersizliğinde; altı , yedi ay kar, kış altında geçirildiğinden ve babanın yıllık izni de değeri büyük salatalığın, sebze ve meyvelerin ancak yenildiği, başakların olgunlaşıp sarardığı harman zamanına denk geldiğinden (ma şérére cıwéna ser) haydi harmana gidelim, dövene bineriz’ eğlencesiyle dibe vurmak için harman alanına uğramadan akşamın edilmeyeceği çocuk zamanlarında; ufak taş köprüyle karşı kıyısına geçilen deré Mengelî’le arasında bir iki ağaçlık mesafede neredeyse bitişik , iki erkeğin çimen, uzun sazlık çalılıkları ve kamışlarını bükerek yaptığı kalın ot halatlarıyla bağlanmış arpa, buğday saplarının; samanlarının üç çatallı bir sopayla yerleştirildiği öküz arabasında ya da insan, at, eşek sırtında taşınarak istif de edildiği harman alanına dağıtılan olgunlaşmış başaklar; altına kesici çakmak taşlarının çakıldığı, boyunduruğa koşulu, ezecekleri buğdaydan ( usareden) yemesinler diye ağızları kalın bezle bağlanmış iki öküz, manda, atın çektiği önü hafifi kalkık tahtadan döven ( moşene ) de bir nevi arabadaymışçasına uçurulmak; kendisi de on iki yaşında evlendirildiğinden, ölmeseydi teyzen Leyla, onun da diğer beş kızı gibi on iki yaşında “kocaya” verilmesine susacak, kız çocuğu için evlenmekten başka bir alternatifi varsaymayan ve dahi o yaşlarda (yedi, on ) ellere tutuşturulan ibrikle suladıktan sonra odaları , evin etrafını ta Palakaya kadar süpürmeyi iş görmeyen çene Küçükağanın ‘bahardır.Murat yükselmiş; çağıldıyor, gürlüyor, yıkıyor geçiyor.Her yer, köprüler sel altında, kimse geçemiyor karşıya, Turna bakmış yükseklerden insanların acizliğine seslenmiş Murat’a “ suyun yükselmiş Murat, Turna’nın umrunda mı ? qulıng gotıye, ava Muradệ rabuye xemệ min e” siz kızların ki de Turna hesabı. Evde iş, güç mü var, çeşmeden su mu getirilecek, odalar mı süpürülecek, sofra mı kurulacak, varsa yoksa tıro vıro işler; gez, toz.Yarın, öbür gün gideceğin el, evinde senden dövende oynama istemez, iş bekler, iş…’ öfkesine değerdi değmesine de, altındaki başağı sapından samanından ayırmak için durmadan dönen hayvanları ayakta idare eden büyükler bir tülü işe ara vermek istemediklerinden dakikalarca dövenle dönme, ortaya çıkan hışır, hışır ses, buğday, çimen, ot, çiçek karışımı kokuyla ağza, burna giren toz, toprak mide bulandırıp, başı döndürüp, göz kararttığında “bir anı” kollayıp, atıverirdin kendini otların arasına. Bir dakika dursana! sadece bir tavsiye yanlış anlama yazanın kurgusuna müdahale değil amacım da ama okuyucunu “harman dövme” , “Eskiden Harman Dövmek (Kovmak)”,” Hey gidi hey…”, “Eskiden harman döğme gem sürme döven sürme böyleydi” başlıklı Youtube videolarını izlemeye yönlendirsen dövene dair bunca satırı yazmazdın ki öylesi bence çok daha açıklayıcı olurmuydu ???? işaretli olsa da ultra post, post modern yazıncılık daha mantıklı değil mi? Böylece okuyucun da amcan kızı Leyla’nın vefatına giden sürece bir an önce dahil olur.Ya ben de biliyorum, bilgisayarmışçasına ard arda tık…tık… tık açılan bir çok pencereden her şeyin; duyguların eşliksizliğin de “tak…tak…tak” süratinde, çarçabuk izlenerek olup bitmesinden yana insanların fazlalığındaki bu ultra modern Alfa çağda , uzun satırlarımın sıkılmadan okunmayacağını ama üzgünüm her ayrıntının önemli kıldığı geçmiş; belirlediğinden geleceği; ultra Alfa okuyucuyu bu anlamda memnun edemeyeceğim, benden karşılayamayacağımdan beklentisi olmasın. Daye kurbane cane ! sıkıldıysan… yine de , kim bilir, belki ilerleyen sayfalarda kendinden de bir şeyler bulacağın sürprizlerle karşılaşabilirsin. Ve sapından, buğdayından, arpasından, çavdarından ayrılacak kadar dövenle çiğnendiğinde kürekle, tırmıkla harman alanının ortasında koni biçimi verilerek toplanan, bazen ertesi güne bırakılacağından düşecek çiğden, yağacak yağmurdan korumak için üzerlerine naylon geçirilen ‘pencereleri kapatın, ambarda, kilerde, ortada açık bir yiyecek bırakmayın her yer toz, toprak dolar şimdi’ uyarısını yapan ağızlarını burunlarını leçeklerle, bezlerle kapatmış erkekler; genellikle akşama doğru rüzgarın estiği yöne göre başakları tanelerinden, samandan ayıracak savurma işlemine koninin tepesinden aşağıya doğru inerek başladıklarında; öksürük sesleriyle birlikte göğe yükselen kalın, ince sarı, bejimsi toz bulutu köyü karartırken, saman, toprak karışımı çer, çöp de her yere; bostandaki meyveye, sebzeye, kirpiklere, saçlara, elbiselere konmasının ertesinde önce iri ardından seyrek gözlü kalburdan, elekten geçirerek taştan, topraktan buğdayı, arpayı, çavdarı ayıran kadınlara, erkeklere güğüm, testi, bakraçtan ziyade hafifliğinden taşıması kolay alüminyum kovalarla çeşmeden soğuk su taşımayla görevlendirilmiş çocuklar da bezlerin, naylonların üzerine serilecek çiği karnı ağrıttığından arakladıkları buğdayı, mısırı ordan buradan buldukları teneke, kullanılmayan kap, kacağı üzerine koyacakları iki taşın altında yakacakları ateşte kavururken, çuvallara, tenekelere konulan buğdaylar öküz, el arabalarında veya sırtta taşınarak köyün değirmenine götürülürken, evin ihtiyacı için ayrılan yıkanıp, kara kazanlarda haşlanır, kalbur, bez üzerinde kurutulur, azıcık ıslatıldıktan sonra her evde bulunan ‘koca taş nasıl böyle yuvarlak hale getirilip, üst üste konulmuş’ la nasıl yapıldığına akıl sır erdiremediğin döndürmekten yorulup bırakacaklarını bildikleri çocukların denemelerine ses çıkarılmayan taş ya da tahta kollu taş el değirmeni (distar)yle, çe Taluda kom’un yanında toprağa gömülü koca dibek taşında bir çocuğun kaldıramayacağı ağırlıkta ağaç, taş tokmaklarla bir tenekesi için iki kadının ayakta en az 2 saat kol gücüyle dövdüğü buğdayın bulgura dönüştürülmesi de dahil hava kararmadan gün ışığında bitirilmesi gerekli gece yarılarına kadar sürecek bi dünya işin aceleliğindeki kadınların, hiç olmasa gece dinlenen arılardan daha fazla çalıştığı yazda; ancak çok acıkmışlarsa yanına uğradıkları, koyunlardan kırpılan yünleri dere de taş üzerinde tokmakla yıkma gibi keyifli işlerinde yardımlarına koştukları ebeveynlerin; kendilerini geç ya da hiç fark etmeyen ilgisizliklerinin ruhlarda yara açmaması herhalde çocukluğunda herkesin aynı tavırla karşılaşmasından dolayı bunu da yaşamın doğal bir parçası kabullendikleri hengamede göz önündeki ip gibi arka arkaya dizilmiş yuvalarına yiyecek stoklayan çalışkan karıncaları; peteklerine girip çıkan arıları; “insanların arasında da yalnızlık duyulur, dedi yılan… Ve geceleyin gökyüzüne baktığında bütün yıldızlar gülüyor gibi olacak… Yalnızca senin gülen yıldızların olacak! ” okuduğunda Can’a, gözlerinin bir o yana, bir bu yana salınmasının ardından gelen “bu neydi şimdi” kalakalmış ifadesine bakıp ‘Küçük Prens’i anlayan bir tane çocuk varsa kör olayım’ derken filmlerde sık rastlanılan yan yana uzanmış iki kişi arasında ‘yıldızlar nasıl da parlak, bu ben, şu da sensin, bak yıldız kayıyor haydi çabuk bir dilek tut’ repliğini tekrarlatacak “gülen yıldızları” gözlemenin düşünülmediği Champs Élysées’deki dükkândan satın aldığı akik bilyeleri hediye edecek Gilberte tarzı roman okuyan, müzik dinleyen, şık giyinen zarif arkadaşlardan bir haber; Marcel’e “kuşkonmazların pembe tuniklerinin üzerindeki gök mavisi hafif taçlar, tıpkı Padova fresklerindeki Erdem’in çelenk yapıp başına taktığı, sepetine sapladığı çiçekler gibi ince ince, yıldız yıldız çizilmiş olurdu” göndermeli ucuz bucaksız hayal dünyasının kapılarını aralayan dimağı, yetisini geliştiren; Kasman da şiir yazan dedenin “baba oda”sında iki raflı cam kapaklı küçük dolapta gördüğün birkaç kitap dışında şehre okumaya gönderilmişler getirinceye dek ev damlarında kendilerine de okunmadığından, okumadıklarından okusunlar diye Aya Seyahat, Define Adası, Tom Amcanın Kulübesi, Çöplük, Çocuk Kalbi, Dede Korkut Hikayeleri, Cin Ali hatta Nasrettin Hoca fıkraların bulunduğu kitaplarından bir tanesinin bile çocukların eline tutuşturulmadığı büyük düşmanı evin içindeki üvey baba, üvey anne kılan dünde; Valdermort’u defetmeyi planlayacak Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu’na kabul edilen Harry Potter, Alacakaranlık (Twilight) ta nasıl oluyorsa kan emen ama sevimli vampirler Bella, Edward ; cadı Sabrina, Selena, Spider Man olunmak istenen Narnia Günlükleri, Netflix izlenerek büyülünen bugünde; yediklerini, içtiklerini görgüsüzce paylaşıp, sosyalleşmeyi de kendileri gibi düşünen, hisseden yüzlerini görmedikleri Twitter, Whatsapp, Facebook, İnstagram kullanıcılarıyla yazışma, mesajlaşma algıladıkları, filmleri, dizileri gerçek kıldıkları sanal dünyalarında acı çekmeden, sevgiden hayatın gerçeklerinden uzaklaşıp sorunlu olmayı seçen, acı çektirmeyi de sevebilen Z , Alfa kuşağının Edward’a Justin Bieber, Selena Gomez’e ağlayıp, üzülmelerine bakıp sanki “Öyle Bir Geçer Zaman Ki”nin Ali Kaptan’ı, Üvey Baba’da ki Halil Güneşli’den farkıymış gibi Lamia’ya ağlayanları eleştirmelerinin de bal gibili saçmalığında; saman kağıda basılmış, imla hatalarıyla dolu kitapların yerini almış televizyonların Lamia çilekeşliğini çektirdikleri Küçük Emrah, Küçük Ceylan’nın oynadığı Üvey Baba’nın, Küçük Besleme’nin bin beteri dramlarla dolu Prime Time’larını kaçırmamak için gecelikli, pijamalı, eşofmanlı, tepsisine kumandasını yanına çay meyve, çekirdek, kek tabağını koymuş yaşayamadıkları ama olmasını, yapmayı istedikleri, düşündükleri ne varsa, aşk, zenginlik, patronluk, çete reisliği, kariyer, eğitim, ve kültüre sahiplik, özgürlük ; ne varsa, hepsini tadacakları içinde bulunmayı sevdikleri, özlem duydukları evlerde, konaklarda, işyerlerinde başkalarının, yakınlarının yaşadığı hayatlarla dolu Bay Yanlış, Sen Çal Kapımı, Çukur, Aile, …, …, dizilerinin, Esra Erol, Müge Anlı, Zühal Topal’ların realite Show’larının sadık izleyiciliğinde ‘ iyi ki bir dizi çektiniz; durmadan sabah akşam tekrarlamazsanız hatrım kalır’ demeden, usanmadan on yüz bin kere de tekrarına bakacakları onlarca Geniş Aile, Aşk-ı Memnu, Öyle Bir Geçer Zaman Ki ‘nin senaristlerinin yönetmenlerinin , yapımcılarının yazdıkları ne idiyse, yazdıkları aynısıydı diye düşündüğün Kemallettin Tuğcu’ya ait bir romanın uyarlaması filmin, dizin yorum kısmına ‘bir eğitici, öğretmen bu tür psikolojisini bozacak ağlak kitapları nasıl tavsiye eder şuncağız çocuklara?’ ifritiyle yüklenilmesinin acayipliğine dalış yapmadan özellikle taşralı dar, orta gelirli sınıfın okumaya meraklı çocuklarını,bir nesli kederi önceden öğretmenin ne gereği vardı, kederi öğreneceği bir coğrafya karşısındayken demeyip hayata hep hüzünlü tarafından baktıracak “Tuğcu Sendromu”yla tanıştırıp, gereksiz merhamet gösterisine kalkışmalarının en… en önemlisi de kendilerini kötü hissettikleri anda bile, babasını kaybedip annesiyle şehre taşınan, orada türlü sıkıntılar yaşayan , pek çok tanıdıkları öldükten seneler sonra döndükleri köyün tamamen yanmasıyla karşılaşan bir çocuğun başından geçeni anlatan az önce bitirdikleri romanı hatırlayıp “olsun her şey bundan daha beter… kötü olabilir” kanaatkarlığında kaderciliğe teslimini başardığından, kesinlikle, üzerine en az dört beş tez yazılması gerekli “her sakat biraz üzüntü içindedir ve içine kapanıktır… Ben onun (annem) için iç acısı idim. Beni sakat doğurduğu için gizli gizli ağlardı” ruh halinde camdan seyrettiği oyun oynayan mutlu çocukları görmeye dayanamadığından belki de Öksüz Oğlan, Ana Hakkı, Kolsuz Bebek, Sokak Çocuğu, Baba Evi, İçler Acısı, Yavrucuk , Yetim Malı … gibi acıklı isimler koyduğu hemen her romanını “çocuk acı çekmeli” ana fikrinde temellendirerek; annesi babası hasta ya da annesinin , babasının ölmesi yetmezmiş gibi üstüne fakirlik çektirdiği yavrucaklara üvey anne ya da babası tarafından yapılan eziyetlerle doluluğundan büyünce tek satırını değil her birine yüzlerce gözyaşı döktüğü hatırlanan; ilk okulda öğretmenler “ okuyun” tavsiyesinde bulunduklarından, yatağa uzanıp fotoroman gibi ard arda, gözyaşlarını sile sile okumanın etkisinde kendilerine kızan, bağıran , tokat atan annelerinden ‘üvey anne misin? kötü davranıyorsun? bohçacı kadından alınan üvey çocuk muyum?’ şüphelenme dışında, ortamlarında karşılaştıkları, gördükleri gaddar acımasız büyüklerin taklit edildiği ‘çocuk acımasız’lığında; AP’den senatör akraba vasıtasıyla tayinini Van’dan Ankara’ya çıkaran babanın yaptığı gecekondu yaptığı mahallenize iki, üç kilometre var, yok uzaklıkta az ötenizdeki Ulucanlar cezaevinin avlusundaki kavak ağacının altında, 6 Mayıs 1972 tarihinde sabaha karşı saat 03’de idam edilmelerinin %98 ‘inin sevinçle kutlayacağına güvendikleri Türkiyelilere müjdelemek için yıldırım, ikinci baskı yapan gazetelerin neredeyse hepsinin ortak “ Gezmiş, İnan, Aslan idam edildi” manşetlerini ‘oyyy ananız ölseydi ! Allahım, gece yarısı asmışlar’ gözyaşlarıyla okumasına, ‘ bizim Selvi bugün bana ne desin ? iyi de nasıl geziyor bu insan denizde’ hayretine, teyzen Selvi’nin de inanması zor ama gerçek ‘ ben Deniz’ in isim olarak bir insana takıldığını bilmediğimden, Deniz, Deniz diye duydukça adını, sanıyordum ki denizin üzerinde dolaşıyorlar’ açıklamasını yaptığı her gün sabah, öğle, akşam ajansında radyoda aranan “anarşistler” listesinin bir numarası olarak adı okunan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yakalanıp tutuklandıklarını radyodan öğrendiğinde ‘ vah…vah… yazık çok zulüm yapacaklar, öldürecekler bu gençleri’ üzüntüsüne mantıklı bir açıklama bulmadığın, ilkokulu, beşinci sınıfı bitirdiğin yıllarda söylemlerini, yaptıklarını, işleyişini onaylamasa bile ‘ ne yapayım Partimdir, vereceğim oyumu, şimdi Baykal’ı beğenmiyorum diye koca partiyi mi gömeyim? ’le vazgeçmeyeceği ‘babadan, atadan CHP’liyim ben’ gururuna sabitli sadıklığını, fanatikliğini ‘ geç git kızım, rahat bırak ben vermem, vermem oyumu senin istediğine’ kızgınlığına dökmesine gülümsediğin tam hatırlayamadığın ama dur…dur hiç unutmayan annene sorsana ‘ evi öyle yapmışım çiçek gibi, tertemizdi tamam ben dışarı gittim geldim ki evi öyle yapmışsınız karıştırmışsınız, çocuktunuz tabii, oyun oynamışsınız..Dedim yazık günah ben sabahtan akşama temizliyorum tamam Hakife bacıyla oturduk çay içiyoruz dışarıda, bahçe de o ağacın dibinde.Biraz kaldık sen geldin beni çağırdın gel dedin , dedin evin tertemizdir geldim ki kapının önünde kum vardı, eteğine koymuşun, getirmişsin halıların üzerine bir ton kum koymuşsun.Hadi dedin şimdi git temizle..’ –‘bunu ben mi yaptım? aaa hatırlamıyorum inan’–‘ben nasıl ağladım, Hakife abla, Allah rahmet etsin o da benimle ağladı, dedi ki sen hiç moralini bozma benle sen şimdi gider bu halıların hepsini çırparız….hepimiz çırptık ondan sonra temizledik getirdik serdik.Bir de sabahleyin temizliyordum böyle çiçek gibi yapıyordum süpürgeydi ya neydi?Dışarı çıktım geldim ki, böyle her taraf yere atmış yastıklar, a o yataklar darmadağınız, ulan dedim bir de baktım ki yoksunuz.Bağırdım ulan nerdesiniz mahvettiniz beni. Herkes girmiş somyenin altına, hiç unutmuyorum Mısto’yu da taşımışsınız.Bir gün sordum dedim tamam siz saklanıyorsunuz somyanın altına, Mısto’yu niye götürüyorsunuz ?Ama dedi tabiî ki götüreceğiz o bizim kardeşimiz ya sen onu döversen? Doğum yapmışım Oğuz’a küçüktü daha kundaktaydı bende helva yaptım, siz helvayı çok seviyordunuz bende helva yaptım…sana’yla , Ayşe’ye. Van’da Karayollarının lojmanındayız, hazırladım sizin önünüze koydum helvayı dedim yiyin.Bende dışarı çıktım geldim ki bebeğin başına oturmuşsunuz, helvayı çocuğun ağzına koyuyorsunuz…le..le, le, le bebekti, bebek, yeni doğmuştu.’gülüyorsun ‘büyük bir fırsatı kaçırmışız, öldürseydik üç yaşında ben, iki yaşında , Ayşe kim ne diyecekti ?’ –‘hele bak sen! duyan ?Nasıl düşkündün kardeşlerine. Başucunda oturmuşsunuz ben dedim ‘ayyy kız ne oldu? kız ne yapıyorsunuz?’ Çocuk böle aaa boğuluyor.Sen dedin ki ne yapacağız? biz helva yedik ona da verdik.Ya yavrum bu çocuk bebek, helva yemez, olmaz kızım olmaz dedim. Böyle damağına yapışmış helva, böyle çıkardım aaa bu kadar (bir lokma yapıyor parmağıyla) iyi boğulmamış’ –‘ sanki boğulmadı da ne faydası oldu memlekete, ailesine, karısından başkasına?’ –‘ ben anlamadım o kadar tutkundunuz kardeşlerinize, ne oldu? Eee tamam, şimdi yıllar geçti, birbirinin ağzına sıçıyorlar.Böyle yerde sürükleyip götürüp koyuyordunuz yatağın altına çocuk küçüktü iki yaşında var ya da yoktu o da geliyordu hemen.Niye yapıyorsunuz bunu, eee bizim kardeşimizdir, döversin.Allah şahittir ben çocuklarımı dövmedim.Niye öyle diyordunuz bilmiyorum ama babanız dövdü, çokkk.. Yalan söylemeyeyim, ben bir çocuğuma tokat attım.O da her zaman edepsiz olan Gilda’ydı bir gün a o beter Gilda yine sabah babanın peşi sıra çıktı akşam döndü eve.Telefon yok, yol yok, otobüs yok , başına bir şey geldi diye deli oldum ben baktım bu geliyor nasıl rahat ‘nerdeydin bu saatte kadar?’ –‘halam kızı Vaide’yle Kızılay’a indik, gezdik’–‘madem öyle bunda ne var haber verseydin istediğin yere gitseydin’ dedim geçti gitti ama anam Gilda bu baş edemezsin yine giyinmiş, kuşanmış ya ortaokulda daha , nereye gidiyorsun diyorum bana söylemedi . Öyle bir tane vurdum ki Gilda çantasını omzuna attı gitti, hadi defol dedim. Gilda kadar beter bir çocuk dofandı, belaydı bacı bacı ooooy oyyy kız sen benim hakkımı nasıl ödeyeceksin? Yine bir gün beni kızdırmışsınız valla sebep ne şimdi hatırlamadım, durun hele ben sizi döveyim artık’ dedim, a ordan sandalyeyi elime aldım tabii yine patır patır somyanın altına, baktım sen karşıma dikildin ağlıyorsun ‘ben küçüğüm, beni, kardeşlerimi değil gücünün yettiğini döv’ dedin’ – ‘o yaşta muhtemelen seni döven babama suskunluğuna itiraz etmişim’ –‘ bilmem kızım da o günden sonra ne zaman pataklamak geçse içimden, senin sözün aklıma gelir , vazgeçerdim.’ çocukluğunu, ergenliğin savrulmalarını büyüteceği çocuklarının yanında yaşadığından ‘hiçbir çocuğum beni anne olarak görmedi, onların,çocuklarının hizmetini yapan biri oldum hep’ ukdesinde, destekledikleri farklı sol örgütlerin sempatizanı yapmak için yarışan üniversite sınavlarına hazırlanan dayılarının ( amca oğulların ) anlamını bilmediği ‘şimdi bu faşist diktatörlük koşullarında….duymasın eniştem, yatsın öyle anlatırım… ‘ lı sesiz, gizli konuşmalarından , okulda kötülenen anarşistlerden yanalıklarını, kavrayamadığın nedenlerle askerden korktuklarını hissettiğinden ‘bemrad, benim canımı yedi bu kız, rahat durduğu yok anam’ kızgınlığındaki mutsuz çocuk gelin annenden intikam almanın yolunun ondan daha güçlü gördüğün askerlere şikayetten geçtiğine kanat getirerek; sıcak havalarda, sarkıttığın ayaklarını geceye, rüzgara emanet ettiğin altına konulmuş somyanın üzerine çıkıp açtığın pencere camından; bir caddeyle ayrılmış mesafe yakınlığındaki Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayının nöbet tutan erlerine ‘askerler dinleyin! annem anarşistlerin, Deniz Gezmiş’in arkadaşı ‘ haykırışını duyduğunda alı al suratıyla koşup , kolundan tutu camı kapatmasına engellemek için debelendiğinden kan, ter içinde kalarak elinden kurtardığı kulpuyla pencereyi kapattığın da ‘veyyy ya Hızıro Kalo, nedir bu başıma gelen.Hiç mi demedim ya Ali? Kızım sen, deli misin? Ya duydularsa… bırak askerleri ya komşular duyduysa…ne olur halimiz, babanı alıp götürürlerse’ çırpınışları yaptığının çok, çok kötü, bela getirecek bir şey olduğunu anlattığından bu defa seferde korkudan, üzüntüden ağlayacak hale gelmiş pişmanlığın bakışlarına yerleştiğinde; olayın şokunda başını yumruklayarak dolanıp ‘ ahhh Allahım, ya Bozatlı Hızır yetiş, yardım et …ne yaptın? Ne yaptın? ya gelip beni alıp götürseler, hapse atsalar.Vudayy kim bakar size’ söylenmesinde ‘kim bakar size’ vurgusu babanın eve getireceği üvey anne ya da üvey baba tokadının (dayak yemediğinden değil) daha bir acıtacağını sandıran ispiyonlamanın sebebi hikmetlerinden ; coğrafyanın hüznünden, acısından, savaşlarından, yoksulluğundan, bitirilmeyen düşmanlıklarından soyutlayarak pembe bir dünya sunmanın abesliğinden belki de her evrede karşılaşılacak ” hiçbir zaman iyiler kazanamaz, her öykü de mutlu sonla bitmez” mesajıyla hayata hazırlama rehberliğin yerine getirdiğinden okunmasında beis görmeyeceğin Kemalettin Tuğcu’yu; buz sularının geçmesi için ayaklarını daldırdığın, kaya büyüklüğündeki taşlarının üzerine basıp düşmemeye çalışarak karşı kıyısına geçtiğin, köylülerin dinlenme, gençlerin elle ya da dinamit patlatarak balık avlama, sevgilileriyle buluşma yeri, onlarca aldatmanın, kaçamağın sırrını gizleyen deré İn’in, deré Mengelî’n sesine karışacak hıçkırıklarla okuma zevkinden azat edildiğin, uzak tutulduğun ‘amcam kızı Leyla’yla öldüğü , o sene vedalaştık mı, ne dedik birbirimize son kez, acaba Ankara’ya gideceğinden bahsetti mi?’ sorularını karanlıkta bırakan, o günlere ait silik, bölük pörçük birkaç anıdır işte; bugüne kadar getirdiğin, çocukluğundan.
III BÖLÜM
Ahhh ! benim yüreği hep yangın yeri Şairim; birlikte oyun oynamanızı sabotelediğini düşündüğünden ‘ uykusuzluğuna çare bulacağım’ diye kız kardeşim Gilda (o)’nın, 22 yaşında antidepresan Laroxy’e alıştırmaktan çekinmediği, İstanbul’dan ziyarete gelmiş –büyüdükçe içinde taşıdığı küçük Gilda’lığını ortaya serecek– kızı Bella’yla sohbetinizi engelleme adına yaptığı; minderlerini, halıya attıktan sonra tepesine çıkıp üzerine atladığından iskeletine oturmak zorunda bırakıldığınız koltukta da elleriyle yüzüne doğru saçlarını dağıtıp kulağının dibinde avaz avaz “lailaiii laii” bağırmalı, anlık dikkatsizlikle düşüp kolunu, bacağını kıracak, kafasını yardıracak tehlikeler barındıran Nirvana yaramazlıklarıyla bezdirdiğinden ayaklandırıp seni; yere saçtığı minderlerini toplayıp koltuğa yerleştirirken ‘ama yeter artık! ‘ la kızdığın, ‘otur bakayım buraya ! azıcık da çizgi film izle ‘yle kucaklayıp televizyon karşısına oturttuğun Can’ın fotoğraflarını çekmeyi de unutmadığın günün akşamı, yastığa başımı koyar koymaz ‘niye kızdım…bağırdım ki ? çocuk nihayetinde ’ li düşüncelerin etkisinde ‘ya annesine, babasına ‘ bana kızdı gelmesin, istemiyorum’ derse’ kaygısına da düşürdüğünden yaptığın, intihar etmeyi düşünecek kadar üzüldüğünden, derdini birine anlatarak rahatlama ihtiyacında ‘ böyle böyle oldu… kendimi çok kötü berbat hissediyorum, uyuyamıyorum…perişanım….intihar bile edebilirim’ telefonunu açtığım Gilda’yla olayın tanığı Bella’nın ‘ama teyzeciğim, kendini bu kadar da kahretme, o da bugün çok yaramazdı, dayanılır gibi değildi, kim olsa eninde, sonunda patlardı’ sözleriyle az da olsa sakinleşmene rağmen yer edinmiş ‘ inandım, sen ! cidden delisin, bunda üzülecek ve var ? dövdünse… kızdınsa… bağırdınsa… ceza verdiysen ne olmuş ? bunlar sana da yapılmadı mı? hangimiz dayak yemedik… evden kovulmadık… arkamızdan atılmadı terlik, tekme ama şimdi çocuklukta, ergenlikte başımıza gelenlerin, yaşadıklarımızın kaçını hatırlıyoruz, o da bizim gibi unutur gider’ tavrına sığınıp uykuya dalamayarak kendini suçlamaktan vaz geçememen ; “ ortada anımsatacak hiçbir veri yokken… durduk yerde “ denir ya bazen benim kafası dağınık yazarım ama değil, Türkiyelilerin ölüm, yas karşısında takındığı kaderciliğe, umursamazlığa isyanının doğal seleksiyonunda Ankara’da, karın yağdığı bir kış günü annene sordurduğu –‘ teyzem Sare (a)’in kaç çocuğu öldü?’ sorusuyla Varto, Kasman, Badan, Van, Ankara hattında radarına takılan; şu an içinde bulunduğumuz, bulunulan dünya vatandaşlığına uzak, küçük, bireysel cehennemimizin, cehennemlerin yaratıcıları, hepsi de yalancı ebeveynlerin “uslu çocuk olur bizi…büyüklerini dinlersen her şeyin yolunda gider”ciliğine uyulmasına karşın, tokat gibi çarptığı suratta iz bırakan; yaş ilerledikçe yalnızca bırakmakla kalmayıp, tesadüf etmediyse de sana, yaşayanı da vardır ama çoğunlukla, güzel olmayan belki öyle olmadığından insanın yıllarca yanında taşıdığı “serkeşliğimizin iplemezliğimizin, sessizliğimizin, itliğimizin, yiğitliğimizin, kopukluğumuzun” karakterimizin, insanlığımızın, saygısızlığımızın, ötekileştirmelerimizin, sevgisizliğimizin, itaatkarlığımızın mayası; akla her düştüğünde soğuk terler döktürten, bazen irkiten bazen de; İlkokulun bitirildiği Van’dan Ankara’ya gelindiğinde; komşunun rahatsızlanan eşine takılan serum şişelerinin lastik kapaklarının silgi kullanıldığını” bilmediğinden okullu olmuş dört kardeş arasında ki silgi kavgasına ara verilip, üzerine geçirecek naylon bulamadığın gazeteyle kapladığın defterlerin, kitaplarınla ortaokuluna başladığın Çankaya Lisesinde özgüvenini parçalayarak hayatın boyunca her şeyden çekinmenin, her yerde kendini yabancı, itilmiş hissetmenin nedeni; ne kıyafetinin, ne konuşmanın, ne düşüncelerinin, ne de ten renginin benzemediği yaşıtlarının ‘anlamıyorum konuşmanı’yla vurguladıkları farklılığının…farklılıklarının utancıyla, hediye alamadığından ne Emel’e, ne de bir başkasına “ ne zaman mendil görsem, ilkokulda doğum gününde arkadaşıma hediye götürdüğüm mendili hatırlarım” konuşması yaptırtacak doğum günlerine katılmadığın, ailece hiç pikniğe gitmediğin; farelerin, karafatmaların cirit attığı ”ya fare kulağımı yer, burnumu ısırırsa” endişesiyle büzüşerek yer yatağında yatılan sobalı; kavganın, dövüşün eksik olmadığı mutlu yuvanda ! gün boyu babanın isteklerini yerine getirme, altı çocuğa bakmanın yorgunluğuna geceleri de ‘karşıdaki İsmail’in gecekondusunu kiralamış moda evinde çalışan Sakine ‘nin getirdiği ‘ tam şu şeyin İsmail’in evi vardı ya gecekondusu karşımızda, Malatyalı bir çocuk, ilkin onlara kiraya verdi, taşınıp gidince onlar sonra Sivaslı bir kiracı Sakine geldi . Ada moda evinden , gelinlik, nişan , sanatçıların, pavyonda çalışanların giydiği elbiseleri getiriyordu, hem çalışıyor, hem de götürü iş alıyordu önlerine, yakalarına, kollarına boncuk işliyorduk, dikiyorduk. Bir tanesini unuttu bizde , a o dolabın üstünde bohça içinde duruyor yeşil tuvalet, üzerine gri gümüşi pul işlediğimiz. Parayı alıyordum ,vallahi bilmiyorum çok fazla bir para değildi. Niye yaptım? sen okuyordun, yapıyorduk para gönderiyorduk, çocuklardan Ayşe’de yardım ediyordu’– ‘yazık sana, çok yoruluyordun onun için..’ –‘yorgunsam…yorgundum, ne yapayım’la el iş yaparak aile bütçesine katkısını da eksik etmeyen, tatlı istediğinde çocukları un helvası kavuran, çamaşırı, bulaşığı elde yıkayan anneye yardım için küçük yaşta temizlik, yemek yaptığın, leğende çamaşır yıkadığın, baktığın kardeşlerinle Eylül ayında mahallede traktörlerle satılan bol çekirdekli Hasan Dede üzümlerinden kasa kasa alınmasına sevindiğin, çocuk istismarının, tacizin orta yerindeliğini konuşmak istemediğin anda farkında olunmayan geçen mevsimlerin buğusundaki akan zamanlar da büyüdüğünde; ‘istemiyor olsa da Tanrı, adaletliğine kanıt diye, bir kerecik mutlu olma fırsatı verdi işte geride bırak… yürü be!’ dediğin…denilen beklenmeyen anda bir ‘merabaaa, beni hatırladın değil mi’ sözü, bir hareket, bir ses, bir gülüş, bir kokuyla geri gelip ortalığın altını üstüne getiren yaşama bakışa, ilişkilere yön veren; kimi an tökezleten… kimi an koşar adımlatan ama hepsinin iç burkan olduğu, olacağı öyle söylendiği, nasihat, tavsiye edildiği gibi de unutulmayan…geçip gitmeyen… kapatılamamış nice hesap içeren, Freud’un “karakter oluşumunun depolama süreci” sayarak üzerine; hepsi melek doğan, bir kenarda ebeveynlerini, etrafındakileri, olan, biten her şeyi sessizce izleme sonrası bireyin, yetiştirildiği şartların kendine biçtiği rolü uygulayarak şeytanlaştığını öne sürdüğü “psikanaliz”ini inşa ettiği çocukluğa dair amcan kızı Leyla’nın ölümüyle belirginleşen, bugününe getirdiğin yüreğe, dimağa ömür boyu çöreklendiğini… yerleştiğini bildiğin(m) binlerce berbat anının peşi sıra sürüklendiğinde, çok garip diyecektin; hayatımda senden önce var olanların…yoldaşların… kaybettiğim Haldun’un değil de barizliğine karşın nedense diye yazmaktan, cevabın ne olacağını asla öğrenmeyeceğimi bile bile merak etmekten kendimi alıkoyamadığım şeylerden birisi de, yaşasaydın herhangi bir yerde… sosyal medya platformlarında “çocukluğun iç burkan anıları” başlığını, # hashtag’ini gördüğünde acaba aklına önce hangi; ömrünün kısacıklığını düşünememe…tahmin edememe rağmen, bugün hiç olmasa o saatleri istediğini yaparak uyumadan geçirmeni sağladığımdan huzur duyduğum, öğlen uykusuna yatmak istemediğini ama öğretmen kızar diye gözünü kapayarak uyuma numarası yaptığını anlattığında, o kadar çok üzülmüş, bunalmıştım ki ertesi gün hemen Minik İzler kreşinin yöneticisi Gülay hanıma ’çocuğun psikolojisi de dikkate alınmalı, uyumuyorsa zorlamayın, oyun odasına götürün, başka bir şey yapsın’ uyarımla rahatlayarak geçirdiğin günler mi ? sadece birinci sınıfını okuyacağın ilkokula dair ilk üzüntülerinden ‘kalbim acıdı’yla şikayet ettiğin, annenin de öğretmenini aradığı Ege’nin koluyla karnına vurması mı ? A4 kağıdına senin yeni öğrendiğinden eğri büğrü el yazınla mavi, sarı, gri Can, Nil, muz 20, 19 rakamlarını, benim de ‘11.01.2016 tarihinde Can Kocataş, Kayra’nın Melis’e “karpuz kafa” dediğini duymuş.ve çok üzülmüş .Can bir daha karpuz kafa diyenleri asla afetmeyecekmişşşş ‘ yazdığım o gün mü ? Teoman Erel parkında yaşıtlarından Berk’in istediğine uyarak dikenle topunu patlattığını fark eden annesinin elinden tutarak getirip senden özür dilettiği Sarp mı? yoksa anlatmadığından bilmediğim başka bir hatıra mı düşecekti merakı da ; başta; annem, çevremdeki; Bahman Ghobadi’n Niwemang’ın da ki tanımadığım bir köyün, tanıdığım dewa ma Kasman’ın, Badan’ın; hakları çalınmış her defasında engellendikleri başkaldırı için çabalayan kadınların; ellerindeki herhangi bir yerde ya bir ilahinin huşusu ya bir ölümün yası ya da bir zafer kutlandığında sesi duyulacak erbane’lerinin, sağ el darbesiyle birbirine, derisine çarpan zillerinin feryadı, âleme çığlık çığlığa pervasızca dağılırken, gök kubbeye çarpan avazı; neşeli görünen sonrası hüzünlü şarkıdan daha beter geçmişiyle, hep üzüntü, hüsran dolu anılarla geri dönüp böğrüne saplandığında, sol yanın da akşamın sönen güneşi gibi hitama erdiğinde, bütün yaralarımızın, çektiklerimizin, yapamadıklarımızın, özlemlerimizin, hayal kırıklıklarımızın bol kıvamlı cerahatinin cûş u hurûşa getirdiği benliğimizle; bir o yana, bir bu yana devrilirken; girişi güneşin doğuşu, yükselmeye başlaması gibi hareketli, gümbürtülüyken bitişi hazin, solgun ve fakat yine de rengârenk bir gurûba benzeyen; bazen uzayan, bazen kısalan içinde çokça kayboldukları…kaybolduğumuz hayatlarını, iç burkan anılarını; bilmem, duymam beni yeise itmekten, insana güvenimi, inancımı sarsmaktan başka hiçbir işe yaramamış, kırılganlıklarımı yok edememişken, seninkini bilmemin yaralarıma merhem olamayacağını öngördüğüm halde belki de içinde çokça yer aldığım, var olduğum hayatında yaşanmışlıklarımızdaki eksikliği kapatma isteğimden miydi Can! bilemedim. İnatla Ömer Seyfettin kurgulu projelerini önüne koyan, erbanenin derisine vuran her biri, birbirinin aynı o minik zillerin sesleriyle örtülmüş her mazlum’un bir Hüseyin, her zalimin bir Yezit olduğu hayat…sen ! ufacıcık bir dalgayla yıkılacak çürüklükteki deniz kumuyla inşa edildiğinden, her an tuzla buz olacak, hiç birimiz için iyi değildi denilebilinecek, denilecek dünün, geçmişin masumluğundan… günahlarından… yaralarından sızıp suikast düzenleyecek, çocukluğun yaz tatillerinin mekanı; Emin Alper’in “Kız Kardeşler” filmini seyrettiniz mi? İlk sahnelerden birinde Havva’nın geri döndüğü kapısını açıp içine girdiği evin, duvarlarını, eşyalarını görür görmez sahneyi dondurarak seslenmiştin ‘ anne ! çabuk gel, bak ! evler Kasman’daki , evlerin aynısı; taş, aralarında tahta serpilmiş duvarlar, sac çatı; odaya baksana! köydeki mutfağın ‘bon’un aynısı, ortada Lojın, süpürge değil mi o , yanındaki? o bile aynı, biri bana anlat deseydi ‘köyünü, yollarını, dağlarını ancak bu kadar anlatabilirdim, köylüleri de’ sinemanın büyüsü, sahiciliği bu işte’den ziyade betimlemeye yetersiz kelime dağarcığın, yazındaki yeteneksizliğin kurtarıcısı oldu bu film? Yoksa köyünü doğasını, yaşayanlarını tasvirlerken nasıl da zorlanacaktın oysa şimdi okuyucuya, çocukluğumuzun geçtiği yer, yakınlarımın yetiştiği ortam aynen böyleydi, az biraz farklı olsa da köylülerde bunlar gibiydi seyret olsun bitsin, diyerek belki de otuz, kırk sayfalık anlatımı otuz satıra sığdırın .Eeee tabii alfa, Mars çağının aklı bu. Gulamın taşlamaların etki etmez zira bir birey olarak var olamamayı, konumlanamamayı; taciz, tecavüz, istismar sınıfsal çelişkiler arasında dal budaklaşmış kötülüğün normalliğini, klasik beyaz yaka stoikliğinden beslenen ;sosyoloji de bilinen anlamıyla kent kültürünü özümsemeyip sadece biçimselliğini, görünüşlüğünü yaşayan ki, emin ol Bella’nın, çocuğu, torunu bile olmayabilir; en az üç, dört nesil sonra biattan, yandaşlıktan, ötekileştirmeden kopmuş medeni, kentli bireylere, nesillere ulaşacaktır bu toplumda; şehirli , okumuş, aydın, entelektüel vs..vs süslü sıfatlarla anlamlandırdığı kendine has feodal, burjuva karışımlı ahlakıyla kurduğu imparatorluğunda, sürekli bir ‘ ne güzel köy; yaşamalı… yerleşmeli ‘ coşkulu doğaya dönüş sendromunda; okumuşluğunun getirisi devletle bütünleşip ortak muktedirliğini iş, torpil ayarlamada kullandığından, velinimetle birlikte beye, Efendi’ye, sahibe, patrona, ağaya dönüşüp, köyün kavaklarının satışından, havasına sözünü geçirten, evlerine köyden hizmet için götürdükleri çocuk yaştaki besleme kızları geceleri odasına kapatan, bazen “mide bulandırıcı bir hümanizmin sözcülüğüne” soyunan, bazen abartılı merhamet gösterisi sunan ama hep köyden,köylüden bitmeyen istekleri, beklentileri olan onlarca doktor Necati’lerin dewa ma Kasman, Badan, Zengen, Darabi’deki iz düşümleri Velié Ağaé’yı , Memilé Talo , İbrahimé Talo’yı; Alié Haydaré Zeynelé, hakim Atillaé Mehmeté Şerifé’yi;, devrimci Alié’ Hikmeté’ İbrahimé, Selimé Hüseyiné’ni bir Emin Alper kamerası kadar saçamazdım ortalığa ( yapan varsa da o ben değilim) keza çatışmaları, bunalımları, yıpranmışlığı, sırları sandık gibi taşıyan, dinmeyen devinimde, akıl ve akıl dışılıkta gidilip gelinen hikayelerin , olayların merkezi “Kız Kardeşler” in o tek odasına, annenlerin mutfak ‘bona ma’ya sıkıştırdıkları geçmişleriyle, sakladıklarıyla yüzleşmeye açık gibi görünmelerine rağmen hep yarım bıraktıklarından topaç gibi sürekli etrafında dönüp durdukları bastırdıkları duygularının, özlemlerinin ardına düşemeyecek çaresizlikteki kadınlar; öksüz Reyhan, Nurhan, Havva gibi çocuk gelin çene Küçükağanın, teyzen Sare’nin, Selvi’nin, doktora götürülmeyi beklerken son nefesini veren ortanca kız Nurhan’la aynı sonu yasamış Leyla’nın, Ceylan’nın, Belkıze’nin geleceklerini belirleyen kızlarını besleme olarak bir kapıya atmayı amaç edinmiş; kucaklarında buldukları mutsuzlukta belki aradıkları mutluluğu değil ama ufacıcık bir mutluluk bulacakları sonsuz tekrarlı “size üç nankör kız kardeşin hikâyesini anlatayım mı? anlat demekle olmaz” fıkrasını anlatan, kendisini herkesten akıllı gören “ baba Şevket “ in muadilleri başlık parası açgözlülüğündeki Memilé Talo’ların, Velié Ağaé’ların, Alié Hüseyiné’lerin, İbrahimlerin, Hasane Resulé’lerin; “Kız Kardeşler”in köyündeki yıkılmış, kapanmış madenden kömür “tırtıklayan” köylüler gibi odun için ormanlarını kesenlerin, kurulan muktedirlerin erkek sofrasındaki sohbetinin ortasına dalıp herkesi kızdıran saplantılı bir ısrarla ikide bir iş isteyen “ doğruları dillendirme hakkı vurulan deli damgasıyla sabotelenen çoban Veysel’lerin, Haticelerin dewa ma Badanı , Emeranı, Zengenası, Darabisi, Kasman’ında; şimdinin eski köyünde; geliri iyi olanların iç, dış cephesini evlere temizlik havası katan kokusuyla gecekondu klasiklerinden; tenekede, alüminyum kazanda, leğende, hemen oracığa açılan küçük bir kuyuda söndürülmüş kireçle badana; diğerlerinin çimento niyetine de kullanılan, kışın soğuğu geçirmeyecek tuğla şeklinin verildiği tahta kalıplarda kurutulan kerpicin de hammaddesi saman, sazlık, kamış, ot bazen de kalitesini arttırmak için kil eklenip suyla karılarak çamurlanmış toprakla sıvadıkları, idare lambasının, kap kacağın, maşrapanın, kepçenin, günlük kullanımdaki tahta kaşıkların, ıvır zıvırın konduğu bugünde niş, oyma denilen, çamurdan, tahtadan çıkıntıların, rafların da bulunduğu ; genellikle ev damındaki kız çocuklarına yaptırtılan toz kaldırmasın diye önce plastik ibrikle sulanıp sonra ele ne geçmişse ondan yapılmış ot, çalı , hasır süpürgeyle süpürüldüğünde öksürtecek toz bulutuyla birlikte kokusunun odayı dolduracağı zemini toprak; duvarları el uzatılsa bulunacak fazlalığından inşaat malzemesi yapılmış birbirinden farklı ; aralarına pencere, kapıları da destekleyen yatay biçimde konmuş birkaç sıra tahtanın üzerine döşenmiş kesme taştan, kerpiçten ya da tahtadan… –karışmayayım dedim, dayanamadım olacak şey değil? madem yazacaktın evlerini Kasman’ın ne diye okuyucu Kız Kardeşler filmine yönlendirdin, “nerden baksan tutarsızlık”, he baoo, he tutarsızım ne yapayım?Onca insanı kabullendiniz her haliyle bana gelince mi bu itiraz, kabullen beni de böyle, ne olur – her gün otlamaya çıkmış malların keçilerin, koyunların içine girip, çıktığı bazen tek, bazen iki ,bazen üç oda, misafirlerin ağırlandığı geniş salonlu; çoğunluğu düz, sac çatılı yıkık…dökük otuz belki de kırk evde yarı sağlam birkaç odanın kaldığını bilen bir çobanın, bir evsizin, belki çatışmadan, askerden kaçan bir gerillanın gecelediği Bingöl, Cepanik, Şerafettin dağlarının donduran, ten karartan rüzgarından, soğuğundan korunmak için sönmesin diye bir duvarın, diğeriyle kesiştiği yerde, yakıldığı yeri karalaştırmış ateşin külünün…kırık bir cam parçasının…‘içinde kim bilir kimin resmi vardı’yı düşündüren kenarı kırık kahve renkli ince tahta çerçeveli bir fotoğrafın…her taş, her kerpiç, her tahta, her yerinden sökülmüş çivinin bıraktığı izin ip uçluğuna bağlı hayatların sesini bastıran metruklukta arada önüne çıkan kaya büyüklüğünde taşların, üzerine basa basa ilerlediğin dar toprak yollarda, bir zamanlar uğruna ‘kardeştir, akrabadır’ demeyip adam öldürdükleri şu an ine, cine bıraktıkları malların; ineklerin, koyunların, keçilerin otladığı arazilerinde, tarlalarında, bahçelerinde yürüdüğünde; ıslak yeşermiş yosunlu taş duvarında “M.Ş ARMAGANI 1950” yazılı çeşmenin paslı demir borusundan gece , gündüz devamlı su akması ‘ eree, a o Mengel köyünün oradaki dağlardan, Cepanik ‘e geliyor bu su, hiç kesilmez’ denildiğinde çok…çok uzaklığından o dağı hiç göremeyeceğini anladığında ‘baoo hayret ! bilmiyorsun Mengel değildir artık Alabalık köyü diyeceksin’ düzetmesiyle; orta yaşlarda sorulara alakasız cevaplar verdiren, nereye koyduğunu unutup yarım saat aranan TV kumandasını mutfak tezgahında bulduran “bu kaçıncı soruşun bugün Perşembe” zılgıtını yedirten, sağ olsun koca Türkiye Cumhuriyeti devletinin büyük başarısı tarumarlığın… bilinmezliğin içine çektiği çocuk dimağ; Gımgım’ı, Gümgüm’ü Varto’dan, Badan’ı Teknedüzü’nden, Kasıman’ı Köprücük köyünden uzak , farklı köyler, yerler sandığından ‘yarın Gımgım’a gideceğim, piyimle (piyemi) baba’yla ‘ havasına ‘beni de babam Varto’ya götürecek’ karşılığına teyzen kızı Nade’nin ‘ wıdayy …ma…eree a bu çenek Lol(u)ıj’a , Lolıj…hera her, Varto’yla, Gımgım…hayret bo ! şehirli güya, aklı fıncık’a, aha bu kadar’la alay etmesine benzer onlarca anının silikleştiği zamanlarda, bir web sitesinde “Berivanların At Sırtında Zorlu Yolculuğu; Kasman köyünde az sayıda kalan Berivanlar (süt sağan kadın), yüksek rakımlı yaylalarda otlayan koyunlardan süt sağmak için at sırtında zorlu bir yolculuk yapıyor….” okuduğunda, Ali’nin Eli, Hüseyin’in Uso, Hasan’ın hEsen, Haydar’ın Heyder , Heydo, Güllenin Gılo, Lütfiyenin Lüto, Mustafanın Mısto, Mehmetin Memo telaffuzuna da alıştığın ev damında çe Taluda; çobanların ikindiye doğru köyün dışında bir yere, mezreye; süt sağmaya ( beriye) getirdikleri malların sağım seanslarını kaçırmamak için telaşlı ’beppooo geç kaldık, haydi gidelim (be! maşıma) beri’ye’ seslerini duyduğunda, çene İbrahimé Alié (Ali ağanın oğlu İbrahim’in kızı) teyzen Fikriye’nin, çene Resulé Talu; amojın Fatma’nın peşinde koşan sen, çeneni yorup Fikriye’ye, çene Mehmet Şerifé Alié Hatun ve Sara’ya, çene Kamerî Sofué İbrahimé Benevşa’ya, teyzeli (xalı), halalı (Emıke (a) ) sesleneceğine hepsine– dağ çiçeği ismi olarak kullanıldığını da duymadığın–‘Berivan ‘ demek işine geleceğinden, günlük konuşmada yer alsaydı hayatta unutmazdım diye düşündüğünden; kimsenin aklında değilken varsa yoksa para, satın alabileceği şeyler, arzulandırma, arzular üzerinde yürüdüğünden artık ne public, ne de halkla ilişkisi kalmamış inanılmaz bir PR (public relations ) çalışmasıyla !!!! rahatsızlık verdirmeyeceği resmi ideolojiyle uyumlu, Türkiye Kürdistan’ına otantik bakış açısı denemesine girişen arabesk piyasasının; Sibel Can’la ülke gündemine arzı endam ettirdiği, sesi güzellerin ‘hadi patlat bi….. dinleyelim’ kabusu, popülerliği sonrasında; ‘süt sağan kadın’ dışında, Google’da görselini göremediğin ama “kayalık yerlerde yetişen ve etrafında hiçbir bitkinin yaşamasına izin vermeyen bitki türü”yle tanımlanmış Berivan ’nın anlamıyla ilgili spekülasyonlara ‘ ben ne etrafımda, ne de ev damında tek kişiden duymadım, biz Zazaca da hiçbir zaman süt sağmaya giden kadına Berivan demedik, Kürtler demiş olabilirler’le ömür boyu dert yandığı ötekileştirmeye başvurarak kendini, sülalesini Kürtlerden virgülle ayırmayı ihmal etmeyen annenin beyanı karşısında; bilemedin en fazla 3000 metre uzakta yan yana yaşadıkları, ortak pek çok kelimesi bulunan aynı dilin farklı lehçelerini konuşanların bile aralarında bir kelime ve anlamıyla ilgili mutabakata varamadığı topraklarda; tehcir öncesinde 15 hane de 80 Ermeni’nin yaşadığı , 1900’ler de 10 Ermeni, 30 Kürt’ün hanenin varlığından bahsedilen, 1965’de 464 nüfusa sahip, Emeran, Ameran, Amaran, Amoran, Hamaran, Canarn da denilen, kayıtlarda 1912 yılında Amarak, 1928’de Ömeran yazılı köyün 1967 sonrası Onpınar ; Kalamaki’nin Kalkan; Makri’nin Fethiye; Nif’in Kemalpaşa; Parsa’nın Bağyurdu Türkçeleştirilmesinde görüleceği üzere; Batı dan Doğuya, Kuzeyden Güneye genellikle de Kürt coğrafyasında; nerdeyse köylerin büyük bölümünün Ermenice isimlerinin; bir coğrafyanın merhametten, adaletten, geçmişe, değerlerine saygıdan, sevgiden habersiz acımasızlığını, yıkıcılığını, demografik yapıyı alt üst etmesini karakteristik özelliği yapmış kibirli ulus devlet yönetenlerinin, destekleyicisi yazarlarının, medyanın sürekliliğini kesintiye uğratmayarak, farklı saydırdıkları her millete, dine, mezhebe ait folklorik zenginliğine, türkülerine, geleneklerine, kültürüne, yemeklerine, isimlerine uyguladıkları “Güneş Dil Teori (1935)”li ırkçılık, tehcir, asimilasyon getirecek anti demokratik, anti vicdani politikalarından “Türkçeleştirme”yle, Onpınar gibi on farklı ismi olmasa da, bir köyün en az üç isimle anılmasının çocuk akılda yaratacağı bulanıklık umur değil, dünya kadar mesele durur ve de hiç gereği yokken, sırf Türkçeye benzesin diye Türkçede bile anlamı bulunmayan isim değiştirmeyi marifet, devrim sayanların eğitim, kültür düzeylerine, ses uyumuna göre uydurdukları harf topluluklarına dönüştürerek, onca yaşanmışlığı bir anda sıfırlayan, her ismi değişikliğinde yerleşim yerlerinin bir kez daha… yine…yine… yeniden işgalinin resmi geçitliğine; ölümü, tecavüzü, acıyı, vahşeti, tekerrürüne…Vandallığına karşı durmak her insanının boynunun borcuyken; ümmetin ümmetliğinden hesabını sormadığı;-savaş, salgın, kıtlık, pahalılık, seçim, darbe, göç vari herhangi bir sebep öncesi, sırası ve sonrasında; bozulan siyasal, ekonomik koşullardan ötürü toplumda karmaşa, boşluk, düzensizlik hakim olduğunda, işler iyiye gitmediğinde, sistemin egemeni güçler sorumluluğu üstlerine alıp gereğini yapacaklarına, çözüm üreteceklerine; sarf edecekleri belirli bir etnik köken, dini inanç, ideoloji, cinsiyet sahiplerini hedefleyen militarist, hamasi söylemlerle kışkırttıkları kitlelere taşlı, sopalı saldırı, yağmalama, linç talan içerikli her türlü öldürme, maddi hasar verme kastıyla şiddeti de uygulattıkları; önceki çağlarda da vuku bulmasına karşın, sonrasında da başı sıkışan tüm otoriter, faşist yönetenlerin başvurduğu dünde, bugünde ve dahi yarında da geçerliliğini hiç yitirmeyecek yöntemlerden, kayıtlara geçen tarihin ilk pogromunu; 1881 yılında İmparator II.Aleksandr’ın öldürülmesiyle tahta çıkan, beceriksizliğine karşı oluşan öfkeyi, hoşnutsuzluğu kendinden, yöneticilerinden uzaklaştırıp dikkatleri başka kesimlere yönlendirmediği takdirde tahtını, gücünü kaybedeceğini hesaplayarak yarattığı hayali düşmanı…düşmanlığı ete kemiğe büründürüp, gerçeklik kazandırmak için; 34 yıl sonra meydana gelecek İstanbul’un güzide, elit Beyoğlu, Florya, Nişantaşı semtlerinde ve Anadolu’da yaşayanları galeyana getirerek yıllarca içten içe zengin yaşam biçimini kıskandıran faşist duygularını köpürten aynı işi, apartmanı, bahçeyi paylaştıkları komşularını katl ettirten, mallarına el koydurtan, ibret olsun diye meydanlarda sallandırtan, kadınlarına taciz, tecavüz ettirten Ermeni Tehcirini, 6/7 Eylül olaylarını, Aşkale Çalışma Kampına sürgünü tetikleyen gazete manşetleri, asılsız rivayetler gibi siyasi, ekonomik başarısızlığını üzerlerine yıkarken, hedef tahtasına koyduğunda geçmişte İsa Mesih’in çarmıha gerilmesinde sorumluluk atfedildiğinden ve de ticaretle uğraşmalarından, zenginliklerine irrite olmalarından dolayı geçim sıkıntısındaki fakir, sivil halkın desteğini kolayca alacağını da bilen saray ve çevresinin el altından yaydıkları; II.Aleksandr’a suikast yaptıkları söylentisine; atılan yemi gagalarken arkasından yumurtası alınan tavuk misali inanıp, hiçbir şeyden şüphelenmeden, sonucunu düşünmeden arkalarında devlet mekanizmasının olduğundan emin kitleyi harekete geçirip 700’ e yakın köyde, kentte kadın, yaşlı, çocuk demeden onlarca Yahudi’nin sistematik katlini III.Aleksandr’ın planlayıp gerçekleştirdiğinden Osmanlı İttihatçıları haberli miydi, biliyorlar mıydı ??? bilinmez ama İttihatçı borazanı haline getirildiğinden askerlerin başına gelenler Payitahtta duyulmasın diye gerçekle alakasız, ordunun Kafkasya’ya doğru muzafferce ilerlediğine dair yalan beyanda bulunan başta Tanin, gazetelere, mecmualara yayın yasağının uygulandığı I.Dünya Savaşında Sarıkamış Harekatında 90 bin askerin donarak telefinin bahanesi, izahı için yaratılan suçlular; Müslüman olmayan azınlıklar; Rumlara sonrasında tehcir edilen Ermenilere, Süryanilere yönelik “Memalik-i Osmaniyye’de Ermenice, Rumca ve Bulgarca, hasılı İslam olmayan milletler lisanıyla yad edilen vilayet, sancak, kasaba, köy, dağ, nehir, ilah. bilcümle isimlerin Türkçeye tahvili mukarrerdir”li, “özgürlük, kardeşlik, eşitlik” şiarlarındansa; terör dönemini örneklediği Jakobenciliğiyle gururlanan kendisini; ‘yaratmasaydın’direnciyle işin içinden çıkılacağından, otoriterliğini, egemenliğini yalnızca yaratmanın sağlamayacağını tahminlediğinden, üzerlerinde sonsuz güç kuracağı bir nevi Anayasa işlevi gören Kutsal kitaplarıyla belirlediği kurallarına, ayetlerine uymayanlara yağdırdığı cezalarını‘istediğim gibi olsan… davransan, dediklerimi uygulasan…yapsaydın, sınavımdan geçer, başına bu kötü olaylar gelmez, mutlu mesut yaşardın’la kılıflayıp, haklılığını da savunduracağı onlarca katakulliyi, kötülüğü, entrikayı piyasaya arzdan da geri kalmayıp böylece başlarına gelenlerin nedeni gördükleri yaptıklarından, davranışlarından dolayı kendilerini suçlu hissederek, bunalıma düşecek kullarını ötekileştiren, düşmanlaştıran Tanrı’sının yeryüzü temsilcisi sayan çağına damga vuran müesses nizamların egemeni yönetenlerinden Padişahların , Sadrazamların yanı sıra onca Enver Paşanın dokuyüzonaltı yılı ( askeri yazışmalarda karışıklığa meydan verdiğinden altı ay sonra yeni bir emirle iptal edilerek durdurulan) talimatnamesi yayınlandığında, Kraldan çok kralcı kesilip “Ülkemizin sahibi olmak istiyorsak, en küçük köyün adını bile Türkçeye çevirmeli ve Ermenice, Yunanca veya Arapça biçimlerini bırakmalıyız. Ülkemizi ancak bu şekilde kendi renklerine boyayabiliriz” yazılarını yazarak, yaşadığı toprakta kendinden önce yaşayıp bir medeniyet…bir kültür kuran devamı olduğu nesillerle, atalarıyla o toprağın…o şehrin…o kasabanın…o köyün geçmişi, tarihsel dokusuyla bağını kesen, yaşanmışlığını yok eden hoyratlığını, gelecek nesillere sirayet ettirerek Türk, Türkçe, Müslümanlık, Sünnilik dışındaki uluslara, dillere, dinlere, mezheplere, kültürlere, ibadetlere daha pek çok şeye karşı azdırılan düşmanlık, nefret tohumlarını diye devam edersen şayet yazmaya sen; dini bilgiden yoksunluğuma karşın, herkesin bildiği kadarıyla benim de bildiğim, bir kadına vahiy gönderip peygamberlik vermeyerek halife, imam seçilmelerini de önleyen cinsiyet ayrımcılığında önce Adem’i, kaburga kemiğinden de Havva’yı yaratan ötekileştirmesiyle ataerkil, erkek egemen toplumun temelini atan…kuran; yönetimindeki cennette sessiz, sakin oturan Adem’le, Havva’yı cennetten kovdurmak için sadece kendisinin bildiği bir gerekçeyle belki de rutinine, can sıkıntısına aksiyon, heyecan katmak amacıyla, bugün olsa sahiplerinin, diğer meyve bahçesi sahiplerini meyvelerini sattırmak için işbirliği yapıp komplo düzenlemekle suçlayacakları; yarattığı elmayı ‘ ağacından koparıp sakın ! ola tatmayın, yoksa’yla yasaklayarak tertiplediği yasak elma katakullisi…tezgahında tarafı yaptığı; muhtemeldir ki kolayca baştan çıkardığından tüm meleklerden daha güzel, çekici olma olasılığı yüzde yüz; kapsama alanı dışında bırakıp sonrasında kötülüğe sevk edecek caziplikte onlarca nesneyi, şeyi önlerine sermekten geri durmadığı bu dünyada, sürekli tetikte kalmalarını gerektiren sınavlı, büyük ödülü cennet olan öbür dünyalı yaşamı dayattığı kullarının; Kutsal kitaplarına uymalarını, isteklerini yerine getirmelerini sağlayacağından yaratması gereken bahanelerden tam bir “Demokles’in kılıcı” şeytana, söylettirdiği “sana sonsuzluk ağacını, çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?” sözlerinden Havva’yla sınanacakları değil cennette yaşayacakları söylendiğinden kuşkulanmayan, kırmızı kabuğunun güneşte altınmışçasına parıldamasının sihrine kaptırtarak yasakladığı elmayı yemeye teşvik edip sonrasında tekliğini, kanun koyuculuğunu vurguladığı Anayasası Kutsal kitabına, ayetlerine itaatsizliğini ‘elmayı niye yedin, uymadın yasağıma’yla sorguladığında, mızmız çocuklar gibi Havva’yı gösterip ‘valla benim suçum yok…o verdi, ye dedi, ne yapsaydım’ diyen saf “eyyy Adem’e” ilk ispiyoncu kul ödülü veren Tanrı sayesinde; Ortaçağ’da din adamlarının “kara lekesini tüm kadınlara geçiren….tüm kötülüklerin ana’sıyla karaladıkları Havva’yı öne atarak yüzyıllarca istediklerini yapmalarını engelledikleri bir yaşama, ayrımcılığa maruz bırakılan, mansplaining uygulanan kadınlara ‘alt tarafı bir elma yedik bilader, zaten onu da boğazımızda dizip, zehir zıkkım ettiniz ‘ fırsatı da tanınmadığından ‘nefslerine hakim olup da yemeselerdi her şey çok güzel olacak mıydı? adaletinden sual olunmaz bilirim de, ama elmayı bir erkek Adem yedi, bizim suçumuz neydi ki hâlâ dünyadayız? Sonrasında vuku bulan kötü cadının elmayı Pamuk Prensese de yedirilmesiyle bilmediğimiz gizli bir bağlantı mevcut muydu? İşlenen günahın yanında önemsiz bir ayrıntı olsa da yine de yenilen elmanın cinsi de merakımı celbetmedi değil; Jerseymac Summerred, Galaxy Gala, Golden, Fuji, Amasya’mıydı?’yı sonsuza dek açıkta bırakacak kalıcı durumun varlığında; bu esna da okurlardan bir #aynachallenge bekleme hakkımı da muhafaza eyleyip ; bir gün kanepe de yan yana sohbet ederken öylesine, nerden aklıma geldiyse ‘çeşmelerden bal da aksa o ağaca dokunma, aman ha yeme, sakın yapma ültimatomlu faşist yönetim, diktatörlük karşısında bence Ademle, Havva; dayatılanın tersine şeytan gibi diktatör yönetim anlayışına bayrak açmış, zincirlerini kırmış, isyan etmiş ilk devrimciler’ dediğinde Haldun’un ‘sen var ya sen pek bi akıllısın… bu düşündüklerim günahsa, yerim de cehennemse bunu düşünmeme sebebiyet veren aklımı yaratan da Tanrı değil mi ?yle cennette giriş biletini yakmamış oluyorsun… ‘lu alaycılığının da nedeni, akıllarında yokken allayıp pullayarak yarattığı gözlerinin önüne koyduğu ağacındaki elmayı yasaklayarak tırmandırdığı merakın işlettirdiği günahı , bahane edip cennetten kovduğu kullarıyla kötülüğün, şeytanlığın, gemlenemez arzunun, nefretin ilk tohumlarını da yeryüzüne eken, yaratan Tanrı’yı atlamış olacaktın ki müdahale ederek hatandan döndürdüm seni, eyyy benim daha şimdiden Alzheimer belirtileri gösteren yazarcığım ! medeni , kentli davranışın göstergelerinden okkalı bir yüzleşmeyle, karşılaşandan özür de dilenmediğinden tehcirli, etnik temizlik politikalarını katmerleyen taşralı devletin hep tehdidi altında kalacak güçsüz bireyin, kentin, kasabanın, köyün hakkını savunacak, illaki bir muhalifliği barındırması gerekli içeriği ta Osmanlı’da boşaltılarak resmi ideoloji dışına taşması istenmeyen bir aydın kesimin oluşturulmasının sonuçlarındandı işte 1928’de Latin harflerine geçilmesiyle uluslararası kullanımda adı İstanbul’la dönüştürülmeden önce 1927 yılında Konstantinopolis’in geçmişinden geleceğe köprüsü sokak, cadde ve meydanlarına ait 6.215 ismin değiştirilerek Türkçeleştirilmesi de. Oysa dini argümanlarla halkın ekonomik sömürüsüne katkı sunan kilisenin, asillerin Ortaçağından; ilmin, doğa kurallarının dinle, sezgiyle çeliştiğini fark ettirdiğinden sempati beslediğin her şeyin şiir gibi geliştiği; coğrafi keşifler, matbaa, Rönesans, reform derken bireyi, aklını, duygularını geliştiren bilimi kutsayan Voltaire, Diderot, hümanist Rousseau’lu düşünce sisteminin etkisinin yaban atılmayacağı Fransız İhtilali’nin, on ay süren kanlı terör dönemi ertesi gücünü kaybeden kilisenin, soylu sınıfın feodalist ilişkileri sanayi devrimli, burjuvazili kapitalizme evrilirken ” inancıma hakaret edemezsin”le tarihe gömüldüğü sanılan dogmaların yerini ne yazık yeni, başka doğmalar alırken, aklın, bilimin öncülüğünde her şeyin mükemmelini yaratmak isteyen insanoğlu, kendini idealize ederek Nietzsche’nin “bütün tanrılar ölmüştür şimdi istiyoruz ki üstinsan yaşasın” muştusu “üst insan”lı, “ari ırk”lı Nazizm kisvesine girmeden, Yahudilere uygulanmadan çok önce en büyük vizyonu kaybettiği toprakları geri alma olacak Osmanlı’da, 1908-1918 yılların da devlet yönetimine egemen İttihat ve Terakki’den gelme Cumhuriyeti kuran kadrodan bazılarının da bilerek… bilmeyerek altına imzasını attıkları, bu coğrafya da yeşertilen, dünyanın da adı daha faşizm nitelenmeden önce etnik kırımın ilk uygulamalarından birine şahitlik edeceği Ermeni Tehcirini yaşatan ötekileştirici ideolojisi gereği yapılan ancak mizah konusu olacak isim değişiklikleriyle, yasaklanan eski isimleri kullananların bölücü, terörist, hain ilanıyla tutuklanıp, cezaevlerine konulması, 20.yy da başbakan yardımcısının akıl çürümüşlüğünün ötesine geçen “kadınsa o da iffetli olacak. Mahrem namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak, bütün hareketlerinde cazibedar olmayacak” konuşması…Noel yılbaşı kutlamak caiz mi? heykel günah mı? kızla erkek aynı okula gitmeli mi ??? sorguları…hâlâ yalnızca öznesi değişen hep yapıla gelen “Van‘ın Çatak ilçesinde tarlalarında çalışırken operasyona çıkan askerler tarafından tartaklanarak bindirildikleri helikopterden atılan Servet Turgut ve Osman Şiban …” manşetli işkence, katletme haberleri…eğitimli, mastırlı okur yazarlar, koca koca paşalar, doktorlar, yöneticiler ve iş adamlarının tarikat lider(ler)ine himmet parası verecek biattın devamlılığından kurtulmayan vatanında, oniki yaşındaki kız çocuğuyla ilgili her haber, her on iki yaşındayım diyen kız çocuğuna bakış ‘ aman Allahım ! annem bu kadarcıkmış evlendirildiğinde daha göğüsleri çıkmamış’ kahrını yaşattığından, 12 yaşındaki kız çocuğuna cinsel istismarda bulunan tarikat liderleriyle fotoğraf çeken siyasetçileri, devlet adamlarını gördükçe insanlık Ortaçağ’ı deneyimlemedi mi? neden aklı, bilimi, felsefeyi bir yana bırakıp tekrar oraya dönmeye uğraşılıyor? farz et karanlıklar içindesin…içine atıldığımız, tutulduğumuz keşmekeşten kaçırdığımız, yetişemediğimiz Kant’ın aydınlanma çağı parolası “ kullanma cesaretini göster” dediği “akıl”la karanlıktan çıkarak, kendinin, ülkenin kaderini daha güzel yapılabileceğini gösteren onlarca örnek, olgu, olay dururken karşısında, Ortaçağı yaşatmaktan…yaşamaktan zevk alan Ortadoğulu yönetimlerde… toplumlarda her şey bu kadar mantık, akıl dışıyken yine de mantıklı bir neden aramadan duramayanlar, bunca korkutuculuğun…zalimliğin, yoksunluğun ortasında; daha ooof of neden ? neden ? Varto da değil de mabedim Proust’cumun Paris’inde doğmamışım sanki ! yi düşünmediğin günlerde zihninde; dört,üç, “dört, üç, iki dil, bir bavul” la aynı mekanlara, aynı şeylere, nesnelere, duygulara ait onlarca ismi, kelimeyi, sıfatı anlamlandırıp bir yere oturtmaya çalışırken, suyu hiç kesilmeyen çeşme başında ‘Nade, Lol(u)ıjlar çok mu kötü, ne yaptılar ki’ konuşmana gülen teyzen Fikriye, anneannen; çene Küçükağa (çéna axayé gıjî) alüminyum bakraca, ışıl ışıl parlayan gümüşsü güğüme su doldururken sırasını bekleyenlerin, o güne değin görmedikleri seni işaretleyerek ‘waye…vaye, pirika, maye mi, gıle çene Küçükağa a bu kimdir ?’ ya da ‘mala geç kaldım’la hızla yürüdüğünden yetişemeyip arkasından koştuğunu görenin ‘eree güneko (yazıktır), dur biraz, yavaşla’ sözlerine aldırmadığını görünce rüzgardan yanmış morumsu, çatlak derili eliyle elini tutarak ‘çenek, dayemi, ben seni götürüm, koşma ’ tavsiyesine nefesin kesildiğinden uyup birlikte yürüdüğün, beri de seni beklemediğine kızdığın teyzen Fikriye’nin yanına gitmeyip, bazen tam sağarken o günlerde iltihabi bağırsak sendromu belirtilerinden olduğunu bilmediğin keçi’nin leblebi tanesi dışkısıyla doldurduğu köpüklü sütü yanında getirdiği, plastik yoğurt kapları çıkana kadar gün yüzü görmeyen bakracın üzerine örttüğü tülbentten geçirerek temizleme işlemini seyrettiğin adını bilmediğin ama ‘nasılsa köydeki herkes gibi bu da ya teyze, ya hala, ya gelinlerden, akrabalardan hatta kuzenlerimden biridir’ le güvendiğinin ‘ çeneka, dakıla hele sen, kimlerdensin’ ? ‘çéna Kemalé Resulé ağaé …’; ‘ toruna Efendi(é) ye… beğe’ veya (çene waye ma ) benim kardeşin kızı, teyzem kızı’ cevabını bir gün kendin ‘çene Küçükağanın torunuyum… çene Rukoşé, çene Kemalé’yle verdiğinde; ‘öyle bir yer var mı ki’ şüphesini tam manasıyla ortadan kaldırmamış yeteneğine, ideolojisine bakmadan insana, haklarına verdiğin değerin, saygının, başarının, başarısızlığın, iyi niyetin kriter alındığı uygar, medeni ilişkiler ağında kimsenin sallamayacağı ama maalesef yaşanılan ülkenin gelişmişliğine göre ömür boyunca muhatap olunacak bir kere bile gitmese de doğduğu yer, yaşamasa da içinde bulunduğu sülale, aileyle tanımlanma, konumlandırmayla kendisinin, kişiliğinin değil, kimlerden olduğunun önemsendiğini yüze vuran “nerelisin ???? kimlerdensin ????”de ki “ler” çoğulunun içinde; tıpkı niyeyse birbirine sıkı bağlarla bağlı bir topluluk, bir toplum, bir aile olabilmeyi ancak milliyetçilik, ırkçılık, din, kardeşlik, kan bağı tutkalıyla sağlayacaklarını düşündüklerinden doğuştan sistemli bir şekilde her safhada iyi bir insan olmayı özellikle “din” ve “vatan” sevgisine eşitleyip; “çarşı pazar pahalı , asgari ücret artırılsın”, ‘resmi işlemlerde bu nasıl bir karmaşadır her şey sadeleştirilsin’ istemlerine dahi “dikkat !!! fazla düşünüyorsun sen! bak vatan mevzusuna geliriz işte o zaman yanarsın…” abası altındaki sopa da olan siteme muhalif onca Sabahattin Alilerin, Mumcuların, Üçokların, İpekçilerin , Özgürlerin, Aydınların, Dursunların öldürülmesinin, Denizlerin, Erdalların asılmasının koruması kollanması, parçalanmaması adına yapıldığının iddia edildiği; sağcısından solcusuna darbeyi yapanların, destekleyenlerin iteleyici güdüsü Hrant Dink’in katili Ogün Samast’ın eline Türk bayrağı tutuşturan polislerle birlikte çekilen fotoğrafın ana teması “… toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez”; “mevzu bahis … gerisi teferruattır” aforizmalarında ki “vatan” kavramında yok edildiğinden artık ne özneliği, ne nesneliği, ne de özgürlüğü kalmamış bireye; vatan uğruna savaşılmasını çok sevdiğini bildiklerinden olsa gerek Tanrı’nın vereceği düşmanı yenecek iman gücünü çanta da keklik sayıp, kararını verdikleri savaşlarda ölen evlatlarının, vatanın yanındaki ‘teferruatlığıyla’ övünmesinde, silah, cephane yığan, faili meçhul cinayetler işletmekten çekinmeyen, haraççı, gaspçı, şantajcı, tarikatçı mafya, ihale çete sahiplerinin ciritliğine ses çıkarmamayı; manalı söylemlerin piyasaya uyarlaması “mevzu bahis paraysa vatan teferruattır” cıngıllı öncesi…sonrası defalarca tekrarlanmış Sakarya’ya fındık toplamaya giden mevsimlik tarım işçilerine Kürt kökenlerinden dolayı “it sürüsü” hakareti edenlere, telefonu Kürtçe müzik çaldığında ya da Kürtçe konuştuğunda “burası Türkiye, burada Türkçe konuşulur”la linçleyenlere dokunmamayı; teknolojik, bilimsel gelişmelere adapte de zorlandıklarından “ne güzeldi bizim zamanımız’la değişimi…değişmeyi de reddettiren zihniyetin yaratıcıları inanmayacaksınız –zaten ne yapıldıysa, yapılıyorsa hep bu inanılmayacağa inanılması yüzündendir–böylece Cumhurbaşkanından, Başbakanına , tüm siyasi parti liderlerinden genel kurmay başkanlarına, yüksek yargı mensubuna, üniversite profesöründen, gazeteci, yazar, düşünür, sanatçı kimliği taşıyanlara kadar herkesin daima referans aldıklarını söyledikleri, gösterdikleri hayali, isteği “fikri, vicdanı hür” bireylerin yetişmesini engelleyerek Atatürk’ün ülküsü “muasır medeniyet”e büyük ihanet yaparak; yalnız vatanla sınırlı kalmayıp aile, sülale içinde de geçerli kılınan “dört bir yanımız düşmanla çevirili”, “hiç dostumuz yok” söylemlerine – her kesimce biteviye tekrarlanan var olduğu söylenen Petrolun; yardığı dağlardan, tepelerden, ovalardan, yollardan, akışını değiştirdiği nehirlerden akmadığı, dört bir yanının her 20,30,40,50,100 yıl sonrası şehirleri, kasabaları, köyleri, binaları yıkan, on binleri enkaz altında bırakıp, öldüren, hasarı önlenebilecekken önlenmeyen 7.8’lik yer sarsıntılarını, depremleri meydana getiren fay hatlarıyla sarılı olmasının– hoşlandıklarını gördükleri yönetenlerini pohpohlayıp, isteklerini yaptırma aracı kıldıkları yalana devamı politik tavır benimsediklerinden– stratejik önemsizliğine işaretini bilen güçlü, büyük devletlerin bile bile öyleymişcesine muamelelerine sebep olmayan “jeopolitik durumu gereği Türkiye’yi parçalamak, bölmek, Sevr’i dayatmak için ” ,”dünya lideri olmayalım” diye “her şeyi yapar doları yükseltir, kredi notumuzu düşürürler“ sürekliliğinde, üst seviyede kırmızı alarmlı tehlikeli bir durumun varlığından bahsederek, paranoid haline getirecekleri bir korkutmayla sorgulama yetisini kaybettirdikleri bireylerin sonsuz biatında; her şeyin, her sıfatın, her tanımın, her olgunun üstünde bir yere koyarak putlaştırdıklarından kendini hukuktan üstün gören liderlerin de gölgesinde, her zaman , her dönemde egemenliklerini sürdürmenin keyfindeyken dewa ma Badan’da, Kasman’da, Emeran’da, Zenge(na)l’de yalnızca erkeğine, erkeklere hizmetle mükellef kılınan yaşayıp yaşamamasının, haklarının teferruatlıktan öteye gitmesine izin verilmeyen sülale, aile içinde kimliği, kişiliği kimyasal maddeymişçesine eritilen kadınların varlığından habersiz; çocuklarından, eşlerinden dostlarından daha çok parasına, evine, arabasına, değer veren pek saygıdeğer “Hatırla Sevgili”li beyaz Türk elitler ’yahu sene olmuş bilmem kaç, onlarca badire, savaşlar atlatılmış, faşizm geçirilmiş koca İmparatorluklar, SSCB yıkılmış hậlậ ekonominin siyasetin odağını insanın kendisi, hakları, refahı, eşitliği değil de; deden kalma vatan, ülke, din, etnik kimlik yapmışsın . Bugün erkinden hoşlaşmadığınız, varlığınızdan hoşlaşmayan parti AKP’yle, lideriyle paylaşmak zorunda kaldığınızdan yerdiğiniz, dünde size gösterildiğinden üzerine toz kondurmadığınız ülkeye armağanınız biatçılığın “şunu da yap ölmezsin ya!” cümlesiyle aynı anlam derinliğine sahip, her alana sirayet ettirdiği ‘söz konusu; mevzu bahis olan sağ, sol fark etmez örgütse…dernekse…tarikatsa… İslamsa… Müslümanlıksa… Türklükse… aileyse… aşiretse… sülaleyse sen bebeğim! bir hiçsin… ayrıntıdan mütevellit teferruatsın ama bak Türkiye Türklerin; sen de ömrünün adattırıldığı, arzularını yerine getirme, derdini çekme, dayattığı hayatını yaşama mecburiyetinde getir, götür, dur, kalk ‘ komutlu lüzumsuz efendilerin; sülalenin… ailenin…erkeğin tahakkümünde ‘öyle yordun… öyle bunattın… öyle yerin dibine koydun ki beni’yle farkına varamadığın, keşfedemediğin benliğinin, özelinin, yeteneklerinin, kıymetlerinin de katili; her şeyi beklediğin kötü kötü kazaklar, çoraplar, hırkalar örüp başından aşağıya geçirecek yığın…yığın insanla dolu çevrende; ‘kalabalık yurt ortamında; geride bırakılan pisliği katmıyorum, ortak bölgelerde ihtiyaçlarını aynı anda görme eğiliminde herkesin akbaba misali kapıyı açmanı, tuvalete, mutfağa ya da banyoya gitmeni beklediği anlarda dahil, geldim, az kaldı gidiyorum dünyadan; bu yaşıma kadar tek bir gün yalnız kalmadım, özlenir mi demeyin, ayna da yüzünün nasıllığına bakacağı, ne istediğini düşüneceği, iç sesini dinleyeceği sessizliği…yalnızlığı özler insan.Ama ‘sosyalleşmek lazım azizim’ diye diye gereksiz yere trend yapılan sürü halinde birlikte ordan oraya gitmek, AVM’lerde dolanmak, bowling oynamak, yemek yemek, kahve içmek, birbirine laf yetiştirme peşinde koşturmaktan helak edildiğimiz memlekette, evli olsan da partnerinin özelini, sınırlarını, yaşam alanlarını daraltmayan saygıda, özgürlüğünü kısıtlamayan sade ilişkileri ara ki bulasın’ iç sıkıntısında ‘Ayyüce ayrılmış ya’ – ‘saçına ne yapmış öyle, bu kaçıncı sevgili?’– ‘maaşı Euro alıyormuş …’– ‘yatakta çok iyiymiş…’–‘kocası tapuladı o makamı, her şeyi bedavaya getiriyorlar, görsen duba gibi olmuş ye.ye ye, …’–‘Allahaşkına Youtube da şu parçayı dinle … şu tiktoku seyret çok eğleneceksin ’– ‘akşam haberleri seyret büyük bomba, iktidarı sallayacak itiraflar geldi mafya babasından’ –‘ gelse ne olur yüzlülükte tavan yapmış bu iktidar ’ sesleri, delirten bir uğultuya dönüşür sadece, dudakları sürekli hareket eden, diğer her şey önemsizmişçesine saçma sapan şeyler anlatan, durmadan konuşan insanlar; sonunda aslına rücu edecek her şey gibi silikonlu, botoxlu, lazerli, liposuctionlı cilt çatlayıp el elde, baş başta kalınacağından ilk söyleyeni bulsan, eline geçirsen yeminlen boğup hapis yatmayı göze alacağın; insanın kendisini iyi, hoş, güzel hissetmesi için söylenen, niye gerek duyulduysa –niye mi? en çok sen harcarsan, en güzel de sen olursun temalı ‘dolgun, silikonlu, ıslak, nemli, şuh, davetkar’ özellikli çeşit çeşit rujlar, farlar , BB’ler, yapay tırnaklar, kirpikler ( yakında gözün yapayını da piyasaya sürerlerse şaşma), parfümler, gökkuşağı rengine varıncaya kadar renk renk saç boyaları üreten kozmetik, giyim, kuşam şirketlerinin pazarlama stratejisinin mihenkliğinden olmasın?– duyduğun büyük yalanlardan ‘ ( olmamasına mantıklı bir açıklama getirilemeyeceğinden) çirkini yoktur, bakımsız kadın, erkek vardır’ motivasyonuyla, ‘elbet bir gün beni bu kaşımla, gözümle, seven birkaç insan olur’u elinin tersiyle itip, kendini iyi hissetmek, beğenmek , beğendirmek için ‘ bakım da bakım yapmalı’yla; kuaför, güzellik, spor salonu, estetik, güzellik merkezleri arasında çoşan olgunlaşma arifesinde hala bütüncül bakamadığından diğerlerine, çevresine ya ölesiye nefret edeceği ya da ölesiye seveceği bir ideale, ideolojiye örgüte, tarikata, lidere, kişiye ya da başka bir olguya, şeye inanan biatçı benliğin; Karl Marx‘ın artı-değeri, emeğin sömürüsü cephesinden dünyayı algılamaya çalışan gecekondu soylularının gençliklerinde devrimci kimliklerindeki kara sevdası; yaşama hiçbir önemli katkısı olmamışçasına gereksiz görüp ölesiye nefret etikleri yıkılması, yok edilmesi için kıyasıya mücadele verdikleri, bugünde keşke olsaymış temennisinde bulundukları burjuvazinin kültürünün, demokrasinin hayata, kalitesine ne denli olumlu katkı sunduğunun…sunacağının farkındasızlığında; hoş Osmanlı’da dini ulemanın da engeliyle bilimsel, sanatsal, toplumsal gelişimi hızlandıracak güçlü bir aristokrat kültürün (var olan da sarayla, İstanbul’la sınırlı kaldığından) mimarı Rönesans da atlandığından, Cumhuriyet sonrası da; gözümün nuru Proust’cumun elimde veri olmamasına karşın kendisinden nefret ettiklerini bildiğine inandığım zarifliğinden, modayı takip eyleyen giysilerinden etkilenip Odette de Crécy ve Albertine’ nin giyim tarzını benzettiği Kontes Greffuhle, “petit Marcel” le seslendiği Proust’u sevmediği sır olmayan Kontes Laure de Chevigé, Clermont Tonnerre Düşesi Elisabeth de Gramont (yazar Natalie Clifford Barney’in sevgilisi), Madam Emile Straus dan esinli romanının baş karakterlerinden Guermantes Düşesi gibi devrim sonrası isimlerinin önünde bir çok unvanı taşıyan, bazen ceplerinde beş kuruş bulunmayan topluluk haline gelmiş aristokratların sosyeteye dönüşmesi öncesinde, kendini aristokrasiye eklemlemeye çalışan James Watt’ın buhar makinesini geliştirdiği teknolojik gelişmeler ışığında üretim ilişkilerinin değiştiği, fabrikaların kurulduğu, ticareti kolaylaştıracak demiryolu ağının genişlemesiyle feodal düzeni tamamıyla alt edecek “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” güdüsüyle hareket ederek; Haussmann’ın yol, kanalizasyon, su şebekesi inşasıyla Paris gibi kasabaların şehre dönüşmesine paralel bilim adamları, yazarları, müzisyenleri, ressamları, maceracı gezginleriyle bir bütün olarak her konuda egemen sınıf haline gelen; değişimden, ranttan, moderniteden kocaman pay alırken çalıştırdıkları emekçilere uzun çalışma saatlerini dayatarak sömürüde sınırsız kapitalizmin hırslı, aç gözlü ve de gözü kara girişimcisi burjuvazinin; baskıcı, sefahat düşkünü monarşiyi temsil eden Ortaçağ Kalesi Bastille hapishanesini 14 Temmuz 1789 da basan 98 ölü, 73 yaralı veren isyancı Parislilerin, öldürdükleri monarşi yanlılarının kelleleri takılı süngülerini havaya kaldırarak “hainler böyle cezalandırılır”la resmedilmiş bir çatışmaya girişip, bedel ödeyen devrimini gerçekleştiremediği için feodal değerlerinden kopamadığından kangrenleşmiş ırkçılık eksenli bitmeyen baskı, sansür, savaş, ötekileştirme, ölüm getiren otoriter müesses nizamı, darbeleri destekleyen demokrasiyi, insan haklarını yerleştireceği tarihselliğini yaşamadığından kendisini geliştirmeyip deforme olmuş, çarpık Avrupa aristokrasisine ait kültüre yamanarak medeniyet saydığı batılılaşmayı da yaşam tarzında, giyim, kuşam yüzeyselliğinde yaşayıp giderken aniden karşısında bulduğu yaşam tarzını benimsemediği iktidarı temsil edenlerden Emine Erdoğan’la, Melania Trump’un aynı karedeki fotoğrafını ‘ bak ! şu resme o da Cumhurbaşkanı eşi, bizimki de; kıyas kabul etmez biri Anya, diğeri Konya. En çirkin, en sakil kıyafet bizimkinin. Ne giyinse yakışmıyor, yok… olmuyor işte silemiyor rüküşlüğünü . Melania’ deki asaletin, inceliğin “i” sini bulamazsın bizimkinde. Valla utandım… orta çağ, geri kalmışlık akıyor üstünden, rezil etti bizi dünyaya…’ sızlanmacılığında partilerin makarna, kömür, kahve, bez alışveriş torbası, liderlerinin oyuncak, top, balon, şal, atkı dağıtarak, çay atarak oy toplamalarına öfkelenen ama devlet ihalesini, kömür, altın madeni işletmesini nepotizmle, rüşvetle kapıp makarna, kahve satmasının aynılığını göremeyen çapsızlıkta; siyaset üretemeyen edebiyattan, sanattan bir haber ‘sadece zengindir, paraya para dememektedir o kadar işte’yle tanımlanabilinecek; resmi ideolojisini temellendirdiği etnik köken, dine mensup, itaatçi makbul vatandaşlarına katlettirdiği, vatanlarından kovduğu gayrimüslimlerin mal varlığını milli piyangoymuşçasına dağıtan devletin eliyle besleyip, teşvikleri, kredileri, vergi muafiyeti, ihaleleriyle büyütüldüğünden kendini var eden mekanizmaya bağımlılığından özgürlüğü kısıtlı sınıf olamamış Hawaii desenli ,sonradan görme Türk burjuvazisinin; kendini bedava servet edinmeye alıştıran devletini bile yüzü kızarmadan kuralsızca soyma – hayır ! hayır benim dikkatli okuyucum, açığı yakalayamadın aynı şey değil galiba 2008-2009 global krizindeydi, Avrupa’da devlet desteği alan burjuvazinin; o sosyal devleti var eden bugünlere getiren olduğunu unutma – en bariz yeteneğiyken, aracılık, komisyonculuk hizmeti sunduğu küresel işbirlikçileri nereyi işaretliyorsa oraya doğru eğilen kesiminden ayrılıp; tüm birikimini riske ederek sınıfına ait değişimci bilinçle gelir adaletsizliğini törpüleyecek eşitlik, kardeşlik, özgürlük ve hukukun üstünlüğünü sağlayacak, tonca eşitsizliği gidermeye yönelik ekonomik, siyasal adımların atılmasına ön ayaklık etmek isteyen Osman Kavala, Cem Boyner, Sakıp Sabancı, Özdemir Sabancı gibi temsilcilerini de öyle, böyle bir yolunu bulup harcayıp devre dışı bırakan devlete egemen ettirdiği bürokrasiyle birlikte, menfaati için bazen muhafazakarlığı, mütedeyyinliği, batı karşıtlığını savunuyormuşla kitlelerin gözünü boyayan; geçmişte ve bugün ve yarın evrensel değerlerinden yoksunluğundan sınıfsal işlevini yerine getirmemesinin Türkiye’nin başına neler açtığını…açacağını hậlâ anlamamakta direnen Sermaye Piyasası Kurulunu kınamakla kalmayıp, bırakıp sonrasında cahil nitelediği halkına da maddi, manevi tazminat ödemeleri gerektiğini bildiren İsveç’li bilim adamı değil İsveç’li düşünür hiç değil ; İsveç, batı (tendency) tandaslı –konuşmada, yazmada değişik dillerden etkilenip daha zengin bir dille konuşma, yazma aynı anlamı farklı kelimelerle ifade etmenin kimseye zararı dokunmayacağından, cidden severek kullandığın böylesi süsleme amaçlı, yabancı kelimelerin anlatımı güzelleştirdiğine inandığından değil entelektüellik düzeyinin belirleyicisi sayılması da bir nevi görgüsüzlükken– herhangi bir sıfata sahipsizliği yüzünden düşündükleri, yazdıkları gaile alınmayacak Türkiyeli isyancıların elebaşı aday adaylarından olması muhtemel bu satırları yazanın, düz mantıkla ‘ülkenin ayakları yere basmayan hoppa burjuvazisi sanatsal ve siyasal derinlikten uzak ve kopuk lümpenlikteyken onu örnek alan, resmeden sınıfların, kesimlerin, meslek erbabı; hamalın, berberin, bakkalın, öğretmenin, profesörün, albayın, milletvekilinin, fahişenin hoppasızlığı, lümpensizliği, imkansızdır önergesini onlarca yazar, besteci, ressam, fotoğrafçı, tasarımcı, heykeltıraşı etkilediğinden edebiyat, sanat dünyasına katkılarına bakarak doğrulatacağın roman (dahi diyeceklerden değilim) yazmış Fransız fahişeler ??? şaşırmış yüz ifadesini kelimelere dökmenin zorluğunda, tam buraya iki elini de yanağına koymuş sadece baştan ibaret şaşırmış yüz emojisi koyup, yazında betimlemenin, imgelemenin yerini alacak görselliğe bir kez daha şans tanıyarak hatta romanının bundan sonrasını yazmaktan vazgeçip bilginin hap vari tüketildiği gelecekte…yarında kimseler de kitap, blog okuma isteği…sabrı kalmayacağından belki sende bu romanı yazmayı bırakıp ‘güneşin soluk ışıkları karanlığı delerek girmeye çalışırken penceremden uyandım bu sabah’–”bugün markete gittim”- “Starbucks’ta şöyle bir şeyle karşılaştım”–”arabam bozuldu”– “insanlar pek bir yavan”–“ dolar yine yükseldi”– “Acun uçak, Hülya ada aldı, Ağaoğlu da adasını satışa çıkardı ama neden???”– “bak bu elbisemi Trendyol dan aldım”–“ Morhipo’da %70 ucuzluk vardı halbuki’ falanlı, filanlı arka plan dağınık çalışma odan, kaloriferin yanına çöküp elde sigara, kutu bira “dışarıda yağmur değil, deli kar yağıyor” günlüğünü okuyormuşçasına; depresifliğin dibinde; sen üşüyorsun , ben üşüyorum; sen gülüyorsun, ben gülüyorum hissiyatında yaşanılanların, düşüncelerin, tanık olunanların on, onbeş dakikalık videolara sığdırılmasından ibaret log çeşitlerinden video-log çekerek vlogger’liğe taşı kendini diyemiyorum zira handikabın teknolojik özürlülüğün ayrıca her şeyden çabucak sıkıldığından her gün, her gün…video çekmek ….hayır…hayır sana göre iş değil vloggerlik, o yüzden sen ! devam et yazmaya da en son ne yazmıştın? evet “fahişe” kelimesini okur okumaz, önceki paragraflarda “Baudalaire’ı Baudalaire; Proust’u Proust yapan Fransız yosmalara, fahişelere duyulacak minnet” yazdığımı hatırlayarak, yok artık yine mi fahişe, ne alıp veremediğin var anlamadık fahişelerle ? takıntı yapmışsın belli ama niye ?? diyen totale yönelik yaşadıklarıyla, yoluyla hiç kesişmeyecek gözleri kısık, soğuk duruşunu “boşuna dönüyorsun dünya ! okeyin ikisi de bende’ yi cooluk sanan yarı çıplak erkeğe bağımlı salak kadın temalı Senden Daha Güzel, Bay Yanlış, Sen Çal Kapımı, Emanet, Aşk Mantık, İntikam, Esaret sapkınlığın son kertesi Yalı Çapkını türü dizileri izleye izleye sersem salağa yatmış benim TV’lerde trend topic (TT) dizilere göre eğilimi, algısı, tavrı değişen okuyucum !! az sonra ‘fahişelere’ ilgimin nedenini öğreneceksin fakat ve lakin; klavye başında, başrol oyuncusunun inciği, cinciği, saçı başı yanında; final yapar yapmaz bitse de; az da olsa seni psikoloji, sosyoloji konularında araştırmacılığa yönelten “gerçek yaşam hikayeleri” logolu popüler dizilerden Kırmızı Oda, Masumlar Apartmanı ve Netflix ‘in Bir Başkadır’ını görmezden gelemem; ebeveynin ekonomik, kültür düzeyinin, aile ilişkilerinin çocuğun kişiliğini belirlediğini, geçmişin ruhta bıraktığı yaralayıcı ya da mutlu izlerin kolayca silinmediğini; konuşmayan, konuşamayan; dinlemeyen, duymazdan…görmeyen, görmezden… anlamayan, anlamamazlıktan gelen içinde yaşanılan aynı ortamda, aynı odada bulunmalarına rağmen aile bireylerinin “bir başka”lığına, farklı dünyalara sığınmalarına; istersen git dünyanın öbür ucuna master yap, bilimsel yeterliliğin, üç yabancı dilin olsun dön, gel memlekette otur bir lokantaya, kendinden aşağı seviyede, eğitimsiz gördüğün servis yapan garsonla sıradan bir olay hakkında ‘gördün değil mi, yaptığını adam değil ki’– ‘yok yok bizden bir şey olmaz’ yılgınlığında aynı ortak düşüncede buluşturan, birbirimizin farklı, bir o kadar da aynılığına, kahramanlarından en az birini televizyon seyredişine, oturuşuna, uyuyakalışına, temizlik yapışına bakıp kendin ya da yakınlarından biriyle eşleştirip aynı ben… aynı sen… aynı bizim kız, oğlan…aynı komşum…arkadaşım… aynı babam aydınlanmasında, izlenen bir dizi, film sayesinde ulaşma, kavrama garipliği artık nasıl bir gerçeklikten kopma…nasıl bir yaşamı algılama… nasıl içinde yaşanılan koşullara, topluma yabancılaşma, kayıtsızlıktır anlayabilmiş değilim deme sakın ! on yıl çalışsa alacak parayı biriktiremeyecekleri maddi imkansızlıkta bir otomobil donuna kadar Avrupa’da üretilip gemiyle getirildikten sonra vurulan “made in Turkey” damgasıyla sergilendiğinde fabrikanın temeli dahi yokken dahi Türkiye’ye de üretilmediğine inanmayıp Türk zekasıyla gururlanan Türkiyeli yoksulu da bir başkadır ama budur! Öylesine budur ki yetiştiği ailenin ekonomik, kültürel yapısının, toplumun, ülkenin müesses nizamının, bulunduğu coğrafyaya hakim zihniyetin, geçmişin, üzerindeki etkisini perdeleyen çoğunluğun gerçek gördüğünü, algıladığını gerçek sayma, ‘algılama’ yla kendini tatmin ettiği mevcut ilişkilerle, sistemle, otoriterlikle çatışmaya girmeyen, sürü içinde kaybolmanın konforuyla biattı birleştirip, kazandıran ‘görüntü, gösteri, imajdır’ sevdasıyla değer verilen modern kıyafetler, modern mekanlar, sokakta yürürken elde taşınan bilmem ne marka kahve bardakları, sosyal medya profilleri yeterlidir en modern, en akıllı, en kültürlü, fenomen benim…biziz Kate Middleton, Bill Gates, Obama hatta Roger Penrose yaklaşımda Kerem Bursin, Hande Erçel, İrem Derici, Youtuber Enes Batur, Danla Bilic ‘in; Oğuz Atay, Orhan Pamuk, Genco Erkal, Proust’cum ve Bach’dan daha popüler olduğu ortamlarda başarılarıyla övünen, faşizmin ötekine tahammülsüzlüğünü beğenmediğini, varlığını görmek, bilmek istemediğini sosyal medyada engellemek, onunla bir araya gelmemekle halleden; kaynağına inmeden sorun…sorunlar hakkında ‘bu Avrupalı çocuklara nasıl imreniyorum, düşseler de ağlamıyorlar, yemeğini bitirince tabağını lavaboya koyuyorlar, hem de uyumlular… havuz başında, kumsalda büyüklerini rahatsız etmeden sakince oturup oynuyorlar.Bir de bizimkilere bak!!! incelik, nezaket hak getire, her biri bir çete mensubu sanki… her yerde bağır bağır, zırıl zırıl ağlıyor, küfür ediyor tutturuyorlar; yok su, yok mısır, yok dondurma isterim… çözemedim bu işi ’ yüzeyselliğinde değerlendirmelerde, paylaşımlarda bulunurken bir kez kendilerinin, ebeveynlerinin, etrafındakilerin çocukluklarına dönüp bakmadıklarından çözemediklerinden sosyal medyada “Avrupalı çocuk ve Türk çocuk arasındaki farklar “ başlıklarını açan da bugünün post truth mantıklı Türkiyelilerdir işte.Tamam nasıl bir anne babanın eline düşüleceği şans, kısmet ama “bir babanın çocuklarına yapabileceği en büyük iyilik onların annelerini sevmektir” Hesburg yorumlamasının gerçekliğini tartışmaya açmadan devam edeceksek şayet, erkeğin, kadını toplumda konumlandırmasına, pozisyonuna göre şekillendiğinden eğer despot, erkek egemen anti- demokratik devlet ve toplumda yaşanıyorsa aynısını aile içi ilişkilerinde de sürdüren, Nietzsche’nin “erkek evlat, babanın eksikliğini taşır” da dediği erkeklerin ; genellikle de görücü üslü ve çocuk yaşta evlendikleri; her olumsuzlukta kendilerinde hiç hata görmeyip suçu ‘sen yaptın bu çocuğu böyle…sen yüz verdin işte de’ olduğu gibi suçu üstüne attığı, kimliğini, varlığını görmezden gedikleri , psikolojik şiddet; sevgisizlik, iteleme, dayak uyguladıkları kadınların; içi, dışı yıkık dolaştığı huzursuz evlerinde tatmadıkları sevgiyi, saygıyı; mutsuzluklarını yansıttıkları evlatlarından huzurlu, sakin , mutlu, uyumlu, nazik olmalarını beklemek; ancak geçmişi yadsıyan Ortadoğulu bir birey düşüncesidir ki hiç birimiz de yolun en başında baş koyacak bir omuz bulamamış, hayal kırıklığına uğratmayan bir babaya tesadüf etmemişken Ey Okur, gelelim senin roman yazamaya kalkışmış bu pespaye yazarının obsesifliği saydığın Fahişe mevzuna; başı açık, türbanlı, çarşaflı, eğitimli, eğitimsiz ya da herhangi başka bir kategoride bulunmasının hiçbir şeyi değiştirmeyeceği kadının, paspas, temizlik bezi muamelesi gördüğü…göreceği İslam coğrafyasında, hangi ülkede yaşadığının da önemsizliğinde, birlikteyken ”hayatımın anlamısın sen… senden önce hiç yaşamamışım ben…”i’ sarf eden, ayrılık sonrası aynı kadınla ilgili ”hocam, nasıl yenge? afiyettedir inşallah…”– ”bırak Allasen, çoktan unuttum o orospuyu… o fahişeyi” yapıştıran yalnızca erkeklerin değil, Azerbaycan Ermenistan arasındaki çatışmada Azerbaycan’ın savaş propagandası için sosyal medyayı bloke ettiğini öne süren Ermeni Kim Kardashian’ın paylaşımlarını, kendini savunma hakkı olmayacağını bile bile ana haber bülteninde “Kim Kardashian’ın kameralara göstermeye alışık olduğu büyük bir kaynağı var, yine aynı kaynağı mı referans aldı acaba?” diyecek kadar seviyeli !! çiğlikten uzak, entelektüel üsluplu kadınların da bulunduğu çok…çok geniş bir kesimde; ailede, işyerinde, okulda, partide, örgütte babası, annesi, kardeşi, abisi, ablası, amcası, kocası, arkadaşı tarafından yüzüne olmasa bile arkasından bir kez olsun “orospu” sıfatı yakıştırılmamış, suçlanmamış “fahişesin” hakaretini , küfrünü yememiş tek bir kadın yoktur, varım diyen de kesinlikle hünerli bir yalancı… cidden bir yosmadır. Bu arada naçizane bilgilendirme kitaplarını okudukları Proust, Zola , Maupassant, Fils’in katıldığı edebiyat toplantıları düzenleyen, tiyatroya, operaya giden pek çok yazarın, bestecinin, sanatçının eserlerinin ilham kaynaklığından edebiyat, sanat dünyasına katkıları takdire şayanla anılmadan geçilmeyecek özellikle 19. yy Avrupa’sında ev işi, çocuk bakımı, kendilerine hizmet dışında herhangi bir konuyla ilgilenmelerini istemeyen zaten bu kadar sorumluluk altında dewa ma Badan, Kasmanda ki kadınlar gibi yorgunluktan, başka şeylerle ilgilenecek vakti bulamayacak ev kadınları; temiz aile kızlarının evlerinde kapalı kalmalarını sağlayan erkeklerin; vakitlerini geçirdikleri, fikir alışverişinde bulundukları artı cinsel ihtiyaçlarını giderdikleri kitap okuyan, sanat, politika, edebiyatla ilgilenen hayat hakkında derin düşünceler yürüten adab-ı muaşerete haiz kentli, kentsoylu fahişelermiş… bak sen! bunu bildiğinden miydi Haldun’un ‘yosmayla ilişkide biz erkekleri ürküten sonra yoktur. Bakma sen ! insanların orda burada hayat kadınlarını ayıplamalarına…dili suskun ruhu, bedeni diri daha çok tinsel kaynaklı bir karakter bence yosma, yanlış anlama güzel olmak yetmez, hayat görüşü, tecrübesi ister yosmalık şayet çirkinse de hal, hareketleriyle bilemedin bir şiirle, basit bir sözle ‘bir adam vardı bir zamanlar bana gelen böyle hiç konuşmayan ama bir ahhh derdi anlardın derinlerdeydi ’ yaşanmışlıklarıyla kapatır eksikliğini. Erkeklerin ne mal olduklarını, ne istediklerini bilirler ama sevgililer, eşler gibi zayıf yanlarını, istismar etmezler; o yüzden vazgeçilmezlerdir, düşkünlüğümün sebebi birincisi “imkansız” kadınlar olmamalarındandır, ikincisi bıkmazsın yosmalardan diğerleri gibi hemen sahiplenip ‘iki kişilik bir ilişki de tek kişi yaşıyorsun o zaman niye benlesin’ triplerinde ‘ acaba yanlış mı anladı? keşke demeseydim öyle… aklında ne vardı, uğrasam mı’ düşüncelerine daldırıp yormadıklarından zaman da farklı akar sanki yosmaların yanında; daha yavaş, demlenerek, öyle bir bakarlar ki adamın ta içine; yıldızların arasında umarsıca uçan kuyruklu yıldızlara benzetirim ben; baki kalmazlar insanın hayatında, dönem dönem girer ve giderler illaki de. Bu coğrafyanın yarattığı kadınlar olduğundandır belki de efkar sebeplikleri de …’yle bitirdiği serenadına bakıp iyi de Haldun, benden bir şeyini saklamaz diye yemin üstüne yemin edeceğim, ölümün sonrası ortaya çıkan, sakladığın sırının; çenemiz yorulmasın diye kısaca Li diye hitap ettiğimizden ‘evden çıktım size gelene kadar karşılaştığım beş genç kızın en az ikisinin adı Leyla, erkeklerin mecnunmuşçasına kadınlara bu ismi vermeleri de Allahlık bir muhabbet konusu ama ben şu anda bir kadına daha aynı isimle seslenemeyeceğim o yüzden ilk ismini kullanıp Mine diyeceğim ki, bence bu isim sana daha çok yakışıyor, ev halkı da alışsa iyi eder’ muzipliğinin hiç de öyle yansıttığın gibi olmadığını anlayan belleğimde, sohbetini ettiğimiz –güne dair o titrek anların bu kadar netleşmesi –yosmalara tutkunluğuna kendin gibi beni inandırdığından mıydı diye düşünmeden edemedim sonraları.Yanı başındakini, hayatını paylaştığını bile yüzde yüz tanıyamayacağından, düşündüklerini bilemeyeceğinden, bu hayatta kimseye ‘ben seni bilmez miyim? seni tanımıyor muyum ? denmemeli zira kendisine inancını, güvenini bilmesine rağmen kişiyi izin verdiği ölçü kadar tanırmışsın, gerçeğinin de anlattığı kadarını bilirmişsin’ini kaybettikten sonra anlaman Haldun’u –haydi diyelim gecelerini, gündüzlerini paylaşmıyordun Haldun’la o yüzden de yanıldın ya Mine Leyla (Li), ona ne demeli ? kardeşin, otuz yıl aynı odada uyuduğun (seni ayakta uyutan) birinden bahsediyoruz, yahu demişti haklı olarak dertleşmek için kapısını çalıp ‘inanır mısın bilmiyordum, yeni öğrendim. Yıllarca “aklı fikri yatakta, bir erkekle tanışmaya görsün sapık, hırsız, uğursuz çıkabilir diye düşünmeden, korkmadan hoopp yatağa atan seks düşkünü, hep de, problem, problem ”le eleştirdiği Çağla’yı tanırsın, evin kızı gibiydi çok yakın arkadaşlardı Li’yle. Şimdi araları bozulunca sırları dökmeye başladı meğer Li, Çağla’nın bin beteriymiş. Hayır, ne bok yaparsa yapsındı ‘neden kimse benimle birlikte olmak, yatmak istemiyor , niye benim flörtüm yok ‘ karaları bağlamasını da anlarım ama bunun için ağlamak ? ağlamış ya kimse beni istemiyor diye işte o beni çok… çok …şaşırttı bizim sesiz, sakin Li’mizin istekleri, düşünceleri konuştuklarıyla ne kadarda alakasızmış. Bin tane psikiyatrist, bir araya gelse de Lise yıllıklarında arkadaşların kişiler hakkında yapıtığı tahliller, tespitler kadar gerçeği yakalayamaz. Neden biliyor musun ? masumluk vardır ortada, art niyet yok, gördüğünü, kişiliğinin ayrılmazı davranışını gizlemeyi akıldan geçirmeden yazıyorsun. Geçenlerde bir şey ararken Li’nin, Lise yıllığını gördüm, o günlerde okula gidecek para bulamazken ‘ şuraya da, buraya da seyahat ‘ edeyim aklımızdan geçmezdi onun için de bir günlük bir tatil olmaya görsün bavul elde yollara düştüğünü görmedikleri halde ne yazmışlar biliyor musun “ Evliya Çelebi soyundan geldiği de iddia edilmektedir. Sakin görünüşün altında canavar gibi bir mizaca sahiptir. Tek gözünü kapatmakla neyi ima ettiği hala anlaşılamamıştır.” İşin ilginci babam da tek gözünü kapatarak konuşur. San gıcık olmuşsa, beğenmiyorsa öyle bizim gibi eşeklik edip acıtmadan pat diye yüzüne söyleyip ilişkiyi bitirmez akrep gibi bekler…bekler en acıtacak anı bulduğunda sokacak gaddarlığına ta Lise’de farkına varmış arkadaşları ama bennn…ooooo Çağla daha neler anlattı bir bilsen ‘acaba yalan mı söylüyor diye gidip de çıktığım oğlanı oturduğu Cafe de kontrol edip hiç basmadım, Li yaptı.Sorsan ben ona göre daha kıskancım, bencilim, takıntılıyım diyecektir.Az düşüp, kalkmadı ama niyeyse çapkın, erkeklerle dolaşan hep Çağla, namus abidesi hep Li oldu. Sinsiydi çok, derinden giderdi, duygularını, düşmanlığını belli etmezdi ne düşündüğünü anlamazdın (babam gibi diyorsun içinden). Ansızın vurdu bana da , beklemediğin anda.Düşün Hasım’ın ki adam bildiğin gaydi’ –‘nerden bileyim, hiç mekanına gitmedim, tanımıyorum adamı. Li ‘gecikeceğim iş çıkışı Cafe Bien’e gideceğim, Hasım bekliyor’ bahsini ederdi merak bile etmezdim‘ –‘Doğru, sen hiç gelmedin oraya.Hasım’ın annesi vefat etmiş ikimizde evliyiz, ben daha boşanmamışım, başsağlığına gittik. Adamın annesi ölmüş senin Li dönmüş herkesin içinde ‘bu var ya bu sevgililerine şiir yazardı’ diyor ‘özel’imi paylaşıyor ulu orta. Allahtan Kadir yanımda değildi .Öyle sinirlendim ki ‘peki sen ne yapardın , onu da anlatsana?’ dedim.Kocası İsmet atıldı hemen ‘ Li ne yapardı ki?’ –‘kendisi anlatsın sana ‘kapattım konuyu. İşte o an çizdi beni, kendisi başkası hakkında konuşunca kötülük barındırmayan iyi niyet, başkası onunla ilgili konuşunca anında kara defter…aramız düzelmedi bir daha.’ da dedi. Aslında; ne iş yapıyorsun dendiğinde ne olduğunu, neyi kapsadığını bilmemesine rağmen kimsenin de dönüp ‘ne yapıyorsun mesela’ demeyeceğini bildiklerinden işsiz güçsüzlerin sığındıkları mesleklerden afili ‘grafiker’ titrli; kulağında küpe, sonbaharda, kışın sırtında parka, boynunda puşi, koltuğunun altında okumadığına kalıbımı basacağım Michel Foucault “Kelimeler ve Şeyler “, elinde Ludwig Wittgenstein “Defterler” kitaplarıyla dolaşan İsmet’le, Li’nin tanışıp iki ay içinde evlenmeye karar verdikleri ancak Can’ın ölümü sonrası bir gün sırf ‘nasıl bir yerdi’ düşüncesinden kurtulmak için gittiğinde kimse görmesin diye mi ? sarmaşıklarla sarıldığından girişi, tabelasını görmeyip önünden geçip az ileride birine sorduktan sonra tekrar geri dönüp de öyle bulduğun; ortamdaki namından, hayatında, ailende estirdiği fırtınalardan habersiz salaşlığında biraz da tuhaflığından büyülü atmosferinde pahalıda olsa menüsü peynir tabağı, sunumu özel Akdeniz tostu, şarapta da seçenek fazlalığının memnuniyetinde, erkeklerin %99’unun “karı, kız “, kadınlarında “ cool erkek” kesme, bulma için geldiğine yemin edilecek; müptelalık yapması olası New Order’den ‘How does it feel to treat me like you do? When you’ve laid your hands upon me -Sana senin davrandığın gibi davranılması iyi oluyor muymuş ? Ellerini üzerime koyup, Kim olduğunu söylediğinde’ li Blue Monday çalarken “aha ! ben bu simaları her gittiğim ortamda görüyordum bu vesileyle arayı da soğutmadık ama iki laf edemeyecek kadar da yüzeyselim” duygusunda, masa kapma yarışındakilere bakıp ‘Ankara’nın ücra köşesinde başka bir seçeneğiniz olmasa tamam, ama hemen 50 metre yakınında zibille kaliteli konsept mekanlar; Old Mariner Pub, Koala, cafe Kish karşısında ışıl ışıl geniş ferah Bomonti Brasseri’e varken’ rahatsız demir sandalyeler üzerinde, doğru dürüst ısıtma mekanizması da kurulmamışken buz gibi bir o kadar uyku getiren, loş kıç kadar izbe bahçesine tıkışma ısrarına anlam veremeyip, diğer mekanların ergenliğine tezat olgunluğa erişmiş bir duruşta, gecenin geç saatlerine kadar birbirini yıllardır tanıyan otuz yaş üstü kemik kadrosunu ağırlarken kırılan bardak seslerinin de duyulacağı, sağlam miktarda gay’e de ev sahipliği yapan, Konur’da ki Mülkiyeliler Birliği gibi ağır entelektüel abilerin, hocaların da takıldığı Bülten sokağın belki en eski, en köklü ve de kuytusundaki barı Cafe Bien’e haftanın en az üç günü gittiğini bilmediği halde; alışkanlığından hiç vazgeçemediği pencereden kızlarının yolunu gözlediği gecekondu zamanlarında yaşansaydı ‘geç kaldın… geç geldin’le dayak atacağı ‘nerden geldiysen oraya git’le kapıyı yüze kapatıp, eve almayacağı ( her birine bir dörtlük yazdığı altı çocuğundan) Li hakkında da;
“ Birisi var Fona Bakar
Sık sık bara, saza gider
Aklına estikçe İstanbulla gider
Sıkıldıkca pencereden parka bakar”
dörtlüğünü yazarak sadece uzaktan gözlemleyerek evlatlarını annenden daha iyi tanıdığını kanıtlamış babanın haberinin olmayacağı senin de ; yıllar yıllar sonra can ciğer kuzu sarması arkadaşı Çağla’yla arası bozulmasa duymayacağın ‘Li’nin Cafe Bien’ maceralarını ‘nasıl olur benim kardeşim bunları yapar’ infialiyle karşılayacağın dün yerine bugün de öğrendiğinde yalnızca şaşkınlık uyandırması belki de artık en ‘yapmaz, yapamaz’la kefil olduklarının her şeyi yaptıklarını, en olmayacak denilen şeylerin olduğunu gördüğün hayatın varlığından ‘la anlattığında ‘Bir dakika…bir dakika şimdi nasıl bir vizyonsuzluk, nasıl bir gözlemleyememe, algılayamama eksikliğidir ki otuz yıl aynı odada yattığın kardeşini tanıyamamış, arzularını fark edememiş, bilememiş biri olarak tanıdığını varsaydığın topluma inanıp koşullar olgunlaştığında vaktin geldiğine devrim yapacaktın yoldaşlarınla, nasıl bir ironidir bu ? Kardeşini tanıyamayan sen zaten de kimseyi, hiçbir şeyi doğru tahlil edemezmişsin ki bu saatten sonra bunu bilmen de, inan bana hayatında hiçbir şeyi…olacakları değiştirmez aptallığına yanmandan başka’ demiş Haldun’dan sonra yaşamında olmasının aynı tadı vermediği İlhan’a itiraz edecek bir şey bulamaman ‘önemli olan ben, vücudum değildi, önemli olan koca, çocuk, torun, akrabalardı, onların rahatlığı, mutluluğuydu, kendimin hiç değeri yoktu.Şu lekelerle dolmuş, buruşmuş, romatizmadan yamulmuş ellerimin şekli şemali nasıldır, parmaklarım uzun, kısa mıdır? tombul mudur ? kurumuş, çatlamış mı, krem sürmek lazım mı? diye bir gün bakmadım ben .Kolay mı altı çocuk bugünün anneleri bunca kolaylığa birine bakamazken. Onlar hasta oldu, ben onlarla yatardım ki hasta olayım, kızamık oldum onlarla. Veliler toplantısına giden ben, hastaneye götüren ben, kuyudan su çekip getiren, keseleyen yıkayan ben. Zaman mı kalıyordu yüzüme, ellerime bakayım.Hep bakmak zorundaydım ya birilerine, babana, amcalarına, dayılarına, evlenip gittikten çocuklarını büyüttürdükten sonra arayıp, sormayacak çocuklara, onların çocuklarına; torunlara. Ne içindi bunca çalışma…emek, bu kendini boşlayan hizmet, hizmetçilik? Boş emekmiş hepsi boşşş; çocuklar, torunlar yesin diye beş kilo undan gözleme…su böreği yapmış, lahana dolması sarmış bu eller şimdi kavanoz kapağını açamaz, dizlerim merdiven çıkamaz halde. Ben insanlara hizmet ettiğimde; saçlarını taradığımda, boklarını temizlediğimde, çamaşırlarını yıkadığımda, çayını demlediğimde, elde börek açtığımda, Zerfet yaptığımda; çocuklarına baktığımda, evlerini temizlediğimde, lavabolarını, yerlerini sildiğimde anaydım… ablaydım… yengeydim yapamıyorum ya artık ne anayım, ne ablayım, ne de yengeyim, hiçbir şeyim. Biri bana Mesut bey gibi çıkıp da ‘insan vücudu para gibidir, tasarruflu kullanmak lazım, ne kadar çok harcarsan o kadar erken bitirirsin, kıymetini bilmek lazım çünkü zaman öyle bir zaman ki yaşlandığında emek verdiğin, hayatını adadığın çocukların, torunların kimse yüzüne bakmıyor, yük kabul ediyor’ deseydi, uyarsaydı ya da ben; yetmişsekiz yaşında dewa ma Kasman’dan şehre göç etme zorunda kalan ‘yuvasız kuşluğuna’ ağıt yakışına üzüldüğüm çene Küçükağa’nın başına gelenlerden ders çıkarıp kendimi yıpratmayayım, yormayayım diye düşünseydim. Halbuki beni ikaz etmiş ben anlamamışım. hiç unutmam Bella doğduğunda annem bizdeydi, ben Gilda’nın yanındayım, İncirli’de onların evinde kalıyorum, bir hafta geçti telefon ettim annemi banyo yaptırın, sizde bana telefon açtınız dediniz ki anneannem demiş ki ‘ Turna, gelmeden banyo yapmam’ .Bende gideyim anneme banyo yaptırayım yarın dedim Gilda’ya.O gece sabahleyin gelecem, biz hastaneden eve gelmişiz, kayınvalidesi de gelmiş Gilda’nın, omuzlarının arasına böyle şal atmış, kuruluyor, kıkırdıyor.Akşam bir de bakım Gilda’yla kocası tartışmış. Gilda, kocası, Bella aynı odada yatıyorlar ben de diğer bir odada, kızım doğum yapmış yardıma gitmişim ya annesi olarak. Tartışma niye? Cem bey tutturmuş Zere koyacağım kızımın adını. Babaannesinin adı mıymış ne. Gilda ‘da ben o adı istemiyorum, ben Bella koyacağım demiş.Tabii Cem ne bilsin benim kızımın istediği olmazsa hemen sinir kriz geçirir, genç kızlığından beri bu böyle. Gilda kriz geçirmiş yine elini, ayağını böyle kapatmış. Girdim odaya öyle görünce dedim ki ne oldu? dedim. Bir şey yok dedi, o bana dedi ki annemlerin apartmanında bir doktor var, çağırayım. Ya bunların yaptıkları… güya gazeteci üç gün olmuş eşin doğum yapmış, lohusa kadına bu söylenir mi? sırası mı şimdi. Ailesi de geldi doktor da Gilda’yı muayene etti, ellerini, ayaklarını zorla… dedi ki doktor ne oldu dedi bu bir şeye üzülmüş ki böyle. Kızım, ben eşeğim o zaman dönüp desene böyle, böyle…Ben hiç sesimi çıkartmadım, neyse doktor avucunu açtı, dilini açtı, ağzını açtı Gilda kendine geldi.Bende sabahleyin geliyorum Gilda dedi ki gitme.Ben dedim anneanneni banyo yaptırayım, geleyim.Ondan sonra ben kalktım eve geldim, annem oturuyor gittim elini öptüm, böyle önünde oturdum, diz üstü… ellerini öptüm, ovdum anne dedim kurban olayım ben bu ellerine ama dedim ben seni üzdüm ama bir haftadır dedim, bak dedim, böyle de yaptım (bir tutam saçını tutuyor) gösterdim, bak bembeyaz olmuş, ben daha yeni torun sahibi oldum.O zaman kadın bana hiçbir şey demedi şöyle saçımı okşadı ‘he yavrum he’ dedi ‘ sana bir şey söyleyeyim’ dedi ‘biliyor musun zaman her şeyin ilacıdır yavrum, bekle de gör ‘.O kadar , başka da bir şey değil, bir kelime; zaman her şeyin ilacıdır yavrum dedi bekle de gör, o kadar.Ben elini öptüm götürdüm banyoya koydum.Gördüm işte, annemin bir sürü torunları vardı görmüş, geçirmiş kadın açıkça bana sonunu bekle dedi.Yavrum bu kadar sevinip duruyorsun ama sonu da b..k demeye getirmiş ben anlamamışım har…har… har tahtaları fırçalayacağıma, halıları kilimleri çırpacağıma korusaydım ellerimi, kollarımı, dizlerimi en azından şimdi elimi attığımı tutacak haldeydim. İnanmayacaksın belki ama inan, sanırdım ki hep öyle kalacağım; el yok, ayak yok…bel yok her tarafım ağrıyor ya şimdi , bu hale geleceğim hiççç aklımın ucundan geçmedi; öyle hay- huy, hır-gür arasında yaşarken, ne zaman bitti çocukluk, gençlik ? ne zaman orta yaş oldum, ne zaman yaşlandım fark edecek zamanım da olmadı, bir baktım yetmişdördümdeyım..’ birinin mutluğunun diğerinin mutsuzluğuna bağlanmasının kederinde; sahipleri erkeklerin; özgürlük getireceğini bildiklerinden ekonomik açıdan kendilerine bağımlı kılarak, pasifize ettikleri ev hanımlığında; pencere sildirip, çamaşır yıkatarak, beş saat sürecek su böreği, mantı, içli köfte, yuvalama, analı kızlı, yaprak sarma yaptırtarak, lahana sardırarak ömürlerini tükettirdikleri; misal kırk yıl geçse niye elimde bulaşık yıkıyorum, bir makine olsaydı koysaydım içine o yıkasaydı bende rahat rahat kahvemi içip, film seyretseydim düşünemeyecek kadar biçilen role, nefes aldırmayan hizmete adanmışlıklarını…’cidden de malmışsınız kendiniz için kol kıpırdatmamışsınız zılgıtını yiyeceği ‘ne yaptın bu güne değin’ sorusuna çocuğa, kocaya, toruna baktım; ev işi, ütü, salça, konserve yaptım, hamur mayaladım, tutmaç, erişte kestim, turşu kurdum, dolaba kış için domates, fasulye, biber, bezelye, barbunya, sebze attım; dolma biber, patlıcan kuruttum; cevabını vermeyecek’ Avrupalı, ABD’li pek çok hemcinsinin varlığını dahi fark edemeyecek ip belirledikleri kalıpların dışına çıkışlarını da yasakladıklarından yeteneklerinin keşfini, gelişimini de stabil tutukları bir hayata razı edilen, toplumun yoksul, emekçi kesimleri gibi yaşadıklarından memnun olmalarını sağlayacağından itirazsızlık getireceğini bilen toplum mühendislerinin sevdiklerinden hep başvuracaklarından “vatan, millet, devlet, din, Kutsal Kitap, Peygamber” gibi abarttıkları kavram “kutsal”ın içine koyduracakları “anne”likle, gözlerini bağladıkları, kulaklarını tıkadıkları kadınların, annenin ; emeğinin ‘annesin…anneydin doğurdun tabii yapacaktın…’la değersizleştirilmesini, hizmetlerin ‘ yapmasaydın ben mi yap dedim’ şımarıklığıyla hebasını içinde bulunduğu durumu eğer okutulsaydı ‘bir çok rotasında, tam isabet ettireceğim yerde ıskaladığım hayatın genelde bana yaptığı bir eylemdi, teğet geçerken sıyırdıktan sonra “gel hadi yaşa” demesi’yle ifade edeceği ötelediği arzuları bitmeyen…bitirilmeyen hizmet, sorumluluk, adanmış yüklü hamallığını ‘anne oldum diye günahkar mı oldum’ serzenişinde yetmişdört yaşında, anlamasına eşdi.Ellerine bakacak fırsat bulamamasını ‘biri karnımda, biri kucağımda, biri elimdeydi…ilk çocuğumu seni, on beş , ikincisini onaltı, üçüncüsünü onyedi buçuk yaşımda doğurdum.Kırk günlüktün sen, dewa ma Kasman’dan Van’a geldiğimizde. A o baban işe gidiyor; sabah çıkıyor, akşam geliyordu, amcanı da getirmişti yanımıza okusun diye. Benden başka kim vardı ki evi temizleyecek, işi, yemeği yapacak, çocuklara bakacak hazır çocuk bezi mi vardı? Çocukların boklu, kakalı bezlerini yıkamak, kaynatmak o kadar zaman alırdı ki, gün doğmadan kalkardım işleri yetiştirmek için’le mevsimlerin yalnızca penceresinden akıp gidişinin şahidi çocuk gelin annenin, gözlerinde birikmiş yalnızlığın hüznünü… çaresizliğini, yorgunluğunu büyük hedefin sosyalizmi kuracak devrimci mücadelenin cevvalliğinde atlayıp, proletarya diktatörlüğünün altına gömdüğün… hani bana ‘zeka denilen şeyin derecesi hayatı, insanı etkileyen basit ayrıntıları gözlemleyebilme de, tanımada işte böylesi durumları algıda ortaya çıkar, fark edilir.Aptalmışsın çünkü annenin biçareliğini göremeyecek sezgilerin var, ağır oldu biraz safsın demeliydim, safsın sen’ diyordun ya bildiğinden diyormuşsun Haldun ’ikisi de gizlemişler kendilerini benden, hem de, hiç de gereği yokken’ le gözümün önündeki olanları göremeyecek kadar kardeşim Mine Leyla hakkında yanılacak kadar harbiden safmışım da iyi de neden saf, iyi niyetli olmayacaktım ki? Biliyor musun kızım demişti hastane koridorunda sonuç göstermek için doktoru beklerken yanında oturmuş annenin yaşıtı teyze ‘sen iyiysen insanlar da iyidir?’ –‘o öyle değil artık teyzem.Sen iyi olsan da insanlar kötü ‘ iki saniye önce dediğinin tam tersini ‘ haklısın kızım, o zaman seni saf sanıyorlar, üstüne biniyorlar.Benim oğlan bana kitap okur bazen, bir yazar demiş ki insanoğlunda üç özellik vardır bir; yılan gibi sinsi, iki; kedi gibi nankör, üç; tilki gibi kurnazdır ‘la savunmasına bugünde şaşırmayacağın tecrübede erişmeden çok önceleri ‘biz,biraz sonbahara benzemiyor muyuz?’ analizini yapmada harbiden yetkin, yüzüme bakıp ‘bir seni tanırım, bir de Meryem Ana’yı ama senin bana’ bu yosmaları anlatsana’ demen yok mu?Bu yosma merakın cidden de incelenmesi gerekli bir vaka. Tanımayan sanır ki sabah, akşam piyasada iş kovalıyorsun’ kahkahalarının ardından ‘ geçenlerde ‘keşke bu işe alınsan sayende biz de dünyayı gezeriz’ dediğin turizm şirketin de iş görüşmesine gittiğimde…’ ahhh yaşanmaz denilen bir dünyanın, ülkenin varlığının yaşanabilir bir dünyaya, bir ülkeye bağımlılığında; belki maddi durumu bizler kadar kötü olmadığından, harçlık veren meslek sahibi abilerinin bulunmasındandı Haldun’da ki ‘ daha içeri girer girmez ısınmadım o kendini bir bok sayan, göz kenarı çapaklı patrona, işe alsaydı da iki güne kalmaz kavga ederdim.Ulan sen kimsin be! hasbelkader paralı , sağcı bir ailede doğmasaydın görürdüm seni…iyi ki olmadı’ sevinmeli genişlikten, rahatlıktan eserin bulunmadığı 12 Eylül sonrası “ sakıncalı…anarşist…komünist bunlar “ damgası vurulan ‘devrim yapıp ülkeyi yönetecektik ya evim, arabam şunun bunum olsun peşinde koşmadık da ne oldu? halimize bak! açlığa ‘ iş olsun da ne olursa olsun’a mahkum edildik kimsenin umurunda değil’ üzüntüsünü yaşayan biz, gecekondulu solcu gençler ne çok iş aramış, ne çok ‘yine olmadı…almadılar’ la yıkılmış, dibe vurmuş, ne çok da nefret etmiştik sonucu hep ‘biz size haber veririz’le bitten iş görüşmelerinden. ‘Bana kalırsa annenler günlük sigara, bira paranı verse, poponu kaldırıp da iş aramaya çıkmazsın sen’–‘ya dur dur’–‘gülmeden anlatsana’ –‘sen nazik olacağım diye kıç, göt yerine popo deyince , Turna teyzenin pipiye blo deyişi geldi aklıma.Sünnet olacağım diye korkudan ağlıyor Mustafa, annen ‘oğlum blo’ndan azıcık kesecekler’ diyordu, Oğuz’a dedim ‘bu blo ne?’ garip garip baktı suratıma ‘ blo işte ‘ anlamadığımı görünce ‘çük, oğlum çük’ dedi.’ –‘ayyy tamam ya evet biz ‘blo’ diyorduk.Asıl mevzu senin çalışmak istememen.Biliyor musun Karl Marx’ın “herkesten yeteneğine göre alıp herkese ihtiyacına göre verme ” kuramından çok önce İtalyan felsefeci Tommaso Campanella’nın 1602’de yazdığı “herkesin ihtiyacı neyse sadece onu aldığı ” ütopyası (Civitas Solis) Güneş Ülke’sinde de doğsaydın yine de mutlu olmazdın çünkü orda bile “herkesin çalışması esastır…her insanın günde sadece dört saat çalışarak geçirmesi yeterlidir ” kuralı geçerliydi’ sataşmalarına alışkın Haldun’a ‘ İşine geleni hatırladın yine araya kaynak ‘blo’yu ekledin. Sadece sayende dünyayı gezeriz demedim ki’ –‘ doğru, şansa bak! dört ayağının üzerine düşmek diye buna denir, işyerin de tam yosmaların piyasa yaptığı cadde üzerinde. Artık akşamları iş çıkışı ne olur bilmem de ‘ demiştin ama bilirsin ben fahişelere, travestilere mekanlık etmeseydi de; seksi giyinen birine ‘ne o Cinnah’a mı çıkacan aksam ehe…ehe” ya da parasız kalanlarla “Cinnah’a çık olm”lu muhabbetlerin odağındaki; sağında solunda biz gecekondu soylularına, oturma hayali kurdurtmayacak, görkeminden erişilmez gözüken güzel apartmanların, villaların; yaşlı ağaçlarla süslü, geniş bahçeli farklı mimaride bir kaç büyükelçiliğin ( favorim Almanya, İsveç’di); ilkbaharda Çevre sokak girişinde tomurcuklanan iğde , ıhlamur ağaçlarından, leylaklardan yayılan kokuları getiren akşamın ılık esintileriyle sersemleten, göğe yükselen envai çeşit ağaçları, çukurluğu, etrafındaki binalarıyla izole edip gizlediğinden, yakınlarındaki ailelerden habersiz okulu kıran Çankaya Lise’si öğrencilerinin kapağı attıkları, içindeki artık ne su, ne de kocaman kırmızı balıklarının olmadığı havuzun kenarında gençliğin en heyecanlı günlerinin yaşandığı, 12 Eylül ‘de kapısı kapanmış, çiçekleri terk edilmiş, serası metruk cam kafese dönüşmüş bir daha da kendini toparlayamamış, çocuk parkının eklendiği kısmı da simitçi, helvacı, gazozcu işgali altındaki öncesinde yerinde Amerikan subaylarının gittiği orduevinin bulunduğu, Atakule girişinden aşağıya inildikçe hâlâ sessizliğini, sakinliğini koruyan, geceleri ıssız…karanlıkta hangi yönden geldiği anlaşılmayan köpek havlamalarıyla adeta korku filmi setine dönüşen sevdasız..’ –‘ufacıcık bir düzeltme yapmama izin ver sevgilisiz dolaşılmayacak’ –‘ Hayır ! Haldun beyciğim hayır ! sevgili, yavuklu değil, neden hemen aklına sevgili geliyor sevda denince…sevdasız diyorum, sevda devrim olur…özgürlük olur…yalnızlık olur …hüznün olur….simit olur… tatlı olur…Proust’un romanı olur…benim Şairimin;
“De gülüm! De ki: ela bir günde geleceğim
İstanbul darmadağın olacak, saçlarım darmadağın.
Hepsi, darmadağın! üzülme gülüm! Toparlanacağız, birlikte, ayağa da kalkacağız, yürüyeceğiz de gülüm “
şiiri olur…olur da olur… Kuğulu,nun Seğmenler’in abartılmasının anlamsızlığında Ankara’nın Central parkı Botanik parkının da yer aldığı; yabancıların, zengin bebelerinin 70’li yıllarda başka araba olmadığından Amerikan arabalarıyla darg race’ler yaptığı, sonbahara yenilmiş ağaçların sarı, kırmızı, yeşil yapraklarıyla kaplanan ya da kışta yağdı mı kartpostallık görüntü kar kapatmışken yollunu,karanlığa direnen aydınlığın içinde Kızılay’a doğru duraklayamadan yokuş aşağıya şehrin manzarasına bakarak yürümenin (koşturmanın) zevkine doyulmayan öyle ya da böyle her Ankaralının belleğinde bir anı…bir fotoğraf bırakmış adı hayat kadınlarıyla anılmış Cinnah caddesini severim ben.Bir keresinde öyle bir kar yağmıştı ki Ankara’ya, iş çıkışı Kızılay’da otobüs, dolmuş, taksi, araba ne bulsan razı olacakken tek bir araç görünmediğinden ortalıkta, eve ulaşmanın tek yolu yürümek… onca insan dökülmüşüz caddeye konvoy halinde dağa tırmanır gibi tırmanıyoruz Cinnah’ın soluk kesen dik yokuşunu; nefes nefese.Karşıdan yüzümüze yüzümüze vuruyor kar, tipi, göz gözü görmüyor’–‘ o günü unutmam, nasıl bir kardı o, ben de yürümek zorunda kalmıştım, eminim o gün evine yürüyerek gitmeyen tek Ankaralı yoktur. Beyaz karı aydınlatan sokak lambalarının ışığıyla adeta gündüzü yaşayan caddeyi kara bata çıka yürüyen onlarca kardan adamlar istila etmiş gibiydi, rüzgar da inadına kamçılanmış vuruyor da vuruyor kirpiklerimi, yüzümü acıtıyor. Ayak, el parmaklarımı hissedemiyordum. Üşüyorum, nasıl hem de , atkı kar etmiyor, kulaklarım donmuş, morarmış. Karın ağırlaştırdığı yolda arada durarak, mola vererek ilerlemeye çalışıyorum, tepeye Atakule’ye ulaşabilsem(k) sonrası kolaylaşacak…‘tamam artık çıkamayacağım burada bırakıyorum’la yılamıyorsun da tam Botanik parkının oraya gelmiştim ki yanımda bir taksi durdu, arka koltukta yaşlı bir bey ‘Yıldız’a çıkıyoruz çocuklar, gelin sizde’ taksici atlıyor hemen ‘söz veremem arabanın gideceği yere kadar gideriz, atlayın, birazdan hiçbir araba bu yokuşu çıkamaz.’ Yokuşu birlikte çıktıklarımız arasından iki kişi daha biniyor benimle birlikte taksiye.Mantom da biriken karlar eriyor, ıslanıyor taksinin koltuğu ‘kusura bakmayın… elim, ayağım buz kesmiş , son gücümü kullanıyordum, Allahtan yetiştiniz, çok teşekkür ederim’ derken yaşlı amcaya, taksiciye dişlerim sızlıyor, dilim kamaşıyor zar, zor konuşuyorum, Simon Bolivar’da caddesindeyken, taksi.Her güneş battığında düne katacağı günün, yaşananlarını da kendisiyle birlikte götüren zamanda defalarca gelip geçtiğim Cinnah caddesi ne garip en çok da o geceden ibaret oluyor hafızamda. Haldun ! dalmışsın sen, dinlemedin beni değil mi?’ –‘ olur mu güzelim ? ben en çok seni dinledim bu hayatta.Hep sen konuştun, ben dinledim’ –‘abartma, duyan gerçek sanacak, olan tam tersi oysa’ –‘dinle beni, turizm şirketinde iş görüşmesine gittiğim de çok güzel bir Rus kadın vardı, yan yana oturmuştuk.Rus kadınlar cidden güzel, yaşlanınca o güzellik kaybolsa da…taş gibiler, nasıl güzel Türkçe konuşuyordu, tercümanlık için başvurmuş, Katerina’ydı adı’ –‘pek güzelmiş ismi’ –‘bu güzellikle, Türkiye’de ömrünün sonuna kadar onu kraliçeler gibi yaşatabilecek zengin adamlar bulabileceğini ’ – ‘yapmadım de! olacak şey mi şu.Bu patavatsızlığın neden peki? İlk defa gördüğün bir kadına, bunu söyleme ihtiyacını niye hissettin? Aynı işe başvurmuş olsanız diyeceğim ki rakibini ellemek için ama sen pazarlama departmanı için başvurmamış mıydın? Ahhh unuttum tabii, hiç aklımızdan çıkmamalı biz kadınların, erkeklerin beyinlerinin pipilerin de, ‘blo’ların da olduğunu ’ – ‘ Ne var bunda, bu kadar abartılacak? Feminist damarın kabardı yine, benimkisi sadece amme hizmeti. Bana ne dedi biliyor musun? Tahmin et diyeceğim edemezsin bu söylediğin “fahişelik “dedi’ – ‘ bu dediğin biz de peynir ekmek diyemedin mi? Ne korkunç bir şey, Türkçe de önce fahişe kelimesini öğrenmek zorunda kalmak’ –‘trajediye bağlama, gündelik konuşmada günde kaç bin kez kullanıyoruz bu kelimeyi, tahayyül edemezsin. Öyle zengin, fakir eğitimli eğitimsiz ayrımına girmeden. Demin dedin işte pipi…blo beyinli, sapık toplum bizim ki… Niye bilmem Katerina’nın cevabı o ân aklıma; eleştirdikleri mesleği “fahişe” kadınların yaptıklarını yaparak para, ev, araba, mücevher sahibi olan, spor ve güzellik salonlarından çıkmayan, yüzlerinde modernlik maskesi uzatılan mikrofonlara ahlak dersi veren, konuşmaları hayranlıkla izlenen, yazıları Twitter , Facebook, Instagram da paylaşılan, karşımıza TV yıldızı manken, şarkıcı, oyuncu, köşe yazarı, sunucu, iş kadını çıkartılan türbanlı, açık no problem; cafelerde, barlarda, meyhanelerde, fakültelerde, AVM’lerde, sosyal medyada onca yerde, dört açılmış gözleriyle koca avına çıkmış ‘koynuna girsem, bakireliğim yitse mecbur evlenecek sonra bir de çocuk, çalışmasam, yiyip, içip, gezsem ’ ilişkisini para, zenginlik, güç, tembellik stratejisi üzerine kuran, geliştiren, ahlaksız nitelenecek her haltı işleyip lafta Rahibe Terasa kesilen, günümüzün kan emici genç kızlarını getirdiğinde, kim fahişe, kim değil karışıklığında hep kadınlar mı suçludur? mobbinden, baskıdan uzak hayatını idame ettireceği pozitif ayrımcılığı destekleyen yasaların geçerli kılındığı bir ortam, düzen yaratılsaydı kadınlar; erkeklerin o altında hep bir günah barındıran çalıntı, kirli paralarına el süreceklerine emeğiyle çalışır, kazanır şimdikinden bin misli iyi bir yaşam kurarlardı, yanlarında birini bulundurup, bulundurmama kararını da kendilerinin verecekleri. Ama yok… yok illa koyu muhtaçlıkta kendini, isteklerini unutup her anlamda hizmetçiliğini yapsın diye devleti gibi mahvedebileceğinizi gösterdikten sonra el uzatıp yardım ederek iyi, şefkatli, düşünceli erkek imajı içindir de kadınların başına getirilen her şey. Genelev çalışanları sendikası başkanı, üyesi edasıyla, hangi yollardan geçerek yapmaya mecbur (keşke mecburiyet yerine zevkten) kaldıklarını , hayatın sillesini suratlarının tam ortasına kaç kere yediklerini, hangi zor şartlar altında çalıştıklarını anlattırdıkları – erkekler tarafından konulduğu kesin tanımlama sıfatı– “orospu” ları k“kader “ mahkumu” edebiyatlıyla,güçsüz muhtaç gösterip ; ağlamaklı, acındırmalı bir profil çizerek ancak parayla cinsel ilişkiye girdiği ya da girmediği ama herhangi bir sebeple öfkelendiği kadını; günümüzde kapsama alanına giren erkeği “fahişe” , “jigolo” niteleyenler; ki, Kuran-ı Kerim’de bir surede, ayetlerde cinselliğin konu edilmesinin değil de günlük hayata konuşulmasının ayıplanmasının nasıl muteber bir ahlak anlayışı olduğunu sorgulamayı bir yana bırakarak; eğer yapılan ahlaksızlıksa asıl ahlaksız fahişelik müessesini canlı tutan fiilin gerçekleşmesinde “fahişe” kadar emek sarf eden; tacizi, tecavüzü yüzyıllardır elinden bırakmayan müşterisi erkeği niye “fahişe”lendirip, yerin dibine sokmuyorlar? Başlangıçtan özellikle de tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışından tabu haline getirerek ahlaksızlık etiketi yapıştırdıkları ama düşkünlüklerini gizlemedikleri seksi abartıp beğendikleri, istedikleri kadınla birlikte olacakları çok eşlilik (poligami) kuma müessesini hayata geçirecek dinen caizleyecek “onlardan (hanımlarından) dilediğini geriye bırakır, dilediğini de yanına alırsın. bıraktığın hanımlarından arzu ettiğini tekrar yanına almanda, senin üzerine bir günah yoktur..“ ayetli “Ahzap suresini” vahiy aldığını söyleyince; habire yeni eş, cariye alıp öyle ki kölesi Zeyd’le zorla evlendirip, boşattırdıktan sonra Zeyneb’le, Cüveyriye’yle evlenen Hz. Muhammed’in, Kureyş kabilesi erkeklerinin, bugünde Kırmızı Oda’da masaya yatırılması gereken psikolojik soruna delalet; hoşa giden her kadını mahiyetlerine, haremlerine alacak denli cinselliğe düşkünlüklerine, kadınlığı yüzünden maruz kaldığı baskıya, rencideliğe “ yâ rasülallah! vallahi bana öyle geliyor ki, rabb’in (kadınların değil) ancak senin arzunu/rızanı, hoşnutluğunu tahakkuk ettirmek için böyle çabuk davranıyor dedim” (Buharî, nikah,29; Müslim, reda’ 49). Türkçe meali ‘bakıyorum da senin efendi Tanrın yalnızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor. (kaynak: Buhari, hadis no: 1721)” la karşı çıkışı ve “yalnızca Allah’a şükretmek için ayağa kalkarım; sana değil” demesiyle Hz. Muhammed’in Peygamberliğine inanmayanların önde gelenlerinden olduğuna, deistliğine kalıbını basacağın dik başlılığını sevdiğin Hz. Ayşe’ye ‘ üzülme bacım! senin de başına geldi bilirsin, dünyayı yöneten bu pipi, blo beyinliler var ya illaki bir neden bulup ‘kancık…kahpe…orospu’yla yaftalayıp aşağılayacakları, bazen para da verip birlikte oldukları kadınların yanına koşmuşlardır çünkü kendilerini yatmayı isteyecek kadar sevecek kadınların, gayse erkeklerin varlığına inanmamışlardır’ diye düşünüyorsun gördüğü şeyleri görmemiş gibi yapmanın imkansızlığında, dinin göz boyacılığının, tiranlığının, erkeksiliğinin altında yaşayamayan felsefe gibi parlaklıklarını yitirdiklerinden, içlerindeki kıvılcımı her yere sıçratıp özgürlüklerini getirecek güne kadar her yeri, her şeyi evi, mahalleyi, vatanı, dini, imanı, kutsal anneliği yakacaklar; haklılığımızı birini kirleterek ispatlamak gibi acayip, adaletsiz bir yol tutturup iyileştiğimizi sanıyoruz ya hepimiz, ki hep yaptık bunu; karşımızdakini suçlayıp yaralayıcı bir söz , aşağılayıcı bir sıfatla seslenip pürü pak dolanmadık mı ortalarda? erkek diliyle birileri düşerse çıkılacağından inerse de yükselineceğinden benliğini dibe çeken vicdansızlık, şefkatsizlik ve sevgisizliklerini geçici süreliğine boşaltıp rahatladıkları kadınları , erkekleri “fahişe”yle fişleyeceklerine cinselliğin özgürce yaşanmasını sağlasalardı; sadece hizmetini alıp rahat ettikleri mutsuz bir hayat sürdürmektense mutlu olacaklarının yanına gitmek isteyenleri de ‘boşanmak mı? aklından geçirme’yle suçlamaktan kurtulsalardı belki bu denli dolambaçlı yollara başvurarak kendilerini, eşlerini, sevgililerini, arkadaşlarını aldatma, aldatılma ve yalanda kaybettirmeyeceklerdi’ düşüncelerinde kaybolmak üzereyken silkinip ‘Haldun ! diyorsun sence de kiminle çalışacağımı seçme hakkım yokken, bir kezde olsa müşterisini seçme hakkını elinde tutan fahişeler benden daha iyi şartlarda çalışmıyorlar mı? ‘– ‘ ya kusuruma bakma’yla gülerek ‘bir an seni… ayyy ne dersen de, ne düşünürsen düşün, her şey kabulüm ama düşündüğümü saklamayacağım söylüyorum işte velev ki fahişeydin, serde devrimcilik, halktan, yoksuldan yanalık var ya;üreteci değil tüketici bir kent devletin başkenti Ankara’da, var olan sanayiciden ziyade taşralı zengin bürokrat, müteahhit, galerici, toptancı, esnafın cebinde ne varsa söğüşleme planlarıyla (bunun için gerekli çevreyi yaratma, bulma becerisini de yabana atmayalım) istemedikleri erkeklerle birlikte olmak zorunda kalan Bent deresindeki orospularla aynı işi yaptığı halde Monaco Prensesi Grace Kelly , Caroline, Prenses Anne’ni takip eden, Dior, Guess, Valentino markalı giyim kuşam, Box Bag çanta, Chanel parfüm satın almasına , lüks restoranlarda yemek yemesine, yurtdışına tatille, yurt içinde kayağa gitmesine, tek başına bir evde kalmasına yetecekden çok daha fazla para kazanan, Bilkent’te ya da başka üniversitelerde okuyan Pretty Woman filmindeymişçesine Richard Gere, Julia Roberts sendromu yaşayan eskortluk, tele kızlık yakıştırmasını ‘ seviyorum …gönül bu, kim ne dersin’le bertaraf edenlerden olmazdın sen ! Gece yere düşer düşmez dapdaracık payet pembe eteğinin üstüne, inci askılı turuncu dekolte bluzunu giyen, ayaklarına siyah file çoraplarını bacaklarını sıvazlayarak geçiren orospulardan olurdun eğer topuklu ayakkabı giymekten hoşlanmayan, giydiğinde ‘ mahvoldu ayaklarım bugün; şık , kadınsı gözükelim diye parmaklarımızı ezen tabanlarımızı delen şu lanetlere..nalentlere bir saniye daha katlanamayacağım ‘la eve girer girmez ayağından çıkardığın orospuluğun raconu; giymen gereken cam topuklu rugan ayakkabıları ayağına geçirip sokaklara fırlamak zorunluluğu olmasaydı; kulağında çakma taşlardan yapılma uzun, kristal yo…yo çember şeklinde küpeleri salkım salkım, kirpikleri boyadan gözlerini örtmüş, dudakları yangın yeri, başında parmaklarını cilvelikle dolayacağı sapsarı peruğu envayi çeşit tokayla süslü, işportadan alınma parfümü bastıran nefesinden esen alkol kokusuyla sendelerken bile kırıtarak Taksim’e, Beyoğlu’nun arka sokaklarına, Tunalı’ya, Cinnah’a, Alsancak’a, Kordon’a inmiş bile;böyle giderse ta kavşağa kadar tıkayacak trafiği de; iki araba şimdiden birbirine tosladı. Tosladılar ya, kimsenin ne arabalardan indiği var, ne de birbirini dövdüğü; arabalardaki erkekler sol camdan yarı bellerine kadar aktılar önüne…dilleri tutuştu… gözleri kaydı… istemiyor işte…, istemiyor bu gece sadece yürüyecek. Bu gece kimseye vermeyecek kendini. Mal onun değil mi? keyif onun değil mi? hem güzel kadın da, vermeyecek… inletecek milleti tavrında bir fahişe olurdu senden.’
Belki “orospu” kaldırımlara düşmüş bir peridir erkek dünyasının fırtına estirten sert rüzgarlarıyla, kim itiraf edecektir ki bunu; çoğu kez bahçedir mekan, herkes orda toplaşmıştır. Bahçelerinin tadının hafiften kaçmaya başladığı, güneşin ısıtabildiği kadar ısıttığı yaz sonudur.O kadar kalabalıktır ki aile, konu komşu, o anki misafirler resme bir türlü sığmamanın verdiği stresle kıpır kıpır ‘ayyy yeter çek çekk artık varsın güzel çıkmasın’– ‘çekeyim de, yarınız çıkmaz , sen azıcık yanaş.Ablaaa! sen görünmüyorsun az daha yaklaşsana Ayşe’ye.Kolunu at omzuna abimin, oldu nihayet, kıpırdamaydın çekiyoruuuum’lu siyah beyaz resimlerden akan köylülüğünde, seviyesizliğin bir yerlerinde mutlaka göze çarpan bir duruştur ‘sendeki havaya, şu hale, şu poza bak, orta halli ailenin kötü yola düşmüş ortanca kızı sanki’ kahkahalarının ardı erkeğin elin kiri, kadınınsa namussuzluğu, ahlaksızlığıyken hâlâ, toplumun birey için…senin için ne düşündüğünü hayat memat meselesi haline getirmiş sürü psikolojisine katılarak, namusuna söz getirecek olmasından kaynaklanan paranoyaklık içinde ‘ailenin bu hayatta başını öne eğdirmeyeceksin, adın çıkarsa Saime’nin kızı Yıldız gibi olursan konu komşuya ne deriz ’ ne yaptığını , niye kızıldığını bilerek, bilmeyerek olumsuz eleştiriyi düzletme tümcesine başvurduran –‘ama anne Yıldız, öyle bir kız değil itirazı‘–‘öyle bir kız değilmiş, hem sen nerden biliyorsun, geceleri birlikte miydin ? Bak git, gel okuluna oyalanma orda burada.Bu erkekler kötü yola düşürür sonra da almazlar kızları. Erkeklerden uzak dur , adını çıkarırlar “orospu” diye, evde kalırsın, kimse bir orospuyla evlenmek istemez, çocuk doğursan “orospu çocuğu’ derler.Dün filmde bir adam vardı hani, sarı , nursuz oğlan (Nuri Alço ) güzelim, masum kızcağızın suyuna, çayına, gazozuna ilaç atan işte erkeklerin aklı fikri hep ordadır…orda’ korkuları salmalar yetmezdi ‘baban…abin… deden…amcan…dayın… kuzenin duysa, görse aman ! ona göre;sakın ha ! sakın ola….’yla devam ederdi söylenmeler çünkü kızın orospu olması kötüdür ama daha kötüsü aileye laf gelmesidir diye büyütüldüğümüzden düşün ki ta 1950’lerde; sana yağdırılan ültimatom, söylenme sağanağının aynısını annene yağdırmasının yanında maruz kaldıkları anneannenin beddualarını ‘çıkardı güneş doğduğu zaman, böyle… hep derlerdi annenin duası kabul olur… böyle göğsünü açardı güneşe doğru derdi ‘a bu Muhammet Mustafa’dan dilerim yavrum, sen gün göresin ama senin çocukların ateş olsun senin canına yapışsın’ aynen öyle oldu, gün görmedim, çocuklarda ateş olup yapıştı canıma. Yemin ederim günde kaç kere böyle beddua ederdi’yle mutfakta kahvaltı sonrası tabakları bulaşık makinesine yerleştirdiğin sırada, yemek masasını silerken anlattığında annen, bazı bilgilere, tariflere kolayca ulaşayım diye hiç kullanmayacağını bilerek annenin cep telefonuna yüklediğin Whatsapp’a yolladığın Youtube da Nefis yemek tarifleri (Pastane Usulü Poğaça) videosuna bakıp poğaça yapmayı düşünürken sen, bir yandan da ‘bir şey mi yapıyordun, ne yapıyordun da böyle beddua ediyordu anneannem’ – ‘ A o Hazreti Hüseyin, hiç… bir şey yaptığımdan değil, çok beddua ederdi, arada da ‘çéne, çeni, yıldızın güzel olsun, başkasına güzel gözükün ki rahat edin’ derdi ama daha çok beddua. Amcam kızı Hanımı dövüyordum, kızıyordum o da beni dövüyordu. Ev damında babam zamanın çoğunu geçirdiğinden ‘baba odası’ dedikleri annemle, biz çocuklarının birlikte kaldığı bir bakıma evimiz sayılan odaya gündüz ‘eliniz ayağınız kirlidir girmeyin, kirletirsiniz ’ diyerek bizi bırakmadığından annem, biz de Hanım’ların odasında oynardık, yatağının içine girerdik, onların odası küçüktü, böyle karyolada amojın Fatma, çocukları da yerde yatıyordu. Bizim ‘baba odası’ büyüktü, kocaman bir sedir vardı, iki kat yatak seriliyordu üzerine, burda benle Selvi, o tarafta da geniş karyolada Hatun’la, annem, Leyla’da kocaman bir beşik vardı orda yatıyordu. Babam öldürüldüğünde ben dört, Selvi üç, sağır dilsiz Hatun ablam da beş yaşındaymış. Annem akşam, güneş batmadan bizi alır evimize ‘baba odasına’, girer, kapıyı da kapatırdı. Babam öldürüldüğünde üzerinde beyaz bir gömlek varmış, annem üstünde babamın kanının kuruduğu, kanlı elbiselerini çıkarır Zazaca ( Hardê Vartoyî hardo raşt o, min hinî zana ke no ap nê birazeyî de raşt o..)
Anne kurban Varto’nun yeri,
Düz bir yerdir
Aslanım , Paşam içinde dükkan kurmuş
Ben öyle sandım ki bu amca yeğeniyle ilişkilerinde dürüsttür
Ben ne bileyim ki onu öldürür’
bir de Kürtçe (Germê havînê Germê havîn gij gij e, hêk dêyne hêk dipije, Gelê der û ciranan, ki dîtîye, ap birazayê xwe kuştiye)
Yazın sıcaklığı kavurucudur
Yumurta koysan pişer
Kimin aklına gelir ki
O kavurucu sıcakta
Dostlar, komşular
Kim görmüş ki
Amca kalksın yeğenini öldürsün
(wayî, wayî, kes çîno ke ez mektube binîvisnî biruşnî Husnî birayî, text û payê çêna axayî şiknayî)
Waye waye, bacım bacım
Kimse yok ki ben mektup yazıp
Kardeşim Hüsnü’ye yollayayım.
Diyeyim ki o Yezid yıktı geçti
Çene Küçükağanın tahtını
Elini kolunu bağladı ’
ağıtlarını söyler ağlardı…ağlardı o ağlayınca biz çocukları da annem ağlıyor diye ağlardık. Hiç akşam yemeği yemiyorduk, ağlaya ağlaya uyuyorduk. İki, üç sene hep böyle geçti sonra Kurmanj geldi, anneme dedi ki ‘waye, kardeşim a bu böyle olmaz, yazık bu çocuklara, böyle yaparsan deli edersin, babalarının kanlı elbiselerini bunlara niye gösteriyorsun?’ –‘koca dewa ma Kasman’da Kurmanj dan başka akıllı, gün görmüş biri de yokmuş, aferin kadına’ –‘Biz bilmiyorduk ki baba ne? annem ağlayınca biz ondan daha çok ağlıyorduk. O duruyordu bu sefer de biz durmuyorduk, daha çok ağlayınca bu defa da bize ‘ niye ağlıyorsunuz’ diye kızıyordu. Suç bizde değildi ki? Çok ağlıyorduk be! isyan ediyorduk benle Selvi, annem ağlıyor diye.Kanlı gömleğini görünce babamın, ben çok ağlardım. 25 yaşına kadar her gün görmediğim babama ağladım durdum.’ –‘ sizi ağlatan anneannemin kendisi ağlıyorsunuz diye beddua mı ederdi?’ –‘ağlamayın derdi, gitme derdi ben giderdim; apo Yusuf’un evine, Naze’yle oynamaya.Bırakmazdı bir yere gidelim. Su getir derdi çeşmeden, arkamdan bağırırdı ‘çocuklarla, kimseyle oynama, doldur hemen gel!’ . Düğün olurdu, ben çok seviyordum düğünü, herkes böyle oynardı bakardım… gidip bakardık Hanım’la, Selvi’yle o kapının önüne çıkar bağırırdı ‘ çene, Turna, Hanım eve gelin hemen! ‘ bırakmazdı o düğünü seyredelim. Bende derdim ki niye bırakmıyorsun?.O da gitmeyeceksin, bakmayacaksın babanız ölmüş sizin, bu ne düğündür? size düğün ne lazım? Sadece kendi çocuklarına değil çe Taluda ki kız çocuklarını terbiye etmeyi üzerine vazife aldığından bize de yasaktı.Gulamın, biz kızdık , baharda a o uzağa Kozik’ın o taraflara ormana gittik mantar için.Ara, ara bulamadık, her ağacın, her meşenin, her taşın altına baktık, bulamadık döndük, eve yaklaştıkça birbirimize sığınıyoruz annen Turna’yla, el ele tutuşuyoruz , korkuyoruz çene Küçükağa’dan ,dört açılmış gözlerimizle etrafı tarayıp eve girdik , doğru ambara, orda oturduk, saklandık bir müddet sonra ordan çıkıp hiçbir şey olmamış gibi ‘bon’a lojının yanına çömeldik. Bizi görse ‘Hanıma hanım, Turna ! utanmıyor musunuz, dağlarda, çöllerde geziyorsunuz. Siz ağa kızısınız niye geziyorsunuz ?Ne işiniz var, mantar yemeseniz ne olur?’ ağa da ne ağa ortada kimse yok ağalık var.Nasıl ağalıksa, çe Taluda bir teneke unla ekmek pişirirlerdi, a o Kasmanlılar gelir alıp götürür yerlerdi, biz hizmet ederdik köylüye.Köyün içinde birinin düğünüydü, tabii yine ‘anne’ den gizli gittik, annemin üzerine kuma gelmişti sevmezdim hiç çene Küçükağa’yı , gene de çe Taluda ‘anne, daye’ derdik. Anam bir korktuk… bir korktuk; oynadık geldik ama ödümüz kopuyor hemen yatağın içine girdik görmesin bizi çene Küçükağa, kızmasın diye ya düşün yani, çok zaman düğüne gitmemize izin vermediklerinden uzaktan seyrederdik, damın üstüne çıkar ordan bakardık yine kızardı, sevmezdi düğünü, oynamayı sevmezdi, gezmeyi sevmezdi, zıplamayı sevmezdi. Çocuktuk ya saçmalamayın, nasıl karşı çıkacaktık? Bu nasıl usulmüş ağa kızları oynamaz, bizimkilerde tuhafmış. Öyle deme demişti Şerifé Sevişé, bizim Karer’de de öyleydi, Sünnilerden geçme bir adetti “ağanın kızları oturur, düğünlerde falan oynamazdı bir nevi taş yerinde ağırdır muhabbetti.” Annem , çene Küçükağa; hep karamsar, hep kızgındı gülüyorsun niye gülüyorsunuz… oynuyorsun niye oynuyorsun… niye düğüne bakıyorsun,… niye rahat durmuyorsun… niye çocuklara karışıyor, dövüşüyorsun. Arkadaşlarla oynuyorduk , kavga çıkıyordu, haksızlık yapıyorlardı mesela elimdeki leblebiyi alıyorlardı. Eee ben onları dövünce onlarda beni dövmez mi?Bir gün Naze’nin annesi emıka , hala Benevşa geldi anneme ‘ bilmem senin bu kızın bizden ne istiyor? Senin kızın Turna Naze’yi çok dövüyor’. –‘Turna mı?Turna nerden çıktı?’–Babam halam Rukoş’un adını koymuş bana, annem ‘gökyüzünde bölük bölük …’ türküsünü ve de İmam Ali’nin sesi diye sevdiğinden Turnaları, Turna derdi bana, akrabalarda Rukoş.’–‘eee sen niye dövüyordun arkadaşın Naze’yi ’–Hiç. hala Benevşa’nın beni şikayet ettiğini duyunca koştum gittim çayıra, bildim annem bunun acısını benden çıkarır. Benim annem var ya bir kere yapma dediyse tamam.Hiç düşünmezdi bu kız durduk yerde dövmemiştir ya Naze’yi.Mutlaka bir şey yapmıştı ki onu dövüyordum, o da beni dövüyordu, eli bağlı değil di ya.Onların dövmesi değil benim ki göze batıyordu.Yazık Naze’nin kardeşi Zeynel de bizimle oynamaya geliyordu, biz kovuyorduk ‘sen git’ diyorduk. Böyle boyu da ufaktı babası apo Yusuf gibi. Yazık Allah rahmet eylesin ne kadar da iyi bir adamdı, biraz sinirli olmasaydı çok iyiydi. çok sinirliydi çokk’ –‘nasıl iyi olabilir, hanımını Benevşa’yı, çocuklarını döven biriymiş’ –‘ne yalan söyleyeyim, döverdi. Hiç unutmam babaannen Zelhan yün getirmiş emika Benevşa‘ya , onlara halı örsün diye; ev damında. Benevşa halıya başlamış, örüyor , böyle şu kadar yer kalmış ( bir metrelik bir alan gösteriyor) halı bitecek, tamam.Biz de okuldan geldik Cumartesiydi gittik halaya yardım etmeye, halı dokumayı öğreniyoruz ya. Tamam mı? Amca Yusuf geldi dedi ki ‘eree Benevşa ben açım’. O da dedi ki ‘hele,hamur ekşi olmamış’ dedi ‘Rukoş gitsin eve çene Küçükağadan 4-5 ekmek borç getirsin ondan sonra…sonra ben de kalkayım, ekmek olunca, ekşiyince yapayım.’ Annammm bu ‘ senin babanın ağzına sıçayım’ dedi aldı eline makası kıtır… kıtır… kıtır… kesti halıyı, böyle hepimiz donduk. Nasıl üzüldük ağladı ya kadın.Bu kadar kalmış bitmeye. Ondan sonra ikinci günü, biz oturduk o ipleri var ya kestiği ipleri tek, tek, tek birbirine bağladık.Kadın yeni asma yerini yaptı, bizim böyle duvarda değil, hazır tezgah yoktu, dört tane kalın ağaç, ortada da bir ağaç ipler geçirilirdi. Kadın yeniden ördü halıyı. Bak benim yanımda yaptı, onun kızı Nazlı vardı, bendim, amca kızı Hanım abla da vardı.Hanım pek gelmezdi amca Yusuf’lara, ben daha çok giderdim halı yapmaya, severdim halı yapmayı.Anam… anam benim yanımda kesti ya o halıyı. Yazdır , kızının Naze’nin günü kesilmiş, onbeş sonra düğünü olacak.Biz Hanım’la de evin üzerinde o cün var ya Palaka’nın altında bizim saman yeri vardı, geniş boş bir yer, biz “cün” diyorduk.Hanım abla ile orda oturmuş böyle onların evine doğru bakıyorduk. Bir de baktım Naze koştu, apo Yusuf’ da arkasından öyle bir taş attı, a o kızın şurasına (alnına) değdi. Hele (hala o ) yaranın izi durur.’ – ‘Allahım! Niye? Naze’nin suçu neymiş?’ –‘ Dur, sana anlatayım. İnek gelmiş yavrusu ineği emmiş.Niye emiyor? Niye bıraktın emsin diye. Koştuk, anneme ‘mayemi, daye, daye anne… anne… anne’ dedim. Naze yere düşmüş, gittik, kızı kaldırdık bak şöyle şurası yarık olmuş. O öğ(y)le yaralı, düğün yapıldı, gitti. Bir de…bir gün annem git dedi, bizim çay demi bitmiş, misafir gelmiş dedi, git dedi emika Benevşa’dan biraz çay getir sonra Varto’dan gelince veririm. Ben de gittim, işte yoğurt koyuyor şeyin içine (meşk) ayran yapacak ya dedim emika…hala ben geldim sizden çay isteyeyim. O da dedi ki ‘Rukoş, bizde yoktur ‘. Amca Yusuf da orda kürsüde oturuyordu, hama öteden uzandı öyle bir tekme vurdu kadın ‘ay’ dedi yere döküldü (düştü). 40 gün, o kadın öyle yatakta yattı .Ben buna şahidim, hepsi gözümün önünde oldu, gördüm.’–‘aaa niye öyle bir tekme attı ki, herhalde Benevşa hala ayaktaydı ki kötü düşmüş’–‘yok, kadın böyle çömelerek oturuyordu, dizleri üzerinde… böyle bir tane attı burasına kadın yıkıldı ya’ – ‘omuriliğini mahvetmiş amcan Yusuf’ – ‘e tabii kadın, öyle bir darbe alınca ondan sonra yaşlandıkça omuriliğinde kaç kere ameliyat oldu yerlerde sürüne, sürüne gidiyordu ya böyle otura otura , yan yan gidiyordu, yürüyordu oturarak.Öyle dövüyordu ki vallahi, kadının kalçası, beli hep kırıldı’ – ‘Yusuf amca niye tekme attı, çay yok sen yalan konuşuyorsun diye mi?’– ‘ Yok, yok hala Benevşa ‘şu anda işim var sonra çay veririm’ dedi, yok demedi ki’– ‘Ne dedi?’ –‘benim işim var şu anda sonra ben vereyim’ dedi. Apo Yusuf da ‘ vayy, sen niye hemen kalkıp vermiyorsun’ diye tekmeyi attı’ – ‘offf sanki Allahın adaleti mi var? ne oldu amca Yusuf, herkesten iyi yaşadı, herkesten de güzel öldü değil mi? nasıl öldü?– ‘öyle güzel öldü ki… bir görsen, kanser oldu. Ne güzeli, akciğer kanseriydi. Deliydi ya deliydi… herkes deli ‘Yusuf ‘a heğo’ derdi .Benim yanımda yapıyordu ya. Kendi kız kardeşinin halısını kesti ya. Hala Benevşa, amca Yusuf’dan sonra epey yaşadı’ –‘ seni o zaman babamla nişanlamışlar mıydı?’ – ‘Ben nişanlı değildim, on yaşında falandım o zaman, yardıma gidiyordum ben. Cumartesi, Pazar tatil ya biz de halaya yardıma gidiyorduk ‘ –‘Kasman’da iyi dedikleriniz Yusuf amca gibiyse …’– ‘kız çok mertti, insanlara karşı çok iyiydi, kimseyi şey yapmazdı. Bir lokma ekmeği kırk kişiye verirdi. Allah var şimdi bacı, insan konuşunca bir de iyi yanını konuşur. Hep kötü yanı konuşulmaz. Ne yapayım dövüyordu, kızını da dövüyordu.Herkesi de dövüyordu.Dövüyordu ondan sonra pişman oluyordu.Böyle evi yolun üstündeydi ya, gelip geçen herkese kapının önünde ‘baoo ! laoo gel, geçip gitme.Bir çay iç , bir yemek ye’ diyordu, yoldan geçen de ‘ben size gelmedim başkasına gidiyorum’ derdi.’ Olmazzz, mümkün değil. Sen mutlaka burda oturup yiyeceksin, içeceksin, sonra gideceksin.’ Mahalledeki çocukları toplayıp eve getirdikleri için ben de bir zamanlar Oğuz’la , Mustafa’ya diyordum ‘amca Yusuf… amca Yusuf’ ya mertti… çok mert adamdı ama öbür taraftan çok sinirliydi, aşırı sinirliydi.Bir semah giderdi ayakları havadaydı’ –‘Herhalde ayakları havada olur anne. Adam Hint keneviri ekiyormuş tarlasında, esrar yapıp içiyormuş sobanın üstünde,adam esrar içip semah gidiyormuş.Esrar içince tabii ayakları havada olacak. Komiksiniz ya.Yahu bu sen amca diyorsun ama babamın dayısı Yusuf amca bir de katil değil mi? İlk karısı Hakife bunun yüzünden kendini asmamış mıydı? O olay nasıl olmuştu?’ –‘şimdi boş ver bir gün anlatırım. Ne bileyim, hayat böyle bir şey. Badan’a çe Resul’e, yeğenlerini, babanları sormaya çok giderdi amca Yusuf’ annenin cep telefonunu eline alıyorsun – ‘Hani nerde bu? Hay Allah ya ne çok tarif yollamışım, pastane poğaçasının tarifini bulamıyorum.Hah işte’ –‘ne diyorsun?kendi kendine’ –‘poğaçanın tarifini arıyordum, buldum, bir yumurta kır anne.Bu tarifte süt, yoğurt yok…’ –‘Amcam kızı Hanım sessizdi ama suyun altından saman yürütüyordu, ben öyle değildim her şeyim açıktı. Çok tembeldi akşam kadar bıraksan uyurdu; çe Taluda, ev damında erkek çocuk yoktu, benle, Hanım harman dövüyorduk, öküzlerin üstüne biniyorduk böyle, öküzleri döndürüyorduk. İş bitince de öküzleri çayıra götüreceksin bırakacaksın, gidiyordum ki hanımefendi o saatte onlara ait odaya gitmiş, yatağa uzanmış, kafasına yorgan örtmüş uyuyor. İnek o kadar çok ki, 17, 18 tane inek var, çamış (manda) var, evin kadınları Zehra yenge, annem, amojın Fatma, üçü de sağıyorlar. Bizim evde apo Musa vardı, bizim evde çalışıyordu, çobandı.Bir gün gitmiş, bakmış amojın Fatma hanım da süt sağıyormuş, tamam.İneği sağmış ama inek süt vermemiş .O da sinirlenmiş demiş ki ‘ be mübarek niye süt vermiyorsun?’ demiş bırakmış, gelmiş. Amca Musa’da “bon”da otururken anam dedi ‘sen gidip ineği sağıyorsun kuru… kuru konuşmuyorsun, a böyle usul usul okşarsın memesini, şarkı söylersin, türkü söylersin ki sana süt versin. Sen öyle yapmıyorsun, onun için vermiyor’ Hakikaten öyleydi sessiz dururdu amaa…Amcam İbrahim dedi ki bana… her gün gidiyorum koyunları otlatmaya, öküzlere bakmaya çayıra, annem bana yağ, dorak karıştırıyor, yumurta haşlıyor ‘git…gidersin çayıra ama’ diyordu, biz gidip bir şey yapmıyoruz, çimenlere uzanıyor, öküzlere, mallara bakıyoruz. Bir ağaç vardı koca bir ağaç belki de kesmemişlerdir daha, o ağacın dibinde uzanıyorduk. Annem diyordu ki ‘bak gidiyorsun diyordu, bir tane erkek çocuğu yanına gelse kovacaksın tamam mı? Yanına almayacaksın’.Bir gün, iki gün, üç gün, dört gün, on beş gün hep ben, tek başıma çayıra gidiyorum eee artık isyan ettim dedim ki ‘gitmiyorum’, a o amcam geldi İbrahim ‘ niye gitmiyorsun ?’ –‘’ben her gün giderim senin kızın Hanım, hanım olmuş orda yatıyor. Senin kızın gitmiyor biraz da o gitsin.’ Amcam tuttu beni böyle iki kolumdan…canım neydi ki çok zayıftım, şu iki kolumdan tuttu beni, kaldırıp şöyle yere vurunca, bende sinirlenmişim burnumdan kan boşaldı.Hiç unutmam annem inekleri sağmayı bıraktı geldi beni tuttu, elimi yüzümü yıkadı, burnumu temizledi dedi ‘çene, kızım, kızım sen hak ettin, ben sana bir şey söyleyeyim mi? niye konuşuyorsun, karşı çıkıyorsun ? aha gidip geliyorsun, sen niye öyle dedin ki amcana?’ ben de ağladım dedim ki ‘daye, bir gün değil, iki gün değil ben hep çobanlık yapıyorum onun kızı oturuyor.’Ben uyumuşum baktım annem ‘kalk kalk Hanım harman döndürüyor, git yardıma’ Gittim Hanım öküzleri getirmiş harman döndürüyor.Neyse işimiz bitti, dereye indik, amcam kızı Hanım, şeyin üstüne oturmuş, derenin kenarında kozık var ya, a o kozık’ın az ilerisinde bir taş vardı, üstüne oturmuş, yazık elini yıkıyor. Ben bir tane tokat attım sen dedim ‘eşek oğlu, eşeğin kızı, yine oturmuşsun, sen az değilsin’ babasına küfür ettim ya o da ‘sensin eşeğin kızı’ diyerek benim babama küfretti, bu defa da ben ‘ sen benim babama küfür edemezsin’ diye tokat attım, bir daha birbirimize giriştik. Birlikte babamın Kasman deresi dediği deré Mengelî’ ye düştük, ıslandık, kalktık, eve geldik üstümüzü değiştirdik sonra tekrar hiçbir şey olmamış gibi beraberce harmana gittik.’ –‘ Neden siz küçük kız çocukları harman döndürüyordunuz, kimse yok muydu?’ –‘erkek çocuk yoktu dedim ya iki tane, üç tane biz artık çoban demeyelim, yardımcı diyelim vardı ot biçerlerdi, buğday öyle çoktu ki sen gördün kilerde tavana kadar uzun tahta un ambarı vardı ağzına kadar un dolardı. Allah bir vermişti…bir vermişti… ekiyorlardı, marabalara veriyorlardı, biçiyorlardı payımızı getiriyorlardı, biz usare diyorduk, şimdi senin organik diye aldığın tam buğday, esmer un yapıyorduk.Deré Mengelî’den arkla getirilen suyla dönen değirmen bizimdi, amcamlar buğdayını un yapamaya getirenlerden para yerine; bir teneke buğdaydan bir ölçek, on tenekeden on ölçek buğday alıyorlardı.Mısır da çoktu, çoktu çokk.Bizimkilerin maddi durumları çok iyiydi, gerçekten iyiydi. Koyunlar, öyle çoktu ki 300,400 koyun vardı, bizde keçi pek yoktu. İlkbaharen çobanlar koyunları dereye koyar yıkarlardı, yününü kırparlardı, oradan gelip yün alır götürürlerdi, Diyarbakır dan gelip yağ alırlardı, bal alırlardı, biz onlara çerçi diyorduk tamam mı?Bize de Diyarbakır dan pirinç gelirdi, öyle güzeldi her tanesi böyle iri iriydi, kahve alırdı annem, kahveyi kavururdu değirmeni vardı, misafir gelince çekerdi. Sadece bana değil, bütün kızlarına beddua ederdi. Selvi çok yaramazdı annemin canını yedi, çok ağlıyordu, hep peşindeydi, anneme taş atıyordu, annem de ‘ nereye gidiyorsan git günün hep kara olsun, yüzün hiç gülmesin; lokma ağzında gözyaşı gözünde olsun, kızın da sana yapsın ’ diye beddua ederdi Selvi’ye‘–’ Gulamın ! aynen annemim dediği gibi öyle de oldu, hiç gülmedi yüzüm, hep ağladım, öyle çok ağlardım ki ev damındakiler beni susturmak için kara reşanı (siyah urgan) damda bir kova, tencere vardı onun üzerinde getirip götürüyor ‘bak bu Tilki’nin kuyruğu, eğer daha da ağlarsan seni alıp götürecek’ dediklerinde hele duruyordum. Ben bilmişim daha küçükken başıma gelecekleri de çekeceklerime, dertlerime ağlamışım. Ev damında amojın Fatma ‘çene Küçükağa arazileri oğullarının üzerine tapu ediyor’la ortalığı kızıştırıp amcamlara söyleniyordu.İki yenge de anneme olan hınçlarını bizden çıkarıyorlardı; dövmüyor, beddua ediyorlardı. Amojın Fatma çift oynuyordu, yüzümüze kurban heyran, can arkamızdan da ’Efendi’nin kızları çok yemek yiyorlar…evlendirin yoksa orospu olurlar’la şikayet ediyordu amcalara.Kasman’da ev damındaki genç kızlara ‘orospuluğun’ bol keseden dağıtıldığını daha annenden, teyzen Selvi’den dinlemeden, öncesinde daha çocukken duyduğumuz uğruna “Nisa ve Nur süresi ” nin indiği Kuran-ı Kerim’le iffeti korunan bir anda… bir dakikada oldurulan iftiraların, yalanların istendiğinde suçlanan kadına aynı hızla masumluğunun geri yüklemesinin yapılacağını gösteren bugün olsa Esra Erol, Müge Anlı’ nın el atıp anında çözecekleri basitlikte; elde edilen ganimet yanındakinin sayıldığından ekonomik kazancın müstakbel sahibinin belirlenmesi için eşleri arasında çekilen kura gereği Yahudi Mustalıkoğulları aşiretine düzenlenen, zaferle sonuçlanan birlikte sefere çıktığı; “ beni nasıl seviyorsun “; ” kördüğüm gibi” cevabını veren kocası Hz. Muhammed’in, Mustalık kabilesi reisinin kızı İbn-i Kays’ın savaş ganimeti, ismini küçük kız, kadın anlamına gelen Cüveyriye’yle değiştireceği Berre Hatun’la ücretini ödeyerek evlenmesinin; hoşuna gitmesini beklemeyeceğimizden her insan gibi kindar, kıskanç duygulara yenik düşmesini de garipsemeyeceğimiz; hacet gidermek için ayrıldığı mola yerine kaybolan kolyesini arayıp gecikince, ordunun kendisini almadan çekip gittiğini gören bu sırada karşılaştığı; sonrasında işin içinden çıkamayınca, kendisini bir şiirle hicveden şair Hassan bin Sabit’i elinden kılıç darbesiyle yaralayacak, hakkında “gay” dedikodusunun çıkmasını dahi göze alıp “ya Müminler ben hasurum zaten” deyip konuya bambaşka bir mecraya çekecek Safvan Bin Muattal’ın devesinin üstünde Medine’ye dönünce, hakkında çıkarılan kocasını aldattığı dedikodularını çürütemediğinden kovduğu ama ayrılırsa babasının desteğini yitireceğini, itibarının da sarsılacağını düşünerek geri getirmek için gittiği Hz.Ebubekir’in evinde; orada bulunanlardan kaç kişinin kedisine inandığı muammasında ki; herkesin ortasında Allah’ın olaya el atmasıyla, minderin üzerine inen vahiy; Nur süresi 11- 20 ayetlerindeki iftira atan “münafıkların” cezalandırılacağını–tüm bunlar yaşanırken bugünde rastlanmayacak kadın dayanışmasına parantez açıp; rekabet ettiği Hz. Âişe için görüşüne başvuran peygambere “yâ resûlallah! ben işitmediğimi ‘işittim’ demekten, kulağıma gelmeyeni ‘duydum’ demekten kulağımı; ve görmediğimi ‘gördüm’ demekten gözümü korurum. Vallahi, ben onun hakkında hayırdan başka hiçbir şey bilmiyorum.” (Müslim, 8:118.) diyecek Hz. Zeyneb ‘i anmadan geçmek olmazdı – Hz.Muhammed’in ümmetine açıklamasıyla aklanan Hz. Ayşe’ nin maruz bırakıldığı; niyeyse de her kaybettiğinde İslam dininin yeni ayetlere… yeni geleneklere… yeni temizlenme usullerine (teyemmüm abdesti) kavuştuğu “ İslamiyet’te kaybolan kolye, gerdanlık” İFK hadisesi için bile ayet gönderirken onca karalamaya, asılsız ithama, küçümsenmeye maruz bırakıldıkları aşikar kadınlara için neden minicik bir ayet gönderip de rahata erdirmeğini ayrımcılık yaptığına inandığından bilmek istemediğinin Tanrı’nın makbul, dokunulmaz kulları erkeklerin adını koyup işlevini tanımlayıp kendilerini muhtaç kıldıkları ilişkiyi hem kendisi hem orospu için sıkıntılı hale getirmekle kalmayıp ‘ bil bakalım kadının teki yolda yürüyormuş ayağı tökezlemiş soora oruspu olmuş nie…??? ‘ –‘ayıp ya bu nerden çıktı şimdi?’ –‘bugün okulda Enis bize sordu’ –‘ konuştuğunuza şeye bak, kadınlardan başka konu yok muydu? Cevap neydi?’ –‘kötü yola düşmüş de ondan’ sohbetlerinde bile suçladıkları biz Ortadoğu’nun ‘çiçek açmalarına fırsat tanınmayacak’ genç kızları; bu hayatta; hep ve her zaman, en çok isimlerimizin ‘orospu’ya çıkarılmasından, ‘orospu seni’ hakareti edilmesinden; kötü yola düşmekten…düşürülmekten korktuk…korkutulduk. Daha, hayat, toplum, vatan, din hakkında bir fikre, deneyime sahip değilken önce ebeveynler sonra çevresindekilerce kız çocuklarının beyinlerinin en…en dibine kazınan ‘bir bildiği olmasa böyle konuşmaz insanlar. Hem ne demiş – pişkinliğin bu kadarına pes! Sanki hiç olmamışı, olunmuş yapmamışlar, iftira atmamışlar, günahsızlar gibi kör olasıca – atalar; ateş olmayan yerden duman çıkmaz ona göre biri ya da bir şey hakkında bir şaia çıkmışsa mutlaka bir nedeni vardır, söylentiler , duydukların gerçektir.Aman ha kızım ‘erkeklere güvenme, tek istedikleri yatağa atmaktır, onun için peşinde koşarlar.Bir kadına baktıklarında…bir kadınla konuştuklarında tek düşündükleri, tek istedikleri, tek merakları etek, pantolon altında saklı ( derdi cinsellik olmayanlarda mevcuttur; medeni erkekliğin ayracı da bu noktadır ) deliksiz kızlık zarıdır ‘ söylemleri, genellemesi geçerli olmakla birlikte; başta sosyolojik açıdan istediklerini elde edecek ekonomik güçteki eğitimli beyaz yakalılar; biyolojik gereksinim cinselliği; diğer hazlardan daha çok isteme, sevme eleştirilecek bir durum da değilken; bütün güzel hazlar gibi mutluluğun aracı etmenin doğallığını bozarak; kapalı ortamda anda kendini gösteren şehvetin karanlık yüzü inlemeli, bağırmalı bilemedin en fazla yirmi dakikalık hazzı, dünyanın merkezi; tecavüz, taciz, cinayet nedeni yapıp, hayat kaydıracak kadar önemse(T)menin, abartmanın her gün ayıplığı ilan edilmiş kadın, erkek üreme organının başrolü paylaştığı “a… koyum, siktir et ”lerle başlayan küfürlerin, vajina-penis diyaloglarının akarlığında, varoluşun amacını üremek ile seks ile anlamlandırmak işte tam bu noktada, burda; bireye, topluma empozelenen refah düzeyi yüksek, adaletli, özgür, kaliteli bir yaşam için değil de ‘insan çoğalmak için vardır, onun için yaşar’la ortaya sürülen anlamsız amaçlığa bakıp Homo Sapiens “modern insan” soyu da kaçınılmazdır Arkaik Sapiens, Neandertal’ler gibi bir gün yok olacaktır, varlığı sonsuz canlıya rastlanmamıştır dememek için frene basmak zorunda kalındığım şu an, düşündüm de bunu bilmelerinden …yüzü ölen dedesine benziyor… amcası gibi yalancı, annesi gibi ruhsuz, babası gibi sinsi, halası gibi inatçı, anneannesi gibi eli açık, dayısı gibi cimri, teyzesi gibi hayalci, babaannesi gibi duygusal tanımlamaların kökeni genetik pek çok özelliğini, karakterini, huyunu , suyunu, göz rengini, yüzünün ifadesini, güzelliğini, çirkinliğini, boyunu posunu belki zekasını da atalarından alıp sonraki nesillere devreden insanoğlunun genetikle ilintilenmeyecek çevresini algılama, ayrıntılara dikkat, sorgulama, sanatla haşır neşirlik benzeri sosyal yönü; dünyadaki 8 milyar bireyin birbirine benzemeyen parmak izine sahipliği gibi kişiden kişiye değiştiğinden ‘babasının…annesinin oğlu hiç değil…iki kelimeyi yan yana koyamıyor şu kadarcık babasından annesinden feyz almaz mı insan? bu kadar mı farklı olur’ yakınmalarını duymalarından…kendisi gibi düşünüp yazmayacağını, çizemeyeceğini, üretemeyeceğini de tahmin etmelerinden miydi acaba aman da soyum devam etsin telaşına kapılmayıp diye ardında bir çocuk bırakmamış onca Schopenhauer, Michelangelo, Kant, Nietzsche, Beethoven, Descartes, Proust, Thomas Bernhard, Franz Kafka, Edgar Degas, Sait Faik ve sen benim ”Kaldır başını…Aşk belden yukarıda sevgilim!”ci Şairim.Cidden ve de eğer kitleleri etkileyen roman, şiir yazma, resim çizme, heykel, beste yapma, farklı , reformcu düşünceler öne sürme, yeni şeyler icat etmeyi sağlayan kişiye özgü yetenekler kendinden sonraki kuşağa devr edilseydi Karl Marx, Victor Hugo, Ernest Hemingway, John F. Kennedy, Martin Luther King , Che Guvera Marie Curie, Steve Jobs; Nazım Hikmet, Tezer Özlü, Vedat Türkali gibi onca yazar , besteci , ressam, felsefeci ve siyasetçinin; aldıkları telif ücretleri sayesinde kimseye muhtaç olmadan bir ömür sürdüklerinden el-hak şanslılıklarına diyecek söz bulunmayacak çocuklarının, torunlarının; en az onlar kadar kitleleri peşinden sürükleyen eserlerinden, düşüncelerinden söz ediyor olacaktık bugün diye düşünmene sebep de öyle tez hazırlamak için yazarların , sanatkarların, düşün adamlarının soyunu, kuşakları araştırman, gözlemen falan değil, her gün ekranlarda seyredilen, kitapları okunan, müzikleri dinlenen yazar, şair, felsefeci, sunucu, gazeteci, besteci, oyuncu, ressam ; Mehmet Ali Birand, Ulus Baker, K.İskender, Oruç Aruoba, ,.., …, Müşfik Kenter öldükten ya da Sabahattin Ali, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi öldürtüldükten, Deniz Gezmişler astırıldıktan sonra illa ki ‘ yolu yolumdur…ondan çok şey öğrendim‘le fikirlerini, davasını sürdüreceğini öne sürerek ortalığa dökülen tonca mirasçının, kısa sürede hem söylediklerini unutup kaldıkları yerden hayatlarına devam ettiklerini, hem de onların eline su dökemeyecek sıradanlıklarını, eserlerini gördüğündendir her yinelenen gerçeklik gibi…aldanış gibi orospuların peşinde koşan caddede, otobüste, dolmuşta karşılaştığın asık, memnuniyetsiz suratların tabu saydırıldığından konuşulmasından hoşlanmadıkları, utandıkları cinselliğin eşleştirildiği başka bir dilde dürüstlük anlamına gelen namus da, öğretilenin aksine kesinlikle iki bacak arasıyla ; her ne kadar bazı insanlar için hâlâ öyle olsa da , bir gün herkes değişecek; cinsellikle ilişkisiz, kendin olmadır ki, çalıp çırpmayı, ahlaksızlığı, çapsızlığı felsefesi yapmış rejimlerini ayakta tutma derdindeki yönetenlerin kurtuluşu ‘ne yapsak, ne bulsak da uğraşıp dursunlar, peşinden gitsinler yaşadıkları hayatın rezilliğini, zehirliğini anlamsınlar ‘ yalanlarında, üç kağıtçılıklarını kapattırdıkları; istendiği zaman, istenilen yere çekebilsinler, doldursunlar diye dinini de kullanarak , olağanüstü anlamlar yükledikleri abartılı bekaret, namus, onur, şeref, vatan benzeri kavramlarının odağına yerleştirdikleri uyuşturucu objeyi de kadın oldurup, geçici rahatlama… haz almadan öteye gidemeyen cinsellikle de tamamladıklarında sen !
“Bizi sevmiyorlar hayta sevgilim
Bizi sevmiyorlar
İstemiyorlar bu gezegende.
Ne erk, ne demokrasi, ne muhalefet, ne de aşırı uçtakiler” le
kaleme dökmeden de benim sevdalara aç Şairim bil ki, kimse seni, sadece sen olduğun için sevmeyecekti, o yüzden boşuna demiş olacağımdan ‘dünyanın para, cinsellik, seks üzerinde döndüğü bir gerçek’ diyenlerin gerçeğinin paradan, seksten başka bir şey olmaması nedir Allahaşkına? da demedim ben. Evet ! çocukken bakkala şimdilerde markete ekmek ya da başka bir şey almaya gönderildiğimizde parayla; pardona de mua ! muadili kredi kartıyla tanışıyoruz, isteneni aldıktan sonra etrafımızdaki bütün çocuklar da öyle yaptığından belki de; sakız, çikolata, şeker, bisküvi, cips, oyuncak falan alıyoruz, bir nevi kendimize ait olmayan, güvenildiğinden emanet edilmiş parayı kullanarak, daha o yaşta mala çökmeye, vurgunculuğa alışıyor, bundan haz alıyoruz hem de ailenin, komşuların ‘çocuktur ne olacak, canı çekmiş’ korumacılığında kötü bir şey yapılmadığına inançla devamdayken yola bir gün, hayatın ortasına yerleştirildiği keşfedilen seks, parayla birlikte hareketleniyor; parası olan sekste de profesörlüğe uzanırken, olmayan “el”izabeth’le idare ediyor; sen de farkında bile değilken bir bakmışsın, başkasının hakkına saygılı, iyi bir insan değersizleştirmiş yerine değerler silsilenin en tepesine ‘uyuşturucu mu satarsın, kara para mı aklarsın, zaman zaman devletin desteğiyle şeytanlaştırılan kesimlerin kayyumla malına mı konar, mafyatik usullerle Paramount oteline mi çökersin, 750 milyon dolar kredi kullanıp devleti mi dolandırırsın… ne yaparsan yap yeter ki ol, nasıl olursan ol’ lu zenginleşme…çok para kazanma= güç & güç + seksi kadın konduruluverilmesine açtığı gedikten dolayı bilimle, teknikle, finansla içi içe Mary Anderson, Grace Hopper, Lisa Su, Marissa Mayer, Demet İkiler, Berna Akyüz, Bill Gates, Mark Zuckerberg, Jeff Bezos, Elon Musk, Aziz Sancar gibi aklını, yeteneğini kullanarak para kazanmanın teşvik ediciliğini de atlamadan; o saatten itibaren de dirsek çürüterek sınavlara hazırlanıp, kazanmanın köküne kibrit suyu eken %60 dilimde yer almış bir öğrencinin her şehirde mantar gibi türetilmiş özel ya da devlet üniversitesinde parasını bastırıp, YKS ‘de ilk bine, beş bine girmiş öğrenciyle aynı “elektronik elektrik… bilgisayar yazılımı… tıp” bölümünde okumasını sağlayan başarısızlığını, para ve sonrasında büyük bir ihtimal torpille, rüşvet vererek dolgun maaşlı işe girerek iyi para= seksi hatun= iyi bir seks, para, seks döngüsünde kola takıp cemiyete sokulan güzel, bakımlı bir kadına, bir erkeğe sahipliğinin başarı sunulduğu –bakmayın siz, ortada dönen kişinin dış görünümden önce zeka, entelektüel seviye ve kültür düzeyinden etkilendiklerini iddia edip sapyoseksüel kadın, erkek tercihimdir geyiğine. Playboy dergisine kapak pozu vermesini eleştirenlere “Kadınların kendi bedenleri üzerinde istediklerini yapma hakkı her zaman ve her yerde savunulur. İkiyüzlülerin ve gericilerin hoşuna gitse de, gitmese de” diyecek Fransız bakan Marlene Schiappa’danlardansa; Osmanlı İmparatorluğundaki gibi yaşam amacı akşam Padişahın, Sadrazamın, Paşanın, Efendisinin yanına çıkarılırsa, götürülürse gözdeliğe, Valide Sultanlığa, hanımlığa atlayıp bir de veliaht doğurarak sarayda, hanede söz hakkına kavuşmak olduğundan, tek işi, tek düşüncesi süslenip, püslenip akşamına seçilerek erkeğin yayına gitmeyi bekleyen cariyelerden yana oy kullanacakların çoğunluğunda ki – noktada; tarih boyunca üzerlerine; bulunduğu her ortamda erkeğin rahatını sağlama, hizmetini görerek hoş tutma, memnun etme misyonu yüklenen, erkeğin sekse zaafını bilen kadınlarda şuh, güzel, bakımlı görünme, cilveli davranma gayretinde, kadınlıklarını kullanarak istediklerini elde etmelerini sağlayan yumuşak karınlarının farkındalığında ki erkekler de; başları sıkıştığında işlerini yoluna koymak, rakiplerini alt etmek için te ortaçağ öncesinde kabile yaşamında bile var olan Sedat Peker’in ifşalarını duymadan önce de herkesin bildiği ama failleri bilerek gizlenen, istisnasız her partide, örgütte, şirkette, aşirette var olan ‘fakir olan kızlara burs verip okutuyorlar. Hem kendileri, hem de yakın çevrelerine bu kızlardan sevgili ayarlayan’ Esenyurt Üniversitesi sahibi Orhan Özyurt gibi, onlarca Aliye Uzun, Korkmaz Karacanın; Deniz Baykal, Burhan Kuzu, uyuşturucu patronu Zindaşti’ye, belediye başkanlarına , siyasetçilere , “…Acarkent’teki bekar evinde yaşanıyor. Cihan Ekşioğlu; o eve davet ettiğin, alem yaptırdığın, kafan güzelken padişah kaftanı giyme” tarzlı iş adamlarına servis, hediye “kadın sunulması” imparatorlukların, savaşların, bariz örneklerden I.Dünya savaşında Alman Gizli Servisi’nden 30.000 Mark aldığına dair senedin delil gösterildiği Almanya yararına kullanmak için pek çok kara, deniz ataşelerine metreslik yapan, erkeleri parmağında oynatmış , idam edilmiş Mata Hari’nin rol aldığı istihbarat örgütlerinin faaliyetlerinin akışını da değiştirendi; yoksa bir halı içinde sarayına girerek sevgili olduğu ( sonrasında yakın müttefiki Marcus Antonius evlenen) Roma diktatörü Julius Caesar hükümdar ilanı edip arkasında durmasaydı ne Kleopatra Mısır Kraliçesi, ne de 1711 Prut Savaşında tarihçilerin hepsinin olduğunu kabullendikleri çadır ziyaretinde kendisini sunduğundan Osmanlı Sadrazamı Baltacı Mehmet Paşa’nın kuşatmayı kaldırdığı iddia edilen Çar I. Petro’nun da “ çıkardığı emirnamede kurtarıcılığından söz ederek” 1712’de evlendiği Katerina Rusya’da Çariçe olamazdı da yine de güneşin etrafında döndüğü unutulup “dünya para, petrol, pırlanta ve seks üzerinde dönüyor” düşüncesine ; yol verildiğinden Afrika’da üstsüz dolaşılan bir kabilede kadınların memelerinin kapatılmasını savunacağından ‘yüz yıllardır böyleyiz, kadın memesinden tahrik olunur mu? sapık mısın’la suçlanacağının yüzde yüzlüğünde ‘bakma ! kafanı çevir! yürü yolunda ‘ seçeneklerini dışlayan; cinsel obje saç ise saçla; gözse gözle; simsiyah bir örtüyse örtüyle; 6-8 yaşındaki bir çocuğun duru teniyse o tenle; sakızsa sakızla; gölgeyse gölgeyle hareketlenmeye hazır ve nazırlıklarına isyanını “ayyy yeter be! ben eteğimi değiştirmeyeceğim, etek giydim diye aranıyorum sanan kişi sen kafanı değiştireceksin. Evli değilim “başımda bir erkek yok” diye gece eve geç geldiğimde perdenin arkasından cık cık yaparak beni gözetleyen komşu, sen perdeni kapatacaksın. Denizde beni süzen kişi , ben denize girmekten vazgeçmeyeceğim sen önüne döneceksin.Artık seninle olmak istemiyorum dediğimde üzerimde hak iddia etmeye çalışan kişi , sen yoluna gideceksin; çocuk doğurmuyorum dediğimde “aaa ne demek çocuk yapmam” diyen politikacı, sen işine bakacaksın. İnsanlara kadın işi, erkek işi diye rol biçenler, paylaşmayı öğreneceksiniz!!!’le kelimelere döken Emel’in ardına düşüp rica ederim bir taraflarınız şişiyor diye saç teline, ayak bileğine, popoya, göğüs ucuna, gözlere, ellere ; bikini, dekolte, mini etek, pantolon giyinilmesine ‘tahrik ediyor…oluyorum “la bok atmayı bırakın artık, zira son durağı burkadan göz gözüksün mü, gözükmesin mi? kara çarşaftan burun çıkmalı mı, çıkmamalı mı’ olacağından kaşının üzerinde neden gözün bahanesiyle tahriksiz bakmayacağını bildiği erkeğin sırf nefsi körelsin diye ‘tesettüre girin, örtünün, saçın tellerinin gözükmesi Allah’ın gazabını üzerinize çeker’le kadın bedeni üzerindeki söz hakkını da tebliğleyen, ayıp saydırdığı cinselliğin nasıl yaşanacağını, Gusül abdestini, zinanın tespiti için de yeterince tertibat almasalar da paçayı yırtacakları asgari şahit sayısını 4 ( why not four ?) belirleyen Kuran’da ki sure ve ayetlerle ve hadislerle yasaklar getirilerek ömür heba ettirildiğinden; kurallardan, konuşulan konuların, yakıştırılan sözlerin sıradanlığından, seviyesizlikten, muhatap olunan bakış açısından, anlayıştan haz etmediğimden, sevmediğim hậlâ ısınamadığım İslam coğrafyasında…hem anlayamıyorum çıkış yeri aynı coğrafya olmasına karşın büyük absürtlük Hz. İsa’nın bakire Meryem’den doğmasını kabullenmiş Hıristiyanlıkta, İncil’de bu derece yer almayan ama var olan gündelik yaşam, değişim, akıl ve bilimle çatışan, çelişen yasakların; dinle, tabularla kıyasıya mücadeleye girişilmeden (Galileo ve Engizisyon mahkemesi) kaldırılmasının zorluğu yaşanmışken dünyada, durdurulamayan teknolojik gelişimle tezatlık arz ettiğinden ne kadar ötelerse ötelesin kadınlarına yönelik açılıma izin vermek zorunda kalan Suudi Arabistan örneğinde görüleceği üzere, bir gün tabuları, yasaklarıyla mücadeleye girişilmeden de şartlar gereği mecburen dinlerde, ayetlerinde, kurallarında değişikliğe gidileceğini de unutmadan; dönüp dolaşıp sürekli kadın ya da erkek doğmanın yol açtığı sorunlara demir atmaktan da bıkkınım. Öyle ilahiyat eğitimi almış, prezantabl sofu, soft irticalığını gizleyecek mantık gereği “cennette erkeklere kadın verileceği gibi, kadınlara da erkek verilmeli” söylemeyi ihmal etmeyen, medyatikliğinin arkasına beyaz Müslümanlığını saklamış ilahiyatçı profesör sendromunda, tavrında dini, İslam’ı yorumlayacak halimin bulunmadığını baştan bildiriyorum ki kafa karıştırmaktan öte gitmeyen ‘yok o ayette şu vardı , yok bu süre de böyle deniyor’ tartışmasına bulaşmadan kafama yatmadığından ki;eğer yer almasaydı Kuran’da örtünmenin isteneceğini öne sürebilir misiniz?; mantıksız bulduğum yasaklarının, kurallarının tartışılmasını, sorgulanmasını ‘günahla’ kısıtlayan cinsiyet ayrımcısı –Allasen, en nefret ettiğim şeyi yapıp, ordan laf sokup durma ‘başka dinlerde de öyle’ diye, öyle olabilir…muhtemelen öyledir de, ama muhatap olduğumdan hayatımı biçimlendiren kendi dinimle sorunum var benim ha sende tersini savunmak için yaz bir roman elini tutan mı var?– baskıcı, erkek erkli İslam dininin geçerliliği yüzyıllarca sürdüğünden, süreceğinden bugünde onlarca Hiranur Vakfı kurucusunun 6 yaşında kızı H.K.G.’yi, 29 yaşındaki talebesi Kadir İstekli ile dini nikahla evlendirmesi gibi din kadar…yobazlık kadar toplumu, çağdaş olduğunu söyleyenleri bile etkisi altına almış; kadına, çocuğa, aileye ‘benim malımdır’ zihniyetiyle bakma; onlarca kız çocuğunun, kadınların başına bela ettiği; “Küçük yaştaki kızlarla evlenilmesi sünnettir”ine binaen; gelişimine, değişimine bakıldığında, incelendiğinde bilinen hiç bir medeniyet , çağ masum değildir insan gibi diyerek, günümüzde Sudan’da kadın sünnetleri, Afrika’da Albinoların cadılara satılmak üzere öldürülmesi, Uganda’da eşcinsellere ömür boyu hapis cezası verilmesi gibi o yörelerde geçerli “kültürel” farklılıkların cinsiyetlere, ırklara yönelik haksızlığı, insan hakları ihlalleri, vahşeti, gaddarlığı nasıl mazur görülmeyecekse; apolojetik yaratıcılığının eline su dökülmeyeceğinin, apologist kanıtlarından; yaş ergenlikten sonra sayıldığından aslında 18 yaşında genç kızlarla evlendiklerini söyleyecekleri Peygambere, Halifelerine sübyancılık yakıştırmalarını bertaraf için, zamanın Arap toplumunda diye başlamadan evvel Hz.Aişe’nin evlilik yaşıyla ilgili copy paste “onlar beni bezeyerek öğlen olmadan Resulullah’a teslim ettiler. Ben o zaman dokuz yaşındaydım.”( Sahih-i Buhari, c. 5, s. 70 – 71) “ben Resulullah’ın huzurunda oyuncak bebeklerle oynardım; benimle oynayan arkadaşlarım da vardı. Resulullah içeri girdiğinde onlar utanırlardı, ama Resulullah onlara iyi davranır, onları benimle oynamaya teşvik ederdi; onlar da benimle oyuna devam ederlerdi.” (Sahih-i Buhari, c. 8, s. 37) içerikleri aynı hadisleri Buhari, Müslim ve Ebu Davud yanlış aktararak gaflete düşmüşlerdir diyorsanız da İslam’ın önemli hüküm kaynaklarından “sünnet”i inkar edeceğinizden susma hakkımı kullanıp; M.S 600 yıllarında 6 yaşındaki Hz.Aişe’yle nişanlanmış Hz. Muhammed’in iki kızının; sekiz ya da on yaşlarında evlendirdiği Rukiye’nin ölümü üzerine diğer kızı Ümmü Gülsum ‘ü de verdiği Hz.Osman’ın; Hz.Ali’nın on bir yaşındaki kızı Ümmü Gülsum’ün Hz.Ömer, ölümünden sonrada ağabeyi Cafer’in oğlu Avn’a, Avn ölünce, kardeşi Muhammed’e, o da ölünce yine Cafer’in bir başka oğlu Abdullah’la çocuk yaştaki evlilikleri; kadın erkek arasındaki ilişkilerde “ seksonormatif” likleri ayyuka çıkmış; akışı içinde tarihin özellikle de bireyin özgürlüğünü reddederek kadına da her türlü eziyeti reva görmüş dinlerin, sistemlerin arkasındaki ataerkil, sınıfsal iktidar yapıları görmezden gelinemeyeceğinden Ortadoğu coğrafyasındaki erkek familyasına bakıp; 1400 yıldır değişen hiçbir şey yok demek ki; diyenlere içten kalp emojisi yolladıktan sonra, iradesiyle istemesinin mümkünatsızlığında 6 yaşındaki kız çocuğunun (Hz.Aişe) yeni kurulan bir devletin başkanına verilmesinin bile evrensellik, bilgelik iddiasını yerle bir ettiği İslam dinini kabullenmiş Kureyş ve diğer kabilelerin dışında dünde ve bugünde İmparatorluklar, Krallıklar, çok uluslu şirketlerde, aşiretlerde , ailelerde de görülen çıkar ve iktidar uğruna kadınları; ana malları, kapitalleriymişçesine takaslamalarının, evlendirmelerinin, berdellemelerinin, sunmalarının yüzyıllardır kız çocukların kaderi oldurulan çocuk gelinliklerin; ölünce kocası , karısı; kardeşi, baldızı, eniştesiyle evlendirilme geleneğinde gizlenmiş ensest ilişkilerin yaygınlığının yadırganmaması sorgulanmaya kalkışılmadığı müddetçe, “her kadın (artık ne kadarını kapsıyorsa) bir parça orospu’durun tezahürü ‘her erkeğin bir parça orospu çocuğu…pezevenk olması’ tartışmasına bakıp sanırsın dünya orospu…orospu olmayanlardan ibaret bir yer ve ataerkilliği şaşırtacak düzeyde bazen erkek çocuklarına bile ‘nerdeydin ? saat kaç biliyor musun? neredesin bu saatte kadar, kiminleydin’ copunu elinde sallayan babaların dayağından kurtulduktan sonra bu defa da ; ‘saçmalık’, ’aptallığın dibi’ görecek medeni bir insanın kavramasını beklemek, ötenin ötesi bir gerçeklik olan erkek ayarı ‘ sana demedim mi ben baban duysa…. güzel güzel git gel, eli eline değmesin‘i saçı, kulağı çekip verecek annelerin; kızlarının ‘kendi haline, gönlüne bırakırsan kızı Cumhurbaşkanı Özal kızı Zeynep’ gibi davulcuya, zurnacıya kaçmasını… orospuluğunu önleme çabasında, yetişkin olamadan evlendirildiğinden inisiyatif almayacak çocuk gelinler, boş egolu kocalar; babalar, anneler, abi ve ablalar, büyük kimse O’lar tarafından yapılan; hiçbir karşılık beklemiyorlar ya ‘insanın başka nesi, kimi var ki, aile önemlidir, her şey yapılmalı onun için ’li “kutsal aile” manipülesi; ‘ iyi evlat ol, anneyi, babayı, atayı üzme –birilerinin üzülmemesi, birilerinin üzülmesine bağlı ise buradaki hakiki üzüntü nerededir ? – geç kalma, ders çalış, yaramazlık yapma, otur, kalk, ye, iç, dolanma, açık saçık giyinme..’li psikolojik baskıların, şiddetin, kötülüğün hak görme anormalliğini kabul ettirerek yetiştirdikleri, büyüttükleri çocukların şanlı özgür bireyliği fark etmeleri de “kutsal ailenin” yalanlığının idraki gibi ömürlük zaman alacağından acaba ? ebeveynlik ruhsatı uygulamasıyla, merhamet, anlayış, sevgiden uzak, çağa uyumlu çocuk yetiştiremeyecek karakteri tespit edilenleri kısırlaştırarak topluma daha mı iyi hizmet edilir… hey ! gülüm heyyy ! senin bu “üst insan”, “ari ırkı” çağrıştıran onlarca insana ölüm getirmiş düşüncen çoktan tarihin çöplüğüne yollandı üstüne İsrail devletinin Filistinlilere yaptığı insanlık dışılıklara, ihlallere bakıp da “Hitler, Yahudilere az bile yapmış” diyerek Nazi kamplarında milyonlarca insanın sırf kökeninden dolayı yok edilme canavarlığını savunacak kadar şirazesi kayanlar bir gün illaki herkesin faşizm barındıran bir düşünceyi akılından geçirebileceği…bir tavırda bulunabileceği demek ki doğrulanmış önermeymiş; ufffff sen eyyyy ne yazacağını şaşırmış yazarım , birazcık gergin misin ne ? Amca kızı Leyla’nın ölümünden iki, üç yıl sonra neydi o derenin adı, hani Oğuz’un sel suyuna kapıldığı’ –‘ eree ! ben vakit bulup da sormuş muyum acaba ? buranın adı ne, nerden geliyor diye? adını bilsem ne olurdu? bilmesem ne… nereye baksak hep akan bir dere, her yerde de dağlar vardı. Benim için, a burdan Lozan Park’a kadar bir mesafede geçen Şamran altı dedikleri yerde kilimleri, yünleri yıkadığım deré Mengelî gibi suyu yazın azalan, ilkbaharda coşan bir dereydi, o kadar’ – ‘ben anlamıyorum koca sülalede kime sorsam ne sen, ne teyzemler, ne amcalar, ne dayılar…Allahın bir kulu da yaşadığı Kasman’nın, Badan’nın , Muskan’nın, Emeran’ın, Van’ın, Muş’un etrafındaki dağların, su taşıdıkları, çamaşır yıkadıklar derelerin, gittikleri yaylaların, evinin karşısındaki ormanın adını bilmiyor ? İnsanın çevresine karşı bu ilgisizliği… on bir yıl yaşadığın bir şehir’de en az bin kez gördüğün bir derenin adını bilmemek, merak etmemek tuhaf?’ – ‘tuhaf mı? tuhaf sensin? Ne kimse bize anlattı, ne de biz kimseye sorduk. Zaten niye soracaktık ki; şimdi aklıma geldi mesela deréyi Efendi derlerdi babamın vurulduğu yere eğer dere bizim evin önünden geçseydi büyük dedenin adı verecek deréyi Talu diyeceklerdi, Deré Mengelî ‘nin adı Kasman’da Kasman deresi, Badana varınca Badan deresi oluyordu, ne bileyim ben… iş yapmaktan fırsat bulduk da sormadık mı derenin adı neydi diye; devamlı çalış, çalış. Misafirsiz tek gün yok, köyden ipini koparanın; işi için, gezmek için, hastane için, okul için, alışveriş için olmadı nefes almak için geldiği, ne diyordu senin arkadaşın Emel “ nohut oda, bakla sofa” bir ev, onca çocuk; amcan Haydar yanımda okuyordu, Leylanın babası geldi sonra amcan Cemal, deliydi ya deprem sonrası büyük amcan apo Hasan, hafta sonu evci çıkan yatılı bölge okuluna yazılmış hepsi akraba bir dolu öğrenci, Lise’de okuyan dayın, Piro Kekil’in oğlu Cemal; her şeye yetişecek, hizmet edecek tek ben…hiç akla gelir mi bu derenin adı nedir diye sormak.Bilsem ne değişirdi hayatımda?’ elindeki cep telefonuyla Google bakıyor ‘‘Akköprü deresiymiş’ diyorsun, duymuyor bile’ – ‘üçüncü sınıfa geçtiğinde sen, ikinci sınıfa giden Ayşe’nin elini tutar üstündeki tahta köprüden karşıya, beş dakika yürüme mesafesindeki İskele caddesinden de geçip babanın işyeri Karayollarına, ordan da 2 Nisan İlkokulu’na giderdin.’ Şimdi servis kapıya dayanmadan okula gidemeyen çocukları gördükçe, annenle, babanın ‘başına bir şey gelir mi? gelmez mi ‘ düşünmeden kilometre uzaklıktaki okula göndermelerindeki rahatlığı, güven, itimadı aklın almasa da tek başına yanında aranda bir yaş fark olan kardeşinle gittiğin ilkokulunun, yolu üstündeki kavşağın köşesinde önünde babanın kışın evden hiç eksik etmediği içine parmağını daldırıp büyük iştahla yediğin tahta kutuda pekmezlerin, bakliyat dolu çuvalların, sepette saman arasında yumurtaların yığıldığı, her gün uğradığın, şeker, bisküvi, sakız aldığın bakkallı; yıllar yıllara sonrasında bir keresinde de alıp şaşkın bakışlarına gülerek boynuna ‘ kolyen pek güzel oldu’yla takıp ‘aman yavrum bunun içinde çok çekirdek vardır, bir de minicik bir kurtçuk da çıkabilir, dikkatli ye’ uyarınla asıp, bir tane koparıp elindeki peçeteye silip, çekirdeklerini çıkarıp ağzına verdikten çiğnemesini bekleyip merakla ’nasıl sevdin mi?’ – ‘çok güzelmiş’ takdirini aldığın Can’la yiye yiye eve geldiğiniz, Ankara’da ne zaman yol kenarında, kaldırımlarda, parklarda yine yaşlı bir satıcının önünde, elinde ipe dizilmişini görsen ‘çok severim, iki kuruştu, ilkokulumun önünde satılırdı, tadı, aroması hatta aurası başkaydı.Nerde Van’ın etli, etli güzelim alıçları, nerde bu bozkır’ın susuz, iç geçmiş alıçları’ dediğin (şalvar), şapık (gömlek) giymiş yaşlı, köylü bir amcanın el arabasından bardakla alıp gazetede kağıdından yaptığı külahlara doldurduğu sonbaharın müjdecisi kırmızı, sarı, turuncu alıçları; nerde olursa, olsun hep dewa ma Badan’nın uçsuz bucaksız tarlalarındaymışçasına koşturur gibi hızlı, hızlı yürüyen, genellikle mahalledeki bostanlardan sebze meyve veya çarşıdan fistan, ayakkabı almak, bir yere gitmek için birlikte çıktığınızda, istese de yavaşlayamadığından, on adım önünüzde yürüyeceğinden annenin dahi yetişmek için arkasından nefes nefese kaldığı babanın; işe gitmek için sokağa adımını attığını görür görmez arkasından koşturan çocuklarına; az daha o kadar istediği erkek çocuğundan Oğuz’dan edecek; bir, iki kuruş vererek şımartma huyu sayesinde, önlüğünün cebinde hep bakkaldan açık karton kutularda satılan şeker, lokum, bisküvi, sakız, okul önünde satılan halka tatlısı, simit , boğulmaya sebep leblebi tozunu, diş kıracak sertlikteki keçi boynuzu, alıç, elma, pamuk helvayı alabilecek üç beş kuruş bulunduğunu hatırlatan günlerde ’Van’da sen ilkokula gidinceye kadar dört yanı yüksek duvarlarla çevirili, içinde mensuplarına ucuz mal satan kooperatife ait dükkanın da bulunan lojmanında oturduğumuz Karayollarıyla aramızda İskele köyüne gidip gelen dolmuşların da geçtiği, iki yanında gökyüzüne yükselen ağaçların bulunduğu, işlek İskele caddesi vardı’ Allah…Allah …aaaa emin misin? her şehrin büyük ana caddesinin adı ya Atatürk ya da Cumhuriyet caddesidir, yanlış hatırlıyor olmasın şaşkınlığını yansıtmaktan vazgeçtiğini bilmeyecek annen anlatmaya devam ediyordu ‘ yakın olduğundan babanın işyerine gitmeyi çok severdiniz; amcan Haydar’ın adını Gülvan koyduğu sarı saçlarına, güzelliğine bakıp o zamanların çocuk artisti Ayşeciğe benzeten komşum Dürdane’nin ‘Ayşecik’ diye seslenmesine katılarak … ‘ bak ! diye düşündün annen anlatırken, mahalleye, sokağa, çarşıya çıktığında kara çarşaf giydirten; Aleviliğimizi açık etmemek için ses çıkaramadığını söylemiyor, İFK hadisesinde yer almış 100 esirin serbest bırakılması şartını da ileri süren Berre’yle “senin yerine mukâtebe ücretini ödeyeyim ve seni eş olarak alayım.” teklifini edip mehir olarak da 400 dirhem gümüş vererek evlenen Hz. Muhammed’e kızgınken “Ey Allah’ın Resulü, Allah sana darlık vermez. Sana kadın çoktur. Sen cariyene (Cüveyriye’yenin de Hz.Aişe’nin hamur yoğururken uyuyakalıp hamuru keçilere yedirmek haricinde hatalı hiçbir hareketini görmediğini söylediği ) sor, sana gerçeği haber verir ” telkini yaptığından, hakkında “bir adam” diye bahsederek cephe aldığı Hz.Ali’nin Cemel Vakası sonrası “ya Ayşe, Resulullah sana ve bize bunu mu vasiyet etmişti?” uyarısıyla, etkin olduğu siyasetle, halifeliğin kime verilip verilmemesiyle uğraşmayıp köşesine çekilmiş, katıldığı savaşlarda deve koşturan Ehlibeyt’e reva gördüğü haksızlıklarını, entrikacılığını tasvip etmeyip kadın olarak erkek otoritesine başkaldırışını sevdiğini söyleseydin şayet, yüzüne tüküreceğinden emin olduğun çene Küçükağanın; Kasman’da, Badan’da köylülerin, annenin en çok da Gilda için kullandığı söylenişi aklına bir kadını getirdiğinden Montera isimli kadının evde oturmayıp o kapı senin, bu kapı benim dolaştığını düşündürtmüş en sevdiğin Zazaca atasözü kalıplarından “(çeneke zé mantorî cérena) Montera aşık gibi dolaşıp, duruyordu” demeyi de ihmal etmediği ’ eree bu Ayşe nerden çıktı? Bunun adını kim koydu Ayşe diye, benim yanımda o naletin adını anmayın. Hazretmiş, ne Hazreti? Kim kaybetmiş de o bulmuş…hindir o. Hz.Ali’nin başını yiyenlerdendir. Ehlibeyt’in kanını içse doymazdı, a o Ayşe’ye yüzbin kere lanet ’ karşı çıkışına karşın herkesin, senin de adını yıllarca Ayşe bildiğin ‘kardeşinle, sana çok güzel kısa kollu, yakası dantelli, beyaz elbise dikmiştim, o elbiseyle çekilmiş bir fotoğrafınız var hatırladın mı?Benim size diktiğim ilk elbiseydi, babanın memur olması, lojmanda oturmamız sayesinde çok şey öğrendim.ben, Dürdane abla vardı o bana anne, abla, arkadaş oldu; çocuğa bakmayı, giyim kuşamı, dikiş dikmeyi, yemek, turşu, salça yapmayı, alışverişi, lüzumlu ne var, ne yok her şeyi öğretti. Van’ a ilk geldiğimde lojmana yerleşmeden önce baban bir oda tutmuş, tek bir oda; yatıp, kalktığımız, yemek yaptığımız yediğimiz, tek bir oda; tuvaleti dışarıda. Van’a da hiç unutmam babamın amcasının oğlu Varto’da dava vekilliği , CHP İlçe Başkanlığı yapmış, dereza ma Alié Haydaré Zeynelé ’n eski model bir cipi vardı, baban onu parayla kiralamıştı Tatvan’a kadar Alié Haydaré Zeynelé’n şoförü getirdi, gelmeden bir gün önce, hakim abim benden…kız…kız iki arada bir derede nasıl düşünmüşlerse, amcamla birlikte babamın mirasından vazgeçtiğime dair vekaletname aldılar elimden. Tatvan’da bir gece otelde kaldık, ertesi sabah otobüse bindik ama sen bir ağlama tutturdun susmuyorsun amcan ‘eree Rukoş ver hele şunu göle atayım kurtulalım ‘ deyince ben öyle korktum, öyle bir sıkı sarıldımki sana ‘yok, yok’ diye. Annen çok korktu ben öyle deyince.Gece Van ovasına girdik aman Allahım ! onyedi yaşındaydım o zaman, hiç böyle bir şey görmemiş, her yer ışıl ışıl, aydınlık, nasıl parlak sanki gündüz mavi, kırmızı, sarı ışıklar oynaşıyor dedim bu nedir ? bu elektriktir Erzurum’dan geliyor onlarda Rusya’dan alıyorlar.Valla Muş’ta var mıydı bilmem ama 1960’da, Varto’da elektrik yoktu, görmemiştik .Geldik Van’a, otogarda baktım baban şey kiralamış at arabası, böyle çadırlı madırlı…fayton. Apo Hasan şehre gidiyoruz bir kat yatak, bir de cacım (kilim) başka bir şey vermemişti, kap kacak hiçbir şey.Amcan Haydar da Kasman’a beni almaya gelmeden, apo Hasan’ın verdiklerini Varto’ya götürüp cipe atmış.Van’a giderken Badan’a uğramadığımdan annemin verdiği sandığım da orda kaldı, bavulum mavulum yoktu, ne bavulu?Tı lo…lo…lo…to…Ne diyorsun sen? alay ediyorsun benimle, onbeş yaşındaydım seni doğurduğumda, doğum ne ? bebeğe ne lazım? bildim mi ki sana bir şeyler yapayım, kim bana parça, bez verdi al bunu çocuğun doğunca zıbın yap dedi de ben sana zıbın yapamadım. Hiç hazırlığım yoktu ne kundak, ne zıbın, doğduğunda birileri bir bez getirdi, sardık seni sonra çe Talu’nun terzisi amojın Zehra, çok güzel dikiş dikerdi, çok dikti sana; kundak, kollu bir gömlek minacık, bir hırka bile ördü, altını bağlamak için bezler getirdi.Van’a gelince pudra var ya, hani böyle beyaz pudralar satılıyordu eskiden, biliyor musun? Amerikan bezi alırdım etrafını makineye çekerdim, bez olarak kullanırdım. Ben doğduktan sonra kırk gün her gün yıkardım çocuklarımı, böyle çocuk tertemiz pırıl pırıl olurdu, pudra serperdim nasıl güzel kokardınız. Sümerbank’tan divitin alırdım, mermer şahin vardı, kumaş, incecik leçek gibiydi, bembeyaz onu alırdım, şöyle etrafını dikerdim uzun kollu zıbınlar yapardım, işte öyle, ne olacak ? benim param mı vardı, ben gidip en lüksünü getireyim… giydireyim çocuklarımı… abimin düğünü için yanımda getirdiğim atlet, don iki elbiseyle, sana ait iki üç bezi annemin bohçalarından birinin içine koydum, bağladım aldım elime o kadar, al sana bavul bohça.Düştük yola amcan Haydar’la. Otobüsün bagajından eşyaları alıp, babanın getirdiği at arabasına bindik eve geldik, içeri girdim a böyle rum rut… çırıl çıplak tek bir eşya, perde yok , bohçadan basma elbisemi çıkardım, astım pencereye. Ertesi gün baban Karayolları demirbaş listesinde yazılı bir tencere, bir gaz ocağı, iki üç çatal kaşık, bardak, tabak aldı getirdi imza karşılığında. Ev sahibi meğer…biz bilmiyorduk, bir kızı da vardı, ikisi de şişmandı, bir ay kaldık kalmadık daireden biri babana ’ çıkın o evden o kadınla, kızı kötüler, orospuluk yapıyorlar, başınız belaya girer’ demiş, demese bilmeyecektik çünkü hiçbir şeyini görmedim ben kadıncağızın da, kızının da . Bunun üzerine başka bir ev tutuk, aynı mahallede, ev sahibinin çok güzel büyük bir bahçesi vardı, hiç unutmam, kadının adı Kevser’di; küçük bir salon, bir oda. Amcan okula gider gelirdi, o olmasa ben delirirdim, arkadaş oldu bana ‘şöyle yapalım, böyle edelim, okulda şu oldu, bu oldu’ konuşurduk, bebeksin ağlıyorsun, ben de ağlıyorum niye ağladığını, ne yapacağımı ? seni nasıl susturacağımı ? çocuk bakmasını bilmiyorum. Amcan kucağına alıp gezdiriyor yine de susmuyordun. Allahtan sütüm çoktu, bebekken topaç gibiydin, fakirdik bez yoktu, çamaşır yoktu.Bir süre sonra lojman çıktı, çeşit çeşit meyve ağaçlarının bulunduğu bahçe içinde tek katlı müstakil evlerdi öyle apartman dairesi değildi. Büyük bir oda, arkada koca bir kömürlük, varmış gibi fazla eşyanın,odunun konulacağı. Pahalıydı kimse kömür yakmaz, odun yakardı. Tuvaletler evlerin dışındaydı ama tuvaletti yani içinde musluk vardı.Dış kapıyı açıyordun tuvalet karşında, çok da güzel taşı vardı, betonunu da güzel dökülmüşlerdi. Tuvaletle, kapı arasındaki aralıkta oyun oynar, ip atlardın çocuklarla. A bu baban az değildi, hani Leylanın annesi veyvi Nace doğru demiş sana, demek görmüş, görmese yoksa niye anlatsın. Güler vardı baban ona tutulmuştu , onbeş yanındaydı .Şaşırma on beş yaşındaydı, diyordu ki ‘Güler, ateşin beni yakıyor ‘ . De boşver gitsin –‘ niye boş veriyorsun, anlat işte’ –’olan oldu geldi…geçti .Lojmanda yedi yıl kaldık,üç çocuğum da lojmanda doğdu, sen ilkokula orda başladın, önlüğünü giydirdim baban elini tuttu, götürdü. Karayollarının servis arabası lojmandaki öğrencileri sabah tek tek toplar,öğlen üç gibi okuldan alır, Karayolların önünde indirir, oradan herkes evine dağılırdı.Okula başlayınca Ayşe’yi ilk sen götürdün.Hükümette, devlette çalışmak herkese nasip olmayan bir şanstı, düşün memurların eşleri, çocukları için toptan sinema bileti alınırdı, sinemaya ilk orda gittim, seni de götürmüştük. İlk ve son kezdi diye düşündün ailece sinemaya gidişimiz; bir tepenin arkasına gizlenmiş kameranın kocaman mavi gözlerine zum yaptığı başroldeki kadına, kum üzerinde kıvrılarak hareket eden uzun, iri bir yılanın yaklaştığını gördüğünde bağırmanla salondakilerin yerinden sıçradıkları, annenin de ‘korkma, bağırma ayıp’ diye elini sıktığını hatırladığın. Uzun yıllar yılanın kıvrılışını, mavi gözlerini unutamadığın ilk seyrettiğin filmin adının ne olduğunu merak ede dururken, bir gün televizyonda “Boş Beşik“ filminde aynı sahneyi görmenle kırk yıllık merakında sonlanmıştı.Ne yazık gençliğinde, orta yaşlılığında ‘acaba neyi olsun isterdi… hayali, derdi neydi…en çok neyin hasretini çekti… yetimlik kolay değilmiş başına ne geldi’ye kafa yormadığın evin, sülalenin hizmetçisi annene ‘haydi’ demiştin bir gün, yaşlılığına adım attığında ‘sinemaya gidelim seninle anne kız’ – ‘hayırdır, nerden çıktı şimdi’ –‘güzel bir film, Vizyontele bizim oralarda, Doğu’da geçiyormuş.Seversin’ Ankara’da Şubat, kış; dışarıda kar, sabah ayazında daha demir kapısı açılmadan okul önünde beklediğinden haline acıyıp içeri alan hademeler temizliğe girişirken boş sınıfının keyfini çıkarıp tahtada öğretmen gibi ders anlatma, resim çizme aktivitelerinin; iş yerinde odacıların ‘evden mi atıyorlar sizi ….hanım? müsaade etseniz de odayı temizlesem ‘ sataşmalarına, ‘ saat sabahın yedisi ya Emel bak ! ben şimdi yürüyüşten eve gidiyorum ya babam kahvaltı yapıyor ‘ , ‘yok canım’ şaşkınlığına, muhataplığın nedeni okula, işe başladığında gün ışımadan çocuklarını uyandıran babanın ‘haydi kalkın! geç kalmayın okulunuza…mesainize; geç kalmaktansa erken gidin’ kulağa küpeliğini; ‘aman kalabalığa kalmayalım’, ‘nasılsa yapılmayacak mı? erken kalkıp da bir an önce yapalım da aradan çıksın ‘la destekleyen, evi sabahın köründe temizleme, randevuya en az yarım saat erken gitme, açıldığında marketin , bakkalın kapısında olma versiyonlu aile geleneği …huyu gereği, saat on; ilk seansına bilet aldığın 2000 yılında mahallede açılmış, yeğenlerini trafiğe, kalabalığa karışmadan yürüyerek sinemaya götürdüğünden Atakule’nin üst katında açılmış, Ata On ‘la aynı ayardaki, yedi yıl sonra kapatıldığında yasa boğulduğun 2 büyük, 3- 4 de küçük salonlu Cine Magic’desiniz, film başlıyor, salon sıcak ki ne sıcak, bir ara bakıyorsun annen horul horul uyuyor.Film arası da uyuduğunu gördüğünden kendi kendine ‘elleme, yorgun, bırak uyusun ‘ diyorsun, salonun ışıkları yanıyor, çıkış kapıları açılıyor ‘anne! anne! uyan artık’ – ‘film başladı mı?’ kulağına eğilip ‘bitti anne, eve gidiyoruz’ diyorsun gülerek, şaşkınlıkla bakıyor ayağa kalmış insanlara ‘aşk olsun, senin bu yaptığın işi mi ? neden uyandırmadın?’ –‘uyuyordun’ –‘ nasıl yorgunsam’ –‘üzülme yine getiririm’ annelere verilen bir türlü yerine getirilmeyen boşlukta, havada kalacak sözlerden biri oluyor senin de ‘yine getiririm’ vaadin..‘Karayollarının olanakları çoktu.Baban yemekhanede tablod memuruydu sonra mutemet oldu, maaşlarını ödediği memurlar küsuratını iki, üç kuruşu bırakırlardı, üst üste gelince epey bir para ediyordu.Bazen arta kalan yemekleri getirirdi, yemekhaneye toptan alındığından malzemeler, dışarıdaki fiyattan ucuza peynir, zeytin, reçel, pirinç, kuru fasulye falan, filan da alırdı. Su, elektrik parası ödemezdik. Elektriğini yaka yaka perişan ettik Karayollarını…he valla, aynen öyle oldu.Her şeyi elektrik ocağında, sobasında yapardık, yemek, çay, banyo için su ısıtma, ısınma.Öyle olunca devlette çalışan herkes para biriktirdiğinden hiç çıkmak istemezdi lojmandan Van’ın önemli ailelerinden Kinyaslara ait Kartal Palas otelini işletti bir arkadaşıyla, aslında oranın pavyonuydu işlettiği, orda vuruldu dansöz Leyla’ya. O sene kardeşi Cemal’i de yanımıza getirmişti, Karayollarında işe koymuştu, işçi olarak. Cemal alışveriş yapıyor, Cemal’e veriyor, ekmek parasını da koyuyor, Cemal alıp geliyor, tamam.Bir gün geldi dedi ki ‘sana bir şey şöyleyeyim mi Turna’ dedi.Dedim ‘niye? ne oldu?.Dedi ki bir tane Leyla isminde bir kadın var dedi pavyonda, abim Kemal onun bacaklarını öyle ovuyor da ovuyor, ovuyor da ovuyor.’Ero ‘ dedim ‘Cemal sana bir şey diyeyim, sen ne kadar eşeksin, ee bir bacağında sen ov.Niye gelip bana söylüyorsun? bana gelip söyleme oğlum dedim bir bacağını da sen ov. 3 ay sonra ne oldu? Gece, kapı çalındı Kim o dedim Kemal beymiş.’–‘pavyon macerası 6 ay değil miydi?’ –‘3 aydı, üç ay.Kapıyı açtım ‘sen buraları bilir miydin ? bilir miydin? Sen ne kadar edepsiz bir şeydin’ .Yok özür dilerim. Ne özrü ya, özür dilerim. ‘–‘ Anne Allah aşkına özür dilerim dedi mi, babam?’–‘ Evet dedi, ne özür dedim ya kimden özür diliyorsun ve Leyla oldu, onun ismi de onu taktı, ben de kızdığımdan Mine koydum ilk ismini. Adam da pavyonu kapattı, parayı aldı gitti.Birlikte iş yaptığı adam.’ –‘ Babam pavyonu nasıl açtı?’–‘Ben ne bileyim?’–‘ Kim geldi dedi gel pavyon açalım?’–‘işte o Malatyalı İbrahim diye bir adam. Alevi, iş yerinde değil. Malatya’dan gelmiş orada bir Astsubay vardı Malatyalı. Hani kızı vardı, öldü ya, Mine Leyla’yla yaşıt, Filiz, öldü. Onların akrabalarıydı adam kendisi değil adam geldi gelmiş Malatya’dan.Baban bana öyle dedi. Ben olayı bilmem adam Malatyalıymış. Adam uzun boyluydu böyle. Onu anlatıyorum sana, 6 ay oldu para, para.Adam demiş ki buna bir tane senet vermiş, ben sana paranı altı ay içinde ödeyeceğim demiş.Baktı ki adam senedi ödememiş. Kemal bey de kalktı, tıraş oldu, bıyıklarını adam çalışıyordu ya, bıyıklarını kesti. Ondan sonra Yenişehire, Yenidoğan şehrine getti.’–‘ Doğanşehir’–‘ Doğru, Doğanşehir’e gitti, parasını oradan aldı, geldi.’–‘benim anlamadığım bir insan geliyor Malatya’dan bir akrabasının yanına, gel birlikte pavyon açalım diyor, o da olur diyor.O zaman öyle mi oluyormuş.İnsanlar birbirine ne kadar güveniyorlarmış. ‘–‘Onu bilmiyorum, o kadar biliyorum adam Malatyalıydı. kahve var diye orada bir kahve var ya doğulular Aleviler varsa orada birleşiyor orada tanışıyorlar.’– ‘Babam sana dedi mi ben pavyon açıyorum dedi arkadaş gelmiş ortak olup pavyon mu açıyorum dedi ‘–‘pavyon açıyorum dedi.’–İnanmıyorum ya’–‘Şarkı, türkü söyleyen yer açıyorum dedi. Öyle deyince babanın bir musayip kardeşi vardı, o da dedi ki “kara koyun, sonra çıkar oyunu.Bırak bu işleri, yapma’ .Ama baban, adam çekti gitti ,3 ay sonra döndü adam.’ ‘hele bir çay koy ‘ diyor devrimci dayın annenle, mutfak masasında yaptığınız konuşmaya dahil olup ‘ o zaman bende Van’da Atatürk Lisesinde okuyordum.Baban hırslı adamdı’–‘güldürme dayı’–‘öyle deme kızım, para kazanmak için hırs yapmıştı. Şimdi anlatayım sana, baban Karayollarında satın alma memurluğu yaparken cebine para atıyor, alışveriş yaparken eve de alıyor.Kumar oynuyordu, bir dönem parayı faizle iş arkadaşlarına da veriyordu.Baban kumarda da gelmiyordu, ben hafta sonları geldiğimde size ,Kemal abi iki gece gelmiyordu, Pazartesi günü bir bakıyordun, sabah gelmiş, giyinmiş işe gidiyor.Kahvede oyun oynuyordu hafta sonu. Ben abla diyordum hiç karışma, boş ver hayat onun hayatı. ‘–‘ verdiğin akla bak, enişten kumar oynuyor, belki batacak, aç açıkta kalacak ablan, sen hayat onun hayatı diyorsun?’–‘ kaç kere arkadaşları yolda öldü. Engin diye bir arkadaşı öldürüldü, kumar yüzünden ‘ –abla biliyorum , iki arkadaşını öyle kaybetti.Engin içinde çok ağlamıştı. Sonra ne oldu biliyor musun? kardeşin Oğuz da kumarcı oldu, o da kahvede kumar oynamaya başladı.Evde de oynuyorlardı, paralarını alıyorlardı birbirlerinin, kavga ediyorlardı.Baba oğulluktan iş çıkmış kumar arkadaşlığına dönmüştü.Daha Mustafa ortaokula gidiyordu, o da oynuyordu. Şimdi eniştem, para için her numaraya yapardı, her numara vardı işin içinde.Yani ben şuna inanıyorum mobilyacıdan para almıştır.’–‘Mobilyacı Yılmaz’dan.’–‘tabii Güler’i peşkeş çekmiştir, para almıştır.Kadın çok akıllı kadınmış resmen pezevenk demiş babana.Kadını satmıştır yani inanırım. ‘–‘dayı..’–‘gerçek can yakar kızım’ Öyle, öyle para topladı baban da,Sen sekiz yaşına geldiğinde, üç yıl oturduğumuz bahçesi,1200 metre kareydi, büyüktü, serdiğim kilimlerin üzerinde oynadığınız geniş mi geniş balkonlu müstakil bir ev aldık, ayrıldık lojmandan.’ Ahh diyorsun içinden tahta tavanında çocuk uykularının katili farelerin cirit attığı o evi, anımsamamak mümkün mü ? ‘ Bak, dere gibi adı neydi diye sor şimdi, bilmem hangi mahalledeydi ev, aradan neredeyse elli yıl geçti. Aklımdan Suvaroğlu, Selimbey, Yoğurtçular, Polatoğlu , Alipaşa bir sürü isim geçiyor ama hangisiydi bilemiyorum. Otlu peyniri küplere koyup gömdüğüm, koca bir tandır odam vardı. Karlar eriyince ilkbaharda, yaylalardan toplanan tadı güzel olanlarının dağların Van Gölü’ne bakan tarafında yetiştiği otlar; sirimo, sirik, mendo, hellizle yapılan taze peyniri, biraz da çökeleği, bazen çarşıdan, bazen köylerdeki tanıdıklardan alırdı baban. Tazeyken değil küpte bekletilip suyunu saldığında tadı, lezzeti artardı otlu peynirin. On, on beş kilo taze peyniri leğenlere koyar sonra bütün bir yıl yeneceğinden en az dört, beş küpün içine çökelek, üzerine az kaya tuzu üstüne taze peynirleri sıra sıra dizer, son sırayı iğde yaprağıyla kapatır, beyaz bir tülbentle sıkıca bağlar kazılan boyu büyüklüğündeki kuyuya ters çevirerek ağzı aşağıya gelecek şekilde gömerdik küpleri. Eylül’e, Ekim’e kadar beklerdi toprakta sonra çıkarır, yerdik. Balkon, bahçe sohbetlerinin, sofrada ister kızarmış kuzu , ister Confit de Canard, Flemish Stew ? ne olursa olsun, sonunda mutlaka yendiğinden yemeklerinin değişmez partneri, alışkın olmayan, buraya bir mim koy Allahaşkına ! ‘Amsterdam’da niye yapılmıyor, otun, peynirin meşhur değil mi senin sevgili Hollanda? Yapsaydın bir otlu peyniri de ’ sırf ithal diye ‘Rokfor da hiç kokmadığından (tuu sana, yaptığın benzeşmeye, güzelim Rokforun kokusuyla kıyasladığına bak ! haddini bil azıcık ) ayyy kokusuna dayanamıyorum… tadı berbat ’ nidaları atanlar, her gün market raflarını dolduran Fransız, İtalyan, Hollanda orijinli peynirler tükettiklerinden !!! vazgeçemeyecekleri alışkanlıklarıymışçasına lezzetini ballandıra ballandıra anlattıkları Camembert , Gouda , Mascarpone , Gorgonzola, Parmesan peynirleri gibi yere göğe sığdıramayacaklardı sırf menşei Hollanda’da diye otlu peyniri de. Küpten çıkarılmış hafif kekremsi, küflü Rokfor tadında hele de tandırdan, fırından yeni çıkmış sıcak ekmek, yeni demlenmiş çayla, mükemmel uyum gösterdiği şarapla, tadına doyulmayan canım otlu peynire laf giydirenler beğenmesinler, hatta mümkünse merak edip de almasınlar, böylece eski usul küpte dinlendirmediklerinden hiçbir şeye yaramayan üretimden vazgeçilip, hakikisine kavuşulacağından sosyal medya ortamında ‘ıııggg tadı berbat, kokusu da’ yazmadık, duyurmadık yer de bırakmasınlar. Biz; naylon beslenme çantasına; haşlanmış yumurta, patates, börek, Karayollarının kooperatifinden alınma bisküvi yanına konulan Yılmaz Erdoğan’ın “soğuk ve şehirlerarası otobüslerde vazgeçtim çocuk olmaktan ve beslenme çantamda otlu peynir kokusuydu babam” mısrasının kokusu üste sindiğinden birlikte sıraya oturulan otlu peynirli çocuk bünyelerin ellerindeki kulplu naylon kupalarına; ya kuyruk ya da oturduğu okulun tahta sırasında; yıllar sonra çocuk felci, kalp, karaciğer yağlanması türü hastalıklarla karşılaşılınca ‘meğer insanın genetik yapısına, beynine ciddi anlamda zararı varmış, işte bunlar hep o zorla yedirdikleri, içirdikleri şeyler yüzünden. Mahvettiler bizim nesli, sağlığımızın içine ettiler, gerçeği dururken kimyasal işlemlerden geçirerek laboratuarda ürettikleri, sentetik sütü içirdiler. Bunun için ‘süt içirin çocuklara’ kampanyası bile yaptılar’ konuşmalarının sebebi; içeriğine bakma, şüphelenme gereği duymayacak ileri görüşlülüklerine, vizyonlarına ve ABD’ye sadakatlerine hayranlık duyulacak devleti yönetenlerin, bürokratların, öğretmenlerin, ebeveynlerin ‘Amerikan çocukları bunu her gün içiyor, onun için zeki, sağlıklı ve güçlüler’ telkinleriyle; tokalaşan iki el resimli beyaz çuvallar, teneke kutular içinde muhafaza edilen, okulda hademelerce kara kazanlarda kaynatılan sıcak su içine dökülerek eritildikten sonra doldurulduğu güğümden dökülerek içirildiğinde, ağza gelen erimemiş beyaz topağından, kötü tadından iğrenilen – savaş şartlarının bulunmaz nimetliğinden mi ? nedendir, bilinmez askerlere de içirildiği – 2.Dünya savaşı bitiminde; kıtalararasında kolayca taşınabilen, uzun sure saklanabilen araç gereç, tank, top, tüfek, buğday benzeri mamuller gibi elde kalan; şartlarından birinin de ABD’den mısırözü yağı alınmasının olduğu, buna yönelik ilk margarin fabrikasının kurularak yüz binlerce zeytin ağacının söküldüğünden habersiz mutfaklarda bir köşede duran üzerinde “eritilmiş tereyağı koku ve lezzetinde bir mutfak yemeklik nebati margarinidir. brüt: 2kg net: 1.7kg ” yazan, sarı renkli boş tenekesi genellikle sardunyalara saksı oldurulan “annem kullanırdı” cümleli anıların assolisti Vita’yla, margarinle memleket insanlarını tanıştıran; karşılığında askeri üsler, petrol arama izninin alındığı; 940’lı,50’li yıllardaki Marshall yardımı dahilinde dünya haritasının tepesindeki ABD’den aşağıya doğru bir hat içinde onca yol kat ederek en son kişide sende…onda, bunda sonlanan; ayrımsız herkesin her ortamda dayatılacak her şeye itaatini sağlamak için ağacın yaşken eğdirilmesi gerektiğini bildiklerinden nasıl yapılacağını; ‘süt tozunu zorla içirme’ uygulamasıyla; aba altından sopa gösterme yöntemini öğreten emperyalizm ve yerel uşaklarınca –hay bin kunduz! yıl ikibinyirmileri de geçti, kendini bir türlü bitirmediğin devrimci mücadele içinde sandığından hala 68- 78 lerin sloganvari sözcükleriyle yazıyorsun, no değişim, no! pes! – dünyada, ülkede, ailede, sülalede, okulda, örgütte, cemaatte normalleştirilmiş faşizmin manipülatif kalp coşturan, ayak koşturan kelimelerinden biri de ‘ülkenin…vatanın…devletin… vatandaşın… senin iyiliğini düşünüyorum… istiyorum , hoşlanmadığını ama gerekliliğini bildiğimden inandığımdandır yaptıklarım, yaptırttıklarım yoksa bana ne senin, çocuklarının süt içip içmemelerinden’ olduğundan; savaşın yıkımı karşısında büyük alicenaplığını göstererek batı bloğu, bağlantısızlar harekatı, aç, yoksul ülkelere, sağa sola çuval çuval” insani yardım” adı altında dağıtığı, bazen öğretmenlerin cicili , bicili paketler içinde ‘evde anneleriniz yapıp, içirsin’ diye de verdikleri Amerikan süt tozlarına, Amerikan bayraklı gri kutulardaki limon sarısı renginde ekmeğe sürerken ‘acaba domuz yağı mı? ‘ kaygısında ‘ bir bildikleri olmasa yapmaz, yemez Amerikalılar’ la parmakların yalanarak yendiği margarinlere; yuvarlak teneke kutulardaki turuncu peynirlere, bisküvilere diğer ABD yardımlarına kolayca ulaşacak makam, mevkide ki, bin yıllık devlet geleneği adam kayırmacılık yolsuzluk yüzünden, mecburiyetten (yoksa vallahi de, billahi de akıllarının ucundan geçmezdi) evine, eşine, dostuna, akrabasına götürüp, bir kısmın da ileride kullanırız diye zulalayan devlet yetkililerinin Van’daki temsilcilerinin de ilk yediklerinde sevmedikleri otlu peynire yıllar geçtikçe bağımlılıkları söz konusudur ki hâlâ damağının aradığı küp tadında; delicesine sessizlik, mavi gökyüzlü bahçelerdeki ağaçlarından badem topladığın Kız Kulesi hakkında sayısız efsanelerden birinden antik Yunan Mitolojisindeki Hero ile Leander’in hikayesinden araklandığı muhtemel; sevdalısının kapatıldığı adaya ulaşmak için yüzerek aşması gereken mesafenin nefesini kesmesiyle “ahhhh Tamara…Ahh Tamaraaa… Ahhh Tamaraaa” diye, diye can veren delikanlının yasından martılara yüz vermeyen küskünlükteki Aktamar adasında; şehrin manzarasına bakmak için tepeye tırmanırken ayağının kaymasıyla düşebileceğin sarp kayalıklar üzerine inşa edilmiş kalesinde; annenin ‘ denize götürsen Pazar günü de yıksam şu beyaz çamaşırları; atletleri, gömlekleri, külotları, nevresimleri de tertemiz, bembeyaz ‘ olsa isteğiyle gidildiğinde, onlarca kadını çamaşırları “çiti”lerken gördüğün, mayoyla falan değil rengini de solduracağı elbiseyle içine dalındığında, boğaza, burna kaçıp, yutulduğunda ağızda bıraktığı acımsı tadı kusturan, içinde sık sık yüzüldüğünde saçların rengini açtığı tespit edilmiş sodalı suyunun bazen turkuaz, bazen açık mavi, bazen lacivert rengine büründüğü, kışın tepesi karlı, yazın gelincikli dağların çerçevelediği kumsalında, ayak acıtan taşlarının ‘görürsün senle’ uzaklara fırlatıldığı Van denizinin, Süphan dağının rüzgarlarıyla kıyıya vuran dalgalarının köpüğünde kaybolan ilkokul günlerinde henüz öğlene kadar okullarda öğretim, devlet dairelerinde mesai yapıldığından, üç dört saatliğine yataktan kalkıp hazırlanarak okula gitme zül geldiğinden, büyük sevinç yaşatan 1974 yılında başbakan Bülent Ecevit tarafından Cumartesi günü öğretim , mesai yapılmamasına dair kararın alınmadığı Van’da yeni mahallenize taşındığınız yıl, okula götürecek servise binmek için Karayollarına doğru yanında Ayşe, üstünüzde kolalı beyaz yaka, siyah önlük, bazen boynunuza, bazen kolunuza astığınız devlet malzeme ofisi damgalı kahverengimsi kalem, silgi, defter koyduğunuz heybemsilerinizle yürür, tam da Akköprü deresi üzerindeki köprüye yaklaşmak üzereyken, birlikte oyunlar oynadığınız yaşıtınız üç, dört kız çocuğu yolunuzu kesip, elleriyle önlüklerinize, yakalarınıza dokunup, heybemsilerinizi elinizden almaya çalışırken; kaç yaşında olunursa olunsun, anlamı bilinmese de ağızdan çıkan iğneleyici telaffuzdan kötülüğü anlaşılan cümlelerden ‘okuyup orospu mu olacaksın?‘ dediklerinde; olunmak istenenle, etrafındakilerin olmasını istedikleri, öngördükleri mesleğin bambaşkalığını da vurguladıklarını anlayıp ‘her orospuyu, orospu yapan bir orospu çocuğu vardır’ savunmasını yapacak kadar büyümediğinden ‘yok ben orospu değil, Teyfik dayı gibi avukat olacağım’ kızgınlığıyla itelediğin hemcinslerinden kurtularak yola devamının sonu; sonra “şarkılar çalmaya başladı, bizi anlayan olmasa da anlatan varmış” dedirtecek Berfin Aktay’dan Xwezi Yare’yi, Sasa Serap’dan Ay dîlberê’i dinlemek mi olacaktı? Ey okur seni tanımıyorum, şu an kiminle, nerede, ne yapıyorsun bilmiyorum, emin olmamakla birlikte bildiğim; bu dünyada yaşayan herkes gibi senin de canını sıkan, üzen şeylerin olduğu. Canını sıkan, üzen her neyse, geçecek demek isterdim lakin ? belki de geçmeyerek ömür boyu yanında kaldığında, benim gibi öğretilmediğinden hissetmediğin, anlamadığın sonradan algılayacağın bir şey daha var; kendinin, hayatının kıymetini, değerini bilmemenin pişmanlığı kavurduğunda yüreğini ve de ne zaman yaşanmışlıklarını özlesen, kaybettiklerin, acıların düşse aklına hüzünlü, seni kör edecek derecede ağlatacak duru bir ses, bir şarkı duymak istemenin garipliğinde Youtube’da açtığım Sasa, Berfin alıp götürürken beni; belki hemen üst, belki bir sokak aşağıda, az uzağında her gün Beyoğlu, Tunalı, Konak, bilumum Cumhuriyet caddelerinde, Atatürk Bulvarlarında rastlaştığın eşlerinden, babalarından, abilerinden aldıkları parayla onların istedikleri gibi giyinen, istedikleri yerlerde yemek yiyen, alışveriş yapan, gezen arada sırada da korkarak, kimse görmesin duaları ederek istediğini yapan kadınlara; bana, sana ‘cilveleriyle yakan kader’ diye dayatılanın kor ateşler düşürdüğü yüreklerde, meydan savaşları sürerken ‘Allah hepinizi kahretsin ‘ yerine gülümseyerek çevrendekileri aldatma becerisinde ‘bunca çaba, bunca katlanmışlık bunun için miydi? Evet bunun içinmiş’le vardığın son noktayı gözlerinin önüne serdiğinden “Li bаxê min bû zivistаn / Ay dîlberê dem gulîstаn / Li bаxê min bû zivistаn / Ay dîlberê dem gulîstаn / Ay dîlberê ke menale /Feqîyê Teyran êdî kal e/ Nexweşekî pir bêhal e; Bаğımdа kış oldu / (Güzelim) bаhаr zаmаnı / Soldu bаğım, bаhçem / Perişаn oldum, evim yıkıldı / Ey Dilber, sen inleme / Feqiyê Teyran artık ihtiyardır / Çok halsiz ve çok hastadır”; gecenin bir yarısı ışıklar şehri kapatmışken bir tepeden son ses açıp dinletesin var Ankara’ya, Varto’ya, Ay dîlberê’i. Akıldan geçen ama “İnsancıklar”ın da yazıya döktüğünden Dostoyevski’nin duygulara tercüman “ çok tuhaftı, ağlayamadım ama ruhum paramparça olmuştu “ tümcesine sarılıp başa sarıp tekrar, tekrar dinlediğin türküler eşliğinde henüz ağlamamış ama imkansız hayallerin, bir daha hiç görmeyeceğim baban, Can, Haldun öncesi Aytül, amcan kızı Leyla; sonradan öğrendiğin, gördüğün kalp acıtan, üstesinden gelemediğim gerçekler; gözünün önünden geçtiğinden az sonra ağlayacağın kesinliğinde; Zazaca’dan anımsadığım “bû zivistаn-bu sene” gibi bazı kelimelerin anlamını çıkarıyorum çat, pat, belki de aynı açıdan değil aynı acıdan baktığımdan hayata Berfin’in, Sasa’nın mısralarını anlıyorum, Kürtçeyi bilmememe rağmen . Hoş, ağlamak için anlamak da gerekmiyor; yeter ki yüreğe işleyecek kadar içli, naif bir ses olsun.Annem hep insanın içi güzelse sesine, yüzüne, ruhuna yansır derdi, Berfin’in, Sasa’nın yüzlerine bakıyorum ‘annemin dediği doğruymuş’ derken zaman…mekan…dünya…kolayca vazgeçtiklerimi… benden vazgeçenleri kaybettiren tınısının acılarımı yerinden oynatıp depreştirdiği büyülü sesler bu romanı yazmaya çalıştığım odayı “Xwezî Yаrê tu yа min bа/Tu j’ber serê min rаnebа;yar ; keşke sen benim olsaydın / başucumdan hiç kalkmasaydın”la sarıp, sarmalayıp ‘çocukluğum şu an eşiyle uyuyor’ dediğinde, diyemedin ki ‘hâlâ seninle uyuyorum’ öyle uzun…öyle de kısa bir yoldu ki babanın tayinini aldırdığı Ankara’nın merkezinde, kantinin, beden eğitim dersinin yapıldığı içine denge aleti, üzerinde takla atılan koca minder, erkeklerin atlatıldığı kırık dökük atlama kasası, masası konmuş spor salonunun bulunduğu alt katların yaz mevsimindeki soğukluğunun eskiden hastaneyken morg kullanıldığından kaynaklandığına dair rivayetin dolandığı, 70’li yıllardan itibaren aralıksız meydana gelen olaylar yüzünden Ankara’nın acayip belalı okullar listesinde TT (Trend Topic); balkonların hepsinde görülecek ufak süslemelerin, bir kaç taburenin içinizde yuva sıcaklığı uyandıracağı sonu pek güzel bir yere çıkmasa da 1,5 porsiyon döner üzerine irmik helvasının yeneceği Mutlu dönere yürümenin keyf verdiği ismini sevdiğin Portakal Çiçeği sokağının başında, çok paran olduğunda her gün çay içmeye, çikolatalı pasta yemeğe and içtiğin öncenin Funda sonranın Denizatı pastanesinin karşısında, baharda, sonbaharda okul kırdırtan Botanik Parkına yakın, 6 Fen F’ deyken sıkıldığında dersten, penceresinden Halide Edip Adıvar İlkokulunun teneffüs saatinde bahçedeki çocukların koşuşturmalarına, ip atlamalarına, top oynamalarına, gelip geçen arabalara daldığın, herhangi bir koleje girememiş, önceki okulunda gelir düzeyi yüksek, statü sahibi siyasetle uğraşan, milletvekili , bürokrat, gazeteci babasına güvendiğinden arıza çıkarmış zengin bebelerinin ya da bok püsür ocağı reisinin çocuklarının, oturduğu mahalleye yakınlığından mecburen kabul edilen gecekondu bebeleriyle hasbihal ettiği, dönemin iyi eğitim veren okullarından olmasından dolayı da popüler; daha 18.yüzyılda “söz konusu para olunca herkesin dini aynıdır “ demiş Voltaire amcayı, 21. yüzyılda ama ne yazık ki yaşlılığında ‘bu hep geçerli olmuş olguyu senden tam iki yüzyıl önce fark etmiş Voltaire’n önünde eğil be ! aptal kız’la kutsadığın; zengin, fakir ayrımının belirgin yaşandığı tam bu satırda ta eminim ki geleneksel ‘biz bilmezdik zengin, fakir kimdi? kim değildi, hepimiz eşittik, insanlar da zenginliklerinin belli olmasından utanırlardı, öyle mütevaziydiler’ yalanlarıyla müesses nizamı yeşillendirenleri mühtezi bakışlayıp, ayağında kara lastik ayakkabılar, üzerinde kalın hırka (yeminler yeriydi, depresyon hırkası) en kötüsü de çantan olmadığından kolunda kitap, defterlerin arasına konmuş kalemlerin, bozkır rüzgarının karını yüzüne, yüzüne vurdurttuğu tipide, yürüyerek şimdi Kuzu Kumru Rezidans, Adana sofrası, Park Otel olmuş tarlaları, arsaları aşarak 3 yıl orta + 3yıl da lise eğitimini tamamladığın Çankaya Lisesine ulaştığında, kol derine adeta yapışmış kitap ve defterlerin, donmak üzereliğinden hissizleşmiş ellerinle, hırkanın üzerine birikmiş yürüyüşünü ağırlaştırmış kar tabakasını temizleyip, merdivenleri çıkacak gücü kendinde nasıl bulduğunun da muammasında sınıfına girdiğinde; ıslak saçların, morarmış yüzün, ellerin, su içinde ayaklarına bakıp ‘ne oldu?’yu cevaplayacak dudaklarını kıpırdatamadığını, tit tir titrediğini gören sıra arkadaşının ‘ yardım edin…bir şey olmuş…çok kötü’ bağrışına dökülenlerin ‘aaa donuyor, çabuk mantoları getirin’le sınıf içi askılıkltan alınan kürklü, kürksüz mantolarının arasında kaybolup epey süre sonra ovalanan ellerinin acısını hissedip ‘kaldırın… boğuluyorum’ diyecek duruma geldiğinde, durumunun müdür yardımcısına iletildiğini ’ gelsin yanıma dedi, haydi gidelim, bekletmeyelim’le koluna girmiş arkadaşlarının arasında tedirgin vaziyette kapısını tıklattığın ‘ gir’ gürlemesiyle ıslak saçların, kavuşuk ellerinle karşısına bir suçlu gibi dikildiğin müdür yardımcısı Neşide’nin ‘ne oldu kızım, bu ne hal, su gibi olmuşsun bu havada insan yürür mü? Tamam, bunu al, evine git üstünü başını değiştir, hasta olacaksın, haydi’yle imzalayarak uzattığı günlük izin kağıdı elinde odasından çıkmak üzereyken ‘bir dakika, dur kızım! eve neyle gideceksin? paran var mı?’ ikircimli haline bakıp, açtığı çantasından çıkardığı cüzdanından aldığı bozuk parayı ‘al bakalım’la yanına gelip verdiğinde, Sakıp Sabancı’nın “hilekarlık ahmaklık, gurur eşekliktir” aforizmasını okuyacak, bilecek, duyacak yetkinliğe uzaklığından ayaklanan genç gururunla, utançtan yüzüne bakmadan ‘ sağ olun, istemiyorum, param var benim’ der demez arkanı dönüp hızla odadan çıkıp koşarak girdiğin sınıfından kitaplarını, defterlerini aldığında hiçbir arkadaşına da bir şey demeden tipinin yerini kuru ayaza bıraktığı havada, yine diz boyu kara bata çıka yürüyerek evine döndüğünde, artık yürüyecek takati kalmamış ayaklarından, yamalı çoraplarını, üstünden ıslanmış giysilerini çıkarıp battaniyeye saran, saçlarını havluyla kurulayan annenin yardımına koşmuş dört ve bir buçuk yaşındaki kardeşlerinin minik çabalarına, garibanlığınıza bakarken gözleri dolan devrimci dayın ve sonuç; Okul Aile Birliği yardımından faydalanacak öğrenciler listesine alınma. Psikolojileri bozulmasın, rencide olmasınlar onun içinde sınıfta kimse yardım aldıklarını bilmesin diye son derste nöbetçi öğrencinin kapıyı tıklatarak içeri girip ‘hocam! ….. ile Emel müdüriyetten çağrılıyor’ anonsu olmasa da , zaten aşikar yardım alan öğrenciler kervanına katılanların ellerine, odasında ‘çocuklar burada çizme, pantolon, kaban, çorap var güle güle kullanın’la yardım torbalarını tutuşturan, öğrencilerin “çok isiplinlidir”le sertliğinden korktuğu, boyu gibi saçları da hep kısa kesilmiş hocalardan Birsen’in yanından ayrıldığında, üzerine giyinecek doğru düzgün bir şey yokken soğukta üşütmeyecek yamasız giysilere sahip olmanın sevincini kursakta bırakan, arkadaşlarının bilmediğini sanacak saflıkta ‘sınıfa bunlarla giremeyiz , anlarlar yardım aldığımızı. Ne yapalım şimdi?’ sıkıntısına ‘ kimse görmeden bir yere saklayalım… zil çalınca sınıfta oyalanır, herkes gidince de alırız’la Emel’le kafa kafaya verip bulduğunuz çözümü zora sokan sakladığınız yerde birileri tarafından bulunup çalınma endişesini ‘alırlarsa alsınlar, ne yapalım ’ – ‘zaten, yarına da giyemezdik’le bertaraf edip, yardım poşetlerinizi bayanlar tuvaletinde pencereye yakın temizlik malzemelerinin konulduğu dolabın arka boşluğuna yerleştirip sınıfa döndüğünüzde ‘niye yalnız ikinizi çağırmışlar?’ kinayesini ‘bir şey yok, Birsen öğretmen yarın veliniz okula gelsin dedi’yle gaile almamanızın nedeni içinizdeki ‘ya alırlarsa…aldılarsa’ paniğiyle beklenen son ders zilinin çalışı, kimseye yakalanmadan eve varma coşkusuna ‘bende giyeyim…bakayım bir’ – ‘ayyy çok güzel, sıcak tutuyor, ben de giyerim değil mi?’yle katılan kız kardeşlerinin de sırayla denediği, ganimetlere kazasız belasız sahip olmaya tüy diken; annenin bir buçuk yaşındaki kardeşine çorba diye sıcak su içinde sade şehriye pişirip, ortaya bir yemek koymak için bahçedeki envai çeşitli otu toplayıp üzerine yumurta kırdığı yoksulluğunuzu dahi zengin saydıran; Emel’in çare bulamayacağın ‘ yiyecek hiçbir şey, ekmek bile yoktu evde, komşu bahçesinde yetiştirdiği kazlarının önüne yemeleri için ekmek bırakmıştı, açtık, toplayıp yedik kardeşimle’ anlatımını ‘Emel dün kardeşiyle , komşunun bahçesinde kazların önüne konulan ekmeği yemiş, çok fakirler, açlar ’la annene de duyurduğun yoksulluklarda; daha devlet ‘imarsız bölge’ diye elektrik getirmediğinden arka komşunuz Kürt Mehmet de ‘Alevisiniz’ diye kendisinin de bir başka komşudan çektiği (sonrasında siz de Alevi bir komşudan çekecektiniz) kaçak elektriğin evinize bağlanmasına izin vermediğinden, uzun süre gaz lambasının ışığında ders çalıştığın; ihtiyaç duyduğunda okulda sahip olduğunu bildiğin arkadaşlardan yalvar yakar dilenilen, gecekondunuzda şifa niyetine bir tane dahi bulunmayan ansiklopedi yoksunluğunda, bir türlü öğretmenlerin istediği biçimde yazamadığın kompozisyon ödevinden yine zayıf alınca ‘herkesin annesi avukat, hakim, yönetici; babası milletvekili, kuyumcu, bakkalcı. Çocuklarına derslerinde yardım ediyorlar, sen hiçbir şey bilmiyorsun’ gözyaşlarını sicim gibi akıttırırken, yanına gelip saçını okşamak isteyen elini o kızgınlıkla itmene aldırmadan ‘okutmadılar beni ne yapayım? Ben olamadım kızım; sen hakim ol…sen avukat ol da çocuklarına yardım et, benim gibi cahil kalma’ diyen dağarcığındaki sözcüklerin yetersiz ve azlığını bildiğin annenin yeşil gözlerini gölgelemiş çaresizliğin etkisinde, köyde, şehirde farklı dillerde konuşulduğunu fakat her şehirde aynı telaffuzun geçerli olduğunu sandığından başlarda büyük bir özgüven sonrasında parmak kaldırıp soru sormaktan, cevaplamaktan caydırtan Van şivesi ‘gidaĝ oraya… gettim…eve gec kalım…demağ ele… men…görisen.. Ayşe sensen… yıganağğğğ… kağ gideğ… içağ…toğ yedim yemağı…afat yiyasan…ele gözimin…vıle’yle konuştuğunda ‘anlamıyorum ne diyorsun, niye değişik konuşuyorsun ’ tepkisi ; seninde arkadaşlarının, etrafındakilerin konuşmalarını anlayamamanın, geldiğin diyarın , senin farklılığını hissettirmesi, düşündürtmesi yetmezmişçesine gülüşmeler, kıpırdaşmalar, göz kırpmalar, süzmeler arasında, alı al moru mor yüzle başını sıraya doğru eğip ‘Giderem Van’a doğru (valla(h)) Yolum İran’a doğru, beni havar zalım yar (oğul) Kes başım kanım aksın (valla(h)), Kadir bilene doğru’ türküsünü söylemeye zorunlu tutan boş ya da müzik derslerinde ‘susalım şimdi arkadaşınız bize Van türküsünü söyleyecek’ komutlu öğretmenlerin “çirkin ördek yavrusu” muamelesiyle, tam manasıyla tabii tutulduğun mobbing, ötekileştirme, ayrımcılık; hâlâ sesinin güzelliğine rağmen topluluk içinde türkü çığıramamanın nedeniyken, bir kenarda tek başına koca bir orduya karşı mücadele de, ilk yıl zayıf dolu bir karne, nerdeyse tüm derslerde ikmale kalmayla sonuçlandığında, Van dışında bir yerde yaşamamayı düşünerek alınan evin bulunduğu mahallede, izin alınmadan bahçenizden 100 metrelik bir yerin yapılacak caminin inşaatına katılmasına karşı çıkan babanın “Allah’ın evine arsasından pay vermeyen Allahsız Alevi” düşmanlığı…damgasıyla baş edemeyeceğini anlayarak koca bir Isparta halısını camiye bağışlamasının bile nefretlerini söndürmediği Sünni komşuların bostanınızı, ağaçlarınızı suladığınız arkın önünü toprak, taşlarla kapatarak suyu kesme hamlesiyle ev sattırtacak noktaya taşınan ötekileştirmelerle, baskılarla karşı karşıya kalınmayacağına ‘ne de olsa Başkent, buradaki gibi olmaz, hiç olur mu?’ düşüncesinde güvenerek tayin istenilen Ankara’da da, aynı durumla karşılaşmanın hüsranıyla, yeni yaşama uyumsuzlukta seni anlayacak tek kişi olacağını hissettiğin annenin ‘senin konuştuğun dille buradaki aynı, köyde konuşulan gibi apayrı değil. Kızım, sen ‘anne yabancı dil diye bir ders varmış, sınıf öğretmeni birini seçeceksiniz dedi, ben de ismi hoşuma gittiği için Fransızcayı seçtim’ demedin mi? Demek ki, dünyada daha bizim duymadığımız, bilmediğimiz o kadar çok dil varmış ki. Okulda arkadaşlarının, öğretmenlerinin konuştuğu Fransızca gibi hiç duymadığın bir değil. Sadece konuşurken şiven farklı, o yüzden zor anlıyorsun, konuşman onun için değişik geliyor insanlara.İlk geldiğimizde daha kötüydü, şimdi yavaş yavaş onlar gibi konuşuyoruz.Sen hepimizden çabuk düzeltin Türkçeni, zamanla onlardan daha güzel konuşacaksın.Sen şimdi onu bunu boş ver, üzülme , derslerine çalış, çok çalış ancak çalışkan bir öğrenci olursan, arkadaşların bilgili diye sana yanaşırlar’lı neyi kapsadığını bilmediğin motivesiyle sonraki yıllarda hep takdir alarak geçtiğin, bitirdiğin yıl da iftihar listesindeki adının Hürriyet gazetesinin Ankara sayfasında okul tanıtım haberinde yayımlandığı Hoşdere caddesindeki Çankaya Lisesinde; ‘sınıfın en çirkini benim, kara kuru bir şeyim, nerdeyse her hafta saç rengini değiştiren Hülya, Alev gibi kuaföre gidecek paran, evde saç kurutma makinen olmadığından hale yola koyamadığım, kıvır kıvır, kabarık, düzleşmeyen – öyle ki hakkında iki satırlık yazının kaleme alındığı Çankaya Lisesi yıllığında “…herkesin dikkatini çeker” yazılacak– şu saçlarımın berbatlığına da bak! Keşke Mine’nin dümdüz, bal rengi kısa saçları gibi saçlarım olsaydı benim de. Burnum da babamın ki gibi kocaman Handan’ın ki küçücük. Bu halimle kim beğenir, kim sever ki beni ‘yle platonik takılacağın Şenol, Hüseyin, arabasıyla hava atan Levent, Bülent yakışıklı jön Kemal’le konuşmayacak içe kapanıklığında; Eylül ayında okullar açıldığında, memur çocuklarının, senin; “uçaaan baloonn pantolonum, gömleğim, ayakkabım tişörtümmm” reklamlı, alana üzeri şablonlu cetvel, bir iki silgi, kalem tıraşın hediye edildiği,okulla ilgili her türlü ihtiyacın karşılandığı geniş ürün yelpazeli; en az iki üç sene yıpranmayacak dayanıklılıkta, ayakları vurup yara, bere içinde bırakan ama yağmurda, karda su çekmeyen her türlü darpa, kovalamacaya bana mısın demeyen hantal görünüşlü, sert deri ayakkabılarını giymekten öte yoksulluğunu belli etmesinden bıkmışların hissiyatını ‘büyüdüğümde…(herkesin tek hedefi ) okuyup büyük adam olduğumda, Sümerbank’ı kapatacağım’la dilendiren Oğuz’a ( hoş anladığı anlamda büyük adamlıktan vazgeçtik adam dahi olamadı ya) gerekli fırsatı vermeden; ‘devlet, işi gücü bırakıp ayakkabı, basma mı üretir’ haklılığına, haraç, mezat satılıp , arazileri yok paralara peşkeş çekildiğinden leke sürülerek özelleştirilmiş, Ankara taşlı duvarları, basamakları, yüksek tavanıyla Cumhuriyetin ilk binalarından Ulus’ta ki Sümerbank mağazasına ailecek alışveriş yapmak için adım atıldığında ortalığa yayılmış kumaş kokusuyla mest olunan, püfür püfür, desen desen, top top kumaşları hızla açıp toplayan; babanın Ecevit mavisi gömlek istediği tezgahtarların hünerli ellerine bakıp ‘bu kadar çok kumaşı acaba ne yapacak ‘ demeyeceğin annenin, kiloyla aldığı makasla dahi güç bela kesilen perde, nevresim, sofra örtüsü, el bezi, çarşaf , mendil, çanta diktiği Amerikan bezini, pijama için çizgili pazenleri, divitinleri, patiskaları, Rahşan Ecevit’in de giyindiği dallı güllü emprime, basma kumaşları, halıları, bugün arasan en kaliteli mağazada bulamayacağın sağlamlıkta havluları, çarşafları almaları için alışveriş çekini, istihkakını vererek haksız rekabeti palazlandıran (kamunun ekonomideki azımsanmayacak payını düşünün) devlette çalışanlara taksit de yapıldığından nevresimlerin, elbiselerin, pabuçların, pijamaların, çarşafların birbirine benzediği fakir evlerde “tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek vatan” ideolojisini pratiğe döken tek parti dönemi havası soluttuğundan” insanları tek tipleştiren, bir kalıpta giyinmeye zorlayıp özgürce mağaza seçme, giyinme hakkını elinden alan SSCB estetiğinde Sümerbank’tan alınan pijamayı Sümerbank çorabının içine sokup, Sümerbank’tan alınmış çarşafa yatıp ertesi gün lastik yerine artık ayağında Sümerbank’tan alınma siyah ayakkabı…üzerindeki siyah önlük…siyah hırkanla okula gelip; kokulu silgilerine, renk renk kalemlerine, kalemtıraşlarına, parlak kağıtlarla kaplı defterlerine kitaplarına, cicili biçili renk renk tokalarına, çantalarına, deri çizmelerine, ayakkabılarına, Dior’dan alınmışçasına parıldayan zarif pilili siyah formalarına, hırka, mont, mantolarına, ince çoraplarına ancak aybaşında babanın verdiği harçlıkla alabilirken sen, her gün kantinde sucuklu tost almalarına gıpta ettiğin sınıf, sıra arkadaşların Handan, Feray, Neşe, Hülya’nın; imkansızlığından hayalini kurmaya dahi çekindiğin kaloriferli bir evde; Denizatı pastanesi üzerindeki apartmanda oturan babası kuyumcu Nilgün’ün yaşamlarını ‘onlar zenginler, babalarının işleri iyi tabii’yle normalleştirmene rağmen ‘ tamamda sıcacık evde otur sonra da çalışamadım hocam , mazeretim var, ailevi’ diyerek her gün ilk dersin ortasında kapıyı çalan Ali gibi ‘hocam yani bir kerede göz yumsanız geç kağıdı istemeseniz, etek boyunu bir daha kısaltmayacağım’ sırnaşıklığında ki Tülin gibi şaklabanlıklarla paçayı kurtarmalarına ne demeli, iyi valla’yla kendi haline üzülüp, öfkelenmeden de duramadığın; yönetici sekreter annesinin okuldan gelince yesin diye buzdolabına akşamdan yapıp koyduğu pirinç pilavını, yoğurtla yerken, yiyenlerin ‘eline sağlık çok güzel yapmışsın’la övdüğü annene karşı ‘pilavı niye Şule’nin annesi kadar güzel yapamıyorsun’ ergen isyanlarında, olumsuzluklarla dolu eşitsiz şartlarda okumanın dokunuşuyla sol örgütlere devrimci mücadeleye katılmaya hazır ve nazırlıkta; baban duymasın diye geceleri, üniversite hazırlık kursuna giden – annen erkek amca çocuklarının hepsinin dayın olduğunu öğrettiğinden – onca dayının eğitim çalışmasına tabii tutukları annenle konuşmalarında duyduğun içeriğini, anlamını bilmeden kulağına hoş geldiğinden cezb etmiş devrim, özgürlük, eşitlik, kardeşlik, sosyalizm, yoldaş, paylaşım, emek kelimelerine de aşinalığından ‘bizim kızlarla tanıştıracağım seni; Canan, Firuzan,…, …, Onlarla birlikte İlerici Liseli Derneğinde (İLD) de çalışırsın.Tanıştığında yerli yersiz sorular sorup da beni mahcup etme ‘ tekmilini veren illegal TKP MYK’ sında yer aldığını 1987 yılında TKP, TİP birleşmesiyle oluşturulan TBKP ‘nin temsilcisi Haydar Kutlu (Nabi Yağcı), Nihat Sargın’ın Türkiye’ye dönüşleri, tutuklanmaları, 1990 ‘da serbest bırakılmalarının ardından çok sonraları öğrendiğin altı yaş büyüğün, onlarca sol örgüt arasından diğerlerini değil kendi örgütünü seçme hakkını tanıyacak kadar lütufkar; aa bak yine aynı şey oldu… ne zaman TKP’yle ilgili bir mevzu geçse gömüldüğü yerden ok gibi fırlayıp; 4 Haziran 1990, TBKP kuruluş dilekçesini gövde gösterisiyle İçişleri Bakanlığına vermek için legale çıkmış komünistler Ankara’da toplandığında, ricasını geri çevirmeyeceğini bildiğinden ‘abla bir gece, bir arkadaşımı misafir eder misin? olur mu?’nun sonucu, partinin hemen tüm stratejik metinlerinde imzası olduğunu bilmediğin ama şık giyimi, mütevazi kişiliğiyle evdekilerin kalbini yarım gecede kazanan Zülfü’yü misafir ettikten bir gün sonra ‘eree oğlum bak, ben bir aydır ablan Turna’nın evindeyim, a bu bir, iki defadır görüyorum seni. Ma bu kaç gündür hiç burada (Ankara’da) değildin, nerdeydin?’ – ‘daye, İstanbul’a gittim, toplantımız vardı. Parti kurduk. Dün de arkadaşlarla birlikte Atatürk’ün kabrine çelenk bıraktık’ cevabını duyduğunda siyah başörtüsünü eliyle düzeltip başını iki yana sallayarak ‘errr, laooo, tı lo, lo, lo… ula oğul ! sen hiç utanmadın mı Atatürk’ün huzuruna çıkarken? Sen onun devrimlerini yıkmak için çalışmadın mı? devrimlerini yıkacaktın bir de yanına gidip çelenk mi koydun? ‘ kızgınlığına gülerken, cebinden çıkardığı Maltepe sigarasını ‘ daye ! al bir sigara iç , kendine gelirsin ‘le uzatan elini, 12 Eylül darbesinden sonra 1990 yılına kadar arandığından kaçak yaşamında, çiftçi dedenin gönderdiği senin güç bela kendisine ulaştırdığın paranın yetersizliğini bilip, örgütünün, arkadaşlarının yardımıyla geçindiğini düşündüğünden olsa gerek değil, aynen öyle düşündüğünden ‘laoo, eree oğlum, ben, senin sigaranı içmem.Kim bilir ? kimin parasıyla aldın bunu haram maldır’ itelemesine küserek evden çıkınca arkasından az önce nahoş bir olay yaşanmamışçasına, sigarasını yakan çene Küçükağaya bakarak ‘anneannem ne zaman sigara içmeye başlamış?Dedem biliyor muymuş?’ – ‘Çok oluyor.A bu annem bana, hamileyken hep sigara içtim, beni sigaraya alıştıran babandı demişti. Yenice sigarası getirmiş ‘ bunu iç Emine bayan sigarası ‘ demiş. Ben daha Kasman’daydım , evlenmemiştim, hatırlıyorum annem kapağında gelincik resmi olan Gelincik sigarası içerdi.Sigara içtiğimi çe Talu’da bir babaannen Fidan bilmezdi demişti.Hiç ara vermeden tam yetmiş yıl sigara içmiş annem, değil mi anne?’ dumanını dışarı verirken burnundan başını sallayan anneannene bakıp ‘ ben de hatırlıyorum. Kasman’da kürsüye oturur altın renkli parlak sigara tabakasına koyduğu tütünü çıkarır, ince kağıtlara sararak yaptığı sigarayı içerdi ’– ‘daye sonra sigara sarmayı bıraktığında ne sigarası içtin?’ –‘ Bitlis sigarası içtim’ sohbetinin de ana figürü az önce oğluna yaptığı çıkışın haklılığına inanarak büyük bir keyifle sigarasını içen çene Küçükağa’ya bugünde yerini aldıran bir kaç anının ortasında devrimci dayının önemi tartışılmayacak devrimi yapma da sana güvenmesinin kabarttığı koltuklarınla, adımını attığın ama perde gerisinde ‘lise örgütlenmesinde isteğimiz gibi yol alamıyor, tabanını genişletip sempatizan toplayamıyoruz. Liselerde örgütlenmenin zayıflığı, üstünlüğü Dev- Yol’a, Kurtuluş’a, Rızgari’ye, Halkın sülalesine kaptırdığımız üniversitelerdeki örgütlenmeleri de etkiliyor. Üniversite sınavlarında tercih listelerine örgütlenmede zayıf olduğumuz üniversiteleri yazdırarak sempatizan, üye akışını sürekli kılamazsak aleyhimize olan bu durum devam eder’ konuşmalarını yaptıklarını bilemediğin örgüt yöneticisi yoldaş abilerinin, ablalarının doğal süt içmesi gerekli çocuk bünyelere, çıkarı için değil de daha sağlıklı olmaları için (katkı maddeleri konduğunu söylemediği) süt tozu yolladığını lanse eden ABD emperyalizmi gibi – ne oldu? çok mu alakasız buldunuz? yazdığım hoşuna gitmedi değil mi yoldaşım? ABD, devlet, aile, parti, örgüt, cemaat ya da anne, baba, koca patron yapınca dayatma, devrimci sen yapınca yön verme adlandırdığın iradeyi hiçleyen “dayatmalarınızın” farksızlığını, aynılığını gizlediğiniz zaman, bu zaman değil artık ? diyebilseydim keşke – düşüncelerini, karakterlerini aslında kendilerinin okumayı istedikleri bölümü, sahip olmayı istedikleri mesleği ‘iyiliğin için…geleceğin parlak olur eğer bu üniversiteyi, bu bölümü tercih edersen’ diye, diye sempatizanlarına, üyelerine istemedikleri halde dayatmalarıyla, kaderlerini belirlediklerinin; devrim düşüyle aydınlanmış, sakin bir gölgelik arayıp da bulamayacakları şu afişte hayatta; duymayan hiç kimsenin kalmadığı ki az duymamış, karşılaşmamışsındır sende benim, müptelası olup onca mısrana hayat bulduran içkine, sigarana ‘çok içiyorsun… bırak artık…değiştir hayat tarzını ‘ söylevlerini tek bir insana çekmemiş şairim; ‘ bırak artık, değiştir şunu, yapma’ istekleri, yönlendirmeleri görünüşte çok masumca duruyor değil mi ? aslında kişinin kendisiyle ilgili iyi, güzel şeyleri düşünme yetisine sahip olmadığını varsaydığını gizleyip, benliğini yok sayarak büyük haz içinde; söylediğinin, yaptığının; söylettirdiğinin, yaptırttığının yüzde yüz doğruluğuna da inanarak karşısındakinin adına neye üzülüp üzülmemesi gerektiğine kadar her konuda kararlar alma, verme yetkisini kendisinde gören devletin, örgütün, partinin, ailenin yönetenlerin, kocanın, arkadaşın, sevgilinin, ilgili, ilgisiz herkesin çizdiği kırmızı çizgilerini aşma, geçme ihtimaline karşı savunma da olan ‘senin iyiliğinden başka ne düşünebilirim? iyiliğin için… mutluluğun için…üzülmemen için söylüyorum, yapıyorum yoksa bana ne’ yle başlayan, dağda, taşta her yerden, her kesimden işitilecek ‘kızma ! bu yasaklar vatandaşın…senin iyiliğin için ’–‘ yapılan operasyon milletin selameti içindir’ – ‘ Suriye’ye, Irak’a , Libya’ya, Doğu Akdeniz’e, Afrika’ya müdahalemiz ülkemizin çıkarlarının gereğidir’– ‘güç durumdayım seni MYK’da değil İstanbul İl Başkanlığında değerlendireceğim…’ – ‘listede yer yoktu ama seni belediye başkanı, meclis üyeliğine atayacağım merak etme ’ – ‘bu sefer il delegesisin’– ‘ gitme oraya ne işin var? ‘– ‘yapma demiyorum , yap ama hobi olarak ‘– ‘ bak son kez söylüyorum ondan uzak dur! ’ – ‘yeme bu kadar canım tut şu boğazını, duba gibi olmuşsun’ – ‘kıçını kır ders çalış, master yap’– ‘ayy buna mı üzülüyorsun, berbat biriydi… salla gitsin bebeğim …cehennemin dibine’ – ‘evladım ders çalış ders, böyle elde telefon ‘– ‘ annelik öyle olmaz, o dediğin iş öyle yapılmaz’– ‘ ben biliyorum o adamdan koca olmaz’ – ‘evlen artık, yoksa …’ – ‘geleceğin dijital dünyası yazılım üzerine doktorluk ne ki, onca yıl oku sonra bir bilgisayar mühendisi kadar para kazanma. Ya bilgisayar ya elektrik, elektronik ya da genetik mühendisliliğini yaz’– ‘bak o kızı…o oğlanı gözüm tutmadı, maddi durumu iyi bir aile kızı bul yavrum, sıkıntı çekmezsin’ – ‘…gitme…gelme…yapma…etme’li klişeleşmiş cümlelerle hayatlara müdahaleden kendini alamayan, bunu adeta borç bilen, sonrasında yol açtığı tahribatın büyüklüğüne de dönüp bakmayacak “patronizing”liğine muhataplıkta istediklerini yapsan da, yapmasan da ‘gör bak ! sonunda onlar gibi…beğenmediklerin, o eleştirdiklerinden olunacağını göreceksin’ realitesinde, isteneni yapmasaydın evet ! ‘kötü vatandaş’, ‘kötü evlat’, ‘kötü kadın’, ‘kötü öğrenci’, ’kötü kardeş’ , ‘kötü yoldaş…arkadaş.. sevgili’ olurdun ama en azından korkaklığına ‘ başka bir şey yapamazdım…elimden bir şey gelmezdi’li ölçülü davranış kılıfı geçirdiğin yarım bıraktığın arzuların, ukdelerin olmazdı.Hem isteneni yaptın…istedikleri gibi oldun da ne oldu? Ne değişti hayatında; mutlu mu oldun? Özgürlüğünü mü, bireyselliğini mi elde ettin? Şeytansın, şeytan; mutluluğunu…iyiliğini senden daha çok isteyen, geleceğini düşünen devletin, örgütün, partin, ailen, arkadaşların, sevdalın herkes ama herkes senin için çırpınırken bu düşündüklerin oldu mu şimdi, yakıştı mı sana? Sonuç da hep mutsuzluk…kötülük….üzüntü mü getiriyor denileni yapmak, nasıl bir nankörlük, vefasızlıktır bu yaptığın , vallahi de utanmazsın, bilahide ! yav he..he..birine hediye alırken bile hediye aldığın kişiden daha çok kendi rahatı, iyiliği, mutluluğu ve duygularını tatmin edip iyi hissetme güdüsünde içinde özgürlük bile barındırmayan, tersine büyük iticilik taşıyan “ iyiliği…iyiliğin için”li abidik gubidikliklerin; ‘devlet dediğin…lider dediğin esmese de gürlemeli’ – ‘ bravo oğlun Anadolu lisesi … üniversite sınavında ilk bine girmiş‘ tarzı övgüler ışığında para, güç, başarı , IPhone’lu imajla dizayn edilen medeni diye de yutturulan stratejilerin odağında söylenenler, yapılanlar, yapma(n)m istenenler benim iyiliğim için miydi şimdi? Başkaları, kurumlar neden neyin iyi, neyin kötü olduğunu bize söylüyorlar ki? Ne vardı bir kez de benim iyilik halimi belirlemeyi bir kenara bırakıp da kendimden olmadı Allahımdan ? bulmam beklenseydi; ben yapabiliyorsam… sen yapabiliyorsan, o da yapabilir denseydi, işte bebecan ! iyileşmeye, kendini sahiplenmeye tam da buradan başlanılacak; başka birine tutunmaktan, arkasına gizlenmekten vazgeçilerek, bu hemen olması imkansız bir durum zira yılların paternleri her yerden, her duvardan vurup duracak; eski kalıplarına dönmek isteyeceklerinden her bağımsızlaşma çaban hayal kırıklıklarına uğrayacak…aşama, aşama korku döngüsünü, kaygı girdabını zorlayarak iyileşmeye yüz tuttuğunda bileceksin ki sana öğretilmeyen, gösterilmeyen içinde yaşadığın iyiliğini düşündüğünü durmadan arz eden devletten… baba, koca evlerinden… parti, dernek, örgüt, cemaat mekanlarından…yanında yörendeki bıkkınlık veren insanlardan öte bir hayat da var (mış) . Ama ne yazık her şeyin belki de öte bir hayatın olabileceğini sanmakla değişebileceği repliğini duymak istemeyen insanların dünyasındayız değil mi benim huysuz Thomas Bernhard’cım, yaşasaydın ‘ bokunu çıkardınız dünyanın be! mevcut çarpık düzenleri beslettiğinizi aşikar edemediğinizden, durmadan kavramlara – neymiş post-truth’muş– öldürttüğünüz, algılattığınız ya da ‘ne algılıyorsan o’dura’ indirgetip, bitter çikolatalı sosta kaybettirdiğiniz gerçeğin yerine yalanı koymak yeni bir şey mi? Yahu dünya hep böyleydi… hep post-truth çağındaydı, gerçek yerine illüzyonun … ikiyüzlü… yalancıların kazandığı…’ diyecektin diye düşündüğümde ‘döktüklerini, eşyalarını, oyuncaklarını topla’ sesi bu defa tanıyamayacağın halde haykırır ‘o kalbini topla yerden, akşama yeni maskelerle misafirliğe gelecekler’ yoksa annenin sesi miydi duyduğun? Belki bir gün kalbimi yormayan birine denk gelirim kim bilir dediğinde Haldun’a ‘biz ‘ demişti o’da ‘biz yolları hiç kesişmemesi…tanışmaması gereken iki insanız ya da vaktinden önce tanışmış…iki türlü de işin içinden çıkmadık; ne yaklaşabildik birbirimize, ne de uzaklaşabildik, yaklaşsak birbirimizi yok ederdik…uzaklaşsak da kendimizi.’
IV BÖLÜM
“Uzaklaşsak da kendimizi yok edecektik” demişti, ömür yiyen büyük aşkları tetikleyip, sonrasında bu aşkları alnından vurup öldüren sakinliğinde, gençliğin. Ne büyük huzur, ne büyük rahatlama diye düşünmüştün sende, Haldun’a bakıp çoğumuzda olmayan bir şekilde geciktirmeden, zamanında o günde…o anda hissettiklerini anlatabilmek, annenin, teyzelerinin bekleyip…bekleyip de ancak yaşlılıklarında anlattıklarına bakıp. Başka hiçbir yeri görmeden, hiçbir yere gitmeden on iki yaşında yaşadığı evinden uzaklaşırken sesini duymamak için kulaklarını elleriyle kapatan on beş gün önce Kasman’a gelip ‘Kemal döndü askerden, gelinimizi alıp götürmek isteriz, ona göre tedbirinizi alır, hazırlığınızı yaparsınız.Ben davul zurna da getireceğim ’ dediğinde amcan kızı Leylanın babası apo Üso ‘benim kızım ne bilir bu yaşta düğün ne ? babası öldürülmüştür. Davul, mavul istemez eğer davul getirirseniz kızı vermem , bak size söyleyeyim’ demiş, düğüne gelenlere hazırladığı çayı bardaklara doldurmak için elini uzattığı anda babamın annesi Fidan’ın odasından , çe Talu’yu, damını inleten ‘daye…daye, dayema, ben seni nasıl bırakır giderimmm’ figanının paniğiyle devirdiği teneke soba üzerindeki demlikten dökülen çayla yanmış ayaklarının acısını bastıran, dinmeyen ağlamalarına dayanamadığından Sara’ya ‘sakın Turna’yı Allahaısmarladık için benim yanıma getirmeyin, sakın… ‘ demesine rağmen ne yapacağını, ne edeceğini şaşırmış ‘baba odasında’ ordan oraya gidip gelen annem çene Küçükağa ‘kızım, yakında düğünün olacak dediğinde bile ihtimal vermedim ben, çe Taludan gideceğime. Öyle ki onbeş gün önce evlendirilen Hanım’a, sağır dilsiz ablam Hatun’a gelin elbisesi dikilirken; düğünü yapılan hiçbir kızın üzerinde görmediğimizden gelinlik dediğime bakma’ ne gelinlik, ne gelinlik; pazenden, divitinden bir elbiseydi. Düğün yapılacak ya amojlar peşime verdiler ‘gel, sana ölçü tutalım’; ‘ olmaz da olmaz’ Baktılar ölçü vermiyorum, gittiler Hanımı çağırıp, getirdiler, ölçü alıp elbiseyi, gelinliği diktiler. Eree a onlar, öyle gaddardılar ki aynı gün iki kızı da gönderdiler “el evine” biri de demedi ki ‘yazık’.Haydi beni, Hanım’ı evlendirmeye karar verdiniz ya siz a o sağır dilsizden ne istediniz? Niye evlendirdiniz? Amcalarım evlendirdi, başımıza kalmasın diye sağır dilsiz kıza koca buldular, annem dedi…dedi ki ‘ma bundan ne istediniz? bu kızı evlendirmeyin.Bu sağır dilsizdir, bu yazıktır.Ben bakarım, ölene kadar kalsın yanımda’ ama anam a o amojın Zehra, ev damında ateş oldu yapıştı, her önüne gelene ‘bu evlenmese orospuluk yapar’ dedi – ‘aaaa vicdan ya sağır dilsiz kadını, zavallı teyzem Hatun’u orospulukla suçlamak ??? ‘– ‘yemin ederim aynen öyle dedi, ondan sonra bizde çalışan bir tane çoban vardı, adı da Hüseyin’di. Lolan’lıydı ? Hanım ‘ın evlendirildiği Alié İbrahimé Velié Talu, burnunu koparmıştı Hüseyin’in’– ’bir insanın burnu nasıl ve neden koparılır?Allahım sanki Kasman’da, köyde değil de vahşi bir kabilede yaşıyormuşsunuz ‘–’ikisi birlikte bizim evde çalışıyorlardı, çobanlardı. Bizim koyunlar çoktu, a o yukarıdaki Şeterij çayırına giden yol kenarına ahır yapmıştı bizimkiler. Bunlar gitmişler koyunları çıkarmışlar dışarıya, az buz değil 200 koyun vardı. Kışın koyunlar yesin diye karın üzerine öbek öbek ot bırakılırdı ‘laooo niye acele ettin, bekleseydin de ben otları yerleştirseydim öyle bıraksaydın koyunları’ deyince Hüseyin de ‘erooo otuz saad da ot bırakıyorsun, bütün işleri ben yapıyorum ‘ dediği için kavgaya tutuşuyor, dövüşüyorlar . Alié İbrahimé sinirleniyor, adamın şurdan burnunu koparıyor’ – ‘nasıl ?’ – ‘Hüseyin’in boyu Alié göre kısa, bu hart diyor adamcağızın burnunu ısırıyor’ – ‘ Vahşi Batı halt etmiş ! yıl 1952 , dünya aydınlanma çağını döne döne atlıyorken bu nasıl bir iş?’– ‘ öyle bir figanla çeşmenin ordan koştu geldi ki Hüseyin, burnu böyle sallanıyordu, kan içindeydi ‘– ‘ eminim, hemen köyün profesör doktoru Kameri Şıh Ali ağa çağrıldı ’ –’ evet, aynen öyle, babanın burnunu da o yapıştırdı…adamın sallanan burnunu eliyle şöyle bir yukarı doğru kaldırdı, bir şeyle yapıştırdı; ince, dövülmüş bir et parçasıyla; burunu hemen yapıştı ama böyle top gibi kaldı’– ‘estetik operasyonlarda yüzde yüz başarı diye bir şey yok tabii’–’ çene, sen geç alayını, Kameri Şıh Ali ağa olmasa ne olurdu bir düşün? Şimdiki cerrahlardan yüz bin kat daha iyiydi. O yoklukta, burun yaptı adama; doktor yoktu, tecrübeyle ne öğrenmişlerse onu yapardı. Saçımız döküldüğünde koyun gübresi sürerdik, çıkardı. Kulağımız ağrıdığında annem ateşin içine soğanı koyar, közler, azıcık soğuduktan sonra cücüğünü çıkarır, fitil gibi kulağımıza koyardı, ağrımız kesilirdi. Hiç unutmam bir keresinde amcam İbrahim hastalandı, hem de nasıl, komaya girdi. Şimdi olsa direk yoğun bakıma yatırılırdı. Derezası Tekiné Alié Haydaré Zeynelé gelmişti köye ‘ ben amcamın oğlunu doktora götüreyim’ dedi ama amcam kalkacak gibi değil ha öldü… ha ölecek. Evin içi matem. Halam Rukoş geldi Muskan’dan, bal kabağını ikiye böldü, sacın altına koydu, pişince çıkardı, biraz soğuyunca kaşıkla içindekilerin bir kısmını çıkardı, a böyle taç gibi amcamın başına sardılar. Sonra amcam gözünü açtı dönüp dedi ki ‘siz beni niye uyandırdınız? bir çadıra götürmüşlerdi beni, ben diyorum bu çadırda kim var ? diyolar Hz. Ali, Hüseyin, Hasan. Ben diyorum; siz beni niye buraya getirdiniz? Hz. Ali, beni getiren adama dönüp ‘benim dediğim adam bu değil, yanlış adam getirmişsin, alın götürün bunu.Bir de bakın bunun günahına ne var?’ dedi. Bir keresinde koyunları suya götürürken biri inat etmişti, bende söyle bir tekme atmıştım, baktım o koyun dile geldi sen beni dövmedin mi ? dedi.İşte tam o arada beni uyandırdınız.Bırakamadınız hakkımda ne karar verilecek öğreneyim.’ Neyse, annem ‘ulan oğlum sen bu adamın burnunu kopardın, ağzına sümüğü bile girdi, sen hiç utanmadın?’ diyerek Alié ’ ye çok kızdı. Neyse bir süre geçti geçmedi babanın dayısı, apo Yusuf kapıda ‘ çene Küçükağa ‘ hele bir gel’le annemi çağırınca bende arkalarından gittim dedi ki ‘Hatun bizdedir, Hüseyin kaçırmış getirmiş, bizim evde oturuyor’ . Gittik ki oturuyor , çok zavallıydı, garipti öyle sessiz , ne olduğunu anlamamış vaziyette oturmuştu sedirde.Annem tek bir hareket yaptı, tek…işaret parmağıyla ‘gel’ dedi o kadar, hemen kalktı geldi. Annem çok kızdı Hatun’a, Hüseyin’e de ‘bırak çobanlığı git buradan’ dedi adam çıktı gitti.Köyde ne gizli kalmış ki, bu hadise ortaya çıkınca amojın Zehra durur mu başladı ‘bunu evlendirmeseniz, bu orospu olur’ demeye. Yalnız bir tane Veli diye yok, Mehmet’ti herhalde Almanya’ya giden bir çocuk vardı, o hakikaten Hatun ablama gönül koymuştu. Adam ‘ben evlenirim bunla’ dedi vermediler. Amcamlar karar verdiler, amcaları Begoé İbrahimé Talué’nun kızının oğlu Hatem’i çağırıp ‘ kızımızı sana vereceğiz gel, al, götür ‘dediler. A o da ablam Hatun’u, babasıgil zengin diye gelip aldı sonra da burnundan getirdi. Dünyada ablamın, o sağır dilsizin kocasından yediği dayağın hadi hesabı yoktu, onun için Hatem öldüğünde o sağır dilsiz kalktı, oynadı. Bizim dilimiz vardı baş edemedik, Allahın günü dayak yedik Hormek erkeklerinden, kocalarımızdan, o ne yapsındı? Çocuk doğuruyordu, oda bizim gibi, durmadan. Kız kız marifet gibi peş peşe çocuk doğuruyorduk, rahat bırakmıyordu erkekler kadınları, biz bilmiyorduk ki nasıl hamile kalıyoruz, üç çocuktan sonra ancak öğreniyorduk, inanmıyorsun değil mi? ama öyleydi. Yazık, Hatun ablam yanında yatırıyordu çocuklarını dedim ki ‘sen nasıl anlıyorsun onların ağladığınıda meme veriyorsun?’ elini dudağına götürüyormuş, ağzı açılınca biliyormuş ki ağlıyor. Ne kadar şerefsizmişler güya benim hakim abim vardı ya sen sağır dilsiz kardeşinin halini görmedin mi? hem evlenmesine ses çıkarmadın, hemde elinden aldın arsalarını, bari sahip çıksaydın, dayak yemesine engel olsaydın, o da yoktu. Sorumluluk üstünden gitsin de…üstünden atsın da, yanında olmasın da tek, isterse öldürülsün. Hakim abim Kendini kurtardı ya yetti ona aslında ortada aile diye bir şey yok. Annem çok yardım etti Hatun’a evlenince, fakirlerdi, öyle de güzel kızdı, insan kıyamazdı baksın, annem hiç istemedi evlendirilsin hiççç. Zehra ne emrederse amcam Hüseyin onu yapardı, sağır dilsiz kızdan bile başlık aldı. Hanım’ı da evde çalışan çobana verdiler üstüne başlık aldılar. Amojın Fatma’nın kız kardeşi Havse amcaoğlu İbrahimé Velié Talu’yla evliydi, hani şu adamın burnunu koparan Alié İbrahimé ‘de onların oğluydu, iki taraflı akrabaydı Hanım’la teyze çocuklarıydılar’–’ bu sülalede ben çözemedim kim kimdir, kim kimin nesi oluyor, kim kiminle yatmış kalkmış ? valla belli değil, hepimiz kardeşiz, gülme , genetik yapı da kırılmayınca herkes böyle ruh hastası olmuş. Ortada bir köy var, o onunla, öbürü bununla evlendiriliyor böyle şey mi olur? Sadece iki taraflı mı on taraflı akraba olunmuş, bu saçmalığa dur diyen de olmamış, bakıyorsun yan evin kızı, oğlu , evin gelini, damadı olmuş’–’ Çene doğru diyorsun.Biri gelip elini uzatsa kızları hemen ona veriyorlardı.Evlendirildiği (Alié İbrahimé ) Eliye İbrahim de Hanım’ı sevmiyordu ki, millet fakirdi kızım, çobandı , evin sahibi kızını verince, ne yapsın zengin kızı diye, alıp götürdü adamlar. ‘ Niye mi verdiler?’ diye annene sormayacaksın değil mi? alemsin; adamın maddi durumu iyi, geleceği de parlaktı, kızımıza saygılı, iyi bir eş olur, geliştirir onun için verdik diye bir cevap bekliyor olamazsın; bitli, altında donu olmayan adamlara vermişler işte kız çocuklarını ‘cane, bilmiyorum niye öyle yaptılar, biz hiç bilmedik bizi niye verdiler, niye evlendirdiler o adamlarla. Zozan’ı niye verdiler mesela yirmi yaş büyük bir adama bildi mi? Çeksin gitsin, boğaz eksilsin diye verdiler başka ne için vereceklerdi ki.Yoksa amca İbrahim olmasa kim verirdi kızını Reşat’a, ağzı çok pis kokuyormuş. Şimdi düşünüyorum da öyle de fenaydılar ki çe Taludakiler, 1950 doğumlu amca kızı Zozan’ı Sormemedan Hüseyin’in oğlu, amcan kızı Leyla’nın dayısı, babanın okul arkadaşı nüfus idaresinde çalışan Reşat istemişti, yaşı çok küçüktü.Bir kayıt çıkarmak lazım, tabii ne yapalım? diye yol araştırıyorlar bakıyor ki Reşat , Makbule diye amcamın bir kızı vardı, ölmüştü o kütükten düşülmemiş, yaşıyor gözüküyor, onun yerine geçiriyorlar Zozan’ı. Gulamın demişti bir keresinde teyzen Zozan ‘ biz ev damında Makbule diyorduk kız kardeşime ama Reşat kütükte bakıyor adı Hüsniye, hoop hallediyor , benim adım cüzdanda Hüsniye’dir. Bir gün İzmit’te hakim oğlunun evine gelmiş ordan da bize geldi bir gece kaldı anneannen, çene Küçükağa; yatağını serdim, eliyle şöyle bir vurdu yastığa ‘ne güzel , temiz kokuyor Turna’nın yastıkları gibi’ sonra ‘ Zozan ! hepiniz çocuklarınıza iyi baktınız, ellinizden her iş geldi, fakirliğe ses etmediniz. Temiz, titizdiniz ama çe Ali ağanın, çe Talunun kızlarının bahtı , şansı yoktu.O evden çıkan hiçbir kızın hayatı iyi olmadı’ dedi, hakikaten de öyle oldu…Kızları gönderirken, gelin ederken de bir kat elbise, bir entari veriyorlardı o kadar. Ellerinden gelse onu da vermezlerdi ya eski bir tahta sandık içine biraz sabun koydu annem, tarak koydu, lif, ceviz, kuru yemiş. Beni yolcu ediyorlar ya yeni bir sandık da aldılar bir eski, bir yeni sandık.Köyde başkaları, herkes kızlarına ne verdiyse onu koydular; iç çamaşırı, çorap…çorap örmüşler ayaklarım üşümesin, yün çorabı, leçek, çok leçek koymuştu.Sabun çok koymuştu, ben yıkıyordum a o veyvi Selbi kızıyordu ‘niye sen iki de bir leçeğini yıkıyorsun? bu adam; baban da ona çok kızdı ‘sen niye bırakmıyorsun leçeğini yıkasın sana ne ? ‘ Annem her zaman bana sabun gönderirdi. Ben giymezdim o gelin elbisesini, ablam Sara zorla giydirdi, kınadan önce.Feryadımı, figanımı kimse dinlemedi. Her şeyi usulüne uygun yaptılar, kız almaya gelindiğinde maddi durumun elverdiği kadar bir, iki, üç keçi ya da koyun kesilirdi.Tandır yoktu bizim köylerde.Onun için temizlenmiş koyunu, keçiyi koca bir kazanın içinde az suyla kaynatır, pişince çıkartır, tepsiye koyar, tuzlayıp soğumaya bırakırlardı “birane” derdik biz, onu öyle getirirlerdi kız evine, yanına kete yaparlardı.Köyde kaç hane varsa, hepsine keteyle birane dağıtılırdı.Kızı almaya gelenlerde her eve taksim edilerek misafir edilirdi, düğün evine çok yük olmasın diye.Akşam da herkes düğün evinde toplanır, gelinin ailesinin hazırladığı etle, pilav yenirdi. Dewa ma Badan’dan dört beş atlıyla beni almaya gelmişlerdi. Çene o kadar çocuk yapmasına rağmen karnı dümdüz, dimdik tahta gibi vücudu olan annesi Zelhan’a benzeyen, Mustafaé Velié Talué ‘nun kardeşi Selim’le evli, yaylada ablam Sara’yla evleri yan yana olduğundan kapının önünde gördüğüm kadıncağız, babanın amcası Halilé Memil’in kızı Cemile (gelin damadın evine götürülürken refakat eden, yardımcı olan kişi, yenge) berbümdü. Allah rahmet eylesin ne kadar fakirdi, bizim köyde Selimé Velié Talué evliydi ya yazları dewa ma Badan’a gelirdi .Çocuk çok yapmıştı. Geldiğinde böyle çorap örüyordu, beş şişle dedim ‘bu ne?’ dedi ‘ben kocama çorap örüyorum’ ben aldım elime çorabı, ölçtüm yemin ederim (dizden aşağıya ) şurası bir metreydi, kocası öyle uzun boyluydu. Bu Selimé Velié Talué iş için dewa ma Kasman’dan birkaç akrabayla Harput’ a (Elazığ) gidiyor.Devlet Demir Yolları’nın, yol inşaatında çalışıyorlar.Çadırda yatıyorlarmış. Her hafta paralarını alıyorlar, başlarında bir yol çavuşu var.Bunlar parayı kaybederiz , çalarlar falan diye korkup ‘ al bu para senin yanında dursun, gittiğimiz zaman alırız ‘ diyerek (ustabaşı) çavuşa veriyorlar.Zaman geliyor bunlar ‘ biz memlekete gidiyoruz, paramızı ver’ diyorlar. Çavuş ‘ ne paradır, siz ne istiyorsunuz ? Siz bana para mara vermediniz’– ‘ sen ne diyorsun ? her hafta o kadar para verdik sana, bir seneden beri burda çalışıyoruz.Sana itimadımız vardı ondan elimizdekini, avucumuzdakini sana verdik’adam, ustabaşı birden yatağının altında bir bıçak, kasatura çıkarıyor ‘defolun gidin.Bu bıçakla kaç kişinin başını yemişim ben ‘le diklenince, a bu Selim hemen kalkıyor adamın elinden bıçağı alıyor, yere atıyor ‘ulan kafir , ulan Yezid‘ diyerek başını kesiyor.Sonra firar edip, gidiyor. Ondan sonra kaçak vaziyette gez… gez… gez sonunda yakalanıyor. Bir müddet Muş’ta cezaevinde kaldı, bir gün bir af çıktı, bu köye geri geldi. O sıralarda babasının işlediği cinayeti üstüne alan Alié Haydaré Mehmeté Halité’de Muş cezaevinde. Diyor ki bir gün avluda volta atıyoruz Kürtler koca bir taşı getirip ortaya koydular, dediler ‘bu taşı kim kaldırıp en yükseğe çıkarır, ona madalya takacağız” yani işin özü biz Kürtler çok güçlüyüz demek istiyorlar. Neyse önce bir iki Kürt deniyor dizlerine kadar kaldırıyorlar sıra Selimé Velié Talué geliyor tutuyor taşı omzuna kadar kaldırıyor.Öyle babayiğit, iri biriymiş neyse köye geldikten epey bir zaman sonra Cemile’yi istiyor, hiç düşünmeden a o baş kesen adama veriyorlar. ‘Nasıl olur? Bir katile niye vermişler zavallı Cemile’yi? kim vermiş?’–‘ Babanın babası Resulé Memilé’in ilk karısı Selim’in yeğeni Selvi, çene Mustafaé Velié Talué. Cemile’nin babası ölmüş yetim, amcası veriyor işte, yoksa kim verir.Kadın ev damından çıksın da kim alırsa alsın yüzünden, önlerine kim gelirse, hep de delilere verdiler, kızları.Bir akıllı yoktu aralarında ‘ ne yapıyoruz’ diyecek.Ne olacaktı köy gibi yerde. Apé (apo) Selimé, Badan’a ot biçmeye geldiğinde ‘ insanların başını kesiyor‘ diye kimse onunla çalışmak istemezdi. Benim düğün…babamın annesi Fidan’ın odasında oldu her şey, kocaman, büyük bir sedir vardı, bir tarafa soba, bir tarafta lojun (Lojın) kışın hem soba, hem lojını yakardık. Gelinin sevdiği arkadaşları kimse hepsi gelini görmeye gelir, ev damındaki son gecesinde yanında otururlardı, benim de geldi Naze. Hanım’la, ikimiz birbirimize sarıldık çok ağladık. Biz perük deriz, iki duvara; bir çivi oraya bir çivi buraya çakılır incecik bir perde tutturulurdu, perde olmadığından böyle yatakların üzerine serilen ince dokunmuş cacım (kilim) vardı onu gerdiler, arkasına beni oturttular, gelinim ya kimsenin görmemesi lazım beni.Neden öyleydi? kimse açıklayamazdı neden öyle olduğunu, öyle yapılacaktı o kadar. Kınayı yakacak berbü ( yenge) de perdenin öbür tarafında durdu, elimi uzattım böyle, böyle avuç içine değil, tırnakların başına, parmaklarımın da boğum yerlerine kınayı yaktı. Gece yatmadım ben, oturdum sabah kadar. Öyle bir figan edip, öyle ağlıyorum ev inliyor, gözümün önüne geliyor ben tek başına başka bir evdeyim annem yok, Selvi yok, amojınlar, amcalar kimseyi tanımıyorum ne yaparım…ne ?? ağlıyorum hemen, a o babam öldürüldükten sonra annemle evlenmiş amcam – sanki annemi aldı da bize kardeşlerinin çocuklarına, babalık mı yaptı? – İbrahimé Alié odasına gitmeden önce geldi, bana dedi ki ‘waye …bacı sen dedi üzülme, ben seni vermem’ meğer susmam için yalan söylemiş.Yalancı ! sende bana amca mıydın? Sabah oldu, elimi, yüzümü yıkadım amcam dedi ya ‘vermem seni’ bekliyorum ‘amcam nerde?’ cevap veren yok, gelen giden de yok. Berbü gelip başına heli örtecek dediler.Kahvaltı getirdiler amojın Fatma, Zehra ben yemek istemiyorum ‘sabah sabah zıkkım mı yiyeceğim? gitmeyeceğim ben’ dedim, her şeye karşı çıkıyorum belki vaz geçerler diye. Oniki yaşında ne yapabilirdim? Aklımın erdiği tek şeyi yaptım bağırdım, çağırdım, ağladım yapacak başka bir şeyim yoktu. Bağırıyorum, çağırıyorum ‘ deli bu’ dediler, deliye çıkardılar adımı. Yemeği yemedim alıp götürdüler siniyi, yemesen yeme, kimin umurundadır ? ‘Çene böyle yapma, akıllı ol , hepimiz bu yaşlarda evlendik, ayrıldık annemizden. Bu kapıdan çıkan, ancak kefeniyle döner’ nasihatlerini yapan çene Resulé Talu amojın Fatma’yı, ablam Sara’yı dinlemeyip Türkçe, Zazaca karışık ‘daye…daye ma, beni bırakma daye! beni bırakma anneee… dayeee… verad! bırakın annemi göreceğim, helè verd lo, bırakın, anneee ben seni bırakır nasıl giderim’ bağırmalarıma, hıçkıra hıçkıra ağlamalarıma aldırmadan, beni öyle bir kovdular ki. Amcam İbrahim’in sözü geçemezdi evin reisi Hüseyin amcamdı, her şey onda biterdi,onun kararı da evlenmemiş meğer. Leçeğimin üstüne gelinlerin başına örtülen, yüzünü de kapatan tül gibi ince kırmızı renkli örtü biz köyde heli derdik, duvak yani. Damadı değil de nazardan, kötü ruhlardan koruması için yüzünü de kaplayacak şekilde gelinliğini tescillediği gelini; rezil ya da vezir etme gücündeki detaylığına, aksesuarlığına karşın; bembeyaz tül yığını gibi gözüktüğünden kabarık, uzun olanındansa zarif, dar , kısa bir gelinliğe daha çok yakışacağını düşündüğüm, uzun, kısa modelleri bulunan duvak, ayyy dayanamadın yine; bu işlerde tarağın, bezin yok, ahkam kesiyorsun ya beni de müdahale etmek zorunda bıraktın eyyy yazarcık! bu zamanda duvak mı kaldı? saçlara; renkli, şekilli gümüş altın toklarla, çiçeklerle, taçla yapılan süslemeler dururken “ gelinlik, duvak uyumu nasıl olmalı…duvak seçiminin püf noktaları, duvak seçerken hangi boy tercih edilmeli” pürüzlerini , gelinlik giymeyen biri olarak sana değil, bilene sormak lazım.Ohhh nasıl da çöktün , aha bakın nasıl da morardı, bu çıkış hak ettin; her an zılgıt atacak…yiyecek mevzu, bahane bulan Türkiye klasiğini bir daha yaşamamak için yerinde olsam “duvak”a dokunmadan devam ederdim yazmaya; örtüldükten sonra amcam Hüseyin beni yolcu etmek için odaya geldi’ – ‘kuşak bağlamak için mi?’ – ‘bizde kuşak muşak yoktu.Evlenen hiçbir kıza kuşak takılmazdı… babam yok ya, hiç görmedim ya ben baba yerine koydum o da bana kızım diyor, kıymaz bana, acır bu yetime, vermez’ diye düşündüğüm amcamın elini öptüm, sarıldım, ağladım ‘ağlama, haydi, güle güle git kızım’ dedi, işi bitirdi, ilk ismi Ali’yi değil de Hüseyin’i kullanan amcam Alié Hüseyiné Alié aldı beni bir güzel sundu elaleme. Ben, kucağında uyuduğum amcamın beni sevdiğini sanırdım, ne bileyim ki düşmandır, ne yapacaktı elleriyle göz yaşlarımı mı silecekti? Ooyyy bizler, o köylerdeki kızlar, kadınlar Allah bilisin ne kadar gariptik, fakirdik. Yeri cehenneme olsun, anneme bize çektirenlerin.Annesinin üstüne kuma geldi diye annemi hiç sevmeyen Hanım da gelmişti beni yolcu etmeye. ‘Anne, daye …dayeee !!! anne gel’ diyordum ya boşunaymış; yanıma getirmeyin dediği için beni de bırakmadılar; annemi görmeden çıktım ben. Amcam Hüseyin gittikten sonra büyük amcan Hasan’la, berbü Cemile koluma girdiler, beni dışarıya, kapıya çıkardılar, ata bindirecekler…binmek istemedim, ayak diredim; gitmek istemedim…gitmek istemedim. Amcan Hasan, beni kaldırdı kucakladığı gibi atın üstüne oturttu. Benim atımının başını babam öldürüldüğünde annemle ilk yetişenlerden, ilk haber verenlerden apo Hüseyin tutmuştu. Annem çağırmış ‘eree Hüseyin sen Turna’nın atının başını tut, Turna korkar’ demiş. Aralığın beşiydi, kıştı, kar yağıyordu, hazin bir düğündü benimki. Heli’nin arkasında ‘bugünden sonra Kasman yok artık, sen Badanlısın, yerin kocanın yanı, o hangi köydense sen, doğacak çocukların da – öyle ki ilk çocuğu sen, Kasman’da doğduğun halde hüviyetinde doğum yeri Badan yazdırılacaktı– oralıdır‘ diyenlere, olanlara artık itiraz edemeyecek çaresizliğinde, ne atın karı döven ayaklarını, ne dewa ma Kasman’ı görmeyecek ağlamaktan şişmiş, kan çanağına dönmüş gözler bir yana, Turna Badana nasıl geldiğini de bir türlü hatırlayamayacaktı.Yeni evi, köyü, dünyası oldurulan dewa ma Badan’a yaklaştığımı bilmeden ağlıyordum hep acaba ben nasıl bir yere gidiyorum, ben neyle karşılaşacağım…ne olur ne biter, Badan’da evlerine gelin gittiğim insanlardan ne Leyla’ nın annesini, ne de veyvi Selbi’ yi, hiç kimseyi tanımıyorum, gitmemiş, gelmemiş, görmemişim hiç ama hiç.Bilinmeyen, ilk olan her şey korkutur insanı tamamda ben ev damından ilk defa ayrıldığımdan değil çocuk olduğumdan çokkk korkuyordum, korkmuştum çünkü büyüklerinden, yapabileceklerinden, karşılaşacaklarından korkar çocuklar. Ayy bende o kadar çok seviyordum okumayı, biz ne bilirdik koca nedir, evlilik nedir? Zengel’den, Mengel’den, Emeran’dan, Badan’dan, civar köylerden her yaştan çocukların geldiği, eğitmenin bütün sınıflara aynı odada ders verdiği yere konulmuş uzun bir tahta üzerinde devlet göndermekte geç kaldığında, Hukuk Fakültesinde okuyan hakim abimin Ankara’dan gönderdiği defterlere eğilerek, bazen tebeşir bulunmadığında kömürleşmiş odunla tahtaya yazı yazdığımız köy ilkokulu; önce Cafer diye bir adamın evindeki bir odaydı, orda ders görürdük. Sonra çocukların Leyla’nın, Abbas’ın, Fazıla, Hüsnü Cemal, Süleyman’ın kızamıktan (surıj) öldüğü sene 1953’de, babamın öldürülmesi sonrası ailenin devletle ilişkileri ayarlayan amcalarım Hüseyin, Hasan sayesinde dewa ma Kasman’da çeşmenin yanında geniş tek odalı bir okul yapıldı. Tarihleri hep bilirim ben. ‘Baba odasında’ duvarda asılı arkasında yemek tariflerinin, güzel sözlerin yazıldığı, her güne bir yapraklı maarif takvimi vardı. Her sabah benim görevimdi yaprağı kopartmak. Hiç unutmam; hükümet büyüklerine ki Varto Kaymakamı, Alay kumandanı, (Üstükran; Uskıran) Çaylar’ın yüzbaşısı çok sık geldiğinden bizim eve, misafir için kullanılan tabakların, bardakların, pirinçten kahve fincanı takımının konduğu bir büfe de vardı camdan, fincanların kulpları öyle parlaktı ki gözlerimi alamazdım ‘kızlar kahve içmez, içerse yüzleri kararır’ diyorlardı aslında içmemizi istemiyorlardı çünkü hem pahalı, hem de bulunması zor bir şeydi kahve. Üçüncü sınıftaydım, 1955’ in sonbaharıydı, on yaşında nişanladılar beni. Babanı okulda görüyordum, dev gibi bir oğlan, tek bildiğim beşinci sınıftaydı o kadar…hiç konuşmamıştım hiççç, aklımın ucundan geçmezdi onunla evlendirileceğim. Badan’lılarla tek alışverişim bir gün kitapta bir yeri işaretlemek için beşinci sınıftaki Reşat abiden kırmızı kalem istemekti. Esasen babam; laje (lacé-oğlu) Resulé Memilé offf kör olaydım…errr, a o Badanlılar neler getirmediler ki başına; arazi, çayır yüzünden. Babam ben küçükken elimi tuttu, büyük oda vardı onun başına götürdü, dışarı bak dedi ben baktım sonra şey geldi, o laje Selo Hıra, belki yeri cehenneme olsun, yaşlı babama bir yapıştırdı. Meğer Selimé Alié, Selo’ya ‘Resulé Memilé şimdi damın üzerindedir git de ki ‘ burası onun köyü değil, köyüne Kasman’a dönsün. Babasının üçkağıtçılıkla elimizden aldığı arazilerimizi geri versin, gözünü korkutmak içinde bir iki tokat yapıştır’ demiş’le annenin sözünü kesip konuşmaya dahil olduğunda baban; o büyük, büyük dedenin; Mengel’de ticaretle uğraşan Akıncılar aşiretinin; Karkapazar’ın hanedan ailelerinden Mala Xeto (Fetö) den 900 altın borç aldığını duyan, İbrahimé Talo Mustafaé’nın öldürülmesinden sonra aşiretin başına getirilmiş amcaoğlu Selimé Ağaé Mustafaé’nın borç alınmış altınları gasp edecek baskınını ‘altınlarınıza Selimé Ağaé baskın yapıp el koydu, ondan isteyin’ haberiyle öğrenip altınlarının geri verilmesini isteyen, aralarında kirvelik de bulunan Mala Xeto’ye, Selimé Ağaé’nın ‘ben sizden almadım ki benden istersiniz’ cevabıyla başlayan gerginliği bitirmek için, topladığı aşiret üyelerine, Hormeklilere atlarına binmeden ‘Karkapazar’a sefere… baskına… savaşmaya gidiyoruz, talana, gaspa değil.Sadece silahlara, fişeklere el konulacak, ganimet peşinde değiliz.Talan, gasp yapanı öldürürüm’ talimatına rağmen Karkapazar köyüne yaklaşıldığında yüklediği buğdayları harmana götüren köylüyü kağnı arabasından alaşağı ettiğini görünce ‘apo seni öldürürüm, bırak … ne dedim talan yok’ hiddetine, bir yandan kağnı arabasına bağlı öküzleri ‘hooo bavemin hooo…. ‘yla sürerken bir yandan da ‘eree Selimé Ağaé, ben Talo Mustafaé ’nın oğlu Memilé, senin amcanım.İşime karışma, sen git , kendi işine bak, savaş ‘ karşılığını vermesi, çatışma ortamında hayatta kalma uğraşında, iki , üç akrabası da öldürülmüşken ‘ne ganimet toplayabilirim , neyi talan edebilir, el koyabilirim ‘ derdine düşmesi, bazen ‘iki, üç kese altına akbindeki (evin önündeki) çayırımı vereyim sana’yla köylülerin altınını, parasını alıp arsasını vermeyip; o aralar her köylünün yapacağını yapıp, başkasının malına bedava çökmesi, el koyduğu kağnı arabasını Badan’a getirmesi ‘bao a o Selimé Ağaé’ye doğru demiştir, amcasıdır, büyüğüdür, akılı adamdır..hem savaştır bu, ele ne geçse alınır’la, gülerek anlatılan parayı, malı mülkü çok seven, Memilé Talo Mustafaé olduğunu; Leylanın babası amcan Hüseyin’in “öyle akıllıymış ki büyük büyük dede” diye bahsettiği ailenin sözlü tarihinde baş köşesini tutmuş; altın şeklini vererek kestiği Zệrfet’in kızarmış sert, sarı kabuk parçalarını (kırtiğini) keseye yerleştirip üstüne iki tane Reşat (annenin anlatırken Mecidiye olduğunu söylediği ) altın yerleştirip Seydali’nin elinden çayırını alan; eşeği suya götürüp susuz getirmeye (Herî têşan beno ser ave û têşan ano..) yatkın aklını herkese parmak ısırtacak bir biçimde – Gımgım’ın köylerinde binden fazla sırf Kasman’da iki ayda 63 kişiyi öldüren, nerdeyse mezar kazacak adam bırakmayan Ağustos ayındaki hal (tifo) salgınından önce 1915 Şubat’ın da Rusların Varto işgali üzerine kış şartlarında hastalandığından kızağa bağlanarak yolculuk ettirilecek Alié İbrahimé Talo’yla Zengel’li Velié Ağaé Mustafaé’ nın öncülüğünde; iki yüz yakın haneyle (göç etmeyip Muskan’da kalanların, köylerini terk edenlerin bıraktıkları samanla karınlarını doyursunlar diye Emeran’a götürdükleri sürüye el koyan Ruslar yiyecek adına ne var, ne yoksa yanlarında götürdüklerinden) 1918 Nisan’ın da döndüklerinde zahire yokluğundan büyük bir açlık , kıtlıkla karşılaşacakları köylerini Kasman’ı , Badan’ı, Muskan’ı, Zengel ’i, Emeran’ı terk eden Xormek (Hormek) aşireti; heybetli Bingöl, (Kiğı) Kârer dağlarını, karlı yolları aşma mücadelesinde kucağında ki bebeğinin, elini tutuğu çocuğunun açlığına, ağlamasına dayanmayıp oracık da, ölen cesetler arasına bırakacak teyzeleri, halaları, amcaları, kuzenleriyle birlikteyken, a o göç yolunda kaybedilen, belki de kaçırılan annesi Muskan’lı çene Alié Mahmuté Fatık’ın amcası Velié İbrahimé Talo; babası Zeynel Efendi İbrahime Talo’nun, Emeranlı Hüseyiné Mustafaé Velié tarafından gözünün önünde kurşunlanmasına tanık Alié Haydaré Zeynelé’n; 14 yaşında Zengel’li İbrahimé Mustafaé’yla evlendirilmiş kız kardeşi Hediye ile Velié Ağaé’nın hastalıktan ölen oğulları Ağa ve Zeki’nin isimlerini dahi unutarak, kendi köylerinde iyi kötü yaşayıp aç açık değilken, 1916’da sığındıkları Malatya’nın Engüzek, Helavin, Hozan köylerinde; geçinmek için; çocuklar, gençler kör, topal, sağır dilsiz taklidiyle dilencilik yapıp ‘Serhadın körleri, topalları canımızı yediniz, bezdirdiniz bizi’ isyanına sevk ettikleri Malatyalılardan topladıkları sadakanın günden güne azaldığını görüp ‘ bundan böyle ikinci bir adın var senin Osman.Yiyecek, ekmek peynir, sadaka toplamak için gittiğin yerlerde kapısını çaldıkların, ismini sormadan sen benim adım Osman diyeceksin’ aklını verdiği oğlu Halilé Memilé’n Sünni köylerden daha çok yiyecek, para topladığını gören akrabalarından birinin ‘Memilé Talo Mustafaé , benim oğlana da Sünnilerin seveceği isimlerden birini koysan’ isteğini civarda sadece Sünni değil, Alevi köylerde bulunduğunu bile bile ‘ ‘seninkinin adına Muaviye diyelim’le telkiniyle yola düşen akrabasının oğlunun gittiği Alevi köylerinde ismini her söylediğinde kapılar yüzüne kapanmakla kalmamış, bir güzel dayak yemesine sebebiyet verecek kadar –kötü kullanmış, hiçbir işine yaramayacak olsa da; alevere, dalavereyi seven büyük büyük dedenin Memilé Talo Mustafaé olduğunun ölmeden öğrenmenin keyfinde, vefatı sonrası tuttuğu günlükte köyünü, Badan’ı ;
Köyümüz iki dere ortasında
İçinde Mengel Suyu Akar
Her tarafı Kavak Ağaçları
Kurumuş Kızıl agaçlari var
Xx
Köyümüz Mus da örnek olmuş
Herkes suyuna Hasret Kalmiş
İnsanları misafir perver edilmiş
Beriyaten işiretine Kuçak açmış
Xx
Sağında Koribabasına komşu olmişlar
Solunda pirboğan gibi zat var
Çayırımızın içinde goşkarbaba var
Derede Beyaz baba dede var
Xx
Köyümüzün iki tane yaylası var
Merası çok toprağı bereketli
Evimizin damı yıkılmış direği yok
Sahibi kimdir bilen yok
Xx
Köyümüz elli hane vardı
İkiyüz insan yaz ayı beklerdi
Kimi Fakir Kimi Perişandı
Bingöl dağına bakıp duruyorlardı
Xx
Evimizin sahibi Resul ağa vardı
Odanın köşesinde Kral gibi oturuyordu
Gelen gidene hoş sohbeti vardı
Kimseye kötülük etmesini bilmezdi
Xx
Köyümüzde Seyar Karakol Kurmuşlar
Gelen gidenden kimlik sorarlar
Kimine köstek kimine destek yaparlar
Sonunda beratına karar veririler
Xx
Yaşlıları gençleri ayırtmışlar
Evli bekarları bir bir dağıtmışlar
Ellerine birer sopa vermişler
Bingöl Dağın yolunu göstermişler
mısralarıyla anlattığını fark ettiğin baban ‘ Seloé Hıra’nın’ diye konuşmasına devam ediyordu ‘ a o Seloé Hıra’nın babam Resulé Memilé, tokatladığını duyunca; kardeşi Halilé Memilé ölünce, onun karısı annem Zelhan’la evlenen amcam Halil’den kalan iki oğluna, bir kızına babalık eden babamı, babası yerine koymuş anne bir amcam oğlu Hüseyiné Halilé Memilé babama düşkündü , hep peşindeydi yani arkasını kollardı.Öyle ki kimse lacé Hüseyiné Halilé demezdi, babamın boynuna atıp laji Hüseyiné Resulé (Resul’ün oğlu Hüseyin) derdi.Gözünü sevdiğimin Hüseyin’i Hz. Ali gibi yetişti, a o Selo’yu derenin orda yakaladı dövüyor da…dövüyor. Akşama muhtar bekçiyi gönderdi ‘Usoya Resule söyle gelsin, niye bu adamları dövüyor?’ – ‘ get, söyle gelmiyorum, o da, muhtarda haddini bilsin yoksa onu da döverim’ dediğini duyan muhtar da ‘Talo’nun soyundandır, adam öldürmek onlar için yemek yemek gibidir ’ korkusuyla bir şey yapmadı. Evler Kasman yaylasında, Bingöl dağındaydı, haber geldi Berto’yla oğlu Ali Rıza sizin eve girmişler, evde kimse yokmuş, sade veyvi Selbi, abim Hasan’ın hanımı çene Selimé Mustafaé Müminé varmış, açmamış kapıyı bir hayli dayanmış’ – ‘neden eve giriyorlar?’ – ‘neden mi? ya kilerden yağ, peynir, ekmek çalacaklar ya da Selbi’ye kötülük edecek belki ırzına geçeceklerdi. Asıl mesele babalarını Memili gönderemedik, çocuklarını gönderelim amacında, çe Resulé Memilé’nin ocağını lekelendirmek. Allahtan Selbi’nin yanında bir kadın daha varmış da bağırıp, çağırmışlar onlarda çekip gitmişler. Köylüler haber getirdi, ben, abaim Üseyin hemen yayladan döndük. Berto dediğimiz evli, tek gözü görmeyen bir adamdı. Mezredeki evine giderken Berto’yu, a o köprünün orda, yolda yakaladık ‘eree, eroo lace hero…hera; gelin eşeoğlu eşekler ‘ diyerek bir girişti ki abim Üseyin, bir temiz dövdü, bende küçüğüm ancak adamın oğlunun başına vuruyorum.O , abim Üseyin olmasa Badanlılarla baş edemezdik. Badanlılar arazi için babamı mahvettiler, öldürdüler. Babam depremde evin altında çok sağ kalmış, yardıma gidiyorlar Hüseyiné Alié Sormemedan enkazı kaldırmaya çalışan Badanlılara ‘Resul ağanın sesini duyuyorsun değil mi? Bak ses bu taraftan geliyor, demek başı bu tarafta niye toprağı o tarafa atıyor, yığıyorsunuz’ diyor, ayağın altındaki toprağı alıp başının olduğu tarafa atırmış, nefes almasın, ölsün diye . Eğer babam bir gün önce benimle yaylaya gelseydi…ölmezdi. Annemin ‘laooo, piyi birayemi, Kemo, git söyle babana yaylaya gelsin, köyde bakan kimse yoktur, aç kalıyor’ dediğini babama dediğimde ‘ olur, yarın bende yaylaya seninle, geleyim’ dedi.Kalktık beraber deré Mengelî (Badan deresi) üzerindeki köprüyü geçtik, birden durdu… ‘sen git dedi bana, bak! arkadaşların geliyor, haydi katıl onlara’ . A o köprünün oradan geri döndü babam. Ben sana bir şey diyeyim esasen tek başına kalmayı severdi babam, herkes yaylaya giderdi bir o evde kalırdı, kendine de çok güzel bakardı.’–‘Sen babanın yanında sigara içiyor muydun?’–‘ olur mu ya. O zaman ev damında hiç kimse sigara içmiyordu babamdan başka. Bir gün abim Usoya demiş ‘git Karlıova’ya iyi bir tütün gelmiş, bana tütün getir.O da gitti, getirdi’ –‘ amcam Hüseyin gitmiş ha.Hayret ettim.Dedeme kim para veriyordu ? ‘–‘nasıl?’–‘Büyükbabama para nereden geliyordu?’–‘ ma yağ satıyordu, dorak satıyordu, hayvan satıyordu.Böyle şeyleri satıyordu .’–‘ot satıyor muydu?’–‘ yok, ancak mala yetiyordu, ot.’–‘ baba kime sorsam, babanın bütün gün oturduğunu söylüyorlar, iş yapmıyormuş.’–‘Hayır, hayır! Çok iş yapmazdı doğru fakat iş yaptığında çok güzel yapıyordu. Komşular perişandı, arsaları yoktu.Onlarla, Badanlılarla iyi geçirmek için, şey… kapı önündeki şeyi !!! tarlayı veriyordu. Diyordu gelin biçin…gelin bostanı yapın beraber yiyelim.Böyle bir şeyler yapıyordu.’–‘ bu durumda oturuyormuş hep.Bir de sık, sık yemek mi yiyordu, sizler gibi. Büyükbabama bak sen, sigara iç, çay iç otur. Güzel iş’–‘Çay o kadar yoktu.’–‘ne içiyordu?ayran mı?’–‘ ne verilerse, onu içiyordu.Bende Kasman’a gidip geliyordum. Dayımgile, halo Yusuf’a.Bir seferinde bunların (ananın) evine, çe Taluya gittim.Yukarı çıktım, çene Küçükağa böyle oturuyordu. Ben gittim yanına oturdum. Dedi ‘ eree to lace kama? sen kimin oğlusun?’.Dedim ben Resule Memilin oğluyum. Ma dedi ‘eee neye gelmişsen ? kim göndermiş?’.Dedim ‘ babam beni gönderdi. Dedi git çe Taludan, Efendigilden kahve değirmeni getir, a bu kahveyi çekelim .’ Ondan sonra Efendi, ananın babası geldi, böyle sırtıma elini vurdu dedi ‘Emine bu kimdir?’ . Sonra kahve değirmenini verdiler ben çıktım geldim. ‘–‘ kahveyi nereden almıştı büyükbabam?–‘ bilmiyorum.–‘ Öleng’den Elif hala geliyor muydu Badan’a? Elif hala ile büyükbabamın arası nasıldı?’–‘ İyiydi’ en önemli özelliğiydi, konuşmayı pek sevmeyen babamın kısa ve net cevaplar vererek olayı kestirip atması ‘ ya baba tamam da nasıl iyiyiydi? Elif hala ona para veriyor muydu?’–‘ yok ya, babamın paraya ihtiyacı yoktu ki mal, davar satılıyordu, yağ satılıyordu parasız kalmıyordu vatandaş .Her sabah yayladan yemeğini; taze tereyağı, peynir, kaymak, yoğurdunu getirdiğimde o daha uyuyordu. Çok severdi, sonunu getiren uykuyu… depreme de uykusunda yakalandı. O sabah erkenden kalkan annem, ondan sonra Zelhan aslan gibiydi.Mala gidiyor, dava gidiyor ondan sonra şunu yapıyor, bunu yapıyordu öyle çalışkandı; tuz çuval, çuval alınırdı, mala vermek için. Kıl çuvaldan aldığı kaya tuzunu getirdi ‘a bu tuzu al, ma taşların üstüne koy, kuzular, hayvanlar yalasın sonra a bu da babanın yoğurdu, ekmeğidir, babana götür’ .Ondan sonra önce yemeğimi yedim; dorakla ekmek, çayımı da içtim, tuzu kuzulara verdim. Kalan tuzu da cebime koydum, babamın yemeğini de aldım gidiyorum birden ayağımın altından yer kaydı, az daha yere düşüyordum. Giyime, kuşama, güzelliğine zaafından, bir kadife elbise için babama arsa sattırmış annem Zelhan’ın ‘heyvaho heyyy! benim ağam gitti…o geç kalkar’la feryadını duydum.Baktım ! Selimé İbilé yayla yolunda çırpınıyor, elini sallıyor ‘ be…be; gelin… gelin, köy harabe oldu, köy yok oldu’ E ben bunu işittim, daha durur muyum ? Hemen fırladım ayağımda çarık var. Ne ayakkabısı, çarık koştum gittim. Cebimden çaputa sarılı tuzu aldım attım, babam beni gördüğü zaman, sarılır, tuz babama gelir acıtır diye.Evime çe Resule geldim ki ev yok, yerle bir, toz, toprak, taş, tahta birbirine karışmış; çıkartmışlardı babamı, kapının önüne koymuş üzerine de yorgan örtmüşlerdi.O zaman … oooyyyyy o zaman… o zaman… o zaman ! feleko felek, ne diyeyim sana. Ne olsaydı yine de yaşamak isterdi babam. Boyu uzundu, sarışındı; çocuklarından, torunlarından hiç kimse benzemedi ona, belki biraz kız kardeşi halam Elif, benziyordu. Kasman’da sülalede Efendi derdik biz; ananın babası Mehmeté Şerifé Alié duyunca babamın babasının amcasının oğlunun öldüğünü atlamıştı atı Zülfikar’a, gelmişti. Ben on, iki yaşındaydım deprem olduğunda, annen daha bir yaşındaydı. A o vakit, köylüler Efendi’nin bir kızı daha oldu diye konuşuyorlardı, ordan biliyorum…‘ – ‘yıl kaçtı’ –‘ Bilmem ben, yılı bilmemin faydası ne? olayı hatırlıyorum yeter.Ooohfff ne bileyim ben, hangi gündü, hangi yıldı, bilsem ne olacaktı, hepsi aynıydı günlerin’ bıkkınlığını saklamayan, yaşamını etkileyen babasını 52 yaşında elinden alan, Google amcaya göre 31 Mayıs 1946, Cuma günü saat 5.12 de olmuş deprem, askere gittiği, evlendiği yıl da dahil yaşadığı hiçbir olayın, tarihini, yılını, ayını, gününü, saatini bilme, merak etme bir yana isteği de bulunmadığından altı çocuğundan hiç birinin ne doğum tarihini, ne nasıl doğduklarını bilmeyen babanın, Efendi’nin kızının, annenin doğumunu bildiğini söylediği anda “mümkünatı yok, kesinlikle yanlış hatırlıyordur “ düşünceni depremin olduğu sene Efendi’nin doğan kızının annen değil de çe Taluda Luto (Lütfiye)’yla çağrılan nüfus cüzdanında ismi Selvi yazılmış teyzen olduğunu öğrenmen doğrulayacaktı. Allahtan “bugün ayın kaçı, günlerden ne, hangi yıldayız, yılın hangi ayındayız” sorulara muhatap olacağı akli dengesi yerindedir raporu altmışbeş yaşından sonra gerekliydi yoksa babanın tarih mefhumsuzluğu… ‘babam depremde öldükten dört yıl sonra Mehemed Ali üç, Heydo altı yaşındayken altmış yaşında ki annem (çene Zeynelé Talo -Talo’nun oğlu Zeynel’in kızı) Zelhan, biz çocuklarını bırakıp kocaya kaçtı; Dodan köyünde yaşlı bir adama.Amcan Heydo diyor ki ‘annem ortamızda yatardı benle, Mehemed Eli’nin. ben çok iyi hatırlıyorum, Efendi’nin vurulduğu seneydi, Kasman , Bingöl yaylasındaydık. Haber geldi ‘Efendi vurulmuş’ herkes gitti. İşte Efendi Temmuz’da vuruldu, o kışın değil birkaç yıl sonra Ocak ayıydı, annem Zelhan gece aramızdan kalktı gitti, o kadar. Eyle gailesizdi annem, çocukların hepsi de ona benzedi, dünya yansın tek kendilerine bir şey olmasın… kendini düşünürdü sade’ Zelhan’ın annesinin babası’ –‘baba! Zelhan’ın annesinin babası ne demek ya, annemin babası, dedem desene’–‘ he..he Emeranlı bir Lolanlıymış adını bilmiyorum’–‘dedenin adını bilmiyor musun? ‘–‘ dee get kızım, şart mı? Bilmiyorum’ –‘a bu baban neyi bilmiş ki onu bilsin, amcan Haydar bana anlatmıştı Van’da. Hesena Karamanmış, anneannesinin adı da Naze (Nazlı)’ymış. Apo Yusuf benim en has arkadaşım olan kızına adını koymuş.Anneannesi Naze, a o da çok geçimsizmiş, çocukları apo Yusuf , emike Zelhan gibi. Öyle ki kocası Zeynelé Talo’ya yapmadığını bırakmamış, hakaret de ediyormuş durmadan ‘hera, eşek’ dediği kocası, babanın dedesi Zeynelé Talo iki çocuğunu , karısı Naze’yi, köyünü Kasman’ı bırakıp bir sabah çekmiş gitmiş…gidiş o gidiş ne haber, ne bir şey…mezarı nerde kimse bilmiyor.Ma o da sorumsuz, bencilmiş, geride iki çocuk ne olacak halleri diye düşünme yok, kızı Zelhan gibi, bırakıp gitmiş çocuklarını.’–‘Alkışlanacak hareket.Baba, deden çok akıllıymış.O dar çevrede, kapalı yerde, onca akraba arasında kafayı sıyırmadan, çekmiş gitmiş.Sorumsuz da değil, bilmiş ki çocuklarına bir şey olmaz, illaki bakan çıkar.Çünkü köy aynı kökten üreyenlerle dolu.Adamcağız o zamanda kendine dayatılana karşı çıkmış, oraya sıkışıp kalmamış, yeni ufuklara yelken açmış.’–‘hele bak, karıyı, çocuğu bırak git olur mu? Dayım Yusuf , annem Zelhan çok küçükmüşler babaları gittiğinde, köyde erkek çocuklar babalarının ismiyle çağrılır, tanıtılırdı ya dayım Yusuf’a lace Yusufa Zeyneli demezlerdi, Yusufé Nazé- Yusufu Naze ( Naze ’nin oğlu Yusuf) derlerdi. Dakıla mı. mayemı Zelhan’a, o komşumuz dul Fadime (Fade) ‘Dodan köyünden Seys Üseyin’in karısı ölmüş, adam seyittir, talipleri çoktur.Burda bu hepsi deli çocukların eline bakar durursun, adam para verir, bakar sana, kıymetini bilir.Bu her biri cenevar, seni döven, hergün küfür eden oğlanların elinden kurtul’ diye, diye kandırdı. Kaçtığı Seys Hüseyin’de anneme, ne para, ne bir şey verdi, anca hizmetini yaptırdı. Fade’nin kendisi de Seys Hüseyin’in oğluna, Gül dedeye kaçtı, annemin Zelhan’ın gelini oldu, bir oğlan doğurduktan sonra da öldü. A o Gül dedenin karısı , annemin üzerine kuma gittiği Güle baktı o bebeğe.Ben annemi akıllı biliyordum…çok değerli bir kadın biliyordum; teyyyyyy…hiç böyle bilmezdim.Amcam Halil öldü, çocukların perişan olmasın diye aynı ev damında yaşadığın kayınbiraderin Resul’le evlendin, bunda bir şey yok.Ama babam öldükten sonra bu yaptığı neydi, malının, mülkünün üzerine otursaydın, gül gibi yaşasaydın.’ – ‘çözdüm ben bu sülaleyi, eğer babaannem çe Resulde, ev damında evleneceği bir erkek bulunsaydı kaçmaz, onunla evlenirdi ama kayınbiraderlerin hepsi ölmüş, evlenecek kimse kalmamış ki’–‘ Çene, ayıp babaannen o senin’ –‘Anne! yalan mı?’–‘Kız, doğru diyor. Annem; a o kadın; kocaya kaçınca, ev damında hem yetim, hem öksüz kaldık biz dört oğlan kardeş. O zaman kavga, döğüş ne ev damında, ne de köyde eksik olmazdı.Her evde bağırma, çağırma, nefret ederdi insanlar birbirlerinden.Her şey kavga için bahaneydi…her şey.Dewa ma Badan’da yol boyunca suyun aktığı arkın başında köylüler durur, suyu kesip kendi tarlasını sularlardı. Sırf bu yüzden “eree laooo, kütik, daha benim tarla sulanmadı, suyu kesmişsin’ diyerek küreği, tırpanı, baltayı eline alanın çıkardığı kavgaları anlatsam 500 sayfayı geçer.Haddi hesabı tutulamayacak kadar çok kavganın, dövüşün kardeşi kardeşe vurduran olayların en bilineni de Talo Mustafaé ağayla, Zengel’e yerleşmiş Ağaé Mustafaé arasında geçendir; efendime söyleyeyim ; Ağustos ayında Zengel’den gelen ark suyuyla dolan yapay Ağa gölünden Kasman’ın Emeran’a sınırına yakın arazilerini sularken, birden suyun kesildiğini görünce o sıcakta ark boyunca yürüyüp , kan ter içinde bir saatte göle vardığında kardeşinin arkın başında kestiği suyla tarlasını suladığını görünce ‘ ya Hızır’o Galo, biliyordun tarlayı suladığımı, bu sıcakta beni buralara yürüttün.Eree vicdansız bırak suyu’ – ‘ hele şuna bakın! demiyorsun arkada birileri de vardır.Hama tek senin arazin mi susuzdur.Bize tarla sulayacak su bırakmıyorsun önce ben sonra sen sulayacaksın.Hak budur çünkü suyun başı burasıdır, benim arazimdedir, benim gölümdür’ atışmalarıyla alevlenen tartışmada Talo Mustafaé ağanın kardeşi Ağaé Mustafaé tarafından dövülüp, dermansız vaziyette dewa ma Kasman’a dönmesiyle ne olduğunu öğrenen beş oğlundan üçünün silahlarıyla atlarına atlamasını ‘ beni de bekleyin’le durdurup; silahını, kılıcını kuşandıktan sonra ‘ haydi gidelim’ diyen babalarına ‘bu yaşlı halinle sen niye geleceksin? Biz gider, hesabını görür, amcamın anasından emdiği sütü burnundan getirir, döneriz’– ‘ Eroo , kardeşim Ağaé haksızdır ama tekdir, siz üç kişisiniz, böyle olmaz ; siz Talo’nun oğullarıysanız biz de Mustafaé Zeynel’in torunlarıyız. Bakalım kim kimin anasını ağlatacak, belli olsun’ diyecek Talo’nun kavgayı önlediği ama kardeşinin suyu bırakmasını sağlayamadığı şartlarda; akşama kadar uğraşıp elde kürek Mengel köyünün alt tarafından; Aradzani (Murat) nehrinin sağ kollarından Emeran’ın üst kısımlarında Güllüce çayının da kendisine katıldığı benim deli dolu avare nehrim deré Mengelî’n; bir kanalından suyu Kasman’a getirip; çayırını, tarlalarını sulamak için hem dedem Memil’in kardeşinin oğlu hemde dayım (Xalo-halo ma) Yusufé Zeynelé Talo’ya yardıma giden abim (Hüseyin) Uso’nun peşine takıldığım, hayvan peşinde dağ tepe dolaştığım, tarlada tırpan, ot, saman çekip, biçilen otları bağ, hayvan pisliğinden tezek yaptığım çocukluğumda, babam yok ya öyle bir yokluk içine düşmüştüm ki abilerim, hanımları sandığa kilitleyip ekmek kaçırıyorlardı bizden. Sadece bizim ev damında değil Kasman’da, Badan’da, diğer köylerde herkes, yapılan ekmeği ortadan kaldırıyor, nereyi uygun görüyorsa oraya saklıyor; yemek vakti gelince sayılı çıkarıyorlardı.Oooo şimdi anlatınca böyle inanmıyorsun ama teyzemin kaynanası öyle bir kadındı ki demişti Uso (Üseyine) Gaborj, açlıktan ekmeği kilitlediği sandığın önünde kırıntıları toplayıp yiyen torunlarına bile acımazdı zaten biri de açlıktan şimdi diyorlar ya bakımsızlıktan öldü. Senesini bilmem, babam öldükten sonraydı bir kıtlık… bir kıtlık başlamıştı tarif edemem ’nereye gidiyoruz’ – ‘ Hınıs’a’ dedi abimn Hasané Halilé ‘Hınıs’a buğday, ekmek aramaya’ bindik Karkapazar seferinde büyük dedem Memil’in el koyduğu kağnı arabasına, açlıktan takat, hal yok öküzleri sürelim öyle bir perişan haldeyiz. Bir köyden geçiyoruz nasıl çorak, tek ağaç yok zaten Kürt köylerinde çok ağaç yoktu.Kadının biri oturmuş kapı önünde yakmış ateşi, koymuş üstüne sacı ‘Kemo, Kürt köyüdür burası.Bak ! şu ekmek pişiren kadın git, yüzü temiz birine benziyor. Alla Rızası için de… ekmek iste, al, gel’ atladım kağnıdan, yaklaştıkça pişen ekmeğin kokusu midemi çalkalıyordu. Kürt köylerine, Karkapazara tırpana gittiğimden Kürtçe konuşmayı öğrenmiştim dedim ‘xwişka min; bacım Allahın yolcusu, Hz. Muhammed Mustafa’ nın kuluyuz, açız’, kadın üç dört ekmek verdi, o ekmeğin karın doyuran sıcaklığını da, tadını da bugün dahi hatırlarım. Malımız, davarımız vardı yok değildi ama tereyağını toplayıp celeplere, çerçilere satıyorlardı, bir gün Zerfet yapmadılar doya doya yiyelim, yediğimiz; dorak, ekmek… dorak ekmek. Kaşık, çatal ne? yoktu ki, Hase Çarık, ağaç getirirdi ormandan, kaşık yapardık. Çe Resulün damındaki veyvilerin (gelinlerin) ne Selbi’nin ne Nace’nin gamı değildi temizlik, bitler gözümü çıkarıyorlardı. Altımda uzun paçalı bir tuman ( don) üzerimde demeye bir şahit lazım gömlek diye bir bez. Beş sene bir gömlekle gittim, geldim Kasman’da ki ilkokula. Yine bir gün abim Hasan ‘eree Kemo, Öleng’e git emıke (halan) Elif’ten biraz para iste, alışveriş yapalım şeker, sabun, un, hayvan alalım’ dedim ‘ayıp değil mi ben , üstüm başım bu halde nasıl gideyim.’ Para lafını duyan abim Üseyin , Leylanın babası gitti Hesené Memet Ali Caferin gömleğini ‘ Öleng’e gitsin gelsin, hemen getireceğim’ sözünü vererek aldı, getirdi ‘ giy bunu, git’. Bana güvenmediğinden (Ali) Eli Kamoru’yu da başıma yaver diktiler, gittik. Ne para, ne pul, ne yüz verdi, sadece iki buçuk lira verdi Eli’nin eline emıke(a) Elif o kadar, işe yaramadı gidişimiz. Onaltı yaşında vardım, bir baktım abim Hasané Halilé ‘Kemo Kasmanlılar, Erzurum’a tırpan almaya gidiyorlar sende git dedi ‘ne işim var benim ev dolu tırpan’ –‘akla bak’ bozulmayacak mı hiç? Git boş boş oturacağına’ Alah, Allah o ne meseleydi ben hala anlamış değilim.Herhalde gitsin yolda ölsün, ben de kurtulayım diye düşündü’ –‘Baba yapma! o kadar kötü olabilirler mi?Belki tırpan ucuzlamıştır onun için demiştir. ’ –‘kızım, kızım kim, niye, nasıl öldü derdi ki, kimse peşine düşmezdi bile, öldün, öldün…tamam . Babamın arsalarını da bir güzel üstlerine alırlardı. İbi Rısk’la birlikte gittik Erzurum’a, tırpan aldık ordan başka bir dükkana girdik orda host vardı, tırpanı üstüne koyup bileylediğimiz, dövdüğümüz bir taş diyeyim.İbi Rısk sen onu çal.Çıktık dolaşırken çarşıda ‘ eree Kemo ben host çaldım’ dedi .Biz dolaşırken bir baktık dükkan çalışanları bulmasın mı bizi? Nasıl bir dayak attılar, paramparça ettiler İbi Rıskı. Amcam Halilé Memilé’in boyu dedem Memil gibi iki metreymiş.Dedem Memilé Talo’nun karısı yani nenem ölünce’ – ‘adı neymiş babaannenin’ – ‘tooo hooo, ahret sorusu, seksen, yüz yıl geçmiş, ne bileyim’–‘ne demek ne bileyim? insan babaannesinin adını bilmez mi?’ – ‘bilmez..bilmez görmedim ki, ben varken o çoktan ölmüş.O kadar derdin, açlığın, fakirliğin arasında nenemin adı ne diye sormak aklıma gelmedi. Hem ev damında ne adı, ne de bahsi hiç geçmedi’ açıklamasının peşinde bir ay, belki daha da fazla babanın, babasının annesinin adını, büyükbabası Memilé Talo’nun kaç evlilik yaptığını öğrenmek için yapılmadık telefon görüşmesi, alt üst edilmedik aile tarihin yazıldığı kitapları bırakmamana, baktığın kitaplarda K(o)ürtegül (1894, kimilerine göre 1895) de ki gibi, diğer aşiretlerle çatışmaların, kavgaların hatta ve hatta aşiretin ilk yerleşim yeri Sülbüs, Badro dağlarının eteklerinde kurulu Dersim’in Civarık köyünden; her zaman mal sayıp, hiç görmedikleri, tanımadıkları erkeklere sattıkları kadınlardan şatafatlı bir düğün, yüklü bir başlıkla evlendirdiği erkek kardeşini gerdek gecesinde beğenmeyip bir yolunu bulup evine geri dönen o zamanda cinsiyet eşitsizliğinin farkına varıp kendisine dayatılan kadere karşı çıkan devrimci karakterine, cesaretine hayran kalınacak belki o toprakların ilk kadın hakları savunucusu olmasının, erkek hegemonyasına başkaldırmasının intikamını aile tarihini yazan tümü erkek yazarların ismini söylemeyerek, anmayarak aldıkları ihtimalini dışlamadığın Karsanu aşiretinden İlbayı Eliyi (Alié) Mura beyin kızının kaçtığını öğrenince ‘namusumuzu geri verin ‘le evini kuşatan ‘dönmeyeceğim’ direnmesine Haydaran aşiretinin oğluyla nişanlı küçük kız kardeşini kaçırıp, kardeşiyle evlendirerek karşılık veren Zeynelé Yusufé ağanın aşiret geleneklerine göre bu mala tecavüz barındıran saldırısı; Karsanu, Haydaran ve diğer Dersimli aşiretlerin başvurdukları Padişahtan ferman çıkartıp Civarık’ı kuşatıp, yakıp yıkmaları, onlarca kişinin de ölümüyle sonuçlanınca, yapılan aşiretler toplantısında haksız bulunup geri istenen İlbayı Eliyi (Alié) Mura beyin küçük kızını ‘bizim namusumuz oldu ancak mezardan alırsınız’la vermeyerek alınan kararlara uymadığından aşiretini başına getirileceklerden korumak için; 1786 yılında 30, 40 hanesiyle birlikte yola düşüp Zeynel mezrasını kurarak yerleştiği Karer’in (Kığı) Mirlerinden (beylerinden) Yazıcıoğullarının düşmanı aşiretlerce ‘Zeynelé Yusufé ağayı oradan çıkar yoksa saldıracağız’ tehdit edilmesiyle 1787 yılında “Kızılbaşlar geldi”yle karşılanacakları Ermeni köyü Darabi’ye sonrasında İran, Irak sınırına doğru ilerleyen hat üzerinde Gımgım’ın, Mengel, Kuzik, Zengel, Emeran, Kasman, Badan, Muskan, Uskıran köylerine göçün; aşiretler arasındaki ve aşiretlerin kendi içindeki husumetlerin, kavgaların, Padişaha, hükümete ihbarların, iftiraların, öldürmelerin; Hormek aşireti liderlerinden Selimé Ağaé’nın öldürülmesinin sebeplerinden biri olacak kaderlerini değiştirmedikleri, değiştirmelerine de izin vermedikleri aşiretin kadınlarının; ne adlarına, kökenlerine, ne ebeveynlerinin kimliğine, kardeşlerinin olup olmadığına, ne sürekli göç, çatışma ortamında kocaları öldüğünde, öldürüldüğünde kayınbiraderleri, kocalarının amcalarıyla evlendirildiklerinde ne hissettiklerine, düşündüklerine, yaşamlarına hangi şartlarda devam edip, hangi kapılarda süründüklerine, nasıl evlendirildiklerine, nasıl öldüklerine dair bilgilere, izlere ulaşmak bir yana adeta yok sayılmaları; maruz kaldıkları tahminleri bile aşacak aşağılanmaların, gaddarlığın ve zulmün gizlenilmesinden başka bir şeyin belirtisi değildi.O yüzden zavallı kadınlara yöneltilen ‘niye boyun eğdin, niye karşı çıkmadın, niye terk etmenin ’li altı doldurulmamış cümleler…çözümler sunanların; Zengel’li Velié Ağaé’nın Kasman’daki amcaoğlu Velié Mustafaé Talo’nun kızı Gülnaz’dan doğan beş kızı dışında; çene Küçükağa ‘ben öldükten sonra da çıkarmayın’ dediğinden birlikte gömüldüğü boynundaki siyah boncuğu vermiş halası Karer’li Alié ikinci Zeynel’in kızı, Küçükağanın kardeşi Zerif’in doğurduğu, adı yine bilinmediğinden ey okuyucu ! her okuduğunda; duygudan, vicdandan bi haber; dağdan, taştan, kavgadan, gürültüden bol bir şeyi bulunmayan sevgisizlikten, düşmanlıktan beslenen bu diyarda değil de başka bir diyar da doğsalardı yalnızca kendilerinin değil başkalarında kaderlerine yön verecek kudrete erişebileceklerinin kanıtı Habeş kültüründe anlamı “bu şekilde değil, böyle değil” Makeda; İslam’da Belkıs; Matta İncil’inde “Güneyin Kraliçesi”; Luka İncil’inde Süleyman’a götürdüğü üç hediye altın, baharat ve değerli taşların yansıması altın, buhur ve mür’ü verdiği bebek İsa’yı reddedenleri de yargılayacağı söylenen “Meryem’in habercisi”, kendini beğenmişlere “kim olduğunu sanıyor, Saba Kraliçesi mi?” ayarı verilen Saba Melikesi Belkıs; aklına düşsün diye Belkıze ismini yakıştırdığın kızını kendi elleriyle öldürmesi gibi babalardan oğullara mirasmışçasına dünden bugüne devir ettirilen, adı hatırlanmayan yüzlerce, binlerce kadını hayatından etmiş, yapanın cezalandırılmadığı…gizlenmiş devlet, toplum, aile destekli cinayetlerin sürekliliğinin de kadınların sindirilmelerini, korumasızlıklarını, çaresizliklerini algılamaları cidden o kadar zor mu? Ahhh Belkıze ahhh; ‘ a o Velié Ağaé kim biliyorsun , amcan Hasan’ın mezar taşına yazılmasını istediği ’ candır dayanmaz cefaya, güldür bir gün solar’ onun lafıydı.O kadar çok ağrı çekmiş ki a bu lafı söylemiş, altında kuvvetli doru bir at var idi, Cibranlılarla yapılan çatışmaların birinde ayağından kurşunlandığından, amcasının oğlu Mehemed Halité Alié’nin – mezre ve yaylalar içinde evi, ocağı olana göre isimlendirildiğinden – mezre Eliağa’daki evine gelmiş, bakımı orada yapılmış fakat sakat kalıp topalladığından yanında hep kendisini ata bindiren, indiren, işlerini gören bir hulam (hizmetli) taşırmış.Yan unsurları değişse de ‘avradın’ yerini hep koruduğu, günümüz revizesi; para, silah , iktidar, karı; ev, araba, hatun, cep telefonu ya da su…para… kadın (karı) sesi oldurulan cahiliye devrinin, ataerkil kültürün mihenk taşı hayatta ihtiyaç duyulan üç materyal ‘at, avrat, pusat (silah)’ yanlarında olsun da tek, geri kalan her şeyin eğitim, kültür, medeniyet, bilim, ilim ve irfanın fasa fiso sayılıp umur olmadığı her ataerkil soyda, aşiretteki her erkek gibi kadınlara; kavgaya; son olarak da şehirde, köyde, yurtdışında nerde olunursa olunsun ev damlarında ardı arkası kesilmeyen günde en az on kere duyulan, sorulan ‘ ne yiyeceğiz… yapsaydın ya şöyle güzel ağır, etli bir yemek…ne var yenecek…ne yemek yaptın…bir şey yoktur ağzımıza atalım….içelim’le yemeğe, içmeye de düşkün öylesine ki bir gıdıkı (oğlakı), çok sevdiği koca bir tepsi Zerfeti tek başına yiyen, akrabalarına ‘koynunuza genç alın, genç nefesi koklayın ki genç kalasınız, cinîke… kadın …evlilik dar ayakkabı gibidir ( zevaj sol teng o) sıktı mı, çıkarıp atmaktan başka çare yoktur’ nasihatini de eylemiş Hormekli ulu bilgelerden Zengenli Velié Ağaé babayiğit, omuzları geniş güzel bir adamdı da , namı vardı, bir köye, bir haneye geldiğinde ‘Veli ağa geldi’ denilince ayakkabı giymeye fırsat bulunmadan çorapsız koşulur, karşılanırdı.Bir defasında dewa ma Kasman’da akrabalar toplanmış konuşuyorlar, kız kardeşi Rukoş’la evli Mehemedê Aliê Aliê Mahmutê çok güzel taklit yaptığından ‘ zama (damat) hele kalk, bize Velié Ağaé’nın taklidini yap’ dediğinde babam, Efendi, o da kalkmış yürüyüşünü, sesini benzetip ‘ eree baoo…Şerif’le taklide başladığında dışarıdan Velié Ağaé ‘nın sesi duymuş ‘ eree baoo… Şerif’ .İçerde Mehemedê Aliê, dışarıda Veli ağa aynı Şerif diye bağırmışlar. Gülüşmelerden mevzuyu anlamış, kızını Belkıze’yi öldürmüş Velié Ağaé, kendisini karşılamaya koşanlar arasında saklanmaya çalışan Mehemedê Eliye (Aliê) ‘ ulan şerefsiz, utanmadın amcanın taklidi yaparken, alay ederken amcanla. Al bu atımı, götür… güzelce derede yıka getir, bu da senin cezandır’ demiş.Ma, a bu Hormeklilerin en gaddarlarından bu Velié Ağaé’nın iyi bir başlık da alarak ağabeyinin oğlu Alié Mahmuté Ağaé’yla nişanladığı Belkıze; adamın ilk eşi falan değilmiş.Kuma gideceği epeyce de yaşlı amcasının oğluyla evlenmek istemediği gibi sürülerine bakan, doğru yanlış bilmem öyle anlatıla , gönül verdiği çobanla kaçma planı yapmış. 30 haneli bir köyde kızının çobanla kaçacağını haberini alması zor olmayan Velié Ağaé ‘baoo ben dağa taşa nam yazdırmış Mustafa Zeynelin torunu Veli ağanın kızı çobana kaçmış dedirtmem. Sende Eliye Mahmut (Alié Mahmuté Ağaé), sende nişanlının, helalinin seni bu hale düşürmesine izin vermeyeceksin. Ailemizi, namusumuzu lekeleyecek böyle bir rezalete evet demem, şanıma da yediremem. Benim kızım… nasıl böyle bir şey yapar? Yapıyorsa da, beni atasını, velinimetini dinlemiyorsa şayet, ölümü de hak etmiştir. Ben tek başıma hakkından gelemem. Sen de bana yardım edeceksin’ dediğinde ‘apo, gel vazgeç, bırakalım gitsin, kızın günahına girmeyelim, öldürmek nedir?Hiç baba kızına kıyar mı ? ’ dese de Eliye Mahmut ‘eree ne dersin sen! kulakların duymaz dediklerini, olmaz…olmaz aşiretimize bunu yapamaz’ öfkesindeki amcasına söz geçiremez. Bir akrabanın Zengel’in karşısında mezre Pıtıka’da vereceği heyr(hayır) yemeğine karısı Zerif’i ‘ben gitmeyeceğim, sen kalk git, ayıptır’la gönderdikten sonra yeğenini çağıran Velié Ağaé’nın, babasının yapacaklarından habersiz, birkaç parça eşyasını koyduğu heybeyi kapı arkasına çakılmış çiviye asmış, çobanın gelmesini bekleyen Belkıze, odaya nişanlısıyla birlikte babasının girdiğini görünce anlıyor başına geleceği. O da babası gibi babayiğit bir kızmış, kendisini yakalamaya çalışan amcasının oğlunun ellerinden kurtuluyor, kapıya doğru hamlesini babasının çelmesi bitiriyor. O andan itibaren hiç var olmamışcasına adı anılmayan, unutturulan…unutulan Belkıze nasıl mı öldürülmüş? Elleriyle boğazını mı sıktılar, ağzına yastık mı kapattılar kimse bilmiyor, tek bilinen boğdukları Belkıze’yi’ –‘Peki Zerif, kızını öldüren adamla yaşamaya, koynuna girmeye devam etmiş mi?’ –‘Ya ne yapacaktı ?? Kızını öldüren derazası, akrabası, kan bağı var.Akrabasını mı ihbar edecekti? Hele bakın şunun dediğine, Lolıj seni, aptal mısın? Onca çocuk, kızın arasından biri ölmüş ne olmuş ya… ölmüş gitmiş işte o kadar…o kadardı değerimiz biz kadınların.O zamanda önemli bir şey değilmiş ki. Düşün! Alevi, Sünni fark etmez her evde en az altı, yedi, dokuz çocuk, yoksulluk diz boyu, yalnızca aşiretler, mezhepler arası çatışma yok, ev damında, köyde akrabalar, köylüler arasında da kavga, dövüş; insanların varlığı yokluğu anlık; sabah yanında uyandığın, düşman köye baskında, akrabayla kavgada, yolda eşkıya baskınında, çatışmada hayatını kaybettiğinden akşam yanında değil ; gece kucağında salladığın çocuk, süt sağdığın komşun sabah hastalanıp ölmüş. Her an, her gün ölüm var…ölüm. Yas tutacak zaman yok; Saime’yi gömen Sara teyzen, Leyla’yı gömen çene Küçükağa , Fazıla’yı gömen amojın Zehra ne yaptılar, oturup yas mı tuttular? Aynı gün mala gittiler, süt sağdılar, yayık yaydılar, çamaşır yıkadılar, ekmek, çay yaptılar, misafir ağırladılar. Şimdi ki gibi ölenin her görüşte yaşanmışlığını…yaşanmışlıklarını hatırlatacak, anımsatacak ona ait bir odası, eşyası, oyuncağı, giysisi mi kalıyordu sanki, arkasından. Bir entari, bir tıman ev damında aynı yaşta her çocuğun küçülünce diğerinin giyindiği, bir oda birlikte kullanılan, bir yatak birlikte yatılan. Neye bakıp, neye sarılıp da ‘bu yavrumundu diye ağlayacaksın ki.En fazla belki diğer çocuklar almasın diye yatak altına saklanmış tahtadan bir oyuncak olurdu kişiye ait. Ben demiş Zerif, çene Küçükağa’ya ‘şüphelenmiştim ev damında kıza kötü, kötü bakıyor, için için kin duyuyor ‘bemrad ! beni rezil ettin aleme. Veli ağanın kızı bir çobanla olur? ’ diye, diye sabahı, sabah ediyordu. Ama kızını öldürmez, bunu da yapmaz diyerek kalktım gittim mezre Pıtıka’ya.’ Bu Velié Ağaé, evlendiği Ermeni bir kadını Akçik’i de öldürtmüş.’ İslam dininin, Arap kültürünün çok eşliliğini benimseyip öncüleri Ehlibeyt erkeklerinin, Hz. Muhammed’in, Hz.Ali’nin yolunu yol kabullenen, bir gece bir hanımının, diğer gece kumasının, olmadı ahırda bir başkasının koynuna giren Hormekli erkeklerin de neredeyse tamamı, altıncı kuşağa kadar en az iki evlilik yaptığından Veli Ağaé… dur…dur bir dakika ! yazar olmaya çalışan ama olamayacak ancak sosyal medyada ya da bir web sitesinde “konuk yazar”la yazdıkları yayınlanacak duyguları parçalı, bulutlu yazarcık, Veli ağa diye yazdığın bildiğin insanlıkla ilgisi olmayan bir katilmiş ‘– ‘ senin katil dediğine, aile tarihleriyle ilgili kitap yazmış bizim Hormekliler “Talo oğulları Veli ağa ve Memil ağa (babamın dedesi) sanki birer cisimli heykel idiler, Memil ağanın nükteleri çok ince ve zarifti….Zengel’li Veli Ağa cesareti, yiğitliği ve zekiliğin yanında çok yemek yemesiyle de ün yapmış bir amcamızdı …bu değerli ve sevilen amcamız “ övgülerini yağdırıp ‘amca…dereza…amcaoğlu çok akıllıymış’ diye de bahsetmişler.’ – ‘Öyle akıl batsın. Sakın ! katillerin bu kadar sevildiği, saygı gördüğü başka bir memleketi arasan bulamazsın diye başlama. İşte o an sana; dünde ve bugün başbakanın, bakanların onca gencin asılmasına, onca muhalifin faili meçhul cinayetlerde yitirilmesine sebebiyet veren devlet yetkilileri; onca istihbaratçı, hakim, savcı, Başbakan, Cumhurbaşkanı; Salim Başol, Ali Erverdi onca Milli Birlik Komitesi Başkanı Cemal Gürsel; Cevdet Sunay , Nihat Erim, Mustafa Kubilay İmer, Süleyman Demirel, Kenan Evren, Bülent Ulusu, Tansu Çiller, Murat Karayalçın, Mesut Yılmaz, Çevik Bir, Erol Özkasnak, Mehmet Ağar, Sedat Peker, Korkut Eken’in ardından söylenmemiş “bir koltuk için 19 erkek , 20 kız kardeşini, 17 cariyesini, annesini ve öz oğlu Murat’ı öldüren katilin cenazesine gidilir mi? Babam da olsa katil katildir “i söyleyecek dürüstlüğünün gereğini yapıp babası III.Mehmet’in cenaze törenine gitmediğini resmi tarihin yazmadığı, 1603 yılında tahta çıkmış I.Ahmet’in 14.padişah olduğu Osmanlı İmparatorluğunu, Hitler Almanyasını, Mussolini İtalyasını, Boşleviklerin SSCB’sini, Doğu bloğu ülkelerini, Ortadoğu’nun BAAS, şu anda dünyanın pek çok ülkesinde var olan “neyse ne, benim dediğim olacak!”lı majestelerinin askerliğini benimseyenlerin, spiral döngüsündeki diktatoryal , otokratik ama nasıl oluyorsa aynı zamanda demokratik rejimlerini hatırlatacak birisi illaki çıkacaktır.Tehlikeli olansa hep vardı, var olacaklar düşüncesinde insanlıkla bağdaşmayan katilliğe methiyeler dizerek, katilleri kutsayanlara karşı çıkılmayıp “dünya var olduğundan beri böyle” mantığında mevcuda kol kanaat gerilerek yaratılan “işe-gelen – bihaberlik” konformistliğine, kolaycılığa kaçıldığı için sorunları çözmede karşıtını yok etmeye dayalı radikallik rağbet gördüğünden, gözleri önünde onlarca insanın ölümünü, sudan sebeple çıkarılan savaşları seyretmekten hicap duymayan koca bir kitlenin, dünyanın varlığıdır.Oysa, ülkene, topluma, ailene, sülalene, kendine saygı ihtiyacında – az sonra da ne saygısı diye yazabilme ihtimalini dışlamıyorum – sadece suçu ispatlanmış, bir masumu hayatından etmiş katilleri değil, onlara meydan verenleri, yetiştirenleri de cendereleyip, deşifreliyerek toplum içinde çıkmayacak duruma getirmek, bir telefonla dünyayı elimizin altında getirmiş, Jeff Bezos’un 11 dakikada uzaya gidip geldiği bu yüzyılın, ileri medeniyetin gereği değil midir? Kendisini yüceltmek, yukarıya çıkarmak kişiyi aşağıya yere indiren bir anlayıştan yoksun medeniyet dışı geri kalmışlıkla eşitlenmiş katillik arasındaki biri indiğinde diğerinin yukarıya çıktığı, diğeri yukarıya çıktığında o birinin aşağıya indiği hiçbir zaman birlikte ne yükselinebilinen, ne de aşağıya inilebilinen tahterevalli ucundaki bir hayatta “indir lan beni”, “indirsene”, “çok kötü oldum” sesini duymayıp gıcık olunanın kıçını tak diye yere vurdurma pisliğinde, ne yazık katilliği kutsamayıp tavır alındığında; zarar görüleceğinin, dışlanılacağının hayat tecrübesi oldurulduğu mekanizmada güncelliği yitirtilmeden zihinlere itinayla yerleştirildiğinden bireyleri olduğu konumda…bulunduğu yerde mıhlatan; karşısına dikileni de ya astırtmış ya öldürtmüş ya da tehcirlemiş devlet, beka, vatan, aile, namus, ar, onur için yaptım ‘ argümanlarına atıfla, kendini haklı gören onbinlerce sebep, bahane sıralanıp niyeyse de ! saygı duydurulan babayiğitlik, kabadayılık, eşkıyalıkla bütünleştirilip, yüceltilen katillik müessesi öylesine geçerli kılınmış, doğallaştırılmıştır ki, insanları hayatından eden onca Topal Osmanları, Haluk Kırcıları, Ogün Samastları var etmiş, taçlandırmış bu topraklar da nice Akçik’ler, Belkıze’ler kimselerin ruhu duymadan öldürüldüğünde; geceden yağmış yağmurun ılıklığı kaldırım taşlarında, sokaklarda hava daha tam aydınlanmamış, sabaha karşıydı uyandım.Hep olageldiği gibi ölenlerden, öldürülenlerden habersiz uyku derinliğinde, sessizliğe sarılmış şehrin nefes alıp almadığından kaygılı kahve yaptım, bir de sigara yaktım; tek eksik belki de Sezen Aksu’nun klarnet eşliğinde söyleyeceği “Yarası Saklım; Bir kırık gençlik hikayesi “ şarkısının arka fonda çalmasıyken, boşluk gibi hareketsizliğin içinde artık hiçbir bir şeye kalmamış inançsızlığımla, yüz yüze oturdum kendimle, sevmeyecek kadar iyi tanıdığım acılarıma, bıkkınlığın çöreklendiği gözlerime bakamadı gözlerim…ne söylenseydi kar etmediğinden, dinlemeyeceğinden şu andaki düşüncelere, inancını yitirmene ulaşmak için onca yılın geçmesi gerekti hayatından.Yoksa çocukluğunda, gençliğinde hep inanmadın mı sende, her anlatılana, anlatana, olana, yapılana. Unuttuğunda olmuştur ama ne zaman ki 12 Eylül oldu, yoldaşsız kalındı; ne zaman ki işsiz, aç, açık kalındı; ne zaman baktın ki 30’undasın; ne zaman ki kardeşlerin evlendi; ne zaman ki sosyal demokrat partilerde çalıştın; ne zaman ki kanser oldun; ne zaman ki öldü Haldun… Can…baban her şeyin parçalandığı o noktalarda; arkasında en azından “benim kararımdı “ diye duracağın ilkelerin… inandıkların … çoğu kez beslemediğin umutlarını… soruyu sormadan cevabı ezberletilmiş peşinden koştuğun kavramları; kazara ya da farkında olunmayan bir anda yapılan yüzleşmeyle kalkan örtünün altında tomarla pislik… sırlar…yalanlarla karşılaşılan aile, kardeşlik , bağlarını, ilişkilerini, dostluklarını bıraktın(m) sende, belki bende; ‘gerçekte ne olduğunu, ne ifade ettiğini algılaman, gözlerinle görmen için gerekli miydi tüm bunları yaşaman? ‘iyi oldu’yla alt üst olmasına sevindiklerinin başında gelen; olması gerekli sevilme, saygı, hürmet, değer görme arada sırada ‘iyi ki yanımdasın‘, “seni seviyoruz”u duyma istekli maneviyat taşıyanı değil de; herkesin içinde yaşattığı doyuruldukça ‘ver, ver, ver ‘ tatminsizliğinde level’lar atlayan ‘dünyanın neresinde olunursa olunsun adamlar vatandaşlarına sahip çıkıyorlar, hastalansa ambulans uçak gönderiyorlar, kılına zarar gelse yaptırım uyguluyorlar görmedin mi Rahip Brunson için neler yaptı ABD, bizim devletimizse ohoooo …olaya şöyle bak ! ABD hükümeti seni niye düşünsün, senin hükümetin varken’li haklı istemler dışında ’ el alemden, komşundan bekleyecek halin yok elbette en yakınlarından, eşinden dostundan bekleyeceksin, isteyeceksin ne bekliyorsan, ne istiyorsan’la anne, babadan, evlattan, kardeşten, eşten, akrabadan, arkadaştan, sevgiliden, çalışılan partiden, üye olunan örgütten, cemaatten, tanıdık bazen tanımadık pek çok kesimden, devletten (devletin de vatandaşından) her şeyi, aldığından…alınandan daha çoğunu isteyen, isteten; ‘derdim ki herkes çalar çırpar o asla…’ – ‘ gözümle görsem, kulağımla duysam inanmayacak kadar güvenirdim, herkesten bekler ondan beklemezdim’ – ‘herkes yapar ama o, kesinlikle yapmaz’ dediklerimizin en yapan…en şaşırtan…en şarlatan olduğunu, olabileceğini görmeye de engel içselleştirilmiş, üzerine hayat inşaa edilen(miş) hep bir beklenti içinde olunmasının olağanlığı öğretildiğinden… dayatıldığındandır belki de sınıfta kalmaların, hayal kırıklıklarının çokluğu da. Geçmiştekinin tersine bu yüzyılda; noktalı virgüllü Alfa erkeklerin, kadınların arasında, çakışıyorsa ne âlâ yoksa ona harcadığı vakitte, kendiyle ilgili yapmak istediklerini yapamayacağını bildiğinden, gördüğünden hiçbir bireyin başkası için…onun beklentileri için yaşamak, hayatını feda etmek istemeyeceğinin açık edil(e)memesinin çarpıklığında; kan bağından dolayı en yakının diye tanıtılmışların, elalem diye sınıflandırılanlardan bin beterliğini görüp ‘ kardeşin yapmış sana yapacağını , el yapmış çok mu? ‘yla ortalarda kala kalmalı beklentisizliklerin beklentisinde; yapacağı birkaç yasal düzenlemeyle Avrupa’dakiler gibi daha az sıkıntılı hale getirerek zor hayata katlanılmasını kolaylaştıracağından iktidara gelmesi istenin de iktidara geldiğinde – 12 Eylül darbesini yapanlardan hesap sorulacağını programına alıp seçimlerde propagandasını yapan SODEP, SHP gibi – muhalifken söylediği iç acıcı, demokratik vaatlerini yerine getirmeyip, göz boyayacakları iki üç rötuş sonrası her şeyin eskisi gibi akıp gideceğini de bilmenin salıvermişliğinde; benim inançsızlığımın, güvensizliğimin, ilkesizliğimin kime zararı var? Kendine, diyorsun ya, yanılıyorsun ! inanmamanın, ilkesizliğin, güvenmemenin tahmin edemediğin rahatlığı, özgürlüğü, boş vermişliği savurmadı ki beni, ordan oraya; eskiden herkesin; ailedekilerin, arkadaş bildiklerimin, akrabaların, yoldaşların, Hevallerin, ofistekilerin, dairedekilerin, okuldakilerin, parktakilerin hakkımdaki olumsuz düşüncelerinden, dedikodumu yapmalarından, yerin dibine batırmalarından öylesine korkar, söyleneni duyduğumda da öylesine etkilenirdim ki, uyku tutmaz ‘söylenen gibi, düşündüğün gibi, sandığın gibi değilim ben’ çırpınışlarında, kendimi ispat için kahrederdim günleri .Şimdi bu yüzden sabahlara kadar uyuyamadığım aklıma gelince “ne kadar aptal, banal, basit biriymişsin, yok yok ne demek, ne estağfurullah’ı; bütün bu sıfatları, üstünü bile hak ediyorum. Oysa Türk, Kürt, o, bu , Alevi, Sünni falan filan ayrımsızlığında insanların ( seninde her zaman demiyorum ara sırada da olsa diğerlerinin yaptığını yapan) karşısındakinin içindeki büyümemiş çocuğu ortaya çıkarıp yaralarını iyileştirmeyi, sarmayı düşünmeyecek bencillikleriyle kendilerini parlatmak için başkasını karartmaya kalkıştıklarını, bilmem(n), öğrenmiş olman gerekirdi. Bu bayağı bir efor gerektiren davranışın, düşüncelerin gereksizliğinde asalet, kendini başkalarının gözünden görme, beğenmediğinin griliğini kabullenme halidir de ama nerde sende o kültür? okulda, mahallede, örgütte, iş yerinde, partide yüksek mevkilerde, makamlarda tanıdığı…ardı kuvvetli olduğundan çekiciliğini arttıran; vurdum duymazlığın getirdiği güvenli, güçlü tavırlarda dolanan beş para etmez insanlarla sidik yarıştırmaktan kendi cevherinin farkında olmayan milyonla gibi kendini kahredeceğine, karşılarına dikilip ‘dediklerinizin, düşündüklerinizin on bin kat fazlasını yaptım, ne yapacaksınız ‘ demediğimden öyle kızgınım ki tam şuramdan patlayacak haldeliğimin hercailiğinde geziniyorum amaçsız ve adamım inanamazsın bu beni öylesine de mutlu kılıyor ki okuyucunun yazdıklarımı beğenmesi, beğenmemesi, sıkılması umurum değil ayrıca başladığı bir romanı, filmi beğenmediği halde ‘bir kere başladık, bitirelim bari’yle mecburmuş gibi kendini zorlayan okuyucuyla, seyirciyle işim olmaz benim zira yaptığı o kadar manasız bir aktivite ki anında to dislike; disslaykk yapmak varken, hayır ! ben zaten okunsun diye de yazmıyorum. Hayat ne kadar sürprizlerle dolu öyle değil mi sayın bir zamanlara TRT 2 ‘de konser saatini kaçırmayan okuyucu, çok iyi bilirsin çoğu kez insan kendini; bir eseri, bir faaliyeti, bir şeyi beğenmemesine yermesine rağmen kimselere çaktırmadan o şeyleri sevme, tüketme vari bir fiil içinde bulabilir; hoşlaştığı bir karşı cins mensubuna benzettiği birinin oynadığı berbat bir filmi seyretmek; Franco Gaspari, Paola Pitti’li fotoromanlar; Teksas Zagor’lu macera öykülerini okumaktan zevklenmek gibi, misal şu anda hiç işin olmadığı halde on dakikadır Kanal 7’de dünyanın en saçma senaryolu Emanet dizisini izlediğini fark ettiğinde yaşadığın tiksinti desen değil, nefret desen değil, acıma desen değil, hoşlanma desen değil anlamdıramadığın garip duyguların yabancısı da değilken senelerce evvel de; kampüste arabasında görünce kalbini deli çarpıtan araba galerisi sahibinin oğlunu fırsat bulduğunda tül perde arkasından izlediğini bilmeleri mümkünnatsızken yoldaşların yıkmaya çalıştığın düzenin egemenlerinden burjuva bir oğlandan ( Bejna’nın da senin fark ettiğini bilmediği karşıt sol ideolojiden Halkın Kurtuluş’undan Eyüp’den ) hoşlandığını anlayacaklar diye içinin içini yediği, gezici kütüphaneden aldığın Rüzgar Gibi Geçti’yi okurken hissettiklerinin bir gün karşına Türkçeye çevrisi “suçlu zevkler”, “mahcup zevk” yapılan “guilty pleasure”la ecnebi kılığında karşına çıkacağını tahayyül edebilir miydim? edemezdim, edebilecek kadar öngörün olsaydı zaten vaktini daha değerli şeylere, kitaplara, eğitime, değişik yerleri keşfe harcayacak kadar ilim irfana erişmişliğin icap ederdi (valla iyi ki yazdın bunu) ki, özellikle de eleştirilerinden korktuğun devrimci arkadaşlarının, yoldaşlarının “ıyyy, onu da mı dinliyorsun”, “öykkk, o diziyi de mi seyrediyorsun” çemkirmelerinden, aşağılamalarından doğan bir utanma durumu varken kendine yakıştıramadığından “nereden dolandı dilime bu aptal şarkı?” triplerinde ‘tamam berbat olduğunu biliyorum dostum… suçluyum ama zevk alıyorum, takdir edersin ki bu kumsal da Andrea Bocelli’den “ Love ın Portifino” yu dinlemek yerine Serdar Ortaç’dan şarkı dinlemek gibi hepimizin başına gelebilecek tam bir kendini cezalandırma ‘guilty pleasure durumu’ savunmasına yarayacağından yıllar yıllar sonra müşerrefliğine üzüldüğüm ama bu romanı okuyanların en azından duyduklarında anlamını bilmelerine sevineceğin, kavramlardandı “guilty pleasure” – ‘ şöyle de düşünebilirsin neden saklı, gizli olsun, neden hoşuna giden ama başkalarının basma kalıp gördüğü, saydığı şeylerden dolayı annesi sosyal anksiyete, babası elitizm olacak bir yavrucak; guilty olasın. Benim gizlim, saklım; “guilty pleasure”ım yok arkadaş!Bir şeyden hoşlanıyorsam niye bunu saklama çabasına gireyim ki .? İMDB’si 50’ler de sürünen standart altı filmleri, “ Sen Çal Kapımı”, “Bay Yanlış”, “Aşk Mantık İntikam”lı yaz dizilerini izlediğimde tamam guilty kısmı beynimin bir köşesinde yanıp söndüğünde af etmeyen yüksek egom orda kusarken, pleasure kısmında hücrelerim keyifle dans edecektir. Elbette kıro görünme korkusu ile basitlik barındıran beğenilerimizden utanmamız da olasıdır yine de hakkımda ne denirse densin, bana ne? Yazdıklarını okuyunca, düşüncelerini dinleyince “guilty pleasure”lara gark oluyorum eyyyy yazarcık sonrasın da diyorum ki nihayet, geç de olsa hayatı kolaylaştırmanın yolu böyle bulunuyor kimsenin ne yükünü almak, ne kimseye yük olmak, ne de kimseye bir şey vermek istemeyerek, ayyy benim bu okuyucularım nasılda akıllı bıdıklar, yazarı nasıl da şipşak çözdüler. Peki haksız mıyım düşüncelerim de? yaşamak için ısrar etmenin gereksizliğinde herkesi terk edebilirim; herkese de beni etsin. Nasıl ben artık kimseyi sevmek istemiyorsam, kimsenin de beni sevmesine gerek yok, sevdiler de… sevince ne oldu, ne değişti hayatımda? Neden diye çok düşündüm cevabını bulamadım uzun süre ‘ neden tüm kırılmalarım Can’dan sonra ? . Alışılageldiğinden hep öne konulan “ siyah beyaz olmayan hayatın önemli olan griliğini görmek, anlamaktır” düşünce kalıbının tersine bünyesine kabul ederek karalığını bulaştırıp kirlettiği bütün renklerden uzak duran hepsini geri yansıtan yalnız beyazı da her zaman siyahın yuttuğunu… yutacağını fark etmeyip bireyi, seni nasıl tükettiğini göremediğinden ne yaparlarsa yapsınlar ‘ niye kötülüğümü istesinler, beni düşünüyorlar’ kendini eğlediğin, korunduğunu sandığın aranıza bir mezar girmeden önceki zaman ayrılıklarının ardından atılan hüzünlü kahkahalarımız, gülüşlerimiz vardı bizim diyebildiğin ailenin, yoldaşlarının giydirdiği zırhın içinde dönüp durmuş(um) tun ya sen, ben, şimdi Yargı dizisindeki Ceylin gibi “kendine kök salamamış” biriliğimi keşfettikten sonra hiç bir şeye takılı kalmıyorum; hiç bir şey, hiç bir kimse, hiç bir ilke, hiç bir ideoloji vazgeçilmez değil artık dengesiz, patavatsız, dağınık biri kural dışıyım da; aldığı nefes bile ölçülü ağırbaşlı olan senden farklıyım . Değişimi istemenin değil değiştiremeyeceğini kabullenmenin insanı değiştirdiğine, hayatta gerekli şeyin huzur olduğuna … huzuru bulmak için yapılacak tek şey de mevcutta neye sahipsen ondan; çevrenden, mekanından, dostlarından, ailenden uzaklaşmak olduğunu anlayınca, böyle olunca hayattan, insanlardan beklentilerin sıfırlanınca olan, yapılan hiçbir şey de canını yakmıyor, acıtmıyor, şaşırtmıyor da.Hem ben, hâlâ sanki şu kapıdan girecekmiş gibi gelen Can’ı … babamı kaybetmiş, ölümü görmüşüm daha nasıl büyük bir acı, felaket bekliyor olabilir ki beni?’ – ‘ deme ! deme ! öyle deme diyorum; bir deprem, annenin ölümü mesela ne hale koyar seni, un ufak olursun, bulamayız seni’ – ‘ya bir kerede…bir kerede farklı bir cümle kurun, anlamaya çalışın insanı.Teselli diye herkesin yaptığını yapıp en uç , en kötü olasılığı öne koyacağınıza. Evet ! kesinlikle öyle olur, toplayamaz, bulamazsınız beni diye harap etme kendini zira Birhan Keskin’in mısrasıyla “ileride bir şey yok gördün”… gördüm diyorum. Ay-nen bacım mı dedin sen ! Saime gibi. Şu Saime, çene Haşimé Hasané anam, anam bazen öyle gereksiz konuşuyor ki’ –‘bazen mi?’–‘gelmiş diyor ki babana , seksensekiz yaşındaki adama ‘keke, kocaya gittiği zaman , anneni Zelhan’ı gördü mü? Yani sen kocaya gittiği zaman gördün anneni? ‘ –‘weyy gördüm ‘ –‘niye tiksindin o zaman? ‘–‘ derçenama Saime, Kemal bey yerine ben anlatayım sana a bu hala Zelhan, kayınvalidem Van’da bize geldi, Ankara’da da bize geldi, kaldı sonra amca Hüseyin aldı götürdü Kırıkkale’ye. Haydar’ın yanında evinde kaldı. Ben evlendikten sonra üç sene Badan’da kaldım ya geliyordu 15, 20 gün kalıp gidiyordu, kışın geliyordu .Çocukları gıcık alsa da geliyordu, hoş geldin diyorlardı, konuşuyorlardı, sesini de teybe, kasete almıştık. Öyle güzel sesi vardı ki, içinde ağıt söylemiş, öyle güzel. O kaseti bulamadık Bilmem, a o çocuklar küçükken oynamış ne yapmışlar?’–‘Kemal amca şimdi kalbini kırmıştır onu hatırlıyor, herhalde annem sağ olsaydı öyle yapmasaydım mı diyor?’–‘bacı, waye yıllar yıllar geçmiş yapacak bir şey var mı?’–‘ sonuçta pişmandır Kemal amca. Emıke Zelhan herhalde Seys Hüseyini’ de sevmiş , orada biraz rahatlık görmüş öyle diyorlar’…şu Saime’ye baksana, geçmişte, şu anda olan, olmuş her mevzuya dahil bir yorumcu; Selçuk Tepeli maşallah; komik kadın hele de kendi cimriliğine bakmadan akrabası 80 yaşındaki kocası Agaé Halité Mehmeté Müminé, cimrilikle suçlaması yok mu? Genelleme yapacağım zira Almanya’da çalışıp Türkiye’ye tatile gelen ya da emekli olup 6 ay Türkiye, 6 ay Almanya’da yaşamayı seçen kimi tanıdıysam amanınnnn !!! Moliere’in Cimrisi yanlarında bonkör kalır halbuki Türk lirasının 11, 12 katı Euro’yla maaş alıyorlar üstüne Türkiye’den de emekliler. Onca yıldır tanırım, tek gün amca Agaé Halité bir cafe, simitçi de çay, kahve içerken, bir lokanta da yemek yerken, bir otele ya da bir başka şehre gidip tatil yaparken görmedim. ‘Nedir bu dışarıda yemek yemek modası? Cafe’de çay içsem , lokanta yemek yesem ,tatile gitsem ne olacak aynı insan değil miyim’ garipliğinde bir savunma tutturmuş gidiyor.Ayyy daral geldi dayanamadım sonunda amca dedim bir gün, herkes senin gibi yapsa, düşünse ortada hizmet sektörü kalmayacağı gibi Cafe, Restoran, otel yapılmayacağından inşaat sektörünü de batıracaksın. Şimdi bunun arsası var Yıldız’da imar geçti 10 daireli apartmanın 5 dairesini almak üzere anlaştığı müteahhitten temelden bir daire daha satın alıyor, niye ? şeytanın aklına gelmez; apartmanda yönetimde çoğunluk bende olsun, sanki sivil toplum örgütü ta da bir dernek apartman ya yönetim bende olsun nedir ? kimin aklına gelir bu, apartmanı şirket görüyor. Bir insan 32 yaşında gencecik oğlunu toprağa verir de para, pul, mal peşine düşer mi? Tuhaf gelecek belki ama evladını kaybeden kimi tanıyorsam, kimi gördüysem önceleri ‘ malın, mülkün olsa ne yazar, kurtardı mı evladımı? o ki ölüm var dünyada ’ diye konuşurken bundan sonrasında bonkörlük beklerken tam tersi bir yörüngeye giriyorlar. Dikkat etmedin mi? Bundan sonra dikkat et söylediklerimin doğruluğunu, göreceksin.Ya da benim tanıdıklar, Hormekliler öyle ne bileyim. Can’ın annesi de öyle oldu. Gelin anlattı, Mustafa’nın karısı Migros’a gitmişler yoğurt almak için ‘aman! her şey burada ne kadar da pahalı. Gel BİM’e gidelim orası daha ucuz nihayetinde yoğurt işte ne kadar farklı olur ki’ diyerek BİM’e gitmiş.Gelin anlatınca aklıma hemen mahalledeki Fatma geldi, kocası inşaat, turizm alanında iş yapan holdingin sahibi, Ayaş’ta , Kaz dağlarında jeotermal beş yıldızlı otelleri var, altı odalı tripleks evde oturuyor ,iki oğlundan birini Can gibi trafik kazasında kaybediyor. Yağmurlu bir günde eve dönerken galiba Oran yolunda kayıyor araba, yanında aynı yaşlarda kuzeni, o yaralı kurtuluyor.Oğlan kendisi kullanıyormuş, korkunç olan ne biliyor musun? Amcası yeğenini kaybettiği kazada oğlu yaralı kurtuldu diye kurban kesiyor. Ne amcaymış be! İnsanlık yerlerde anlayacağın.İşte bu Fatma barbunyasına , çayına kadar her şeyini BİM’den alır.İndirim günlerini takip eder.Oğlun ölmüş ya yirmibeş yaşında trilyonersin git en iyi mağazadan Macrocenter’dan alışverişini yap, organik al, ye, iç .Böyle üç beş kuruş artırmakla zengin mi olunur. Kocası da maşallah en lüks restoranlardan, mekanlardan çıkmıyor, emin ol aldatıyordur da.Onu bunu bilmem de pek bir acımasız oluyorlar hiç bir şeye üzülmüyorlar, acımıyorlar.Belki de acının dibini yaşadıklarını düşünüp merhametsizleşiyor, bencilleşiyorlar. Düşünülenin, sanılanın aksine daha sıkı sarılıyorlar hayatta; ağızlarından ‘Allahım beni al’ duası düşmez, dört çocuğunu depremde yitirmiş teyzem de her gün aynı duayı ederdi ama azıcık grip olsun, azıcık kalbi sıkışsın bir telaş… bir telaş , sevmediği hayatta devam için hemen en iyi doktora gitmek isterdi. Bir de gaddarlaşıyorlar ki, kötü bir olay karşısında üzülmeyip ardına sığınacakları başlarına gelmiş felaketten, evlat acısından istifade edip mağdur pozlarında yıllardır içten içe öfke biriktirdiklerine kusacağını kusup “kullan at ” travmasını yaşatırlar, masumluklarını bile bile, hem de. Mine Leyla’da sanki yedi yaşındaki oğlunu Can’ı kaybeden o değilmişçesine, evlendiğinde yapmayı düşlediği ama yapamadığı her şeyi…hamileyken Erkin Koray gibi çocuğunu okula göndermeyip evde eğitmek için tayin isteyip Bodrum Gümüşlüğe yerleşmeyi düşünürdü, Can’ı kaybettikten sonra ilk işlerinden biri oldu.Can yokken bu dünyada Mine Leyla’nın Gümüşlük’te ev alıp oraya yerleştiğini duyduğum anda böğrüme saplanan sancı nefes aldırmadı, bana neyse diyemedim ki, ha diyince ölemiyorsun da, anne, baba varsa kardeşlerle birlikte başlanılan hayata; büyüdükten sonra ayrı, ayrı yerlerde, mekanlarda ayrı kişilerle devam doğanın kanunu, gereği ancak sevdiğini mezara bırakarak devam etmek, o kadar acı, o kadar özlem yüklü ki.Söylemek… yazmak istediğim yüzlerce şey var, her zaman ki gibi…herkes gibi derinlere gömüp susmak zorundayım; okumayacaksın biliyorum.Ama belki günün birinde bu yazdıklarım şayet beğenilir, okunur “best of” olur senin de ilgini çekip okuduğunu duyarsam; bir Fransız filminde kapısı açık kırmızı bir arabanın yanında ayakta duran, bigudi yardımıyla lüle lüle şekli verilmiş uzun sarı saçlarını elbisesiyle aynı renk lacivert bandanayla bağlamış Brigitte Bardot’un da söylemek istediği, söyleyemediği “bu kadar… ötesi yok yani. olmaz…” sessizliğinde arkasını dönüp gittiği andaki yüz ifadesindeki aynı hisse sahipliğimi bilmeni isterim. Ardından “Non, je ne regrette rien”le gözyaşlarımı akıtırken seni çok özlediğimi de bilmeni isterdim sahnesinde… a o Saime sonunda beni anladı’ –‘ay-nen bacım, ay-nen’ –‘gülmesene! Saime’de böyle, sohbet ediyorsun, bir şey, bir şey anlatıyorsun, bitim noktasında iki heceli “ay-nen”li bir tasdik duyuyorsun. Ana dilin Zazaca da Hüseyin’e U-so; Gülay’a Gu(ı)l-o, Haydar’a Hey-do, Hakife’ye Hak-e hitaplı iki heceli konuşmanın, seslenişin yaygınlığındandır ay-nen’i anladık bu “bacım” nerden çıktı ?’ – ‘kızacağını bildiğimden, Seda Sayan gibi mi söyledim? ‘ – ‘He… öyle dedin, başın göğe erdi mi? Tövbe, tövbe. Hayır ben de eğlenmek için ara sıra markete falan tanımadığım ama duruşuna, bakışına, saçına, boyuna posuna ifrit olduğuma ‘bacım geçebilir miyim ? diyorum da, ipi elden kaçırılmış çoğu kez de ne kadar yükselecek merakından bilerek bırakılmış, nereye gideceği belirsiz kopuk uçurtma gibi alıp başımı gitmek isteğim şu anda gereksiz bir hitap oldu bacım.Evin önüne çıkıp, iki üç basamaklı merdivenin en alt basamağında yan yana oturduk bir sigara yaktık hava tam kararmaya yüz tutmuşken; yıldızlar gözükmüş müydü hatırlamıyorum da etekleri ağır ağır karanlığa gömülen lavanta, kekik kokan civardaki tepelerin, dağların, ağaçların, çiçeklerin birer birer gölgeye dönüştüğü Kasman’da, Badan’da, Emeran’da gece de aniden saldırır gibi bir anda gelir; tek tük idare (gaz) lambaları, korkunun titrekliğiyle boynu bükük ezilirlerdi, aydınlatamadıkları simsiyah gecenin altında, uzaktan uzağa köpek , kurt havlamaları duyulurken; elinde kalan da; herkesin adaletinin, menfaatinin bittiği yerde bittiğini gösteren; tek bir hatanda yargısız infazla, karanlık, kör kuyulara iterek seni kapı dışarı eden, mutlulukları, rahatları için çırpınıp durduğun en sevdiklerinin, yakınlarının, dostlarının açtığı, daha derini olmayacak yaralarla tepetaklak edilmiş, ihanete uğramış ve kesinlikle kaybedilmiş curcuna hayattın içinde; seni kendinden koruyacak kadar düşünüp elini tutarak o kör kuyulardan çıkarmaya çalışanın hiç tanımadığın ya da bir, iki gün önce tanıdığın birinin olması ihtimali hayatın en acı şakalarından değil midir? Şimdi nedir bu? Şans mı şansızlık mı? diye düşündüğünü düşündüğünde ‘ bu topraklarda katillere bunca tolerans niyedir biliyor musun? oku şunu diyerek uzattığın altını siyah kurşun kalemle çizdiğin paragrafı okuyorum “dağlık bölgelerde yaşayan, sınırlı düzeyde tarımcılık yapan aşiretler, şiddete en fazla başvuran, bu konuda tecrübeli olanlardı. Onlar, yetersiz üretimlerini yaptıkları talanlarla telafi etmeye çalışıyorlar ve yaşadıkları dağlık alanlar da onları karşı saldırılardan koruyordu. Osmanlı denetiminin zayıflığı sayesinde kendi köylerinin, kasabalarının uzağındaki köylere, kasabalara da seferler düzenleyerek “– ‘ bizimkilerin Karkapazar, Mengel seferleri – “ gerçekleştirdikleri talancılıkla geçimlerini sağlıyor, zenginleşiyorlardı. Bunun sonucunda nüfus artışı, yayılma, toprak işgalleri vardı ki bu muhatabını öldürmeyi de gerektiren genişlemenin, gaspın, talanın “ ‘politik merkezle kurulan ilişkiler sayesinde – işte bu nedenle Osmanlı’da koşar ayak Hamidiye Alayı, Cumhuriyet’te Milis Kuvveti olmak istemişti bizim oralardaki aşiretler – meşrulaştırıldığı Kürdistan da dahil memleketin her yerinde; her köyde, kasabada, vilayette, her evde, her ailede, her aşirette, savaşılan milletten, isyan edenlerden derken verdiğin kitabı elimden alıyorsun ‘ düşman görülen aşiretten, eşkıyalığa, talana baskına gidilen yerdekilerden birini, namus için bir kadını öldürmüş; yasama, yürütme, yargı yetkisini tekeline almış erkeklerin bulunduğu, herkesin katil olduğu bir ortam, bir ahlaksız toplum mevzubahis’ – bahsettiği toplum yalnızca geçmişte mevcutmuş gibi konuşmuyor mu? yok öyle bir şey, bu toplum hep öyleydi yarın da öyle olacak gibi duruyor– ‘ iyi dinle, Cibranlı 2.inci Hamidiye Alayı basmış Rakasan’ı, çatışmada onlardan 3, bizden Hüseyin’le Selimé Ağaé’nin yeğeni İbilé Mustafaé ölmüş; ‘gördün, nasıl tepeledik Hormeklileri.Sırtımızı Gori’ye vereceğimizi düşünmemişler, güle oynaya gidiyorlardı ki, duman oldular’– ‘Keke, keko, zannedersin Zülfikar, taktı dokuzluyu koluna Talo Mustafaya Zeynel, Hz.Ali gibi dağıttı hepsini’ – ‘ tek başına gidiyor Zeynelé Faki, mezrede Cibranlı Eliyê Safê’nin evini basıyor, elindeki mavzerle karşı koyanı kim var, öldürüyor, sürüsünü de katıyor önüne getiriyor’ –‘öyle eşekler, insanlar elleri bok olmasın diye daldırıp bakmayacaklar diye düşünüp götürüp altınları bir kesenin içinde ahırdaki tezek yığının ortasında saklamışlar.Kaçın kurasıyım ben’ konuşmalarıyla baskın değerlendirilirken en çok düşman, insan öldürenlerin, ganimet getirenlerin, emeğe, mala çökenlerin kahraman ilan edildiği; Milli (Mıllan)lı İbrahim Beyin; Cibranlı Mustafa’nın , Karkapazarlı Hasan’ın, Hormekli Velié ve Selimé Agaé’ların, Hamidiye Alayları komutanı Halit beylerin, onlarca aşiret mensubunun can almaları, talan ve gasplarını ve tecavüzlerini ‘hayatta kalmak için başka yol mu vardı? mecburlardı yoksa onlar, düşmanları öldüreceklerdi’yle normalleştirilip, af edildiğinden kadınların da; güçlü, kuvvetli, sağlıklı olmaları için didinip, bakımlarına ihtimam gösterdikleri; eşkıya, çete lideri, alay komutanı, asker, milis, kaçakçı olan babaları, kayınbabaları, kocaları, erkek kardeşleri, amcaları veya dayılarının; erkeklerinin yaptığı her şeyi karşı çıkmadan desteklemelerini, gaddarlıklarını kabullenmelerini bir nebze olsa da anlaşılabilinir ama sonrasında Osmanlı’nın “katli vaciptir”ini Cumhuriyet’te de devam ettirerek Sultana sunulan düşmanın kesilmiş kellesi gibi Dersim tertelesinde katlettiklerinin kestikleri kafataslarıyla fotoğraflar çektirmiş askerler gibi can almış, ocak yıkmış onlarca tetikçi Abdullah Alpdoğan, Haluk Kırcı, Abdullah Çatlı, Mahmut Yıldırım’a, Mehmet Ağar’a gösterilen müsamahaya, kutsanmaya, ilgiye akıl sır erdiremiyorum diye yakınıyor, anlayamıyorum diyorsun ya bazen, dur anlatayım ben sana tane… tane sadece Bilal’e değil Joe’ da anlatır gibi. Sen demedin mi her evde bir katil vardı ve hala her evde potansiyel bir katil adayı bulunuyor diye. Demek ki katillik bir meslekmiş gibi itibar vesilesi sayıldığından katillerle birlikte yaşamaya, onlara hizmete alışkınmış herkes, bu kadar basit işte ! irdelemeye, altında maddi, manevi gerekçeler, uzun uzadıya tezler aramaya, yazmaya, okumaya gerek yok artık demiştim bende diye düşündüm ‘seni kırmayayım’ demiştin sonra sen de, bak Velié Agaé değil, kadın katili yazdım ayrıca bu kadın katili Velié Agaé dört, beş tane gelinini de karı diye almış’–‘nasıl olur? ’– ‘yiyecek ekmeği zor buluyordu insanlar, herkese ait bir ev mi vardı Gılo; bütün kardeşler eşleri, çocuklarıyla aynı ev damında yaşıyorlar, kardeşlerinden, amca oğullarından kim ölmüşse kalan onun eşini, karısını almış. Bu da hangisi ölmüş onunkini almış, tam dört tane.Velié Agaé uzun yaşamış son evlendiği de Ermeni bir kadın; Akçik’miş. Bunların (Ermenilerin) sürülme fermanını çıkaran Osmanlıdan Cumhuriyete ve hâlâ yüzyıllardır devleti, aşireti hatta aileyi yönetme, idare etmede; icraatlarının yanlışlığını, idaresindeki stratejik, teknik hataları kabul ederek yüzleşmektense hatalarının, başarısızlıklarının suçunu, sorumluluğunu başkalarına atarak onu düşmanlaştırma, ötekileştirme sayesinde pürü pak dolanma gelenek haline getirildiğinden, I.Dünya Savaşı, 1915 Ocak Sarıkamış yenilgisi, 1915 Şubatında Rusların Varto’yu işgali derken geri çekilen Osmanlı askeriyle birlikte göç yollarına düşen onca Kasmanlı, Badanlı, Muskanlı, Zengenli, Gımgımlı, Muşlu tebaanın bitaplığının, Sarıkamış yenilgisinin, Rusların ilerleyişinin öcünü almak için piyasaya sürülen ‘Araplar arkadan vurdular, yenilmedik biz, Almanlar yenildiğinden I. Dünya savaşında yenik sayıldık’ın” versiyonlarından “Ermeniler düşmanla Ruslarla ittifak etmişler, İstanbul’da isyan çıkaracaklar” – “Kürtler düşmanla ittifak ederek Şeyh Said isyanını başlattılar” – “Dersimde İngilizlerle anlaşan eşkıya Seyit Rıza öncülüğünde Aleviler Cumhuriyete baş kaldırdılar ”lı yüzyıllara devrettirilen “hainler, nankörler, eşkıyalar, teröristler, komünistler, anarşistler, düşmanlar dört bir yanımızı sarmış” toplumsal paranoyaklığında; eğer bunca düşman varsa bir sorunda var demektir iletişim kurarak var olan sorunu uzlaşma, anlaşmayla değil de – ki bu bazen bir etnik köken, bazen bir mezhep, bazen muhalif bir kişilik, bir parti; aşiret, aile içindeyse anne, baba, amca, kardeş, karı, koca, evlat oldurulup – üstüne suç atılarak düşman, hain ilan edilenin hedef tahtasına konarak, uzaklaştırma ya da ortadan kaldırmayla halledileceği bu coğrafyada; bir milletin devletinin olmasını istemesinin neden suç teşkil ettirildiğinin de sorgulanması gerekirken, diyelim ki Ermeniler Osmanlıyla savaşan Ruslarla işbirliği yaptılar ki Ermeni devleti kurmak isteyen Taşnak, Hınçak cemiyetleri, Armenakan partilerini destekleyenler arasında yapan olmuştur da…bunların, birkaç kişinin yaptığı işbirliğinin moda deyimle ihanetin bedelini anavatanında günlük rutinini sürdüren, hiçbir parti, örgütle ilgisi olmayan– 1856’ya kadar ağır cizye sonrasında bedel-i askeriye ödeyerek askere alınmayan; sevmemenin, düşman saymanın hadislerle serbest bırakıldığı ehl-i zimmet görülen Hıristiyanlar, okumaya, yazmaya zanaatkarlığa, ticarete yöneldiklerinden Yahudiler, Rumlarla birlikte ekonomide önemli ağırlık edinip bulundukları yerlerde açtıkları dükkanlarda iç çamaşırı, giysi, kumaş dokumacılığı, boyamacılığı, terzilik, çuval, teneke, güğüm, bakraç, çizme, ayakkabı, kemer, soba imalatında kuyumculukta, demir, bakır işlemeciliğinde, taş ustalığında, çömlekçilikte uzmanlaşarak, ün kazanarak servet biriktirmiş– bütün Ermenilere, çoluğa çocuğa ödetme, hepsini cezalandırma; evinden barkından etmeyle ödetmenin merhametten, sevgiden, vicdandan nasiplenmemiş biçarelik taşıdığını bile algılayamayan, insanlıktan, medeniyetten uzak devlet yapılanmasının varlığını gözler önüne serdiğinin farkındalığına varılamaması yarınların neden insani değerlerle yüklü olamayacağının güzel ve huzurlu geçmeyeceğinin de göstergesiyken; savaş yenilgisinin getirdiği ekonomik bunalım, idari başıbozukluk, gücü gücüne yetene şartlarında çare yine devlet yönetme geleneği; ortadan kaldırmada, düşmanlaştırılanın malına çökmede, talanda bulunduğundan; 23-24 Nisan 1915 Kızıl Pazar (Garmir Giragi) gecesi, İstanbul’da (Kostantineyye’de) Ermeni aydınların tutuklatılması; 27-30 Mayıs 1915 tarihlerinde Meclis-i Mebusan’ dan çıkarılan Tehcir Kanunuyla “yerel mülki ve askeri yöneticilere, uygun görecekleri kişileri geçici olarak başka vilayetlere nakletme yetkisinin süresiz verilmesiyle” Ermenilerin tehcirinde izlenecek yolu, yöntemi belirlemek için kurulacak Tahkik Komisyonlarında yer aldırılan askerin, aşiretlerin, eşkıyaların, serbest bırakılan mahkumların, hangi mıntıkalarda görevlendirileceğine; kimin gözetiminde hangi yollardan tehcir merkezlerine götürüleceğine, mallarının nereye konulacağına, nasıl bölüşüleceğine, elden çıkarılacağına dair işlemleri düzenlemek için; adını Yunan mitolojisindeki aşk , güzellik tanrıçası Aphrodite’nin Ermeni mitolojisindeki temsilcisi su, güzellik, aşk tanrıçası her gece ovasındaki Aradzani (Murat) nehrine yıkanmaya indiğinde, gençlerin kendisini seyretmek için tepeye toplaştığını bildiğinden fark edilmemek için ovayı sis (Mışuş)le kaplatan tanrıça Asdğik’in sisli ovasından almış “sancaktaki bütün Ermenilerin savaş bitene kadar geçici olarak Diyarbekir’e gitmeleri gerektiği” emri gönderilmiş Muş sancağında da; Osmanlı sınırları içinde her vilayette, sancakta, kasabada, köyde olduğu gibi Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin valisi, kaymakamı, paşası, mübaşiri, odacısı; İttihat ve Terakki Cemiyeti, Teşkilatı Mahsusa mensupları, yöredeki aile başları, aşiret liderleriyle yapılmış toplantılar neticesinde, yetkilendirilenlerden Cibran aşireti liderlerinden Saidê Nado’nun yaptığını yapıp atlı adamların “ehl-i zimmetin malıdır bu, ümmeti Muhammed’e helaldir, vurun gavura, Allah adına, Allah-ü Ekber ” nidalarıyla köyleri basıp, bazen de içinde hane halkı varken evleri, samanlıkları, ahırları ateşe verilen – ortaçağ Avrupa’sında da görülen evleri, insanları, cadıları diri diri yakma; 1993’de Sivas’ta Madımak Otelin de tekrarlandığında, toplumca dehşete düşülmemesi de acaba bu yakmalı, yıkmalı geçmiş yüzünden miydi?– malları, hayvanları yağmalanan, kadınlarına tecavüz edilen, kaçırılan Ermeniler hemen katledilmeye başlandığında; 1915 öncesinde Osmanlı’da Ermeni milletinin Nuh Tufan’ını andığı su serpme bayramı Vardavar’ın kutlandığı 28 Nisan Pazar günü Muş’taki Ermenilerin de büyük kısmı öldürülecek ya da Aradzani (Murat) nehrinde boğdurulacak, Diyarbekir, Elazığ yolunda telef olmayıp kendilerine ayrılan; Talat Paşanın tehcirden on ay önce Meclisi Mebusan da “…bu muhacirleri dedikleri gibi, oralara gönderip çöllere serpecek olsaydık, oralarda cümlesi açlıktan öleceklerdi…” itirafını ettiği, tarihe bir milletin yok edildiği yer kazınan Suriye Deyri-zor (Deyru’z-zur) çölüne ulaşanlar da bir deri bir kemik hastalıklarla boğuştuğunda; adının anlamını, kim tarafından konulduğunu hiç merak etmeyip yıllar, yıllar sonra ilk yerleşimi başlatan Ermeni Prensi; Ermenice gül, Zazaca da vare-to (senin yaylan) anlamındaki Vart-an’ın adına Varto denildiğini öğrendiğin Gımgım Kaymakamı da mahallelerinde, köylerinde bir araya topladığı ‘malınızdan, mülkünüzden götürebilecek kadarını alın yanınıza güzergah boyunca–kurda kuzunun teslimi; o tarihlerde adı Aşiret Süvari alayı olarak değiştirilmiş Hamidiye Alayları, aşiret atlılarından oluşan – asker refakatinde olacaksınız, gidiyorsunuz ! ‘ talimatını verdiği ; istila, sefer, baskın, savaş da, kavgada mala, mülke el koymayı, yağmayı, talanı resmileştirmiş sonrasında da alay edercesine “çok söz yalansız, çok mal haramsız olmaz “ atasözünü literatürüne eklemiş; edebiyatta gerçekçiliğin babası Balzac’ın “her büyük servetin arkasında bir suç gizlidir” ifşasının Osmanlıda hep zuhuru Ermenilerin paylaşılacak herkese yetecek büyüklükteki mal varlıkları; o ana değin mezhep farklılıkları husumet gerekçesi olsa da, alt satırda gizlenmiş duygu, düşünce; aşiretin, ocağın sınırını genişletecek topraklara, mensuplarını zenginleştirecek mallara çökme olduğundan; sürekli kavga, çatışma, çekişme içindeki ehl-i zimmet dışındaki her tebaa, tarikat, her aşiret, her mezhep, her kesim, köken gibi Kürdistan’da ki Kürt, Türk, Çerkez, Alevi, Sünni aşiretler; Cibranlılar, Hormekliler, Lolanlılar, Hıranlılar vs. aralarındaki anlaşmazlıkları anında bitirip ‘hepimiz ümmeti Muhammed’iz, her aşiret, cemaat, tebaa civarındaki Ermenilerin arazilerini, mallarını paylaşsın, kimse diğerininkine el atmasın’ defacto uzlaşmayla, tehcirin uygulanmasını tetikte beklerken; ‘yeni bir ses, insanca bir çığlık arıyorduk, kaybolmakta olan bir memleketin sahipsiz şehrinin, sahipsiz sakinleriydik çünkü’ çaresizliğindeki zengin Ermeni aileleri; Muşta yaşayan Keşişyan, Mezrigyan, Baduhasyan, Amriğyan, Varto’lu Simo Korki, Arp, Gırp, Agi, Makar’ları ‘korurum…koruruz’ vaadiyle evlerine alıp altınlarının, paralarının, mücevherlerinin miktarını, yerlerini belirledikten sonra; birlikte el koyacakları devlet yetkililerine teslim edecekler; evlerinden, dükkân ve mağazalarından aldıkları menkul mallar; mobilyaları, çamaşırları, giysileri, ziynet eşyaları; yüzükler, bilezikler ve kolyeleri, âlet edevatları, silahları depo kullanacakları Kiliselere, konaklara, büyük binalara istifleyecek;Ümmeti Muhammed ‘in ilgi alanı olmadığından yüzüne bakılmayan müzik âletleri, piyanoları isteyene bedava veren paşaların, tabur, alay komutanlarının, askerlerin, valilerin, kaymakamların, aşiret liderlerinin yağmalarından geriye göstermelik olarak bıraktıkları malların satışı için kurulan komisyonlar aracılığıyla –“bir Ermeni’nin kütüphanesinde ki 30 ciltten oluşan Fransız eserlerini 50 kuruşa (9 DM)” ; değerli halıları, kilimleri, ipek giysileri, vazoları, bakırları, gümüş sigara tabakalıklarını 2 mecidiyeye– yine kendileri tarafından alınması komedisinde ki satıştan elde edilen gelirde eğer mahallinde iç edilmemişse devlet hazinesine aktarılırken, 18 deveye yüklü malları başka yerlere, paye-i tahta götüren kervanları izleyen elinde yetki olmadığından yağmaya katılamamış halkın ‘ bre vicdansızlar, deyyuslar bu nasıl bir aç gözlülüktür, azıcık da bize bıraksaydınız, ye ye …al al doymadılar, ne var ne yok hepsini toplayıp, yüklediler, götürüyorlar ’ siteminin ömrü de buza yazılan yazı kadar olacaktı. Sıra taşınamadığından götüremedikleri, talan edemedikleri gayri menkullere geldiğinde; koca mecliste tek bir mebusun “….beni kolumdan tut, köyümden dışarı at, malımı mülkümü de sonra sat, bu hiçbir vakitte caiz değildir”le karşı çıktığı, 13 Eylül 1915’te kabul edilen “Geçici Müsadere ve Kamulaştırma Kanunu”yla “Emvâl-i Metruke” terk edilmiş mal tanımlanan Ermenilerin tüm gayrimenkullerine, arazilerine, çiftlik hayvanlarına, evlerine el konulacak ancak, dünyadaki gelişmeler, İstanbul’un işgali, Osmanlının yıkılışı yüzünden tamamlanamayan dağıtımın, bölüşümün devredildiği Cumhuriyet’i kuran kadroların, sivil askeri bürokratların; 1950’li yılların ortalarına kadar kendileri, çevreleri tarafından el koyduktan sonra arta kalan “Emvâl-i Metruke”lerde yönetimi desteklemelerinin, işbirliği yapmalarının mükafatı olarak kağıt üzerinde üç, beş kuruşa satışını gösterdikleri mezhep, etnik köken, cemaat, tarikat aşiret ve ailelerin temsilcilerine bölüştürülmesinden Varto’da ki müttefikleri Hormekliler de nasibini alacaktı.
İşte annenin miras dışı bırakılmanın acısıyla “53’de o kış zamanı amcam bu pisliklerle uğraşıyormuş Varto’ya gitmiş, arsayı üzerine tapulamak için….’ kızgınlığının; Kuzik’ten M. Halité Halité’n ‘ valla parasını aldı, cebine attı İbrahimé Alié İbrahimé Talo, sonra ben sizden 300 değil 200 metrekarenin parasını aldım deyip o kadarını tapuladı ’ şikayetinin, yetmişli yıllarda ölüm döşeğinde oğlu İbrahim’e ‘laoo… keko ma, oğul ben daha sağken Gımgım da bana sattıkları arsanın tapusunu al, yoksa amcan oğulları (Hüseyiné Alié İbrahimé Talo) Eliye Uso’yla İbo (İbrahimé Alié İbrahimé Talo ) ilerde sana zorluk çıkarır. Üstelik istedikleri paradan bir kat daha fazla, 500 TL ödedim ’ dediği yeğeni İbrahimé Alié’nin de ölmeden oğullarına ‘apé, amcam Hasané İbrahimé Talo’ya arsasının tapusunu vermeyi unutmayın, adamların hakkıdır, parasını vermişlerdir’ vasiyet silsilesinin nedeni; bir zamanlar Varto’nun Sesi gazetesinin basıldığı matbaanın da bulunduğu önce Hükümet sonrasında elbette Atatürk adı verilen caddedekiler de dahil; hizmetleri karşılığında devletin, aralarında Lolanlı Kocadağ’lar, Mustafaé Zeynelé ağanın torunları Hormek ağlarına, beylerine, Alié Haydaré Zeynelé İbrahimé Talo’ya yasallığını sağlama adına cüzi bir paraya satın almak için idareyle anlaşan ancak tapulama aşamasını tamamlayamadan öldürülen annenin babası Efendi; Mehmeté Şerifé Alié İbrahimé Talo’dan sonra hakim oğlunun, iki amcasıyla kendi üzerine tapuladığı; akrabalarına –amcaları Hasané (Hesene) İbrahimé Talo’ya, amca çocuğu da olan Alié Haydaré Süleymané ( Sılıman)’a, M. Halité Halité–Varto’lulara parsel, parsel satışını yaptıkları, bugün devletle aşiretinin ilişkilerini sağlamlaştırmış Efendi; Mehmeté Şerifé Alié İbrahimé Talo’nun kız çocukları hariç, torunlarının, yetim kardeşi Hasané Alié İbrahimé Talo’yu okutmasının ( ağabeyliğin) bedelini ‘biz çalıştık, seni okuttuk, müfettiş yaptık… emeğimiz çoktur bu arazilere şimdi tapu giriyor, sen bana vekaletname ver ki takip edeyim’le elinden aldığı vekaletnameyi kullanıp hissesini üzerine yaparak tahsil eden İbrahimé Alié İbrahimé Talo’nun bu üçkağıtçılığını ‘babam her sene teneke kavurma, bal, dorak, peynir gönderiyordu , üzerine tapu ettiği hisseler onların karşılığıydı’ diyerek devrimci ahlakının bir köşesine sığdıran “Ermeni Tehcirini” kınamış devrimci dayın gibi ailede kendini solcu, devrimci, ilerici tanımlamış, mücadelesini vermiş dayılarının, kuzenlerinin, bir daire, bir dükkan için birbirleriyle kavgaya tutuştukları, düşmanlık besledikleri üzerinde dört bloklu apartman , 8 dükkanın bulunduğu “BİM” sitesinin yükseldiği dönümlerce arazinin sahibi Ermeni Tehciri kurbanlarından 1949 tarihli tapuda “ … ermen milletinden hazineye intikalı”yla adı geçen Simo Korki Veladanı Hovikden’di. ‘Dedelerimiz 1700’lerde Darabi’den Kasman’a, Badan’a, Emeran’a, Zengel’e gelip yerleştiklerinde, gördüğün bütün bu araziler; Emeran’da hala sahiplerin adıyla anılan Selimê İsaê’nın üzerine tapuladığı mergệ Agi (Aginin çayırı), Agoy, mergệ Markar, Gırp, Geyri, Bejan… Kasmanda İbrahimệ Talo’ya ait mergệ Hope, mergệ Seterıj çayırları, Alié Dılmış (Eliye Dılmış) ‘ın mezre Eliağa’da üzerine ev yaptığı 200 dönüm arazi Osmanlı’dan öncede bu topraklarda yaşamış, yerleşmiş Ermenilerindi. Gılo, gulamın a bu Dılmışlar; diğer aşiretler gibi kavgacı, direngen değildiler, çatışmaktan çekinirlerdi. Çene Küçükağa’ya ‘ben bilirim amcam Hallo (Halil) İbrahimệ Talo beni öldürecek’ diyen babam öldürüldükten sonra babaannem Fidan’a amcam Hüseyin’in eline geçtiğinden belki de kıskançlığından saklamayıp orda burda bir yerlerde kaybolup giden’ başsağlığı telgrafı yollamış CHP Genel Başkanı, Başbakan İnönü’nün ‘Ankara’ya gel, burda yerleş, milletvekili ol’ teklifini ‘ eree Şerif bu dedelerinin topraklarını kime emanet edeceksin.Sen hepimizin gözü kulağı, eli kolusun, gitme’ aklını vererek red etmesine sebep olmasaydı… bugün kim bilir hangi mevkide ve yaşıyor olacaktı Efendi’ dedikleri, önemli davaları öncesinde illaki gidip duasını, görüşünü aldığı ölümün ardından yazdığı
“Ne geceler ona misafir kaldım,
Yıllarca onunla sevgiye daldım,
Muhabbet dersini ben ondan aldım.
Gitti bu illeri viran eyledi.
Dolaştı gökleri seyran eyledi.
Benimle yaşadı gezdi dünyada.
Göçtü gitti gözüm kaldı arkada.
Hasretinle kaldım cevrü cefada.
Gitti bu illeri viran eyledi.
Yaktı dostum beni püryan eyledi.
İçin için ona ağlar yanarım,
Yıllar geçti hala onu ararım.
Her yerde benimle gezer sanarım.
Gitti dostum yurdun viran eyledi.
Dolaştı gökleri seyran eyledi.” mısralarının acısını anlatmaya yetmediği Efendi’nin öte dostu, Hanesli’nin kocası Piro Seys Süleyman (Sılıman) da; Karer’de ki çe tekyadan (dede ocağından) iki üç hanesiyle göçüp yerleştiğinde A(E)meran’a, kara meşe ağaçlarıyla çevrili bir korunun da bulunduğu mezarlığın yanındaki mergệ Eliye’yi gözüne kestirir. Cumhuriyet’in ilanından sonraki yıllar bindokuzyüzotuzların sonu, kırkların başına doğru avluda bağlı atı Zülfikar ‘ı gören geniş balkonda, üstünde saçlarıyla uyumlu siyah beyaz kırçıllı takım elbisesini tamamlayan siyah kravatı ve yeleğiyle oturduğu kürsüde, pantolonun paçalarını içine koyduğu siyah çizmelerine elindeki siyah kırbacıyla hafifçe vuruyorken ‘bra Şerif ! Efendi ! Ben derim ki bu Eliye Dılmış’la konuşsak, mergệ Eliyenin bir kısmını satsa bana, üzerine genişçe bir ev yapsam. Geldiğinde görüyorsun sende, bu ev geleni, gideni talipleri kaldıramıyor artık, küçük geliyor, yetmiyor. Mergệ Eliye Emeran’a da uzak, sessiz, sakin çokta güzel, yemyeşil bir yer. Başları göğe eren kavaklar, ağaçlar hele kökleri genişçe bir alana dağılmış bir meşe var; yüzyıllık. Altına atarız bir masa; çağırırız Aliê Haydarê Zeynelê’, Aliê Haydarê Selimê, bir kaç dostu daha… offfff mergé Eliye de bülbül seslerinin, çiçek, çimen kokularının ortasında her daim demlenir, coşarken, alırsın eline defterini, kalemini
“Gel sevdiğim sende benim gibi yan
Benim içimde
Gözlere görünmeyen
Fırtınalar
Gözlere görünmeyen
Kasırgalar vardı
Ben bir dağ değil
Bir alemdim.
Ne bildim rüyada yahut bidârim “
yaz, dur. Hem zaten araştırdım ben, geçenlerde Gımgıma indiğimde Hükümet Konağına gidip sordum mergệ Eliye tapusu yok, gözüküyor. Ermenilerin malı değil mi mergệ Eliye ? yani kimsenin malını elinden almış sayılacak bir hal, yoktur ortada’ diyen Seys Sılıman gibi onlarca insanın yolda gördüm, biri düşürmüş aldım, ben almasam başkası alacaktı bak ! nasıl da güzel bir gözlük…kalem…saat…cüzdan… telefon… anahtarlık… atkı… eldiven…şemsiye…on kuruş, beş paraya çökenin, bir süre sonra çöktüğünü, çaldığını unutup malıymışçasına koruyup, kolladığı başına bir şey geldiğinde ‘saatimi… anahtarlığımı…telefonumu …cüzdanımı kaybettim, üzerine su, çay kahve döküldü işe yaramaz artık, çok üzüldüm’ tıynıyetin de, çöktüğünü, çaldığını sahibine teslimi de düşünmeyeceklerini unutmadan; mergệ Eliyeyi satsın diye elçi olarak göndereceği Selimê İsaê’ye, Eliye Dılmış’ın ‘ baooo Efendi’ye söyle, yanımda yeri herkesten farklı, apayrıdır. Gönlümdeki ağırlığı da her zaman fazladır.Benim ona sevgim, saygım sonsuzdur ama bu toprak bana dedemden kaldı, durduk zamanda niye satayım?’ – ‘Eree Keko, Eliye Dılmış, sende, bende biliriz buranın, mergé Eliyenin sahibinin hüviyetini.’ –‘ Keke , Selim ağa ! orda dur Selimê İsaê ağa ! bunu söylerken biraz yüz olur insan da . Sende bende, bütün bu civar da bilir buradaki arazilerin sahibinin kim olduğunu. Ama biz mi yolladık Ermenileri, Osmanlı, idare gönderdi.Ben mergé Eliye’yi almasam , başkası, kesinlikle de orayı da sen alacaktın’ –‘ Eree Eliye, deden rahmetli Hesene Çor hepimizden akıllı ve erken davrandı. Daha köyden çıkmadan Gırp’lar, gözlerinin önünde çevirdi çayırın etrafını, hanesini getirdi, yerleşti. Ama sende bilirsin buranın tapusu üzerinde değil, yıllarca ektiniz, biçtiniz iyi mahsul aldınız, ot sattınız kazandınız.Şimdi Eliye Dılmış, ağa ma , sana yalan demem, Seys Sılıman burayı çok beğenmiş , çayırın bir kısmını ona ver, sat yoksa bu iş hükümet kapısında çözülür, zararlı çıkan sen olursun. Efendi diyor ki gelsin bu işi iyilikle, rızasıyla halledelim’in sonunu tahmine gerek var mı? Var diyorsan okuyucu, mergệ Eliye’de çıkan yangının telef ettiği ev damına tüfeklerden atılan kurşun seslerinin karanlığını deldiği gecenin sabahında, yangından kurtarılmış üç, beş parça eşyalarını, çocuklarını, kadınlarını yükledikleri kağnı arabasını takip eden malları, at ve eşekleriyle Eliye Dılmış’ın, aşiretinin Karlıova yolunda görülmesinin haftasında; 200 dönüm arazinin Seys Sılıman’a tapulanmasının ardından yüzyıllık meşenin altında toplanmış Aliê Haydarê Zeynelê, Romiê Selimê ’li dost meclisinde
“kurulmuş kalçıkta bir meclisi mey,
İnletti bahçeyi sazlar ile ney.
Gönüllere neşe vermişti bade.
Zamanın geçişi gelemezdi yâde.
Gönüller birliği meclisi sardı,
Sâkinin elinde döner peyâl e.
Herkes, her şey dalmış neşe sürura.
Mehtap , yıldızları boğmuştu nura,
Bulmuştum bu bağda ebedi hayat.
Sanki gelmiş bana haktan teminat”
şiirini huşuyla okuyan Efendi’nin,
“Yanımda arkadaşım gene bizim Haydar.
Ben Haydarı çok severim
Çünkü o bir âlemdir
O bir gönül, o bir demdir” ithafını ettiği, at sırtında birlikte çok vakit geçirdikleri, herkes gibi altın, para peşindeyken bir yandan da Ermenilerin terk ettiği evlerden Voltaire, Balzac, Hugo, Rousseau’nun kitaplarını toplayıp kendine kütüphane yapmış, Arapça, Farsça bilen, alim Aliê Haydarê Selimê; dünya yetişemeyecek, kavramayacak kadar hızla değişirken anlamıyorum demiştin sende okuyucun gibi İlhan’a, yüzyıllardır pek çok ortak değeri, kökeni, kelimeyi, geleneği paylaşmalarına karşın aynı köyde yaşasalar dahi hâlâ insanların mezhep farklığını bu derece öne çıkarıp birbirlerini yabancılaştırmalarını, ötekileştirmelerini. Mezhebi farklı köyler arası çatışmaların ortasında, 1905 yılında Hormekli köylülerin Emeran’a 13 km. uzalıktaki Karlıova Karkapazar’a (Karğabazar ) sefer düzenlendikleri , “ Kızılbaşların katli helaldir “ fetvalarının verdirildiği Osmanlı İmparatorluğu çok eskilerde kalmış gibi geliyorsa da demişti O’ da, Osmanlı’nın mezheplerle, kökenlerle çatışmalarını, yanlışlarını, ötekileştirmesini tekrarlayan Cumhuriyet henüz yüz yaşında bile değil yani daha olgunlaşmış sayılmaz. Demem o ki, demokrasi, insan hakları, adalet eksikliği tamamlanıp, eşit yurttaşlık gerçekleştirilmediği müddetçe, geçmişte olan bugünde, yarında devam edeceğinden, ettirileceğinden bu birbirini ötekileştirme, düşmanlaştırma sürüp gidecek, toplumda da‘ bizimkiler… sizinkiler’ ayrımında mezhepsel, dinsel, dilsel farklılıklarını hep öne çıkacaktır.’ –‘ Haklısın, annem mesela bir yere gitsek “nerelisin?” dense hemen “Muş Varto” der ardından alelacele ekler ‘Aleviyiz biz’ Bunu da son elli yıldır diyor, önceleri mezhebini açıklamaktan da korkar ‘Varto’luyum’ der, anlayan da anlardı. Sonra Alevilik laiklikle, ilericilikle, medeniyetle eşleştirildiğinden bir güven geldi, tam bir Cumhuriyet kadını olan devrimci anneme demiştin sende’ benim annem de öyleydi diye atılmıştı teyzen oğlu Sırrı, eve biri gelsin güvenilirliğini “şarê ma” (bizim insanımız)’la tasdiklerdi, fark ettin mi bilmiyorum, bizimkiler çoğu zaman “a o tirk (Türktür), a o kurmanç (kurmancdır) hata tıpkı kendisi gibi aynı dilin farklı şivesini konuşanı da “a o lolıja, Dılmışa ” diye keskin bir hatla kendinden ayırır, “öteki” yerine koyar. Alevilerin ekseriyeti Zazaca konuştuğundan Kurmanci lehçesinin konuşulduğu köyleri, insanları “Kurd (Kürt) “kurmanc”la Sünnilikle özdeşleştirirlerdi. Babaannem Kurmanj(c) bir Aleviden daha çok Alevi ritüellerini, geleneklerini yerine getirirdi ama ölene kadar Kurmanj’lıktan kurtulamadı; bizim köylülerin hayatlarının odağında ki ‘“a o Kürt”lerin saldırısına uğradıklarını sonradan öğreneceği Hınıs’da bir köyden geçerken, duyduğu silah sesleri üzerine mavzeriyle siper alarak yanlarında çarpıştığı, birlikte kazandıkları zaferi ‘Hızır gibi yetişip, Hz. Ali gibi çarpışmasaydın şimdi kim bilir ne halde, kimin arkasından ağıt yakıyorduk. Kimlerdesin, nesin, necisin bilmeyiz.Ama senin gibi cengaver bir adamımız, damadımız olsun isteriz’ övgüsüyle kutlayan Babaguş ailesinin hediyesi Hıdıze’yle evlenmişti. Ağzında güldüğünde parıldayan iki altın dişi gözüken, hep takım elbise, kravatla dolaşan Cumhuriyet ilan edildikten sonra bir ara Üstükran (Çaylar) nahiyesinin müdürlüğünü de yapmış, iki kızı ama erkek çocuğu olmayınca Hıdıze’nin üzerine yeğeni Doğanê Romiê Haydarê Selimê ‘le evlenen Zengel’li Yusufê Mahmutê’n kızlarından Zozan’ın kardeşi Hakife’yi kuma getirmiş, yedi oğlan , altı kız çocuğu sayesinde tarla, tapan işiyle uğraşmayıp zamanını Palakada Kuran, kitap okuyarak, Efendi’yle dağ, taş, köy, şehir gezerek geçirmiş, her yerde ‘bu hiç bizlere benzemez, aksinin tekdir aklından ne geçer belli değil’ diyerek kızdıkları, sevmediklerini açıkça beyan ettikleri kardeşleri Aliê Selimê ağa, altmış yaşında, amcaoğlu Aliê (Eliye) Mahmutê’dı yok yere öldürdüğünde ‘biz dereza Eli’ye Mahmudu boşa sevmemiştik’le kendince haklılıkları kanıtlanmış saymış Aliê Haydarê Selimê’le , Romi’den, evladı Belkız’ı katletmiş Veliê Agaê’dan akrabasını öldürmüş Aliê Selimê, Hüseyiné Mustafaé, Veliê İbrahimé Talo’dan habersizliğinde ‘oyyy bu Talo ailesi, çe Talo bir felakettir.Bu soy…bu soyun, mayası bozuktur.Kardeş kardeşi vurmuştur, ben ne yapayım?’ yakınmasını doğrulayan olayların yaşanmasından çok zaman önce ‘çene…çene, kız…kız eskiden çe Talo’da ‘köpek akraba, ata ararsa…isterse amcasını kurt, dayısını tilki sayar’ derlerdi. Hormekli Mala Fero(an)lar, bizimkiler kadar birbirlerine düşman sülale dünyada bulunmaz.Ele, yabancıya, başkasına kendilerini yer, kul etmişler ama akrabalarına, ev damındakilerine kan kusturmuşlardır. Öyle ki çekememezliğin – Hormeklilerin aşiret içi kollarından Fer(o)anlıların Cibran aşiretinin Halilanlar; Pircanıjlar da Teymüranlar koluyla birlikteliği gibi– düşmanla dahi ittifak, işbirliği yaptırdığını bildiğinden, yaşadığından sık sık ‘Hz. Mevlana bile dayanamamış da “köpeklerin kardeşliği aralarına kemik atılıncaya kadardır” diyen, her sabah kalktığında ‘Heko…Heko, Hego, Hego; Allahım, Allahım sen ! önce evdeki dosta fırsat verme, sonra dışarıdaki düşmana ‘ duasını ettiğini gördüğümden bir gün ‘ daye … mayemı anne? insanın dostu ne yapar ki? böyle dua ediyorsun’ yüzünde o an için anlam vermediğim büyük bir acı ve üzüntüyle bana ’ oyyyy yavrum…kệnam, çene ma…kızım, kızım evdeki dost fırsat bulsa düşmandan beterdir.Onun için Allah dışarıdaki değil önce içerdeki dost düşmandan korusun hepimizi’ demiş çene Küçükağanın ne kadar doğru konuştuğunu başta babamın amcası; Cibran lideri kaymakam Mahmut beyin aile içi anlaşmazlıktan dolayı akrabası tarafından öldürülmesi gibi onlarca olayı duydukça, öğrendikçe anladığımdan boşuna mı diyordum ben bunların annesiyim, kimse evladı için kötü bir şey konuşmak, düşünmek istemez ama Allah kimseyi benim çocuklarımın düşmanı etmesin, ablalarıydın sana neler yaptılar görmedin mi?’ uyarılarını dikkate almadığın, yıllar, geçtikçe; demek Gımgım’a ilk geldiklerinde göçebelikten bıktıklarından bir yerde tutunmak , kök salmak için başka çareleri olmadığındanmış sülaledekilerin birbirlerine kilitlenmeleri, birlikte hareket etmeleri yoksa her aile, aşiret, cemaat, tarikat, örgütte var olan düşman, karşıt gördüğüne gösterilen tahammülün, saygının, övgünün, mütevaziliğin ve dahi sevginin binde birinin; içindekilere, mensuplarına gösterilmediği, amcanın yeğeni, yeğenin amcayı vurabildiği, öldürebildiği ilişkiler ağında Mala Fero(an)larda aralarında birinin bir adım öne geçtiğini, devletçe, toplumca kabullenilip, sevgi ve saygıyla anıldığını fark ettiklerinde belki de aynı koşullarda yetiştiklerinden, aynı eğitim aldıklarından ya da neyim eksik aynı akıl, boy pos bende de var psikozuna sahiplikten ayaklanan “istemezük” , onun gibi düşünmüyoruz… o ayrı, biz ayrıyız… kendini ailenin lideri, büyüğü sanıyor…o kim ? olacak şey mi ? filanca dururken, aile adına konuşmak ona mı kaldı’ kindarlığıyla anında önü kesilerek yapacaklarının, yapmak isteyeceklerinin engellenmesiyle ortada birlikte hareket eden bir sülale bırakmayan Mala Fero(an)lar birbirilerini yiyip bitirdiler işte diye düşünüp hak verdiğin annenin çok geç anladığını, hayatı cennete, cehennemin dibine çekecek, her insana, her kesime diğer bir insanın, kesimin; evlada anneyle babasının; ebeveyne evladının; kardeşe kardeşinin; amcaya yeğeninin; komşuya komşusunun; yönetene yönettiğinin kuyusunu kazdırtan asırlar geçse de insanın doğasında var olan, değişmeyecek ; hırs, iktidar, güç, kudret, nefret, intikam, aldatma, kavga barındıran duygular yüzünden, birbirlerine, diğerlerine karşı üstünlük sağlama peşinde, kimse kimsenin gözünün yaşına da bakmayacağından, hep bir kavga, kaos, anarşi, vahşet halinin devamında “hayatta kalmak, kendini korumak” için her şeyi yaparak egemen olmayı aşan her şeyin sahibi olarak karar alma, verme, kazanma savaşında, senin onbinlerce yıl… bin yıl hatta yüzbin yıl öncesi, yüzyıllar sonrası için de haklılığına inandığın, herkesin de ‘ne kadar da doğru’yla tasdiklediği “homo homini lupus; insanın insana kurtluğunda” birbirilerine saldıracakların, saldırılarını önlemek adına bir araya gelip yapacakları toplum sözleşmesiyle bir daha geri istemeyecek kaydıyla haklarını devredecekleri kurumu – bahsettiği hak devrinin asırlar öncesi dinlerin, biat kültürünün etkisindeki tek adama, tek yönetime; Peygamberlere, Halifelere, Padişahlara, Paşalara, aşiret, parti, örgüt liderlerine; hacılara, hocalara, erkeklere yapıldığı Ortadoğu coğrafyasındaki toplumlarda çoktan gerçekleştiğini bilmeyecek yabancılığından yeni bir şeymişcesine, keşifmişcesine– anlattığı Leviathan eserini iki asır sonra okuduğunda ihtimaldir ki haklarının devrini ‘ ne diyon kardaşım ? önümüze koyduğun çözüme bak ! insanın vazgeçemeyeceği tek şey özgürlüktür… özgürlük‘ çığlıkları atarak, kağıda kaleme sarılan Jean Jacgues Rousseau’ya özgün kuramlarını geliştirmesinde yardım ettiğinden meşrutiyetin, mutlakıyetin ateşli savunucusu 17. yy İngiliz siyasetçisi, felsefecisi Thomas Hobbes beyciğime dünyayı etkileyen Fransız devrimine ilham ve imkan kaynaklığından dolayı saygılar, sevgiler sunarak… eyyy bu romanı yazan yazarcığın ordan oraya üç adım atlayan dimağından yorulmuş çaresiz okuyucu; sende kabul edersin ki her zaman ve hâlâ birbirinin kanını içmeye, entrikaya, doyamamanın getirdiği ‘hele bakın şuna, daha düne kadar adı, esamesi okunmuyordu’ kıskançlığından göz karartıp her şeyi yakıp yıktırdığından gaddarlaşanlar için ‘ana, baba, evlat, kardeşin; akraba, amca, yeğenin bir şey ifade etmediğinin gözleneceği geçmişlerini irdeleyebilselerdi…yüzleşebilselerdi Cibran, Çarekan, Haydaran, Hasenan, Lolan, …, …, ve Hormek aşiret liderleri, ileri gelenleri; çatışmayla, savaşla birbirlerinin kanını dökeceklerine, onlarca mensuplarını kaybedeceklerine, illaki bir gün gerçekleşeceğinden ‘bilmez misiniz? bunlar bir gözükür arkadan da birbirlerinin altını oyar, kuyusunu kazarlar, bu her zaman böyle olmuştur.Onun için sabır…sabır, seyredin ve bekleyin .Görün , bakın nasılda kendi kendilerini imha edecekler. Yalnızca sabredin’ öngörüsünde had safhaya ulaşacak çekememezliğin, lider kavgasının sonunda rakip aşiretin kendi kendisini yok etmesini bekleyeceklerdi. Niye bu kimsenin aklına gelmedi şimdiye kadar?Bu ‘yalnızca sabredin’ yöntemi sayesinde bir bakmışsın aşiretler, devletler arası kavgalar, savaşlar da sona erivermiş, sana da Nobel Barış ödülü kazandırırmış ! pek bi akıllıymışsın Adam Smith, John Stuart Mill, Kapital’i yazmış Marx’ın, sosyolojinin babalarından Auguste Comte, Max Weber, Saint Simon’un mezarından ters dönmesini beklemeden tek satırda ‘ geç bunları anam, babam geççç’ yazarak devam et ! birbirlerini öldürecek kadar nefret yüklü, kindar Hormekliler arasındaki kavgaların, küslüklerin, çekememezliğin sonucu onca olaydan yalnızca biriydi Aliê Selimê’n altmış yaşında yeğeninin katili olması. İnanması zor da olsa aralarında hiçbir nahoş olay geçmediği, somut bir zarar görmediği halde sırf hoşlanmadığından, nefret ettiğinden ; nedir bu şaşırmış hallerin eyy okuyucu ! sana bir şey yapmadığı halde nedensiz hiç mi sevmedin birini, sevdiğin gibi? Bazen ‘bana bir şey yapmış da değil ama sevmiyorum, onda beni rahatsız eden bir şey var, çözemiyorum, anlatamıyorum. Mesela yanında konuşmaya, cümle kurmaya çekindiğimiz Cengiz öyle biri benim hayatımda.Tamam , Dil, Tarih mezunu, şairsin anladık da – hayatın neresine ne anlam yükler “ki” ,”ve”, “da”, “de” bağlaçları, ondan da vazgeçtim– nedir sürekli başkalarının konuşurken kurduğu cümleyi ‘önce de, da , ki nin nasıl kullanacağını öğren sonra görüşlerini beyan et’ düzeltmeleri.Hayır ! okulda Türkçe , edebiyat sınavında ya da önemli bir toplantıda, konferansta değiliz ki konuşmamıza dikkat edelim, alt üstü yürüyor ya da bir yerde oturmuş kahve içiyor, şunun şurasında sohbet ediyoruz, niye limon sıkıyorsun be adam ! Günlük , spontane konuşmada dil bilgisi kurallarına riayet mümkün mü?Özelliği, karakterinin bir parçası yaptığından ancak Cengiz gibi biri günün yirmi dört saati noktaya, virgüle hatta noktalı virgüle uygun Mücap Ofluoğlu tonunda, ağdalı sesle ağır teatral bir konuşma yapabilir. Karşısındakinin ve kendinin Twitter ergeni gibi sürekli tetikte kalmasını sağladığından, eziyet çektirmekten başka bir halta yaradığı da yok bu yaptığının. Geçen gün konuşma arasında bilerek ‘nalet ’ dedim anında baş öğretmen müdahalesi ‘ancak nalet değil tabii o lanet…Allahın köylüsü’ – ‘nasılda düştün? bilerek ‘nalet ’ kullandım, bakalım ne yapacaksın ’ – ‘ ne yapayım kendimi alamıyorum, mesleğim bu, editörlük’ açıklamasıyla ortalığı yumuşatmaya çalışan, ne bileyim işte, kalitesiz, çıkarları için her şeyi yapan, kendini düşüncelerini eylemlerini parlatan yüzsüzlükte dikine dikine gidip olumsuzlukla karşılaşınca , karşı çıkılınca da hiç bir şeye sebep olmamış, meydan vermemiş, kimseyi kırmamış, yargılamamış, bir şey olmamış, yapmamış gibi davranıp “n’apıyım ben böyleyim işte kabul edersin, etmezsin sen bilirsin ‘– ‘benden ancak bu olur ‘ restini çekip kendisinin yapmadığını başkasından bekleyip ‘yanlışlarımla sev beni, kabullen‘ düşüncesini yerleştirerek bir nevi dokunulmazlık kazanmak isteyen çoğunluktan sıkıldım artık ki ne yazık ki çevremiz de bu sinir bozucu karakterler, tiplerle çevrildi.Halbuki hepimizin parlayan yanları olduğu gibi karanlık, izbe yanları da var. Ama işte o ‘mesleğim bu, editörüm aynı zamanda’ konuşma tarzı anında soğuttu beni şairden zira yaptıkların, düşünce ve tavırların karşındakini yaralıyorsa “ben buyum” demekle yırtmamalı insanlar, böylelerini yontmak, traşlamak , ayar vermek lazım kızım diye düşünerek ‘yalnız akşam Birhan Keskin okudum, şiirlerinden notlar aldım esinlendim sabah bir şiir yazdım’ anlatımından utanmayan sen editörüm ‘ başkasının eserinden çalıp sonra benim fikrim denen “ intihali esinlenme “ adlandırıp emek sarf etmeden kendini bir yerde konumlandıran günümüzün trendi esinlemeci şairlerden, yazarlardan olabilirsin ama ben ne editör , ne senin meslektaşın değilim, onun için bu ağzımızdan çıkan her şeyi düzeltme alışkanlığın hoş değil ’ diyebilecekken sırf günlük bazen bir saate sığan ilişkiyi bozup da yeni sorunlar açmayayım başıma; doğru valla öyle olur, sen dersin o da bir cevap verir, sen de alta kalmazsın, kayıkçı kavgasına dönüşür; diye sustum.İtirafsan çekinilip dillendirilmese de; karşısındakini duruşu, bakışı, oturuşu kalkışı, konuşması, bir şeylere vurgusuyla irrite eden sinirlendirici karakterler; ilerleyen zamanlarda sevilmeme durumlarını kesinleştirecek hatayı ya da sevimsizliği göze sokarak ‘zaten kimyam uyuşmamış, elektrik alamamıştım, altıncı hissim hiç yanıltmadı beni ’yle tanıdıklarını haklarında kötü düşünme belirsizliğinden de kurtarmışlardır.Bak ne diyeceğim asında bir insanı hiçbir neden yokken sevmek gibi, sevmemek bildiğin ön yargı, peşin hüküm; her birimizin bilgi birikimi, kişiliği, inanışı, kültürü, yaydığı enerji farklı, tanıştığımızın aurası tutmuşsa kaynaşıyor, seviyoruz farklıysa öteliyoruz, tanımak istemiyoruz, bu yüzyılda galiba en akıllıcısı “pokerface” takılmak böylece bireylerde tahmin edemeyecekleri sürprizlerle karşılaşabilir, suistimallerinden de kurtulur diyelim konuya dönelim, işte auraları da tutmadığından amcaoğlu Alibegê Resulê’de intikamını ; hala köylerde devam eden psikopatlık; kin güttüğünün, sevmediğinin tarlasına, ağaçlarının arasına davarını salma, hem hasmına çok zarar verdiğinden hem de sadece bir kibrit, çakmak gerektirdiğinden kolay; evi, mekanı, ahırı tüm yılı aç geçirtecek senelik rızkı harmanı, herkes ancak kendisine yetecek kadarını topladığından eğer diğer köylerden alacak durumda da değilsen, kimse kimseye de vermeyeceğinden tek çarenin eldeki malları, hayvanları satmak olacağı kışlık yemi otları, samanlığı yakıp kül ederek almak için Kürtlere anlaşıp Aliê Selimê’n samanlığını yaktırınca, Hasanê Aliê İbrahimê Talo’dan boşanmış çene Alié Heyderé Zeynelê Türkan’la evlenmiş amcasının oğlu Gazié (Memişé) Alibegé; göğe yükselen dumanı, ateşi görüp yangını toprak atarak söndürmek için kaptığı gibi kapı önündeki küreği yardıma koştuğunda elinde mavzer yangının etrafında dönüp duran Aliê Selimê’n ‘ yeğenim Emin ! sen misin?’ – ‘apé, apo benim, ben Memişe, yangını söndürmeye…’ duyar duymaz mavzeri üzerine doğrultup ‘ bırak! bırak! yansın’ hışmından korkarak uzaklaştığında köy yolunda karşılaştığı Eminê (Doganê) Romiê ‘ye ‘ağa, keko sen gidiyorsun da apo Eliye Selim deli olmuştur, bırakmıyor ki yangını söndürelim’ – ‘ laooo , bilmez miyim Eli huysuzun tekidir, ne yapacağı kime saldıracağı belli olmaz. Bende gitmeyecektim gel gör ki senin karı, çene Alié Heyderé Türkan, bize gelmiştir ‘kalk git, amcandır, büyüğündür, başı dardadır, birbirinizi sevmeseniz de kötü günde yanında ol’ deyince’ –’ doğru demiş ama bırakmadı işte az daha beni öldürecekti’ konuşmasını yaparken, yangın yerine doğru koşan Aliê (Eliye) Mahmutê’n geldiğini görünce ‘eroo, errr hem yaktın, hem de arsızca, utanmadan söndürmeye mi geldin…sen kimi kandırıyorsun?’la köylünün gözü önünde tüfeğini ateşleyip yangınla ilgisi olmayan Aliê (Eliye) Mahmutê’du öldüren sonra az biraz hapis yatıp afla dışarı çıkan Aliê Selimê’nin baş rolünü oynadığı bu vaka öyle yıllar önce değil 70’li yıllarda oldu. Ne yazıyordun, yine nereye getirdin okuyucuyu ey yazarcık ! elinden, kaleminden, klavyenden çok çekeceğiz anlaşıldı, eee sonra? Sonra Emeran’da Ermenilerin tehciri sonrası sadece Eliye Dılmış’ın değil, çocuğu olmayan Alta Ga-borj’ un arazisine de el koyuluyor. Ga-borjlar vardı…yok artık diyorsun içinden çağrışıma şaşarak Avustralya yerlileri Aborjinlerin akrabası falan mıydı bunlar? Aklın kesiyor mu senin, Aborjinlerin kurtulmak için kıyım, katliam şahı Türkiye’ye gelecekleri? A bu Ga bizim dilde öküz demektir, bunlar çok önceden İran’da yaşarlarmış, Hz. Hüseyin Kerbela’ya giderken geri dönmesine mani olmak için beyaz öküzlerine binip arkasından gelip yolu kesen kabile bunlar işte. Bildiğin ihanet ! Ehl-i Beyt’in katline yardım etmişler sonra bir şekilde gelmiş yerleşmişler Emeran’a, Sünniyken de herhalde Ermenilerin yanında barınmak için Aleviyiz demişler, arazileri yok tabii bunların, Cepanik yaylasına çıkıp oralarda bir yerleri ekip biçiyorlar. Bunların başı Sisi Ga-borj çok fenaymış, fesatmış, karşılığında mal, hayvan, silah almak için Hamidiye alaylarının desteklediği Cibranlılara istihbarat vererek, 40 Hormeklinin öldürülmesine sebep olmuş’ – ‘nasıl becermiş o koşullarda bu işi?’ – ‘Atla ya kendisi götürüyor ya da biriyle haber yolluyormuş; Hormekli Mustafa yarın Üstükran’a yağ almaya…satmaya gidecek ‘ diye ertesi gün Üstükran yolunda bir mavzer atışıyla öldürülüyor Mustafaé Alié. O zamanda yeter ki elinde bir silah olsun sensin Padişah, sensin Paşa. Osmanlı koca İmparatorluk bu Yemen’e uzanan, her yerde muktedir değil ki, nizamı, düzeni sağlamayı ağalara, beylere, paşalara, çetelere, eşkıyaya bırakmış, silah yasağı falan yok, olamaz da her yer eşkıya, çete dolu, parayı bulan herkes mavzer, tüfek, silah edindiğinden evler , ahırlar, mağaralar, taşların, samanları, köprülerin altı silah, cephane çünkü insanların kendilerini, ailelerini, mallarını mülklerini korumak için başka yolları da yok, kime güvenecekler. Hormekliler de Ermeniler vasıtasıyla mavzer, tüfek falan, silah satın almışlar bir de ganimet ve talandan aldıkları var, her yer silah kaynadığından, 1921’de 7 ve 8 Ağustos günlerinde ‘halk elinde bulunan lüzumlu bütün silâh ve cephaneyi üç gün içinde teslim etmeli. Bu emre “cins, mezhep, sınıf ve meslek ayrımı yapmaksızın” herkes uymalı. Yoksa, İstiklal Mahkemelerinde asılacaklar.” gibi on emirden oluşan Tekalif-i Milliye emirleri yayınlanıyor, Cumhuriyet’in ilanıyla “senet karşılığı” teslim alınan silahların bazıları sonrasında “hatıra” olarak sahiplerine teslim ediliyor ki bazı köylerde, duvarlarda asılı duran, camlı büfelerde görünen “mavzerler” işte bunlardır. Bu Alta’nın kocası …’ –‘ Alta kadın mı? ben erkek sandımdı’ –‘ kadın tabii, kocası Boke’nin çok parası, malı varmış. Adam ölünce malın, mülkün tek sahibi Alta Ga-borj bir süre sonra Kuzik’ten Kameri Sılı Kılı’yle evlenince, geçmişteki husumetleri bitirmek için 1928 doğumlu oğlu Ali’yi önlerine atarak hem kirve, hem musahip olduğu Uso’yla birlikte Hese Ga-borj çe Taluya gidip ‘ Alta’nın arazisi dedelerimizindir.Şimdi evlendi, hiç emeği olmayan Kameri Sılı Kılı’ye geçti arazilerimiz, bu da bizi çok üzüyor, bu işi safi edelim kirve’ dedikleri Efendi ‘halledeceğim’ sözünü verip; başlığına ‘Muş Dağlarında bir hatıra 9/9/1936 Vali Tevfik Gürün işe başladığı günler. Eski Muş yeni baştan yapılıyor, mektepler konaklar, sular, hamamlar . Yer yer kaynaşıp duruyor’ notunu iliştirdiği;
“Bir Sonbahar Günü;
Unutma O Günü;
Hava Durgun,
Güneş Yakıyor;
Çarşı Pazar Bütün Kaynıyor;
O Gün Pazardır;
Halk Dinlenmek İçin;
Bağlara Köşklere;
Gezmeye Çıkıyor”
şiirini yazdığı Muş’a gidiyor, Alta Ga-borj’u öldü gösterip, kütükten düşürüyorlar, böylece arazide kirvesi Ga-borjlara kalıyor. Tabii kimsenin haddine değildi o günlerde
“Yeşil pınarın başında;
Haydar bir şişe açarak;
Bize bir kadeh mey sundu;
Çarşıda gördüğümüz;
Sıcağın ve susuzluğun;
Yorgunluğu geçmemişti;
Bu susuzluk ve yorgunluk bize:
Kerbelânın sıcak çölünde- Üç gün susuz kalan İmam Hüseyin’in;
Dertlerini hatırlatmıştı;
Iztıraplar haddini aşıyordu;
Yekpare olarak Haydarla Mersiyeler okuyarak;
İçimizi hakka yakarak;
Kanlı yaşlar akıtarak;
Ebediyete gidiyorduk.
Biz o çağlayan dere ile Kerbelâ çölünde
Hakka yetmiş iki kurbanını susuz veren şehitler şahına
Dolu selamlar gönderdik.
Dere vecde gelmiş bizimle;
Akar ağlar coşuyordu”yla
Allah, Muhammed ya Ali yoluna taliplikte, ikrar için Seyitlerine, musahiplerine çok değer, kıymet verdiğinden, isteklerini yerine getirmek için her şeyi yapacak Efendi’yi, şikayet etmek. Böyle, böyle ülkenin dört bir yanında torpil, rüşvet, hile hurdayla önceden verilecek kişin belli olduğu ihalelerle Ermenilerin arazilerinin paylaşımı da sona ererken, beterin beteri vardır denir ya talan, adaletsizlik bir de “100 Kürt bize gardiyanlık ediyordu ve hayatımız onların keyfine kalmıştı. Kızlarımıza gözlerimizin önünde tecavüz etmek onlar için sıradan bir olaydı. Sık sık 8-10 yaşlarındaki kızların ırzına geçiyorlardı, bunun sonucunda birçok kız yürüyemez hale geliyordu ve vuruluyordu.Yarım saat sonra bir grup Kürt’ün Çapağ(k)çur (Bingöl) yönünden bize doğru geldiğini gördük, Etrafımızı çevirdiler ve nehri geçmemizi emrettiler, birçokları denileni yaptı…ve öldüler”li zulüm, vahşet vardı… vahşet… zalimlik, gaddarlık vardı; Ermeni kafilelerini teslim alan askerler önce kadınları, erkekleri tek tek sayar sonra üstlerini arayarak; paralarını, yanlarındaki kıymetli madenlerini, giysilerini alırlardı deme sakın bildiğin ellerindekini, avuçlarındakini alır, çalarlardı. Yanlarında değerli bir şeyin kalmadığına emin olunca özellikle (devşirme müessesi işlediğinden) çocuklar ve kadınlara kafa sayısına göre fiyat biçip başta Kürtler, eşkıyaya, çetelere , isteyenlere satarlardı. Ağızlarında altın diş ve kaplama olanlarınsa vay haline… Daha bir, iki yıl önce Rus işgalinde topraklarından, baba ocaklarından göçe zorlanan, aylarca zor koşullarda yol alan, çoluğunun çocuğunun cansız bedenlerini yollarda bırakan, kaybeden acı, zulümle karşılaşan çetecilerin, askerlerin, eşkiyanın saldırılarına uğrayan, kızlarına, kadınlarına gözlerinin önünde tecavüz edilenlerden değilmişçesine, günde en az on kez çeşme başında, mala giderken, yayık yayarken, sacda ekmek pişirirken, meyve, sebze, tar, so, cag, mantar toplarken, ot biçerken, harman savururken karşılaşıp konuştukları komşularına daha tehcir yoluna düşmeden önce ‘dakıla mı, gıle Besime, başımıza ne gelir bilmiyoruz.Sen yağ eritmek, süt kaynatmak içim hep ödünç istiyordun ya al bu kara kazan senin olsun, ihtiyacınız var.Her su, süt kaynattığında, beni hatırlarsın.Geçen sene Garo, bu kahve takımını İstanbul’ dan getirmişti, bunu da al. Nasılsa başkası alacak, önceden ben dağıtayım dedim, ailenizi severim , sizin olsun. Veyvi Güle’yle, Selbiye’yi de al, gelin bakın, işinize yarayan ne varsa alın sandalye, masa… a o gaz lambaları, kandiller, güğüm.Bunca eşyayı, kap kacağı yanımızda götüremeyiz.Canımızı, çoluğumuzu çocuğumuzu kurtarsak yeter’le eşyalarını taksim eden Ermenilerin, gözyaşları içinde kapılarına kilit dahi vuramadan terk ettikleri evlerine, köylerine, tepelere, dağlara, yaylalara, deré Mengelî’ye dönüp dönüp bakmalarını; uçsuz bucaksız arazilerine, ev eşyalarına, giysilerine böyle bir fırsat her zaman ele geçmez aceleciliği, el koyma sahiplenme sabırsızlığında ‘de haydi, gidin artık’ mırıldanmalarıyla seyredip Emeran’dan, Zengel’den , Muskan’dan, Badandan , Mengel’den …, uzaklaşmalarını, gözden kaybolmalarını beklemeden evi ev, yuvayı yuva yapan, katır, eşek sırtında, kağnı arabalarında taşınmayacak, yana alınamayacak illaki bırakılacak karyola, somya, tel dolap, kazan gibi ağır eşyalar; sandalye, masa, güğüm, leğen, süpürge, bardak, çanak, kargaşada çocukların bir köşede unuttukları müzik kutuları, bez bebekler, tahta arabalar, romanlar, okul kitapları, işlemeli kapı tokmaklarına varıncaya kadar yükte ağır pahada hafif ne varsa önceden gözlerine kestirdikleri ‘ de sana söylüyorum keko, ağa Mısto, bak Gırp’ların evindeki kazanla, leğenler benim, Korki lerin evindeki büfeyi, içindeki tabaklar da Zerif’in kimse almasın.Asıl Garo’ların bir kara kazanı vardı ama onlar gitmeden verdiler çe Mehmeté Müminé. Eliz’in giyindiği kadifeleri, elbiseleri çe Güle’ye yığıp sonra paylaşalım ’ pervazsızlığında kapıp evlerine götüren, yağmalayan, tatmin edilemeyecek aç gözlülükleriyle define avına girişip altınlarını, mücevherlerini, paralarını gömdüklerine inandıkları evlerinin, Kilislerinin, tarlalarının kazılmadık yerini bırakmayıp üstüne göç yolundaki Ermeni kafilelerine yetişip eğer askerlerin, çetelerin, eşkıyanın talanından ellerinde, avuçlarında, boyunlarında, göğüslerinin, yüklüklerinin arasında kalmış birkaç parça eşyayı, altınları, paraları almak için refakatçi askerlerin önünde saldırıp bazen gencecik kadınları da alıp götüreceklerdi. Öyle bir başına buyrukluk, öyle bir çapulculuk, öyle bir talan, öyle bir kendi hesabını kendin kesme vardı ki katılmayan tek bir Allahın kulu da yoktu ‘bu Ermeniler; Ruslarla bir olup, çe Piro Dergi’nin ocağının, evinin de bulunduğu Serçuk da harman yerinde erkekleri toplayıp birbirine bağlamışlar sonra tek, tek kurşunlamışlar. Çe Dergi’yi, piroları, dedeleri, kadınları, çocukları bir eve yığıp ateşe vermişler. Çene Eliye Rıza; Zerde var ya o lojına saklanmış, bir süre geçtikten sonra bacasından tırmanarak ev damına çıkmış. Bakmış ki ses, mes yok.Sabaha kadar orda beklemiş.Sabah bakıyor ki harman yerinde bir sürü ölü.Bu nalet gavurlar ! az insana kıymadılar. Düşmez kalmaz bir Allah bak ne hale düştüler, şimdi intikam alma sırası bizde’yle ancak savaş sırasında yaşanacak tarafların birbirine yaptığı zulmü, ihlalleri düşman belirledikleri diğer, karşı yapmış da kendileri ellerine hiç silah almamış, savaşmamış, tek bomba, top, kurşun atmamış, hiç Ermeni, Rus öldürmemiş gibi anlatarak, kırıntısı kalmış vicdan ve merhameti ve adaleti de sıfırlayıp, cezalandırılmayacaklarını da bildiklerinden yapılmadık işkencenin, gaddarlığın kalmadığı tehcir günlerinde Emeran’da Agaê Hüseyinê ‘ de adamlarıyla bastığı Markar’ın evindeki yedi Ermeniyi mergệ Agi’ye götürecek ellerine tutuşturacağı kürekle kendi mezarlarını kazdırtacak sonra fazla mermim gitmesin tek kurşunla işlerini halledeyim diye arka arkaya dizerek mavzerini ateşleyecekti. Ölmeyen, yaralanan Agop’un acı içinde ‘eree Üso ölmedim, yaralıyım bir tane daha sık’ yakarısına ‘senin o pis canın için kurşunumu harcayamam’ diyerek canlı, canlı mezara koyup üzerine toprak attırtacaktı. Ahhhhh Gulamı …Gulamı…daye gurbane… sana ne anlatayım ben, bilmem; mergệ Agoy’a doğru bir kafile götürüyordu, emrindeki askerlerle Salo jandarma…adamın adıydı Salo, jandarma olduğundan Salo jandarma ya da Salo ekser diyorduk. İki kız kardeş; Lara, Liza yan yana yürüyorlardı. Lara’nın kucağında sıkı sıkıya sarıldığı her adım atışında kolunun üzerine düşen sarı saçlarının dalgalandığı iki üç yaşlarında ki kızı Angel vardı. Bahardı, dağlarda eriyen karlarla dere Mengelî coşmuştu ki nasıl, Liza ‘bizi öldürmeye götürüyorlar sen bunu nereye götürüyorsun’ diyerek Lara’nın kucağından aldığı gibi damların üzerine çıkmış kendilerini seyreden Emeranlıların gözü önünde attı dereye çocuğu, sarı saçları akıntıyla ters yüz oldu; battı, çıktı… battı, çıktı o kadar, su aldı götürdü çocuğu. Oyyy yarabbi, yarabbi , Hego, hego o kadının ciğer delen çığlığı…o kadının figanı ağladım onunla, tek kurşun sesiyle biten haykırışına . Şimdi üzerine buğday , mısır , çavdar ekilen mergệ Agi, Ermenilerin toplu mezarıydı. Eree bütün bunların olduğu bir yerde; bu memlekette kimseden merhamet, insanlık bekleme, hepimiz zalimiz…hepimiz mal , mülk, para peşindeyiz.Veyvi demişti şu tencere kim bilir kimindi, bak şimdi içinde yemek pişiriyorum.Sana anlatırken aklıma geliyor sahibi zaten ölmüştür o yollarda diyordu daha kör olmamışken Gıle Gaare; Kasmandaki konağın balkonundan bakıp çene Küçükağa’ya ‘öldüğümde beni şu karşıdaki (raver’de) tepeye gömün’ diyen Efendi gibi, aşağısında deli deli akan deré Mengelî’n sesinin de duyulduğu tepedeki Seys Sılıman’ın mezarının yanında bir çayır vardır, onun ortasında Şilan diyoruz biz, kuşburnu… gulamı, o Şilan ağacı halen de ordadır tam orda, Ermeni Nare, kucağında üç, dört yaşlarında çocuğuyla kaçarken Salo Jandarmaya rastlıyor, öldürüleceklerini anlamış ‘ Allah rızası için önce beni öldür…bana bu acıyı yaşatma’ yalvarmış.Salo’dur bu, gaddar ki ne gaddar çocuğunu almış Nare’den kurşunlamış, görenler diyor ki Nare, kurşun sesiyle sanki semaha durdu; çocuğunun kanlı cesedinin etrafında döndü…döndü sonra yanına düştü, Salo onunda işini tek kurşunla bitirdi.İlkbaharda bazen beyaz bir kuş, bir şey ararmışçasına, dönüp durur a o çayırın üstünde, işte o kuş, acısından semaha duran Ermeni anne Nare’dir, öldüğüne inanmaz da arar durur yavrusunu, hâlâ. Şahit olunan insanlık dışı sadistlikten, vandallıktan, ganimete konmadan, mala çökmeden, yağmalamalardan hesap sorulmaması, cezai işlem yapılmaması utanmayı, arı da ortadan kaldırdığından zengin, fakir , Türk, Kürt, Sünni, Alevi, kültürlü, cahil her kesimin emek sarf edip çalışıp, kazanmış, almışçasına gayri Müslimlerin mallarını paylaşmalarındaki bu hep yapıla gelmiş suç ortaklığı…severliği; Cumhuriyet Halk Partisi 9. Bürosu tarafından hazırlanan 1939, 1940 tarihli Milliyetler Rapor’da azınlıklarla ilgili “Ermeniler’in asimile olmayacakları gerçeğinden hareketle mübadele edilmeleri ya da başka ülkelere göçlerinin kolaylaştırılması yoluyla her gün nispetlerinin azaltılması; Anadolu’da artık bir tehlike olmayan Rumlarla ilgili asıl esaslı tedbir alınması gereken yerin İstanbul olduğuna dikkat çekilerek “ bu hususta söylenecek tek söz, İstanbul’un fethinin (500) yıldönümüne kadar İstanbul’u Rumsuz bir hale getirmektir –nasıl da incelikli ve ielri görüşlü bir öngörüdür ki İstanbul’un fethinin 500. yılında yani 1953’te değilse de iki yıl sonra uygulanan şiddet, yağma, saldırılarla Rum nüfusu azaltılacaktı –” önerileri yerine getirmek için ilmek ilmek işlenerek, hazırlanan plan; 1942 yazı boyunca hemen her gün, her gazetede “karaborsacı Yahudi” tiplemeli karikatürler yayınlayıp, gayrimüslimleri hırsızlık, karaborsacılık, vurgunculukla suçlayan haberler, yazılar eşliğinde; Başbakanı olduğu ülkenin azınlık vatandaşlarını fazlalık görme çarpıklığında ki Şükrü Saraçoğlu’na gururla “Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır… Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz…..” konuşmasını yaptırtan eseri 11 Kasım 1942’de Varlık Vergisi Kanunuyla – muaf dışı tutulmak için Osmanlı geleneği devşirmeliği seçip İslam’a geçenler hariç tuttularak –, Boğazda ki yalıları, köşkleri, Beyoğlu’ndaki apartmanları, dükkanları bir gecede ellerinden alınıp malından, mülkünden, yuvasından edilen “saf Türk” olmayan vatandaşların Hitler’in Yahudileri gönderdiği Auschwitz’ine özenerek yaptırılan Aşkale (Toplama) Çalışma kamplarına gönderilmesiyle uygulamaya konulan; MGK sekreterliği yapan Sabri Yirmibeşoğlu’nun “6-7 Eylül de, bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.” itirafına nail gayri Müslimler için 6/7 Eylül 1955 günü bir kez daha zuhur ettirildiğinde; Ermeni Tehcirinde ki gibi İstanbul sokaklarına ellerinde silah, kazma, balta, sopalarla dökülüp önlerine çıkan Rumlara, azınlıklara saldırarak kafa, göz yaran, evleri, işyerlerini yakıp yıkarak “Kristal (bir günü) Geceyi” yaşattıkları; belki dün, belki de sabah karşılıklı kahve içtikleri ama o an malına, canına göz diktikleri komşuları, tanışları vatandaşları Rumlardan, Ermenilerden, Yahudilerden, Hıristiyanlardan yağmaladıkları gümüş şamdanları, vazoları, kol saatlerini, alyansları, altınları, Fransız porselen kapaklı sahanları, ellerinde, çantalarında övünçle, zaferle taşıyanların; cadde ortasına çömelmiş ipek kumaş yırtan üzerinde şık kısa kollu, yakası açık, boyu dize kadar beyaz bir elbisenin altına topuklu ayakkabı giymiş avukat kadınların, takım elbiseli erkeklerin fotoğraflarının çekilmesinden utanç duymamaları, bizati kendilerini sergilemeleri de Ermeni tehciri öncesi, sonrası herkesin gücüne göre başkasının malına çöktüğü, talancı geçmişin resmileştirilmesinden, olaganlaştırılmasındandı.Çena…çene boyệ rizayệ Heqiî (Hego) bo (boyeriza hekobo-Allah rızası için) dur artık ! dur ! ne kadar inkara kalkışılsa da bu topraklarda, herkesin, hepimizin bir yanı, bir parçası biraz Akçik, biraz Lara, Nare; biraz Agop, Gırpken; seninde biraz çene Küçükağa, Zelhan, Behıj, Belkıze, annen; biraz İbrahimé Talo, Memilé Talo, Kemalé Resulé barındıran parçalarının birbirinden ayrılmaya meraklı, kararlı oluşu da belki de her kadının en iyisine dahi lanet okuyacağı bir erkeğin; her oğlun, her kızın da bir babanın…geçmişin kurbanlığını bildiğinden miydi ? Onun için miydi bu darmadağınıklığın, savrukluğun HER GİDENİN ardından. Ermenileri yola düşürmeden önce Kaymakamın Aşiret (Hamidiye) Süvari Alayları komutanlarına, köylerin ileri gelenlerine, tanıdıklarına ‘ isteyen köylüler gelip baksın.Kadınlar arasında beğendikleri, işlerine yarayacak olanları seçip, alsınlar’ dediğini duyunca, çoğu köylü gibi iş yapacak, güçlü kuvvetli, güzel bir Ermeni kadını almak üzere bende Kuzik’ten aşağıya a o cadde üzerine doğru atımı sürdüm; kimi o zamanın vesaiti kağnı arabasında, kimisi at, eşek sırtında, kimisi de yaya giden Ermeni kafilesindekileri, Emeran çıkışında a o deré Mengelî’n üzerindeki köprüde yakaladım.Birkaç Fayton, o günlerde çok az kişinde bulunduğundan ortalıklarda tek tük görülen, çokca da ordudaki komutanlarla, zengilerin bindiği (ilk olarak 1895 yılında İstanbul’un tanıştığı) “zatü’l-hareke” otomobil içinde, atların üstünde ; yayan yürüyen ya da kağnı, at eşek üstünde oturan Ermeni kadınları gözüne kestiren, inceleyen erkekler gibi bende kafilenin en kenarında yürüyen güzelce bir Ermeni kadını beğendim demişti Mehmeté Müminé, yıllar yıllar sonra torunu Agaé Halité’n de “bizde bir kazan vardı beş teneke su alırdı, beş teneke… onda çorba yapıyorlardı, a o Ermeniler 40 kişiymiş bir evde…” anlattığı. Elimde atımın yularlı yanına varıp elini aldığımda (tuttuğumda) bir feryad… bir figan ağladı, sızladı, saçlarını yoldu, çekti, yerde taş, toprak bırakmadı. Kendi kendime düşündüm dedim ki ‘ben bunu alsam, bundan ne heyr çıkar. Bunun rızası yok, hele baksana ne işler yapıyor, yarın kim bilir ne yapar? bıraktım’ , o ara baktım Mengel tarafından bir atlı geldi, bir kadını kolundan yakaladı, kaldırdı, oturttu önüne, hiç durmadan sürdü atını kadının derenin çağıldayan suyunu yaran, kuşları havalandıran ‘Allahını seversen beni ayırma çocuğumdan’ çığlığı, adamı dirseğiyle yumruklaması, nafile dövünmesi.Eee Velié Ağé’da bu fırsatı kaçırmamıştı, adı Akac, köydekilerin Akçik dedikleri Ermeni kadını almış, götürmüş damına.Yalnız kime sorsan ‘ öyle bir karı yoktu idi dünyada diyordu.O kadar güzelmiş, çookk…çokkk dağ çiçeğiymiş , zeytin karası gözler, inci dişler, kumral uzun sırma saçlar, beyaz ten, boy pos.Amcam oğlundan da duydum Velié Ağé’ya hep ‘yalnız, bir öpüşüm dahi yok idi sana …bir bakışımı vermez idim ama şartlardan istifade ettin aldın.Ben altınların, paraların yerini biliyorum, gün var ki, gelir böyle senin ceplerini altınla, parayla doldururum ‘ diyormuş. Ancak bir türlü herhalde hayatının garantisi diye altınların, paranın yerini söylemiyormuş; öyle de yalancı, sahtekarmış !!!!. Ermeni tehcirinden on, on bir yıl sonra, Şeyh Said isyanı sonrası desteklediği devletten hiç beklemediği sürgün kararının çıktığı Kütahya’ya giderken Karer yolunu kullanacağından ‘ben yarın gitsem, Küçükağalar bana ‘ sen nasıl oldu da bacımızın üstüne niye Ermeni kuma getirdin, dere beni rezil ederler, bırakmazlar ’ düşüncelerinde ‘eee ben, bunu burada bırakıp gidemem de’yle hulamlarından (hizmetlilerinden) iki kişiye teslim ediyor, onlar da götürüyor, a o aşağıda Efendi’nin
“Hayatın ve dünyanın
En kötü tarafı…
Her şey vefasız
Her an hercai…
Tatlı, acı her âlem geçer.
Her şeyde son bir ayrılık.
Bu fani pek vefasız meğer.
Bana bak kardeşim Haydar,
Bak bu güzel günümüzde geçti,
Bütün bir ömür bütün bir hiçti.
Çünkü Böyle imiş-Kanunların hilkatin
Tanrıdaki hikmetin.”
şirininde ki ilhamını, sırlarını, Ermeni kadınlarının, erkeklerinin, çocuklarının ölü bedenlerini sonsuzluğa Murat’la taşımaktan yorgun benim avare nehrim deré Mengelî de öldürüyorlar. Lara, Belkize, Akçik, Nare gibi başlarına gelenler kuşaklara devredilecek biçimde anlatılmadığından, hiç yaşamamışlarcasına adları yok sayıldığından,haklarında tek bir bilgiye ulaşamadığından, hatırlanmamalarını içine sindirip, araştırmaktan da vazgeçecekken amcan Hasan’ın kızı Cemile’nin beynini patlatmasıyla, ikisi kesin, kaç defa evlendiği bilinmeyen babanın dedesi Memilé Talo’nun eşlerinden birinin; babanın babası Resul’u, kardeşi Halil’i, Elif’i, Gülizar’ı, Rus işgalinde ki göç sırasında yolda babası Memil’in iyi bir başlık alarak sadece Erzurum’da bir aşirete gelin verdiği bilinen izi kaybedilmiş Cevriye’yi doğuranın adının; kesin olmamakla birlikte Şadi aşiretinin kızlarından adı belli belirsiz hatırlanan Canbek (Canbegiz); diğerinin de; ufak bir bağlantının, ilişkinin devlet katında baskı, sürgün getireceğine, mevki, makama boğdurulacak “makbul vatandaşlıktan” çıkaracağına inanıldığından ailelerde, aşiretlerde önceki kuşaktakilerin gayri Müslimlerle, Ermeni kadınlarla evlilikleri yapılmamışçasına gizlendiğinden, kan bağı inkarlı kripto Ermenilik ve Çerkezlikte; Hormek aşireti liderlerinden Selimé Ağé’nın, alınmaları için pek çok kez yaptığı başvurular dikkate alınmayınca Dâhiliye Nezareti’ne çektiği son telgraf ‘…kulları Bitlis vilayet celilesi mülhakâtından Varto kazasında Hormek aşâiri olup, mecmû-yı aşiret Hınıs ve Göynik kazalarında bulunan altı yedi bin nüfus şâmil olup, eyyâm-ı sayfda Bingöl cibâlinde cümlemiz haymenişiniz. Şevketlü ve merhametlü padişamız bizim aşiretin etrâfı ve eknâfı cümleten Hamidiye Hafif Süvari Alayları’nı teşkil ederek o nâm-ı âliden hemân biz mahrûm kaldık. Bu ifâdatımızı sem-i humâyûna resîde ettiremediğimizdendir. Alayların teşkilinde şimdiye kadar hemân yüz telgraf keşide etmekliğim ber sâika-yı muhabbet ve uğur-ı meyâmin-i mevfûr-ı hazret-i tâcdari yolunda kurban olmaklığımızın sevdası cüret ettirdi. Yoksa bizim haddimiz değildir ki o makâm-ı âliye arz ve niyâz edelim. Bunun saye-yi ihsânvaye-yi hazret-i hilâfetpenâhide üç alay kulları hazır olup hangi mevkide muâyenemiz emr olunursa esblerimizle müheyyâyız. Lütfen ve merhameten bizi de akrân ve emsallerimiz merhamet-i şehinşâhîye dehâlet ederek arz ediyoruz. Muradımız hizmet ve sadâkattir. Eğerçi bu mârûzatımızı şevketlü pâdişâhımıza takdîm etmezler ise bu kadar ahâli-yi fakir kulları yarın muâkeme-yi kübrada müsebbiblerinin yakasından tutup ihkâk-ı hak buyurulmasını iddia edeceğiz yoksa biz için itibâra şekvâ eden kullardan değiliz her halde muradımızın husûlü içindir bu mârûzatımız son def’a olarak arz eyler…’ de görüleceği üzere; hiçbir Kızılbaş aşiretin alınmadığı, dışında bırakılan Alevi aşiretlerle, diğerlerinin düzenli maaşlarına, verilen silahlara, cephaneliklere edindikleri prestijle, güçle , arazilerini, mal ve mülklerini artırmalarına, çocuklarının müdür Kâmil Bey’in “bunlar aşiret değil Haşerat” diyeceği İstanbul’da ki Aşiret Mektebi’ne gönderilmelerine , Ali kıran baş kesenliklerine imrenerek bakacakları; Sultan II. Abdülhamid’e “Bave Kurda- Kürtlerin babası…” denilmesinin nedeni ” idari makamların sıkı gözetimi altında tutacağı Kürtleri; Rusya karşısında güçlü bir askeri siper, İran’a karşı saldırı aracı durumuna getirme yanında, azınlıkların, özellikle de Ermenilerin özgürlük hareketlerine karşı” kullanmak amacıyla 1891 ‘de kuruluşu öncesinde yapılan istihbaratla göze kestirilen okur yazarlığı meçhul aşiret reisleri İstanbul’a davet edilerek, sarayda ağırlanacak “atlılar, askerler “ aşiretten, her türlü askeri mühimmat, giysiler, para da devletten şartıyla keselerinde “Hamid” altınları, omuzlarındaki albay, binbaşı, vs.vs. rütbelerine uygun maaş cetvelleri “atlarının terkisinde de bir yüzü Kur’an ayetli diğer yüzü Padişah Tuğralı atlastan sancak ve beyaz ipek kumaşa nakşedilmiş ferman… “ la döndüklerinde Kürdistan’a, artık koca İmparatorluğun güvenine mahzar merkezi Erzincan olacak müşir Zeki Paşa’nın başkomutanlığındaki milis gücü Hamidiye Alayı seçilen Zirkan, Hasenan, 1200 süvariden dört alaylı Cibranlılarla, Karkapazarlılarla arazi, yayla, mal anlaşmazlıkları yüzünden sürekli çatıştıklarından er geç öldürüleceğini tahmin eyleyip oğullarına ‘bir gün ölürsem silahımı Veli’ye, evlerimi Ali’ye, aşiretin idaresini Zeynel’e verin ‘ demiş beş eşinden on oğlan, iki kız sahibi İbrahimé Talo’nun Besse (Besra ), Nazan, Melek, Şerife dışındaki beşinci, son eşi, babanın amcası Selim’i doğurmuş Behıj (Sadıja) olduğunu öğrenecektin.
Osmanlı ve de Cumhuriyet döneminde aşirette amcası, yeğeni, kardeşi tarafından ya da çatışmalarda öldürüldüğünden, eceliyle ölen birkaç kişiden biri olduğundan ‘Allahın sevgili kuluydu, yatağında ölümü karşıladı’ şükrüyle anılan, babası Mustafaé Zeynelé Yusufé ağanın; Karer’de bıraktığı oğlu Mehmet dışında kendisini Kasman’a, kardeşleri Veli’yle Resul’ü Emeran’a ; İbrahim’le Mahmut’u Muskan’a, Ağa’yı da Zengel’e yerleştirmesinin ardından; Emeran’a yerleştiklerinde köy Ermenilerle, Hıran aşiretinin elindeymiş. O zamanda tapu, mapu, Varto, Marto da yok imiş, Gımgım’mış daha. Erzurum vilayeti Erzincan’a bağlı bir sancakmış Muş’da – é harfi ye diye telaffuz edildiğinden konuşmalarda ismin son harfine göre Veliye ya da Selime kullanıldığından – Veliye Mustafaye, kalkıyor kimseye bir şey demeden, danışmadan Erzincan’a Osmanlı’nın Emin Paşasının yanına gidiyor.Yalan olmasın ya Emin Paşa ya da onun yardımcısı gibi biriyle tanışıyor, dedesi Zeynelé Yusuf’tan bahsediyor, orada tbii aşireti falan biliyorlar ‘ hayırdır, buraya kadar niye geldin ağa?’ diyorlar ‘ben geldim, A(E)meran’da biraz arazi üzerime tapu edin’– ‘ağa, buraya kadar onca yolu aşıp gelmişisin, köyün hepsini sana tapu ederiz’– ‘yok beyim yok, birkaç yer etseniz yeterdir’ demiş ya yine de buna bayağı bir yer tapuluyorlar, köye gelince tapu edilen yerlere işaret–o zaman sınır işareti dediğin taş, koca taş ya da tahtaydı– koyuyor, köylüler ‘apo hayırbo, a sen buraya niye taş koydun , bu çayır senin değil ki ?’ – ‘benimdir, bana verdi Devlet-i Osmaniye, bu da verdiğine dair ferman, tapu’– ‘ errr, Veliye Musatafaye biz seninle kardeşiz, sen benim arazimi de almışsın elimden’ – ‘Resul; akıl, altın taca benzer, herkesin başında olmaz (Akil taça zerrîn a herkes sare d’çîn a) sen düşünseydin, sen gitseydin, sen yapsaydın’– ‘Ben seni kardeş bilidm , ne bileyim senin aklın böyle berbat şeylere çalışır ? Gidip nerdeyse köyün tamamını üstüne tapu etmişsin haber vermeden, şimdi de suçlu benim öyle mi’yle tepesi atınca belki herkesin ömrünün sonunda fark ettiği, Albert Camus ‘un “sizi yıpratan insanlardan sessizce uzaklaşın.” yazmasından da önce ‘öyle bir yere gideyim ki beni yoran, üzen bu ilişkilerden kardeşlerden, akrabalardan uzak, huzura ereyim ‘ gerçeğini algılayıp hanesiyle birlikte hakikaten de Hormek aşiretinden kimsenin bulunmadığı Kuzik’e yerleşen Resul Mustafaé Zeynelé’le kardeşi Veli gibi kardeşlerin , akrabaların arazi, mal, mülk için birbirilerine düştüğünü gördüğünden, düşeceğini bildiğinden yetmiş yaşında hasta yatağında oğullarına, akrabalarına ‘kendar…kendar (sindor…sindor) sınırları, hudutları aşmayın, hakkınıza razı olun, amcalarınızın, kardeşleriniz, akrabalarınızın tarlasında, malında mülkünde gözünüz olmasın, arazilerinizin hududunu değiştirmek çok kötüdür. Sakın ha! hudutları değiştirmeyin’ vasiyetini yapan Talu(o) Mustafaê Zeynelé Yusufé ağa’nın ölümü sonrası bu defa da Kasman’da iki kardeş Memil’le, Veli arazi, mal kavgasına girişecek Memilê Talo Kasman’dan ayrılıp Badan’a yerleşecekti. Bu arada sonradan waye Sara’nın kayınpederi olacak Hasanê İbrahimê Talo’ya hamileyken Behıj’a; ilkbaharda çıktıkları Bingöl dağındaki Kasman yaylasında, Temmuzun son günlerinde sağdıkları hayvanların sütlerinin her yıla göre azalması karşısında ’bizim şiwane…çoban Eliye Uso diyor ki hayvanları istediğimiz yerlere götürüp otlatamıyoruz onun için süt azdır. Hamidiye alayları Cibranlı çobanların bekçiliğine soyunmuşlar, bırakmıyorlar kozıka girelim ’ şikayetini birbirlerine anlatıp aktararak hal çaresi bulmaya çalışan, her gün yaylalarının yakınında geçit töreni yaparcasına mermi sıkarak geçen, bir keresinde gasp ettikleri tam 700 koyunu kavurma yaparak kendilerine ziyafet çeken Cibranlıların, Hamidiye Alayının baskınlarını yan yan çadır kurmuş İbrahimé Talo, amcasının oğlu Selimé Ağaé’nın komutasında püskürten ancak sürülerinin neredeyse tamamının çalınmasına engel olamayan Hormeklilerin ‘Hamidiye atlıları, atmışlar omuzlarına tüfek, mavzer üç dört kişi gezip duruyor, ne görürlerse alıp götürüyor, talan ediyorlar’la başvurdukları İbrahimé Talo da saldırıların durdurulması için; kirvesi Ermeni Serop Vartan’ın oturduğu Miran köyüne oğlu Zeynel’le yaptığı ziyarette Serop’un okula giden çocuklarının davranışlarından, heyecanlarından, İstanbul dışında adını yeni yeni duyduğu ülkelere gitme heveslerinden ‘Kirve gel oğlumuz Zeynel’i, bizim çocukların gittiği okula gönderelim’ teklifinden etkilenip, heybesindeki peynir, yağ, süzme yoğurdu hediye götürdüğünde niyetini açıkladığı Gımgım kaymakamının ‘geldiğimden beri bakıyorum Ümmeti Müslüman hep birbiriyle kavgada. Gün geçmiyor siz Hormeklilerin Cibranlılarla ölümlü vakası olmasın ama gavular, Ermeniler arasında öyle Müslümanlar arasındaki gibi kavga, sürtüşme olsa da bu kadar değil.Okumaya vermişler çocuklarını, kazandıklarının hepsini silah almaya yatırmıyorlar zaten silahın da ticaretini yapıyorlar hayvancılık, ekip biçme, çiftçilik dışında da iş tutuyorlar, zanaatkarlar; sanatla uğraşıyor, çocuklarını uzaklara yolluyorlar.İlimle meşguller, Ümmeti Müslümanın önündeler. Bence de iyi düşünmüşsün. Harput’taki okulun müdürü arkadaşımdır, mektup yazarım oğlunu kabul eder’ telkinleri ve yardımıyla 1891 yılında Harput’ta ki yatılı okula kaydettirdiği, eğitimine önem verdiği oğlu Zeynelé İbrahimé Talo’yu Gımgım kaymakamıyla görüşmeye gönderecekti. Göreve yeni başlamış Kaymakama vaziyeti anlatmak, şikayet dilekçesini vermek için ağzını açtığında, oda da baş köşeye oturtulmuş Cibranlı Mahmut ağanın “ne yapalım sizin fermanınız Padişahtan efendimizden, Sultan II. Abdülhamit’den çıktı” tepkisiyle Zeynel’in, idarenin memuru tarafından kovulmasıyla Osmanlı’dan ümidini tamamen kesip saldırılara kendi öz güçleriyle karşı koyma kararı aldıklarını duyan aşiretlerin, özel olarak da Cibranlıların ‘isyan başlattılar’la İstanbul’a Payitaht’a ihbarıyla Hormeklilerin te’dibi için bir alay nizamiye askerinin Gımgım merkeze gönderilmesi, baskılar, mallarının gaspı, Zengel köyündeki Ağaé Mustafaé’nın oğlu Mahmut’un Kârer’deki Mehmeté ikinci Zeynelé ağayla nişanlı kızı, yeğeni Zozan’ın ağnam (vergi) adı altında durmadan koyun, zahire toplayarak, özellikle de Hormekli, Lolanlı halka zülüm yapan, Üstükran nahiye müdürü Hüseyin ağanın oğlu Hasan tarafından kaçırılması üzerine Hormek ileri gelenlerinden Selimé Ağaé Mustafaé’nın; Caneseran köyüne geldiğini haber aldığı nahiye müdürü Hüseyin ağanın kaldığı eve, gece baskın düzenleyip dövdükten sonra silahını, Osmanlı adına topladığı vergiyi, parayı alması; kardeşi Memil’e ‘Osmanlı’dan, Devlet-i Aliyye’den çektiğimiz ortada, amcaoğlu (dereza) Selimi ağaye yine kimseye sormadan, danışmadan tek başına yine samanı ateşe verdi, rüzgarın önüne geçti ( Adir Verda simerî ho da vere vayî) yaptığı yanlıştır. Ben Uskırana (Üstükran) gidip dereza Selim’in yaptığına Talo’nun oğulları olarak karşı olduğumuzu Hüseyin ağaya söyleyeceğim. Yoksa yarın, bir gün Hamidiye alaylarıyla Kasman’ı, Badan’ı, Emeran’ı, Muskan’ı, Zengel’i basıp yine sürülerimize, zahiremize, ambarlarımıza el koyacaklar’ yakınmasına ‘ eree lacé piyi mi (babamın oğlu) İbo şur ! hiç gördün sen, köpek , köpeğin ayağına basar (kutık payna lınga kutıki nêdano); keşke ile eller saç örgüsü demetine yetişseydi oooo, bu saatten sonra sen ne yapsan da bu Muaviye torunlarının önünü alamazsın. Yine Osmanlı’ya, ecdada isyan ediyorlar diye adımızı çıkartıp arkalarına idareyi, hükümeti alır dünyayı dar ederler.Ne yapsak olmaz, boşuna gidip de bizi; Evladı Kerbela’yı gözlerinde küçültme, rezil etme. Babam Mustafaya Zeynelin oğlu Talo ağa ne derdi, hatırlasana ‘bir günlük aslan ol, bir yıllık tilki olma. ‘ Sen, haberim yoktu desen de, demesen de yapacakları, olacakları değiştiremezsin. Zaten Pircanlar şimdi Selim’e esip gürlüyorlardır ki bu mevzu da böyle kalmaz. Müdürün kaldığı evi basmak ne demek ? İlla ki bunun hesabını, intikamını Hormeklilerden alırlar. Hele az bekleyelim, a o komun altına epey bir cephane, mermi saklamıştım, onlara da bir bak’ tavsiyesiyle döndüğünde dewa ma Kasman’a İbrahime Talo ; korvet kaptanı komutasında bir tabur nizamiye askeri, Osmanlı’nın Gımgım’ın asayişini emanet ettiği Cibranlı Hamidiye Alayından 200 atlı çoktan Selimé Ağaé’nın yakalanması için Zengel köyüne hareket etmişti. Cibranlı Teymüranlıları da saldırıya katılmaları için ikna etmiş nahiye müdürünü destekleyen; 1900 yıllarda çekilen fotoğraflarda iki katlı , taştan yapılmış evlerin bulunduğu Gûdêmira köyü Ermeni ağası Sarukxan ailesinin damadı, Ermeni köylerine birer oğlunu yerleştirerek yöneten Kulan köyünden Cibranlı Ahmet ve yeğeni Hasan ağaların adamlarını gönderip aldıklarını geri vermesini istemelerine ‘hayır’ cevabı vermiş Selimé Ağaé’nın hılamıyla gönderdiği ‘Cibranlılar, esker Zengel yolundadır, zanım odur ki yalnız buraya değil tüm Hormek köylerini basacaklar. Dereza, adamlarınla köyü terk et, bir süre saklan. Bilirsin ki , ben, düşman karşısında bir günün boğası olmayı yüz günün ineği olmaya tercih ederim’ haberini aldığında Kasmandakilere ‘mecbur sırtımızı dereza Selim’e vermeye gidiyoruz.Hamidiye atlıları, Cibranlılar dewa ma’ya (köyümüze) da gelecektir.Sakın karşı koymayın, çatışmayın’ tembihinde bulunup, yanına alacağı birkaç akraba oğulları Ali, Cindi ve Hasan’la, Şubat ayında yedi metreye ulaşan karı zorlukla aşarak Bingöl dağı eteklerinde ki K(o)ürtegül mezresinde saklandığı; Zengel’de Selim’in direnmesini yaramadıklarından Gımgım’a geri dönüş yolunda kendilerine ateş eden birinin– askeri mezreye çekmek için silahın ateşlediği gün gibi orta olan, kimliği uzun yıllar sonra öğrenilen ; sülale içi rivayete göreyse kaçarken kendini yaralayan askerlere karşılık verdiğinden takip edilen) amcazadelerden eşkıya Zeynelé Fakié’nin de sığındığı, evi çeviren askerin kapı önüne yığacağı otu ateşe vermesiyle bir anda içeri dolan dumandan boğulmamak için, bozulan mavzerini duvara çarparak kırıp, silahsız vaziyette kapıya çıktığında, peşinden dışarı fırlayan akrabalarının cesetlerinin altında kaldığından kurtulan Ali hariç iki oğluyla askerin onlarca kurşunuyla delik deşik edilen İbo şur (kızıl İbrahim) lakaplı İbrahimê Talo öldürülünce kardeşi Memilê Talo’yla evlendikten bir süre sonra doğuracağı; kırkı çıktıktan sonra, senin akıllara durgunluk verecek acımasızlık saydığın ama köydekilerin, sülaledekilerin alışkınlıklarından normal görüp gülerek anlattıkları kardeşinin oğlunu , yeğenini ‘ gelin ! yetiminizi alın götürün’le yanına gönderdiği Kortegül baskınından sağ kurtulan ağabeyi Aliê İbrahimê Talo’nun karısı Karer’li çene Aliê beğ’in Fidan’ın Hasanê İbrahimê Talo’yu büyüttüğünü; Leylek köyü Sünni Cibranlı, Rakkasan Alevi arada 300 metre var, yok birinde bir kurşun atılsa anında duyulur, sabah Cibranlıların Rakkasan’a, akşam Rakkasanlıların Leylek köyüne baskın yapıp, saldırdığı o zamanda; Harput’ta ki yatılı okulu bırakarak babasının intikamını almak için Kasman’a dönüp kurduğu 18 kişilik çeteyle ,Hormek ya da Alevi köylerine baskın yapıldığı, talan edildiği haberini aldığında iki üç güne kalmadan baskın yapanların taşını, taş üstünde bırakmadığından ‘giidn…gidin yarın bunun hesabını sizden soracak’ gözdağlarının ‘olmasaydı rahat bırakmayacak, yerimizden yurdumuzdan edeceklerdi’ minnetiyle kahramanlaştırıp , cesaretini dağa taşa yazdırdıkları anlata, anlata efsaneleştirdikleri; kaldığı, ağırlandığı, saklandığı evden çıkarken tahta kapılarına demir uçlu kalemle Ömer Hayyam’dan
“—
Ezeli sırları ne sen bilirsin ne de ben
Bu muammayı ne sen okuyabilirsin ne de ben
Perde ardında sen ben dedikodusu var amma…
Perde kalktı mı ne sen kalırsın ne de ben…”
—-“
Pir Sultan’dan
“
—-
Kısmet verip bizi salan çöllere
Ya eceldir ya didardır ya nasip
Felek bizi saldı özge hallere
Ya eceldir ya didardır ya nasip”
—-“
Fuzuli’den
“
—-
Vefa her kimseden ki istedim ondan cefa gördüm
Kimi kim bîvefa dünyada gördüm bîvefa gördüm
—-“
bazen de kendine ait
“
Mehtabını saklayamayan kamer
Rebî’ül-âhir de bana da siper olmazdı ey Canan
Sevda-ül kalbini koyduğum makber olur idi emma
Bulsa idi beni hakim-i zâlim
“
dörtlükler yazan Zeynelé İbrahimé Talo’nun (Zeynel Efendinin) namlı eşkıyalığını da Behıj’ayı araştırırken, bu vesileyle öğrenecektin. Acaba Akçik’in olmadığı gibi Belkıze’ye de mi bir mezar çok görüldü ? a o dağ köylerinde kadınların başına gelenleri duydukça, gözlerinin önünde, haberleri dahilinde onca Akçikin, Belkızenin öldürülmesi sonrasında ahalinin, hiç bir şey olmamışçasına koyunları sağmaya, dereden su çekmeye, yemek yapmaya, ot biçmeye, harman savurmaya devam etmelerindeki; Zerif’in evladını öldüren Velié Ağé’ya kaymaklı, ballı kahvaltı hazırlamasındaki isyansızlığı, sükuneti nereye koyacağını, nasıl açıklayacağını , anlamdıracağını bilememenin çelişkilerinde; acaba bu suskunluğa, itirazsızlığa geçit veren; yüzyılların telkini ‘başın derde girsin istemiyorsan, birinin yanlışını (çire çevt kerda to zana hena nêva mekke ) gördüysen de, biliyorsan da sana mı kalmış dürüstlük? söyleme, sus! susmasan söylesen ne olacak? kim seni gaile alacak? Söylediğin duyulsa bir de kötü olacaksın? Yok etmek, hayatı cehenneme çevirmek, öldürmek çok kolay görmüyor musun?Waye mı, öldürülürsün ! herkes işine gücüne devam eder, kimse de sen öldün diye yas tutmaz, ardına düşmez. Akçik’in yokluğunun ardına kim düştü? kimse. Kızını öldürmüş Velié Ağé , ma sana mı kıymayacak? Kimin kapısına gidersin, kim alır seni, herkes birbirinin akrabası…herkes kendine var ’ çaresizliğini, umutsuzluğunu dağlar kadar büyütülen korkular ? kaderi iki dudak arası kelamlarına düğümlendirilmiş kadına, hayatını bahşettiğini sanan erkeğinin; kocasının, babasının, kardeşinin, oğlunun; arkın yolunu, kavak ağacını kesmek gibi eften püften mevzular yüzünden bile çıkan aşiret içi ya da aşiretler arası bir çatışmada, savaşta öldürülebileceği; birlikte ekmek pişirdiği, yemek yediği kumasının, komşusunun, kızının da ; boğdurulacağı koşullarda her an karşılaşabilecekleri ölümün varlığı mı yoksa psikolojik bozukluğu aşikar şiddet, taciz gördüğünün de ‘ şimdi bu, kaçıp başkasının damına gitmesin, beni aldatmasın’ anksiyetesinde çok daha kötü muamele etmesi olasılığında ‘nasılsa kurtulamayacaksın bu yerden, şehirden, köyden, ev damından.Rahat etmek istiyorsan her şeye evet de. Aha bak! ma bütün bu kadınlar hepsi senin gibi değil mi? Kocandır, hiç olmasa arada bir gönül alır, altın, para koyar eline… hem senin gibi on kadın getirir kuma; ihtiyaçlarını yerine getirecek, temizliğini, yemeğini yaptırtacak, ayaklarını yıkatacak’ kıymetsizliklerini anladıkları, dünyadan, ülkeden, diğer şehirlerden kasabalardan, köylerden Gımgım’dan, Muş’dan soyutlanmış yalnızca ev damından, mahallesinden, köyünden ibaret çevresinin dışına çıkamadığından, sosyalleşemediğinden alternatifine, farklı bir yaşama, bakış açısına rastlayamadıklarından, yaşadıkları cehennemden kurtulmalarının imkansızlığına inanan sadece kadınların da değil; birlikte yaşadıkları Ermenilerin tehcirine, mallarına, mülklerine el konuluşuna tanık ‘bu devlet her şeyi yapar, Ermenilere ne yaptı görmediniz mi? ‘ endişesi tavan yapmış dini, mezhebi, kökeni, dili farklı Kürt, Rum, Çerkes, Aleviler’in, azınlıkların da tehlike altında olmayayım diye boyun eğmeli, sessizliğe gömülü ‘hayatta kalma stratejisini’ geliştirip üzerlerinde tahakküm kuran, şiddet gösteren kimse ona azınlıksa devlete, Zerif, Behıj, Nazlı, Selvi gibi kadınsa bir erkeğe , ihtiyaçlarını giderdiğini düşünerek ufak iyiliklerini bile yüceltip sıkı sıkıya tutunma, sarılma mıydı? neydi düşüncelerinde mucize mi? hep beklenmeyenden gelir, ne de olsa. İnsanın varlığıyla ortaya çıkmış, günümüz ilişkilerini de yönlendiren ruh hali, ancak 1973 yılında sosyolojide, psikolojide; kişinin kendisini zora sokan, zarar veren, üzen koşulları benimsemesinin, savunmasının, bu koşulları yaratan nedenleri görmemesinin, kendini ezenin yanında yer almasının Stockholm sendromu tanımlı rahatsızlığın semptomlarından sayılmasına bakıp eğer bilimsellikten, analitik düşünceden, gözlemden, biatçılıktan fersah fersah uzak olunmasaydı emin ol ‘dön bir bak ! geriye cilalı taş devri de dahil her çağda yalnızca herkesin değil, her kesmin, her etnik kökenin, mezhebin, dinin, cinsiyetin otoriterlikte sınır tanımayan celladına aşıklığını bulursun ki 1048- 1131 arası İran’da yaşamış Ömer Hayyam’ın batıda “Stockholm sendromu” tanımlaması yapılmadan asırlar öncesi
“Azrail’ine, Celladına aşık olmuşsa bir millet
İster ezan dinlet, ister çan dinlet
İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet
Müstahaktır ona her türlü zillet”
dizelerinde dile getirdiği bugünde de yaşanan bu psikolojik durum belki çok önceden fark edilip literatürde Stockholm yerine ortaçağ… Ortadoğu Osmanlı…Türkiye…Gımgım sendromuyla yerini alacaktı’ diye düşünmek abesle iştigal sayılmaz değil mi? Hiç kimse kalkışmasaydı da en azından sen ‘gitmediğim yer, götürmediğim doktor kalmadı, bulamadılar hastalığının ne olduğunu’ telaşında ’ bulsa bulsa onlar bulur çareyi dediler, bende ta buralara İsviçre’li bilim adamlarının yanına , sana geldim sevgili Carl Gustav Jung, Jean Piaget, ‘Osmanlı İmparatorluğu, devamı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı dünde Konstantinopolis’de İstanbul’da, Ankara’da, Karer’de, Kasman’da, Badan’da, Muskan’da, Gımgım’da iftirasına, tacizine dayanmadığından kendini asan onca Hakife ; kırk günlük bebeğinin elinden alınmasına susan Behıj, kocasının babasını öldürdüğü çene Alié Mahmuté Nazlı, kocasının kızı Belkıze’yi , kuması Akçik’i öldürdüğü Zerif; bugünde 14 yaşında babasından hamile kalan L.Ş’nin annesi S.D.A, dedesi babası çıkanı öldürülen üç yaşındaki Müslüme, dikkatsizliğini bilerek kiraladığı arabayla kocasının yaptığı trafik kazasında evladını kaybeden Mine Leyla gibi, memlekette her gün her evde, her mekanda horlanmalarına, hayatlarını alt üst eden vahim olaylara neden olmuş kocalarının koynuna girmekten vazgeçmeyen, dayak yedikleri erkeklerin babanın, amcanın, dayının, abinin yanında kalmaya devam eden, ayrılamayan ; annelerinin, kız kardeşlerinin, gelinlerinin her manada şiddet, taciz görmelerine göz yuman kadınlarla erkeklerin; azınlık ve ideolojisine muhalif vatandaşların da devletle ilişkilerinde; maddi, manevi gücü elinde bulunduranın hegemonyası altında; inanması zor ama kimliğine, kökenine, dinine, siyasi düşüncesine, duygularına, cinsiyetine varıncaya kadar her şeyini takipleyenin taciz, istismar, şiddet uyguladığını inkar eyleyip, başına gelenlerden , yaşadıklarından ötürü de kendini suçlama eğilimi taşıyan ruh halinin yanında bir de olguları, kendini , dünyayı istismarı, şiddeti, tacizi yapanın bakış açısıyla değerlendirip, maruz kaldığı hoyratlığın dozunun azaltması, yapmak istedikleri hakkında olumsuz düşüncelere kapılmaması için de ‘sen de öyle götün açık gezmeseydin, dediği saatte evde olsaydın…adam aç gelmiş yemek yok’; ‘ hak ettiler, devlet bu ne yapacaktı? kendisini bölmene parçalamana izin mi verecekti? tutuklayacak da , asacak da, sürecek de, sen vatandaşı olarak devletin ne diyorsa ona uyacak, yapacaksın’ anlayışında genelde erkek olacak istismarcıyı, şiddeti, tacizi yapanı, gençlerini idam edeni, işkenceden geçiren, asan, keseni, hak, eşit yurttaşlık taleplerini acımasızca bastıranı yoğun minnet duyguları – sömürge devlet vatandaşlarının çoğunun sömürgecilerine Afroların Amerikaya , Hindistan’ın İngiltere’ye, Cezayirlilerin Fransa’ya hayranlığı – besleyerek gözüne girme, memnun etme çabası içinde dayak yediği öğretmenine ‘hocammm verin mübarek elinizi öpeyim hocammm’ ; kocasına ‘Allah bol kazançlar nasip eylesin… seni başımızdan eksik etmesin akşama ne yapayım, ne istersin’ ; azarlayan evladına ‘Cenabı Allah zihin açıklığı versin yavrum kazadan beladan saklasın’ şükrün de, katleden, öldüren, döven, sövenlere ‘ eyvallah , eksik olma’lar çekip medet ummaları; annem dahil kadınların ‘ne yapsaydım altı çocukla nereye gitseydim, kim kabul ederdi beni, yapacak bir şey yoktu’ kabullenmesi beni buralara getirdi. Sayın Jung, hocam bireyin kendisine zarar vermiş babayı, kocayı, abiyi, evladı, ebeveyni, statü olarak bir üst makamdakini; vatandaşın katliam, hırsızlık yapanı, adaletsiz devleti; kulun, kalbi iyilikten habersiz Tanrıyı ! burda durmuyorum zira kim iyiyse işleri kötü, kim kötüyse işleri hep yolunda gitmiş ve hep kazan kötü olmuştur ! hatta Game Of Thrones’ta Ramsey Bolton’un kendisini hadım etmesine rağmen Theon Greyjoy’a sempati duymasını sağlayan, bu beni yiyip bitiren hastalığın tedavisi için acaba Berlin’de Freud’cuların kapısını da mı çalsam?’ söylevine dayanabilirse Jung da ‘acelecilik…tez canlılık insanı tanı da yanlışa götürebilir.Bahsettiğin bu semptomlar; şiddet, tehdit uygulayarak tehlikeli durumu yaratanın elinde gücü topladığını gördüğünden hayatta kalma güdüsüyle denileni yaparsa kendisine dokunmayacağını zannettiğinden, kurbanın katiline bağlanması duyulmamış, görülmemiş bir şey değil ki; halkla yönetenler, kadınla erkek, ebeveynle çocuk, öğrenciyle öğretmen, erle komutan, astla üst arasındaki düşünsel, duygusal ilişkilerde bozukluğu, kopmayı, eşitsizliği, şiddetin devamını getiren, dünyanın her yerinde şimdilerde özellikle de faşist otoriter devlet yönetimlerinde daha çok da medeni ilişkilerini kuramamış Ortadoğu toplumunda ölümle ya da başka bir unsurla korkutma genelleştirildiğinden, gelenekselleştirdiğinden psikolojik bir rahatsızlık olarak tanımlanmayan, algılanmayan bu travmatikliğin adının Türkiye…Gımgım ya da Stockholm sendromu olması, önemsiz bir detay.Tedavisi de medeni ilişkilerin kurulacağı bireyselleşme, kendine değer verme, maddi, manevi özgürlüğü sağlayacak bir sitem gerektirdiğinden gelişmiş ülke olmadan geçtiğinden çok zordur’ diyerek seni başından savmak istemesi karşısında Jung ‘ la diyalogun, herhalde ‘ o vakit Ortadoğu’da, Türkiye’de sonra ki yüzyıllara sirayetle hep baki kalacak bu sendrom, desenize’yle sonuçlanırdı. Bir Jung değilsem de sakın kızma annene, Zerif’e, Behıj’a, Nazlı’ya, çene Küçükağa’ya, veyvi Selbi, amojın Fatma’ya ‘ya kızını, oğlunu, babasını, kocasını öldürmüş erkeklerinin koynuna girmişler, bu nasıl olabiliyor ? bu kadar da değil artık’ da deme ! asıl vahim olan, gözlerini kırpmadan insan öldüren katillerin yanında, ulaşım aracının at, kağnı olduğu dağ köylerinde; kendilerini haklı görecek, el uzatacak tek ev damının, sığınacak tek yerin bulunmadığı, okuma yazmadan bir haber, mesleği olmayan onca Zerif’in, Behıj’ın, Nazlı’nın başlarının çaresine bakacak yollar varmış da bakamamışlar gibi düşünmen. Hem bak! bu zamanda eğitimli, makama, mevkiye ekonomik bağımsızlığa sahip onlardan çok daha iyi imkanlarda yaşayan kadınların; onlarca Mine Leyla’nın Zerif’le, Behıj’la aynı tavırda buluşmasına bile şaşırma ! Zira 1960 sonrası Hürriyet, Adnan, Taylan, Vedat; 12 Mart sonrası, Deniz, Hüseyin, Mahir, Sinan; 12 Eylül sonrası Eylem, Devrim, Evrim, Özgür, Çağdaş, Batuhan, Doğuhan; AKP İktidarında Aleyna, Enes, Ecrin , Eymen, Ela, Tayyip döngüsündeki siyasi iklime, çağa, döneme göre çocuklara verilen isimlerin bile değiştiği herkesin de kendini– şimdinin trend profili; televizyon seyretmeyen kitap okuyan, tek eğlencesi köpeğini dışarı çıkarmak olan, işkembe çorbası içmeyen, kokoreç yemeyen, genellikle Rock müzik, klasik müzik dinleyen, yazlarını Bodrum’da geçirenlere ait; bir gruba dahil etme çabasıyla; köprüyü geçene kadar oldukları değil olmak istedikleri, başka biriymiş gibi– gösterip, davrandığı ‘bugüne kadar tanıdıklarım, çıktıklarım, gördüklerim, rastladıklarım, bulduklarım arasında en cicisi, en zekisi, en anlayışlısı, en iyi yazanı, çizeni, en en’e sığdırılmayan her şey gibi “ ilk” , “ buldumcuk” olma şokuyla vıcık vıcık “aşkııım”, “bebeğim, “cicim”le seslenilen, ofistekiler, etraftakiler çatlasın diye de cam fanus içinde 7 kırmızı gül, su damlası kolyeler, telefonlar vs vs.. gönderilmesini sağlama böylece çok daha mutlu, şanslı hissetme aktiviteleriyle de abartıldıkça abartılan birliktelikler evlilikle “taçlandırıldığında; hani ”karda donuyorsundur, uyumak tatlı gelir ama öldüğünün farkında değilsin…” sanırsın ya onun gibi gerçek kişiliğin, karakterin göz ardı edildiğinin farkına varamadığı partneriyle o âna dek aynı mekanda birlikte yaşanmadığından dikkat çekmeyen ‘sevgiliyken hoşa giden kıyafetlerim birden tu kaka oldu.Babama tahammül edemezken adam bildiğin pis çıktı; meğer 3 günde bir o da benim zorumla banyoya giren, çamaşır değiştirmeyen, parmağıyla dişlerini temizleyen, yemek, tuvalet sonrası elini yıkamayan biriymiş? dahası ben bunu nasıl fark edemedim ??? bir işe gir’ dedikçe, adam ben 35 yaşımdan sonra el kapısında çalışamam diyor.Benim maaşımdan başka eve üç kuruş para bile girmiyor tamam arada 3-5 kuruş getiriyor ama o neye yetecek, ancak kredi kartlarını kapatıyor’ pişmanlığına, yakınmasına sebep ayrıntılara takıldığı halde bilinçli, bilinçsiz her Türkiyeli kadının; bir sonraki şiddeti, dayağı, işkenceyi görene dek, yaşananın tekrarı ihtimalini bilinç altına iterek ‘dayak yiyen annem, küsen babam üstüne ‘yazık adamcağız bir şey yemeden yattı’yla yemek yememesine üzülen yine annem’; ‘sabah dairede Selim akşam dövdü beni dedi Azer, mesai bitimine doğru şu makyajımı tazeleyeyim, akşama da güzel bir sofra kurayım demesin mi’yle yapılan eziyeti, hoyratlıkları içselleştiren; yüzyıllardır zorbalık yaparım, çalarım çırparım, eserim gürlerim sonunda da Affedilirim ey halkım ! ey ailem neden bir kez daha bana övgüler döşemiyor, mükemmelliğimi alkışlamıyorsunuz? egosunun tavan yaptığı, yaptırıldığı erkeği baskın Türkiye…Gımgım sendromunun kalıcılığını görmen yaşaman; sonunda seni de ‘meğer biz onlar için mücadele ederken millet kendi keyfindeymiş, bende artık herkes gibi işime gücüme bakacağım’ diyen kapitalizme muhalif, devrimcilerin geldiği noktanın yanına üç noktayla gelmenin de sebebiydi.Ayrıca ben bırak katillerle yaşamayı, onlara hizmet etmeyi Sodom ve Gomorra’da ‘ …ama henüz taze olan bir kederin ortasında bile fiziksel arzu yeniden doğar. Bir çocuklarını kaybetmiş olan çiftlerin, üstelik de ölümün olduğu odada, kısa bir süre sonra birbirlerine sarılarak kaybettikleri çocuğa bir kardeş yaptıkları vaki değil midir?’ yazmış Proust’un, insan ruhunun gel, gitli karmaşıklığında yaşadığı çoğumuzca kabullenilmeyecek ama arzunun itekleyiciliğinde vuku bulan eylemlerindeki acımasızlıklar, gaddarlıklarla bile yüzleşmeyi yüzyıllardır ertelemiş ataların, kuşakların torunlarından merhamet, vicdan beklenemez de diyordum ki, şu anda Ankara’da, yağmur öncesi bir hava; senin kadar okşayıcı, içten kelimeler bulamanın zorluğunda ‘ şimdi orda olup pencereden yağmur damlalarının göle düşüşünü izleseydim’ hasretinde sana da anlatmak istiyorum benim sevdasız sevdalı şairim; Merkez binasının da bulunduğu hala kesilmemiş ama yaşlanmış anıtsal çınarın altında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ileri gelenlerinin Meşrutiyet fikrini tartıştıkları, Arnavut kaldırımlı daracık sokaklarında, elma, ceviz ağaçları dolu bir bahçenin ortasında, balkonundan çiçekler sarkan beyaz taş evlerine ‘ böyle bir evim olsaydı başka bir şeye gerek duymazdım’ duygusunda baktığım, paçozların Bodrumuna, Egeye, Güneye, Kuzeye gidildiğinde yemek; otel, pansiyon, kiralık eve falan filan derken harcadığın paranın üçte birini harcayıp ‘bu yemeği Bodrumda yeseydik 2.000 TL den aşağıya çıkamazdık’ sitemine dükkanlarında Ülker, Torku ürünlerini gördüğünde ‘ayyy nereye gitsek bu dincilerden, İslamcılardan kurtuluş yok arkadaş, alışveriş etmeyeyim’ düşmanlığını ülke sınırlarına çıkarana satıcının boynundaki haçı gösterip ‘boş ver sen şimdi dini, mini.Yaşasın insanlarda din, iman bırakmayan para, kapitalizm ! Hem dikkat ettin mi insanların karakterleri, davranışları, nezaketleri, huyları memleketine, iklimine göre nasıl fark ediyorsa aynı durum hayvanlar içinde geçerli.Bizim memlekettekiler bırakmazlar yürüyelim, parçalayacakmışçasına havlarlar üzerimize, bunların sokak köpeklerine bak! önümüze atladıklarında gözümüzün içine ‘sev beni’ dercesine sevimli sevimli bakıyor, kuyruklarını sallıyorlar’ lafını yetiştirerek çıktığın Çar Samuel Kalesinin dik yolunda, Makedon güneşi altında, deniz seviyesinden 700 metre yükseklikte Arnavutluk’un “mavi incisine” dalarak rüzgarla gelen deniz havasını koklayıp, Balkanları içine çektiğinde Kavaklıdere sinemasında izlediğin yönetmenliğini Milcho Manchevski’nin yaptığı “her çember yuvarlak değildir” cümlesiyle başlayan “Before The Rain” filminde Anastasia “ Pass Over “ çalarken, dağın dibinde doğan bir nehir doldurup diğeri boşalttığından sürekli temizlenen, akşam karanlığında görmeden kıyısındaki bir otele yerleşip, sabah perdeler açıldığında görülecek manzaranın “Tanrı cenneti yaratırken bir damlasını yeryüzüne düşürmüş , o damla Ohrid’miş” i doğrulayacak kıpırtısız duruluğunda, asaletinde kalenin inşaatında kullanmak için taşları, kayaları tepeye taşıyan emekçilere de ahhh Ohrid dedirtmiş, ta Emeran’ dan buralara uçarak gökyüzünün maviliklerinde süzülen Nare’nin beyaz kuşu da belki de bıraktığı kalbini geri almaya gelecektir buralara, bekle!
V BÖLÜM
Belki yüzyıllık çınar ağacın bulunduğu meydanı, incisi, kuğuları yoktu ama bil ki, kuşatıldığı Bingöl, Karer dağlarının tepelerinden koca kayaların, taşların üzerinden şelaleymişçesine derelere akan berrak suları, kayalar arasına sıkışmış kaplıcası, önündeki Hölenk(g) çayı boyunca uzun kavak ağaçları, ötesinde uçsuz bucaksız arazileri, ormanlarıyla resimlisinden vazgeçtim masal kitaplarının yokluğunda Alice Harikalar Diyarına benzetemeyecekleri ama civarındaki köylerden farklı güzelliğine ‘burası cennet gibi’ damgası vurulmuş çene Memilé Talo Elif’in evlenip gideceği masalsı köy Öleng de en az senin kadar ahhh Ohrid ! di. Dedem Memil’in Rus işgalinde Malatya’ya göç ettiklerinde, yolda başına bir hal gelmesin diye yanında götürmek istemediğinden derezası Mustafaê Gülabinin evine bıraktığı ancak yalnızlarken evi basan Ruslara sepi sopalarıyla birlikte karşı koydukları Kamerîé Sofué İbrahimé Talo’yla evli çene Melekê Fakı’nın öldüğü, kendisinin de yaralandığı çatışmanın ortasında kalmış, evleninceye kadar da dewa ma Badan’da babam Resulé Memilé’n yanında kalan emıke ma, halam Elif; çok güzeldi diye anlatmıştı baban, sülalede böyle bir güzellik, ne bileyim; sarı saç, beyaz ten, yeşil gözler, kalıplı, iri yarıydı da. Celeple, ticaret işiyle uğraştığından hayvan, buğday, yağ, peynir almak için sık sık geldiği Kuzik’de Süleymanê Müminê Resulê’n kapısının önündeki kürsüde ellerinde çay oturduklarında Dersim, Mazgirt Pulan mahallesinden göç ettiklerinden Pulan da denilen Hıran aşiretinin ileri gelenlerinden Davutağalardan Öleng’li Mehemet Efendi’yle sohbettinde ‘ ağam, Mehemet Efendi ! kaç erkek çocuk var sende?’ – ‘erkek yoktur, onca variyet sahipsizdir ‘ üzüntüsüne ‘keko… ağa sen çok yaşa, ortalık doludur kari, yok mudur nedir.Al bir tane daha. Bizim oralarda bulamam diyorsan da bizim akrabalarda kari çoktur, güzeldirler de ’ – ‘İyi, güzel dersinde, ben yaştakine kızlarını verirler mi?’ –‘Yaş nedir erkek için?erkeğin yaşlısı olur ? Koç her daim koçtur. A bu senin hesaba göre, o vakit bende yaşlıyım. Bak ! bu gelen, sırtında meşk olan, karı benimdir Hakife, yüzünü leçekten görmüyorsun, çok güzeldir.Karıların hepsinden güzeldir geçen sene aldım, hamile kalmasaydı iyiydi ya. Bizim akraba amcam Zengel’li Velié Ağaé hep ‘ genç nefesi koklayın; gençliği, kuvveti geçsin vücudunuza’ diyor. Yaş erkek için bir şey değildir, karı için bir şeydir.Karının yaşı kuzuyla, koyun gibidir genç kuzunun eti lokumdur, lokum.Koyunun eti geç pişer, çiğnerken diş acıtır. ‘–‘ sen öyle diyorsan’ –‘ diyorum, hatta aklımda biri de var. Gidip bir bakalım. Badan’dadır, derçenam çene Memil Elif. A bunun babası , o apo Memil çok tembeldi, oturduğu yerden para kazanmak isterdi, ganimeti, parayı, altını çok severdi. İki kızını iyi bir başlık verdikleri için uzaklara gelin göndermekten çekinmedi. Gülizar ‘ı Keraşanlara Hüseyiné Delié; en büyüklerini de valla adını hatırlamıyorum, o kadar çok kari, kız var ki sülalede, öbür kızını da Malatya’ya göç yolunda ya Erzurum ya da Kars’lı birilerine vermiş, yoluna devam etmiş. Waye mı Elif’in yanında kaldığı abisi Resul’de babası gibi tembel, parayı seven biri, cimridir de. Bir tek karısı Zelhan için kıyar paraya.Ona kadife kumaştan elbise almak için arsasını satmıştır. İyi bir başlığa ; dört beş kese altına , on onbeş koyuna dereza Resul’den alırız derçenam Elif ‘i , çok güzeldir, talibi çoktur ‘–‘ Ben yetmiş beş yaşındayım, Resul ağa kardeşini verir mi bana?A o kız da beni ister mi?’ – ’Ağam, Mehemet efendi, sen takmışsın yaşına. Görmüyor musun, bütün bu köylerde seksen yaşındakiler on, on üç yaşındaki kızlarla evleniyorlar, çocuk getiriyorlar dünyaya. De haydi, kalk gidip , gelelim ‘ le ikna ettiği Mehemet Efendiyle atlıyorlar atlarına, doğru Badan’a Resul ağanın yanına; hal mesele budur, bunun için geldik.’. Bütün köylüler gibi kendisi de paraya , mala, mülke düşkün derezası Süleymanê Müminê Resulê ‘n kaş göz işaretinden ‘ eree bu Sılıman, boşuna kaş, göz etmez, adam zengindir yoksa buraya getirmezdi’yi anlayıp ‘piyi mi Memil ağanın kıymetlisi waye ma Elif’i verdim gittim sana, işi uzatmaya hacet yok. Yirmi gün sonra gel, Elif’i al, götür’le düğün gününü de oracıkta kararlaştıracaktı. Başlık olarak bir, iki değil, tam altı kese altın, üç at, epey koyun, keçi veren gümüş sigara tabakalığı, kaçak tütün, kadife kumaşlar gönderen Mehemet Efendi; sonrasında Badan’a girdiklerinde çe Memile giden yol üstünde çeşme başında arkadaşlarıyla oturan kızlar arasındaki Elif’i ‘işte budur’la gösterdiğinde Süleymané Müminé ; başındaki leçeğini çıkarmış yıkarken suyun altında, güneş ışığında altınmışçasına ışıldayan düz, uzun sarı saçlarının parıltısı gözlerimi öyle kamaştırdı ki ‘ neye mal olursa olsun, Mehemet Efendi ! gel, sen al bu kızı’ dedim içimden onun için yüz kese altın isteseydi de Resul ağa, verirdim ama o bunu bilmediğinden ‘ne verirsen dedi, aslında az istedi’ diyecekti. Misafirlerini yolculayan Resulé Memilé ağa ‘eree hele gel hele’ sevincinde el ederek çağırdığı kardeşi Elif’e ‘ wayemı, çene Memile, az önce sana taht yaptım, ömür oyu tacın başında olacak .Zaten iş yapmayı da sevmiyordun, elin sıcak sudan soğuk suya girmeyecek. Baoo herif, Ölengli Mehemet Efendi, variyeti çoktur. Seni ona verdim, hazırlan yirmi güne gelin gidiyorsun Ölenge’ dediğinde, çeşme başında leçeğini yıkadığı sırada duyduğu nal seslerine dönüp bakan çene Seydali Gule’nin ‘ waye Elif, a o iki atlı geçti burdan , sizin eve girdiler, hayırdır, kim ki ’– ‘eree Gule görmedim , ne bileyim, gelmiştir yine birileri‘yle önemsemediği atlılardan biriyle evlendirildiğini öğrenmenin şaşkınlığında ’nê … nệ… hayır ! hayır ! gitmem ben, kardeşim… birâye min (bram) Allahını seversen, a o Gıreboğa’nın hatrına, gönderme beni çe Memil’den.Ölenge, nerde, burası nerde, oralarda yapamam !’lı gözyaşlarına ’çene Memil, akıl yoktur sende , eninde sonunda evlenecek, gideceksin bu evden. Senin yaşında kim kaldı herkes evlendi.Herife, adama söz verdik, ne yapsan fayda etmez, bu köyün ( dewa hérama ) eşekleriyle evleneceğine, git Ölenge, Mehemet Efendiye.Başına konmuş bir kuş kıymet bilecek yok‘. Hele bak, kız, çene Memile, sen niye ağlarsın? Abin söyledi, seni zengin Ölengli Mehemet Efendi istemiş. Daha ne ? Resul ağa, abindir kötülüğünü istemez, senin için en güzelini yapmıştır, boşuna kendini parçalama , hakkında hayırlısı budur. Hem ev damında ne deriz biz ‘derdine çare olsun diye büyüklerimiz her zaman güzel konuşur doğru karar verir ( e veinan ma her tim/her veht hoyl heber dayene) Hepimiz de senin gibiydik evlendiğimizde, yaşın evlilik yaşıdır, talibin çoktur.İte köpeğe yem olmadan, Allah şaşırtmadan, a o Gıreboğa yardım etti de iyi bir kapıya attı seni.De haydi çene, waye dünya iş var , ağlayıp durma ’ nasihatini dinleyeceği ‘daye, waye , weyvi , amoj, amojın Zelhan a o Hz.Ali aşkına, izin verme.Ben ne bilirim Öleng’i, kimi, kimseyi tanımam oralarda.Hem bu adam nerden çıktı? İndir, cindir bilen yok, birden peydah oldu’yla avuçladığı ellerini öptüğü Zelhan’ın yardım etmeyeceğini anlayan emıka mı Elif’in ‘o gün gelsin, göreceksiniz…gitmeyeceğim ‘ ayak diremeleri, ağlamalarıyla geçerken günler ; daha bazen daire bazen üçgen şeklinde demirden yapılma üç ayağı üzerine pişirilecek, kaynatılacak şeye göre tencere, tava, saç, demlik, çömlek, kazan konulan sacayağı, dışarıda, açıkta da kullanılan maltız ocağı (sobası) ortaya çıkmadığından; lojının yanına diz çökmüş konulanı devirmeyecek biçimde konulmuş üçgen biçiminde dizilmiş üç taştan yapılma ocağın üzerinde konmuş sacın altındaki ateşe sönmesin diye çalı, çırpı arada tezek atan Elif’e, sacın üzerinden aldığı pişmiş ekmeği hamur teknesine attığında ‘öbür gün’ diyecekti yengesi amojın Zelhan ‘ Mehemet Efendinin adamları seni almaya gelecekler’ – ‘amojın a ben söyledim yine söyleyeyim, gitmeyeceğim’ kızgınlığıyla elindeki odunu lojına fırlatıp ayağa kalktığında, karşısında bulduğu bırası Resul ağa ‘eşeğin kızı (çene hera) , kız sen nerden türedin? gitmeyecekmiş, karnını kim doyuracak, para nerde? ev damına yüksün, kıt kanaat geçiniyoruz. Evlilik vakti gelmiş her kız gibi gidecek, yerini yurdunu bileceksin. Boşuna çırpınma, yalan konuşma.Babamın kızı sen kimi kandırıyorsun?Ben bilmiyor muyum senin gönlün kimde? Alié Heyderé Zeynelé, daha babam Memilé Talo yaşarken kendisine babalık eden amcaoğlu Halilé (Hallo) İbrahimé Talo’yu gönderdi de ‘kızımı ona vermem’ babası, yeğenim eşkıya Zeynelé İbrahimé Talo, kardeşine Veliye kayınpederini öldürttü.Talogiller delidir, yarın bir gün oğlunu intikam diye öldürür kızım da dul kalır. Bu hali bile bile, göz göre göre kızımı kurban etmem. Eşkıyanın oğlu, eşkıya, hırsızın oğlu hırsız olur demedi mi babamız.Hiç Eliye Heydere Zeynel’le bir olur Ölengli Mehemet efendi, bir yeri bir ağırlığı var herifin. Eğer evlenseydin Alié Heyderé Zeynelé’le Kasman’da ki çe Taludakiler oyyy onlar seni per perişan ederlerdi. Klabalıklar, serü sefil mi olmak istersin.Yahu bacımız iyiliğini düşündük diye bize karşı çıkıyor.Eree seni fincik, gitmeyecekmiş, dur sen bakayım ’ hıncıyla elindeki ince çubukla yüzü hariç beline, bacaklarına, kollarına öyle vuracaktı ki, karısı Zelhan önüne geçip elinden almasaymış ev damından ölüsü çıkacakmış Elif’in, Resul ağanın ilk eşi, Selvi çene Mustafaé Velié Taloé gibi. Öleng’e Mehemet Efendinin konağına vardığında, karşılamak için kapıya çıkmış Talo soyundan Feranlı, sakin, yumuşak yüzünü görünce ‘ne kadar da güzelmiş, bu herif bunun üzerine niye beni kuma aldı’ üzüldüğüm üzerine kuma gittiğim, bana abla olacak Zehra beni bir odaya götürdü diye anlatmıştı sonradan dewa ma Badan’a geldiğinde çene Seydali Gule’ye, ‘hulamların bakır sinide getirdiği bal, kaymak, ekmek, peynir, çayı önüme koyup ‘ haydi, yol uzundu, bir şeyler ye waye sonra üstünü başını çıkarır yıkarız seni, sonra yeni temiz elbiselerini giyersin ’ dedi. Oniki, bilemedin onüç yaşındaydım o kadar çocuk…o kadar küçüktüm ki tek başıma saçlarımı yıkayamayacağımı anlayan waye Zehra, banyoda üstümdeki elbiselerimi çıkardığında öyle bir bağırdı ki ‘ Heko…Hego…dakıla…Allahım…Allahım bunu kim, hangi vicdansız yaptı? Gavura…gavura; Hz. Hüseyin’e yaptıkları gibi kırbaçlamışlar’ waye Gülbeyaz bak ! bak dedi kara kazandan başıma su döken hizmetli kadına dönüp ‘bak! her tarafı morarmış, bunu sopayla dövmüşler, Elife’ mı söyle bana, korkma kim dövdü seni?’ – ‘ keké ma Resul ağa, buraya gelmek istemeyince, beni öyle dövdü, öyle… ’– ‘elleri kırılır inşallah, Allahın’dan bulur’ beddualarını ede, ede, ağlaya ağlaya öyle yavaşça, incitmeden yıkadı ki sanki yaralarıma merhem sürdü.Sonra yeni alınmış beyaz uzun kollu atlet, paçalı tuman çıkardı, mor renkli kadife bir elbise, başıma altın , gümüş renkli pullarla işli leçek örttü, kolluma yedi sekiz bilezik, parmağıma ortasında yeşili parlayan taşlı bir yüzük, boynuma kalın altın bir gerdanlık taktı, akladı pakladı, süsledi geniş, üç pencereli bir odaya götürdü beni, kalın iplerle örülmüş bir kilimin (cacım) üstüne konulmuş renk renk allı dallı, büyük çiçekli kumaşlar geçirilmiş geniş yün minderlerden birine oturttu, arkama da kenarları kanaviçeyle mavi kuş işlenmiş beyaz iki yastık koydu ‘otur burda…’ O oldu, çene Memilé Talo; Elifé Memilé; Öleng’de, Çat’da, Badan’da, Kasman’da nereye, hangi eve giderse gitsin ‘ ciniya Mehemet Efendiye Öleng, sırtına yastık yığın, bir de geniş minderler çıkarın ki rahat etsin’ denilerek hep geniş minderlere oturtulacaktı. Gün gelecek o minderlere Elifé Memilé’ n ‘ hanım değildi, kendini hanım etti’ diyeceği oğlu Kasım’ın eşi, gelini Cemile (amcan Hasan bu gelini çok sevdiğinden ismini kızına taktığı) oturacaktı. Ölengli Mehemet Efendiyi konağında ilk gördüğüm anda, odaya girdiğinde çok korktum, titredim, karşımda sakallı, yaşlı, çirkin bir adam ‘ Elif bu muydu kaderin’ lanetiyle ayağa kalktım yanıma geldi, yüzümde ki heliyi açtı ‘korkma ! tahmin ettiğimden de fazla, ay parçasıymışsın, çok güzelmişsin.’ Elimi bırakmadı, tahta karyolaya oturduk, yüzümü okşayınca geri çektim kendimi ‘ waye, korkma! senden tek erkek çocuk isterim, onları bana verdin mi dünya senindir, herkes , ben sana kul köle oluruz’ waye mı Gule, Allah için bana bir gün kötü bir şey demedi, yediğim önümde yemediğim arkamda, ev işlerini yapan, çocuklara bakan kadınlar etrafımda dört dönüyorlar. ‘Bizde bir laf vardı’ dedi bir gün bana Mehemet Efendiye ‘ gebe olsun da ne zaman doğurursa doğursun (wa awir ba çi mehel zîyena wa bizîya) ‘ benim halim de oydu, dört oğlan üç kız, arada ölenlerle on iki doğum yaptım. Benim işim, görevim çocuk doğurmaktı, hakkıyla da yerine getirdim, damızlık hayvan gibiydim. Kadın için sevse ne, sevmese ne, sevda ne ki? sevsen ne olur ? Sevdim ben Eliye Heyderé Zeynel’i, kim dinledi, duydu beni. Biz Hormekli kızlar öyle zavallı ve gariptik ki önemli olan evlendirecekleri erkekleri bizlerin sevmesi değildi, babanın, abinin, amcanın sevmesi, tutmasıydı.Vermişler bir kere herifin birine, mecbur sevecek, başına getireceğini de çekeceksin ama ben sevmesem de o ‘sen iste! Erzurum’u, Ölengi yakarım ‘ diyecek kadar çok sevdi beni. Yak deseydi çene Memilê Talo, şu Ölengi yakardı nitekim Öleng’de, talipleri oldukları, çıralık verdikleri piroları Seys Savuşun karısı Zeri, ciniya Mehemet Efendiye Ölengin üzerindeki kadife bir elbisenin rengini, desenini, biçimini çok beğeniyor ‘Erzurum’a gidersen bende geleyim, hanıma Elif’in üstündeki elbiseden bulursam alacağım ‘. Alıyor da şimdinin “başımıza bela, bir de bir boku beceren bir prenses olsa gam yemeyeceğim, buz yapma gücünü kullanamıyor, en ufak zorlukla karşılaşınca kaçıp buzdan kalesinde saklanıyor, film boyunca tripte, kardeşinin çabalarına rağmen elini taşın altına koymaktan aciz, mıyır mıyır uyuz bi karakter ama kızım tutturdu Karlar Ülkesi Prensesi Elsa’nın elbisesinden alsana bana. Aldım, nasıl mutlu oldu, okula giderken de giymek istedi akşam sınıftan çıkmasını beklerken öğretmeni ‘Damla elbisesi ile çok mutluydu bugün ama bir arkadaşıyla pişti oldular ‘ üzüldüm, kızımın hevesi kursağında kaldı diye ama yolda “anne biliyor musun Alya ‘da Elsa’nın elbise giymişti, aynısı hemde!” sevincini gördüğümde arkadaşıyla aynı şeyi giymenin memnuniyeti, çocukların hayatı algılama konusunda yetişkinlerden daha mantıklı olduğuna inandırdı, belki o yüzdendi çocukken mutlu oluşumuz.’ sohbetinin de odağı; aynı zevkleri paylaştığın biriyle neşeli, neşeli konuşmak varken karşındakiyle ayrıştıran, köşe bucak kaçırtan, giydiğin kıyafeti nasıl taşıdığının bir değerinin olmadığını gösteren üstüne günü de zehir eyleyen sanki sevdiğin, evlendiğin sana özel doğurulmuşçasına ömür boyu; sanki aldığın ürün sana özel yapılmış, özel tasarımcının elinden çıkmış tek ve biricikmişçesine sadece senin olmasını istemek başkası(nda)yla görmeye tahammül edemeyip neden şekilden şekile girildiğine mantıklı bir izah, anlam verilemeyen ‘bu dert mi anasını satayım? durdun durdun üzülecek bunu mu buldun?’ dedirtmesi beklenen ama dedirtmeyecek; aynı zaman dilimi içersinde, aynı mekanda iki kişinin üstlerinde tesadüfen aynı kıyafet bulunmasına ya da x kişisi ve sevgilisinin eski eşiyle karşılaşmasına “oooyyy poşto oldooom” dövünmesi “pişti oldular” eğlencesi durumu, o zamanlarda ‘hanımım, Zeri’yle pişti olmuşsunuz’la dillendirilseydi herkesin, Ölengin asilzadesi Elif hanımın bile ‘eree o ne demektir? Allah fikir ihsan eylesin, sabah akşam elde kağıt pişti oynaya oynaya belli akıl da gitti, laoo pişti nedir, de hele git başımdan’la üzerinde durmayacakları ama elbisesinin aynısını Zeri’nin üstünde görünce konağın içinde ‘ ciniya Mehemet efendi Öleng’le aynı elbiseyi giymek, aşık atmak, kimsin sen ? Kimsin de hanıma Elif’le aynı elbiseyi kuşanacaksın, giyindiğimi giyineceksin’ bağırtılarında, bir köleye sahibinin edeceği hakaretlerinin yatıştırmadığı öfkesiyle kimsenin yapamaya kalkışmayacağı, cesaret edemeyeceğini yapacak ‘ Mehemet !!! Efendi !!!, Ölengli Mehemet Efendi, bu saygısızlık, bana değil sanadır. Kocasını seninle aynı mertebede, ayarda görmektir, hükmün yok artık gözümde demektir. Herkes yerini de, haddini de bilmeli. Gönder bunları yoksa köylüye sözünü dinletemezsin öyle olunca da düzen şaşar Öleng’de, hulamlara, marabalara söz geçiremez, iş yaptıramazsın’ isteğini, aynı gün Seys Savuşa ‘ Zeri’in yaptığı doğru değil, hanıma Elif ‘le kendini bir tutmak nedir Piro ! bra ! sen karının eline düşmüşsün olmaz, nasıl seninle aramızda bir fark vardır, karınla da Elif hanım eş, eşit değildir o Ölengli Mehemet Efendinin zevcesi, karısıdır. Had bilmek lazım, kusura kalma, haneni al git buradan ‘ köpürmesiyle bildirdiğinde eşyalarını yüklediği öküz arabasının yanında son kez tepeden bakıp ‘ dilerim Pirim Hacı Bektaşi Veliden, a o Goşkar babadan yedi ceddin bollukta kıtlığı, gençlikte ölümü yaşasın, haneniz de hep huzursuzluk baki olsun. Ya Hz. Ali, sen ki haksızlıklara baş kaldırmışsın, sen ki zalimin karşısında eğilmemişsin bizi yurdumuzdan, damımızdan eden, zulümkar çe Mehemet efendiyi Öleng’i adaletine havale ediyorum. Bildiğin gibi yap’’ bedduasını ederek Öleng’den ayrılan Zeri’nin o laneti…o bedduası nereye giderlerse gitsinler çe Mehemet Efendinin soyunu takip eyleyecekti. Piro Seys Savuşun’un Öleng’i terkinden sonra, hanıma Elif, arka arkaya önce kızını, arkasından bir oğlunu hastalıktan kaybedecekti. Yılda bir iki defa önde bindiği beyaz benekli kahverengi doru atı, heybeleri kumaşlar, leblebiler, cevizli pestiller, şekerlemeler, lokumlar, Erzurum keteleriyle yüklü adeta bir kervanla öyle bir şatafatla girerdi ki dewa ma Badan’a ’eree be…be , hele gelin, gelin, bakın ! çene Memilé, hanım olmuş dünya..oyyy dünya…dünya sen nelere kadirsin, dün ekmek bulamayan Elif’e atlılarla, hulamlarıyla geliyor‘ konuşmalı köy seyrine gelirdi. İçinde kırmızı çiçekler olan böyle vişne rengi kadife bir elbise giyerdi, güneş vurunca ışıltısı gözlerimizi kamaştırırdı, ölene kadar yengesi Zelhan’ın da çok düşkün olduğu ona göre zenginliğin, ihtişamın kelamı renk renk kadife elbiseler giydi, tam da silahı olmasa da arkasında cephane varmış gibi davranan, kuşu kartal eden isterse kardeşi olsun düşman gördüğüne merhametsiz, acımasız dedesi Talo ağanın isteyeceği bir torundu; okuma yazması yoktu ama ‘dağları ben yarattım’ havasında kendini okuma yazma biliyormuş, pürü pakmış gösterecek aklı, babası Memil gibi kurnazlığa yatkındı. Çok düşündüm Öleng’de demişti lojının önünde kürsüde oturmuş, közün üstüne konmuş çaydanlıktan şuşeye çay dökerken yengesi ciniya Resulé Zelhan’a, beni bu çe Memil’de tutmayacak eninde sonunda birine vereceklerdi. Ha bu Ölengli Mehemet Efendi olmasaydı çoban Seydali olurdu, abim bana sormadan yapacaktı bu işi.Hiç olmasa şimdi Mehemet Efendinin yanında, fakirlikten uzağım, gelip görmedin daha bu çe Memil benim konağımın yanında ahır kalır o yüzden brama, Resulé Memilé kızgınlığım geçti, gitti. Ölengi Badan kadar sarmayacak deprem olduğunda ‘heyvahooo hey, benim kardeşim Resul uykudadır, kaldı altında çe Memil’in ’ dedim Mehemet Efendiye ‘atımı hazırlasınlar, ben gidiyorum’ o yollar…ahhh o yollar dewa ma Badana gelene kadar ‘ Ya Ali…Ya Hızır bir şey olmasın…olmasın brama’ duaları ‘ben gittiğim de gömmüşlerdi bramı Goribaba’ya, tepeye.’ Yerle bir olmuş çe Memil’in çocukluğunun başında ‘ Ölenge yanıma gelin, Mehemet Efendi her türlü ihtiyacınızı karşılar, ev, tarla, mal ’ teklifine ‘ Çe Memil’i kapatmam, ağam Resul’ün emeğini, toprağını Badanlılara yedirmem’le geri çeviren veyvisi Zelhan’a, büyük yeğeni Hasan’a ‘bu toprakları, araziyi Badan’lılara bırakmanıza benim gönlüm de razı değil’ hakkını vererek, enkaz kaldırıldıktan sonra annenin, çene Küçükağa Turna’nın da gelin geldiği çe Memili, gomeyi, davluyu (koyun, inek ahırlarını) Öleng’den getirtiği taş ustalarına yaptırtacak, kara kışta bir gece yeğenlerini Kemal’i, Cemal’i, Heydere boru , Mehmet Ali’yi bırakıp kocaya kaçtığını duyduğunda ‘kimin kızıdır o, babası Zeynelé Talo’da; geride bıraktıklarıma ne olacak, o iki yavrumun başına ne gelecek diye düşünmeden oğlu Yusuf’u, kızı Zelhan’ı karısı Naze ‘yi bırakıp elinde bir heybe çekip gitmedi mi? Yıllardır tek haber yok’ yergisinde veyvisi Zelhan’la ölene dek konuşmayacaktı. Emıka Elif, benim nazarımda annemle konuşmamakta haklıydı, beni, dört kardeşimle; anne bir baba ayrı büyük amcanla, Leyla’nın babasının, baba bir anne ayrı bram Veli’nin eline terk ederek kocaya kaçan bir anne, anne değildi. Bende onu akıllı bir kadın sayardım, başımızda dursaydı okur hakim olurduk belki Atillaé Mehmeté Şerifé gibi çünkü benim babam Resule Memile çocuklarını okutmaya meraklıydı ölmeden öce beni yarım saat uzakta ki Üstükran (Çaylar) nahiyesine akrabalardan Heso Dado’nun evine bıraktı ‘burada okusun, sizde kalsın’. Fakat o vakit ben annemi, babamı çok özledim bir hafta sonra döndüm babam çok üzüldü ‘oğlum okusaydın’– ‘piyi mi, apo yok, başkasının evinde yapamıyorum’. Babam çok severdi beni, yerimde durmazdım, hep hareket hep… yaramazlığım yüzünden az daha burnumdan olacaktım. Köydeyken bizim kapının önüne ormandan kesip büyük bir ağaç , kereste, kalas getirmişlerdi a o Uskül’’le, Süleyman Sırı Vare, şey var ya bıçkı…bıçkı ? el testeresi işte onu almışlar ortalarına kesiyorlar bir tarafı o çekiyor, bir tarafı Üskül. Ben de gitmişim yanlarına testere ne kadar ağacın içine, aşağıya inmiş, daha doğrusu nasıl kesiyor testere bakayım diye eğildim, eğilmemle testere…nasıl baktım testere geldi, kesti burnumu. Ayyy, ayyy öyle bir kan gitti ki, üstüm başım hep kan. Uskül , babam hepsi koştular, bir bez parçası, çaput yapıştırlar sonra bir ağrı, acı başladı nasıl…nasıl bir acı, kanım dondu, terledim, bayıldım belki de , bilmiyorum, kıkırdaktan kesilmiş. Hemen at gönderdiler Kasman’a Kameri Şıh Ali’yi alıp getirdiler. Babam bana kıyamadı, üzülmeyeyim diye bir şey demedi, kızmadı; burnum böyle aşağıya gelmişti, inmiş, sallanıyordu, beni yatırmışlardı sedire, Kameri Şıh Ali’yi görünce rahatladım, biliyorum ya doktordur, herkesi iyileştiriyor, hemen bezi aldı burnumdan, böyle macun gibi ezilmiş bir et parçası koydu, yapışkan bir yaprak (zanımca meşeydi) da üstüne, sabaha kadar kalkmasın yatsın, çorba verin, etli olsun dedi. Eskisi gibi olmadı ama hiç olmasa burnum yerinde kaldı. Ma Allah a o Kameri Şıh Ali’den razı olsun, bugünkü doktorlar doktor mu? Adam okula bile gitmemişti, o yoklukta neler yapıyordu, ne hastaları iyileştiriyordu. Use Eli Useyin (Hüseyiné Alié Hüseyiné) vardı Badan’da, a bu köpek İmam’ın babası… o köpek İmam iki tane müdürü öldürdü, Karayollarının Müdürünü. Badana yerleşti muhtar adayı oldu kimse oy vermedi, babası Usé Alié Useyin benim babamın dostuydu, beni görürdü ‘bra sen ne yapıyorsun’–‘apé, amca Useyin, okula gitmek istiyorum ama benim babam ölmüş bunlar beni okula göndermezler’–‘ baooo, ben onlara, abilerine söylerim seni okula gönderirler.’ dedi. Söyledi de, babamın ölümünden birkaç yıl sonra (1949 ‘da) Badan’a bir eğitmen atadı hükümet, tek odalı bir okul, benimle yaşıt aynı köylü Reşaté Hüseyiné Alié Sormemedan’ı kabul edemem okula dedi eğitmen ‘Kanun, ondört yaşındakileri alma diyor’ . Reşat’ın babası, Dersim’den Badan’a ilk yerleşen aşiret Kalilerden Hüseyiné Alié Sormemedan Gımgım’ daki nüfus idaresinden, bir iki yıl önce ölen kütükten düşürülmeyen oğlunun hüviyetini getirdi de eğitmen öyle okula aldı, a o gün geldi Reşat akrabaların çocuklarının ismini koyacağı, okula, askere gitmesi, işe girmesi için doğum tarihlerini değiştireceği, Varto Nüfus Müdürlüğüne memur olup, akraba gezmelerinde ‘ismi ne olsun diyorum çocuğun Zoze, Şilan, Agit diyor, Faraşin diyor. Aga, Keko, keke, olmaz yasak diyorum o zaman sen koy diyorlar… ne isim koyarsan koy, ismi değiştirmek, itiraz etmek diye bir şey yok. Bizimkiler de öyle değil miydi? nüfus memurunun keyfine kalmıştı isimlerimiz, köylüler akrabaları da olsan korkuyorlar hükümetin memurundan, güvenmiyorlar. Bir gün baktım bir adam geldi; offf ismi neydi ? tövbe, aklıma gelmedi şimdi, Emeran’dan benim baldız Selvi’nin kocası zama Hamza’nın akrabalarından biriydi; kızlarının hüviyetlerinde birinin ismi Portakal, diğerin de Sarı Saçlı yazıyor ‘ apo, kurban böyle isim olur, niye karşı çıkmadın? ‘–‘ ma baoo de git Allasen yazmış işte , bilmez gibisen, ne yapaydım ? varsın hüviyette öyle yazsın, bizim için a bu Heves, a o da Şeker’dir’ benzeri ilginç olayları anlatacaktı. Doğum tarihimi bende, a bu Reşat sayesinde öğrendim; 31 Aralık 1934 ; yalnız köyde o kadar çok kişinin doğum tarihi benim doğum tarihimle aynıydı ki, bir Allah, bir de üç dört yılda bir gelen nüfus memuru bilir artık gerçeği.Hiç aklıma gelmedi, bir günde sormadım anama Zelhan’a ben ne zaman doğdum diye. 1935 yılına yakın doğduğumdan okula alınmak bende problem olmadı. Kardeşim Cemal’i de yazdılar benimle okula, bir şey öğrenmedi, bir şey çıkmadı Cemal’den, eğitmen çıktı eve geldi ‘beş aydır geliyor daha yaşını öğrenmedi, kusura bakmayın bu lacek hera, her (oğlan eşektir, eşek) boşuna masraf etmeyin, göndermeyin bunu yer işgalinden başka bir faydası yoktur’. Eğitmenin adı? Rahim’di, üç sene okuduk sonra okul kapandı. Okul kapanınca Leyla’nın babası , abim Hüseyiné Halité ‘eree o nedir ? artık gezmek, tozmak bitti, ekmek yiyorsun, çalışacaksın’ dedi. Sabahın köründe abim Üso ‘kalk ulan! Urzera…urzera, ahıra gidelim’ temizlerdi ahırı ondan sonra kürekle topladığı hayvanların bokunu, mays(mayıs)ları içine dolduracağı küfeyi verirlerdi sırtıma, ondan sonra sepeti doldur da doldur…daha doldururdu boku, maysı, demezdi ki çocuğun beli kırılır doldur da… doldur, hiç insaf yoktu be! önde ben, arkada o yürürken köyün içinde mays kokusu burnumu, kafamı dağlardı, dayanamadım bir gün küfeyi attım gerisin geriye, abime doğru, üstü, başı pislik oldu, peşime verdi bir koşu başladı köyün içinde, yakalasa beni öldürecek, baktı bu işi yapamayacağım, beni malların başına çoban yaptı.Sabahın köründen akşama kadar mal peşinde dolaş… dolaş; köyün girişine yakın yerde a o tepede elimde sopa toprağı eşeliyorum malları otlatıyorum, baktım Tekin, Reşat, Cafer, Rıdvan Varto’ya gidiyorlar ‘eroo laooo, yavv siz niye Varto’ya gidiyorsunuz‘– ‘Kasman’a eğitmen gelmiş, ilkokulu tekrar açmışlar, beşinci sınıfa gideceğiz, nakil için kağıt almak lazım …’ dedim ‘bende gelirim’ dediler ‘ ya sen işte çobansın, kuzuları ne yapacaksın?’–‘ boş verin kuzuları, çobanlığı falan’ takıldım arkalarına gittik Vartoya.’ Hevesi Şıh Ali Ağa derlerdi bizim orda her işten çabuk sıkılanlara , bende onlardandım, ne iş yapsam ilk gün hoşuma gider ikinci gün bezerdim, hemen. Gezmeyi severdim dağ, taş. Neyse Şeyh Said isyanından sonra Mithat beyin açık bulunan Varto nüfus katip vekilliğine atadığı derezalardan apé Mehmeté Halitê Aliê’nin yanına gittik, bize bir dilekçe yazdı, çıktık milli eğitime, tasdik etti. Bizimkiler Şeyh Said isyanında Hormek Milis Kuvvetiyle savaşmışlar onun için hükümet bizimkilere iş vermiş, güvenmiş millet gıcık alıyor Hormeklilerden ‘ne değişti sade isim; gitti Cibranlılar, Hamidiye alayları geldi Hormekliler, Milis Kuvvetleri ‘ diyorlar. Hamidiye alaylarına sahip Cibran, Hasenan, Zirkan, diğer aşiretlerin Osmanlıyla ilişkilerini aratmayacak mahiyette Meşrutiyet sonrası Rüştiye’de okuyan Hormeklilerden Aliê Haydarê Zeynelê, Aliê Haydarê Selimê, Mehmetê Halitê Aliê, Efendi; Mehmetê Şerifeê Aliê’nin Cumhuriyet’in idarecileriyle kurdukları ilişkiler, hükümet kapısında çalışmalarının yanında, o günlerde avukatlık mesleğini icra edenlerin azlığından çıkarılan bir yasayla 1939 yılına kadar, okur yazar olması kaydıyla Hukuk Fakültesini bitirmeyenlere bugünkü deyimle yandaşlara da torpille verilen dava vekilliği ruhsatını edinmelerini de sağlayıp dava vekilliği sayesinde hem itibar hem de hatırı sayılır mal mülk edinmeleri Hormekliler arasında erkek çocukları avukat çıksınlar diye Ankara’ya Hukuk Fakültesine göndermek bir modaya haline geldiğinden bir süre sonra artık her ev damı bir, iki avukata sahipti. Büyük bir iştahla Ankara’ya okumaya gönderilen benimle aynı yaştaki amcaoğullarına bakıyor ‘sende baba yok, anne yok, kim sahip çıkacak ? kim okutacak? Kim düşünecekti bu çocuğun hali ne olacak diye? Çe Resulde millet anca karnını doyursun.Gelmişsin on yedi, on sekiz yaşına sana iş için ilkokul diploması lazımdır çobanlıktan kurtulman için okula gitmelisin’ diyordum kendi başıma. Reşat, Tekin, Cafer, ben; bahar yağmur, kar, kış; tipi, dinlemez, tabana kuvvet, hızlı yürürsek yirmi dakika da sabah gider, akşam dönerdik tarla, tapan işleri bittiğinde Ekim ayında açılan Kasman’daki okula. Beyaz bezden bir çanta dikmişler bana, atıyorum sırtıma, kalem, defter kağıt yok içinde biraz ekmek (bazen ekmek de olmazdı), dorak istikamet Kasman. Allahtan dayım Yusuf evi Kasmandaydı, sık sık giderdim aç olduğumu bilir ‘ eree derdi Benevşa’ya ‘mast bıya Kemal’é (yoğurt getir Kemo’ya)’ Öyle, böyle 1955 de bitti okul, o zaman Gımgım’da ortaokul yok, iki yıl sonra açıldı. Reşat, Tekin Erzurum’da ortaokula yazıldılar, beni kim gönderecek? sahip çıkan yok,kim para verecek de beni okutacak?İki yıl Kasman’a okula gittim, geldim tövbe olsun aynı sınıftaymışız, ananı, a bu kadını hatırlamıyorum, hiç tanımıyordum. Tek derdim, tek düşüncem, köyde Badan’da kalmamak, şehre gitmekti, kafama koymuştum kimseye haber vermeden kaçıp kaçıp gidiyordum, iş arıyordum, kimsede bu nereye gidiyor diye sormuyordu, bir boğaz eksiliyordu ya yeterdi; ana yok, baba yok.Oyyy, oyyy kör olaydım (gaz) lambasını yakardı babam, camın önünde dururdu, dışarı bakardı; gelene gidene.Çok sağ kalmış enkazın altında; çok…çok. Ben hayret ettim hep, yav bunlar, abim Hasanaé, Hüseyiné Halité nasıl kardeştiler ? Bunlar biz Resul’un yetimlerine kardeş değildiler ya olmadılar.Babamın bir tabancası vardı o tabancayı abim Uso (Hüseyiné Halilé), ben görüp almayayım diye ahırda saklıyordu, başka silahları da vardı, mavzeri, babası Memilé Talo dan kalan; amcan Hasané Halilé hepsini Çorsan’da Seydaligile verdi karşılığında bir kuzu aldı. Babamın malını işletiyorlardı ama yetimlerine bakım yoktu aylarca, bir bardak su başımıza dökmemişiz, kim su ısıtıp getirecek ahıra da yıkanalım. Bir elbise değiştirmemişim, aynı elbise yat kalk, ne pijaması? Üç dört inek vardı, öküz vardı, manda vardı, mandanın yavrusu vardı, ondan sonra at vardı, çoktu mal, hemde nasıl.’–‘o zaman kaç yaşındaydın. Allah bilir biliyor musun ki kaç yaşındaydın?’ –‘de ben nerden bileyim. Kızım, bu gece çok rüya gördüm, aklımda yoktur.Dün çok iyiydim. Ne oldu birden’–‘olur baba, geçer…bugün takma dişini yaptırmak lazım.Durduk yerde kırdın, nereye koydun?’–‘vallahi bilmiyorum. A o zalımlar kuruş vermezlerdi, para kazanacak ne iş bulursam yapardım bende. Ot zamanı, baharda, Haziran’da Kürt köylerine Kulan’a, Baksan’a tırmığa giderdim, bir ayda 35 lira para alıyordum, (yevmiye) yemiyeme hiç dokunmadım elli lira biriktirdim, çe Resuldekiler ‘burada yiyorsun, içiyorsun vereceksin’ diyerek peşine düştüler paramın, çok aradılar ama ben beze, naylona ya da mendile sarıp; bazen dışarıda bir taşın altına; bazen ev damı duvarı kerpicin, taşların; bazen ahırın tavanı tahtaların arasında sakladığımdan bulamadılar paramı. ‘ şimdi taşlar yerine oturdu, bende babam bankadan çekip eve geldiğinde maaşını niye bir beyaz beze sarıp sonra bir buzdolabı poşetine koyup yastığının, yatağın altına, gardıroptaki elbiselerinin cebine, dolapta katlı nevresimlerim, yatak örtülerinin, çarşafların, kütüphanedeki kitapların arasına saklıyor diyordum ta gençlikten kalma rutin bir davranışmış ya bu. İşin kötü yanı yaşlandıkça koyduğu yeri unutup ‘çaldılar paramı diye ‘ yaygara koparıyor.Bu ayki maaşını al gel, sen ya şeytanın aklına gelmez, aldığı da 2.100 TL., götür bazanın üstüne annem kırmızı, beyaz yün bir battaniye var onu sermiş ki üstünde ki döşek kaymasın, sen git o battaniyenin içine koy, Allahım ev indi kalktı o kadar çok üzüldü ki baktım hastalanacak ‘üzülme, sana ben vereceğim’ dedim, iki üç gün sonra annem bir şey almak için bazayı kaldırıyor, düzeltmek için battaniyeyi düzeltirken ne görsün, öyle de bir yere koymuş ki..’ Köyde kaldığımda deré Mengelî boyunca boydan boya, çok kıymetli, heyelanı, toprağın kaymasını önlediğinden kökü suyun içinde kızıl renkli biz Surédar derdik, ağaçlar vardı. Mamo Mitinin mezresinde öyle çoktu ki , hep kestiler, kestiler bırakmadılar, bir gün bir sel geldi, aldı götürdü mezreyi. Hem sertleştirip sağlamlaştırdığından hem de güneşin renk solduran etkisinden koruduğundan bu Surédarların kabuklarıyla meşkler (tuluklar) kızıla boyanır, sopalarıyla da yayık için sepi yapılırdı.Karlıova’dan Surédar almaya gelirlerdi elli kuruşa sonra bir lira yaptılar. Onları keser, bir araya toplar, sırtıma vurur, evin kapısının önüne yığar, başına oturur, bıçakla kabuğundan ayırır, elli kuruşa satar sonra Üstükran’a gider, paket sigara getirir köylüye satardım.Okul olmayınca öyle öyle geçiniyordum askere gittim, geldim, evlendim ananla, iş yok.O zaman ben öyle ortada geziyorum falan, filan, şu bu. Efendime söyleyeyim, bu arada askerlik iki yıl …iki yıl bir kuruş para göndermedi çe Resuldekiler …aramak sormak ??? sıfır. Allahtan Ankara’ya gönderdiler 5.Zırhlı Tugay’a, çavuş oldum, elime birkaç kuruş geçti sonra Kilis.Suriye’yle savaşa girilecek, Hatay’a sınır boyuna gönderildim, orda bitti askerlik. Bu arada askere gitmeden nişanladılar beni, büyük amcan Hasan; 10, 15 koyun, keçiyi bir de o zamanın parasıyla üçbin lirayı, annenin amcası Hüseyiné Alié İbrahimé başlık vermiş. Başlıksız olur mu? Ondan sonra Allah belki onun belasını versin, en sonunda verdi ya ondan sonra şeye gittim, dediler Alié Haydaré Mehmeté Halité Karlıova’da dava vekilliği yapıyor bana iş bulur, şey yapar falan diye düşündüm.Yolumun üstünde olduğundan Kasman’a uğradım, çay içtim, kalkacağım baktım çene Küçükağa içine dorak koyduğu ekmeği uzattı ‘Kemal ! al bu ekmeği cebine koy, acıkırsın, kendine bunu yersin… ‘ dedi. Gittim, a o Ali Haydar beni bir kandırdı… bir kandırdı. Karlıova’da hükümet kapısında a o Badan’lı Seys Üseyin’in kızı Elif’le evli akrabamız odacı Ahmet’e bakıyorum ‘keşke diyorum bende bunun gibi olsam, burada tuvalet temizlemeye razıyım, yeter ki bir işim olsun, Badan’a dönmeyeyim.’ Orda burda yatıyorum, her gün Ali Haydarın yazıhanesine, yanına gidip geliyorum…gidip geliyorum, ses, seda, bir faaliyet yok.Sonunda bir gün bana dedi şeye gideceksin Erzurum’a ‘git !sağlık rapor al gel, işe gireceksin’. Hallah… Hallah nasıl oldu bu? Ne ettim, ne etmedim çıktım gittim şeye, Erzurum’a öyle biçareyim…öyleee biçareyim para yok, a o baktım Mengel’in muhtarı orada, yav dedim ‘apo ne olur üç dört lira borç ver bana’ verdi.Dört beş gün de ancak aldım sağlık raporunu, getirdim verdim.Beni memur yapacak ya halbuki yalanmış… errrrr verdim raporu, bir iki gün sonra yanında çalışan dayısının oğlu Budaké Mehmeté Alié dedi ‘Kemal!’–‘ buyurun’ dedim ‘dereza Ali Haydar söyle Kemal’e gitsin güzel bir teneke peynir getirsin, mal müdürüne verelim, işe başlatsın’. Hay, hay, tamam dedim.Duman beni almasın, peynir kim bana verir? Elde koca uzun bir sopa, vurdum kuş uçmaz kervan geçmez yola kendimi; yaya, aklımda hep ‘acep kimden istesem peyniri?’ Badandakilerin umurunda değildim ama evlenmişim, anan onların yanında Efendi’nin kızıdır diye şimdilik susarlar ama bu Usodur, Hüseyindir, Hasan’dır yarın bir gün dışarı atarlar, git kocan baksın derler. İmkanı mı var ne Uso, ne Hasan bir teneke peynir versinler.Anama gitsem? Aynı ev damını paylaştıkları babamın ilk karısı , amcasının oğlunun kızı Selvi çene Mustafaé Velié Talo; annem Zelhan’ın da ilk kocası amcam Halilé Memilé ölünce; yenge kayınbirader evleniyorlar.’–‘Ne korkunç !!!’– ‘ne korkuncu ortada onlarca çocuk var.Onlar ne olacak? O zaman herkes öyleydi, böyle şeylerde normaldi.’ Evlendiği ölünce gelinin, kaynıyla, erkeğinde eşinin kız kardeşiyle ya da yakın akrabalarla pat diye aynı yatağa sokulmasının nasıl bir travmaya yol açacağı sorun görülmediğinden ‘mal aile dışına mı çıksın?el kızı, el oğlu ne kadar vefalı olur.Yetim, öksüz çocuklara en iyi teyzesi, amcası bakar akrabası gibi olur mu el ? dövse de, sövse de sonunda akraba diye içi acır. ?‘Ma bu yetimlere kimin yüreği yanar, kim bakar baba yarısı amcası, akrabası dışında. Hem akraba dururken kızı, oğlanı başkasıyla evlendirmek akıl işi mi? A o kari, gelin yarın bir gün başkasıyla evlenirse çocuklar yetim kalmış bir de analarını mı kaybetsinler, hem mal da bölünmez aile içinde kalır’ bahanelerine sığınılarak gelenekselleştirilerek yapılan evlilikler hep üzmüştür beni.Zavallı kadınlar, ev damlarına giren gelinin yüzüne baktığında ‘eree bizim namıssız şanslıymış, çok da güzel parçaymış, ölürse kardeşim, amcam, abim, dayım kendime alırım’la göz koyduklarından belki de ölmesini diledikleri abilerinin, kardeşlerinin, kuzenlerinin, amcalarının eşleriyle evlenmek ta öncelerden Hz. Muhammed’den bu yana da gelenek yapıldığından diye mırıldandın sende, böyle gelmiş, böyle gitmiş işte. ‘‘ne dedin? bir şey dedin sandım. Karlıova’dan Badan’a giderken düşün düşün…dedim Kemo, sen en iyisi git Yusufu Nazenin, dayının yanına, ordan vurdum Qasiman ‘a (Kasmana) ‘hal mesele böyledir hallo, gidecek kimsem yok, kime gideyim sana geldim’ çağırdı oğlunu Benevşa’ya haber yolladı dedi ‘Kemal gelir, topladığın peyniri Kemal’e ver.’ Elini öptüm, o iyiliğini hiç unutmam dayım Yusuf’un. Ben hemen gittim Kasman yaylasına, kadınlar konuşuyorlar kapı önünde dedim emıka Benevşa ? dedi ha ! ‘Yusuf dayı….’ dedim, a o kırtlama şekerleri koyduğumuz kıl çuvallardan birinin içine bir teneke, 20 kilo peyniri koydu, kadınlar hep beraber sırtıma verdiler ondan sonra ben düştüm yola.Yarabbi Karlıova nereeee, yayla nereee yarabbi ! ne oturdum, ne kalktım, ne de indirdim o tenekeyi, bir gün sırtımda onunla dolaştım.Otursam indirsem kimse yok sırtıma versin.Yolda kimse de yok, , kim yükler. Adi oğlu adi, gettim verdim peyniri ‘tamam sen bekle’ dedi, bekliyorum… bekliyorum… gittik geldik, gittik geldik; ser sefil, orda burda bazen de akrabalarda yatıyorum, haber yok. kaymakam vekili de Hormekli akrabalardan İzzettin beydi, Ali Haydarın karısı, amcasının kızı çene Mehemeté Alié Alié; Ayten yediklerinden bir şey kalmışsa bana veriyordu ‘Kemal gel bu yemeği götür ye derdi’ Ondan sonra…ondan sonra Ahmet geldi dedi Kemal, amcan kızı Elif ‘bu akşam Kemal’i de beraber getir yemek yesin’ dedi. He dedim.Akşam oldu , beni bekliyor beraber çıktık ‘yav dedi Kemal, sen dedi burda ne bekliyorsun, ne arıyorsun burda? Dedi.Bu nedir , ne meseledir?’ –‘Bra, keko, dereza Ali Haydar beni memur yapacak, beni katip yapacaklar.’ Başını iki yana salladı ‘yav dedi Kemal dedi geçen gün senin getirdiğin peyniri verdiler bana, dediler götür şeye kaymakama değil yüzbaşıya ver. Peyniri yüzbaşının evine götürdüm karısı bana dedi bunu kim göndermiş , Halidi Keleş’in oğlu göndermiş dedim.Çünkü öyle söyle dedi bana Ali Haydar beğ…’ Hııııh, kanım durdu’ derken sol baş parmağını çenesinin altına, işaret parmağını da dudağının üstüne koyuyor, bir an duruyor ‘errrr Keleşin oğlu getirmiş nedir? Meğer beni kandırmış, beni Erzurum’a göndermiş sağlık raporu almak için, o kadar zahmet çekmişim. Demek o adamda söz vermiş onu da şey yapacak, memur. Ahmet, bana dedi Kemal bekleme, kardeşim çek git. Bu adam sana iş fela yapmaz. A o dereza Budaké Mehemeté Alié, o da katipti demedi ki ‘Kemal burda iş miş yok, gelip gitme demedi.’ Oyyy o şeyi heç bir zaman ben unutmam, ulan şerefsiz oğlu şerefsiz, sen bunu nasıl yaparsın? Demek Karlıovada isim yapmış Halidi Keleş oranın yerlisiydi, zengindi, Ali Haydar beğle beraber iş yapıyorlardı, onun yanında yiyip, içiyordu. Memur olmak o zaman bakan olmak gibiydi. Oğlunu işe koymak içinde benim getirdiğim peyniri veriyor. Errrrrr, a bu dayı Arif vardı sonra senatör oldu Yurtseverlerden, o da orada, meğer hükümet tabibiymiş haberim yoktu benim yoksa kimseye gitmez ona giderdim.O iyi bir akrabaydı el uzatırdı hemen, herkese.Ne bileyim.Allah bilir ! ben ne zorlukla götürdüm o 20 kilo peyniri. Errrrr o sıcakta, bir sefer yere koymadan o tenekenin suyu, muyu hepsi üstümde gidiyor, tuzlu yakıyor sırtımı. Vesait yok, öyle uzak Karlıova, ne diyorsun bir günde ancak gidilir. Ne durdum, ne yemek yedim, dursam o yük sırtımdadır.İki üç kişi var ya ancak kaldırıp sırtıma versinler , onun için bende oturmadım hiç, hiç yemek de yemedim heç durmadım Kasman yaylasından, Karlıova’ya kadar.’ Google amcaya başvuruyorsun çaktırmadan cep telefonundan , Kasman Karlıova 23 km. yürüyerek 4 saat yazıyor. O zaman anlıyorsun, sırtında bir teneke peynir o yolu yürümenin ne demek olabileceğini ve neden unutamadığını. ‘Allah hakkımı öyle icra etti , vurdular Ali Haydar beği .A burda, Ankara da hiç utanmadan, bizim eve geldi dedi ‘benim oğlum ortaokul mu, lise mi valla hatırlamıyorum, gelsin sizin eve, yanınızda okusun’ anan dedi ‘amca, elini öpeyim bende beş altı çocuk var nereye alayım?’. Ali Haydar beğ öyle edince çıktım geldim Badana. A bu Uso’yla , Hasan canımı yediler ‘ Kemal iş yapmıyor, çalışmıyor … çalışmıyor ne sana ne de karına bakmayız’ pis pis bakıyor, kızıyorlar ‘boş, boş ne duruyorsun, kalk gıdıkların (keçilerin), koyunların peşine git, otlat’. Abim Uso bey beni kuzulara , Cemal’i de danalara çoban etti dedi ‘al götür malları köprünün altında su içsinler’ .Aldım götürdüm o oldu, bıraktım oraya, gettim köyün içine belki bir şey, bir yol bulurum, çalışırım diye. Dediler Tekiné Alié Haydaré Zeynelé Hınıs’ta yazıhane açmış. Ha Uso delirmiş ‘Kemo keçileri bırakmış a orda’ deyince köylüler. Bir daha da ne ben, ne Cemal verdiği işi yapmadık Ben, diğer gün sabah çıktım Varto’ya gittim. Varto’da bindim şeye, arabaya doğru Hınıs. Dereza Tekin, beni Allah için iyi karşıladı, akşam onlarda kaldım.Baktım, durum iyi değil, karısı istemiyor ‘bu kimdir, nedir, necidir, kaç gün kalacak, niye gelmiş’ sorup duruyor.İki gün kaldım offf ben ne kadar deliyim Tekin dedi ‘ya Kemal ! sen ne arıyorsun , ne var?’ hemen anladım ‘tamam abi ben sabah giderim’ dedim. Sabah kalktım, allahaısmarladık dedim Tekin beğe, beni kovmak istediler ama ben fırsat vermedim, bindim arabaya Erzurum’a gidiyorum hele bak ! ordan oraya…ordan oraya iş arıyorum ya. Duydum emıka Elif ‘in oğlu Kasım; buğdayını arpasını, yağını, malını satan köylünün aldığı parayı harcamak için kendini attığı – bunu bilen esnafının da bir kuruşluk malı, on kuruşa satmakla kalmayıp ‘seninle anlaşalım, gelecek sene hayvanlarını, buğdayını, arpanı, patatesini bana sat , şimdi dükkandan ihtiyacın ne varsa al’la malını ucuza kapattığı– ticaretin merkezi Erzurum’da mağaza açmış, adresini bir akrabadan almıştım. Arabadan indim, şeyine evine Kasım’ın evine misafir gittim. Kapısında Taş mağazaları yazan koca dükkan; toptancılık yapıyorlar; içerde her şey var, her şey; elbise, leçek, ayakkabı, lastik, terlik , soba, masa, gömlek, fistan, kumaş, güğüm, kazan; bir hafta yanlarında kaldım işsiz olduğumu, iş aradığımı biliyorlardı, demediler ki ‘dayıoğlu gel sen de çalış’. Nazarlarında var mıyım ? yok muyum ? belli değildi. Kardeşlerin hepsi birlikte çalışıyorlardı. Benim pavyona gitmeyi seven Cafer’le aram çok iyiydi birlikte dolaşıyorduk.Bir akşam çıktık mağazadan, karşıdan bir hışım Kasım geliyor, Cafer’in yakasından tuttu ’ ulan heyvan, sabah akşam karı kız, pavyonlara girip çıkıyorsun, paraları yiyorsun ses etmiyoruz ama elin kızını iğfal etmek ne demek? Defolup gideceksin Öleng’e.Pılını pırtını toplayıp ’ öyle bir deft etti ki Cafer’i. Evinde kaldığım Kasım’ın karısı Cemile bana iyi davranıyordu. Bunların en büyüğü Selim arkası açık bir kamyon almış, taşımacılık yapıyordu. Babası Mehemet Efendi Öleng gibi davar , mal alıp satıyordu ekseriyetle de Gımgım’dan, bizim köylerden ‘ senin hala oğlu, yolunu buldu; geçtiği yollarda, çayırlarda ne kadar başı boş hayvan gördüyse sahipsizdir deyip milletin öküzlerini, davarlarını kamyonun arkasına atıp götürüyor’ diyorlardı eşkıyalık, hırsızlık çoktu, insanlar birbirinin malını, yumurtasını, buğdayını, tavuğunu, tarlaya ektiği sebzeyi, meyveyi çalıyordu. İki üç gün belki bir hafta durdum Kasım’ın evinde baktım yok durum kötüdür, beni bugün yarın kovarlar. Ne yapayım? ne yapayım? nereye gideyim ? diye kara kara düşünürken gittim çarşıya Taş mağazasına, baktım bu Kasman’dan Şükrüé Kamerîé Sofué orda, geziyor. Aaa dereza Şükrü ? sen burda ? bir adamda var yanında dedi çalışmaya gidiyoruz. Nereye? Adana’ya, eee dedim bende geleyim, gellll. Düştüm onların peşine, her üçümüz verdik parasını bindik Erzurum’a sebze, meyve; mal getirmiş arkası açık bir kamyonete, gittik. Adana’ya. Badan’dan birkaç kişinin çalıştığı çırçır fabrikasında işe girdim. Dereza Şükrü de iş buldu, falan. Fabrika da patron geldi dedi ’ bu çocuğa damga verin, damga bassın’ yazıcı gibi bir şey oldum. Sonra dereza Şükrü ‘biz burada durmayız gidiyoruz, sen de gelirsen gel’– ‘nereye?’– ’Mersine’.Gitmedim.Biraz çalıştım, para falan aldım, duydum derezalardan Enginé Alié Haydaré Zeynelé ile dayın Atillaé Mehmeté Şerifé Alié Ankara’da ev tutmuşlar, pılımı pırtımı topladım hemen yanlarına gittim. Yeter ki duyayım ‘falanca ya da filancanın oğlu şu il de hükümette… fabrikada…mağazada çalışıyor hemen yanına koşardım, daimi bir iş bulayım diye’. O zaman böyle dakka başı otobüs, tren, uçak falan yok.Yaya, her yere yaya, yürüyerek gidiyorsun arada tren, otobüs, kamyon, ne bulursam binerdim. Geldim Ankara’ya, üstüm başım perişan; yırtık, yamalı pantolon. Engin beni gördü, durumuma çok üzüldü ‘al dereza, bu senin olsun değiştir şunu’ bana pantolonlarından birini uzattı ‘yok iş miş burada ‘dedi. Ondan sonra, şeye telefon etti dayın Atilla, dayısıgillerden Yurtseverlerden AP de çalışan doktor Arif Hikmet’e ( Arifé Hikmeté Hasané Alié Resulé İkinci Zeynelé). Kızılay’da bir otelde beni beklesin demiş. Gittim, bekledim, bu çıktı geldi ‘hayrola ‘–’dedim dayı… dedim hal mesele böyledir.Köyde idare etmiyorum, iş yoktur, çok perişanım. Atilla’nın bacısıyla da evliyim, önce Allaha sonra sana güvendim , geldim’– ‘ ne iş yaparsın?nereye işe girmek istersin?’ dedim ‘Varto da postacılık , bilmiyorum kadro boş mu, değil mi? ama iyi para veriyorlar onu duymuştum ‘ sen burda otur, ben bir gidip geleyim’ dedi. Gitti, geldi elinde bir mektup ‘ tayinin çıktı al bunu götür Van’da PTT’nin genel müdürüne ver.’ Öyle şaşırdı, öyle ereoo bu kadar kolay mıydı bu iş. Allah, Allah , sevinçten, ellerine sarıldım, öptüm ‘hallo, dayı’ ağladım ya kimse bana iyilikte bulunmamıştı o güne kadar. Doğru Van. Gittim verdim mektubu herifçioğlu, hiç şey etmedi dikkate almadı ‘ne gel, ne başla, bırak git mektubu’ dedi .Ümidim bitti, gitti. İş, miş bulamayacağım git köyüne çiftçilik yap Uso Heso gibi diye geçirdim içimden artık Badan’ a gideceğim ; a bu şey…bu İsmail, Lolan’lı orda öğretmendi.Van’a gidince ilk onun yanına gitmiştim.Bana dedi ki ‘Kemal Hormekli sizin akraba burda, avukattır dedi. CHP’den milletvekilidir Tevfik Doğuışıker ( Tevfiké Hasané Selimé Alié İkinci Zeynelé) bir de ona git. Ben sana demedim mi o genel müdür sana iş yapmaz, Alevisin diye yapmaz’. Allah ondan razı olsun, gittim çarşıda hükümet konağının o taraflarda yazıhanesine dayı Tevfik’in kendimi tanıtım, derdimi anlattım, bana bir kartını verdi, dedi ‘al bu kartımı götür Karayollarında personel daire başkanı Arif Terzioğlu var ona ver’ Hemen.. hemen kalktım, atladım minibüse şehrin dışında Karayolları bölge müdürlüğüne gittim, götürdüm verdim Arif beye, kendimi ona tanıştırdım, yerinden kalktı ‘ gel dedi gel benimle…çabuk ’.böyle salona çıktık, karşıdan iri yarı bir adam geliyordu sonradan adının Kırhan Talaş Bilge olduğunu öğrendiğim, adamın önünde durdu dedi ki ‘Kırhan bu benim akrabam buna bir iş ver , ne olur?’. Dedi hemen gitsin, bak ! işte araba gidiyor Malazgirt’te, ben şoföre söylüyorum alıp götürsün’.Ben eline sarıldım, koştum gittim şeye… koşa koşa Van’a; handa yatıp kalkıyorum gittim eşyalarımı aldım, doğru garaja, baktım şoför beni bekliyor.Kırhan Talaş Bilge, Erzurumluydu, cenabı Allah yerini cennet yapsın, köprüler müdürüydü, o sıra Malazgirt köprüsü yapılıyordu, arabaya inşaat için malzemeler yüklendi.Malazgirt’ te gittik, perişanım, fakirim, açım, susuzum, şoför bir adama beni göstererek bir şeyler söyledi , adam yanıma geldi bana ‘a o çadır boştur orda yat ‘dedi. Gittim, yattım.Sabah da beni köprüye gönderdiler, işçi olarak.Dört beş gün, belki bir hafta oldu, orda bir sağlık memuru var Gümüşhaneli koşa koşa geldi dedi ‘Kemal gel…gel’ ben gettim ‘hayrola’ dedim dedi ‘genel müdür gelmiş, seni çağırıyor’ – ‘aa’ dedim ‘işime son mu verdi’ nasıl korktum.Gümüşhaneli beni aldı şeye götürdü, şantiye binasına.Kırhan beğmiş meğer beni çağıran, bana baktı, baktı lan dedi ‘hiç utanmıyor musunuz, hepiniz Vanlısınız.Ben bir tane adam gönderdim, şunun haline bakın çamur, çol içinde.Bunu götürün depoya üstünü başını değiştirin ,bana getirin’.Beni götürdüler depoya işçiler için olan pantolon, gocuk, gömlek, çorap, fanila verdiler, üst başımı değiştirdiler, tekrar gittim yanına ‘geldim abi dedim’–’ bundan sonra hep benim yanımda duracaksın. Hizmetimi göreceksin, ne mezunusun?’ dedim ‘ilkokul’– ‘güzel’ dedi. Onun yanında kaldım, emir eri gibi her hizmetini yapıyordum, odasını, elbiselerini temizliyordum, ütülüyordum, geleni ağırlıyordum, çay veriyordum. Odacısıydım, yemek yapmıyordum şantiye de yemek çıkıyordu. Anan da sana hamileydi. Bir gün ‘benim çocuğum olacak müdürüm’ dedim ‘dört beş gün izin istedim’ bana dedi ki ‘Kemal eğer doğmuşsa kızsa ismini Gülsen, eğer erkekse Gürsel koy.’ İyi CHP’liydi, 27 Mayıs darbesini yapınca subaylar çok sevinmiş, Cumhurbaşkanı Gürsel’i de yere göğe koyamıyordu. Ondan sonra Temmuz’du şantiyeden Badana geldim ki aaaa anan çe Resul’de yok dedim nerede, abim Velié Resulé Memilé karısı aynı zamanda dedemin Keraşanlara verdiği halam emıka Gülizar’ın kızı Adile dedi ‘Turna gitti, yatakları da burdadır. Veyvi Selbi’yle kavga etti’ Aaa dedim benim karımdır nasıl gider? Dedi ‘valla yataklarını alıp getirdi Uso, zaten Kemal’de iş, güç yapmıyor. Evlendirdik adam olur dedik o bekar gibi karısını bırakıp gitti, haber yok , kim bakacak buna, çıkıp gitsin evine dedi, koydu kapıya.Kovdular yani’ .Kavga edince veyvi Selbi’yle anan da getmiş kendine Adile’nin yanına.Üç dört gün kalmış demiş ‘Kemal gelsin hele ne yapacağız’ sonra da Kasman’a gitmiş.Neyse sonra atla Haydar’ı gönderdim anneni getirdim. Birkaç gün geçti geçmedi, baktım annenin amcası apo Hüseyiné Alié haber yollamış ‘ acele Varto ya gelsin’ Gittim meğer beni aramışlar şantiyeden, amca Hüseyin ‘ telefon geldi, Kırhan Talaş kimse acele seni istiyor, bana gönder Kemal’i ‘ dedi.Yola düştüm hemen, Mazgirt’te giden yolun Muş tarafında bekledim, bekle…bekle baktım bir araba geldi, durdurdum ‘kardeş beni de götür’ aldı beni dedim ‘kardeş, ben yabancıyım, beni köprü şantiyesinde indir’ Tamam dedi, gettik, adamcağız götürdü beni köprü şantiyesinde indirdi. Kırhan müdürüm yanındaki sandalyede oturan efendi bir adamı gösterdi bana dedi ‘Kemal oğlum a bu benim babam, .Profesördür, git elini öp.Beni seni böyle acele çağırdım.Seni Van’a vermişim idari işlerde yemekhanede erzak , tabldot memuru olacaksın’. Sonra şoförü çağırdı ‘Kemal’i Ekrem Ceyhun’a teslim et’ . Müdür Ekrem bey, git dedi ‘a orda bir memur var onun yerine otur. O gidecek. Sonunda Kırhan Talaş memur yaptı seni’. Sonra ben memur olunca Badan ‘da bana hayatı zehir eden ‘çalışmıyor, yemek yok’ deyen, laf söyleyen başta abim Uso, o insanlar birer birer peşimden geldiler ‘ Kemal dediler hayırlı olsun… kusura bakma biz böyle böyle konuşuyorduk senin için ama sen hepimizden akıllı çıktın’ Çoğunu işe aldırdım Leylanın abim Uso’yu radyo evine işe koydum.Diyor ya anan birlikte okuduk Kasman’da ilkokulda tövbe ben birlikte okuduğumuzu bile bilmiyorum, dikkat etmemişim ki.
Görüyordum ama tanımıyordum babanı, okulda Badan’dan gelenler arasında tek konuştuğum kalemini ödünç aldığım Reşat abiydi, kimseyi merak etmez, kimseden kimseyi sormazdık biz. Ben dörtteydim , sınıfta bir ben varım, bir Fodul diye bir kız var, bir aşağıda akan, sesini dinleyerek uyuduğumuz deré Mengelî ‘nin yamacındaki evimize, çe Taluya elli metre uzakta komşumuz dayı Yusuf’un annesi Naze’nin ismini verildiği kızı, yaşıtım, okula birlikte gittiğimiz Naze , bir de Zozan diye biz kız var. Biz 4 kız çok başarılıyız, 4 sınıfta okuyoruz. Tamam mı. Şimdi bunlar gelmiş beni istemeye. Bismillah… dedim, bunlar Badan’dan okumaya gelmişler güya 5 sınıfta okuyorlar tanımıyoruz biz.Naze bir gün dedi ki ‘bu sırık gibi olan oğlan var ya hiç görmedin mi? İşte o bize gelip giderken sizin eve de gelen hani boyu uzun olan emıka Zelhan var ya onun oğludur’.Okulda 23 Nisan Çocuk Bayramında yarışmalar yapılırdı; koşma, yüksek atlama;iki kişi karşılıklı durur , tutukları halatın üstünden atlardı öğrenciler. Uzun boylu babanın bacakları da uzundu, hiç unutmam yarışı o kazanmıştı, ben de anneme ‘daye, bugün Naze’nin halasının oğlu uzun atlama yarışını kazandı’ dediğimde ‘ büyük deden İbrahim’le onun büyük dedesi Memil Talo’nun oğullarıdır. Talo Mustafaé Zeynelé ağanın İbrahim, Memil, Zeynel, Veli, Resul beş oğlu var. Önceleri hepsi çoluğu çocuğuyla bu evde birlikte otururlarmış. Memil kardeşi Veli’yle arazi yüzünden kavga edince…aslında arazi bahane , a bu Veli, Memil’den daha babayiğit, iri yarıymış da.Her ikisi de öyle güçlüymüş ki kavgaya tutuşunca Kasmanlılar ancak bellerine halat, urgan bağlayarak ayırabilmişler ikisini öyle böyle bir kavga değilmiş. Veli ağzını yırtıyor Memil’in. Veli’nin üç karısı vardı, halanla aynı adı taşıyan Rukiye Karlıova’nın Boran köyünden, Kürtler bunlar. Neyse babasının evine misafirliğe gidiyor, haber geliyor öldü diye. Velié Talo kalkıyor gidiyor, dayanıyor kayınbabasının kapısına ‘öldü diyorsunuz, ben inanmıyorum, mezarı nerede? Gösterin’ götürüyorlar yeni kazılmış mezarı açıyor bakıyor karısı, giderken kayınbabasının kapısının önüne bir şarjör mermi bırakıyor…niye mi? iyi niyetini gösteriyor diyor ki eğer dediğin gibi çıkmasaydı, o şarjörle öldürecektim seni. Diğer ikisi karısı Lolan’lıydı; Emine ve güzelliği, temizliği, titizliği dillere destan Zerif. Oyyy o nasıl bir güzellikti mavi göz, sarı saç.Bir gün bir Pir geliyor ‘ Zerif’i verirsen bana alırım’–‘siktir git başımı belaya sokma diyor ‘ Velié Talo öyle güzel. Bu soy kansızdır, birbirlerini öldürendir. Bütün kavgaların, husumetlerin, birbirlerini öldürmelerinin sebebi de arsa derler ama hep kadınlardır, dedikodudur. Aslında apo Veli de ‘be namusuz, insan yengesine yan gözle bakar, öldüreceğim seni’yle köyde meydan dayağı çekiyor kardeşi Memil’e, öldürseydi de değişen bir şey olmazdı, öyle hapse falan atılmazdı, devam ederdi hayatına, öldüren öldürene, bu soyda.’ –‘ maye mı hatırladım ben, Zerif’i‘. Güzelliğini anlata anlata bitiremediğiniz Zerif’i ben gördüğümde yaşlıydı; köye bizim eve geldi mezrede oturuyordu, çok perişandı, hastaydı ama cildi böyle pırıl pırıldı, uzun boylu dalyan gibiydi, oğlu Mustafé Velié Talonun yanında kalıyordu, babaannem Fidan’ın odasında bir hafta misafir kalmıştı. Yine de benim babaannemin cildi hiç kimsede…hiç birimizde yok; ayna gibiydi gece sanki çıra yanıyordu kadının yüzünde, Zerif de öyleydi. –‘Çene doğru hatırlıyorsun, o zaman artık yaşlıydı, hastaydı ,Bu kavga üzerine Memil ‘errr Allah seni rezil etsin demiyorsun arazilerinde gözüm var üzerime iftira atıyorsun, hakkına razı değilsin’ diye kızıyor arazilerini işlemeleri için oğlu Resul’le, Selim’e verip diğer oğlu Halil’i yanına alıp Badana gidip, yerleşiyor. Günahları boynuna artık Velié Talo’nun dediği doğru mu değil mi kimse bilmiyor. Sormemedanlar, Memilé Talo ağanın Badana gelişine ses çıkarmasalar da arazi aldıkça karşısına geçiyorlar. Resulé Memilé o zaman Selvi’yle evli, baban Efendi de amcaoğlu Resulé Memilé çok severdi , bir duyduk bu Kasmandaki arazilerini satacak ‘dereza yapma etme, dede toprağıdır satma arazini’ dediyse de dinletemedi kalktı arazisini Hormekli bile olmayan Kameri Şıh Ali’ye sattı, o da babası Memilé Talo’nun arkasından çıktı gitti Badana. Yalnız bu Memil ağanın hepsi babayiğit çocuklarının arasında bir tek Kasmanda kalan boyu kısa, çirkin oğlu Selim’in bir karısı vardı Merdin; çene Hesené Fakié; iri yarı ama nasıl da edepsizin tekiydi. Bu amca Selim’in kızı Şerife’de okula gelirdi, çok çalışkandı, koca kıtlığı var ya onu da okutmadılar hemen kocaya verdiler.Apo Selimé Memilé, güya çocuklarıyla Türkçe konuşuyor bağırıyordu ‘çene, laoo sakol getirin’. Sakol süpürge demekti. Hormek erkekleri hep açtı, anam ne yemek yiyorlardı onlar, ye, ye doymak bilmezlerdi.Görmüyor musun şimdi de öyleler baban, amcanın çocukları, a bu Selimé Memilé de ‘kızım mide ambar gibidir…genişleyen lastik gibi ne verirsen yutar, içine çeker doyuramazsın’ derdi millet onunla alay ederdi, halbuki adam doğru söylüyordu. Karısı Merdin de, Selim’in amcasının oğlu Yusufé Zeynelé’in oğlu Zeynel’i ilkbaharda coşmuş deré Mengelî’ye itmiş az daha boğuluyormuş çocuk, mevzu ne? ‘apo , apooo Yusuf, senin oğlan bizim arazide gördüğü bütün mantarları topluyor.Eree bu lacek bırakmıyor ki bir iki tane de biz yiyelim’ Bir gün dört beş tane koca kayanın yan yana durduğu aşağısında akan deré Mengelî ‘nin, gelen, gidenin seyredildiği köylünün toplanıp sohbet ettiği tepede; Palaka’da, sırtını kayalardan birine dayamış, elini sallaya sallaya başlamış ileri geri konuşmaya ‘Hormeklilerin hepsi, çe Musatafeye Zeynele, hepiniz hırsızsınız.Başta büyük büyük dedeniz Mustafé Zeynelé Kal, hileyle, silahla , talanla, arsa , mal mülk sahibi oldu..A o İbrahimé Talo da böyle böyle buldu belasını. Cibranlılar yaptı da Hormekliler katliam, talan yapmadı mı? Bunlar var ya bunlar vicdan yoktur bunlarda amca yeğeni, yeğen amcayı öldürdü, kardeş kardeşi dövdü, vurdu niye arsa arazi, kadın, kadın için. Ortada kadın bırakmadılar, Muskanlı çene Begoé (Alié) Eliye haksız mı ‘a bu Hormekliler s.klerini çıkarıp kime rast geldilerse ona koymuşlar’ demekle.Bu soyun erkeklerinin önüne yemek, altlarına bir karı, (dışarıda) teverde de bir bok çukuru verin, yesinler, içsinler siksinler, sıçsınlar, anladıkları bu ’ konuşmuş da konuşmuş, kimse hışmına uğramamak için korkudan cevap da vermemiş, baktım Begoé İbrahimé Talo yanıma geldi ‘veyvi, çene Küçükağa ! bu edepsize söyleyin bizim babalarımıza küfür edip, bok deyip durmasın’.Çok güldüm ben ‘.Annem çene Küçükağa demek aynı dedenin torunlarıymışız diye düşünmüştüm baban için, o kadar.1955 in kışında beni istediler, yazın da baban askere gitti. Baban meğer sık sık Öleng’de evine gittiği halası Elif’in kızı Hasgül’e vurgunmuş. Halasının evine gidip geliyor ya kızına aşık olmuş, tamam mı? Kızda buna boş değilmiş, birbirlerine tam bilmiyorum kız ona tarak mı bıçak mı vermiş, o da ona ayna. Baban Öleng’den, dönünce amcan Hasan bakıyor evin önünde Surédar soyduğu bıçak yeni, sapı parlıyor ‘eree Kemo, bu bıçak nerden çıktı, çok güzelmiş’–‘ çene Mehemet efendiye Öleng verdi’ diyor başka bir şey demiyor.Ama senin amcan Hasan fırsatçı, kurnaz nerden ne geleceğini iyi bilendi , çe Resuldekileri ‘Kemo’yu emıka Elif ‘in kızlarından biriyle evlendirirsek, bir baltaya sap olur, böyle kafasına estiği gibi davranmaz, çalışır. Mehemet Efendiye Öleng, zengindir, Badana mal yağdırır’ diyerek kalkıp babanın haberi de yokken sene ellidört, sonbahar, dayıları Yusuf’u da alıp yanlarına büyük amcanla birlikte Hasgül’ü istemeye gidiyorlar. Sonradan çok pişman olmuşlar ama bir kere gitmiş bulunmuşlar. Emıka Elif diyor ‘benim babam saydığım abim Resul ölmüştür. Ölmeseydi kızımı korurdu ama şimdi ben Resulé Memil’in oğullarına, Badana, Hormeklilere kız vermem.Geçimsizler, huysuzlar, gözleri hep dışarıda. Hem benim kızım Mehemet ağanın, zengin ailenin kızıdır, variyeti vardır. çe Resulün durumu ortadadır. Siz zengin değilsiniz. Bunu diyen hala? Kızımı perişan etmem’. Çe Resul, damlarından çıkan halaları Elif’in onurlarına dokunan sözlerine çok üzülüyor, bozuluyorlar. Ona inat itibarlı zengin bir akrabanın kızını isteyelim diyorlar. Zavallı ben, işte halaları Elif’in o sözlerinin… onların kurbanıyım. Dönüşte hep birlikte Kasman’a, dayı Yusuf’un evine geliyor, kendilerine kızıyorlar ‘bizim akrabalarımızın kızları çoktur, kalkıp Öleng’e gitmeye ne lüzum’ sonra da her gittikleri yerde kız bakıyorlar. Amcan Hüseyin beni görüyor, Naze’yle onların evinin orda, oyun oynarken, soruyor ‘çene Küçükağa’nın, Efendi’nin kızıdır ‘ diyorlar .Bakıyorum bize gelip gidiyor, ben nerden bileyim, ne niyet besliyor?On yaşındayım ama boyum uzun, demek büyük göründüm gözlerine ama ondan diyemem çünkü ablalarım, kardeşlerim, etrafımdaki kızlar hep on iki, on bir yaşında evlendirildi. Abim hakim olunca ilk işi; biri de sağız dilsiz kız kardeşlerinden, on beş yaşında benden aldığı vekaletnameyle amcalarıyla birlikte babamdan kalan malları üstüne geçirmek olan abim…abiye zalılma oyyy, Ankara’da Hukuk fakültesinde okuyor, duyuyor ki beni evlendirecekler üzülüyor, mektup yazıyor ‘bacılarım küçük, ellemeyin, kimseye vermeyin’ o kadar…güye karşı çıkmış. Ya sen Hukuk Fakültesinde okuyorsun, koca adamsın, amcaların ne dersen yapıyor. Yapmayın desen yapmayacaklar ama o, onlarla kötü olmak istemiyor, yolunu bulmak istiyor.Nüfuzunu kendi çıkarı için kullanan memleketin hakimi böyleydi var gerisini, olanı, olmuş haksızlıkları sen düşün. Bizim aile Hormekliler parayı çok severlerdi, hepsi de cimriydi amcam Hüseyin de sık sık köylülere ‘abim Şerif’in kızları çok ekmek yiyor, masrafları çok, eninde sonunda evlenip gidecekler niye boşuna masraf edelim.Bir an önce evlendirelim de üstümüzdeki yükleri kalksın ’ dediği annemin de kulağına geliyormuş ama ne yapsın annem gaile almıyor.Amcalarım da kim iyi başlık verdiyse ona verdiler biz Şerif’in kızlarını, annemin de tek derdi hakim oğlunu koruyup , babasından kalan mal, mülküne sahip çıkmaktı. Kıştı, ev damında– her şeyin aşın, ekmeğin, közlerinde patates, kurabiye, kete, Zerfet, mısır, mantarın pişirildiği yıkanacak suyun, sütün, ayranın kaynatıldığı duvar içine yarım ay şeklinde tuğla veya kerpiçten yapılmış kandil, idare lambasının da konulduğu bir nişin yakılan ateşin dumanını çekmek için çatıya bağlanmış bacanın, külahın bulunduğu, yanmadığı zamanlarda külü ortalığa saçılmasın diye basmadan dikilmiş perdenin çekildiği ya da sacın konulduğu önünde ahalinin dedikodu, sohbet ederek vakit geçirdiği, önünde, yanında sacayağı, kazan, tencere, ibrik, güğüm, maşa, taş, süpürge, çalı çırpı, odunun bazen de yorgan, yatak, yastıkların yerleştirildiği yüklüklerin, dolapların, yıkanma yerlerinin bulunduğu, kışın ısınmak için neredeyse içine girilecek –ey yazarcık okuyucun senin bu tasvirinden ne çıkarsın? gözünde canlandırması mümkün mü? ya gözünü sevdiğimin teknolojisi sayesinde bu sorunu web deki; https://odatv4.com/makale/sular-yukseldikce-ocaklar-sonuyor-2610161200-102914 görselini paylaşarak çöz, tasvirinle beynini yaktığın, neye benzediğini canlandıramayacak okuyucunu kurtar bu dertten – lojının (şömine tarzı ocağın) bulunduğu geniş oda aslında mutfak biz ‘bon derdik’ orda oturuyorduk ’seni istemeye gelmişler’ dediler. Bazen aklıma geliyor… düşünüyorum on yaşında ya, on yaşında bir çocuğu nişanlamak nedir? nasıl olur…ne vicdan…ne vicdan…kıymetimiz, değerimiz dün de yoktu, bugünde; bir an önce gitsin de bir boğaz eksilsin bütün mesele de bu. Babam öldürüldüğünde bindokuzyüzkırkdokuz Temmuzunda dört yaşındaymışım, nişanladıklarında beni hakim olacak abim 21 yaşında, koca delikanlı yani mektup yazacağına, kalk gel al bizleri, götür yanına, mal var, mülk var tek yapacağın bir dam kiralamak. Bakma ! biz annelerin ayrım yapmayız demelerine, kadınlar için değerli çocukları; oğullarıdır. Bu bugüne kadar benim için de öyleydi, yalan mı söyleyeceğim. Bize demişti teyzen Ceylan ‘çene Küçükağadan mirastır erkek çocuklara kıymet vermek, onları kırmamak.Ben enişten öldükten sonra tek oğlumun yanına gitmedim, karısıyla huzuru bozulsun istemedim.Hep kızların yanına gittim’ –‘ Çünkü kızların huzuru, kocalarıyla aralarının bozulması olur değil mi teyze? Yani kısacası önemli değil, onlar her türlü çileyi çekmek zorunda ya, mutlu olup olmamaları niye umurunuzda olsun? Bütün teyzelerim, senin gibi erkek çocuğunun evinin dirliğini düşünen çene Küçükağanın, kendisini de yok etmiş erkek egemen mirasını illebet taşımanın yanlışlığını niye düşünmekten kaçındılar ki, o çene Küçükağanın ilk işlerinden biri vasi olarak kızlarının yerine babalarının malını hakim oğluna devretmiş’ dediğinde annen, bende şimdi düşünüyorum abim ve amcam Hüseyin’le bir olup baba mirası arsaları biz kızların elinden alınmasına ses çıkarmayan annemin amcam İbrahim’le, kaynıyla evlenmesine sebep de, hakim oğluydu; babaları öldürülen kızlarının yetimliği, geleceği değildi. Sonra böyle düşündüğüme pişman oluyorum çünkü ben şahidim zorla aldı amcam annemi. ‘–‘Onu bilmem anneannemde dönüp durup ‘ bu çocuktur…bu nedir buna koca ne? ben bu çocuğu nasıl nişanlayım çocuk… daha çocuk… ne bilir bu… ne anlar… bu ne, buna evlilik ne gerek’ diyeceğine, ağlayacağına katsaydı önüne kızlarını oğlunun yanına Ankara’ya gitseydi ama yok, anlaşılan dört kızın hayatına karşılık; vazgeçemediği şey, hakim oğlunun üzerine tapulatacağı dedemin köydeki tarlaları, Varto’da ki arazileri, dükkanıydı. Kasman’dan çıkıp gitse kızlarını yanına alıp mal, mülkten pay almazsa hakim dayımın hali nice olurdu? Diyelim oğluna yük olmak istemedin? git Varto’ya, çık CHP’li kaymakamın karşısına ’ benim kocam, Mehmet Şerif Efendi partinize, devletinize o kadar hizmet etti, öldürüldü ya, karşılığında bir oda verin, çocuklarımın başında durayım, okutayım ben’ onu da mı yapamadın? al çocuklarını git Kığı’ya kardeşinin yanına. Onu da mı yapamadın madem verecen…verecekler kızlarını zengin, maddi durumu iyi ailelere ver de bari yoksulluk çekmesinler…damatların kıçlarında don yok… işi gücü yok , evlerinde üst üste yatıp kalkıyorlar bir de sinirli, kavgacılar.’–‘ O kadar da değil, o zamanda hangi kadın kalkıp da hükümete gidip yardım isterdi hele bu Efendi’nin hanımıysa, yapamazdı ?Yok elinde bir şey yoktu annemin yapamazdı.Anneannen kaç kere yalvardı amcalarıma ben şahidim, ama onlar hep tek şartla gidersin babanın evine, çocuklarımızı burda bırakırsın dediler.Gitti, Hüsnü dayım geldi aldı götürdü, döndü sonra, çocuklarından ayrı kalmaya dayanamadı. Ne yapsın zavallı kadın? Ben, Leyla, Selvi çok küçüktük, iki de sağır dilsiz çocuk; kaderine boyun eğdi. ‘ –‘ Anne, aklım duruyor benim.Bir zamanlar kardeş bildikleri kayınlarıyla aynı yatağa girmek, ondan çocuk doğurmak bana çok ama çok ahlaksızca geliyor.’–‘ Sus be ! insan anneannesine ahlaksız der mi?’–‘Niye kızıyorsun? kızman olayın iğrençliğini ortadan kaldırmaz? İnsanın kaynıyla ya da abisinin seviştiği kadınla sevişmesi ne demek! Yenge dediğin, kardeş yerine koyduğun biri ile aynı yatağa girmek ne demek! Bu şehirlileşememiş, uygarlıktan bir haber toplumlarda yaşanan ve bence dünyanın görüp görebileceği en utanmaz, en ilkel, en ahlaksız geleneği. Dünü, bugünün koşullarına bakıp bugün ki akılla, değerlerle yargılamak adil gelmese de, asırlardır bazı şeyleri yapmanın karşı çıkmanın uzun bir uğraş,emek gerektirdiğinden zor, boyun eğmenin, susmanın kolay geldiği insan evladı açık açık ‘mevcut halin devamından yanayım, değiştirmek için mücadele etmek, çalışmak, çabalamak lazım, benimse bunu yapacak ne takatim, ne yüreğim, ne de isteğim var, yorgunum böyle de idare ederim’ demez de gururuna yedirip onlarca kılıf bulur boyun eğişine.İşte çene Küçükağanın, yaptığı da bu’. Bir yandan da hepimize dair ruh halini anlatan buna benzer cümleleri nerede okudum diye düşüyorsun ahhh, evet ya! Thomas Bernhard’cımın “ Soğuk (bir soyutlama) “ Grafenhof’ta…çürümüşlüğün ve umutsuzluğun ruhu böylesine boğduğu, beyni öldürdüğü bir yere nasıl kendimi ait hissetmiştim? Sanırım kendimi salıvermek karşı koymaktan çok daha kolayıma gelmişti.Gerçek bu kadar basitti.Karşı geleceğim ve direneceğim yerde rahatlığı, uyum sağlamanın ve vazgeçmenin kolaycılığını seçmiştim.Rahatlık ve korkaklık yüzünden… “ romanında okumuştum. Bulundukları mekanlarda, yaşadıkları kentte bir araya gelmeleri, tanışmaları imkansız kişilerin aynı duyguda, düşünce de buluşmaları şaşırtmıyor çünkü.dünyanın neresinde yaşanırsa yaşansın insana, hayata dair duygular, düşünceler, hissedilenler üç aşağı beş yukarı aynı. Soğukluğuna, aldırmazlığına, naifliğini kıran ultra gerçekçiliğine hayranlık duyduğun Thomas amcayla, annenin, senin aynı şeyleri duyumsamanız gibi ki, eline kalem alacak, daktilo kullanacak şartları olsaydı belki Thomas’dan önce o cümleleri, o paragrafları annen yazabilirdi de, lakin yazma, hissettiğini kağıda dökme , yetenek , zeka işidir de.Daha okumadığın pek çok kitapta benzeşik düşünceler, duygular, hislerle karşılaşman yüzde yüz… yani ?? benden, senden önce insana, hayata ait her şeye; düşüncelere, duygulara, hislere, hayallere, acılara, mutluluğa, mutsuzluğa, güzele çirkine, ölüme, aşka, ahlaka ,kötüye, Tanrı’ya ; aklına ne geliyorsa ona, her şeye dair söylenmemiş, yazılmamış, el atılmamış, dibine inilmemiş bir şey bırakmamışlar ki bizde bir şeyler ekleyelim, yazalım, yeni bir cümle, paragraf kuralım. Yapma! her şey gibi duygular, düşünceler, hissedilenler , kavramlar level atlar, değişir.Teknolojik gelişmelerin etkisinde kalınır yeni kavramlar, mekanlar, düşünceler, duygular, olaylar karşısında gösterilen tavırlar, yeni şeyler yazmayı zorunlu hale getirir. Hayır canımın için, o öyle değil , eski kavram ve tanımlamaların, her şeyin önüne koy bir “post”, “alfa” sonra post modern, ultra post, ultra alfa diye yaz, dur ; iki üç farklı cümle ekleyerek.Gülme yapılan bu şu anda, inan bana. ‘Öyle hastaydı ki ’ diyor annen senin Thomas amcanın yanında soluklanıp geldiğinden habersiz ‘ anne! sen beni ne yapıyorsun?’ dedi, çene Küçükağa ‘ben babanı ne yaptım ki seni ne yapayım ‘ dedikten yarım saat sonra öldü, babamın kömür gözlüm diye sevdiğini söyledikleri, boynu hep bükük kız kardeşim Leyla. Yanındaydım öldüğünde…odadaki herkes ‘ayyy.. öldü’ dedi, o kadar ‘ayyy.. öldü’. Leyla çok güzeldi. Aklıma geldiğinde ya da adı geçtiğinde iyi ki öldü dediğimde…öyle deme diyenlere şaşıyorum, ölmese o da biz, ablaları gibi kim bilir kimin kapısında, hangi el oğluna, kime kul köle, heder edilecekti. ‘ Çok istemene rağmen kızı ölürken söylediklerinde bağışlayıcı bir yanını bulamayacağın, yalnızca mezarının taşından hesap soracağın anneannenin zalimliğe varan psikolojik rahatsızlığını öğrenmen; annenin, onlarca çocuk gelinin, hiç büyümeyen çocukluk halinde dünyaya, hayata duydukları öfke dalgasının yetiştirdikleri çocukların kişiliklerine, karakterlerine etkisini, bugünkü durumlarını kavramam bu saatten sonra hayatımda hiçbir şeyi değiştirmeyecek, bir işe yaramayacak diye düşünüyorsun. Kızın, evladın az sonra ölecek, biliyorsun şu dünyadaki son saniyelerinde ölmekte olan kızına, görmediği ölmüş babasını hatırlatıyorsun, çok gaddarca…çokk sonra diyorsun ki ölmekte olan kızına bunları söyleyen bir annenin kalbine hiçbir acının, vahşetin delemeyeceği nasırı bağlatan yaşanmışlıklar neydi acaba?O her ne idiyse onun; kızı Ceylan’la evlenmek istemeyen zama (enişte) Halité Mehmeté Alié’nin ‘Allahtan korkun, ben bu çocuğu alıp ne yapayım’ isyanına ‘yanında yatır büyüt ‘ dedirttiği bir anne niye kıymasın…niye acısındı küçük yaşta evlendirilmelerine kapı, duvar olmayacağı aşikar kızlarına; düşüncelerini bölen annenin sesi ‘halbuki ‘kızım, ben siperim, rüzgar estiği zaman size değmesin diye önünüzde durarım’ dediğinde inanmıştım ben anneme, çene Küçükağaya meğer siperliği oniki yaşına kadarmış ‘bu ne? buna koca ne’ diyordu ya keşke onu da demeseydi’–‘anne ! müsaade et, evlendirilmenize azıcık da olsa karşı çıkıp sızlansın o kadarını da “anne”liği övülsün diye yapmış zaten.’–‘Ben bilmem niye yapmış , en çok zoruma giden şeylerden biri amcam İbrahim’in annemi almasıysa diğeri de benim, kardeşlerimin küçük yaşta evlendirilmesiydi. Bazen eğer babam yaşasaydı…yaşasaydı çok farklı bir hayatım olurdu, okuturdu beni diye düşünüyorum.Sonra yaşasaydı da bir şey değişmezdi diyorum çünkü kendisi otuz yaşındayken onüç, ondört yaşındaki annemle evlenmiş, ölümünden önce de onüç yaşında ablam Sara’yı evlendirmiş, Ceylan’ı nişanlamış.Bizim oralarda uzun süren askerlik, savaş ve çatışmalarda öldüklerinden aslında erkek nüfusun azlığından ilk isteyene verilen sakatlığına bile bakmaz küçükken evlendirilmeselerdi kız çocukları insanlar şaşar hale gelmişti. Baba, ağabey, amca , dayı evde sözü geçen erkekler sanki kendileri evleneceklermişçesine ‘ oğlana filancanın kızını alalım, geçen gördüm bir bağ otu kaldırdı, iki helke suyu tek eliyle dereden getirdi o kadar güçlü, kuvvetli.Ev damındakiler yaşlandı, genç hamarat, iş yapacak kari lazımdır .Allah için güzel de at gibi doru’yla övdükleri, beğendiklerine sormazlardı bile ‘kızım gönlünde biri var mı? Seni almaya şu gelecek evlenmek ister misin’ .A o Zengel’li Romié Selimé de ‘Efendi, kızın Sara’yı oğlum Emin’e ver gitsin’ dediğinde babamın ‘dereza, ağa, sen git önce dağlarda kaybettiğiniz amcam kızı çene Zeynelé İbrahimé, Hediye’yi getir. Kızlarınız yaylada Bertianların çadırından çıkmıyorlar, ne yapıyorlar orda? Siz kızlara bakıp, sahip mi çıkıyorsunuz ki benden kız istiyorsun? Olmaz’ dediği Romi’nin oğlu Emin’e almak istediğini duyar duymaz ‘ baoo, Sara’yı bizim oğlana ver, evlilik yaşı gelmiştir talibi çok olur, gönlü kayar birine gider, benim oğlanla evlense Kasman’da yanında kalır, gözün de üzerinde olur’– ‘babamın kardeşi, benim amcam vereyim vermesine de benim kızım Sara, hem küçüktür, hem delidir’ – ‘kardeşim oğlu, dersin kızım küçüktür… delidir fakat nasıl senin kızındır öyle de benim kızımdır ’ deyince amcası (Hesene) Hasanê İbrahimê Talo, babam beni amcamoğlu İbrahim’e verdi.Evlendikten sonra kendisine bakan , büyüten babamın annesi Fidan’nın halini hatrını sormaya ara sıra geldiğinden ‘errr Hesene İbo Talo, eree laoo Kurmanj senin ağzına gem vurmuş, sırtına binmiş, seni nasıl dönderiyorsa öyle dönüyorsun, onun için de gelip beni sormuyorsun’ öfkesinin asıl sahibi 1920’ li yıllarda Kasman’a gelin geldiğinde çe Talonun, Kurmanji konuştuğundan ismi Gulé yerine, Kurmanj dedikleri kaynanam amojın Kurmanj’ın Kasmana gelin gelmesi valla tam kader. Çorsanlı Kurt İbrahimé Mustafaê’nın; kıçına demir kazık çakılmak suretiyle öldürülmesinin ardından derebeyi Emin Paşanın akrabası Avtengi beyi ‘hazır olasın , Kurt’un hesabını vereceksin’le yakalayıp, meşe ağacından yapılan kazığı kıçına sokarak intikamının alınması dahil; Hormeklilere dair ispatı mümkün olmayan pek çok rivayeti duyduğundan ‘işimi yapıp sağ salim çıksam buradan ‘ telaşında olacak; etrafı odun ateşinin isiyle kararmış bakır kazanları, kapları, kacakları, semaverleri, demlikleri kalaylamak için Kasmana gelmiş Muş’lu kalaycı, yanında mavzeri taşa oturmuş ‘ nasıl gidiyor , çok para var mı bu işte’ sohbeti eden eşkıyalığı her halinden belli, elindeki uzun demir çubuğu yaktığı ateşin içine daldırıp kızdıran Hasané İbrahimé Talo’ya ‘ağam ne yapacaksın bu kızgın demiri?’ demiri kendisine doğru uzatıp korkutmak için de ‘seni dağlayacağım şimdi’ demesine inandığından elindeki işi bırakıp ‘ ağam, kulun kölen olayım, ben ettim sen etme! bizim köyde güzel bir kız vardır; ismi Gulé’dir, Nadoya Dırbo aşiretini duymuşsundur, onların kızıdır, sana onu alırım…getiririm. Ailesindeki erkekler hep vurulmuş, ya asker ya eşkıya tarafından.Yetimdir, öksüzdür halası bakıyor birini bulsak da evlendirsek derdindeler.Ağam gibi babayiğit birine dünden razılardır, sana da Gulé yakışır’ deyince kızdırdığı demiri, şişi bir kenara atıp ‘de Keke, tamam hakkındaki fermanı geri alıyorum, söyle bakalım senin köyün neresiydi?’.Atlıyor atına doğru Aner. Kasman’dan gidip de orda yerleşen bir akrabanın yardımıyla evi buluyor. Baktım bir atlı geliyor demişti Kurmanj, nasıl hızlı tozu toprağa katarak, tezek yığını arkasındaydım, tarafımı değiştirdim fakat atlı durmuyor bana doğru geliyor, eve kaçtım, küçüktüm oniki, onüç yaşlarındaydım.Bir isteyen çıksa versem diye düşünen beni evlendirmeye dünden razı halam beni çağırıp ‘kızım , artık Kasmanlısın, yerin kocanın yanıdır zorluk çıkarma…koca evinden geri gelmek yoktur, alışmaya bak’ dediğinde ben, aşiretten birkaç köylü, yüzünü görmediğim evlendirildiğim adamın atlıları arasında ata bindirilmiş gelindim, gidiyordum Kasman’a. Kar, kış, kıyamet yolda baktım Hormeklilerden biri akrabama ‘Gulé artık sizden çıkmıştır, bizim kızımızdır, Alevidir …’ diyor o da ‘bunca yıl Sünni’ydi şimdi evlendi diye Alevi olmaz, hem Gulé mezhebini değiştirmez’ karşılığını veriyor.Aralarındaki konuşmaları duydukça ‘gavur, ana bacı bilmez, Çıla, mum püf (çıra söndürüyor ) diyorlardı, gavurlara verdiler, bilerek gavur ettiler beni.Nereye gideyim, yer bilmem yurt bilmem. Halam yerin kocanın yanındır dedi, demek artık kocam ne ise bende ondan olmalıyım. Mecburum, şimdiden tarafımı belli edeyim de bari gittiğim yerde rahat edeyim’ düşüncesi ağır bastı. Hormeklinin ‘haydi tecrübe edelim eğer kız kamçısıyla üç kez vurursa ata bu Allah, Muhammed, ya Ali demektir, artık bizdendir ’ demesini duyar duymaz elimdeki kamçıyla ata üç kez vurmamla yuları tutan akrabam bıraktı atı,ordan bir Hormekli yetişti, tuttu yuları. ‘ Vay, gıle Kurmanj’a bakın hele, velhasıl akıllı kadınmış, gidecek yeri yok ne yapsın? O zamanda en doğrusunu yapmış eğer Hormekli kadınlardan biri olsaydı Kurmanj’ın yerinde, inadına ata dört kırbaç vurur, alır başını giderdi yorumunu yapmıştın sende zorla kabullendirilme; başıma kötü bir şey gelmesin, çile çekmeyeyim korkusuna, çaresizliğin neticesine. ‘Gelin geldiğim çe Talodakiler hem Sünni olduğumdan hem de tanımadıklarından bana karşı mesafeliydiler, huzursuzdular. Hasan ağanın kardeşleri arasında Rusların ilk karısı çene Meleké Fakié’ yi öldürdüğü, kışın her gün, altı yedi metreyi bulan kara bata çıka buz tutan deré Mengelî’ye su içsinler diye götürülen ahırlarına giden ineklerin çobanların, ineklerin açtığı yoldan üzerinde beyaz patiskadan yapılmış pirên (uzun atlet) , altında bileklerine lastik geçirilmiş tımanıyla, kırılan buzların arasında deré Mengelî’ye girip yıkandıktan sonra sakalları buz tutmuş halde evine döndüğünü gören çene Küçükağa’nın ‘ piyi mi, apo ! buzun altına girersin iyi güzel de bir gün bir bakmışsın çıkmamışsın, cesedini kimse bulamaz’ ikazını elini sallayarak ‘‘offf yeter da, a o Goşkar baba, vallahide su sıcaktır’la def eden Kamerîé Sofué İbrahimé Talo çok yardım etti bana. Ben Kasmana geldiğimde Kamerîé Sofué’n; kocası ölünce evlenmek istemediğinden yolda yakalayıp zorla kaçırdığı ayağında o güne kadar kimsenin görmediği kundura, arkası pileli elbise; Kasmanlı kadınlardan farklı giyinen çok güzel oya işli iki üç leçeği üst üste değişik şekilde bağlayıp yanlarından ince zülüf bırakan Çiftlik köylü Dest Güveş’le değil (tabii ki o zaman Dest Güveç varken moda ikonu Eda Taşpınar olabilir miydi? ) ‘ hele bakalım Kurmanj ne yapacak alıp götürecek mi? eli uzun mudur’la beni tecrübe etmek için ‘bon’da tahta dolabın üstüne bal, ekmek, yağ bazen de para falan koyan sonradan hâl (tifüs) hastalığından ölecek amcası oğlu Mustafa’nın kızı (çene Mustafaé Velié Talo) Heves’le evliydi. Ben, eltimin beni tecrübe ettiğini hemen anladım, anlamasam da almazdım bana ne ki? Böylece imtihanı geçmiş oldum, küçüktüm fakat o vakit akıllıydım. İlk defa ekmek pişirdiğimde a bu Kamerîé Sofué geldi ‘bon’a, lojının orda yanıma oturdu, gelinler; yaşlı kadınlar ve erkeklerle; kocasının babası, annesi, ağabeyi, sülalenin büyükleriyle öyle ki kendi babası da gelse yanında konuşmaz, yüzünü başından aşağıya örtülmüş beyaz leçeğin arkasında saklar göstermez, kendisiyle konuşanlara elini göğsüne bastırarak karşılık verirlerdi, bende geleneğe uyup konuşmuyorum; ekmek pişirmeyi de bilmiyorum, elim ayağım birbirine karışıyor, leceğin altında yüzümden terler akıyor Kamerîé Sofué ’ waye, veyvi Kurmanj, sakin bo, yavaş, yavaş sen de ekmek pişirmeyi öğreneceksin’ diyerek ayağa kalktı, yaktığım ekmekleri topladı, götürdü dışarıdaki köpeklere verdi, geldi bana ‘bram Hesene İbrahime geldiğinde zayiat vermeden ekmek pişirdiğini görsün, senden iyi bir karı olacağını düşünsün’ dedi. Mallar yayladan dönüp, iş, güç azaldığından düğünler sonbahar sonu ya da kışın yapılırdı ben gelin geldiğimde de kıştı. Bir ay geçti, geçmedi çe Taloda hayırlı gün Perşembeyi, Cumaya bağlayan gece yapılacak cem için sabah koyunlar kesildi, kavurma, pilav, niyaz yapıldı. Cem yapılacağını duyduğum dakka, almıştı beni bir korku, bir endişe, derdimi kime anlatayım, etrafımda kim var, kim yok hepsi hısım, hepsi akraba, kimi kimden sorayım? Akşamları köyün erkeklerinin toplanıp, sohbet ettiği, gelenlerin ağırlandığı geniş misafir odasında toplanıldı. Cem yapılan oda da önceleri kandil sonraları bir iş için ‘bon’a (mutfağa), ambara, başka bir odaya gidilecekse veya okula giden çocuklar ders çalışacaksa idare ( gaz) lambası yerine “çıla” denilen kalın fitilli, çok is çıkaran şişesiz idare, ispirto lambaları yakıldı, cem başladı. Canesaran’ dan gelen Pir Süleyman (Sılıke Piro) kendisi için serilen posta oturdu, odakiler önünde eğilip elini niyaz edip yüzleri piroya dönük gerisin geriye boş bulunan yere oturdular, Piro bir şeyler söyledi, ağladılar sonra semaha durdular, ayakları havada sanki uçuyorlardı Yusufé Nazé aldı sazını eline ‘hak, hak, Allah Allah, Ya Useyin’ bağırmaları , gözyaşları arasında ‘Bugün bize pir geldi…Önü sıra kamberi Aliye Murtaza geldi…’ deyişlerini söylemeye başladı sonra tahta sini üzerine sofrayı kurduk, yemek yendi, lokma dağıtıldı, çaylar içiliyor, sigaradan göz gözü görmüyor, ben başıma bir şey gelmesin diye benim herif Hesené İbrahimé Talo, nereye gidiyorsa ben peşindeyim, bir dakka ayrılmıyorum.Çişini yapmak için dışarıya çıktı, bende arkasından, kolumdan tuttu ’ eree Gulé ! akşamdan beri peşimdesin, rahat bırakmıyorsun, niye?’– ‘Aner’de diyorlardı ki Aleviler toplanıp “Çıla püf” yapıyorlar. ‘–‘Hek boo “Çıla püf” nedir?’– ‘ (ışıklar) çerağları söndürüp kim, kime rast geldiyse, yakaladıysa onunla yatıyorlarmış. Halam ‘ bak kızım, onların ibadetleri, adetleri farklı, bir araya toplanıp, saz çalıp türkü söyleyip oynuyorlarmış.Ben görmedim fakat sonunda “ çıla püf” yapıyorlarmış.Aman diyeyim öyle bir şey olursa adamının peşinden ayrılma, hep yanında ol ki, kimse sana dokunmasın’ dedi.Ben de “Çıla püf” olduğunda, beni arama, bul diye peşindeyim’–‘oyyy Gulé ! Gulé ! nasıl böyle bir şeye inanırsın? Hiç böyle bir şey olur? De git eve, çişimi yapayım‘ .Çok utandım fakat bir kere demiş bulundum.’–‘ oyy bu yalanlar, oyy yine Gulé utanmış. Gulé’nin o gün düşündüklerinin üzerinden seksen yıl geçti değil mi? Ama o karalamalar aynı hızla devam etti. Bizim komşu Nihal utanmadı bile. Mahallede Nihal’in kızı Alevi bir erkeği sevmişti, günlerce ” dinsizler, çocukları veled-i zina olacak”la başının etini yediler, kızı baktı vermeyecekler kaçtı gitti Ali’ye.Bizim de Alevi olduğumuzu bilen yıllardır komşuluk ettiğimiz annesi Nihal, kapıya dayanıp anneme öyle düşünmelerini gerektirecek hiçbir vaka yokken ‘senin de kızların var onun için geldim, beni anlarsın. Allah aşkına gidin söyleyin Ali’nin ailesine gerdek gecesi dedesini sokmasınlar odaya. Sizin adetinizmiş, bunu bizim kızımıza yapmasınlar’ – ‘ bacım sen ne diyorsun, yıllardır komşuyuz, arka arkaya gecekondumuz, ne gördün ? Böyle bir olayı yaşayan gören kimmiş beni ona götür.Bu nasıl bir iftira, bunu demeye nasıl cesaret edersin?’ diyen anneme ‘kusura bakma komşum, ne bileyim, karalamaya uydum bende’ diyeceğine hiçbir şey demeden çekip gitti Nihal’ Şimdilerde gelin ve damatlarının yabancı; Amerikalı, Avrupalı olmasını gönülden isteyen, çabalayan çocuklarına ‘bir yabancıyla evlen hayatını kurtar’ telkini yapanlara, dilekleri gerçekleşince de altını çizerek ‘ gelinim…damadım yabancı… bizimkilerden bin kat iyiler’le sergileyenlerin aynı toprak üzerinde yaşayan kendilerinden farklı mezhebe sahip komşuları da olan Alevi, Sünni ya da Hristiyan’la evlenenleri “zındık”, “Yezit tohumu”, “gavur”, “ana, bacı, kardeş bilmez bunlar” ithamıyla hiç bitirmeyecekleri bir ayrımcılığa yol vermelerine de bakıp Sünni oluşunun Kasman’da kötü karşılanmaması, horlanmasına sebebiyet vermemesi Gulé’yi rahatlatmak bir yana şaşırtmıştır da. Lakin Gulé’nin aklının ucundan geçmeyi bırak, bil(e)mediği olgu; kadının ait olduğu farklı dinin, mezhebin, dilin, ülkenin karşıtınca sorunsuz sindirilmesi, kabul edilmesi toplumu sarmalamış ; Padişahların çoğunun evlendiği gayrimüslim; dini, mezhebi, ülkesi, dili farklı kadınların evlendikleri günden bir gün önceki yaşamlarını belirleyen ailesi, dini, mezhebi, dili, ülkesi hatta adı yok sayılıp yerine yeni sahibi kocalarının dini, mezhebi, memleketi, ailesi , dili konularak yönetimin babadan oğulla geçtiği Padişahlık gibi din, mezhep, dil, ülke vari aidiyetlerin erkek çocuk tarafından soya sirayet ettirileceği hükmü sayesindeydi. A o katıldığım ilk cem, benim mezhebim Sünnilikten soğumama sebepti söylenenlerin Müslümanlığa yakışmayacak büyük bir iftira, yalan olduğunu görmüştüm diyen, yayla zamanı mezrede mala gittiğinde karşılaştığı ismi kayınbiraderi Süleymané Müminé tarafından Elif yapılan, Mehmeté Müminé’le evli köyü Aner’den akrabası Koçer’in ‘ waye sen sülaleni kaybetmişsin’ kızgınlığına ’eree waye Elif, senin ağzına sıçarım, ne gördüysem çe Taluda gördüm, ne varsa adamlarda var, sülalem kimmiş , ne bok olmuşlar’ küfrünü edecek kadar geçmişinden; hasta yatağında ‘Ya İmam Hüseyin deste Kerbela, Ya Ali, Ya Ali’ yakarışında ‘Şaria… Şaria (Sara, Sara ) diye bağırdığında yanına gidip ‘ daye, maye mı, veyvi Şaria evde değil, dereye su getirmeye gitti ‘ diyeceğine ‘ madem Şaria ‘yı çağırıyor niye ben gideyim’ düşündüğünü anlatınca akrabaların ‘weyy, weyy zamano… zamano nasıl bir zamandır bu? vicdansızlığa bak ! kadın ölüyor sen, niye beni değil de Sara’yı çağırıyor derdindesin. Oyyy ne soymuş.Ga-borj değil mi?insan el atmaz mı’yla dedikodusunun yapılmasını umursamayacak kindardarlıkta ki diğer oğlu Atillaé Hasané İbrahimé Talo’yla evli gelini Zozan‘ın yerine omzunda tırpan evin önünden geçerken ‘Ya Ali , Ya Ali, Şaria’ seslenmesini duyunca ‘ beni mi çağırdın haloj’la yanına giden Alié Yusufé ‘laoo, yok ben seni değil, Şahı Merdan Ali’yi çağırıyorum’ mezhebinden uzaklaştığından dewa ma Kasman’da artık ‘sende Alevi misin? Kurmanj’a bak! ev damına misafirliğe gelen Sünni birini uğurladıktan sonra oturduğu yeri kırk kere yıkıyor.Senin Aleviliğin onun yanında Sünnilik kalır, o kadar uzaksın’ parmağıyla gösterilen Kurmanj’ın da; çoğunluğa ait etnik köken , mezheb, kültür, inanış ve ibadetinden farklı bireyin yaşadığı yerde, toplumda varlığını sürdürmek, hayatta kalmak için uymakla kalmayıp, onlardan daha çok aidiyetlerine sahip çıktığını, temsil edebildiğini gösterip ‘Kraldan daha Kralcı , Alevi’den daha Alevici, Sünni’den daha Sünni, Türkten daha Türk, Almandan daha Alman, …, .., ’ abartısıyla “sizin gibiyim hatta sizin yapmadığınızı yapacak kadar bağlıyım her şeyinize” tavrında çevresindekileri (kendini de ikna ve kandırmayı becererek) bu sayede sorunsuz rahat yaşamı tercih ederek aidiyetlerinden vazgeçmesi a o Kasmanda utanılacak değil alkışlanacak bir şeydi. Ablam Sara babam beni amca oğlu İbrahimé Hasanê İbrahimê Talo’yla evlendirdi çünkü gözünün önündeydim, aha şuncacık uzaklıktaydı çe Taluya, a o çeşmenin ordan dön, tamam, çe Hasene ordaydı, arada 600 metre var, yok öyle yakın. Her sabah çe Talunun kapısına çıkınca gördüğüm karşımdaki eve gelin gitmiştim, yine kıştı;kar öyleydi ki kızağa bindirip götürdüler beni, çeşmenin ordan dolandılar. Her günkü gibi arkadaşlarımı topladım çe Hasenenin damının üstünde arkadaşlarıma ‘eree beri…beri ! ma kete poti… glor poti (haydi gelin kete pişirdim, lopık (iri bulgur ıslatılır, tuz ve unla yoğrulup simit şekli verilen köfteler, haşlandıktan sonra üzerine tereyağı, sarımsaklı yoğurt dökülür) pişirdim ‘ diye bağırıyor, misafirlik oynuyordum. Çeşmeden su getiren komşu kadın çene Begoya İbrahime Beri ‘gel hele! gel bak, gelinin ne yapıyor’ dediğinde kaynanam (vistirî (m) amojın Kurmanj’a, kocasına dönüp ‘Hesenê İbrahimê ! gördün bu kız…çinika delidir, küçüktür dedi Efendi, sen kabul ettin, şimdi ben ne yapayım ? gitsin,oynasın’ diyecekti.Ben gerçek deliydim, bir keresinde tavuğun tüylerini yolmuştum, canlı, canlı sonra bıraktım tavukların ortasında tüysüz çıplak halde bir koşusu vardı ki, kim görseydi ‘Şaria’nın tavuğu’ diyordu.’–‘ Aaaa, ama teyzemin bu yaptığı !!! korkunç ancak ruhsal…’ sözünü ağzına tıkayacak bir itiraf daha geliyor annenden ‘üniversite de okurken dayın köye geldiğinde kedi asmıştı.’ – ’ne? hayır!bu kadarı olmaz’ – ’ evet.. köprünün altına götürmüş, asmıştı kediyi, canlı, canlı. Babaanne Fidan’ı rahatsız mı etmiş ne, fakat ne konuda bilmiyorum.Mutfağa mı girmiş? bir şey mi yemiş ? elini mi tırmalamış ? onu bilmiyorum. Ondan sonra abim almış kediyi, kendisi götürmüş asmış…iple…idam etmiş.Köprüler o zaman tahtadandı sonra a bu amcam Hüseyin çok mücadele etti , dilekçe, dilekçe üstüne verdi Valiliğe, Kaymakamlığa, Ankara’ya bile gitti.Sonunda Devlet Su İşleri geldi, yaptı .En çok da Van’a gitti, geldi, beni daha evlendirmemişti’ –‘‘Daha hakim çıkmamıştı, mahkeme kurup yargıladı, idama mahkum etti, kararını kendi eliyle uygulayıp, köprünün altındaki ağaca astı kediyi’ övgüsü, hoşgörüsüyle tedaviye muhtaç ruhsal açıdan hasta acımasız, zalim kişiliklerin gaddarlık ve vahşetleriyle birlikte anormalliğin de normalleştirildiği bu topraklarda kediyi canlı canlı asan, tavuğun tüylerini yolan çe Talo çocuklarının, torunlarının da diğerleri gibi çevresindekilere saygılı, merhametli, vicdanlı bir birey olmalarını beklemek ??? hakim dayının adaletten anladığının somut göstergelerinden olacak kediyi idam etmesini irdeleyip kişiliğiyle, karakteriyle , hakimlik anlayışıyla bağlantı kurmayı o günlerde akıl edecek tek kişi bulunamazdı zira waye Sara’nın deyimiyle ‘ çene bütün dünya öyleydi, kimse kimsenin ne yaptığını, niye yaptığını düşünmezdi, herkes ne yaparsa yapsın akraba, hısımdı diye gülünür, unutulur giderdi.O zaman bütün kızlar küçükken evlenirdi. Babamın ‘ waye, benim bacım, maye mi, Varto’da bir dükkan aldım, senin oğlan Halit gelsin yanımda çalışsın, kızım Ceylan’la da nişanlayalım, evlensin’ diyerek hala oğlu Halité Mehmeté Alié’yle dokuz yaşında nişanladığı Ceylan, a o halam gıle Rukoş’a elinde ne çekti ya, insanın halası öyle yaparsa, düşman, el ne yapmaz. Babamın kardeşi halam gıle Rukoş da on bir yaşında falanmış evlendiğinde fakat akıllıymış en azından isteği adama kaçmış.Amcam Hallo İbrahimé Talo’nun oğlu Ali’yle yaşıtı, Talo’nun kardeşi Muskan’a yerleşmiş Mahmut ağanın oğlu Alié Mahmuté; yeğeni İbrahim’in oğlu aynı zamanda damadı Zeynelé İbrahimé Talo’nun isteği üzerine kardeşi Velié İbrahimé Talo tarafından öldürüldüğünde, annesi Hatun’un kucağında üç, dört yaşlarında çocuk Mehmeté Alié Alié Mahmuté’la aileler arasındaki husumete rağmen iyi arkadaş olup birlikte gezip, tozacaklardı. Atlarına atlayıp o köy senin bu köy benim , dağda bayırda gezdikleri bir gün ‘bra, gel bugün bizim oraya Kasman yaylasına gidelim’ – ‘gidelim de ben pek oraya gitmek istemiyorum, biliyorsun halam Fatık, babam Alié Mahmuté çe Talo yüzünden… ‘ –‘işte bende onu diyorum , olan oldu, akrabayız ya, Talo soyundayız biz husumet nereye kadar Sonuçta dedelerimiz kardeş, dost var düşman var etrafımızda.Hormekliler bir arada olmak zorunda, haydi gidelim’ .A kara kıl çadırın önündeyim baktım gelen atlılardan biri Alié Hallo İbrahimé Talo , elimde ki bakraççı yere indirdim ‘ bra Eliye, sen burda’ – ‘derçena ma, Rukoş, arkadaşla, geziyoruz, seni görünce , durayım’ dedim. Bak bu da akraban olur, Talo’nun kardeşi, Muskan’lı Mahmut ağanın oğullarından Alié’nin oğlu’ dediğinde korktum, çe Taloda amcam oğlu Alié Haydaré Zeynelé’n yetimliğine, öksüzlüğüne Zeynel, Veli amcalarımın, yenge Fatık’ın, apo Alié Mahmuté’nın ölümüne sebep olayların merkezi gösterilen Muskan’da oturan akrabalara karşı içimde bir korku, yabancılık meydana geldiğinden, maye mi Fidan’da görmeden gitsinler istediğimden öyle bir baktım boylu, poslu bir oğlan, daha ben ‘Ma be xêr di, merhaba, herama…herama ( xeyramay-hoş geldin) merhaba’ demiştim ki anam Fidan’nın sesi ‘eree Rukoş, çenek daha burdasın? Çoban seni bekleyecek değil alt üstü helkeyi, bakracı alıp gideceksin, kiminle konuşuyorsun?’ – ‘dereza Alié Hallo geld, gidiyorlar.Haydi size uğur bo’ diyerek başımı çadırdan içeri uzattım ‘ daye ne oluyor ya, iki dakka geç kaldık, ‘–‘eree Alié Hallo niye gelmiş?’–‘ne bileyim yanında Muskan’lı biri de vardı, akrabaymış’ –‘ kimlerdenmiş ?’ –‘ daye, sormadım, mala gidiyorum ben’ diyerek uzaklaştım anamın yanından diye anlatmıştı bana çok sonraları gılé Rukoş diyecekti Ceylan, ablası Sara’ya. Bir süre geçti geçmedi baktım Alié Hallo yine geldi yaylaya, evvel ki gün gördüğün Mehemet Alié, Alié seni beğenmiş. Eli mülayim biridir, iyidir, kavgacı değildir. Hoş o da bana ‘eroo Eli delirdin, ne onlar bize kız verir, ne biz onlara’ dedi amaaa ben iki akrabam arasındaki bu düşmanlık da bitsin isterim. Gel he de, bununla evlen yoksa amcan, kardeşlerin bugün yarın verirler seni,birine.Hiç olmasa kanının ısındığı biri olsun’ – ‘annem ?’– ‘ Amojın Fidan akıllı kadındır, bakma sen, o da ister düşmanlık bitsin.Şimdi sen Mehemeté Alié’yle evlenirsen düşmanlık yerini sulha bırakır.’Ses çıkarmadım, anama da bir şey demedim.Ancak annemin babam Alié İbrahimé Talo Akçadağ’da öldükten sonra evlendiği kayınbiraderi (Xallo) Hallo(Halilé) İbrahimé Talo abimlere ‘kardeşiniz Rukoş’u, Zengel’li Mustafaé Ağé’nın oğullarından birine vermek isterim‘ dediğini duyduğunda ‘ eree çene! Rukoş’a ma, senin amcan Hallo , seni Zengel’li Mustafaé Ağé’nın oğullarından birine verecek, öyle demiş senin abilerine, kardeşlerine’ – ‘daye ! maye mı olmaz ! onlar kavgacılar, çatışmayı seviyorlar, gün yok ki bir baskına gitmesinler, başlarına bir şey gelmesin.Beni Zengel’lilere verme. Benim gönlüm başkasındadır’– ‘o nerden çıktı? Kimdir ?Necidir?’–Muskan’lı Mahmut ağanın torunlarından Mehemeté Alié Alié ’–‘ Fakat bu iş nasıl olur kızım? Bir kere görmüşsün oğlanı.Ne biliyorsun iyi gelir? Hem düşmanlık var, çe Eli kanımızı içse doymaz. Bende aradaki düşmanlık bitsin isterim.Sen bir haber yolla Mehemeté Alié’ye. Bakalım ciddi mi?Ondan sonra hal , vaziyete göre ne yapacağımıza bakarız.’ Mehmeté Alié Alié’nin amcaoğlu Alié Hallo’yle ‘ ben Rukoş’la evlenmek isterim. Fakat çe Eliden kimse gelip çe Talo’dan kız istemez. Onlarda kız vermez. Bu iş istemekle falan olmaz.Tek çare kaçmaktır’ haberini gönderdiğini öğrenen gılé Fidan ‘Mehmeté Alié Alié, doğru der, ne amcan ne kardeşlerin istemez, tek çare kaçman. İşi uzatmayalım.Akıllı oğlanmış Söyle Ali’ye haber götürsün Mehmeté Alié Alié’ye yarın gece apo Yusuf’un evinin önünde seni alıp götürsünler.’ Alié Hallo İbrahimé Talo ’ bra, benden bu kadar, hem atımı tanırlar, hem sana yardım ettiğimi benim babam, amcam oğulları duyarsa valla işim iş… perişan ederler. Artık bundan sonrasında yardım edemem, başkasını bul’ Tek tük idare lambasının kendini aydınlatmaktan aciz ışığının karanlığı delmediği gecede apo Yusuf’un evinin az ötesinde kendilerine doğru gelen karartıyı görünce elinde bir bohça, kolunda heybesiyle yanında duran kızı Rukoş’un önüne geçen, gılé Fidan temkini elden bırakmayıp ‘ baoo Ma be xêr di, herama, (Name to çıçiyo? ) senin ismin neydi’–‘ Xêr be silamet ha daye, name mı Zeynel’a. Emıkı, dakıla senin adın nedir’–‘Fidan’ der demez ‘ma dakıla Fidan… Fida’ana ma hanımdır, her işi bilendir’–‘ laoo, eree ben anladım oğul ! bu işi de senden başkası yapmazdı benim niye geldiğimi bilirsin diyorsun.Tamamdır, bende kızım Rukoş’u sana teslim ediyorum. Bao, Mehmeté Alié Alié nerdedir?’–‘a o köprünün yanında beklemektedir.’ Ellerini öpüp başına koyan Mehmeté Alié Alié’nin arkadaşı Zeynel Rukoş’la uzaklaştığında ‘Ya Ali, sen beni utandırma, bir iş yaptım sonu hayırla gelsin’ duasını eden gıle Fidan’ın gayretiyle kaçarak evlendiği Mehmeté Alié Alié’den üç kız, dört oğlu olan halam Rukoş’a babam şunu da söylemiş ‘ ma waye mı, bacım kızım Ceylan küçüktür düğünü bir iki sene sonra yaparız’. Dayısının annesine ‘kızımla nişanlansın’ dediğini duyduğunda Halit ‘piyi mi, benim babam, annemin annesi, nenem Fidan nasıl annemi sana kaçırmakla iki çe, dam arasındaki buzları eritip düşmanlığı bitirdiyse, dayım Şerif’de durduk yerde bunu niye benim anneme teklif ediyor, ben sana diyeyim. Çe Eliye’ye kız verip, kız alacak. Aklında Gülten var, onu sağır dilsiz oğlu Ali’ye isteyecek. Sakın kabul etme. Benim bacıma yazık etme’– ‘Hele bak ! oğul sen ne dersin? o iş olmaz, Gülten’ime yazık etmem’ demesine rağmen, Efendi’nin ‘ zamaye mı, benim eniştem, ben bu sağır dilsizi, garibimi, oğlumu kime emanet ederim, halasının kızından başka?’ üzüntüsü ciğerini deldiğinden Mehmeté Alié Alié, Muskan’a döndüğünde çe Eliyedekilere ‘o bana, bende ona verdik kızlarımızı o kadar, kimseye söz düşmez ’ diyecekti.Bütün bunlar olur, babam halaoğlu Halit’le nişanlarken beni, ben ‘baba odasında’ sedirde oturmuş pencereden çeşme önünde su dolduranları, a o dağları seyrediyordum, baktım ablam Sara içeri girdi, yanıma oturdu ‘sen burda otur böyle bava…pié ma , bizim babamız seni halam Rukoş’un oğluna verdi, evleneceksin ‘ başımı koydum göğsüne ağladım niye ? evlenmek anneden, babadan ayrılmak, ablam Sara gibi başka bir eve gitmekti. Ağladım… a o zalımın kızı , ablam ne bir teselli verdi ne bir şey , ağlaya, ağlaya öyle uyumuşum. Biri elimi tuttu kaldırdı, baktım babam ‘niye ağlamışsın sen?’ dedim ‘waye Sara beni halamlara verdiğini söyledi’. ‘Gel hele, ben kızımı vermemişim, yalan söylüyor’ diyerek kucağına aldı beni misafir odasına götürdü, halam Rukoş, zama Mehmede Eliye (Mehmeté Alié Mahmuté) birkaç kişi daha vardı dizinde oturttu, onlar konuşurken ben kalktım arkadaşlarımla oyun oynamaya Palaka’ya gittim. Akşam odada annemin ‘sen niye böyle yaptın, Ceylan daha çok küçüktür, evlilik zamanıdır?’ kızgınlığına ‘Emine, kızım benim yanımda kalacak, Halit gelir Varto’da dükkan da çalışır, para kazanır, birkaç yıl sonra alır Ceylan’ı gider. Mecburiyet vardır, benim oğlumun, Ali’nin hali ne olacak? En azından Rukoş’un kızı Gülten kızsa da, bağırsa da dayımın oğludur diyecek… yüreği yanacak, iyi bakacaktır. Ben kız vermesem, Mehemed Eliye bana Gülten’i vermezdi’ diyen babamın sesiyle rahat bir uykuya daldım. Evlendirilmemle ilgili aha bir tek Mayıs ayında yapılan bu konuşmaları hatırlıyorum. Zaten Temmuz da babamı amcası Halilé (Hallo) İbrahimé Talo vurdu, öldürülmesinin senesinde de amcamlar çağırıp ‘Ceylan’ı, gelininizi alın götürün’ dediler Mehmede Eliye. Derde’yle, çene Zeynelé Fakié’yle evlendiğini bile bilmeden evlendiğim a o halam oğlu Halit’i de tek bir kere görmüştüm; balkonda kucağımda Selvi oturuyordum, baktım bir adam uzun boylu, bıyıklı ‘waye (bacı), baban nerde?’– ‘odasında yazı yazıyor’. Meğer gıle Rukoş ‘Mehemed Eliye’yle ‘ ben artık edemiyorum iş yapayım, yetişemiyorum, yoruluyorum. Halit askerden döndü, evlendirelim. Geçenlerde, anan (çene Fakiyé Resulé) Hatun bana ‘veyvi Rukoş, gel yeğenim Zeynel’in kızını torunum Halit’e getirelim’ dedi, ne dersin?’ deyip oğlu Halit’ten habersiz Zengel’e gitmiş kızı alıp çe Eliyeye getirmiş. O zaman düğün ne? “alın götürün gelininizi’ der demez kızı bir ata bindiriyorsun temam. Davullu, zurnalı düğünde yapılırdı fakat çok azdı millet fakirdi kızım, fakir, ne gelini. ”Beautiful…wonderful bride”Grace Kelly, Romy Schneider’de simgeleşmişken, açık televizyonda, Duymayan Kalmasın, İkinci Sayfa, Söylemesem Olmaz , bilmem ne magazin programlarından birinin sunucusunun arka fonda flaş…flaş “nişan töreninde giyindiği mavi midi ışıl, ışıl parıldayan– her kadının giyinmek isteyeceği alımlı– elbisesi içinde Karlar Kraliçesi Elsa’ya benzetilen Aslışah Alkoç’un ” öyle bir gelinlik yap ki; anneannemin filmlerindeki o büyüleyici etkisini görsün herkes” talebini yerine getiren Özgür Masur’un imzasını taşıyan, görenlerin bayıldığı retro gelinliğinin esin kaynağının anneannesi Hülya Koçyiğit olduğu ortaya çıktı” nidasıyla merak uyandırtıp romanını yazmana ara verdiren o gelinliğin, nişan kostümlerinin fotoğraflarının aktığı ekrana baktığında; çoğu zaman gelinin de farkında olduğu lakin günün özelliğinden görmezden geldiği, modeline, stiline uygun saç, makyaj yapıldıktan sonra her görenin öyle olmadığını bile bile “içinde her kadının kendini prenses hissettiği” genellemesi, sanrısıyla iki ellerini dudaklarında birleştirip “aman Allahım ! prenses gibisin’ gözyaşlarını akıtıp ”muhteşemsin, ‘çok güzelsin, maşallah kuğu adeta”, ” gelin bi kere yahu nasıl çirkin olsun? tek başına bile harika bi imge”nin sonrasında – yakışanı, yakışmayanı olduğundan– illaki yapılacak ‘Allahın gücüne gitmesin de ne kadar çirkindi, ayyy o saç neydi öyle ya o makyaj ? sadelik en güzeli ya gelinliğe ne demeli? Hayır boyun da kısa, Prenses Diana’ymışcasına uzun duvak olur mu hiç? Gelin diye herkese yakışacak değil ya gelinlik ’ dedikodunun bildikleri, okudukları ya da duydukları “Kral Çıplak” hikayesindeki çocuk saflığında yaşayan cesareti yitirenlerin ezici çoğunluğundaki dünya da, insanlık tarihinin en riyakar, en samimiyetsiz kelimelerinden biri de “her gelin ve her damat güzeldir” diye düşünüyorsun hele de içi kötülük doluyken beyaz gelinlik bile gizleyemezken kişinin çirkinliğini? yaklaşımın da ne ailedeki, ne de etrafındaki kadınlarda görmediğinden, bir tek günde merak edip vitrinine bakmadığın bir kuyumcuya girip de sormadığından, (marifetmiş gibi anlatma ikibinyirmili yıllardasın, insan almak için değil “ elmas” nasıl bir şeydir, neye benziyor ?bu konuda da bilgim olsun ama da o da eksik kalmasın diye sorar, bakar, Google da araştırır) siyah isli ten rengine, orta yaşına yüzde yüz ters, yakışmayan ama yakıştığına inandığından on yıllardır değiştirmediği sarıya boyanmış beline kadar inen uzunluktaki saçlarını gözlere sokma derdine ara vermeden saçlarıyla oynayan Melek’in parmağındaki yüzüğün elmaslığından habersiz Cafe Route’yız, az önce tanıştığımız Bahar hemen ‘ elmas mı? diyor – ‘ ne elmas mı’–‘Melek hanımın parmağındaki yüzük’ aaa senin elmas yüzüğün mü var?’ şaşkınlığına ‘aşk olsun yıllardır her sabah yürüyüş yapıyor, buluşuyor, kahve içiyor, geziyor, tozuyoruz farkında değil misin?’–‘ ya ben dikkat etmem ki kim ne takıyor, giyiyor .Hem nerden bileyim, hiç elmas yüzüğüm olmadı ne benim ne de etrafımdakilerin ’ Bahar elini uzatıyor ‘bu da elmas ama Melek hanımın elmasının kıratı ve taşı daha büyük.Bunu bana kayınvalidem almıştı valla ondört yaşındaydım İzmir’de oturuyorduk.Babam devlet demiryollarında işçi, eşimin babası da ağa, zenginler, Nazilli de zeytin bağları, bahçeleri, konakları var, İzmir’de de dükkanları. Beni okula gidip gelirken görüyor’ çok güzel kız kaçırmayalım diyerek sorup soruşturup istediler beni’ şimdi konuşmayı bölsen olmaz, garson bakıp duruyor daha sipariş veremedik ama bu ikisine kalsa konuş, konuş içemeyiz bir kahve, haydi kızım iş başa düştü çağır, elinle işaret ediyorsun garsona ‘kusura bakmayın Bahar hanım , garson bakıp duruyor, sipariş verelim.Öyle devam ederiz.Ben Türk kahvesi istiyorum sade.Ortaya bir tatlı söyleyelim mi ? Melek tamam’ garsona gülümsüyorsun ’ malum kilo sorunu, üç servis açın bir porsiyon Tiramisu’;’hepimiz Türk kahvesi içelim’ diyor Melek , Bahar hanıma dönüyor ‘peki hemen istediler mi sizi?’ ‘ .O zaman eşim Mesut daha yeni çıkmış askeriyeden subay.Haberi bile yok benden.Neyse uzun lafın kısası nişanlandık, yıl 1959.Düğüne bir, iki hafta var Mesut dedi ki ‘ gel kuyumcuya gidelim bizim kıza mezuniyet hediyesi elmas yüzük alacağız, ben anlamam sen, seç.’.Bizim kız dediği görümcem, Tıp Fakültesin de okuyor, doktor çıkacak. O zaman bir bayanın doktor çıkması ne demek.Kuyumcuya gittik adam önümüze serdi elmas yüzükleri, ben acele ediyorum bir an önce seçeyim gidelim diye görümceye alınacak ya en küçüğüne bakıyorum.Mesut ısrar ediyor ‘ben yok, ne gerek var küçük alalım’ diyorum. Meğer bana alınıyormuş, bilsem en büyüğünü seçerdim.Bunu öyle aldık. ‘ – ‘Bahar hanımcım, anneannemden anneme kalmış bir elmas broş vardı ‘ diye atlıyor Melek ‘görsen taşını yeşil, kocaman, gözlerini alamazdın. Annem kalkıyor bir yere saklıyor, burma kalın bir bilezikle birlikte. Annem 88 yaşında, nereye koyduğunu hatırlamıyor. Evde aramadık, taramadık yer bırakmadık, bulamıyoruz.Bakıcı kadın var şimdi evde, annem kadının peşinde nevresim değiştirtmiyor, iş yaptırtmıyor bulacak alıp gidecek diye’ çok şükür ki yokmuş elmas bir şeyimiz, yoksa bir de böyle dertlerimiz olacaktı diye düşündürtecek bir sohbette, konuşmada duyduğun; bazen bir filmde, bazen bir romanda, bir hikayede, masal da rastladığın; hani kızın, damadın annesi, babası, anneannesi, babaannesi gelin odasına girer, elindeki mücevher kutusuyla boy aynasında silueti görünen kuğu…panda güzelliğindeki gelinin önünde durur, kutuyu açar ‘bu benim annemden… anneannemden…anneannenden… babaannenden… halandan kalma, bir gün kızın(m) evlenirse… bir gün gelinin(m) olursa takarım diye bekledim, kısmet bugüneymiş, bu aile yadigar artık senin’ ya da elindeki gelinliğe bakıp ‘bu gelinliği düğünümde giydim…bu gelinliği anneannen, babaannen düğününde giymiş, sakladım; bir gün kızım (n)…torunum(n)…gelinim(n) giysin’ duygusallığının – ne duygusallığı, ne mutluluğu bacım! kendine ait mücevheri, gelinliği aile geleneğine uymak zorunda bırakılıp istemeyerek, elden çıkarmanın kederinin– döktürteceği gözyaşlarıyla ıslanmış; parıltısıyla göz kamaştıran inci, pırlanta, elmas, yakut, safir yüzüğü, küpe, kolye, gerdanlık, bileziği, broşu, gelinliği ‘Aman Allahım, çok…çok güzel, teşekkür ederim.Ömrüm boyunca saklayacağım kızıma, gelinime takacağım, giydireceğim ’ minnetinde böylesi bir hediyeyi verene sarılmayı gerektirecek bir yüzük, bir bilezik, bir küpe, kolye takılmasına, gelinlik giydirilmesine dair yaşanmışlığa şahit olunmamış dewa ma Kasman’da, Emeran’da, Badan’da, Muş’da, Gımgım’da bilmediğinden, duymadığından, görmediğinden bir şeyin (elmasın, pırlantanın) hayalini kuramayacak çiçek açtırılmayan kadınlarla, evlatlarının…off derdin mi yok? Belli ki yok bunu dert eylemek istersin, varsın kurulmasın hayal, en azından olmayınca alt üst olmaz, yıkılmaz dünyaları.Hem Allahtan ki dewa ma’larda ki ailelerde sonraki kuşağa devredecek atalardan kalan bir mücevher , silah, tablo, heykel, antika eşya falan yoktu, böylece düşün her evde en az beş çocuk ‘bana ver…bana vermedin, git verdiğinin yanına… benimle konuşma kime verdiysen git o baksın, benim hakkımdı’ kavgalarından, küslüklerinden kurtulmuş olundu kimsenin giymek istemeyeceği pazenden dikilme gelinlik niyetine giydirilen entarilerden de. Başına gelecekleri görmeden, bilmeden yalnız bırakıp gitmeden bu dünyadan, sen demişti Haldun ‘ nasıl bir gelin olurdun valla hayali bile zor.Dur bakayım…çıplak, zarif omuzlarına dökülen…yok ya boynunu açıkta bırakan topuz yapılmış saçlar sanki daha yakışırdı sana.En neşeli anında “derdim tonca” haykıran buğulu gözlerin, hüzünlü gülümseyişlerinin ev sahibi dudaklarınla da görenlerin sanki bir dram filminin düğün sahnesinin gelini diyeceği. Aaaa sahi sen zaten hep dramlarda oynadın değil mi?’ He baoo, he…Ne filmi? ne melodramı, dramı, alay mı ediyorsun? Ya ben geldim , ahan da gidiyorum dünyadan kendimi dinlemeye, kendimle konuşmaya bile fırsat bulamışken senin bu keyfinde…! Bazen bu günümü kendime ayıracağım, kendime bir hikaye anlatacağım, belki eskiden nasıl biri olduğumu hatırlayıp ‘ne yapmak istiyordum, ne oldu, nereye dayandım’ muhakemesini yapıp kendime hesap soracağım sonra bir roman okuyacağım , anılarımı canlandıracak, gözlerimi doldurup taşıracak…yaralarımı kanatacak tanıdık bir şarkı dinleyeceğim denir ya sık, sık…hatalarını daha iyi kimsenin bilemeyeceği, tüm çıplaklığıyla tanıdığı kendiyle baş başa kaldığında olabilecek bir yüzleşmeden koktuğundan belki de hiçbir zaman ne o günü, ne de başka bir günü kendine ayırmaz da başka bir güne, zamana ertelerken nedenini bilmek, düşünmek de istemez illaki bahane bulur ya insanoğlu; yaptığı, sebep olduğu iyi ya da kötü şeyler üzerinde zahmet edip şöyle adam akıllı bir sorgulama sürecine girmeyen çirkinliklerini, hukuksuzluğunu, merhametsizliğini ‘hayat bu, böyle’yle açmamak üzere kapatan; doğru, yanlış ne yapmış olursa olsun sonunda hep kendini haklı çıkaran , takımdan,onlardan birisin sende, hayıflanma boşuna..Derde’nin nasıl Halit’le evlendirildiğini yazmıyor muydun? Nerelere savruldun, nereye gittin de geldin yine…
Ceylan demişti bana Halit, yıl 1946 olabilir, ince hastalık, verem salgını kasıp kavuruyordu ortalığı, askerden yeni dönmüşüm, kıştı, sabah odun kesmek için evin arkasındaki (tepe) Gori’ye gittik, akşam eve geldim halan Rukoş, maye mı ‘seni evlendirdik, gelin evdedir, odadadır’ dediğindeki şaşkınlığımı, o günü nasıl unuturum. Meger ‘ yaşı oldu ondört isteyeni de yok evde kaldı’ kahrındaki çe Zeynelé Fakié ‘nasılsa gideceği yer halasının evidir, düğüne ne gerek ,bir an önce çıksın gitsin ev damından diyerekten , alıp göndermişler’ Derde’yi. Yalan mı söylemiş ya da bir iş mi yapmamış ne yalan söyleyeyim bilmiyorum ben, annem gıle Rukoş kolundan tutmuş ‘ urzere (warzene) kalk ! kalk topla eşyalarını, doğru Zengel’e, babanın evine ‘ kovmuş Derde’yi gidiş o gidiş. Kim haklı kim haksız ?? çe Eliye de ‘a o Derde, çenek, kız hastaydı, ağzından tek bir doğru bir laf çıkmıyordu’ diyorlardı, yalancıymış, belki de onlar yalan söylüyorlardı, bilmem. Benim adamın Halit’in kendi hayrı yokmuş dört ay evli kaldığı Derde’yi niye yolladınız diye sormamış , başına ne geldi diye meraklanmamış çünkü kendi derdine düşmüş, çok hastaymış, veremmiş. Gıle Rukoş’un bakımı sayesinde kurtulmuş ölümden. Oyyy …oyy baba ocağından bana bir elbise bile almayan…çok gören…kızım, kızım hiç bir şey vermediler; sütten kesip beni, kardeşlerimi kimi gördülerse, kimi buldularsa boynumuzdan gitsin diye ona, buna kocaya verdiler, kendi kızlarına kıyamadılar, okuttular; utandım ben biliyor musun? İşimiz vardı bankaya gittik büyük kızımla bir kağıt çıkardılar ‘teyze şuraya adını soyadını yaz, imzala’.Okur yazarlık yok bende, yerin dibine girdim ‘ evladım babam bir yazar idi.Bende o yazar babanın, okuma yazma bilmeyen kızıyım’ dedim, mühür bastım. Amcam Hüseyin babam öldürüldükten sonra başlık diye bir at, bir Alman tüfeği istediği halamın kocası zama Mehmeté Alié Alié, çe Eliyeye gelin götürecek ya Erzurum’a gidiyor, kumaş alıyor, Hınıs ta bir terzi varmış, ona iki üç elbise diktiriyor, ayıptır söylemesi donuma kadar aldıktan sonra halam Rukoş’la atlıyorlar iki ata beni almaya geliyorlar Kasman’a 1950’de. Çe Talodan kim dedi hatırlamıyorum, biri ’yarın gelip, alıp götürecekler seni Muskan’a, artık orasıdır senin evin’ dedi. Evlilik nedir, ne değildir kafam da şekil almış değil, durmadan oyun oynardım ben hep dışarıdaydım.Eskiden ayakkabı boyası vardı kutusu tenekeden, sağır dilsiz abim onu yandan delmiş ip geçirmişti, araba diye onu sürerdim içine taş, toprak falan koyardım.Biz Kasman’ın çocukları hep dışarıdaydık, oyun oynardık, ot toplar evden ekmek getirir yerdik.Kadınların işi o kadar çoktu ki çocuklarla ilgilenecek zaman yoktu aynı şeyi bende yaptım çocuklarımla ilgilenemedim annem gibi, amojın Fatma, Zehra gibi, çalış… çalış…Ateş yakar, teneke üzerinde buğday falan kavururduk.Bizim orada her ev damı kapısının önünde ya da mısır tarlasının ortasında kenevir , haşhaş ekerdi, çedene derlerdi.Kenevir dalı , haşhaş kuruyunca ufalardık böyle siyah minik tohum olurlardı onları da kavurduğumuz buğdayın içine katar, cebimize doldurur yerdik.Şimdi doktor bana adı neydi ? ‘Lustral’; hah işte o zamanın sinir hapı da (antidepresanı) o çedeneli kavurgaydı.Esrar adını da duyardık apo Yusuf içiyor derlerdi ama ne olduğunu bilmezdik, meğer bizim çedeneli kavurga…demek nasıl bir enerji veriyorduysa biz çocuklara, akşama kadar koşturmaktan, oynamaktan yorulmaz, ‘bu nasıl anneliktir, babalıktır ya kimse bizi arayıp sormuyor’ diye üzülmezdik. Babamın daktilosunda yazı yazdığını bilirdim, ne yazdığını bilmezdim, sormazdım da, çe Taloda ne oluyor , bitiyor haberim olmazdı. Babam yaşarken tek bir defa gördüğüm a o halaoğlu Halit, babam öldürüldükten sonra çok sık gelip, gitmeye başlamıştı çe Taloya fakat benimle hiç konuşmazdı. ‘Babanın odasın’da benim için Hınıs’ta diktirdikleri elbiseyi giydirdiler ‘raverda helè verd lo, bırakın…daye, daye’ ağlıyorum nasıl, öyle de bağırıyorum, duvarları, karyolanın tahtalarını tutuyorum , direniyorum ‘né…né hayır!’ Çene Küçükağa da Leyla kucağında karyolasının kenarında oturmuş ağlıyor, Turna’yla, Selvi’de yerde öyle manasız, manasız bakıyorlardı, olanı, biteni anlamayacak kadar küçüktüler. Berbüler beni götüremeyeceklerini anladılar odadan dışarı çıktılar. Az sonra baktım, oyyy ben sana derdimi açma demedi mi gulamın? dinlemedin, bazı insanlar vardır, bir kenarda dururlar, hiç bir olayda yan ( taraf) olmazlar, ses çıkarmadan, sinsi, sinsi beklerler…beklerler.Hiçbir şeye karışmayıp, herhangi bir olayla alakalı görüşlerini, fikirde söylemeyip sakladıklarından kötü niyetlerini kimse bilmez iyilik timsali görünürler.Kendilerini hiç açık etmezler, annemin ‘İbrahim ! sen günün adamısın, riyakarsın. İnsanlar, köylüler geliyorlar konuşuyorlar yanında, sende ses yok, görüş yok.Hama onlar gidiyorlar arkalarından başlıyorsun konuşmaya niye yüzlerine konuşmuyorsun’ diyerek kızdığı a o amcam İbrahim öyle insanlardandı; baktım önde amcam İbrahim arkasında amcam Hasan odaya girdiler. Ailenin büyükleri, kurtarıcılarım ya hemen ayağa kalktım, ağlayarak onlara doğru gittim, amcam İbrahim’in ellerine sarıldım ‘apo ma, piyi mı, babamın kardeşi, gönderme beni’ der demez, güya bana okumuş müfettiş olmuş amcam Hasan ‘yeter be! git artık’ diye bağırarak ellerimi amcam İbrahim’in ellerinden kurtarıp, sürükleyerek götürdüğü baba odasının kapısını açıp ayağını kaldırarak kalçama da bir tekme atıp dışarı çıkardıktan sonra üzerime kapattığı kapının önünde hazır bekleyen amojın Fatma , bir koluma , diğerine de tanımadığım biri girerek sürüye sürüye götürüp çe Talonun dış kapısında teslim ettikleri adamın biri de beni kaldırıp atına binmiş halam Rukoş’un arkasına oturttu. Kayınbabam Mehmeté Alié Alié tam atına binecekken amcam Hüseyin ‘ keko, apo olmaz ! at başlıktı, şimdi o ata binip gidemezsin‘ – ‘temam at sizindir, başlık parasıdır ama şimdi beni götürsün akşama yollarım’; çe Talonun kızlarının, annenin kaderini belirlemede ki payını, başlık parası istemesinde, almasındaki açgözlülüğünü, yaptıklarını duyduğunda yıllar sonra, öz deden bildiğin, yeşil kravatı, kırçıllı yeşil, bej takım elbisesiyle uyumlu, elinde küçük siyah bir çantayla yaşadığınız gecekondu mahallesindeki caddenin başında göründüğünde ‘dede, dede’ koşuşturmasıyla sarıldığında, yumuşacık göbeğine gömüldüğün, öperken yanaklarından beyaz bıyıklarının acıttığı yüzünü koca elleriyle okşayan o babacan, sevecen yüzün sahibi çocukluğunun Hulusi Kentmen’li dedesini yitirmek istemediğinden ’ dedem bunu da mı yaptı? öyle mi’ yıkılışında inanmakta zorlandığın gözü kör olası gerçek, anladım ben; failin karşısına geçip hesap sorulmasını önlemek içinmiş meğer ortaya çıkmadaki gecikmelerin ‘Mehmeté Alié Alié ‘Hüseyiné Alié Ağa, atını hemen yollarım ‘–‘ öyle şey olmaz nasıl tüfeği getirdin bıraktın bunu da, atı da bırakıp gideceksin‘ dedi.Errr Allahını seversen karşında kim var ? hem akraban, hem kız kardeşinin kocası, insan bunu yapar mı? Atı bırakan Mehemed Eliye, halam Rukoş’un atının arkasında yürümeye başladı. Sen gördün, biliyorsun dewa ma Kasman’ı, ana yola yetişmek için çıkılacak yokuş nasıl diktir, nefes yetmez, soluklanmak için kaç defa oturursun toprak yolda, dere Mengelî bakan taşların üzerine. Güç bela yol alıyoruz, baktık, atlı bir adam geliyor ‘heyırdır apé (apo), nerden gelip nereye gidiyorsunuz?’–‘Kasmandan, Muskan mezresine gidiyoruz’. Amca Mehmed Eliye adama hal, mesele böyledir dedi, adam Civarik köyündenmiş, atından indi yularını verdi Mehmed Eli’nin eline ‘al bu atı, bin git yoksa bu halinle götüremeden evine gelini, yolda öleceksin.Ben yarın gelir alırım’. Bir yabancı birinin, elin insanlığına, bir de amcalarımın yaptığına, insanlığına bakın! Efendinin biz yetim kızları meğer amcaların derdiymişiz. Dört yıl içinde hepimizi sattılar, çe Talodan çıkardılar, dağıttılar. Artık, Çaylar’ı Badan’ı, Zengena’yı, Gireboğayı, Kasman’ı, yayla yolunu, dağları, ovaları gören tepenin üzerine kurulmuş küçük bir orman içinde, alt tarafında derenin aktığı, o güne kadar hiç görmediğim mezre Eliye’deyim köyümü, çé Taloyu, tabii küçüğüm daha, evimi ‘baba odasını’ özlüyorum, kapı önüne, balkona çıkıyor bakıyorum dewa ma Kasman’a ‘ne kadar uzak kalıyor buraya, daye! daye ! maye mı Pirika…Selvi, Turna, Leyla, Hatun ‘ ağlıyorum. Gece zifiri karanlık tuvalete gittiğimde görümcem Gülten’le tek tük parlayan idare lambalarının ışığını gördükçe ‘ evdekiler çoktan yatmışdır, pirika mı gıle Fidan? ne yapıyordur acaba bensiz şimdi’. Bir gün Halit evin az ilerisinde yıkıldı yıkılacak harabe bir evin kurşunlarla delik deşik edilmiş kapısını gösterdi ‘bu kapıyı babanın amcası Hallo İbrahimé Talo bu hale getirmiş. Annemin babama kaçtığını duyunca almış eline sürmelisini, atlamış atına gelmiş, sıkmış da sıkmış, bir yandan da bağırıyormuş ‘getirin…verin kızımızı’. ‘ Eree Halo İbrahim (T)Dalo’ diye bağırmış çe Eliyenin damının üstüne çıkan amcam Mehmeté Halité Alié ‘olan oldu, kızın burda rahattır, yabancı yerde midir? Derezasına gelin gelmiştir, bu halde versem de Rukoş’u kim alır?’ . Halo İbrahim (T)Dalo’nun aklına yatıyor çekip gidiyor. ‘ Hiçbir şey alakadar etmiyor beni, evime gitmek istiyorum, geceleri yanında yatığım babamın annesi Fidan’ı özlüyordum.Öyle bir Aleviydi ki gıle Fidan, bir Sünni gelseydi, yüzünü böyle yana çevirir, leceğiyle kapar ‘tüüü yüzbin kere lanet olsun Yezid’in evladına ‘ der, bakmazdı hiç.Çe Taloda Aleviliğin her şartını yerine getirirdi Oniki İmam orucunu tutarken Kerbela şehitleri gibi eziyet çekmek istediğinden keçi kılından yapılmış sert cacım (kilim) vardı onu serer, yastığının içine de saman koydurur tam bir ay onların üzerinde yatar, bir damla su içmez sadece ayran, çay içerdi. Biz Alevi falan değiliz o eski insanların yanında.Her sabah erkenden kalkardı, böyle bir ibriği vardı siyah, onunla tuvalete gider gelir, odasının kapısını kapatır, seccadesini serer dize çöker, yüzünü kıbleye çevirir ‘Ya Ali, Hasan, Hüseyin, Zeynelabidin, Muhammed Bakir, Cafer-i Sadek, Musa Kazim, Ali Riza, Muhammed Taki, Ali Naki, Hasan Askeri, Mehdi’ derken göğsünü de elleriyle döver, vura vura kendine ağlardı…ağlardı…ağlardı. Gün doğduğunda seccadesini toplar, ibadetini bitirirdi. Çé Talonun, bizimkilerin durumu köydekiler arasında en iyi olandı, bir teneke un gece yoğrulur, sabah da evdeki üç gelin annem, amojın Fatma, Zehra sırayla ekmek pişirirdi. Arılarımız çoktu, kazanlar bal doluydu.Kalabalıktık lopık kazanlarda yapılırdı’–‘ kim yapardı lopıkı?’–‘O yemeği ya Zehra ya amojın Fatma yapardı.Annem çene Küçükağa misafir geldiği zaman çok güzel pirinç pilavı yapardı,tamam.Tavuk pişirirdi.Pirinç pilavını közde yapardı.Böyle tencere cüstam diyoruz üzerine koyardı’–‘ Cüstam ??’–‘ üç ayaklı ocak’ –‘ha sacayağı’–‘ onun üzerine koyardı yavaş, yavaş pişirirdi, çok güzel olurdu, tane… tane.Şeyden gelirdi, hiç unutmam Diyarbakır’dan.Evet, her biri böyleydi iri, iri. Güzün Lice’liler gelirdi, onlar o zaman bize pirinç getirirlerdi tamam mı? Bizimkilerde yağ , 18-19 kilo yağ satarlardı. Böyle un ambarı ağzına kadar dolardı. Ben hep derim ben Badan’a gelin gittikten sonra da aç kalmadım. Orada da yedim ama Kemal Bey aç kalabilirdi. Ben aç kalmadım, tamam mı? Bu da ( kocasını, babanı işaret ediyor) geziyordu, iş yapmıyordu. Onlarda, çe Resuldekiler de sinirlenip yemek vermiyorlardı. Şimdi insan ne der Allah için der.O gün baban sana ‘ben az aç kalmadım Badan’da’ dediğinde diyecektim , dedim boş ver.Aç kalmış olabilir, ben ona bir şey demem Çünkü babası ölmüş, annesi emıka Zelhan da cimriydi. O kadar yani. Ablam Sara da o evde, çe Taloda çok yemek yedi. Akşam biz yemek pişirirdik, amojın Allah var yani, bir tabağa yemek çıkarırdı, üstünü örterdi ‘bu da kalsın, Sara’nın payı’ derdi. Ablamda sabah erkenden gelirdi. Onun kaynanası, Kurmanj da çok cimriydi. Vermezlerdi, kaynana vermezdi. Ben evde onun yanına…bazen kocası, enişte giderdi.Biz Çapakçur (Bingöl) derdik, .Koyunları orda yayladaydı. Ablam korkardı, ben evde yemek yiyip yanına yatmaya giderdim, yemeden gitsem aç kalırdım. Kurmanj, kaynanası beterdi, çok cimriydi, vermiyordu ablama. Kendisi yiyordu, ekmek koyuyordu şeye, saklıyordu. Ablam Sara doğru söylüyordu. Çocukları Mülkiye, Hübriye a bu Sakine hep bizim evdeydiler. Bizde yiyip içiyorlardı. Yani evlenmiş çoluk çocukla geri dönmüş gibiydi eve. A o Kurmanj fenaydı , Hasané (Hesene) İbrahimé Talo, Kurmanj diye seslenmezdi karısına ‘ Gonya ho; benim kanım’ derdi. Kurmanj’ı çok seviyordu çok .Kurmanj’ da güzel de değildi. Onlar karı koca yemeklerini ayrı yiyorlardı. Yani önce kendileri yiyorlardı. Çay kaynatır karı koca odalarına girer, kapıyı kapatır içerlerdi. Torunlarına da bir şey vermiyorlardı. Hasané (Hesene) İbrahimé Talo öldükten sonra belki kadın yaşlandı artık, şeyden düştüyse, ablam da o arada ne yaptıysa odur. Şimdi ablam Sara’nın çocukları diyor ya annem bize yemek yapmadı, bakmadı. Annenin elinde bir şey yoktu ki, anne yemiyordu ki size versin. Çenek… çenek…kız, kız demiyorlar mı dakılamı, annem bize ne yaptı? Vudakılı, böyle başım çatlıyor; de bota şo (git uzağa) dünya mal çe Hasanda, kim sağacak, kim var, kim? Bir gelin var ben, zavallı Sara. Kaynana, gıle Kurmanj, dizi yoktur sağamıyor. A o kaynana, a bu halıyı alır, çocukları da yanına; get su getir…get iş yap…get ekmek yoğur; rençberlere, çobana yemek yap, get yumurta topla…Ya çocuk meme emiyordu, iş yapayım diye memeden kestirdiler. A bu oğlan Daimi’den büyük bir oğlandı, bir buçuk yaşındaydı, Veli hastaydı, Emeran’da öldü, Sesy Sılıman’ın yanına gömüldü. Saime’de ev damında öldü. Teyzemin kızı diyor Sakine, iki buçuk yaşındaymış Saime, babam demiş ‘Sara, kalk kız ölüyor, o da diyor ki yorgunum, kalkamıyorum’. Sahipsizlikten öldü kız. Yalan değil, aynen öyle oldu enişten İbrahim ‘eree öldü…. öldü Saime’ dedi, ben de ma ölmüş…ölmüş ne yapayım? dedim. Ağlamadım, erkeklere Veli’ ye ağladım. Yedi tane kızdır birini Allah götürmüş, ne var bunda?Hel bunlara bak, mahkemeye çekiyorlar beni, daybeterde ağlamadım …ağlamadım, idam mı edeceksiniz? vakit mi vardı ağlamaya. Halbuki ablam Sara’nın kocası zengindi ama cimriydiler yoksa çe Hasanda süt çoktu, koyun çoktu, inek çoktu, yok muydu ? doluydu her şey. Babaanne Fidan da tam tersi, bonkördü; sabah kalkar dize çöker, göğsüne vurur, ibadetini eder ‘ya oniki imam, Hz.Ali der’ tek tek isimlerini sayar ağlar, ağlardı. İbadetini bittirir seccadesini toplar, kaldırır sonra “bon”a gelirdi. Taktığı bilek kısmı lastikli, dirsekten itibaren düğmeli kolluğunun üzerindeki tabağın içine yağ olsun, kaymak olsun, yoğurt, peynir, dorak olsun koyar, lojının başına gelir, sıra hangi gelinindeyse onun pişirdiği sıcak ekmekten bir kaç tane alır, onunla tabağı kapatır, köyde kim fakirse onun kapısına gider, tabağı bırakır sonra gelir kahvaltısını yapmak için yemeğini alır, oturur güzelce yerdi. Çé Talonun diğer kadınları öyle Karer’li çene Alibeğ, babaanne Fidan gibi değildiler, ona buna yiyecek dağıtmayı sevmezlerdi, annem çene Küçükağa’da cimriydi. Akşam olduğunda da önce mutfakta lojının önünü çalı süpürgesiyle süpürür, sabaha kadar sönmesin, usul usul yansın diye tezeği ateşin altına koyar, dualar okur; bir bu tarafa, bir o tarafa üfler sonra üç oğlunun odasına, kim var kim yok aldırmadan girer, dua eder, üfler kapıyı kapatır, çıkardı. Kocam Alié İbrahimé Talo, kardeşi Zeynelé İbrahimé Talo öldürülünce , aynı ev damında birlikte yaşadığımız eltim çene Elifé Kamerî kuma getirdiğinde üzerime, o kadar üzüldüm ki birlikte odaya girdiklerinde dışarı çıktım, ahırın oradaki odun yığınlarının yanına gittim oturdum…oturdum, çok ağladım demişti babamın annesi Fidan korktuğu için gece yanında yatırılan bana Ceylan’a ‘ a o hiç çocuğu olmayan, Elif’i de evlendiği adam bırakmış çok uzaklara Avrupa’ya gitmiş’ hayda… bu nerden çıktı şimdi, baoo hayret! bin sekizyüzlü yılların sonu bindokuzyüzlü yılların başında Osmanlı’nın en ücra köşesinde Muş sancağında yaşayan birinin Avrupa’yı bilmesi, gitmesi… kimdiyse o, zat-ı muhterem, her türlü takdiri hak ediyor ‘ Avrupa’dan dönmemiş . Elif çok beklemiş bakmış gelmiyor, karısı Fatık (Fatı) çene Alié Alié Mahmuté Mustafaé ağa; Hamidiye alaylarının baskını sırasında öldürülünce Zeynelé İbrahimé Talo’yla evleniyor fakat bir bakmışlar adam da dönmüş.Dönse ne? iş işten geçmiş bir defa. Rus harbinde göç ettiklerinde Malatya’ya bu Elif , yol güzergahında, Kığı’da ölüyor. Oğlu Hasané Alié 40 günlükken, bacağında çıkan kangrenleşecek bir yara yüzünden öyle zayıflamış…öyle zayıflamıştı ki böyle aşağıya doğru salladığında elindeki altın yüzüğün düştüğü babaannem Fidan’ın çok sevdiği dedem Alié İbrahimé Talo’nın ölümü üzerine oğlu , babam Mehmeté Şerifé Alié Efendi de
‘ 3/9/1333 Hicri Babamın Akçadağ’da ölümü
‘Gurbette inledin canını verdin,
Yetimine kondu o günkü derdin,
Sen bir yaralı ve göçmendin baba,
Uzakta kalmıştı kabilen, yurdun,
….
Akçadağ’da kaldın sen garip baba,
Kavmin ağlar sana hasretin çeker,
Mateminle hala ben seher giryan,
Sana selam olsun Engüzek köyü,
Babam garibin, sen mühiti-nisyan”
şiirini yazmış. Babamın babası Alié İbrahimé Talo ölünce, Engüzek’in ağalarından birinin ‘evlen benimle, çocuklarına bakarım, okuturum, sizi fakir etmem’ teklifini duyduğunda ‘o kim oluyor? Ma biz yetimlerimize kendimiz bakamıyor muyuz? Aşiretimiz burdayken kimseye laf düşmez, yetimlerimize gül gibi bakarız anaları da başında olur, şimdiye kadar , bunca badireye çe Taloyu dağıtmamışız, ayakta tutmuşuz şimdi aramıza ne yabancı bir soy sokarız , ne de dağıtırız, biz varken sana kalmamış yetimleri düşünmek’ öfke seline gem vurulamayan babamın annesi Fidan’la babamın amcası Halilé (Hallo-Xallo) İbrahimé Talo, gün gelecek o yetimlerinden babamı yeğeni Mehmeté Şerifé Alié’yi öldürecekti. okur yazarlığı bulunmayan Hamidiye Alaylarının fırtına estirdikleri zamanda Kürt kadınlarının ‘ bak! eşkıya Hallo gelir, seni alır gider’ çocuklarını korkuttukları cesareti ve acımasızlığıyla nam salmış eşkıya Hallo’yla , babaanne Fidan’nın İbrahim adını verdikleri bir erkek çocukları oluyor fakat küçükken ölüyor. Bu Hallo İbrahimé Talo’da üç evlilik yapmış, benim bildiğim hanımı Haris’di, galiba Ermeniymiş. Babamı öldürüldükten sonra ailesi Kasman’ı terk ettiğinden ne çocuklarını, ne eşlerini gördüm, ne de onlardan birini tanıyorum çé Talo‘da adının geçmesi yasaktı, kaç çocuğu var onu bile bilmem. Malatya dönüşü çocuklarının, babamların yanında çé Talo’da kalınca babaanne Fidan, cesaretini konuşturan; eşkıyalıktan kazandığı namla Hormek aşiretinde sözünün geçeceğini, köylülerin onu dinleyeceğini düşünürken yeni Cumhuriyet idaresine kurduğu Milis gücüyle verdiği destekle devlet nezdinde hayli önemli bir yer edindiğinden Hormekliler arasında öne çıkmasından haz etmediği, dava vekilliği yapan amca Halil (Hallo) bir gün ‘ eree Keko Şerif, kardeşimin oğlu, benim karım Fidan senin yanında olmaz! Kalamaz. Biz evlendik, Fidan’a söyle evine, yanıma gelsin’ – ‘ babamın kardeşi, apo, benim annem Fidan, Cepanik yaylasındadır. Git sen kendin söyle, yanına gelirse gelir, ben karışmam’ cevabına sinirleniyor ‘ haydi ordan köpek, dünkü oğlan kimi kandırıyorsun sen? dünya alem bilir sen git demesen gelmez.Ben bir daha da senin evine , senin ayağına gelmem’.Çekip gidiyor, gidiş o gidiş. A o öyle biliyor ki çocukları bırakmıyor yanına gitsin gıle Fidan. Belki de o konuşmaydı Hallo’yu babama öldürecek kadar düşman eden, bilmiyorum ki, kaç yaşında olursan ol; kin tutuyor, unutmuyor yapılanı, sevdiği birini, babasını öldürene kini bitmiyor insanın. Biz var ya Hanım’la giderdik o adamın, benim babamı öldüren naletin terk edildiğinden harabeye dönmüş evinin damının üstünde böyle zıplardık, ‘ evin yıkılsın, evin yıkılsın’ diye bağırır taş atardık halbuki biz zıplarken yıkılsa , çökse içine düşer parçalanırız, çocukluk işte.Babam da annesi gibi iyi bir Aleviymiş.O da her sabah kalkar elini yüzünü yıkadıktan sonra önce annesinin odasına girer, sanki karşısında posta oturan dede, pir varmış gibi kapıda dize çöküp sürünerek gelip minderde oturan annesinin elini öper sonra kalkarmış, öyle seviyormuş annesini.Ben babamın annesi Fidan’ı iyi hatırlıyorum; dokuz yaşındaydım dimdikti, kambur değildi, akşam oturuyorduk çıra yanıyordu ya ışık vurunca cildi parlıyordu, gerdanı nur gibi yanıyordu, öyle güzeldi. Gelinleriyle arası hiçbir zaman iyi değildi halbuki ağabeyine ‘ bra durumumuz iyidir, şimdi başka bir idare vardır Gımgım da, şükür Şerif’in bir dediği, iki olmuyor .İtibarı, namı vardır hükümetin yanında.Başkasına yar olacağına yeğenim yesin, içsin‘le kızı Zehra’yı; çene Süleymanê Alibeğê’yi oğlu Hüseyin’e gelin getiren kendisiymiş. Gelinlerinin hiç birini sevmez hepsine bir lakap takar, amojın Fatma’ya evi çekip çevirdiğinden ‘reize na çé ;bu evin reisi’, kendisine cevap yetiştiren yeğeni Zehra’ya ‘hindi hope’ ya da ‘zındıke hope’ Türkan’a da annesi Kürt olduğundan ‘Kürtlerin gelini, veyvi Kurmanj’ derdi. Amcam İbrahimé Alié’nin; babamın babasının kardeşi, amcası Resulê Talo’ nun Harik’li Kürt bir kadınla evlenen tek oğlu İbrahimê Resulê genç yaşında ölünce ‘araziler kız çocukları Heves’le, Fatma’ya kaldı; el ekip biçmesin kardeşi İbrahimé Talo’nun ocağında kalsın‘ kurnazlığında Fatmaê Resulê Talo’yla, babam Şerif’in de çene Abidiné Zeynelé Küçükağaé’yla evlenmelerine icazetine karşın, sonrasında ‘eree Şerif ! sen bir gittin bir tezek topladın getirdin, oğul İbo’ da gitti bir tomar bok getirdi onun üstüne koydu’ diyecek kadar hoşnutsuz gıle Fidan’ın; bir tek babamın amcasının oğlu Aliê Haydarê Zeynelé’e ‘dereza, bıra Hasan müfettiş çıktı, kızın Türkan’da okulu bitirdi, gel bunları baş göz edelim’ isteğine uyup evlenen en küçük oğlu Hasanê Aliê’ye acı bir kelamı olmamış. Hiç unutmam, kızamık salgının çocukları ölen amojın Zehra bir yıl geçmeden doğurduğu aynı ismi taşıdığından belki de annemin ölen kardeşim Leylanın yerine koyduğu Leyla bir yaşında var, yoktu annem ‘Turna; Leyla küçüktür, otlar biçiliyor, yengen Zehra ekmek pişirecek, ırgatlara yemek yapacak, götürecek çocuğa bakamaz. Sen köyde kal, Leyla’ya bakarsın, yengene yardım edersin’ diyerek beni yanında yaylaya götürmedi. Palakaya, çeşmeye giden yola bakan tarafı hariç üç yanı babamın çok sevdiği göğe yükselen kavak, meşe, söğüt ağaçlarıyla çevrili çe Taloda, tuvaletinde bulunduğu evin arka tarafında deré Mengelî’ye inen hafif yokuşlu tümseğin düzleştiği yerde Ko(s)zık dediğimiz; yazın eve dereden su taşıyıp yıkanma zahmetinden kurtulmak için banyo niyetine kullanılan, bazen çamaşır da yıkadığımız; dört tarafı bir boy, ayağa kalkınca görülmeyecek yükseklikte, su aksın gitsin diye de bir tanesinin altını açık bıraktıkları taşlarla örülü bir oda gibi bir yer vardı.’ –‘kapı var mıydı?’–‘ bir insanın geçeceği kadar bir, iki taşlık yer kadar bir boşluk, bırakırlardı kapı olurdu.Kız, kız, hiç yıkılmazdı orası (Kozık) kışın o kadar kar yağardı o taşların üstüne , öyle sapasağlam çıkardı bahara.İşte orda böyle iki koca taştan yapılma ocak üzerine oturtulmuş, dereden kovayla taşıdığımız soğuk suyu boşalttığımız koca bir kara kazanın yanında üzerine yıkanırken oturulan bir taş da vardı.Hatırlasan köye gittiğimizde seni de, kardeşlerini de hep orda yıkadım’ –‘hatırlıyorum ama ben hep göğüslerimi kollarımla kapatırdım.Hem çok üşürdüm hemde ya biri görürse diye de korkardım yine de taşın üzerine oturduğumda ağaçların dalları arasında gözüken usul usul akan deré Mengelî ‘ye bakarak yıkanmak çok güzeldi, hoşuma giderdi.’–‘ boşuna korkmuşsun kızım, ağaçlar duvardı, izin vermezdi bizi kimse görsün’–‘ anne! siz öyle sanıyordunuz.Kasman’lı erkeklerin hepsinin, kadınları çıplak röntgenlediklerine eminim’ –‘ doğrudur da ben görmedim. Amojın Zehra ‘Turna, ben Kozık’e , derenin önüne çamaşır yıkamaya gidiyorum. Babaannen Fidan, evde kimse yok diye şimdi ne var, ne yok toplar gelene, gidene, köylülere verir. Ben gelene kadar sen takip et, bırakma babaannen kimseye bir şey vermesin. ‘– ‘tamam’ diyerek nöbet tutmaya başladım. Bizim ev, çé Talo iki katlıydı yani şimdi siz diyorsunuz ya ‘– ‘ dublex’–‘işte ondandı, üst kata yukarıya çıkmak için böyle sekiz merdiven yapmışlardı, babaanne de o merdivenin başında, mutfağa yakın oda da yatıyordu.Ben merdivenin üst basamağında ayakta böyle dimdik, jandarma gibi durdum. Bizim köyde bir kadın vardı, çok fakirdi.A bu babaannem de akşamdan haber yollamış, ona yumurta verecek, şeker verecek, çay verecek, fakir kadın da gelmiş kapı önünde bekliyor fakat benim kendisini ispiyon edeceğimi bilen babaannem de tetikte.Kız…kız ne zalımmışlar, ne var yani azıcık bir şeyler verse fakir insana, ne olur dünya mı kopar? Biz péşmal derdik evdeki kadınların üstleri kirlenmesin diye bazen cebi de olan bellerine bağladıkları örtüye; mutfak önlüğüne. Mutfağa giren babaanne, yazık, vereceklerini péşmaline koyuyor, çıkıyor mutfaktan tam dış kapıya gidecek hama beni görünce ‘hevuu, bemrada kutık, şuna bak’ diye söylenerek tekrar içeri giriyor öyle bir, iki, üç kere girdi, çıktı…girdi, çıktı a o baktı ben gitmiyorum, erkek gibi korkusuzca çıktı kapıdaki kadının péşmaline, péşmalinde götürdüğü yiyecekleri koydu. Biliyor ya şikayet edip söyleyeceğimi, ben anladım bunu benim yanıma bırakmayacak, kapı önüne çıktım, koşmaya başladım.Babam öldürüldükten sonra babaannem, oğlunu öldüren o Yezid’in altında Ermenilerin ahır kullandıkları kome’nin bulunduğu Palaka’nın önünde çeşmeye giden yol üzerindeki evinin önünden hiç geçmezdi… hiç…o yüzden çeşmeye su almaya bile gitmiyordu. Biliyorum ya, babaanne ordan geçmez, koşuyorum o da peşimde, bir yandan da bağırıyor ’ eree, eree Turna, bemrad ! çene.. çene Hind’e, eğer ben seni bugün dövmesem, öldürmesem bana demesinler çene Alibeğê (Alibeğin kızıdır) ’ o sinirle Hallo’nun evinin önünden geçtiğinin farkında da değil. Dedim ki ‘eyvah kaç yıldır geçmediği Hallo’nun evinin önünden de geçti demek ki beni öldürecek’ .O korkuyla apé Kamerîê Sofu (i) ê’ nin evinin arkasından dolanıp, ablam Sara’nın evinin önüne geldim, kapısına çöktüm, kalbim patlayacak, öyle koşmuşum.Arkama dönüp baktım ki… yazık babaannem Kamerîê Sofun’un evinin orda yığılmış, kalmış. Akşama kadar hiç karşılaşmadık, ben odadan Leyla’nın beşiğinin yanından ayrılmadım tabii amojın Zehra gelir gelmez olanları anlatım ‘ huy bir kere, ne yaparsak yapalım veriyor demiyor ki bu ev halkı ne yiyecek ne içecek ? Çene senin babaannen tırree (huysuzun) tekidir, tırıştır. Sen Leyla’yı uyut, ben de gidip amcan gelmeden Zerfet pişireyim’. Leyla’yı uyuttum, geldim mutfağa, baktım amojın lojını yakmış, ateş öyle gür ki odun , tezek yığmış yanına. Amcam Hüseyin de ırgatlarla ot biçmeye gittiğinde, çalışıp terlediğinden illa banyo yapardı. Çe Taluda, ev damında amcam Hüseyin’in odasındaki duvarın köşe kısmına; çimento yerine kullanılan kil, toprak ot, saman karışımıyla odanın zemininden, asfalttaki kaldırım gibi yüksek, dört yanı çevrilmiş, dökülen suyun açılmış bir delikten ya da bir boruyla dışarıya akıtıldığı; banyo yapılacak bir yer yapılmıştı, kışın orda yıkanılırdı.Amojın Zehra’yla amcam ‘bon’daki lojından sıcak su dolu kazanı getirdiler, odaya koydular daha amcam banyo yapamadan amojın bağırdı ‘Turna, hele gel, bak ! ben bu sacı böyle ateşin altına koyuyorum sen de tut, ben Zerfet’i altına atınca da sacı üzerine koyalım, pişsin.’ Sac nasıl sıcak, elime de bir bez verdi, ben sacı yarım kaldırmışken Zerfet’i altına sürer sürmez amojın Zehra…aaa bir baktım kafama bir çubuk indi; o acıyla sacı bıraktım, kadının eli kızgın sacın altında kaldı.Babaannem nasıl öfkelenmiş, içinde biriktirmişse kinini yememiş, içmemiş beni yakalayacağı, döveceği saati beklemiş. Amojın Zehra sacın altından ‘oyyy emıkı…gılé to çıre wuni kert…sen niye öyle yaptın?elimi yaktın’la elini çekerken bağırtıların üstüne gelen amcama olanları anlatınca gıle Fidan’a dönüp ‘daye, maye mı, sen bu kızdan ne istiyorsun?’ dedi o kızgınlıkla beni aldı odasına götürdü. Böyle karyola yapmışlar tahtadan yüksek, öyle korkmuşum ki babaanneden beni bulmasın diye karyolanın altına girdim, amcam banyosunu bitirene kadar çıkmadım ordan.Böylece babaannem güzelce beni dövmüş oldu ama az kalsın kadının kolları hep yanacaktı. Vay babaanne vay… bir huyu vardı ; korktuğu için gece birlikte yattığı Ceylan’ı azıcık korusa da kızları Sara’yla, Rukoş da dahil ne annemi, ne gelinleri, ne de bizi ; kadınları sevmezdi, bunu gizlemezdi de.Babam da tam tersiymiş hatta babaannem ‘senin bir oğlanın vardır, niye onu sevmiyorsun? da kızları seviyorsun’ dediğinde ‘maye mı, daye…kızlar daha günah, gariptir, sen bu kızlardan ne istiyorsun’ dediği anlatılsa da inanmak kolay değil, annesi kızları sevmeyen birinin ?? ne bileyim , yine de ablama kız kardeşinin adını Sara’yı koyduğu için, kızları seviyordur, öyledir diye düşünüyorum. Amojın Fatma bir gün dedi ki ‘ a o gıle Fidan, millete yiyecek verirdi fakat ev damındakilere hele de kızlara zırnık vermezdi öyle zalımdı.53’de ki kızamık salgınında, evdeki çocukların hepsi kızamık geçirdiğinde un, yumurta, sütü çırpıp sacın üzerine dökerek yaptığı bişi (şimdinin krepi ) almış bizim odaya geldi, Hanım’la, Abbas yan yana hastalar, yatıyorlar. Abbas’ın yanına oturdu ona yedirdi, Hanım’da aç, o da hasta haliyle öyle bakıyor onlara; ben biliyorum Hanım kız diye vermiyor bişiyi dayanamadım ‘ daye…gılé… pirika, kurbanın olayım, ne olursun biraz da Hanıma ver, o da hastadır’– ‘veyvi ! sen ne dersin? Erkeğin, yağlı yemeğe ihtiyacı vardır, güçlü kuvvetli olsun çalışsın, savaşsın evini korusun.Bu hastalık da , oğlanlar zayıf düşmüştür, kızlara bir şey olmaz’. Teyzen Hanım’da bana babaanne bıjıki dorak yapmıştı diye anlatmıştı, dört yaşında var yokmuş, nasıl yer etmişse dün gibi hatırlıyordu yalnız bıjıki dorak değil bişi pişirmiş babaanne Fidan. Değişik biriydi babaannem hiç haşlanmış yumurta yemezdi, hamileyken, kaynanalarından Hallo’yu da doğurmuş (Melek) Mele’ye ‘canım çok yumurta çekiyor’ demiş o sırada dağlarda çetesiyle dolaşan kayınbiraderi Zeynelé İbrahimé Talo’nun adının geçmesi, ne isteniyorsa onun yapılmasını sağladığından; köyde düşüp bir yeri kırılanların kırığının tedavisi için rendelenen sabun, yumurtayla çırpılıp beyaz bir bezin üzerine serildikten sonra alçı gibi kırılan, acıyan yere sarılırdı arada atların bacaklarına kuvvetli olsun diye yumurta sürülürdü ; işte Mele’de kalkıyor ‘Zeynel Efendi’nin selamı vardır, atları için lazımdır’ diyerek köydeki evleri tek tek dolaşıp yumurta topluyor.Babaanne Fidan’da toplanan yumurtalardan yirmi tanesini…tam yirmi yumurtayı haşlıyor kimse elimden almasın, ortak olup yemesin diye de ahıra gidip, gizlice, tek başına yiyor, ekmekle tabii.Yiyor yemesine de midesi ağzına geldiğinden bir daha da ağzına haşlanmış yumurta koymuyor. Babaannem Fidan’a kim mi benziyordu? Fotoğraflarına bakınca babamı Mehmeté Şerifé Alié’yi benzetirim ben, torunlar arasından da Hasan amcamın kızı Ülkü. Amcam Hasané Alié annesi Türkan’dan ayrıldığında Allah için amcam Hasané Alié ‘de yakışıklıydı, hakikaten. A bu Türkan, çene Alié Haydaré Zeynelé çok kıskançmış öyle diyorlardı. Amcam Hasané Alié Erzincan’da ilkokul müfettişiyken bunların ailece görüştükleri bir hakime, a bu Türkan ‘kocam senin karının aşığıdır’ diye mektup yazıyor. Bunu öğrenen amcam da ‘doğru Varto’ya babanın evine’ diyor babasına da ‘senin kızın bana iftira attı, mesele budur; dedemiz bir, amca çocuklarıyız lakin ufacıcık bir kavgada, bir isteğim olduğunda ‘sen bana bunu yap, et diyemezsin… sen kim oluyorsun? benim babam Alié Haydaré Zeynelé’dir, dava vekili, CHP Varto ilçe başkanıdır. Başbakan İnönü’yle telefonla konuşan adamdır.Senden bin kat üstündür, sen kimsin de babası böyle olan birine, bana bunu şunu yap diyorsun? diye.. diye bitirdi beni’ mektubunu yazıyor. Çene Alié Haydaré Zeynelé; Türkan Varto’ya babasının yanına Varto’ya dönünce amcam kızı Ülkü de Kasman’a gelmişti, benden bir yaş küçüktü, yer minderinde oturuyoruz, başını koymuştu dizime ‘Fırat kenarında yüzer kayıklar; annem ağlar bacım beni sayıklar’ türküsünü söylüyordu; sabahın gün görmemiş vaktinde radyodan; az evvel çıkılan yatağın sıcaklığındaki aklı der top edip dağlar arasından akan dereleri, zavallı, gariban bir anneyi, bir aşığın feryadını, ayrılığın, ölümün acısını önünüze bırakan “n’ettim size verin benim yarimi, ölem…ölem’i defalarca yaşamışçasına dertli mi dertli, kederli mi kederli sesiyle Muzaffer Akgün’den, hayata seyirciliği kader yapılıp kendilerinin yazmadığı “keklik gibi kanadımı süzmedim… alnıma yazılmış bu kara yazı ” türküsünü dinlediğinde, gulamın! türkü deyip geçme her biri, bir yaşanmışlığın hikayesini taşıdığından bir yerinden yakalıyor işte herkesi; “zalim yastık diken oldu yüzüme, uyma dedim,uydun el sözüne” hayat veren de ; topluma, ailesine karşı çıkmadığı koşullarda, hiç bir şeyin kararını kendisi veremediğinden, başkalarının kendi hakkında verdiği kararların altında ezilerek yalnızlaşmış kadınlardan senden… benden…ondan başkası değildir; alna yazılmış bu kara yazının açtığı yaraları hançerle deşip hüznüne hüzün katmaktan çekinmeyen bu türküyü dinleyen, bu satırı okuyan her kimsen, kendi kendini efkarlandırdın mı sende?Çoktan çay bardağına rakı muamelesi yaptım ki ben.Gece ibadetini tamamladıktan sonra babaannem gıle Fidan’la birlikte yattığımız üzerine keçe serili bir sedirin bulunduğu odasına gelirdik.Sandığı vardı, büyük, cevizden bir sandık; ‘Ceylan, sen otur bekle’ der, göğsünden anahtarını çıkarır sandığı açar, sakladığı pestil, ceviz, leblebi, şeker ne varsa önümüze koyar, yedikten sonra da yatardık. Babam dava vekilliği de yaptığı için hemen hemen her gün Varto’ya giderdi, her daimde (zamanda) ‘işim vardır gidiyorum’ derdi, o kadar. Fakat önemli bir dava öncesi illa Emeran’a Seys Sılıman’ın mezresine gider, danışır, duasını alırdı. Varto dönüşü çe Taloya bir şey getirmezse de, babaanneye mutlaka bir şeyler çerez, meyve, sebze, kuru üzüm , şekerleme falan getirirdi.Babaannemde oğlundan beklerdi.Babam öldürülünce bu defa da amcam Hasan, dünyada ne kadar kuruyemiş varsa gönderirdi babaannem Fidan’a, o da oturur tek başına şekerlemeleri , leblebileri, üzümleri ne var ne yok yerdi.Dewa ma Kasman, Badan, Emeran, Zengel’deki yaşlılar gibi ‘çoluk çocuk aç kalmaz.Kenger emer yine doyarlar ama biz yaşlılar öyle değiliz bakım lazımdır’ düşüncesinde yediklerinden bir lokma torunlarına, kimseye vermezdi eğer akşamları ben onunla aynı odada yatmasaydım bana da vermezdi. Babaanne ölünce amca Hasan; çe Taloya, ev damına ne bir kuruş verdi, ne de bir şey gönderdi. Bir gün ben küp kırdım, babaannenin odasında sedirin yanında çukur kazılmıştı, büyük küplerde kırmızı, beyaz şeker pancarından, lahanadan yapılmış turşular vardı; kışın, yemek için. Öyle salatalık , domates turşusu bilemez, yapmazdık da; bizim zamanımızda domates yoktu, ekmiyorlardı; hıyar, dolma biber, sivri biber, zeytin falan da yoktu.İlk zeytini ben köyden çıkıp Van’a gidince gördüm, yedim ’–‘ya teyze, Ceylan teyze , sen ne diyorsun? gören yıl 1900 sanacak, 1950’li yıllarda daha insanlar zeytin, domates, salatalık ne onu bilmiyorlar? Hayret! Peki sirke var mıydı?’ –‘Hayır! Turşu yapılan küplerin içine sirke değil elma kurusu, kaya tuzu çok az su koyarlardı.Pancarları da öyle iri iri deği,l ufak ufak doğrarlardı, kazanlarda, koca küplerde yapılırdı. Genelde babaanne Fidan kurardı, turşuyu.Ben o gün pancar turşusu çıkardım, küpü duvara yasladım, düştü, kırıldı…ses üzerine odaya girip küpün kırıldığını gören amcam Hallo’nun kızı Kamile’ye ‘kimseye söyleme’ dedim fakat, tabii, o hemen yetiştirdi.Baktım amojın Fatma içeri girdi ‘ seni dofan seni, koca küpü kırdın, acaba o kadar eder misin? seni bırakmıyorum’ diyerek kolumdan tuttu beni “bon” da lojın da ekmek pişiren babaannenin yanına götürdü ‘ a bu turşu küpünü kırdı’. Babaannem Fidan, ekmek pişirmeyi bıraktı kolumdan tuttu, o da beni doğru babanın odasına götürdü , kızgın kızgın olayı anlattığı babam da ‘daye, o Allah aşkına, Ali aşkına kızıma karışma, ben sana küpün aynısından getiririm’ dedi.Pancar turşusu değerliydi çünkü kışın ekmeğin içine dorak koyar, dürüm yapılır yanında hoşaf gibi pancar turşusu içilerek karınlarımızı doyururduk. Çé Taloda iş öyle çoktu ki, onca nüfus, mala git süt sağ, gel sütü kaynat, yoğurt mayala, yemekle, misafirle , çamaşır, bulaşık, evin temizliğiyle, bitmeyen işle güçle uğraştığından kadınlar… Allah rızası için sana bir şey diyeyim gulamın, çene Küçükağanın sadece onun değil çe Talodaki bütün kadınların, gelinlerin bizimle, çocuklarıyla hiç alakaları yoktu.Beni evlendirdikten sonra Turna, Selvi , Hatun’la belki de alakadar olmuştur ama benim zamanımda, ben görmedim. Küçüğüm, ateşin önündeyim titriyorum, kolumu kaldıramıyorum adı şimdi aklıma gelmedi amcamlardan biri kucakladı odaya götürdü, yatırdı beni, çok hastayım çok.Ne gelen var ne giden, odaya. Kimsenin doktora falan götürdüğü de yok, epey sonra annem çene Küçükağa biraz süt, ekmek getirdi, birkaç gün sonra kendi kendime düzeldim. Yazın babaanneyle yaylaya giderdim, gitme demezdi annem, yaylaya gelmez ‘bu kız orada ne yapıyor, ne yiyor, ne içiyor ’ da demezdi. Evlendim, çoluk çocuk sahibi oldum annem Muskan’a, mezre Eliağa’ya geldi, benim kız on yaşında, geziyor evin içinde ‘çene ma, kızım sen bunu niye evlendirmiyorsun? koca kız, geç evlenirse çocuk getirmez dünyaya’ yüzüne baktım ‘maye mı, daye…daye çocuk ne ? ben çocuk getirdim ne oldu? ne değişti?Şuncacıkken, boyum bir karışken evlilik nedir bilmeden aldın verdin hepimizi, alıştın tabii. Ben, kızım ne zaman isterse o zaman evlendireceğim’ şaşkın, anlamayan gözlerle bana bakıyor, kızgınlığımdan korktu ‘sen bilirsin ‘ dedi. Bir gün mezre Eliağa’ya , çe Eliye misafir gelmişti, yüzümü saklıyorum ben leçeğin arkasında gelinim ya ‘ waye kimdir?’ –‘Kasman’ da Efendi’yle, çene Küçükağanın kızıdır’ – ‘nasıl olur? ben o kadar gidip geldim çe Taloya, hiç görmedim?’– ‘Apo, bra, sen nasıl görecektin? sütten kesip bana verdiler’ dedi Halité Mehmeté Alié fakat nihayetinde Halit’te Mala Feranlardandı, Hormekliydi fenaydı, geçimsizdi yaşlanınca ‘Ceylan, ben sana bir gün kötü bir şey demedim ’ dedi eee ma, valla dayanamadım ilk defa cevap verdim ‘evet demedin çünkü ben senin her dediğini yaptım, neyi yapmadım…ses çıkarmadım, ben ses çıkarsaydım bakayım o zaman sen neler yapardın?’.Biz kızların mutsuz olması, kocalarından çekmeleri çene Küçükağanın derdine değildi, onun derdi hakim oğlunun köydeki, Varto’da ki malı, mülküydü, ömrünün tek gayesi o malı mülkü korumaktı,.Anne şefkatini görmedim fakat ne yalan söyleyeyim Eliağa mezresine geldiğimde ‘ne yapıyor şimdi’ diye düşünmeden de edemedim. Evlilik zihnimde başka bir eve gitmeydi öyle biliyordum. Ben çok zayıf, çelimsiz, küçüktüm a o hamuru yoğuracak, ekmeği pişirecek gücüm yok, Halit’in kardeşi Halis’in karısı eltim Besna ekmek pişirirken, ben ekmek teknesinden hamur kaçırıyor, dışarıda iki taş arasında ateş yakıyor üzerine sac niyetine teneke indirip nan (ekmek) yapıyordum aynı yaştaki görümcem Gülten’le birlikte, karnımızı doyurduktan sonra bir çubuk ben, bir çubuk o alıyor, bacaklarımızın arasından geçiriyor ata binmece oynuyor, koşuyorduk dıgıdık…dıgıdık . Bir keresinde yine Gülten’le ata binmece oynarken halam gıle Rukoş ‘eree be…be, hele gelin, gelin, veyvike, veyvike ( geline…geline) bakın’ öyle bir bağırdı ki biz korkudan evin arkasındaki küçük ormana (koruya) doğru koştuk, saklanacak yer ararken , baktık ki Halité Mehmeté Alié kapı önüne çıktı bağırdı annesine‘ daye! daye! Allahaşkına sus, ben sana bu çocuğu getirme demedim mi? Bu çocuğu getirdin bari bırak büyüteyim, sen bundan ne istiyorsun?’. Vicdanlı adam her zaman, her yerde vicdanlıdır, bak o adam evet geçimsizdi, damarı tuttu mu, ama Allah için bir çocuğa bakar gibi baktı bana; tırnaklarımı keserdi, saçlarımı tarar, örer, içindeki bitleri, sirkeleri temizlerdi, sevineyim diye ata bindirirdi ki kimde varsa zengin sayıldığından çok değerli bir hayvandı at, öyle ki kadınlar ata binip beriye (mala) yaylaya gitmezdi. Yani bir at kadından on defa daha değerliydi, o olmadan bir yere gitmek gelmek mümkün olmadığından. Baharın yağmurunda, çamurunda, yazın kuru sıcağında mala, beriye giden kadınlar, 300 koyunu sağıp sütünü doldurdukları en az 20 kilo gelen meşki ( tulukları) sırtlarına vurup yarım, bir saat yol yürüyüp ev damına gelirlerdi. Gelir gelmez de öyle oturayım dinleneyim, bir bardak çay, süt, ayran içeyim yok ! sütü boşaltıp kaynatmalar çürüyecek mecburen işe koyulurlardı. Çe Hasanda mal çoktu, yazık ablam Sara maldan dönünce ağzına bir lokma koymadan işe başlardı akşam olunca da yorgunluktan kendini yatağa zor atar, ölü gibi uyurdu. Eliağa mezresinde, çe Eliyede duvara sırtımı dayamış, toprağa koydukları leğende çamaşır yıkıyorum fakat sanki bir kolum yok, ölmüş, kaldıramıyorum, ağrıyor da, Halité Mehmeté Alié sırtına bağlamış bir bağ ot geliyor aşağıdan ‘kolum çok ağrıyor’ dedim.A o sırtındaki otu yere yıktı, geldi kolumu aldı baktı ‘bu kolun naçardır, zayıftır diğerine göre, bak! bu daha ince’.Adamcağız beni az doktora götürmedi, her biri bir şey dedi. Diyarbakır’daki ‘çocukken çocuk felci geçirmişsin’ dediğinde aklıma ateşin önünde titrediğim gün geldi.Gördün Ceylan demek o gün geçirdin çünkü başka gün hiç öyle hasta olmamıştın. Meğer ablam Sara’ da aynı benim gibi yıllar önce felç geçirmiş, yanlış olmasın seksen yaşında kızlarının geçenlerde götürdükleri doktor ‘otuz yıl önce bir kısmını felç eden, damarlarını tıkatan bir beyin kanaması geçirmişsin ve beynin kendi kendisini tedavi etmiş ’ dediğinde hatırlamış, o da. A bu ablam Sara ‘waye, bacı’ dedi bana’ evler yayladaydı öyle bir sıcak vardı; cehennem, kadınlarla birlikte beri de (malda), dizlerimin üzerine çökmüş, koyun sağıyordum. Birden kafamın bir tarafından içime doğru ılık, ılık su akıyor sandım. Sütü sağdığım kovanın kenarını elimle tuttum, burnumdan da kan geldi o kadar hatırlıyorum.Bayılmışım sesler… sesler…duyuyorum, konuşamıyorum ‘waye Sara, dakıla, daye, abla aç gözlerini’, ‘öldü’ diyor biri ‘ne waye, ne… hayır bacım hayır bak eli kovayı tutmuş, bırakmıyor, demek ki ölmemiş’ diyor diğer bir kadın, kan dursun diye burnuma leçeğimi bastırmışlar, başıma soğuk su dökmüşler meşkten, gözlerimi açtım, iki kişi kolumdan tuttu, kaldırdılar beni fakat kafam yerinde durmuyor düşüyor, ağrıyor.Zar zor otura kalka beni çe Hasana getirdiler, Kurmanj nasıl bağırıyor ‘ eree ne oldu? Nee..?’ döşeğe yatırırlarken tek duyduğum ‘başına soğuk suyla ıslatılmış leçek, havlu falan koyun’. Uyumuşum kaç saat geçmiş, gün bitmiş…gün başlamış, kalktım başım ağrımıyor, çocuklar ‘daye…daye’ etrafımdalar. Benim herif İbrahim ‘ şükür Hz. Ali’nin yardımıyla ayağa kalktın, iyi oldun.De kalk… kalk çocuklar veşena, açtır, perişandır’ . Bir tas çorba veren yok çocuklara, mecbur kalktım fakat bir zaman ara ara sürdü başımın ağrısı, gözümün kararması. Bu böyle olmaz, uzaktır yayla, sırtımız ağrıyor meşki taşımaktan, erkekler nasıl biliyorlar canlarının kıymetini artık bende ata binip gideceğim mala, meşki, içine kovaları , katığımı koyacağım heybeleri de atacağım üstüne, öyle taşıyacağım sütü, suyu, peyniri dedim ya başta her zamanki gibi kadınları eşek gören gıle Kurmanj ‘ çene Mehmedé Şerifé Alié…çene Efendiyé rahat dur! eski köye yeni adet getirme ! görülmüş şey değil buralarda, otur oturduğun yerde, ata yazık, bir at kaç paradır haberin var ? lüzumsuz işte kullanırsan oooo yorulur diğer işler kalır ‘ dedi, karşı çıktı. Eee deliyim ya ben bağırarak ‘ amoj, gıle bunda bir kusur yoktur. Madem öyle dakılamın, sen git beriye, sen yüklen meşki eşek gibi. Hal kalmadı bende, erkekler yüklerini veriyorlar atın, eşeğin sırtına, her şeyi taşıtıyorlar. Biz kadınları da eşek etmişler. Artık dizlerimin ağrısından koyunları çömelmeden ayakta sağacak hale geldim.Yarın bir gün sakat kalırsam bu işleri kime yaptırtacaksın?’ dememle susması bir oldu. Bu deliye uyma diye mi düşündü, ne? Allah var İbrahim de olmasa yapamazdım, ata binmeyi Kurmanj’dan gizli sabah erkenden götürdü beni mergệ Seterıj’e, orda o öğretti. Böylece a bu köylerde, kadınlarda ilk ben bindim ata yayla gittim, gören dönüp bakıyor, başını sallıyor ‘halla, hala, eree bu waye Sara değil , hele bak, atı ziyan ediyor, yoruyor ?’ diyor.Bir, iki gün konuştular derken alıştılar sonra evlerinde atı olan kadınlar, beriye yaylaya atlarına binip geldiler.Ablam Sara gibi mala gittim bende fakat gelin geldiğim sene değil ondan sonraki seneydi waye, görümcem Gülten’le yaylaya gittik, süt sağmayı, hamur yoğurmayı, ekmek pişirmeyi her şeyi öğrendim. Halam gıle Rukoş’un 4 oğlu, hanımlar, çoluğu çocuğu 25 kişinin birlikte yaşadığı çe Eliyenin, çe Talo gibi hayvanı, malı, mülkü işi çoktu. Kaynattığımız iki koca kazan sütün birin de yoğurt mayalıyorduk. 13 teneke yağ satar, 4, 5 teneke de kış için eve ayırırdık.Apo, kayınbabam Mehmeté Alié Alié ile dört çocuğumu kaybettiğim 66 depreminden sonra dört erkek kardeş, eşleri, çocuklarıyla çe Eliyeden ayrıldı, malları da paylaştılar, ondan sonra artık yaylaya gitmedim, ihtiyacımızı karşılayacak kadarını; bir inek, manda, birkaç keçi bıraktık diğerlerini sattık.Karer’den göç edilince 6 oğullu dedemiz Mustafaé Zeynelé Yusufé oğullarından Mahmut ağayı iki oğlu Alié Mahmuté ve Mustafaé Mahmuté’yla Muskan’a yerleştirmiş, Mustafa’nın bir kızı, Ali’nin üç kızı, dört de oğlu varmış. Halit’in babası Mehmeté Alié Alié Mahmuté içlerinde en zavallı olanıydı, kendisi veya gıle Rukoş ayrı, ayrı veya birlikte bir yere gitselerdi döndüklerinde ilk işi karısının gıle Rukoş’un elini öpmek olurdu. Yine bir gün gıle Rukoş, atına atlayıp bir yere gezmeye gitmişti, geldiğini görünce elini öpmek için koşan Halit’in babası Mehmeté Alié Alié’nin gögsüne atının üzengisiyle bir vurdu ! bir vurdu. Çok geçimsizdi çokkk, bırakamazdı çe Eliyedekiler huzurlu olsun, mutlu bir gün geçirsin, mutlaka ‘eree seni bilmem mi? şimdi Rukoş iyi ki az görüyor diyorsun ama her şeyi gördüm, benim taklidimi yaptın’ gibi aslı astarı olmayan bir şey bulur, söyler, kavga çıkarır, zehir ederdi o günü, o sofrayı; yaşlılığında oturduğu yerden ‘senin sülalen böyle yaptı…siz bunu yaptınız şunu ettiniz’ millete küfredip durur, insanın moralini bozmak için illa bir çivi çakardı.Çene Küçükağanın, kızlarının kanını içse doymazdı. Annesi babaanne Fidan gibi kadın düşmanıydı, kızları sevmezdi. Gıle Rukoş’un amcası Velié İbrahimé Talo tarafından öldürülen Halit’in dedesi, babasının babası Alié Mahmuté Mustafaé’nın dört oğlu içinde aklını kullanan, dört evlilik yapan Mehmeté Halité Alié’nin ilk karısı, amcazadesinin kızı çene Gülabiyé İbrahimé; Gülüşah’ın çocuğu olmayınca üzerine boynunda çok güzel mavi bir boncuk kolyesi olan Karer’den çene İskenderê Resulê Aliê ikinci Zeynelê; Hadice’yi kuma getirmiş.1918 ‘de aynı günlerde gıle Rukoş, Halit’i, o da Alié Haydaré doğurmuş, sütü az geldiğinden gıle Rukoş’un iki çocuğunu da Hadice emzirmiş. Halit süt annesini öyle seviyordu ki bir gün bana ‘Ceylan, öldüğümde beni onun yanına gömün’ vasiyetini etti. Halit’i kaybettiğimde vasiyeti aklıma geldi, hal hastalığından ölen Hadice’nin mezarı açıldığında baktım, birlikte gömüldüğü kolyesinin mavi boncukları toprağın üzerine dağılmış, evden temiz beyaz bir bez getirdim ‘ kemikleriyle birlikte boncuklarını da toplayın bunun içine koyun, güzelce yerleştirin Halit’in yanına ’ dedim. A o Mehmeté Halité Alié, gençken ayran gönlünü verdiği Caneseran’da ki akrabası Aliê Kekilê Fehdê ‘le evlendirilen, Selim adında da bir oğlu olan Nazlı’yı unutamıyor.1930’lu yıllarda ilkbahar ‘da, yayla zamanı Bingöl yaylasına, karısı Nazlı’nın yanına gitmek için köyünden atıyla ayrılan Aliê Kekilê Fehdê’yi yolda yakalayıp tek el ateş ederek öldürüyor. İskenderê Resulê Aliê ikinci Zeynelê Efendi annemin, çene Küçükağanın amcasının oğlu ya sık sık Kasman’a ziyaretine geldiği, ‘dayı, hallo’ hitap ettiği çene Küçükağaya ‘babam Mehmeté Halité Alié öldürdü Aliê Kekilê Fehdê, suçu üstüne al yoksa hapiste çürürüm.Fakat o vakit senin yaşın küçüktür, ceza almazsın bir yıl bile yatmazsın. Davanın vekili olur nefsi müdafaa derim, bir şey bulurum. İlişkilerim iyidir devletle, çok kalmaz hapishaneden çıkarırım seni’ diye anlatmış Alié Haydaré Mehmeté Halité. 13-14 yaşlarında babasının işlediği cinayeti üstlenen Alié Haydaré, babasının dediği gibi Muş’ta bir süre hapishanede kalıyor sonra yaşı ufak diye tahliye ediliyor. Vahimi kocasını öldüren adama Mehmeté Halité Alié’ye karılık için yetim bıraktığı oğlu Selim’i de alıp Eliağa mezresine geliyor, Nazlı’ydı adı biz Naze diyorduk. Babasını katiliyle yaşamak zorunda bırakılmak nasıl bir mantık… handikap… nasıl bir duygu yoksunluğudur ki çocuk, anne, baba katili arasındaki bu onaylanmış ilişkinin çocuğun psikolojisini nasıl etkileyeceğine dair 600 sayfalık tez yazılır diye boşuna ince eleyip sık dokuma, kafa patlatma eyyy bu toprağın insanını anlamaktan uzak okuyucu, yıllarca cezalandırılmayan ya da bir iki ay hapis yatarak kurtulan bir ya da birkaç insanın hayatını söndürenlerle bir arada olmayı, yemek yemeyi, içmeyi, yatmayı, sohbeti sorun nitelememiş, sorgulama mekanizmasını geliştirmemiş, ihtiyaç duymamış Ortadoğulu bu toplumda yapılan, edilen her şey ama her şey öylesine günlük, olağan, kabullenilesidir ki, ne psikiyatristlere düşmüş, ne de travmatik bir kişiliği olmamış Selimê Aliê Kekilê Fehdê’de babasının katili gibi avukat olmuş, Alié Haydaré Mehmeté Halité öldürüldüğünde cenazesine de gelmiş. Çe Eliyede hiç durmadan çalışan, malların peşinden koşturan, kumalarının doğurduğu çocuklara bakan Gülüşah, 70’li yıllarda ölünceye kadar mezre Eliağada yaşarken, Hadice gibi yumuşak, sakin bir kadın olan Nazlı’da dava vekilliği yaptığından Mehmeté Halité Alié ‘yle Varto’ ya yerleşmiş, üç çocuk doğurmuş. Her Hormekli…rica ediyorum cümleye ‘her Hormekli..’ diye başlayayım deme, sil şu yazdığını, zira sadece Hormekli erkeklere mahsus bir şey değil ki bu ! ‘ her Türkiyeli erkek’ diye başla. Peki dost seni mi kıracağım; her Türkiyeli erkek gibi kadını hizmetçisi gören, sayan anlayış içinde saygısızlığı, huysuzluğu, öfkesiyle Nazlı’ya çok çektiren Mehmeté Halité Alié’nin eviyle, evimiz yan yanaydı demişti; 1990’lı yıllarda Ankara’nın en büyük, en laik ilçesinin belediye meclis üyesiyken belediye başkan vekili Nezir’in oğlunun sünnet düğününde Kürtçe türkü söylendi diye düğünü terk edecek kadar kendini ‘Türk ‘ görmesine sebep “Aleviler Türk’ tür” fikrini zihnine ilk yerleştiren, okuma yazmayı öğreten Efendi; Mehmeté Şerifé Alié ’nin; halası Firinca’nın ilk evliliğini yaptığı iki çocuğunun babası Aliê Müminê Resulê ağanın hal hastalığından ölümüyle kayınbiraderi Süleymanê Müminê Resulê’yle evliliğinden doğan çocuklarından amcasının oğlu Aliê Haydarê Süleymanê’nla evlenmiş çene Halitê Mehmetê Müminê; Cemile. Kız, kız a o amca Aliê Haydarê Süleymanê öyle güzeldi, öyle yakışıklıydı gören böyle bakakalırdı; ne çocukları, ne torunları hiç biri benzemedi ona. Nüktedan yemeği, içmeyi yaşamayı da seven biriydi.Bence demişti bir gün Şerifê Sevişê bizim sülalede melezlik, ırk karışıklığı da var, Aliê Haydarê Süleymanê Müminê da kanıtımız, uzun boy, mavi göz, sarışınlık, ben onu hep ya adı aklıma gelmedi bir İtalyan aktör… dur ! dur ! gelir şimdi… evet, evet Giuliano Gemma bir de James Steward ‘a benzetirdim. Araştırdım da, pek çok Avrupalı; Fransız, Norman, Lombard, Gürcü hatta Amerikalı askerlerden teşekkül ettirilmiş Haçlı orduları bazen hiç direnişle de karşılamadan ta Ankara’ya, bizim oralara Doğu’ya sefere geldiklerinde, Zazaca, Kürtçe konuşanlarla evlilikler yapmışlar o yüzden işte meşhur ari ırka benzeyen renkli gözlü , beyaz tenli , sarışın pek çok insan görülür Doğu’da.O ne kadar yakışıklıysa evlendiği amcasının kızı Cemile çene Halité Mehmeté Müminé’ de o kadar çirkindi, karga burun, küçücük gözler, waye Cemile derdi ki; apo Mehmeté Halité Alié bir dakika rahat bırakmıyor her dakka ‘Naze ! su getir yüzümü yıkayacağım. Naze çay, Naze ayran, Naze, elbisem…eree Naze açım, açım…yemek Naze ’ diyordu. Depremden 6 ay önce Mart’a ameliyat olduğu sol gözü kör olunca Mehmeté Halité Alié ‘nin geçimsizliği daha da artmış, canından bezdirmişti kadını, çok perişandı; depremin olmasına iki gün var, yok bahçede ekmek pişiriyorum yanıma geldi ’yarın Eliağa mezresine gidiyoruz. Öyle de yorgunum…oraya gidince de çalış, çalış….’ böyle elini vurdu o sıcak sacın üzerindeki ekmeğe ‘Cenabı Allah …bak bu ekmek pişiyor kokusu Cenabı Rabbime gidiyor…ekmeğin üstüne dua ediyorum, Allah öyle bir bela bana getirsin ki, böyle ayakta vursun, alsın beni götürsün’ dedi beddua etti kendine gitti, bir ekmek dahi almadan. Nasıl bıkmışsa kötü hayatından kurtuluş getireceğinden ölüm gözüne güzel geliyordu. Ağustosun 19’un da, 1966 ‘da ikindi vakti deprem oldu gerçekten de ayakta… deprem olunca çe Eliye de; oğluyla, gelini panikle pencerenin içine saklanınca Mehmeté Halité Alié nin babasının adını verdiği iki buçuk yaşındaki çocukları Aliê’yi yanlarına almayı unutuyorlar tam o sırada Naze odaya giriyor, bakıyor oğlan ortada, kolundan tuttuğu gibi torununu kucağına alıyor, dışarıya çıkmak için kapıya gittiğinde, bizim ustune, çarek dediğimiz şimdi kolon denilen odanın ortasında tavana bağlanmış koca bir ağaç yontularak yapılmış direk üzerlerine devriliyor, kucağında çocukla ölüyor. Muskan yerle bir olmuş, her yer harabe taş, toprak herkesin evinin altında ailesi kalmış, kimse yok çıkarsın Naze’yi. O gece enkazda kaldı, sabaha çıkardılar kucağındaki torunuyla gömüldüler, yanına kızımı Halit’in çok sevdiği görümcemin adını koyduğu yavrumu, Gülten’i koydular. teyzesi Rukoş’u ziyarete mezre Eliağaya gittiğinde karşılaştığı Mehmeté Halité Alié için değişik biriydi demişti Şerifé Sevişé; kıştı Varto’da evlerine gittim sobasız soğuk bir odada; kafasında tiftik bir başlık, üzerinde bir kürk, ayağında tiftik çorap tek başına oturuyor ‘yeğenim sende böyle yap, vücudun dayanıklı olur’ deyince eşkıyalık günlerinde karda kışta orda burda, mağarada geçirdiği günlerden edindiği alışkanlığını bırakmamış diye düşündüm. Yine bir gün oturmuşuz Varto’da dükkanda koşa koşa biri daldı içeriye ‘ beğim, Mehmet Halit ağa, yetiş kurban olayım, İnakanlılar çarşıda oruç yiyen iki kişiye saldırmışlar, el koy bu işe’. Hemen adamı geri yolladı ‘ git de , gelsinler, onları bekliyorum’ .Öyle bir geldiler asker gibi sıralandılar odanın köşesine ellerini önlerinde kavuşturu; Mehmeté Halité Alié “r”eri, “ş”leri ve hatta ” z” leri telaffuz edemezdi, hafif pelteklik vardı ‘Sij Allahın aşkeyleyimişiniz ? Yamazan oyucunu tutmayana saldıyıyoysunuz. Beni bu odadan dışayıya çıkaymayın’ tehdidini etti. Varto’da bir ağırlığı vardı; hem çok adam öldürmüştü, hemde hükümetle arası iyiydi, ahali, millet korkuyordu ondan, hemen eğildiler ellerine yapıştılar ‘ beğ, beğim, ağam ellerinden öperiz yanlışsak.Demek yanlışız bir daha olmaz’ . Şıdogiller Sünni bir aşiretti zamanında Hormeklilerle pek çok kavgaları olmuş, onların arazi davalarını almıştı ama davayı kaybetsinler istiyor, ne yapayım ne yapayım diye karar, kara düşünüyordu.Mahkeme günü Hakime ‘ her ne kadar iki teneke altın, 400 koyunları varsa da Şıdogiller fakir ve mağdurdur ‘ savunmasını yapınca tabii dava kaybediliyor. Müvekkilleri de ‘bu nasıl avukatlık , sen bizi mahkum ettin ‘le ayaklanınca ‘ oğlum beni sizi ele vermedim ben ne dedim “her ne kadar dedim “ demişti.. Memilé İbrahimé Talo’nun da Mehmet Halit’le aynı cümleleri kullandığı benzer bir olay daha duymuştum bu Şıdogiller her kimse gelen vurmuş, giden vurmuş. Mehmeté Halité Alié çok ama çok severdi yemeği dünyayı yese doymazdı yeğeni Alié Haydaré Zeynelé İbrahimé Talo gibi, ikisi de açgözlüydü, ye…ye doymazlardı, her Hormekli gibi dehşet derecede, boğazlarına düşkünlerdi. Kim yanına gitseydi Aliê Haydarê Zeynelê ‘nin bana süt getir, bana koyun getir, bana peynir getir’ isteğiyle karşılaşırdı. Ben çocuktum annem Belkız’ın çok güzel bostanı vardı, bu ikisi de dava vekilliği yapıyordu Varto’da, babam vergi dairesin de memurdu. Herkesin tahta, duvar, tamirat işlerini de bildiğinden usta dedikleri babamı bu ikisi yazın, çarşıda görünce hemen ‘Usta, yeğenime söyle bana bostan göndersin ‘ bazen de Alié Haydaré Zeynelé ‘hele yeğenime söyle bir zerfet yapsın da gelip yiyelim’ derdi. Eeee sende annenden bilirsin akraba bir şey istemeye görsün, Allahın kelamı sanki iki eli kanda olsa yapılır.Gelirdi maşallah bir yerdi, bir yerdi yanında rakısını da içerdi. Yalnız Alié Haydaré Zeynelé akıllı adamdı, ben ilk defa kütüphanenin ne olduğunun kitaplığını gördüğümde yerine oturtmuştum.Bizim evlerde kütüphane, bir dolap iki üç raflı, kapaklı; onun çalışma odasının üç yanı dolap içinde Nazım Hikmet’in şiir kitapları bile vardı. Pek çok yazar, çizer gibi çok iyi ahbabı Fikret Otyam evine gelirdi,resimleri duvarını süslerdi.Cumhuriyet gazetesinde tabii ki Fikret Otyam kanalıyla yazısı mı, anısı mı valla tam bilmem bir seyi yayınlanmıştı. Her dönemde devletle iktidarla bağları kuvvetli, ilişkilerini iyi tutan Hormeklilerin değişime adapteleri inanılmazdı.Eşkıyalıktan gelip okuma yazma öğrenmek, kendini yetiştirip, araştırma yapıp söyleşilerde bilgi ve birikimiyle öne çıkmak öyle sanıldığı kadar kolay değildir.Cumhuriyet yönetiminden yana tavır alan Hormeklilerden, bir ara CHP Varto İlçe başkanlığı da yapacak Alié Haydaré Zeynelé’nin İsmet İnönü’yle arası da iyiydi.Evlerimiz yakındı, komşuyduk Alié Haydaré Zeynelé’ geleni, gideni görürdük . Küçük bir kasabaydı Varto, ama biz İstanbul’da ne modaysa onu giyen, yapan Alevi kızlardık; mini etekler, Japone kollar, fırfırlı yakalar, bıgudili saçlar. Varto’da ilk okuyan Alié Haydaré Zeynelé beyin kızlarıydı, Türkan, Fatıma, Malatya’ya göç sırasında kaybolan kız kardeşinin adını koyduğu Hediye sonra da bizim evdekiler.Sünni Kürtler bizim Alevilerden gördükten sonra kızlarını okula yolladılar. Sana bir şey diyeyim mi? Bu Alié Haydaré Zeynelé beyin kızlarıyla geçinmek kolay değildi, çok geçimsizlerdi. Hepsi de kocalarından boşandı. Babalarının devlet katında ilişkilerini, hükümetle yakınlığını bildiklerinden, evlerinde general, vali, kaymakam gibi sözü geçen yerel, genel bürokratlar ağırlandığından, kim olursa olsun herkese köleleriymişçesine böyle hep ‘biz koca Haydar beyin kızlarıyız, bunlar kim ki’ efeliği, bir ağa tavrıyla üsten bakarlardı. O çene Alié Haydaré Zeynelé; Hediye ‘ben Alié Haydaré Zeynelé’n , İnönü’yle konuşan ,büyük bir adamın kızıyım.Şimdi senin, Şerif’in çoraplarını, donlarını mı makineye koyacağım.’ diye diye a o Şerifé Sevişé’n burnundan getirdi, ayrıldılar da adam kurtuldu’ Ben hep derim çoğunluk; açgözlülüklerini, saygısızlıklarını rahatlıkla ortaya dökecek kadar dürüst olacak değildir eksikliklerini göstermemek, ürkütmemek için itinayla belli bir çerçevede, saygılı davranan ‘ iyi, kültürlü, efendi biri’ imajını vermek için her türlü yolu mubah kılıp kendi evlerinin, ailelerinin dışındaki insanlara karşı hep iyidir, iyi görünür, iyilik yaparlar ama yakınlarına ateş olur, yakarlar. Kim nerden…ne bilsin amca Mehmet Halit’in doymak bilmez iştahını, bedava maldan, hediye getirilmesinden hoşlandığını.Eve gelen babamdan ‘ Mehmeté Halité Alié, bostan istiyor senden Belkız hanım’ duyar duymaz kalkar, böyle sarı renkli uzun sepetler vardı eskiden şimdi ancak çıkrıkçılarda falan bulursun, öyle koca bir sepetin içine bostanda ne bulduysa, hıyar, domates, fasulye koyar al götür bunu derdi bana.Eee ben çocuk götürene kadar yoruluyorum, böyle bir tekme atmak geliyor içimden sepete ‘zıkım yesin diyorum’ kapıya vardığımda ‘ooo benim güzel yeğenim hoş gelmiş’ diyor, sepeti elimden alıyor o kadar.Hep böyle, hep böyle bir gün dayanamadım ‘kör keteye alıştı bir kere’ dedim. Amca Mehmet Halit nasıl gülüyor , ben çarçabuk kaçtım eve. Akşam babam geldi ‘eree gele hele sen ne dedin amcan Mehmet Halit’te ?’ aha şimdi hapı yuttun kızım dedim içimden korktum, baktım babam gülüyor ‘ hanıma Belkız, senin bu kızın var ya… az önce çarşıda Mehmet Halit’i gördüm bana ‘senin o kara kızın var ya Nuray, bana bostan getirdi bugün, bırakırken de ‘kör keteye alıştı bir kere’ dedi. Çok güldüm.’ Eee, annem başladı akrabası ya ‘ ne kadar terbiyesizsin, yaşlı başlı adama bu denir mi?Ne olmuş azıcık bostan verdiysek’ çok kızdı ama akrabalar arasında bir anda efsane oldu benim Mehmet Halit’te söylediklerim.Çene Küçükağanın annesi Selvi babamın halasıymış, Selvi’nin oğlu yani annen Turna’nın dayısı Cafer’de annem Belkız’ın ilk kocası, dört oğlunun babasıydı.’ Teyide muhtaç bilgiyi cebine koyup annenin yanına yollanıyorsun –‘ Anne ! Cafer, çene Küçükağanın öz kardeşimiydi?’–‘evet, Caferé Küçükağaé, 7 sene Belkız’la evli kalıyor. Annem de derdi hastaymış, şizofrenmiş dağda, taş da gezen bir adammış.’–‘ne yani anneannem tarafında ruh hastalığı mı vardı?’–‘bak! ben içimden dedim şimdi bunu söylersem, bu benim kız böyle diyecek, eline koz verme.Ama dedim ne yapayım?’–‘teyzem Sara’nın oğlu Daimi, demek ki…?’–‘işte başladın… he anam he, hepimiz deliyiz’–‘Turna abla, kızacaksın ama Hormekli Küçükağalarda intihar eden, psikolojik sorunlar olan çok insan var.Bu soy otuz yaşından sonra hastaneye düşer; şeker, tansiyon, kalp, kanser fiks. Lupus, Sjögren Sendromu, Romatoid Artrit, Glukom, Sarı Nokta, Alzheimer, Parkinson bağırsak , mide.Genetiğine tüküreyim’–‘ Belkıze’nin dayım Cafer’den sonra evlendiği Lolanlı Ağa amca, Nuray’ın babası bir şeyler yapıyordu ama ben bilmiyorum o yüzden usta diyorlardı. Hala Belkız’ın abisi Hüseyin annemi öyle çok severdi her sonbaharda böyle atın üzerine koyardı iki heybede ceviz, getirirdi.Evvel annemin hediyesini getirir bırakırdı (onlar Kürtçe konuşuyorlardı Zazaca değil tamam) sonra ‘Emine, çene Küçükağa ben geldim, evvel seni ziyaret edeyim sonra Belkız’e gideceğim.’ Annem de onu çok severdi. Hüseyiné Hatuné derlerdi, aslında Belkız’ın amcasının oğluydu ama bizim orada amca, teyze oğlu, amca, teyze kızı kardeş hepsi birdi.Bu Rıza var ya Alié Haydaré Zeynelé beğin kızı Fatıma ile evlenen, onun da babasıydı; Hüseyin Hatuni derlerdi. Hatun dedikleri de babaanne Fidan’ın kardeşiydi. Babaanne Fidan çok sevdiği kız kardeşinin adı Hatun’u, sağır dilsiz ablama vermiş. Hüseyiné Hatuné bizim eve, çe Taloya çok gelirdi, namaz kılardı, ben anneme derdim ‘ bu ne yapıyor ?’ derdi ki’ bu benim annemin (Selvi) amcasının oğlu. Çiftlik köyünden’. Babaannem Fidan’da Hüseyin Hatuni ‘yle heybeler dolusu erzak yollardı bacısı Hatun’a, katırın iki yanına asılı heybelere ceviz, bal, yağ, elma ne varsa doldurur, yollardı.’ Yaktı beynimi bu sülalenin ilişkileri diye düşünüyorsun, kim kimdir, kim kiminle evlenmiş, valla işin içinden çıkamıyorum o kadar iç içe geçmişler ki, o ev damından çıkıp bu ev damına gelin, damat gitmiş üstelik de aynı isimi taşıyanların hepsi bir olmuşlar gibi, bu nasıl iş ?Köylerin, kasabaların aynı ismi taşıyan insanlarla dolu olmasının sebebi çoğu Ehl-i beyt’e, On İki İmamlara ait isimlerin konulduğu dedelerin isimlerinin erkek çocuklara, nenelerinkinin de kız çocuklara verilmesi geleneği yüzünden hiç isim kalmamış gibi tekrar tekrar Ali, Hasan, Hüseyin, İbrahim, Mustafa, Mehmet, Rıza, Elif, Zehra, Fatma, Emine, Güle isimlerinin çocuklara konması… hangi akla hizmettir? Zaten köy dediğin kaç nüfus, bir de ev damlarında en az on, yirmi Zeynel, Ali, Haydar, İbrahim, Mustafa, Emine, Hüseyin, Belkız, Fatma, Gülle, Hasse…Eee ne yapsınlar karıştırmamak için? Belki o yüzdendi; önüne babalarının adlarının konarak kişilerin tanıtılması, hitabı.‘Lolanlı Ağa da Belkız’la evlenmeden önce bir evlilik yapmış. Boşanma yasası çıktıktan sonra ki sanıyorum yıl 1926 , Türkiye Cumhuriyetinde belki de ilk boşananlardanmış. Nuray’ın babaannesinin kocası, dedesi Ali öyle pasif biriymiş ki onun içinde oğlunun adıyla anılır Agaé Seyrané derlermiş. Galiba Rus harbinde göç edip ya bir ya da iki sene kaldıkları Adana’ ya gidiyorlar. Çoluk çocuk çok, yeni bir yer, ekmek parası lazım, geçinmek lazım.Gündelikçi işçi olup bahçelerde çalışmaya başlıyorlar, portakal, narenciye, pamuk topluyorlar. Hanıma Agaé Seyrané, Kığı’ya döndüğünde yanında Haço diye bir Ermeni çocuk getiriyor. Sonra o çocuk çekip gidiyor ta Amerika’ya. Weyvi, hanıma Belkız akıllı kadınmış, orada bağ bahçeyi nasıl yapıyorlar, nasıl dikiyorlar, turşu nasıl kuruyorlar izliyor.Bizim köylerde, hala araziler boş durur, sular akarda akar bizimkiler yalnızca bakarlar, tembeldirler yatmayı pek severler ; ne ağaç dikmek, ne bostan yapmak ne de ekmek, biçmek zahmetine girmezler, şöyle kelli felli güzel bir yemek umur değildir, karınları doysun da neyle doyarsa doysun peşindedirler.’–‘Turna abla çok doğru diyorsun, erkekler azıcık çalışır sonra kürsülere oturup öyle bakarlardı kapı önünde gelene gidene.Annem hanıma Belkız çok çalışkandı, iri yarı, bir tipti tam Amazon kadını.Öyle çene Küçükağa’ya falan benzemezdi, direngendi, güçlüydü, farklıydı.Karısı ölünce Caferé Küçükağaé, geliyor onyedi yaşındaki annemi kaçırıyor. Caferé Küçükağaé yaşlı bir adam , sakalı boyuna iniyor. Annem Belkız, kendini kaçıran üç atlıyla üç günü dağda, bayırda dolaşarak geçiriyor. Annem çok iyi ata binerdi dediğine göre cirit bile oynarmış. Diyordu Bingöl dağındayız, ay ışığı doğmuş, baktım beni kaçıranlar uyuyor, atladım ata sürdüm karanlığa ‘ayılarda parçalasa olur yeter ki kurtulayım’ Biraz sonra fark edip peşime düştüler. Anne demiştim o zaman film falan seyretmiş olsaydın diğer atları bağlı oldukları ağaçtan çözer, serbest bırakırdın böylece peşine düşemezlerdi.Ee ne yapayım kızım sinema, film yoktu. Peşime düştüler ya silahlı külahlılar da, kurşun atıyorlar yanımdan, yöremden geçiyor bana değmiyor, anladım vurmak istemiyorlar, korkutuyorlar. Karanlıkta fişekler uçuşuyor, baktım bir at önümü, diğeri de arkamı kesti.Beni attan alıp Cafer’in arkasına bindirip, iple ona bağladılar.Ne yapsan, ne yapsam diye düşüncelere daldım dedim ‘ağam, Cafer ağa, kaderimi kabul ediyorum.Senden ricam, silahını önünde tutuyorsun atı sürmekte de zorlanıyorsun.Silahını ver, ben tutayım.’ –‘Maşallah sen pek akıllısın ama ben senden daha akıllıyım’ dedi.Anladı benim derdim onu öldürmek. Böyle dağda üç gün, üç gece gezdikten sonra bir eve gittik üstüm, başım lime lime perişan, yanımdakilerin de öyle.Beni bir odaya koydular, bir adam geldi yanıma ‘bana yardımcı ol, bu odadan çıkart, beni kaçır’ dedim yalvardım ‘waye sen ne dersin?aklın başında mı? bu ağalar beni ortada bırakırlar mı , öldürürler. Aklıma neler gelmiyor bir kazma bulsam duvarı delsem, kurtulamadım. Annem Agaé Seyrané, dayılarım hükümete karakola başvuruyor, mahkeme günü baktım her iki taraf kardeşler dayılar, amcalar silah kuşanmış gelmişler. Gulo can, Hormek aşireti kendi içinde homojen bir aşiret değil ki; kolları var 12’in üstünde; Xran, Feran, Hemoçık, Balu , Pircan, Zelikan bunların arasında tabii ki kadın, arsa, mal davar yüzünden pek çok sorun, husumet yaşanır, birbirlerine düşman olurlardı. Bahaneydim ben demişti annem hanıma Belkız, kim bilir aralarındaki neyin kavgasıydı, birbirinin üzerinde hakimiyet kurmak için beni kullandılar. Benim babam da büyükdeden Küçükağa gibi adları bilinmeyen önüne gelen kadınla evlendiğinden çok kardeşim vardı. Çok öncesini bilmem ama büyükler anlatırdı aşiretin kurucularından Yusufé Zeynelé Ağa (Kal)ın iki oğlu Mehmeté Zeynelé Bingöl’de kalıyor, Mustafaé Zeynelé ağa da Varto’ya Kasman’a yerleşiyor. Bir Hormekli klasiği olarak Mehmeté Zeynelé ağanın, üç oğlu Mustafa, Hüseyin ve ikinci Zeynel’den olma çocukları, torunları da birbirine düşüyor. Efendi Mehmetê Şerifê Aliê’nin İstibdat Devrinde Zeynel şirini yazdığı, Hormeklilerin lideri büyük büyük dede İkinci Zeynelê Mehmetê ağa, ta o zamanda diğer aşiret liderlerinden farklı eğitime önem veren biriymiş öyle ki Osmanlı’da Tanzimat döneminde, Kârer’de derslik açtırıp, halkı okumaya yönlendirmiş, ölünce yerine geçen oğlu Aliê İkinci Zeynelê Mehmetê ağa ile birlikte tehcir edilen pek çok Ermeni’nin hayatını kurtaran kimine göre eşkıya, kimine göre alim babam Kârerli (Abidinê Zeynelê ) Küçükağaê Aliê İkinci Zeynelê de, Rus harbinde önderliğini yaptığı Hormek kuvvetleriyle, Kiğı-Kârer dağları ile Sığı Boğazı ve Eşek Meydanı’nda (Şeref Meydanı) oğlu Mehmeté (Hulusi) Küçükağaê Aliê’de Hormek Milis Alayı’nın başında Kârer Dağı’nda çarpışıyorlar. Osmanlı Paşası Ahmet İzzet Paşa’nın, Dersimlileri Rus harbinde harekete geçirmesi için Dersim’e gönderdiği Kârerli (Abidinê Zeynelê ) Küçükağaê Aliê İkinci Zeynelê, yirmi dört aşiret reisini Gazik’te Ahmet İzzet Paşa’nın yanına getirince Ahmet İzzet Paşa’da Küçükağa’ya ve Dersim Ağalarına ayrı ayrı hediyeler veriyor.Dersim ağaları da Ruslara karşı, Osmanlının yanında cephe alıyorlar. Kârerli (Abidinê Zeynelê ) Küçükağaê Aliê İkinci Zeynelê ölünce oğlu Mehmeté (Hulusi) Küçükağaê Aliê, Hormek Aşireti reisi olarak bu defa da İstiklal harbinde Kiğı’nın Kârer Bölgesi’nde Hormek Milli Kuvvetleri başında savaşıyor hatta temsilciler Meclisine, bölge temsilci olarak çağrılıyor, Çapakçur (Bingöl) da bile daha okul yokken Mustafa Kemal Paşa’dan isteklerinden biri de okul olunca 1926 yılında köyüne okul yapılıyor. Karer ve Varto’daki Hormeklilerle birlikte, Cumhuriyet idaresinin yanında isyanları bastırma etkin rol oynayan , kendisi, eşi ve ailesi Batılı giysileri giyen Mehmeté Hulusié Küçükağaé, Milis Kuvvetiyle hep yanında durduğu, desteklediği Mustafa Kemal Paşayla görüştüğünde Soyadı Kanunu da daha yeni çıkmış ‘Mehmet Hulusi efendi, bu yurt, bu vatan için çabalarınız, yaptıklarınız takdire şayan. Ancak sizin gibi vatanını, yurdunu seven biri canını ortaya koyardı.Gelin size yakışan bir soyadı olacak “Yurtsever “i alın’ deyince aynı ocak, aynı soy Mehmeté Zeynelé den olmaların bir kısmı Yurtseverler, diğerleri de dedelerinin soyadını Küçükağa’yı alıyorlar. Annesi hanıma Agaé Seyrané da karakola geliyor, kızının yanına gidiyor ‘geri dönelim eve gidelim ‘ diyor demesine de hanıma Belkız bakıyor olay daha da kötüye belki öldürmeye kadar gidecek, ağladım ben diyor başımı annemin dizine koydum.O da benimle ağladı ‘daye mı, dakılamın, maye mı kaderime razıyım artık, beni kirlenmiş sayarlar.Adım çıktı bir kere.Suya giderim orospu derler, arkamdan konuşurlar. Sana bir şey olursa barınamam ev damında, herkes kötü kötü bakacak. ‘ Karakol’da kabul ediyor hanıma Belkız, Caferé Küçükağaé’yla evlenmeyi. Annem hanıma Belkız’a ne zaman bu olayı , başını annesinin dizine koyup ağladığını anlatsa tansiyonu çıkar sonu hastanede biterdi.’–‘Nuray, çene Küçükağa da öyleydi.Ne zaman Efendi’nin, dedemin öldürüldüğü günü anlatmaya kalkışsa ki anlatmak istemezdi kalbi sıkışır, bayılırdı. Aynı davranış, aynı genetik, onca yıl ayrı dursalar da birbirlerini görmeseler de’–‘ Caferé Küçükağaé diyor size başlık parası davar, arsa, altın bu işi tatlıya bağlayalım.Valla alıyorlar mı, almıyorlar mı hatırlamıyorum ama illaki almışlardır ki annem Agaé Seyrané de tası tarağı toplayıp Buban’dan ayrılıp daha önce bazı akrabalarının yerleşip kurdukları yeni bir köye Çiftliğe gidiyor’ Hele bak diye düşünüyorsun ruhsal bozukluğu belli birine genç bir kızı, Belkıze’yi gözlerini kırpmadan veriyorlar.Düşün ki diye düşünüyorsun; aile içi bir söylentiye göre ‘ hiçbir şeyi yoktu. kendini deliliğe vurdu, çalışmayı sevmiyordu Almanya’daki kardeşlerden ayda 50-100 Euro yardım geliyor, neyine yetmez.Herkesten akıllı’ bir başkasına göreyse ‘kardeşi Sırrı, 12 Eylül’de aranınca bunalıma düştü.O zaman Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Almanca bölümünde okuyordu, neşeli canlı, diskoteklere giden bir çocuktu. Birden ‘takip ediliyorum nereye gitsem’ şüpheleri başladı. Hakim dayısı götürdü doktora Şizofren teşhisi koydu ama devlet, doktorlarla ailemle bir olup beni yok etmek için komplo düzenliyor diyerek kaçtı Ankara’dan Kasman’a, dağlara taşlara vurdu kendini.Şimdi ha bire saz çalıp türkü söylüyor, video, fotoğraf çekiyor Facebook’da yayınlıyor, şiir yazıyor, arada festivallerde sahne alıyor. Bakmayın hasta değil diyenlere.Hasta olmasa aylarca yıkanmadan duru mu? Kışın altı ay yıkanmadım dedi, işin garibi kokmuyordu da. Tek eğlencesi cep telefonu, Facebook Twitter değil; ‘o kadar elzem önemli memleket meseleleri var. ben sağım, solumdakilerle cebelleşiyorum.”hocam ille de bizi eleştir” diye haykırıyorlar.’ diye başlayan devamı “ dün bir arkadaş telefonda “hocam festivale bu yıl çağıramadık.aksilikler oldu.seneye inşallah.” ölme eşeğim ölme senelik yonca ahırda duruyor misali.nadiren çağırdıkları etkinlikte ses düzenini nasıl bozdukları aşağıda şekildeki görüldüğü gibi müşahade edilebiliyor…bu ses düzeniyle Oğuz Aksaç da olsa madara olur…detone, entone her şey mümkündür…ses önüne bariyer koyma gibi bir durum.akıcılık gider ses boğuklaşır…’ olan açıklaması ‘bana tecrit uyguluyorlar , köyden dışarı çıkmam istenmiyor. İstekleri dışında çıkınca da rezil etmek için her şeyi yapıyorlar, festivalde ses düzenini bozup ruh sağlığımla oynuyorlar bazen köyde biri Zerfet yapınca çağırıyor, gidiyorum yemek yiyoruz on kişi bir ben zehirleniyorum.’ anekdotlarını yazıyor.Bilinmeyen ama etrafındakileri, ailesindekileri avucunun içine alarak kendisine karşı kullanan devasa bir düşmana karşı mücadele içinde olduğunu sanarak direniyor.Düşmanla işbirliği yaptığına inandığından hiç konuşmadığı annesi Sara dayanmıyor, bıjıkı dorak , çorba yapıp gönderiyor, beni zehirlemek istiyor diyerek yemiyor getirenle geri yolluyor’ la şizofrenliğine kanaat getirilen teyze oğlu Daimié İbrahimé Hasané de evlendirilerek daha düzenli, temiz bir hayata kavuşturulurdu.Aman ha! kimseler duymasın, valla hemen evlendircek bir kızı aramaya koyulurlar o vakitte onca okuyucudan çok daha dikkatli okuduğu kitaplara şapka çıkarılacak yorumlarını yayınladığı Facebook paylaşımlarından yoksun bırakma kendini, sus be bacım sus ! dön başlığını “ÇİRİŞ OTU” attığı dört dörtlük , beğendiğin o paylaşımını oku bir daha ‘Çevreyle,dünyayla iletişimim Facebook ile.Başka da bir araç gerecim yok. Güvercinim de yok. Narin ayağına pusulayı iliştireyim.Dereye doğru yol alırken bir türkü, bir klamı seslendirip ötede beride kalmamanın telaşıyla bir dörtlük de olsa Face’de paylaşıyorum. Ben de varım ey Brütüs dercesine. Yazmayı es geçtim. Eskiden sıkça yazardım. Havadan sudan,günlük aperatiflerden.Toplumsalı es geçerdim,toplum zaten beni keçi ilan edileli yarım asır oldu,bazen suya sabuna dokunduğum da oldu.Gaza geldim,yazıyorum.”Hocam mahir kalemin var,niye yazmıyorsun? kağıt yoksa kağıt mürekkep yoksa mürekkep verelim.”ille de mürekkep yalatacaklar…Dandik bir laptop’um var.Metin belgesi kısmına yazıyorum.Belirteç kendiliğinden yazının ortasına kayıyor.Ben imge,alegori,tümce cümle;bir de tuşlardaki Harfleri ararken belirteç keyfince bir paragrafın arasına yerleşiyor,.yazılar allak bullak oluyor. Okuduğum bir kitap var. Hiç olmazsa kitaptan ne anladığımı, gözlemlerimi yazayım.Virginia Woolf; Pazartesi ya da Salı; öykülerden oluşuyor.Pazartesi ya da Salı; ne fark eder dercesine.Öyle ya günleri, yaşadığımız şu alemi, tiranlığı, insan olmanın onurunu,on ekimde tren garı katliamını idrak edip anlamlandırmadığımız sürece; pazartesi ya da salı olmuş,ne fark eder? Daha önce hiç kitabını okumamıştım. Bir zamanlar Almanca kitap çevirisi teşebbüsünde bulundum, on üç Almanca öyküden oluşan bir kitabı çevirecektim, bir öykü de Virginia Woolf’undu.Tabii ki,o iş de yarıda kaldı.akamete uğradı.şaşkın değiliz.yarım yamalak giysimiz böyle…kapağında Virginia’nın bir fotosu var, saç bağı muntazam örülü, gözü açık, merak mı hüzün mü,okuyamadım.Kitabı yarıladım.Bilinç akışı tekniği ziyadesiyle var. İtiraf ediyorum, monologla bilinç akışı tekniğini zorlukla ayırt ediyorum. Bariz fark olmasına rağmen daldan dala konan “kadınsı haller”. Malum Virginia feminist yazar, modernist de diyorlar.Pek anlamadım.Modernizm ne deseniz bilemem moduna girmek herhalde der,sıvışırım.Teknik bilinç akışı olunca,Virginia’nın bilinci,benim bilincim,bir yerde kavuşuyor,ayrışıyor derken nesneler bizatihi durumlar akıp gidiyor,geride el tutulur bir şey kalmıyor.Anlayacağınız,okuma özen sabır uğraşı gerektiriyor,her ne kadar anlatım sade,anlaşılır,olsa da.Biyografisini okudum; cebine taşları doldurup denize atlayıp intihar etmiş.Hiç tasvip etmediğim şey.Okula gitmemiş,evde öğrenim görmüş.Entelektüel.hazin bir son.Hayatı,hayatın hızını arka kapakta metro alegorisiyle izah etmiş.Keşke hayatın hızı onu “çirişotu tarlalarına ”savursaydı…yaşamak,okumak,tüm hızıyla.sabır ve metanetle.’ Aaaa görmemiştim bu yeni paylaşımını “AFAKİ; Pazartesi ya da Salı” öykülerini okumaya devam. Virginia Woolf’un öyküleri.uyuşuk okuyorum.başka bir deyişle hımbıl hımbıl.Ne de olsa bilinç akışı tekniğiyle yazılmış. Daldan dala,kâh bulutlara sirayet eden okuma biçimi.Akıyoruz duru su gibi,bazen çağıldayarak,bazen inleyerek,bazen de gürleyerek.Okurken kelimeler burgaç gibi sinenizde turlayabiliyor.Kitabı bırakıp kelimeler peşinden at koşturduğum oluyor.Çağrışımla afaki kelimesi usuma kondu kelebek misali.En zorlandığım kelime,afaki.Bir kelimenin birden fazla anlamı olabilir.zıt anlamları içeren bir kelime olabilir mi?Oluyor,işte. Afaki:1.gereksiz,önemsiz söz,hayali. 2.objektif,nesnel,tarafsız.Gereksiz,hayali olan bir şey nasıl objektif olabilir?Semiyotik hakikat doğrular mı?Bu arada afak,ufuk kelimesinin çoğulu.Ufkunuz daralmasın.Daldan dala dedik ya, öyküden bir alıntı ”saçma bir fikir mi?tamamıyla fantezi! Yine de,her şey arkasında bir kalıntı bıraktığına göre ve anı da, gerçek gömüldüğünde zihinde dans eden bir ışık olduğuna göre,oradaki parıldayan,kıpırdayan gözler neden bir ailenin,bir çağın mezarın üzerinde dans eden bir uygarlığın hayaleti olmasın?” gerçeği gömmeyelim,bırakın parıldasın.’ Yok artık ya Virginia Woolf’u kullandığı ‘ bilinç akışı’ tekniğinden dolayı hem yermiş, hem bir noktada kavuştuğundan bahsetmiş, emin ol senin bu yazdıklarını okusaydı ‘bizim teyze kızının kadınsı halleri işte ve de resmen yazım tekniği intihal, bilinç akışını denemiş, başaramamış değmez okumaya’yla somyasının üzerine laptop’ını koyup, eski köye inerek dere Mengel’in kenarında türkü söylerken çekeceği ‘yanık bir türküdür sonbahar, ilişir usulca,kimsesiz dere kenarına.’yla etiketleyeceği yeni videosunu Facebook sayfasında yayınlama telaşına dalacaktı.Offf arkadaş ne bilinç akışıymış ya, planlamalara, âna ait düşüncelere aldırmayıp peşinden sürükleyip duygularına, ruhuna, iradesine hükmederek ordan oraya savuracağı bireye mağlubiyet getiren bzaferden, mutlak galibiyetten başka bir şey de değilmiş de. Tamam, bilinç akışıyla hesaplaşmanın zamanı mı şimdi? Mehmeté Halité Alié, karısı Naze’nin ölümünden sonra ne yaptı? Ne yapacak evlendi tabii, ölen bir hakimin karısıyla, ondan da bir oğlu oldu. Fakat hakimin karısı Fatma, İstanbul’lu güngörmüş bir kadındı, hakimin oğlu Cafer’le Mehmeté Halité Alié’n kızı Hatun’u okula yolluyor, İstanbul’a bile götürüyor. Ben gelin gittiğimde mezre Eliağaya demişti ablam Ceylan Gülüşah vardı, Nazlı ve çocuklar da Varto’da yaşıyorlardı. Gülten’le bir sene birlikte kaldık sonra onu Kasman’a çe Taloya abim Ali’ye gelin ettiler. Ben duydum a bu Halit babasına ‘yapma! yanlıştır, bu kız yapamaz orada, sağır dilsiz bir adamla’ dedi. Halit’in babası Mehmeté Alié Alié çok güzel bir adamdı, görümcem Gülten’de babasına benziyordu, böyle alnı geniş, beyaz tenli, boylu poslu, ay parçasıydı, kocaman gözleri vardı. Kızo , bak! ben beş yaşındayken ablam Ceylan evlendirilmiş ya hatırlamıyorum bilmiyorum ama veyvi Gülten’i bilirim çünkü ablamdan bir sene belki de iki sene sonra çe Talo’ya gelin geldi Gülten, daha babam yaşarken Ceylan’ı Halit’le, Gülten’i de abimle evlendirmek için anlaşmışlar, çene Küçükağa ‘Efendi’nin verdiği sözü tuttum şimdi sıra çe Eliyede gidin getirin Gülten’i’ dedi, gittiler… getirdiler. Düğün yapıp getirdiler’ –‘ Bir de düğün mü yaptılar ?’– ‘ ne düğünü? lafın gelişi, babam öldürüldükten sonra kimseye düğün yapmadılar, önceden de; çe Taloda düğün dediğin; bindir kızı ata al götür…al getir. Bu kadar ama hep böyle değildi.Biz yetim kızlar evlendirildikten sonra sanki birden kurallar değişti; hakim abimle, ev damındaki diğer oğlanlara düğün yapıldı.Çene Küçükağanın, Efendinin en büyük çocuğu abim Alié Mehmeté Şerifé Alié sağır dilsizdi, Gülten haklıydı, gönlü yoktu, alıp getirdiler, kız hastaydı da.Sabahleyin kalkardı evin içinde hep offffff…offff… offf ‘ diye, diye dolaşırdı. Babamız yok, yetimiz diye biz dayı kızlarını çok sever, elimizi tutar gezdirirdi. Altı ay durdu, yazın getirmişlerdi, tam altı ay sonra kış, hiç unutmam işte, Şubat, Mart gibi çok hastalandı. Mutfağın ‘bon’un yanında bir odamız vardı, böyle ev damına bitişik yukarıdaki oda da amcam Hüseyin’in di. Arada havlu (avlu) vardı, iki katlıydı ya çe Talo, aşağıda da , yukarıda da aynısından sedir yapmışlardı, yaz günü herkes oralarda otururdu. Birini getirdiler, Pirolardan, Seyidlerden İsmail… Seys İsmail diyorlardı, Gülten’in altında baktı, dedi ki bu sarılık çıkarıyor; hakikaten de öyle, gözlerinin içi, rengi sapsarıydı. Şöyle dilini kaldırdı altında orta yerde o biliyordu bir damar varmış, böyle ustura var ya usturayı şöyle hafifçe değdirip kan akıttı.Sarılığın tedavisini altınla yaptıklarından boynuna bocukların arasında altın olan bir kolye taktılar, içine altın koyup beklettikleri suyu içirdiler. Amcalar baktılar ki çok hasta, halama Rukoş’a haber yolladılar, a o da ‘Gülten’i bana gönderin’ dedi. A bir baktık babası Mehmeté Alié Alié geldi, yorgana sarıp kızağa bağladılar, erkekler çekti, götürdüler mezre Eliağaya. Meğer Gülten hamileymiş de.Bir ay sonra gözünü açmış gıle Rukoş’a ‘maye m, daye, biliyor musun dayım Mehmeté Şerifé Alié geldi dedi ki Gülten gel gidelim.’ demiş. Biz haber aldık ki Gülten ölmüş. Yaralı yarasını bilir. Amca Mehmeté Alié Alié , Gülten’in babası dövünmüş durmuş ‘kızımı ben verdim çe Talo’ya, ben ettim, ben öldürdüm kızımı, öldüğümde beni Gülten’in yanına gömün’ vasiyetini etmiş, çok üzülmüş… kahrolmuş adamcağız. Benim abim Ali … amcam Hüseyin abim Ali’ye ona, a o sağır dilsize, lala çok kızardı, çalışsın isterdi, o da tam tersine evin içinde çok dolaşırdı devamlı ortalığı toplardı. Yazın beyaz uzun bir ışlıg, altına tıman (uzun don) giyer, eline çalı süpürgeyi alır evin etrafını, ta Palakaya kadar yolu süpürürdü. Gider ev damında yatak yeri vardı, yataklarını alırdı getirirdi.Bir tane şey var, cacım; içine döşeğini, yastığını, yorganını koyuyor, cacıma sarıyor, çuvaldızı alıyor , a onları dikiyordu, sabahleyin, biliyo musun? Akşamleyin de kaldırıp götürüyor, aynı, toplayıp götürüyor, onu söküyor ondan sonra yatağını, yorganını, yastığını açıyor yatıyordu.Sabahleyin kalkıyor, üst katta böyle küçük, yuvarlak bir balkon vardı. A o balkonda, aşağıya yorganı çırpıyor …çırpıyor, cacımı çırpıyor …çırpıyor…çırpıyor ondan sonra getiriyor misafir odasına seriyor sedirin üzerine, onları katlıyor, cacımın içine koyuyor, sarıyor yine dikiyordu.Allahın günü hep öyleydi, günde iki kere. Şimdi karşı apartmanda bir kadın var ya durmadan kilim, elbise çırpan, ben onu gördüğümde hep diyorum ‘abim Ali’ .Yani abim Ali ev işlerini yapıyordu.Eşya, yiyecek, giysi, fotoğraf, kitap ne bulduysa, ilgisini ne çekmişse sahibi var mı, yok mu, kimindir demez cebine koyardı, öyle de bir huyu vardı. O gün de gitmiş kümesten yumurta almış, çalmış diyeyim, kasketinin altına koymuş. Allah rahmet eylesin böyle elini ters yüz eder sağır dilsizce ‘aro…aro’ derdi yani iki yüzlüsün demek isterdi; ablam Hatun’da sağır dilsizdi ya çe Taloda herkes onların dilini konuşur, ne demek istediklerini anlar, cevap verirlerdi. Bu sağır, dilsizlik Hormeklilerin Karer tarafından geliyor diyorlardı, hakikaten de Kasman, Badan , Emeran, Zengene’da ki akrabalar hep ordan kız almışlar, kız istemeye gitmişler fakat benim anlamadığım ordakiler, Karer’dekilerde aynı dedenin çocukları, torunlarıydı, soydan sahiptiler. Hem sağır dilsizlik, hem de bor…bore (albinizm, albino) vardı pek çok Hormekli , amcan Haydar da ( Heyderé bor) bor, Kamerîé Sofué, Naze’nin babası, emıka Zelhan’nın abisi mca Yusuf’un çocukları neredeyse köyün üçte biri bor, Albinoydu.Acı taraf bu Albinolu akrabaların çoğunun ölüm sebebinin cilt kanseri olduğu sonraki kuşakta öğrenilecekti. Ablam, abim ve birkaç akraba sağır dilsiz, amcalar bor (Albino) olduğundan hamile kadınların en büyük korkusu çocuğun sağır dilsiz, bor doğma ihtimaliydi.O dokuz ay nasıl bir korku, sıkıntı içinde zor geçerdi, bilmezsin ‘ ya öyle doğarsa ne yaparım ben! Zavallı derdini anlatamaz, duyamaz, borluğundan gözleri perişan bir şeyi doğru düzgün görmez, seçemez. Allahım ne olursun, Ya seyidi tekya ! eğer öyleyse ölsün karnımda, daha iyi’ dualarıyla doğar doğmaz ilk beyaz mı, bor mu saçları? diye bakar , on günlükken de ‘Allahım ! olmasın…’ tedirginliğinde, yürek ağızda kulağının dibinde iki taşı ya da kaşığı birbirine vurur, başını çevirince ya da şaşkınlıkla bakınca ses duyduğunu, fark ettiğini anlar bizim olurdu. Errr çocuk sağır dilsizmiş, bormuş tek erkek doğsunda ne olursa olsun peşindeki er–keklerinin umurunda değildi tek dertleri çükleriydi.Gülme ! kız valla öyleydi. Sağır dilsizler diye ben çok üzülürdüm abimle ablama, böyle o derdini anlatmak için paralandıkça içim erirdi, ama o da rahat durmuyordu ki, aklı başka işliyordu, yoksa kasketinin altında yumurta koyar mı insan?Bu saçının üstüne yumurtaları kasketiyle gizlemiş eve geliyormuş amcam Hüseyin’e yakalanıyor ‘ bemrad ! sen iş yapma, dolaş, onu bunu çal ‘ derken de elini başına vurmasıyla kırılan yumurtalar yüzüne, gözüne akmasın mı? Abimin öyle bir huyu vardı; çalıyordu, doğruya doğru.Çe Talo’da bir yere bir şey koydun mu yok olurdu; delik deşikleri arardı, ne görse alırdı.Yukarıda Allah var. Böyle rahat durmayınca sağır dilsizliğine bakmadan amcalarım akıllansın, bir daha yapmasın korksun diye ‘git, başının çaresine bak ‘ diyerek abimi ev damından kovdular. İşte o gece amcam Hüseyin odasına giderken abimin odasının önünden geçtiğinde Gülten’in ‘ Allahım ! çok şükür bugün ao lal, Ali evde yoktur. Ben rahat yatacağım.’ dediğini duyunca, odasına gitmeden ‘bon’a geldi Gülten’in duyduklarını anlattı ‘ biz böyle bir hatayı niye yaptık, yazık ettik yeğenime ’ üzüntüsündeydi.Nereye gidecek abim, köyün hepsi akraba, amca Begoé İbrahimé Talo’nun evindeydi. Sürekli ‘nerede’ diye sorduğu Gülten’in öldüğü anlatılınca Ali abim çok üzüldü, tam kırk gün traş olmadı, kırk gün…böyle deliler gibi nasıl ağlıyordu.Yazık, Gülten de öyle gitti. Kızım… kızım akıl, altın taca benzer, herkesin başında olmaz, zavallı Gülten’i niye getirdiniz, hayatını mahvettiniz değil mi? Gıle Rukoş ‘abimin başını sen yedin’le babamın öldürülmesinden hep annemi suçladı, ölene kadar bir gün olsun bana güzel bir söz söylemedi.Annesi pirika mı Fidan gibi o da Hind derdi anneme, bana da Hind’in kızı. Yıllar geçti, hepsi öldü ama bana veyvi, waye, çene ma Ceylan yerine ’ Hind’e çene mayayı Yezid’e (Yezidin annesinin kızı) gel hele buraya’ seslenmesi bugün dahi kulağımdadır. 54 ‘ün kışıydı babaanne Fidan öldüğünde, Haziran’da amcam İbrahim annemi çene Küçükağa’yı aldı eğer babaanne ölmeseydi çene Küçükağaya neler, neler diyecekti kim bilir ? kimse bilmez. Hind mi? Hind; Bedir savaşında babası, amcası ve kardeşini kaybedince intikam alıncaya kadar gülmemeye, kocasıyla ilişki kurmamaya yeminli, Uhud savaşında ganimet hırsıyla okçuların mevzileri terk etmesini fırsat bilen mızrak atmasıyla nam salmış köle Vahşi Bin Harbi’nin öldürdüğü Peygamberin amcası Hz. Hamza’nın karnını yardırıp, avuçlarının içine konan ciğerini çiğneyerek yiyen, ilk kocasını aldattığı için evliliği sona eren Utbe’nin kızı, ikinci kocası Ebu Sufyan’la evliliğinden doğan Hz.Ali’yle savaşan Muaviye’nin annesi Yezid’in babaannesidir. Mezre Eliağaya gelin geldikten sonra çe Talo’ya gitmeme mani olduklarından ailemden kimseyi görmezdim, arada, sırada ablam Sara, halamız gıle Rukoş’u görmeye gelirdi, bir de Varto’ya gidilirken yol üstü olduğundan akrabalar uğrardı da o sayede görüşürdüm akrabalarımla. Çıkış, o çıkış, bir daha Kasman’a hiç gitmedim, ne hakim abimin, ne Van’a giden kardeşim Turna’nın, ne sağır dilsiz Hatun’un, ne de Selvi’nin düğünlerine de göndermediler, çol çocuk evlendi gitti yaşlandım o zaman izin çıktı . Bizim orda gönlün var mı, yok mu sorulmadan evlendirilerek baba ocağından atılan biz kızların gönderildikleri koca evlerinden ailesini görmek için dahi bir yerlere gitmesi yasak ‘otur, oturduğun ‘ yerdeydi, belki evine alışsın diye yapıyorlardı, tam bilmiyorum. Başta babaannem Fidan, annem çene Küçükağa, Turna, Selvi, Nazlı, Zerif, amojın Zehra gibi beni de ziyaret etmek için yollamadılar bir yerlere. İzne geldikleri haberini aldığımda Kasman’a ‘hakim abimi…waye mi görmeye gitsem bir’ dediğimde hep ‘a bunları kim yapacak, iş vardır kim yapacak, çocuklar vardır, kim bakacak, nereye gidiyorsun bunları bırakıp ’ bahanesiyle izin vermediler.Kardeşim öldü benim ya; Leyla; cenazesine gidemedim, bırakmadılar son kez ellerini, güzel saçlarını öpeyim. Öyle böyle güzel değildi, bir saçları vardı nasıl bir sarıydı o, bembeyaz bir ten, kara gözler…kirpikleri öyle uzundu burnuna değecek kadar, Leyla’dan önce bir kardeşim daha ölmüş; Turna’dan önce doğmuştu o da çok güzeldi, yemyeşildi gözleri, Zekiye’ydi adı, altı aylıktı öldüğünde.Leyla öyle değildi, kocaman kızdı oynardım onunla. Uzak falan değildi Muskan, Kasman’a.Şimdi arabayla on beş dakika bile sürmez, o zamanda bilemedin bir saat olsun. Ablam Ceylan’ı evlendikten sonra görmedim, kocası bırakmıyor gelsin diyorlardı çe Taloda, insanın aklı almıyor evlendiği kişi halamızın oğlu, o bırakmıyor evine gelsin. O zaman tek ablam Ceylan’ın değil hiçbir kadının kocası bırakmıyordu, kadınlar baba evlerine, ailelerine ziyarete gitsin.Onun kocası Halité Mehemeté Ailé Ailé ‘de öyleydi. Ablamı ilk gördüğümde yirmiüç yaşındaydım.Bir kere evime geldi 1966 deprem sonrası çocuklarını kaybedince üzüntüden felç geçirmiş, kolu tutmuyormuş enişte Halit’de 1972’ de Hacettepe’den Sürahi bey diye amcam Hüseyin’in beni de Varto’da götürdüğü çok meşhur bir doktor vardı, onu tanırmış. Aldı getirdi ablam Ceylan’ı, ilk o zaman gördüm yani, enişte bizde yattı, ablamı da bir hafta hastaneye yatırdılar ondan sonra iki üç gün de bizde kaldı.Gitmeden önce, bir gün bana dedi ki ‘eree bacı, ben kör olaydım ,sen bu kadar çekiyorsun.Kız, keşke sen bırakıp gideydin bu adamı da, aha bu dünya, bütün millet, el alem orospu deseydi sana.Kız bırak kaç git .’ Dedim abla ‘ a bu çocuklar küçüktür, ben nereye bırakıp , kaçıp gideyim? Bir daha da görmedim taa…dalıyorsun uzaklara bir filmin…dizinin…bir romanın, hikayenin en dokunaklı, vurucu sahnesi; hayatının unutulmaz anları listesinde “top one” lığı tahtından edilemeyecek olaylardandı, devrimci dayının evine gittiğinizde annenin, koltukta oturan daha önce hiç görmediğin ve fakat yüzü tanıdık gelen, saçları beyazlamış yaşlı kadına bakarak dayına ‘waye ? kimdir’ – ‘aaa, abla cidden tanımadın mı ?’ – ‘yo..’–’iyi bak’, başını iki yana hayır anlamında salladığını görünce bu kez koltukta oturana dönüp ‘abla ya sen?sen tanıdın mı’– ‘bra valla bende tanımadım waye’yi ‘–‘hayret! kardeş, kardeşi tanımayabiliyormuş.Waye Turna, bu bacı ablan Ceylan’ dediği anda ortalığı birbirine katan figan… feryat.. yerinden kalkıyor teyzen Ceylan, kardeşine doğru hamle yapıyor, sarılıyorlar, gözyaşları birbirine karışıyor, yan yana kanepeye oturuyorlar elleri ellerinde ‘teyzem Ceylan, anneanneme çene Küçükağa’ya ne kadar da benziyormuş ‘diye düşünürken sen. Annenin sadece beş yaşına kadar birlikte yaşadığı,ilk defa yirmiüç yaşında gördüğü, 30 yıl sonra tekrar karşılaştığı, seninse ara sıra adını duyduğun hiç görmediğin hayatına dair; kiminle evli, kaç çocuğu var, isimleri ne; hiçbir şey bilmediğin tek annenin ‘yazık a o ablama, dört çocuğunu bir anda depremde kaybetti, şimdi de eniştem Halit ölmüş’ üzüntüsüne tanıklık ettiğin, yaz tatillerini Kasman’da, Badan’da geçirdiğinizde yalnızca Muskan’da Eliağa mezresin’de oturan ablasına değil akrabalara…komşulara, bir yerlere , gezmeye gitmek istediğinde ‘ hayır ! hayır ! ne lüzum şimdi’yle ağız burun eden, suratı düşen, kapı komşuya çay içmeye dahi göndermeyen ‘orospular…sokak karıları dışarıdan içeri girmez, orası senin, burası benim gezer, dururlar’ düşüncesini atacağı dayakların bahanesi de yapan; kavga dövüş, yalvar yakar izin alıp da bir yerlere, Kasman’a onsuz gittiğinde iki, üç gün sonra ’eğer yarına kadar gelemeyeceksen bir daha da gelme, kal orda’ haberini yollayan babanın, anneni bir yere göndermeme saplantılı akıl almaz tepkilerinin nedeninin idrakinde zorlanırken; en son 1979 yılında gidilen 12 Eylül sonrası PKK’nın güçlenmesi, artık şehirli ama köylü sülale mensubu eski kuşağın ‘nasıl gidelim, Şeyh Said isyanında Hormekliler Milis kuvvetleriyle Cumhuriyetin, sonrasında da hep devletin yanında yer aldılar, savaştılar diye Mala Feroya (Feran’a), Talogillere düşman PKK , ne yaptı görmedin mi? Gıle Rukoş ’un kızı Ayten’in kocası, amcası Mehmet Halit’in oğlu Ali Haydar’a ( Alié Haydaré Mehmeté Halité) pusu kurup, vurdular, göz dağı verdiler Mala Ferana’; yeni kuşağın devrimci gençlerininse ‘Mehmeté Şerifé Alié’nin, Efendi’nin; geçmişini reddederek devletin nimetlerinden faydalanma peşinde; ağır asimilasyona maruz milletlerin, ulusların, mezheplerin, cinsiyetlerin kendilerini, kültürlerini korumak amacıyla mücadelesine kendilerinden olmasına karşın balta vuran kişiler için söylenen ve her dilde var olan “aslını inkar eden bizden değildir “ sıfatını hak ettiğine inanarak “Kürt olduğu halde aslını inkar etti ”yle kökenine, kimliğine ihanetinin delili saydıkları “Biz kökeni Harezmlilere dayanan Hormek aşireti, Zazalar Arap istilasında İran’ı terk edip Anadolu’ya geldiğimizde zaman içinde konuştuğumuz Türkçeyi unuttuk…. Dersimli aşiretler gibi Kürtlerin kökeni de Türk’tür” satırlı T.C.nin resmi söylemini, ideolojisini Türk Tarih Tezini desteklediğinden, devletin 1960 darbe sonrası pek çok kez basımını yapıp Kürdistan’a (Doğu illerine) okutulsun diye yolladığı – ailede her zaman konu edilmesine, tartışılmasına, öldürüldüğünde dört yaşında olan annenin kendini sürekli savunma pozisyonunda hissetmesine, akrabalarıyla ağız dalaşına, kavgasına rağmen yıllarca tek şeye proletarya diktatörlüğüne, devrimi yapmaya odaklanıp, okunacak devrimci literatüre ait onca kitap, roman, klasikler dururken ‘ acaba ne yazmış da dedem bunca gürültü kopuyor sülalede, Kürtler arasında, bir okusam’ ilgini çekmesinin imkansızlığından senin ancak otuzlu yaşlarında okuduğunda; Doğu’daki Aleviliğin tarihini Hormek, Hormeklilerin tarihini de yalnızca Mala Fero(an)ların yaşadıklarına dayandırmasına, Ermeni Tehcirini, Dersim isyanını görmezden gelmesine, geçim kaynağı haline getirilmiş karşılıklı talan, gasp, yağmacılığın neden olduğu aşiret çatışmalarını ortasında, erkeğe, ailesine her türlü hizmeti vermiş, çektiklerine, yaptıklarına dair yaşanmışlıklarından bahsetmediği kadınların adeta yok saymasına, olayları kendi bakış açısıyla değerlendirip aşiretinin sorumlusu olduğu haksızlıkları, nahoş olayları sansürleyip, hakikati kaybettirdiği yazım diliyle, ülkenin yeni resmi tarihine benzer aşireti Hormekin, ailesinin resmi tarihini oluşturmasına eleştirisel yaklaşmadan duramadığın ama dünyanın pek çok ülkesinde Avrupa’da; Fransız İhtilali, sanayi devrimi sonrasında hızlanan, toplumun mihenk taşları etnik kökenden, dinden, mezhepten birinin diğer kökenlerden, dinlerden, mezheplerden üstün görüldüğünden yapısı itibariyle ayrımcılık taşıyacak (küreselleşmeyle önemini yitirmiş) ulus devleti yaratma sürecinde, istisnasız her devletin başvurduğu; gerekli dokümanlara ulaşmalarını da sağladıkları güvendikleri bireylere resmi ideolojisini, ulusunu destekleyici içerikte araştırmalar, kitaplar, romanlar yazdırılması yöntemi benimsendiğinden; devletin, T.C’nin resmi ideolojisine göre şekillendirdiği aile tarihini, hikayesini, otobiyografisini ve düşüncelerini yazmasını; dönemin koşulları göz ardı edilerek, abartılıp, araştırmalara, makalelerle, kitaplara, tezlere konu edilmesini ( bu sayede istemedikleri halde ünlenmesine, namının sürmesine hizmet ettiklerini fark etmemelerineyse… ) karalamak için, hep yapıla geldiğinden şaşırtmayacak mahalle dedikodusu niteliğinde eşine, özel yaşamına dil uzatacak düşmanlaştırmalarını medeni tavır, kültür düzeyi eksikliğine bağlamana neden – kitabı ortadayken’ kızgınlığıyla ihanetçi, olumsuz bir kişilik sunmalarının sonucu, ilgisi olmamasına rağmen düşürüldüğü suçlu psikozunda ‘benim babamdır, babamı aslı mı inkar mı edeceğim? kemikleri kalmadı, toprağa karıştı ama yazdığı kitap sayesinde her zaman adı söyleniyor, bu bile onun ne kadar akıllı, gün görmüş olduğunu gösterir. Adam suç mu işlemiş? Ne yapmış ya kendi düşüncelerini yazmış sen kabul et dememiş ki. Hem zaten sülaledeki gençlerin neredeyse hepsi, amcam oğulları, amca kızları, torunları bile babama, dedelerine “faşist” , “hain”, “devletin adamı” , ”ajan”, “muhbir”, “kadın düşkünü” demiyorlar mı?, her şeyi yaptılar, söylediler daha da bir şey kalmadı, yetmedi yaydıkları dedikodular.Babam öldürüldüğünde çe Talodaki, ev damındaki en büyük çocuğu sağır, dilsiz abim Ali, 21 yaşındaymış , hakim abim, ablam Sara ‘da büyükmüş ama diğerleri, ben dahil benden sonra doğan amca çocukları sanki babamı tanımışlar, birlikte yaşamışlar gibi olmamış şeyleri anlatıp durdular, yazdılar da. Hele o hiç içimden gelemiyor ki ismini söyleyeyim, ağzıma bile almak istemediğim o yok mu o? hani babamla aynı soyadını taşımamak için soyadını değiştiren, Almanya’ya sığınıp bey, paşa gibi yaşayıp amcasına iftira atan öz yeğeni yok mu? Mala mı, eğer babam hainse, faşistse öldürüldüğünde daha doğmamıştın, sen niye kendini babamın yazdıklarından sorumlu tutuyorsun.Sana ne? sen niye üstüne alıyorsun.Hainse o hain, sana ne amcandan.Haydi kabul edelim haindi babam ona ne babamdan.Hormekli olmaktan, babamdan, amcamdan, kendi babasından utanıyormuş da soyadını değiştirmiş.Peki soyadının tamamını sil gitsin niye tek harfi değiştirdin Fırat yerine Ferat .Gülerler adama, soyunu reddettin güzel, alkışlayalım da peki mirası niye reddetmedin de babamın, amcanın devletten (T.C’den) aldığı arsalardan payını istedin, aldın, üstüne de tapu ettin.Madem nefret ediyordun amcandan kendin bir şeyler yapsaydın adın duyulsaydı (kendine ait farklı özgün bir faaliyetinle gündem olsaydın demek istiyor) niye babamın adını, yazdığı kitabı kullanıp onun hakkında yazı yazarak isim yaptın? Diyorlar ki Kürt bir gazetede neler… neler yazmış yok babam çizmeleriyle insanları tekmeliyor, dövüyormuş, zorbaymış, falan, filan.’ Annenin sözünü ettiği 1986 yılı 22 Ekim ve 10 Kasım tarihli Kürdistan Press gazetesinde ‘Bir Hain: Mehmet Şerif Fırat ve İhanetinin Ortaya Çıkardığı Bir Kitap: Doğu İlleri ve Varto Tarihi’ başlığıyla yayımlanan iki makalesinde “Mehmet Şerif Fırat, TC binbaşılarına tokat atan, kırbaçlı, çizmeli, şortlu, zorba bir bey olarak tanınır. Bölge valisinin kapısını çizmesinin ökçesi ile açan ‘yiğit bir Alevi reisi olarak lanse edilir…. Nihayet , Kürdistan’ daki tüm uşaklarını istediği türde hareket ettiren Kemalistler, Mehmet Şerif Fırat ve benzeri Alevi liderine Şeyh Said hareketini kundaklama görevi verirler. Daha sonra Dersim Ulusal direnmesinde de Şerif Fırat, Fero aşiretinin diğer liderleri ( bu arada amcası dışındaki diğer liderlerin adını açıklamasının nedenini çözebilene bravo) “Kimine göre Mehmet Şerif Fırat’ın “zamanın korucu başı”sı olmasının altında menfaat yatar. Cibran, Çarekan, Lolan aşiretlerinin, Osmanlı’nın son döneminde bölgedeki pekçok devlet kadrosunu elinde bulundurmaları, Xormekan liderine bir fırsat sunmuş olabilir. Yani, başlayan Şeyh Said Kürt Kıyamı’na devletin katliâmla cevap vereceği, yeni kurulan Kemalist rejimin Kürtlük’e dair her şeyi yok etmek istediğini biliyor olmalıydı. Ve bunu fırsata çevirdi.. İsyana karşı bir korucu birliği oluşturuyor. Köy köy dolaşıyor, kafasına estiği genci yanına alıyor, karşı çıkana dayak attırıyor. Kısa sürede yüzlerce kişilik tepeden tırnağa silahlı bir çete kuruyor ve isyancılara karşı savaşıyor. Kendisine katılmayan mesela Keçan, Xirbaqûv, Reqasan köylerinden Lolan aşiretine mensup köylüleri falakaya yatırıyor.Bu adam bir de eski defterleri karıştırıyor. Çok önceleri kim Xormekan aşiretine bir fiske vurmuşsa ya da bir laf etmişse öldürüyor, tutuklatıyor. Yöredeki yaşlılar neler anlatmazlar ki? Bunların ne kadarı abartma bilemem. Sünnî Cibran, Batkiyan (Baz), Ezdînan, Moxilan ve öteden beri rakip gördüğü Alevî Lolan aşireti esnaflarına haraç kesiyor…” satırlarıyla “Dayakla Okutulan Kitabın Yazarı: Mehmet Şerif Fırat” başlıklı makalesinde “……….1925’te Hormek aşiretinde, Alié Haydaré Zeynelé Muş’ta valinin sekreteri, Mehmetê Halidê Aliê Varto’da nüfus dairesinde memur, Selimê Ağaê’nın oğlu Haydar ise Varto’da gardiyandır artık. Mehmetê Şerifê Aliê’yı Kaniya Reş (Karlıova)’e mal müdürü olarak atarlar. Artık o Varto’dan Elazığ’a, Erzurum’a, Çiyayê Kurtik’tan Çiyayê Şerafeddîn’e kadar tek hâkimdir. Astığı astık, kestiği kestiktir. Bu öyle Sedat Bucak’ın operasyonlara korucularını göndermesi gibi değildir. Bu adam mahkeme kuruyor, isyancıları takip ediyor, askerî birliklere kılavuzluk ediyor, esir alınan isyancılara işkence ediyor, tarih dersi veriyor, Türkçe öğretiyor millete vs.”le Cumhuriyetin ilk yıllarınca devletle içli dışlı Hormeklileri açıklamaktan çekinmeyen Darius Winzer’in objektifliğine karşın yerin dibine koyarak bir tek onun ismini ifşalayıp diğer Hormeklileri koruyup “ TC’nin sadık ulemaları olarak görevlerini başarı ile sürdürürler ’ ifadeleriyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin bölgedeki mutemet uşağı, sadık bir kölesi’, yazdığı kitabı da ‘Kürdistan ’ın sömürgeleştirme tarihinin bir parçası nitelendiren, yazdığı
“Hormek Oymağı;
Asiyadan kopan Türkmen selinden,
Ayrılıp gelmişti Harzem ilinden,
Ezber destanları Uygur dilinden,
Büyük babam Ata Hormek oymağı
Erzincana hemen otağın saldı,
Bir anda Fırat’ın bağrına daldı,
Balık, savşek, büyük köyü o aldı,
Mehmed pehlivanı, Hormeki çağı
Sülbüs dağlarına kurdu çadırı,
Horasana doğru döndü hatırı,
Dönerken Vartoda kaldı beygiri,
Üstükran oldu en son durağı
Üstükran yaylası, o Bingöl dağı,
Uzun Hasan hanın çadır kurağı,
Burda tüttü Kara Yakup ocağı,
Önünden karadı Murat ırmağı’
şiirde görüleceği üzere ulus devletinin asli unsur gördüğü Türk Milleti olduğuna inandığı aşiretini yüceleştiren amcası Mehmetê Şerifê Aliê ‘ye muhaliflerin bile elinin varmadığı tanımlamaları, söylentileri ilk kullanan amcasının oğlu Selimê Hüseyiné Aliê’nin yazdıklarını, söylediklerini asla hazmetmeyecek annenin ‘Kasman’da tek bir köylüden babamın bunları yaptığını duymadım zaten kaç hane vardı köyde, böyle zorbalıkları gizlemek kolay mı? Eğer dediği gibi, öyleyse hadi diyelim, Kasmanlılar biz çocuklarına anlatmadılar.Eee anam, babam; evlere Türk bayrağı astırdığını, bir kadının dilini Türkçe konuşmadığı için kestiğini, milleti çizmesiyle tekmelediğini illaki gören birileri bu olayları söylemiş anlatmıştır değil mi?Eninde sonunda biz çocukları da duyardık’ serzenişine, bu coğrafyada zorbalık yapan kimse, gizli kalmayıp resmi olmasa da illaki sözlü tarihle gelecek kuşaklara aktarıldığından o kadar yıl yaz tatilinde dewa ma Kasman’a, Badan’a ailece gidildiğinde bir tek insanın ağzından duymayınca ‘bir Allahın kulu da mı görmemiş dedemin yaptıklarını ayrıca bunca haksızlığı yaptığından her an kendisinden intikam alınacağını öngörecek yetkinlikte olmasına rağmen Kasman’da korumasız halde yaşamaya devam edecek kadar aklını mı kaybetti’ ikircimliğini yaşayıp, dedene atfedilen zorbalık ve faaliyetleri kabullenmen için kanıt arama ihtiyacını kenara iteleyen annenin sesi, yeniden odayı kaplıyor ‘annem çene Küçükağa da anlatırdı, babamlar Şeyh Said isyanında Cumhuriyetin, Atatürk’ün yanında saf tutmuşlar. Hormek Milis Kuvvetini kurup savaşmışlar sonra Hormeklilerden kim var, kim yoksa a o 1930 lu yıllarda hastalıktan öldüğünde karısı Behıj’ın Kortegül’de Hesené Faki’yle evleneceği babanın dedesi Memilé İbrahimé Talo, Alié Haydaré Selimê, Romiê Selimê, Veliê Agaê’, Mehmeté Halité Alié, hepsine sürgün kararı çıkmış. Oğulları, torunları gibi şefkati, merhameti olmayan, cimri mi cimri, paracı, kindar ve de zulümkar büyük büyük deden Memilé İbrahimé Talo sürgün günü de yapacağını yapmış, oyyyy çok vicdansızmış; dewa ma Badan’a asker gelmiş sürgün kararını bildirecek, Badan ‘da sevmediği Şıdogiller aşiretindeki adamlar Türkçe bilmiyorlar, korkuyorlar sürgün edileceklerden, köyün ileri geleni olduğundan yanına gittikleri Memilé İbrahimé Talo’ya ‘ağa, kurban olalım sana, askere de ki bu Şıdogiller fakirdir, fukaradır, hiçbir şeyle ilgileri yoktur’– ‘siz merak etmeyin’ .Asker geliyor ki çe Memilin kapı önünde kalabalık toplanmış ‘Memilé İbrahimé Talo kimdir?’ bu öne çıkıyor başlarındaki çavuş daha bir şey demeden hemen ‘ bu gördükleriniz de Şıdogil aşiretindendir. Beyim, bunlar oniki jandarma, bir başçavuş vurmuşlardı’ diyerek o dakka adamların fermanını çıkartıyor.’– ‘ Allah, Allah büyük büyük dede Memilé İbrahimé Talo bayağı Türkçe konuşuyormuş, o zaman babam niye dedem Resulé Memilé için ’ ben hayret ederim insan Türkçe öğrenmez mi?Zazaca bilirdi, Türkçe bilmezdi’ diye hayıflanıyordu? ‘–‘ kızım, ahret sorusu bu, ben ne bileyim?Ama amca Resul tembel adammış, okula alakası yokmuş.Pek oraya buraya gitmez, Hükümetle de işi olmazmış, belki ondan öğrenmemiştir. Bende hep düşündüm babam devletin adamıydı maden niye sürgün edilmiş?’ Annen gibi dedenin de içine dert olmuştu İnönü’nün “ülke içerisinde Osmanlı’dan beri var olan aşiret ve aşiretçilik Cumhuriyet İdaresine yakışmamaktadır. Bu idare tarzını yıkarak Vilayet-i Şarkiye’de gerekli olacak ıslahatların yapılması, halkın devlete olan güveninin artırılması, diğer taraftan ülkenin muhtelif yerlerinde çıkan isyanların önlenmesi için bu kanuna ihtiyaç duyulmaktadır.” konuşmasıyla 10 Haziran 1927 tarihinde yasallaşmış “ ekonomik durumu olmayanların tüm masrafları hükümet tarafından karşılanacaktır” maddeli 1097 sayılı “Bazı Eşhasın Şark Mıntıkasından Garp Vilayetlerine Nakline Dair Kanun”la sadece isyana katılanlar değil, huzursuzluk çıkaran aşiret mensuplarından 500 kadar ağa ve şeyhin içine kendisinin de katılarak Batı ilerine sürgünü. Ancak aynı yıl sonuna doğru Batı illerine naklolunanlardan Şeyh Sait ve devamındaki isyanlarla ilgisi olmayan, naklolundukları mıntıkalarda olumsuz durumları görülmeyenler için 1097 nolu yasanın uygulanmasını erteleten “Bazı Şahısın Doğu Mıntıkı’ndan Batı Vilayetlerine Nakilleri Hakkındaki Kanun (1097 Nolu Kanun) Hükmünün Refine (Ertelenmesine) Dair 1178 sayılı yasa ile nakledilenlerin eski yerlerine dönüşüne izin verildiğinden Hormek aşireti sürgünleri de Gımgım’a geri dönmüşlerdi. Çene Küçükağa ‘ baban Varto kaymakamı Ali Desto hileyle bizi sürgün listesine yazdırdı.’ diyordu.Haydi o yazdırdı listeye fakat Şeyh Sait isyanının bastırılmasındaki faydamızdan dolayı Hormeklilere; 4.1341 (1925) tarihinde Hormek Milis kuvvetleri kumandanı Şerif Efendiye– Varto hitaplı teşekkür telgrafı çekmiş 12. Fıkra Kumandanı Mirliva Osman Nuri Paşaların, Hınıs Müfreze Kumandanı Kaymakam Osman’ın ‘Hormeklilerin mücadelemize verdiği destek olmasaydı Cumhuriyet idaresinin Şarkta tesisi zorlaşırdı’ diyerek sürgün kararına karşı çıkmamalarının üzüntüsünü “ …Bu milli Mukaddes vazifeden sonra muhitte emin ve parlak bir mevkii elde etmiştim. Varto Hükümeti, Muş Vilayeti ve Fırka komutanı yanında sözüm geçer ve kendi kabile ve akrabalarım yanında sevilir ve sayılırdım. …Bu sırada Varto Kaymakamı Vekili Muş’un Artit Köyü’nden Desto oğlu Ali Efendi idi. … Biz Selikan’da 34 alay komutanı emrinde iken Ali efendinin kayınbiraderi olan Cibranlı Yzb… beyin oğlu milislerimiz tarafından katledilmiş… Bu sırada hükümet şarkta kalan bütün ağa ve beylerin garbe nakilleri için lahiya hazırladığı ve bütün vilayet ve kazalardan mütegallibeleri soruyordu… Ali efendi bu fırsatı kaçırmamış, bizi de hükümete muhalif ve mütegallibe göstermiş, nahiyeden benimle beraber birkaç akrabam ve sevdiklerimin adlarını dahiliye vekaletine göndermişti. Bize çok ağır gelen şey, mevcudiyetimizi uğruna feda ettiğimiz bir idarenin sürgünü olmaktı. O idare ve hükümet ki, biz onun yardımı ve ülküsü uğrunda hayatımızı hiçe sayarak her türlü tehlikeyi göze alarak, mağduriyetlere katlanarak doğunun en yüce dağlarında dalgalanan şanlı bayrağımızı beklemiştik. Bu kadar haksız bir durum karşısında bile Cumhuriyet idaresine karşı içimiz soğumadı ve milli hükümete darılmadı. Bize yapılan haksızlıktan büyüklerimizin habersiz olduklarını ….bilirdik.” yazarak ifade ettiğini hatıra defterinin belli kısımlarından çektiği fotokopileri gönderen hakim dayın sayesinde öğrenmiştin. Ulaşılacak ne bir bilgi, ne de o anı yaşayan kişi kalmadığından gerçekte ne yaşandığının neden sürgün listesine alındığının kararını vermek zorlaştığından aklın süzgecine bırakılan olaylar vardır ya işte onlardan biridir Hormeklilerin sürülmesi.Bir rivayete göre de Hamidiye Alayları gibi çete işlevi gören Hormek Milis kuvvetleri isyan sonrası dağıtılmış, Varto kaymakamı olma isteği kabul edilmediğinden; Hormekliler ve civardan topladığı silahlı adamlarıyla evini bastığı kaymakam Ali Desto’nun adamlarıyla çıkan çatışmada, kaymakamın kayınbiraderi ve Hormek aşiretinden 2 ya da 6 kişi ölmüş, bir süre firari gezdikten sonra teslim olan Efendi Mehmetê Şerifê Aliê de sürgün listesine dahil edilmişti. Görünenin, anlatılanların dışında Şark Vilayetleri Umumi Müfettişi’nin çizmelerine elindeki siyah kırbacı vura vura Milli Hükümetin Dahiliye Nazırına ‘Ali kıran, baş kesen gibi davranmaktadır. Doğu İllerinin Çerkez Ethemi mi, Cibranlı Halit’i mi sanır kendini? Devlet karşısında artık herkes hududunu, haddini bilecek. Bulunduğu yere nasıl geldiğini unutmayacak. “Ali kıran baş kesenliğin” devletin, bizim istediğimiz kadarlık olacağını… bizim istediğimiz yere kadar gideceğini öğretmek lazımdır ki yarın bir gün kerametin kendinden menkullüğüne inanıp bizi dinlememezlik etmesin.Boş bırakmaya gelmeyecek ne yapacağı belli olmayan gözü pekliği böylelerini zaptü rapt altına almayı zorlaştırıyor. Beklemediği anda, beklemediği yerde vuracaksın ki korksun “Şark Mıntıkasından Garp Vilayetlerine Nakline Dair Kanuna” dahil edilsin hem o, hem de Hormekan ileri gelenleri. Yeni bir Hamidiye Alayı tecrübesine gerek yoktur. Gayemiz Avrupai devletlerde görüldüğü üzere tek ve düzenli ordudur. Nakil, sürgün verilecek en iyi derstir Mehmet Şerif’e ‘ dediği de rivayetlerden biriydi.
Annenin, teyzelerinin anlattığı ülkenin tarihiyle iç içe geçmiş yaşanmışlıklar, söylentiler, aile içi çekişmelerden ziyade seni kilitleyen Türk, Kürt, Alevi, Sünni, Ermeni, Rum kadınların hepsinin, küçük yaşta evlendirilmeleriydi. Nitekim annen gibi anneannen çene Küçükağa da 13 yaşındayken; 1894 doğumlu ise 33, 1899 doğumlu ise 28 yaşında olan deden Mehmetê Şerifê Aliê’ ile 1927 yılında evlendirilmişti. Onun içinde cevabını hep merak ettiğinden niye aklına gelmedi, neden sormadın hayatayken diye yüz bin kez kendine kızdığın, pişmanlık duyduğun anneannene soramadığın sorulardan olan ’çocukken evlendirilmenin zorluğunu, korkusunu, acısını yaşayan, bilen biri olarak gönlün nasıl el verdi biri sağır dilsiz dört kızının çocuk yaşta; on, on bir yaşlarında evlendirmelerine?’ Sormadın ama baban onun yanında anneni dövmeye yeltendiğinde ‘annemi niye bununla, bu deliyle evlendirdin’ çıkışına gülmesini çocuk yaşında bir yere sığdıramamıştın, yaşadıklarını bilmediğinden belki de. Proletarya diktatörlüğünü getirecek devrimi yapamayınca otuzlu yaşlardan sonra kitabını;
“AKLIMI SATTIM
Aklı sattım müşteri bir dilbere.
Gitti fikrim ben bugün divaneyim.
Bu seherde uğradım bir esmere.
Gitti fikrim ben bugün divaneyim.
Çok acayip müşteridir ol nigâr.
Defterinde deli kimseler yazar.
Fettan gözle ile ettik bir Pazar.
Gitti fikrim ben bugün divaneyim.
Boyu Selvi gözleri ceylân misâl.
Bir kadeh sundu şerabi lâ-yezâl.
Eyledi beyhuş beni şiirin cemâl.
Gitti fikrim ben bugün divaneyim.
Dolusuna kandı geldi canımız.
Dilberin oldu cemâli şanımız.
Kaynadı gitti o yara kanımız.
Gitti fikrim ben bugün divaneyim.
Aklı sattım ona, ben oldum deli.
Emrine fermanına dedik beli.
Eteğini tutmuş Fıratın eli.
Gitti fikrim ben bugün divaneyim.
tarzı şiirlerini okudukça espri olsun diye çene Mehmetê Şerifê Aliê diye seslendiğin ‘ anne ! sen, emin misin dedemin başka kadınlarla ilişki kurmadığına, başka kadınları sevmediğine ? Şiirlerine bakınca, bahsettiği kadınların anneannemle alakasının olmadığını görüyorum. Mesela “Aklımı Sattım” bu şiirde bahsettiği, divane olduğu kadın selvi boylu. Anneannemin boyu şuncacıktı, kısaydı.Şiiirlerini okuduktan sonra dedemin, anneannem dışında pek çok kadına gönül verdiğine inanıp, hayatından bir tek anneannemin geçtiğine inanmıyorum.Pek de çapkın geldi bana, aşık olmayan, sevmeyen biri böyle şiirler yazamaz.Hem o yıllarda hangi erkek 28 yaşına kadar hiçbir kadına el sürmeden durmuş ki?’ dediğinde ’ hele bak ! ne diyorsun kızım sen ! İnsan dedesi hakkında böyle konuşur mu? Yazıklar olsun, benim babam annem dışında kimseyi sevmemiş’ zılgıtını yiyeceğin annenle kavganın sebebi; cidden anneannem dışında kimseye yan gözle bakmayan yoksa tersine çapkınlıkta sınır tanımayan biri miydi? Çocuklarına, eşine nasıl davranmıştı, hangi çocuğuna, kime benziyordu? Neyi yemeyi severdi, neden hoşlanırdı? kitabının önsözünde yazdığı “bu kitabı yazmağa beni zorlayan biricik ülkü, gerçekte asıl Türk kanını taşıyan ve Türk oğlu Türk olan Varto halkıyla, doğu illerimizin çeşitli bölgelerinde oturan Türk ve Türkmen boylarına mensup halkın ve bu çiftçi köylümüzün halen Kormanci ve Zaza dil hamurlariyle konuşmaları derdi olmuştur. Bu halkın hepsi de bugün Türk soyundan olduklarını bildikleri halde Acem, Arap, Ermeni, Keldani kelimeleriyle dolmuş ve bu suretle anlaşılamaz bir hale gelmiş, aslında Türkçe olan bu karışık ve manasız dilleri bir türlü söküp atamamışlardır. Ben bu eserimle, bu yurttaş ve kandaşlarımın fikirlerini daha fazla aydınlatacak ve onlara gerçek soy ve dilleri hakkında geniş bilgiler sunmağa çalışacağım. Her bir karış toprağı Türk ecdadımızın kanlarıyla sulanan ve her bir dağında, ovasında, bel ve geçidinde binlerce Türk şehidi yatan ve her yanı bu şehitlerin adlarıyla anılan, aslanlar yatağı doğu illerimizin, dünyanın kuruluşundan beri Türk özyurdu olduğunu tarihi kaynaklara ve gerçekliğe dayanarak ispat etmiş bulunmaktayım” gibi miydi gerçek ? Etrafındakilerin Türkçe dışında bir dille konuşmalarını istememesin de iteleyici güç, ulus yaratma sürecinde devletin oluşturmaya çalıştığı tek millet Türkleştirme planı mıydı? Kasman’da, bir dağ köyünde otururken bir kitap yazma fikri birilerinin kulağına fısıldaması ya da ısmarlamasıyla mı aklına düşmüştü? o hengamede, çe Talodaki o kalabalıkta ne zaman, nerede vakit bulup da yazabilmişti kitabı? Hayatından bir tek anneannenin olduğuna inanmış annenin dediği gibi merhametli, hakkında yazılar döşeyenlerin dediği gibi “amatör tarihçi, küfürbaz zorba, dalkavuk mıydı?” sorgulamalarına maruz bıraktığın deden Mehmetê Şerifê Aliê’ nin hayatına dair merakın yok, yok ne yazarlarsa yazsın, ne söylerlerse de söylesinler ‘o benim dedem’ durağına varmadan yanında kardeşi İbrahim ve adını kimsenin hatırlamadığı bir akrabayla kalın beyaz bir perde önünde beyaz gömleği, çiçekli kravatı, cebine gri renkli dolma kalemini koyduğu çizgili ceketi, parmağında yüzük, ellerini birbirine kavuşturarak poz verdiği sarı pirinç çerçeve içinde yarısı sararmış fotoğraftaki siyah beyaz kırçıllı saçlarına, bal rengi gözlerine, bakışlarına, yüzüne uzun uzadıya bakıp; burnunu hakim dayına, yüz şeklini annene, dolgun, iri cüssesini kıza kardeşi Sara’nın çocuklarına, yeğenlerine benzeten ‘bu fotoğrafı çektirirken acaba bir gün, Ankara’da bir odada hiç tanımadığın şiirlerini, kitapların okuyarak, söylenenleri dinleyerek dedesini tanımaya, anlamaya çabalayan, her gün yeni, farklı bir yönünle karşılaştığından karmaşık düşüncelerde boğuşan torununun ‘ belki sen kindar, intikam peşinde, devletin muhbiri olabilirsin ama “herkesin namusuna yan gözle bakıyormuş. Değirmen sırasında dövülmüş gençken, gidip Ziring köyündeki bir Çeçen’e işkenceyle pişqul (koyun pisliği) yedirtiyor, karısına tecavüz ediyor. Yani intikam alıyor. Kendi aşiretini Türkçülük’le bıktırmış. Köyüne Türk bayrağı asmış, Türkçe bilmeyen Xormekanlılar’a sopa attırıyormuş. Örneğin 1933’te Xormekanlılar’ın bir adamı Bêrtî aşiretinden biri tarafından öldürülmüş. Bundan dolayı Bêrtî aşiretinden Hecî Zûlfî, Yusufê Hecî Alî ve Yusufê Hecî Muhammed’i tutuklatıp Muş Cezaevi’ne koydurtuyor, hem de “vatana ihanet” suçlamasıyla. Bêrtîler’e yayla yasağı koydurtuyor. Aynı yıllarda komandolar köyleri basıp silah topluyorlar. O zaman Abdullahê Musa isimli bir Xormekanlı varmış, Pîrcan köyünde yaşarmış. Bu adam Mehmet Şerif ’in zûlmüne isyan ediyor. Mehmet Şerif, bu adamı atın kuyruğuna bağlayıp karda dolaştırmış. Çok iğrenç şeyler daha anlatılır bu konuda. Yine Türkçe öğretmenliği yaparken, bir türlü Türkçe öğrenemeyen bir kadının dilini bıçakla kestiği söylenir. Askerler binlerce insanı öldürüyor. Cesetleri kurtlar kuşlar yiyor. Hayatta kalanlar dağlarda, kovuklarda gizlenerek, ot yiyerek ayakta kalmaya çalışıyor” paragraflı Darius Winzer, Christopher De Bellaique, Ruşen Aslan ve diğerlerinin ima etmeye çalıştıkları gibi asla ırz düşmanı, öyle bir olayın vuku bulmadığının kesinliğinde adını, sanını belirtilmedikleri bir kadının dilini Türkçe öğrenmedi diye kesecek vahşilikte biri değilsin çünkü insanın bir tek bakışları gizleyemez merhametsizliğini, gaddarlığını’ iç sesiyle rahatlayacağı aklına gelmiş, böyle bir şeyi hiç düşünmüş müdür acaba? gibi olmayacak, yaşanmayacak duygu selinde geçmişin ardına takıldığından hakkında araştırma yaptığın dedenin; önemli özelliklerinden birinin tanıdığı kişiler, sevdiği mekanlar, memleketi ilgilendiren “9/Şubat/1948 günü Bulgaristan Solopoz şehrinde şehit düşen tayyareci üstçavuş Kemal Menderese’e” gibi kendince önemli gördüğü olaylar hakkında şiir yazmak olan , iyi bir gazete takipçisi de olduğuydu ki, 14 Kasım 1947’de yayın hayatına son veren Son Telgraf gazetesinde ‘bak şu adam II. Abdülhamit’in hafiyesiydi tutuklayın, şu Paşa ittihatçılara çok çektirmişti unutmayın ! şu adam Hürriyet düşmanıydı bunu da içeri alın ‘ tarzında haberleriyle, Etem İzzet Benice ile mebusu da olduğu İttihat ve Terakki Fırkası’na bir nevi üst akıllılık yapan sonrasında Kuvayı Milliye’yi destekleyen, bir ara muhalif konuma düşen, baş yazar Hüseyin Cahid Yalçın’ın “Tehlike Var”, 9 Kasım 1947 Kudret gazetesinde Prof.Dr.Fuat Köprülünün “Bir çılgınlık mı yoksa bir tahrik mi?” , Vatan gazetesinde Ahmet Emin Yalman’ın da “ Her şeyden evvel memleket “ makalelerine konu ettikleri, Meclise gündemine de taşınan 6 Kasım 1947 tarihinde Tanin’de manşetten “İrtica Yılanı Uyanıyor, Varto’ dan aldığımız bir mektupla duyurulan “Şafi ve Nakşi aşiretlerin bölgelerindeki hocalar, şimdiden takkelerle geziyor ve hususi höcrelerde vatan çocuklarını Arapça okutup Cumhuriyet aleyhine zehirliyorlarmış ; Maslup Şeyh Said’in oğluna yapılan istikbal…. Celal Bayar, Erzurum’a gelirken , İsmet İnönü’den bin kat daha bir sevgi ve tezahüratla karşılandı. Acaba o, İnönü’den fazla mı bu yurda hizmet görmüştür. Hayır, Hayır …Bayar onların mülevves elleri üzerinde dakikalarca havada muallâk durdu. Atatürk öleceğine hepimiz ölseydik , daha iyi değil miydi’ düşüncelerini öğrendiğin gücü, zenginliği getiren Türkiye Cumhuriyetindeki geleneksel devlet yönetme biçiminde bireyler; düşüncelerini, tavırlarını beğenmedikleri, hoşlaşmadıkları kendileri gibi olmayanları, düşünmeyenleri, savundukları partiyi, lideri, mevcut düzeni desteklemeyenleri, muhalifleri her zamanın, dönemin geçerli akçesi “hain, anarşist, şeriatçı, terörist, irticacı, bölücü, “komünist”le düşmanlaştırır, hep yaptıklarını yapıp çıkarları için kullanmaktan asla vazgeçmedikleri “kurtarıcı bekleyen bir millet, millet olamamıştır” söylevli Ulu Önderinin arkasına sığınarak; varlığını, iradesini, aklını hiçleten, yapabileceklerinin, etkinliğinin farkında olmasını istemedikleri ümmetçi hale dönüştürdükleri halka, kitlelere durmadan; hiç bir şey başaramayıp doğru düşünemediklerinden her daim her dediğini sorgulamadan kabullenecekleri bir lider beklemelerini empozeleyip, vurgulayarak “olmasaydı olmazdık”, “ o olmasaydı kim kurtaracaktı vatanı , bizi düşmandan” hipnoz işlevli cümleler, şiirler tekrarlatıp ‘ya ben ya da benden başkasına yar olmazsın’ algılayışıyla farklı bir boyuta taşıdıkları biat kültürünü yaygınlaştırdıklarından; bilimi, özgür bireyi kutsallaştıran ağızlardan bile hemen hemen her gün işitilen – işin tuhafı, memleketi yöneten, kendilerini toplumun “zinde” gücü görenlerin iştirak etmediği; 4 yaşında çocuk sloganıyken 7’den 77’ye herkese söylettirildiğinden, tebaalığından vazgeçmeyen çoğunluğa bakıp filmi kopardığınız o noktada; akılcılık, bilimsellik, analitik düşünce seviyesi bu haldeyse demek ki boşuna yormamak lazım çeneyi dedirten – “ Atam, Atam sen kalk ben yatam “, “keşke Atatürk ölmeseydi de tek ben, herkes ölseydi onun yerine” önermeli psikoloji, sosyoloji bilimi açısından sağlıksız, hastalıklı, takıntılı ruh halinde “ biz niye böyleyiz, neden Türkiyeli olamadık da paramparçayız. Medeni ülkelerdeki gibi ortak bir hayatı sürdürmemizi sağlayacak, bizi bütün yapacak kavramları, tavırları niye üretemiyoruz’ irdelemektense, 10’uncu Yıl Marşı’nı cep telefonlarına zil sesi yükleyen, Atatürk’ün sesini duyduğunda, fotoğraflarını gördüğünde ağlayıp ‘ teknolojik ve bilimsel gelişmeler her çağın bir öncekinden daha iyi olmasını değişimi, gelişimi getirmiştir. Liderler ancak stratejileri, akıllarıyla bu gelişimi, değişimi ya hızlandırır, ya yavaşlatır. Atatürk olmasaydı bir başkasının öncülüğünde gelişirdi olaylar’ yorumunu yapanları da Cumhuriyet’i yıkmaya kararlı kesimden olduklarına inanacaklarından itibar etmeyecek duygusallıkta; panik ataklı, kavgacı dünyalarında ya göklere çıkartacakları ya da yerin dibine gömecekleri insanlarla kısırdöngülü biçimde yaşayıp gidenlerden hiçbir farkı olmayan; deden de yaşıyor olsa ve “Varto Mektubu”nu bugün AKP iktidarında yayımlasaydı muhtemelen sosyal medya da TT olacak, onlarca telefon, mesajla onurlandırılacak, cesareti övülecekti; ”ilaaah, şiiiirk, put ur hands up yeeee”le ortalığı velveleye vermenin alemi de yok bu Ortadoğulu milletlerin baş karakteristiği kişiyi, lideri, tam olarak öyle olmasa da putlaştırma, ilahlaştırma sadece Atatürk’e, İnönü’ye, Bayar’a, Menderes’e, Demirel, Ecevit, Erdoğan’a özgü değildi ki Atatürk’e gelene kadar onca Padişahlar II. Abdulhamitler, Enver , Cemal Paşalar …, …, ev, iş, araba, koca, sınav kazandırması beklenen türbeler, şeyhler, hocalar ne ilahlar, ilahlaştırmalar geldi geçti bu ülkede; üstüne pandemi de hatırlatma dozu Turkovac aşısından vurdurdunuz da ne oldu, ne değişti memlekette eyyy kurucu kadroların çocukları, torunları; devleti yönetenler? Bilimde, teknik de, kültür de dağları, uzayı, Marsı mı aştırttınız ? Bu ülkede doğuştan beri daha güzel bir yaşamın aracıyken, amacı yapılanı siyasetin konuşulduğu ailelerde yetiştirilen bireylerin teknik ve bilim uğraşan, hobileri olan, sanattan zevk alan,İspanya’daki gibi meydanlarda geleneksel domates , Newyork’dakil gibi yastık savaşları yapan coşkuda ebeveynlere sahipsizliğimize mi neye yansak bilemedim. Onun için kızsanız da, bağırıp çağırsanız, mantıklı olduğuna yüzde yüz ınandığınızı ‘Fransızca konuşan, kitap okuyan Atatürk’le medreseden yetişme Şeyh Said’i nasıl aynı kefeye koyuyorlar, cehalet işte’yle ifade etseniz de Türk milliyetçisinin, sekülerinin, Kemalistinin gözünde Atatürk, İnönü, Türkeş neyse Kürt milliyetçisinin, sekülerinin gözünde Şeyh Said, Cibranlı Halit bey, Seyid Rıza, Abdullah Öcalan da O’dur. Devlete, lidere, otoriteye, resmi düşünceye, partiye, örgüte, cemaate biat ettiklerinden dolayı Atatürkçü, Demirelci, Ecevitçi, Tayyipçi, Kılıçdaroğlucu, Öcalancı onlarca şucu, bucu, laikçi, İslamcı, solcu, sağcı bütün kesimlerin, hepsinin ve dedenin kavrayamadığı halkın devletine değil, devletinin varlığını borçlu olduğu halkına adil, eşit, ayrımsız hizmet etme zorundalığıydı,. Tam da; dünyadaki gelişmeler tek parti diktatörlüğüne izin vermediğinden mecburen geçilen çok partili dönemde 21 Temmuz 1946’da yapılan ilk seçimle Mecliste temsil edilen DP’nin yükselişe geçtiği, müesses nizamın kendini tehlike de hissettiği bir anda; adı sanı bilinmeyen bir dağ köyünde yaşayan dedenin yazdığı siyasi içerikli Varto Mektubunun, ulusal bir gazetede yayınlanması, yalnızca o dönemde değil bugünde mevcut iktidarla içtikleri suyun ayrı gitmediği ilişkileri olmasaydı mümkün değildi gerçeğini ‘Hormekliler akıllı insanlardı az biraz okuma yazma bilsinler yeterdi hemen ellerine kağıt kalem alır yazar, çizerlerdi’yle saf dışı edecek aile içi böbürlenmeyi bir kenara kaydedip saklayarak, annene kulak vermeye devam ediyorsun ‘benim gibi babasını küçük yaşta kaybetmiş, yetim büyümüş annem çene Küçükağa bir keresinde evlendiğim güne kadar babanı Mehmetê Şerifê Aliê hiç görmemiştim, tanımıyordum demişti bana. Babam Küçükağaê Aliê ‘yi de ev damında anlatılan hikayelerden biliyordum.Bir gün civardaki ağlardan biri geliyor, misafirliğe. Küçükağaê Aliê yediriyor, içiriyor.Bir tane de at hediye ediyor, adam alıp gidiyor.Giderken yolda Küçükağanın bir pirosu, dedesi varmış, bunlara gelip hep çıralık alıyormuş, ona rastlamış. Adını bilmiyorum ama soy ismi Eren, onlardan birisiymiş, tamam. Küçükağaê Aliê ‘nin oğullarından Haydarê Küçükağaê Aliê ‘ye haber geliyor ‘ size misafir olan ağayı yolda soymuşlar ?’–‘ kim soymuş ! nasıl soyar benim misafirimi ?’ İşte diyor valla sizin dedeniz, piriniz soymuş. Küçükağaê Aliê olayı duyuyor , Haydarê Küçükağaê Aliê ‘ye ‘ gidin , piromu, dedeyi alın getirin.’ diyor. Piroyu getiriyorlar, yanına çıkarmıyorlar ‘ ulan götür bunu bir hafta ahırda atın yerinde bağla ’. Çünkü diyor ‘o evime misafir gelen ağa benim dostumdu, benim evimden giderken soyup, benim verdiğim atı almış.Olur? Cezasını da ben kendim veriyorum.Kimse değil.’ Benim dayım Haydarê Küçükağaê Aliê ‘de kalkıyor diyor tamam. Fakatt piroyu nasıl götürsün ahıra bağlasın, orada yatırmak istemiyor götürüyor başka bir evde saklıyor, babası Küçükağa’ya diyor ki ‘piyimi , Küçükağa biz piri getirdik, atın yerine de bağladık’ Tamam, bir hafta sonra ‘bırakın gitsin’ diyor. Gizleye, saklaya bir hafta dolduktan sonra piroyu gönderiyorlar evine. Bu Piro da , gene bizim Bingöl’e Karlıova’ya bağlı Çiftlik köyünde oturuyor. Piro gidiyor evine, çok beddua ediyor, çokk. Küçük Ağa’ya ‘ işte ocağın sönsün, sonun gelsin’ . Bir gece bir rüya görüyor.Rüyada birisi, bir Piro, Seyid buna diyor ki ‘sen çok haksızsın, neden Küçükağaya beddua ediyorsun aslında adam haklı.Senin yaptığın yanlış. Adamı soyup verdiği hediyeye el koyuyorsun, itibarını sarsıyorsun.’ Tamam. Sabah bu kalkıyor, gidiyor bir top Amerikan bezi alıyor.Bir kalıp sabun alıyor. Bir de silahını alıyor. Gidiyor Küçükağa’nın evine, affetsin diye.Gidiyor, kapıdan içeri giriyor, çocukları Küçükağa’ya haber veriyorlar ‘işte dede, piro geldi’.Bu hemen dışarı çıkıyor, şifan var , biz şifan diyoruz ya dış kapının önü, eşik diyorsunuz şimdi, Piro onun üstüne bir top kumaşını üzerine bir kalıp sabununu, üstüne de silahında koyuyor diyor ki ‘ ağam, Küçükağaê Aliê, ben geldim, hatalıyım.Beni affetmiyorsan diyor beni öldür .Bak her şeyim, kefenim, yıkayacak sabunum da hazır.Beni burada göm. Ya öldür ya da beni affet.’ O zaman Küçükağaê Aliê alıyor elini Pironun öpüyor, içeri buyur ediyor, oturtuyor ondan sonra yediriyor, içiriyor cem yapıp gidiyor Piro. Öyle bir adammış ki benim dedem, ölmeden Karer’de ki sahibi olduğu 12 köyü, son karısı annem Selvi’yle biri Ermeni dokuz kadından olma 24 oğlu arasında (iki oğulla bir köy hesabıyla) pay eden babam Küçükağaê Aliê’nin sekiz de kız çocuğu vardı ama sadece beşini bilirdim.Ben, üç dört yaşlarındayken babam hastalanıyor, gömüleceği Çapakçur’da ölüyor. babam Küçükağaê Aliê’nin malı mülkü öyleymiş ki, misafirlere altın tabaklarda yemek verilirdi diye anlattığın da, iç unutmama dayım kızı Türkan ‘hala, biz hiç görmedik’ deyince ‘eee ben ne yapayım kızım, babangil, çocukları, torunları her şeyi sattıkları gibi onları da satıp, satıp yediler’ demişti annem. Babam Küçükağaê Aliê ölünce, Mehmetê Şerifê Aliê’nin
Bingöl yaylalarında bir hâtıra
Bin dokuzyüz otuz iki yılının
On dört Haziranın Perşembe günü.
Cemile, amcamızın Velinin kızı.
Küçük ağa oğlu Hüsniye gider.
Bingöl dağlarının bu kız yıldızı.
Biz, ve onlar hep bir boydayız.
Türktür kabilemiz hep o soydayız.
Düğün tam yüz atlıydı.
Atlılar kanatlıydı.
Yüz atlı onlar yüzde biz vardık.
İki kol olduk cirit oynadık.
Düğünün başı…
Küçükağa oğlu Mehmet Hulusi,
İskender bey, Kamer Tayyar ağalar.
Gelmişti akrabamızın hepisi.
Göçmüş faniden yok bugün o canlar .
——
Aşkın bir hâtırası,
Tutulmayan bir heyecan,
Yellerin hızla estiği-
Yayla çayırından beni sürüklüyordu.
Cünkü sevgili Eminem
Kardeşinin düğünü ile gidiyordu.
——
şiirinde bahsettiği (tam bu satırda Cemile’nin, öz kızı Belkıze’yi öldüren Velié Ağaé’nın kızı olduğunu yazmak farzdır) kardeşim Hüsnü, on onbir yaşlarında evlendirilip bir kız çocuğu doğurduktan sonra genç yaşta ölen Fezila ve beni yanına alan annem Selvi; bir süre sonra Çiftlik köyünde oturan dayılarıma ‘kızınız gençtir, kocası ölmüştür, gelin…alın götürün, evlendirin.’ mektubunu yazacak babamın büyük oğlu Karer (Tengdere) Ağaköy’ de oturan;
Kiği-Karirli Küçük Ağaoğlu Mehmet
Kitabe;15/Ekim/1946 Salı günü
Geldi ecel ona yetti.
Bu faniden göçtü gitti.
Soy adları Yurtseverdi.
Yurdu için varın verdi.
—–
İsyanda Kigi ilçesi.
Duyuldu onun gür sesi
Kigi halkı ona uydu.
İrticaâ karşı koydu.
Atatürkten tel almıştı.
Milisleri nam salmıştı.
Yüzlercesi genç okuttu.
Onları hep kardeş tuttu.
—–
şiirini yazan baban Mehmetê Şerifê Aliê’nin çok sevdiği Mehmeté (Hulusi) Küçükağaê Aliê efendinin yanına sığınıyor. O vakit dedesi, babası gibi okumaya, ilme düşkünlüğünden, köylerinde okulların açılmasına, devletin yol yapmasına öncülük etmiş isyanlar bastırılınca köylülerin elinden silahlarını toplamış, çiftçilik yapmaya teşvik etmiş dayım Mehmeté (Hulusi) Küçükağaê Aliê efendi, devlet katında itibar sahibiymiş. Öyle ki, oranın sözü geçen kişileri, bunlar kalkıyorlar bir gün, Seyit Rıza, devletle savaşıyor ya, Mehmeté Küçükağaê Aliê’ye, haber veriyorlar diyorlar ki ‘sen Küçükağasın, Bingöl’de aşiret, söz sahibisin. Sen git şeye Seyit Rıza’ya. Seyit Rıza gelsin, razı olsun devlete, teslim olsun.Bu olay, bu isyan da burda bitsin, tamam.Dayım da kalkıyor biniyor atına, iki üç kendi adamları ile gidiyor. Giderken yolda düşünüyor kendi kendine diyor ki ’ ben şimdi gidersem…bu Seyit Rıza hiç yerinden kalkıp bana hoş geldin demez… eğer “hoş geldin” demezse bu insanların, aşiretin yanında benim onurum düşer. Ne yapsam acaba ?’ Gidiyor, bakıyor ki onlar kıl çadırda oturuyorlar. Kıl çadır kapısından başını uzatır uzatmaz, içeri girer girmez, hemen bağırıyor ‘Seyit Rıza ! ben seni o kadar çok özlemişim ki, kalk da birbirimize sarılalım’ tamam.Bunu duyan Seyit Rıza yerinden kalkıyor, geliyor, sarılıyor, hoşbeş yapıyor, yediriyor, içiriyor ‘işte ben geldim diyor, gel diyor devlete teslim ol, bu olay bitsin, tatlılıkla çözülsün’ O da diyor ki ‘ben, şartlarım kabul edilmezse teslim olmam’ dayım kalkıyor, geliyor. Annem diyordu ki benim abim Mehmeté (Hulusi) Küçükağaê Aliê çok sevilen, sözü dinlenen biriydi. Benim de saçım çok uzundu, sedir de yan yana oturmuştuk, annem Selvi bir yandan ağlıyor, bir yandan da saçlarımı okşayarak ‘ben gidersem kim bakacak sana, kim yıkayacak ?Bu güzel saçlarına, bit girecek’ diye konuşuyordu. Ne demek istediğini anlamayacak kadar küçüktüm, idare lambasının ışığında duvara yansıyan gölgelere bakarak uykuya dalacağım içime bir korku düştü fakat baktım annem yanımda uyuyor. Sabah kalktım baktım annem yok…gitmiş.Babam Mehmetê Şerifê Aliê öldürülünce anneme ‘ya evlen ya da git’ diyen amcalarım gibi anneannem Selvi’yi de kovmuşlar işte. İster Karer, Kığı, ister Kasman’da olsun fark yok , soy aynı, maya aynı, yapılan aynı. Şuna da inan yavrum derdi annem ‘annelerinin kaderi heybedir, kızlarının boynunda asılı…bir eksik, bir fazla kızlarının peşini bırakmaz o kader…aynısını yaşatır.’ Kişinin içinde bulunduğu durumu koruma, kollama eğiliminde olduğu yazılır, söylenir ya psikolojide o ân; nasıl ve ne yaşamışlarsa aynısını kızlarına yaşattıklarından olsa gerek, anneannenin annene ne yaparsa, yapsın farklı bir hayat kuramayacağını aşılayan sözleri, kız çocuklarının peşini bırakmayanın kader değil bizzat annelerin kendileri diye düşündürtecekti. Ahhh… ahhh “siz bilinçaltını bilince dönüştürene kadar , o sizin hayatınızı yönlendirecek ve siz ona kader diyeceksiniz “ le gönlümü feth etmiş C.G.Jung baba, kız çocuklarına “kaderlerini” dayattıklarında nerdeydin sen be ! nerdeydin? Bu genellikle Ortadoğulu, ataerkil toplumlarda geçerli ekonomik gücü elinde bulunduran kaba, saba, dediğim dedik otoriter erkeğin ( babanın, abinin, kocanın, amcanın, .., …, ) yanında kadının ( annenin, ablanın, kız kardeşin) edilgen kaldığı ilişki biçimi, her ne kadar sağlıksız, sürdürülemez gözükse de birey; pasif anne, manipülatif, dominant baba figürlü aile ortamının rutinliğinde kişilik bozukluğu seviyelerine varmış psikolojik sorunluluğu içselleştirdiğinden, sıkıntı duymadan alıştığı ortamında yaşayıp gider; Son Yaz dizisindeki Akgün tarzında fırlama, maço, umarsız erkeklerin çekiciliğine de kapılırken( cool’lara da ayrı bir kategori aç lütfen! ) aslında – ya kızlar dikkat ! nasıl bir erkekle birlikte olunmalı, flört etmeli, gezmeli, tozmalı sorusunu ciddiye alın, lütfen zira o erkek yalnızca birlikte yaşlanacağınız biri olmayıp belki doğacak çocuğunuzun babası olacaktır. Siz belki maço, kıro, cool, narsist, deli dolu, hedonist erkeklerden hoşlanabilirsiniz ama çocuğunu böylesi çağdışı davranışlarla karşı karşıya bırakmaya hakkınız var mıdır? Olmaması gerektiği tecrübeyle sabittir de–şahit olduğu, gördüğü, öğrendiği ilişki biçimini aramaktadır. Sonunda ‘huyu nerdeyse, tipide babanın…annenin aynısı’ dedirtecek dominat, otoriter, baskıcı , kendisini yöneten erkeğini bulur. Neyi anlatayım sana ben bace,? bir doğu şehrinin soğuk ev damındaki kadınların korku dolu gece nöbetlerini mi, çaresizliklerini mi? dağ eteklerindeki pusulardan getirilmiş parçalanmış genç bedenleri mi, neyi anlatayım neyi? Biz var ya gulamın, hayatımızı tuhaf, akla gelmez, daha önceden tahmin edemediğimiz, başkasına anlatıldığında anlamsız gelen şeylerin, olayların etkilediğini galiba hiç bilmeyeceğiz üstelik ne de yazıktır, çektiğimiz acılar da hiç özgürlüğe dönüşmeyecekken.Laf, güzel bir hayatın nasıl olacağından açılmıştı mükemmel bir hayat yoktur dedin sen, hayat hiçbir zaman mükemmel değildir, daima eksik, bozuk ve kötüdür onun için belki de insanın bir tek yaşamının olması acıklı bir şey; bir kaç yaşam olsaydı; biri bitseydi, öteki başlasaydı; birinde dağ yamaçlarının ıslaklığına doğan güneş ışınlarının mor rengi gökyüzüne yansıdığından sabahları o morlukta kaybolmak için pencereye koştuğun dewa ma Kasman’da uyansaydın…diğerinde bir maceracı, sırt çantanda taşıyacağım iki üç parçayla post modern turizm Interrai’le dolaşsaydın dünyayı…o bitince öyle keskin, lider konumunda bir Rosa Luxemburg değil sıradan, duyarlı insan hakları savaşçısı olsaydım mesela ben, Simone de Beauvoir tadında Sylvia Plath bunalımında…. sonra bazen bir su damlası; benim kusurlu şairimle Paris’te, kaprisini çekemeyeceğimden Madame Verdurin değil de Kontes Greffulhe’nin edebiyat salonunda hançerim Proust’umla, Guermantes düşesi hakkında dedikodu yapsaydım sabahlara kadar; Albertine’nin kıskanç bakışlarına aldırmadan, yakışıklılığına dalarak huysuzluğuna katlanacağım Thomas Bernhard’la Viyana’da Demel pastanesinde kahve içerken şaşkın bakışlarına gözlerimle ‘sus’ işareti yapacağım anneme, klişe sözleriyle ‘ tamam, bunu da hiç unutma’ deseydim… bir diğerinde uzay gidip o keşfedilmeyen, bilinmeyen derinliklerde ne var ne yok şöyle bir baksaydım. Oysa şimdi nasıl da boktan harcamışım günleri, ayları dediğim a o gelen her gün bir öncekinden daha berbat…daha kötü olduğundan ‘yahu bir tek günü güzel olmaz mı insanın’ dedirten bok, püsürlü yaşanacak tek hayatın sonunda… değiştirmediğim hiç bir şeyi değiştiremeyeceğim yaşta, kendimi kişisel gelişimin klasik ‘hiçbir şey için geç değildir ‘saçmalıklarıyla kandıramayacağım olgunlukta, pencereden bakıyorum caddeye; evlerden insanlar çıkıyor; hiç durmadan insanlar çıktığı her ev, sokakta yürüyenlere kendinden bir şeyler katıyor kimseler bilmese de, sen biliyorsun Osmanlı-Türkiye- Gımgım sendromunda ömür tüketmiş dewa ma Kasman, Badan ev damı kadınlarının hayatına, hayata kattıkları hüzünlü gözyaşlarını.
VI BÖLÜM
Gımgımlı kadınların hüzünlü gözyaşlarının ıslattığı senden şu tek isteğim; kendine bir an seç…tek bir an, o anı unutma ! her şeyi hatırlamaya kalkarsan, her şeyi unutursun ama bir anı seçersen; ona sahip olabilir… her zaman hatırlayabilirsin dediğin geldi aklıma, böyle bir teklifte bulunsaydım ‘tooo…to..to …lo,lo, lo… başka işin yok mu? alay mı ediyorsun benimle? Ne anı? An ne? ben bırak dakikayı, anı maye mi hayatımı hatırlamak istemiyorum‘la elini boşluğa sallayacak annemin hep üzüntü, sorun taşıdığından hatırlamayı istediği bir anının, geçmişinin olmaması ne yıkıcılık; sevmem atasözlerini, yaşananı, mevcut durumu, düzeni kalıcılaştırmak için sanki bilerek söylenmiş gelse de bir istisnadır nerde o bilgelik bizde dedirten Zazaca gözyaşlarından akıl al (hesirê çiman ra aqil bigire),.Sadece gözyaşlarını değil geçmişi de ekleselerdi daha bir anlam kazanırdı o atasözü diyorsun. Aslında daha az acısız, mutsuz, daha az hata yapacağı, nispeten doğru kararlar alacağı bir geleceğin planlamak, hazırlamak için herkesin evinde bir köşede genetik hastalıklarında yer aldığı aile dizimi, soy ağacı olmalı; insanoğlu tarih boyunca olaylar karşısında aynı tavrı gösterdiğinden illaki örneği bulunacağından arada bir de ‘ acaba şu yaşadığımı yaşadığında ne yapmıştı annem, babam ya da o da mı böyle davranmıştı, halam da benim gibi ailedekilerin şimşeklerini üzerine çekmiş miydi? şu inadımı kimden aldıysam ? offf iyice anneme benzedim, eskimiş hiçbir şeyi atmıyorum, ortalık kavanozdan geçilmez oldu’yla dönüp arkasına bakmalı, hazır yaşıyorken de anneler, babalar, dedeler, neneler merak ettiği her şeyi geciktirmeden sormalı.Bak ben çene Küçükağa’ya soracak vaktim varken soramadım da şimdi ordan burdan sorarak, öğrenerek bölük pörçük toparlıyorum geçmişi mi demiştin sende? Bense belki öncelikle senin de deli gibi istediğin ama yapamadığını, gerekeni yapıp, çoktandır öylesine kesin çizgilerle ayırıp koparmışım ki kendimi; düşüncelerimin, duygularımın hiçbir yerinde kalabalıklarla, toplumla, onların kurnazlık yüklü ahlaksız kurallarıyla hiç kesişme noktası bırakmayarak ne gelenekleri, ne kolektif bilinci, ne yalanları, ne de uydurdukları değerler umursamayıp dışlanmak için onlar gibi duygu ve düşüncelerimi gizleyip iki yüzlü ahlaksızca davranmıyordum.Belki gökyüzü de insanlardan bu kadar uzak olduğu için, bu kadar çekici, bu kadar sonsuz, bu kadar rahatlatıcıydı.Her insanın kalabalıklardan sıyrılıp senin yaptığını yapacak, düşünecek gününün geleceğini biliyorsun değil mi? Her neyse ‘ Allahtan evlenmedim de kadın olarak bu anneyle aynı kaderi yaşama ritüelinden paçamı kurtardım’ dediğimde annemin –‘ne dedin anlamadım ?’ demesi karşısında ‘anladım ben, ritüel’i anlamamış’ı içimden geçirerek bir kızım olsaydı… hayır ! hayır oğlum da olsaydı benimkinden daha iyi bir yaşamı hak ettiğini söyler, mutluluğu için kendi kaderini kendisinin belirleyeceği olanakları yaratır, evlendiğinde ‘ yavrum yuvasında saygı görüyor mu? sıkıntısı var mı? seviliyor mu? ‘ diyerek kanatlarının altına alıp sahip çıkardım; bir anneye, bir babaya evladına yapabileceği en büyük kötülüğü yaptırtan sırf; mutluluğu, mutsuzluğu zerre kadar umurlarında olmayan, kurtarmak için kıllarını kıpırdatman el alemin, başkasının söyleyeceklerini, dedikodularını engellemek. Sevmedikleriyle birlikteliği yürütmeyi isteten bu lanet düşünce yüzünden çaresizlik, sevgisizlik, şiddet, küfür, kavga yüklü mecbur bırakıldığı kederli yaşamlarında kaç kadının her gün ‘Allah canımı alsa da kurtulsam’ duaları ettiğinden haberin var mı?’ Hayır ! ben anlamıyorum ki, bu yaşanacak tek hayatı niye başkaları için yaşıyoruz ? Ben evladıma ‘el alem ne derse desin, önemli olan sensin, senin yaşamın?’ diyerek hep “başkası, el alem ne der “ diye diye aşılanan değersizlik duygusunu aştırtarak istediği gibi davranıp , özgürlüğünü sınırlamayarak düşüncelerinin, duygularının arkasında durması gerektiğini de öğretirdim. İnan topluma, bireylere aşılanan, ailelere de evladının sözünden çıkmamasını sağladığından yan cebime koy memnuniyetini yaşatan mahalle baskısı “el alem ne der” zihniyeti, tahsil görmüş birisine de, cahil nitelenene de aynı cümleleri kullandırıp, aynı şeyleri düşündürdüğünden, bu işin okumakla, eğitimle, kültürle alakası yok, genelde kız çocuklarının maruz bırakıldığı, dimağlara zikredilen bu pis zihniyet bir kenara atılmadan sonu gelmeyecek “el alem ne der “e başkaldırısı beklenenlerden başka bir kadının; annesinin hayatını mahvettiği kadınlar, anneler; bilmeden bazen de bilerek ‘ben sana çeyiz olarak özgür olmayı, daima dönebileceğin evimizin anahtarını veriyorum. Sen asla bir erkeği eğitmek, değiştirmek, idare etmek zorunda değilsin’le arkalarında durmadıkları kız evlatlarının kaderlerini yazmışlardır.Tamam, diyelim bu tespitinde haklısın ama ne çene Küçükağa, ne Zerif hala, ne amojın Fatma, ne de on, oniki yaşında evlendirilen annen ve teyzelerinden hiçbiri bu başkaldırıyı isyanı başlatacak, annelerinin, kendilerinin yaşadığından farklı bir yaşam görmüşlükten, zihniyetten fersah fersah uzak, evlatlarına da yeni bir vizyon sunacak olanaktan yoksun , kendilerini kurtarma derdindeyken nasıl olacaktı bu iş?Şehre göç edince bu defa da şehrin çeperlerinde, gettolarda kendileriyle aynı düşüncedekiler arasında devam edince yaşamaya, beraberlerinde getirdikleri o zihniyeti de devrettiler sonraki kuşaklara değil mi yükselmesin de ‘ anne! eee anneannemin annesi Selvi , Çiflik köyüne gönderildikten sonra ne yapmış?’ –‘ Babasının evine gönderilen anneannem Selvi, orda akrabası ile evlendiriliyor Cevdet diye de bir oğlu oluyor.’ maşallahları var o zamanın kadınlarının, ne doğurmuşlar…spermlerde hep tam isabet yumurtalara ‘ annem çene Küçükağa ben evlendim geldim Kasman’a zaman geldi, geçti duydum ki annem Selvi, bir akrabasına kız istemeye Emeran’a gelmiş. Baban Mehmetê Şerifê Aliê, bana ‘Emine !’ dedi ‘ annen gelmiş, gel gidelim anneni görelim.’ Ben anneme öyle kızgınım, öyleee ki bizi bıraktı gitti diye ‘hayatta gelmem’ dedim.Bak dedi baban kızarak ‘niye anneni görmüyorsun? bir annen mi öyle yaptı, kocası ölen her kadının başına gelen bu. Benim annemde öyle değil mi? Niye anneni görmüyorsun? yapma yazıktır. onun suçu ne?’ Biz kalktık, babanla beraber çıktık, gittik. Annem Selvi, beni görünce sarardı böyle güç bela kalktı yerinden bana doğru geldi yüzümü ellerinin arasına aldı ‘Emine! sen geldin?’ Bir sarıldı, kemiklerim acıdı hasretten, çok ağladık çok. O oldu bir daha da görmedim annemi. Öldü dediler bir gün, o kadar. Mezarını bile bilmem. Anne ayrı, baba bir ağabeyim Küçükağazade Mehmet Hulusi efendinin yanında büyüdüm ben.Aynı yaştaki yeğenim Fatma’yla bana, abimin hanımı çene Karbaşız annelik etti, kısa boylu güzel biriydi, saçları öyleydi ki çok uzundu.Konağa Bingöl’den çok önemli hükümetten adamlar gelir giderdi, onları ağırlardı, şehirli kadınlar gibi giyinirdi, beyaz kırmızı çiçek desenli elbisenin üzerine gri ceket giyerdi, bir o kadarda disiplinli sertti, nereye gitsek, ne yapsak gözü üstümüzdeydi, bırakmazdı ki mutfaktan canımızın istediği bir şeyi alıp yiyelim, bir bardak ayran içelim. Tam bir şey alacağız ‘kızlar, Fatma ! Emine ! ne yapıyorsunuz? ne işiniz var, çıkın ordan’ diye bağırır ‘canınız her şeyi yemek ister ama siz yemeyeceksiniz, canınız ne burda, ne dışarıda, başkasının evinde bir şey çekse bile istemek, almak yok. Belki fakir bir eve gelin gideceksiniz, yiyecek hiçbir şey yok, o zaman ne yapacaksınız? nefsinize hakim olun ki başkasının malına göz koymayın ’ terbiyesini verirdi bize. Çe Talo’da benle, Hanım da mutfağa bazen de ambara girerdik orda böyle büyük tencerelerde; kazanlarda erimiş bal… bal öyle çoktu; petek bal, böyle şimdiki ballar gibi pislik değil, çay içmeye şeker bulamıyorlardı kaldı ki arılara versinler. Biz adım atar atmaz ambara, kilere annem arkamızdan bağırırdı ‘ ne yapıyorsunuz?’ bir gün sinirlendim ‘daye… maye mı ne var, ne yapıyoruz? kilere giriyoruz, bir şey yemiyoruz, bakıyoruz, bir bardak su içiyoruz’ dedi ‘gel kızım şöyle yanıma otur sana bir şey anlatacağım. Sen biliyor musun benim yengem, abim Mehmeté (Hulusi) Küçükağaê Aliê’nin karısı , benle Fatma’ya böyle yapardı.Çok da iyi yapmış, faydasını gördüm. Kız çocuğusunuz, nefsinize hakim olmayı, azla yetinmeyi bileceksiniz. Yarın bir gün, evlenip el evine gideceksin.Olur, kocanın durumu iyi değilse, istediğini alamazsa, istediğini yiyemezsen, o zaman gözün dışarıda kalır. Başkasının evinde, kendi evinde olmayan yiyecekleri, eşyaları görüp canın çekerse; Allah korusun hırsızlık yapmayı bile düşünürsün fakat şimdiden nefsine hakim olup canının istediğine el sürmezsen tok gözlü olursun böylece asilliğin, onurun aç gözlülüğüne yenik düşmez. Sen Küçükağanın torunusun, sana yakışan budur’. Eğilmiş tam ağzına bir tanecik kıymalı lahana sarması atacakken ‘kız ! Gılo ! ne yapıyorsun’ sesiyle gerisin geriye mutfakta tezgahın üstündeki tencereye bıraktığın da dolmayı – ‘aptalmışsın, ataydın ağzına ‘yla kendini eleştirdiğin güne gelinceye kadar ne çok yıl geçmişti– oooo maşallah, geçmiş tencere başına arka da kim var, kim yok düşünmeden yiyecektin ben gelmeseydim? Kızım önce misafir, arta kalırsa sen yiyeceksin, şu yaptığın ayıp.Kız çocuğusun, nefsine hakim olmayı bileceksin, yarın bir gün el evine gittiğinde… ver bakayım tencereyi’ öfkesiyle ağzından çıkan anneanne ait aynı sözleri annenden duyduğunda, teyzen kızı Gülten’in de ‘benim annem Ceylan derdi ki çene Küçükağa bekçi gibi başımızdaydı bırakmazdı ki bir şey yiyelim’ dediğini anımsayıp ‘kuşaktan kuşağa aktarırken bu kadar da taklit edilmez ki kelimeler, bari iki üç harfini değiştirseydiniz bre vicdansızlar’ düşüncesinde, kahretsin ! bu nefse hakimlik çene Küçükağanın anahtarıyla kilitlediği sandığından alıp da yiyemediğin lokumların, elmanın, leblebinin takamadığın mavi, yeşil, sar, kırmızı, mor boncuklu bileziklerin, kolyelerin gözlerinin önünde hâlâ resmi geçit yapmasının nedeniydi de. O dokunulması yasak ama içinde albenili onca şeyin bulunduğu bilindiğinden çe Talo çocukların, torunlarının hepsinin anılarında baş köşesini almış sandığın, dayın oğlu Mustafaê Aliê Mehmetê Şerifê Aliê’nin kitabında ‘ Küçükağanın kızının odası kutsal ağacın muhafaza edildiği kilerin hemen solunda ve yanı başındaydı. Kapısı kutsal ağacın bulunduğu yere bakıyordu. Gün aydınlığını içine çeken ahşap, incir ve elma karışımı kokulu bir odaydı odası. Büyükçe ve özenli bir işçilikle bezenmiş sandukası odasının yasak alanıydı. Bu sandukaya yaklaşmak, dokunmak, açmak yasaktı. Kocası öldürüldükten sonra üzerindeki kanlı elbiselerini kendi elleriyle soymuş bir bohçaya koyarak bu sandukaya koyup muhafaza etmişti.’yle bahse konuluğu, annene sormayı unuttuğun ‘dedemin kanlı gömleklerini her akşam çıkarıp getirdiğini söylemiştin ya çene Küçükağanın, o kanlı elbiseleri sandığında mı saklıyordu’ sorunu sordurmakla kalmamış ’hayır! oraya yiyecek, kumaş falan koyardı. Babamın küçük bir kitap dolabı vardı onun içindeydi kanlı elbiseleri’ cevabı gerçeği yeni baştan biçimleyip olumsuz ya da olumlu bilgi ve yargıları belleğe yükleterek isteğine, ideolojisine, fikrine göre dizayn edilen algıları , düşünceleri yöneterek; yaşanmış bir olayın yaşanmamışlığını iddia etme, söylenmemiş bir şeyin söylendiğine inandırma çabası; karşısındakini hiç ilgilendirmezken, akılda yokken durup dururken anında fareleri düşündürteceğini bildiğinden ‘ fareleri düşünme’ emrini verecek kadar sosyopat, narsist ulus devletlerin, liderlerin, kişilerin hatta partilerin, örgütlerin, cemaatlerin dahi başvurdukları başlıca silahlardan; ilişkisinin bulunduğu kişileri , kesimleri sosyal ilişkilerinden soyutlayarak kendine bağımlı hale getirme bir nevi gaslighting; manipülenin, işe yaradığı bilindiğinden…görüldüğünden… inanıldığından; var olmadığı halde varmış gibi ortaya sürülen bir yalanın nasıl gerçek kılındığının, yaratıldığının, yapıldığının, aile tarihlerinin resmi tarih gibi nasıl çarpıtılarak, uydurulabildiğini de gösterecekti. Abisi Mehmeté (Hulusi) Küçükağaê Aliê nin çeyiz diye verdiği ‘ bir tek ceviz ağacının kurdu olmaz, bu ceviz yapraklarını da atıyorum ki içine eşyalarıma kurt, güve girmesin’ böbürlenmeli ceviz ağacından yapılma, oymalı üzerinde tek kenarı dantelli beyaz bir örtü, baba odasının bir köşesinde duran, ömrünün son yıllarında çe Talodan ayrılıp ’ yuvasız bir kuş gibi’ göç yollarına düştüğüne ah edip yandığında dahi abur, cuburlarla doluluğundan torunlarının ukdesi; tütün tabakasını sonrasında sigara paketini, çakmağını ve içinde hazine sakladığı sandığının anahtarını taşıdığı giydiği her elbisenin üzerine geçirdiği siyah renkli yünden örülmüş hırkasının cebindeki anahtarları ele geçirme planları her seferinde başarısızlıkla sonuçlandığından herhangi bir bahane bulsa da açsa diye dört gözle bekledikleri sık sık verniklendiğinden belki de yağlandığından güneş vurduğunda değişik renklerde parıldayan nasıl da masalsı çekici bir sandıktı…eğer o çocukluğun görkemli sandığını çok daha farklı betimlemelerle önünüze koyamadıysam, istediğim gibi yazamadıysam ki; yazmadığıma inandığımdan zaten bunları yazıyorum; maalesef insanın imgelemesi, betimlemesi, teşbihi, hayali ne diyorsanız deyin gördükleriyle, okuduklarıyla, yaşadıklarıyla, içinde bulunduğu çevreyle sınır aştığından , dewa ma Kasman’da çene Küçükağanın sandığına vuran güneşin Proust’a “Annemin, Afrika’ya has beyazlıktaki, parlak güneşin çizdiği desenlerle dolu tuvalet odası, alçıyla sıvanmış dört duvara baktığı için, bir kuyunun dibine gömülmüş gibiydi; tam tepedeki dört köşe boşlukta ise, üst üste binmiş, yumuşak dalgaları kayarak geçen gökyüzü, o ânın arzularına uygun olarak….”; “tam o sırada, altından bir yumurtaya benzeyen güneş, otomatik bir şekilde sunulan bir adak misali, adeta hayatımın sonuna kadar her sabah, her türlü hazzı feda edeceğim kanlı kurban törenini, her gün şafakta, günlük kederimin, kanayan yaramın tazelenmesinin ciddiyetle kutlanmasını simgelercesine, yoğunlukta meydana gelen bir değişimin, pıhtılaşma ânında yol açacağı denge bozulmasıyla harekete geçmişçesine, resimlerdeki gibi iğne iğne alevlerle, bir süredir arkasında, kıpır kıpır, sahneye çıkıp ileri atılmayı beklediği hissedilen perdeyi tek sıçrayışta yırtarak içeri girdi ve perdenin esrarengiz, donuk bordosunu bir ışık seline boğdu.” yazdırtan güneşle aynılığına karşın; gelişmemiş, geliştiremediğin söz dağarcığının kıtlığı sana ; bir nesnenin, olayın, kişinin özelliğini, çarpıcılığını ortaya dökerek, okuyucu etkileyip duygu patlamasını yaratacak hissettiği değişik betimlemelere yol açmadığından ‘ o kadar güzel…hoş bir sandıktı ki’ gibi sıradan cümleleri tekrarlatacaktı. Bazen insafa gelip ‘ haydi ! gelin benim’le komutunu verdiğinde ördek yavruları gibi peşine takılıp ‘baba odasına’ girildiğinde yanına çömelip sandığının önünde diz çöken çene Küçükağanın kapağını açmak için kilide soktuğu anahtarın üç kere ‘tık, tık, tık’la döneceğini, üçüncü ‘tık’tan sonra da ağır kapağını zorlanarak kaldırıp duvara dayayacağını bilir, renk renk altın, kırmızı, yeşil, mavi, gümüşi renkli pullar, boncuklarla işli leçeklerin, başörtülerin, kumaşların, kolyelerin, bileziklerin mahpusluktan kurtulmanın sevinciyle saçtıkları parıltı gözleri kamaştırdığından kirpiklerinizi kırpıştırırken bazen çürümüş elma, ıhlamur, incir, sabun, kahveli aromatik bir koku odayı kaplardı. Teyzen Ceylan’ın ‘eski kadındı annem. Kıymeti çoktu, kim gelse bir şey getirirdi, Karer’den kardeşleri yeğenleri çok şey; küçük şişelerde zeytinyağı bile gönderirlerdi. Kızım, her sandığın, dolabın sahibini hatırlatan, ona ait bir kokusu vardır. Bahar oldu mu annem bana, mezre Eliağaya gelen bir akrabayla elbise, kumaş parçalarından yollardı, sandığının kokusu sindiğinden ilk işim koklamak olurdu. Güzel bir şeyleri koyduğu sandığı dükkan idi, açınca içinden çıkmak istemezdin’ anısındaki bakmanıza izin verdiği tek tek ütülenmişçesine katlanmış renk renk leçekler, pazenler, kadife kumaşlar, kemikli taraklar, tokaların yanında kese kağıtlarda leblebi, üzüm, keçi boynuzu, fındık, Antep fıstığı, şekerleme, elma, dağ armudu , erik, incir dolu o dükkandan ; öyle yok çocukların, psikolojilerini bozar, üzülürler, yazıktır yapmayım düşüncesi zinhar akıldan geçmediğinden dewa ma Kasman’dan, Badan’dan Emeran’dan evlatlara yapılanın aynısı torunlara da reva görüldüğünden ‘a bu kızları doğurmasam, olmasalardı bir şey değişmezdi hayatımda, keşke…’ modunda oğlanlara düşkün ayrımcılıkta ki kadınlar da mallarını canları kime isterse ona verdiğinden; dükkanındaki eşyalarına el sürdürmeyen çene Küçükağa’da isteneni değil, insafına kalanı verirdi. Kapağını kapatmadan önce de bir leçeği, elbiselik kumaşı, boncuğu ya da uzun süre saklanmaktan birbirine yapışmış, elastiki haldeki bir paket lokumu ‘al bunu da anne götür’le tutuşturuverirdi, elinize. Nar bile saklatan istifçiliğinde kimselere yedirmediğinden kıyıp kendisi de yemediğinden çürüttüğü meyveleri kimseler göstermeden, gizlice dere Mengelî’ye dökerdi. Ne bileyim kızım, demek Allah boğazını almıştı, hep peşinde dolandığından leblebi, üzüm verdiği Selvi de, annemden aldıklarını getirir bana verirdi. Bir keresinde Selvi’yle ben odadayken açtığında dayanamamış sandığından lokum paketini almıştım sertçe ‘çene! Turna! Görmeseydim, anneni, beni kandırdığını sanıp yiyeceğin lokum yüzünden aslında kendine büyük kötülük edecektin’ demesi yetmişti paketi geri koymama. Annem ne kadar haklıymış’– ‘anne ! ne haklısı Allahaşkına? küçücük çocuklarına yiyecek vermemenin haklılığı nerdedir ? olmaz hiç olmaz. Geldik gidiyoruz dünyadan hala bu nefs saçmalığını mı savunuyorsun? Sonra başkasının malına mı el uzatıyordunuz, alt üstü annene hediye getirilen biraz leblebi, fındık yiyecektiniz, yemeyince ne oluyordu? ‘Bak şu kız ne kadar hanım, aferin önüne bal börek koy yemiyor’ takdirini mi alıyordunuz. Hem alsan neye çareydi? ömrüne ömrü mü katacaktı o takdir? Evladına ‘canın ne istiyorsa ye, belki gideceğin yerde bulamazsınız’ demeyen bir annelik ne bileyim…’ –‘Öyle deme, şimdiki çocuklara bakıyorum mızmız, hiçbir şeyden memnun değil. Ben, bir keresinde yaylada küstüm yemek yemedim. Bingöl yaylası.Zerfet yapmışlardı.Annem de yaylaya gelmişti o sene.Bilmem ne oldu? ben küstüm.Annem bana bir şey dedi herhalde.Ben küstüm, yemek yemedim.Herkes yemeğini yedi.Annem, tavaya su döktü, otur bakalım dedi bana bunun hepsini yiyeceksin.Su…su…kirli su…hiç küser misin bundan sonra? İçeceksin! Ondan sonra ben ağladım. Önümden kaldırdı, bir daha dedi, ben dedi, Küçükağanın kızı olmayayım, bir daha görsem sen yemekten küsmüşsün, öyle bir yaparım. Bak! kadın dövmüyordu, tamam.Dövmüyordu ama ceza veriyordu.Diyordu hayatta bir yalan… kesinlikle sen bir şey yapıyorsun de ben yaptım.Yalan, hırsızlık, iftira.Hiçbir şey göstermese de üç tane şey gösterdi kadın daha ne olsun ya?’ –‘ Tavanın içine döktüğü su mu kirliydi?’–‘ Yok, Zerfet için yağ eritilmişti, onun içine su koydu.Bir daha da ben küser miyim?Biraz sıkar’ nasıl bir kördüğümdür; Hz.Adem’in ‘ yememiz için albenili, kırmızı, parlak meyveleri, ağaçları kulların için değilse kimin için yarattın’ diyemediği; var olduğu müddetçe edinmek için azla yetinme yerine hep daha fazlasını sahiplenme dürtüsünde biteviye çabalayacakları mal, mülk, makam mevki para pul vari somut; beğenilme, sevilme, arzulama, heyecan, cinsellik vari soyut nimetleri ve her şeyi yarattığı (?) iddia edilen; adaleti sonsuz kabul edildiğinden adaletsizliğine göz yumulan yaratıcının, Tanrı’nın; dünyanın her yerinde neden onlar değil de hep biz fakirler, bedbaht ve kötü yaşıyoruz sorgulamasına engel olacak, gelirlerine gelir katan yönetenleri, zenginleri koruyan sistemlerin ayakta kalmasını sağlayan ham madde “en iyi şu dört şey terbiye eder; susmak, açlık, yalnızlık ve uykusuzluk’mantığına bağladığı yoksullukla, yoksunlukla terbiye; “nefs”le kurduğu tuzağına çektiği olduğu bahşettiği arzulara, isteklere ulaşmak, ihtiyaçlarını gidermek için yapacaklarından, hatalarından sorumlu tutarak saçma çıkmazlarda teleflerine sebep olduğu fakir kullarına, halklara garezini anlayabilmek vallahi de, billahi de mümkün değil ‘ yok kızım yok! sen ne dersen de annem haklıydı bize nefsimize hakim olmayı öğretmekle. Ben o konuda annemden şikayetçi değilim’ savunmasının boşluğunu ânda kavrayınca, davranışının düşüncesinin doğru olmadığını bilmenin sıkışıklığında , bir ömür sığındığı yönteme başvurup ‘tamam anam, ben böyle düşünüyorum. Herkes aynı şeyi düşünmek zorunda değil? sen öyle düşün, ben de böyle’ konuşmasıyla eleştiriyi kestirip atarak kendi doğrusunun, senin doğrunu yenmesini garantileyen annene; bir portakalı, bir muzu ‘teşekkür ederim, yemiyorum’ reddini asilliğinin, onurunun, nefsine hakimliğinin yansıması sayan çene Küçükağaya ‘ istediğini yemeden, içmeden, şunu da canım çekti, bunu da bana alın demeden göçtü gitti bu dünyadan. Aç öldü annem nefs…kimseye minnet etmeme yüzünden ’ üzüntüsünü devrimci dayına yaşatan canı çekti diye evinde olana dahi el uzatmaması gerektiğinin öğretildiği üstüne; ölümün ne zaman karşına çıkacağının belirsizliği yetmiyormuşçasına her istediğini alamadığın, sahip olamadığın en basit yeme, içme, barınma, elektrik, doğal gaz ihtiyaçlarını karşılamanın, temiz suya, GDO suz meyve, sebzeye ulaşmanın zorluğunda ki hayatın yazıklığına koca bir ‘ahhhhh’la yanmamak elde değil diye düşünmeden edemiyor insan demiş miydin sen? ‘Kışın yemek için dört beş koyun, iki dana kesilir, dışarıda (teverde), evin önünde ya da arkasında ağaçlık alanda üç büyük taştan ibaret ocak üzerine konulan kara kazanlarda kavurma yapılırken, çe Talodaki kadınlar dayanamaz bir lokma da olsa ağızlarına atarlardı. Ama onlardan farklılığını ortaya koymak için ağzına lokma atmazdı ‘de Allahın kulu, zalımın kızı o herkese “canım çekti” dedirtecek kavurma kokusuna nasıl dayanırdın’ ki, başkasını kendin yapmanın; ehlil(evcil)eştirmenin duayeni çene Küçükağa “sessiz, sedasız, dertsiz yanan, etrafına ezik, zayıf bir ışık veren” idare lambası altında baba odasında, kızlarına ‘Babanızı Mehmetê Şerifê Aliê’yi evleninceye kadar hiç görmemiştim. ‘ diyordu ‘abim Mehmeté (Hulusi) Küçükağaê Aliê Efendinin; Karer Ağaköy (Tengdere)deki konağın bahçesinde yeğenim Fatma’yla oyun oynuyorduk. Haber geldi dediler Kasman’daki akrabalardan Efendi’yle, amcasının oğlu Aliê Haydarê Zeynelê, birlikte kız istemeye gelmişler. O sene dewa ma Zengena’da karlı kış gecelerinin birinde gazın yerin almış lüküs lambalarının sarı ışığının gölgesinde bir yandan çay içip diğer yandan memleket meselelerinin konuşulduğu sofada ‘savaş ya da isyan, çatışma adına ne dersen de dereza amcaoğlu; başlarken de, sürerken de, biterken de hayatımızı değiştirme gücüne sahiptir. Bunu Hamidiye Alaylarında, Rus harbinde, Ermeni Tehcirinde, Milli Mücadele de, pek çok olayda gördük, yaşadık.İçinde yer aldığımız Kurtuluş Savaşına Mustafa Kemal Paşanın emrinde baş koyarken değişen hayatlarımız, bugün savaş kazanıldıktan sonra farklı bir mecrada.Allah bilir ki burada öyle Rus Harbindeki gibi bir savaş olmadı, Hamidiye Alayları artıkları, çeteler savaşıydı yaptığımız.Dereza ma Aliê Haydarê Zeynelê, biz Aleviler tarih boyunca hep haksızlıklarla karşı karşıya kalmışız, Hz.Ali’nin elinden alınmış halifelik, Peygamber Efendinin soyu, Ehl-i Beyt Kerbela da su verilmeden kılıçtan geçirilmiş.Osmanlı’da da halimiz Kerbela’dan farksızdı. Bize yapılanların hiç hesabı sorulmadı, yapan cezasını çekmedi; Muaviye, Yezid, Yavuz Sultan Selim. Oniki imamın desteği, Hz.Ali’nin, Hacı Bektaş’ın yardımıyla biz Alevilerin önüne ilk defa kapımıza kadar gelen bir fırsat çıktı, çok şükür ki tam birlik olmasak da yine de iyi kullandık bu fırsatı.Çoğu akraba hükümette görevde, en azından biz Hormekliler için böyle. Allah büyükmüş bir zamanlar bize, ahaliye çektiren Cibaranlılar, Çarekanlar sus, pus. Nerede o astığı astık, kestiği kestik Hamidiye Alayları? Ellerinden silah, yetki atlarından at, araba alınınca çırılçıplak kaldılar artık hükümsüzler. Ben emindim Gazi Paşa Hazretleri’nin, Cumhuriyetin de Alevilerin üzerinde dörtyüz yıldır devam eden Sünni zorbalığından kurtulacağımızı. O zaman bana, hepiniz boşuna umutlanma , bunlarda diğerleri gibi önce şeker sonra biber verir demiştiniz. Bu Paşalar her ne kadar Osmanlı’dan gelseler de dünyadan muteberlik kazanmak için farklı olacaklar ben Cumhuriyeti kuran kadroların, başta Gazi Mustafa Kemal Paşanın samimiyetine, Kızılbaşlara, Alevilere gereken değeri vereceklerine inandım ve haklı çıktım. Böyle düşündüğümüz içinde kazanan olduk. Diğerlerine olmasa da biz Hormeklilere sonsuza kadar güvenebileceklerini de Şeyh Said isyanında, kana kan, dişe diş mücadelemizle ispatlayarak aynı zamanda daha on yıl öncesine kadar bize hayatı dar eden Osmanoğullarının bir daha bu topraklarda hüküm sürmesine, yeniden canlandırılmasına izin vermeyeceğimizi de fiiliyatta göstermiş olduk.’ derken Mehmetê Şerifê Aliê, Aliê Haydarê Selimê’nın ‘dereza Şerif, daha çok konuşuruz biz bu meseleleri de bak! yaşın çoktan kemale erdi, az dolaşmadın, gezmedin, tozmadın. Birlikte pek çok şeyden hevesimizi aldık. Şükür, memlekette bizi perişan eden Hamidiye Alayları, Cibranlıların hükmü bitti. Gün geldi devran döndü. Şimdi Şeyh Said isyanını da bastırmış, herkesin üzerinde otorite, dirlik, düzen sağlamış güçlü bir idare var. Nihayet Osmanlı’nın silah, para, mevki makam, atlı desteği verdiği Cibranlılar, Çarekanlılar diğer aşiretler silindi gitti.Kavgalı, çatışmalı , her an öldürüleceğimiz eski günler de geri gelmez.Aşiret olarak idareyle de aramız iyidir, senin de işlerin yolunda.Yarın, bir gün hükümetten Kasman’a, çe Taloya ziyarete, misafirliğe gelmek isteyenler olacaktır. Artık yol yordam bilen bir ailenin kızıyla evlenmenin, çoluk çocuk sahibi olmanın vaktidir, biliyorsun biz Gımgımdaki Hormekli erkek akrabalar, Karer, Kığı’daki Hormekli akrabaların, amcazadelerin kızlarıyla evleniriz, ordan kız alırız. Dereza ma, Karer’de Mehmeté (Hulusi) Küçükağaê Aliê’ya gittiğimizde geçen defa, bahçede yedi, sekiz kızan gördüm; kız kardeşleri, kızları… istersen ‘ nasihatinden ziyade Hormek Milis Kuvvetleri çatısı altında Şeyh Said isyanını bastırmak için birlikte hareket ettikleri Gazi Paşa’nın devlete hizmetlerinden dolayı telgrafıyla kutladığı, kızı ya da kız kardeşleriyle yapacağı bir evliğin Cumhuriyet idaresi nezdinde geleceğine olumlu katkısına inanan Mehmetê Şerifê Aliê’nin, büyük hürmet duyduğu Küçükağazade Mehmet Efendinin kapısını çalmasından doğal bir şey olamazdı. Dünya Fransız, sanayi, Ekim devrimlerinin ve aydınlanma çağının iteleyiciliğinde, I.ve II. Dünya savaşlarının yıkıcılığını tamirle daha güzele , iyiye ulaşma gayretindeyken; geçmiş de özellikle de etnik, mezhepsel farklılıklarından dolayı kendilerine siper ettikleri, dağlar, tepeler sayesinde sık sık saldırılarına uğradıkları, çatıştıkları Sünni,Osmanlı yanlısı aşiretleri, askerleri bertaraf amacıyla sığındıkları dağ köylerinde, başka alternatifleri bulunmadığından izole; bir çember içinde devri daim de genellikle her kesimin; mezhebin, etnik kökenin “aman soyumuza yabancı karışmasın” kaygısında akraba evliliklerine geçit verdiği dünde ve bugünde; ev damlarında beraber büyürken ‘mala mın a o senin kardeşin… kardeşsiniz’ bellettikleri; bayramda, seyranda, düğünde, dernekte, gezmede tozmada ‘edepli dur, ayıptır’ emirleriyle birbirlerine mesafeli yaklaşmalarını istedikleri kızlarla, oğlanların; daha memeleri, bıyıkları çıkmamışken ‘eree Gulo, Fato çenek, laoo, oğul Ali eşektir sadece iki kulağı eksiktir. Çene sen akıllısın, amcan oğlundur evlen idare et bu eşeği’–‘ okumak diye tutturmuşlar, amcan Veli’nin oğlu Kadir’le evlenin gitsin ’– eree laoo… Mısto, gel seni kızım Leyla’yla evlendireyim, Antalya’da ki iki daireyi üstüne tapularım’tacizini yapan amcaların, teyzelerin, dayıların, halaların, dede ve nenelerin bir araya gelindiğinde azıcık samimiyetlerine ‘ ahaa bu ikisi evlense güzel olur ‘ –’a bu ikisinin hali hal değil’ laf atmaları, imaları yüzünden rahat, özgür davranmaları kısıtlandığından, temkini elden bırakmayıp; aynı sebeplerden sosyal hayatta da yanlış anlaşılacağını sandıklarından; içinde nelerin yaşandığının bilinmediği soğuk savaş dönemindeki ülkeler gibi yaşadıkları ortamın dışarıya kapatılmasıyla başkalarıyla iletişimsiz muhafazakar, geleneksel yapıda genellikle de sorunlu, kötü ortak genleri taşıyan sosyo ekonomik beklentileri aynı birbirinin kurdu akrabalar arasında içe dönük yaşadıkları aile ortamında; çevresel faktörler; su kaynaklarının, farklı bitki ve hayvan nesillerinin yok edilmesi, derelerin, ormanların, havanın kirletilmesi, iklim değişikliği de umurlarında olmadığından ‘ bana aileme refah ,mutluluk getirir, çocuklarımın torunlarımın hayatına kalite, güzellik katardı ötelenerek ‘çevreyle, insanlarla ilgilenmeye, bakmaya, görmeye gerek yok’ vaziyetinde “yeni” yi aramayıp, geliştirmediği kendilerinden, konumlarından memnun, olabildiğince de bencil bir noktada… nasıl bir hikayeyle başlamışlarsa; o noktayı aşmadan…o hikayeye bir şey katmadan, eklemeden hayatı sırtlayıp götürecekleri yolculukta bol bol et… et…süt…tereyağı protein yiyerek lastik gibi uzatmak istedikleri ömürlerinde, bir önceki neslin kendilerine armağanı ‘mantığın’ esaretinde; asla bir hobi edinmeden evlerinde, kahvelerde, parklarda, kapı önlerinde pineklerken doğumuna neden oldukları çocukları kendileri, ebeveynleri gibi aynı yolculuğa sürükleyen; bilimsel verilere göre sıklığı ülke genelinde % 35’lere , Karadeniz ve Kürdistan da %50’lere ulaşmış, neresinden bakılırsa bakılsın akla, ahlaka aykırı pek çok ülkede yasak, nerde az gelişmiş, geri kalmış bir ülke varsa oralarda yaygın, ufku, bakışı daraltan bence manyaklıkta son nokta akraba evliliklerinin sonucudur işte bugünün; herkesin bilerek, bilmeyerek varsa yoksa kendisini , egosunu tatmine yöneldiği ‘ be Allahın kulu, kulları ! senden, sizden başka hiç kimse yok mu dünyada, sadece sen ve isteklerin mi önemli? Kendilerini düşünüyorlar, bencil, sorumsuz… saygısızlar’ isyanına sebep duyarsızlığın, merhametsizliğin, sevgisizliğin, kadına şiddettin, taciz ve tecavüzün kol gezdiği toplumsal yapısı. Korkuyorsun, yazmamı istemiyorsun biliyorum ama gün doğduğundan itibaren savaş, maganda kurşunu, trafik, iş kazası, kaldırım taşlarının yanlış yerleştirilmesine, rögar kapağının kapatılmamasına, ilaçlı bir meyve, sebzeden, yemekten zehirlenmeye varıncaya kadar tonca olayla her an gerçekleşeceğinden ölmek için özel bir duruma ihtiyacının olmadığı bu coğrafyada; önceki kuşağın; ataların hediyesi vücudun büyüyüp gelişmesini, çalışmasını, ruhsal durumunu kontrol eden genetikle, kalıtımla hayatta “merhaba” denildiğinden akrabalık yüzünden hem annenin, hem babanın aynı bozuk genini taşıma ihtimali de yükseldiğinden normal popülasyona göre artış gösteren nadir hastalıkların, milyonlarca özürlü bireyin veeeee yazıyorummm işte; çirkin insan fazlalığının sebebi; görünür bir şey olmamasının psikolojik anlamda sorunsuzluğa delalet etmeyeceğini bilmediğinden bilimsellikten uzak ‘valla annemle , babam akraba, ne engelli, ne de hastalık yüklüyüm, akıl desen akılım da çok şükür yerinde’ savunmasının, bizatihi sorun teşkil ettiğini kavrayamadığından, dimağındaki doğrunun, düşündüğünün gerçekliğine inanan ‘ha dünya düzdür diye tartış, ha kuzeninle evlen’tutuculuğunda, dış seslere kapalı fanatiklik, olumsuzluk içeren ruh halindeki kişiliklerin aile, toplum ilişkilerinde yaşa (ta)yacağı sakatlıkların, arızaların; doğan çocukların IQ’sunun yaşadıkları toplum ortalamasından 8-10 puan daha düşüklüğünün; söylenen okunan bir şeyi anda doğru algılayamamanın; akılları sürekli uçkurda olduğundan çocuk sahibi olunduğunda üzerine düşüne görevi yerine getirdiğine inanıp ( eşini cinsel yalnızlığa terk ederek) gözünü dışarıya diken doyurulmayan cinselliklerini çoluk çocuk demeden herkesin yanında ortaya sermekten çekinmeyen , şaka niyetine kisvesiyle örtülen ‘eree Kemo ölse ben seni alırım’, ‘eree Uso ölürsen Nace’yi alırım ha’ istemlerinin ‘hele, hele bak’ gülüşmeleriyle kadının seks, arzu nesnelliği yapılmasına yardımcı olmalarıyla, bir gün halanın, teyzenin , yengenin, dayının, amcanın, eniştenin kayınpeder, kaynana; amcanın baban, teyzenin de annen olabileceğini kanıksatmayacak; büyükbaban Resulé Memilé’n ölen kardeşinin karısı babaannen Zellhan, anneannen çene Küçükağanın da öldürülen deden Mehmetê Şerifê Aliê’nin kardeşiyle evliliğinden devrimci dayının doğduğunu bilmenin, amcan kızı çene Velié Resulé; Hakife’nin eşi Yusuf’u kaybettikten sonra kendinden on yaş küçük kardeşi Hasan’la evlenmesine şahitliğin tepki duyulacak hadiselikten çıkarak, sıradan hale gelen kardeşlerinin veya diğer akrabaların eşlerine ‘… ölürse ben evlenirim, evlendirileceğim’ bakışının normalleştirilmesiyle ‘baksana bana sen ! benden sonra herkesin gözü önünde karımla ya da kocamla evlenecek, yatağımı paylaşacak ve bu gizli saklı filan değil herkesin gözünün önünde yapılırken kimse de ses çıkarmayacak.Dün evime misafirliğe gelenler, kardeşimle karıma misafirliğe gelecek. Yok… yok ! mal gibi ailesine başlık parası verilerek satın alınan kadın; bir mal nasıl ki alındığı yere geri gönderilmiyor; miras birinci dereceden aile fertlerine dağıtılıyorsa; ölen kocasının malı sayılan kadının da ev damının erkeklerine düştüğünü kabullenmiş; yüzyıllardır hep soy, aile, töre, gelenek, devlet, millet , bayrak, bekaya öncelik verdiklerinden bireyin, senin, benim zerre önemimizin olmadığı Ortadoğu toplumlarının, Anadolu’nun bu ahlaksızlığına alkış tutamayacağım zira ahlaksızlığın da bir sınırı olmalı değil mi? Herhangi bir tartışmada ‘çocukluğunda da böyleydin.Böyle saçma, garip düşüncelerin vardı.Seni çok iyi tanıyorum , ne istediğini, ne yapacağını, yapmayacağını az çok tahmin ediyor, biliyorum’ ciddiyetsizliğinde ‘hele bak, bak too..to…too kuru kalabalık senin ki…yap da görelim, oyyy artık uğraşamam… ’ çığırlı araya sınır, mesafe koydurtmayan, birbirlerini başından savmaya, saygısızlığa izin verdiren akraba evlilikleri; bir evlilik değil mevcut ilişkinin devamıdır. Tamam … kardeşim sana, bana; erkeğe kadına biçilmiş bir model var lakin belki medeniyetin geçer akçe olmadığı ilkel çağlarda faydalı olmuş bu modeli; bireyin hayatını tutsaklaştıran geleneksellik diye ilkelliğin bugünde devamına, bu saçmalıklara eyvallah diyerek , ellerinde son model cep telefonları, önlerinde laptopla seve seve yaşayanlardan olup dayısının, amcasının, teyzesinin kızında, yengesinde gözü olan erkeklerin ahlaki değerlerinin ne noktalara gelebileceğinin izdüşümü 70 yaşındaki dede Hasan Yağal torunları 3 yaşındaki Müslüme’nin, ablasının babası olduran ensest eğilimlerin yaygınlığına seyircilikde; annenin sütünü emzirdiği çocuğun kardeş sayılacağı hükümlü, kimin kimle evlenip evlenmeyeceğinin ayrıntılı tarifinin yapıldığı Kutsal Kitaplardan Kuran’ın indirildiği Hz. Muhammed’in kızı Hz. Fatma’yı amcasının oğlu Hz.Ali’ye vererek amca çocuklarıyla evlenmenin dinen caizliğinin de onaylandığından sakınca görülmeyen ve fakat – bir zamanlar Hollanda, İngiltere Avrupa’da da geçerli hatta Hasburg hanedanının sonunu getirmiş toplumsal hareketlilik arttıkça, Kentler çoğaldıkça, teknolojik gelişimler alıp başını gittikçe azaldığından– kültür, gelenekten ziyade son kertede bir gelişmişlik, medeniyet meselesine dönüşmüş; “yapmayın, yaptırmayın” tavsiyesi yerine yasaklanmasının pek çok sorunu çözeceği yirmibirinci yüzyılda memlekette hala revaçta olan akrabayla evlilik bireyin kendisine, doğurulacak çocuklara, topluma zararı ziyanı dokunan çağdışı bir ilişkiden başka bir şey değildir de bunu aşiretleri için
“Hormekli döğüşür
Merdi Merdana,
Lolanlı yalvarır
Şahı Merdana, Kör olasın
Abdalanlı nankör,
Nasıl uydun melun
Yezid mervana “
deyişini de söyledikleri sohbetlerde ‘biz Hormekliler, sadece Gımgım’da değil civarda, diyarı Osman’da nam salmış, hasımları korkuyla titreten asil bir ocak…aşiretiz; too… too..to; eroo laoo, laoo hepinize söylüyorum; dışarıdan getireceğin gelin, damat aileyi, soyu sopu bozar, karıştırmayın soyunuzu, bozmayın …sakat da , çirkin de olsa Hormekli oğlanlarla, kızlarla evlenin ‘ sözlü Hormek genelgesini tekrarlayan dedelerden Talo’nun kardeşi Mustafaê Gülabiê İbrahimê dayanamayıp ‘ apé, amca ma bu nasıl iş? kendinize gelince Sünnilerden, Kürtlerden evlilik mubah. Hasané (Hesene) İbrahimé Talo’ya Gule; Kurmanj’la, Veliyé Taloé Mustafaê Boran köyünden Ömeri Usıkın kızı neydi o adını aklıma gelmez, onla, Mehmeté Müminê Karkapazardan bir kadınla, Selimé Ağé Mustafaê, Gımgım’dan Şeyh İsmail’in kızı Şarivan’la, Mehmet Halité Alié de hapse gireceği kesinleşince ‘ daha çok gençsin, benim ne olacağım belli değil, git babanın evine, kendine bir yol bul’ diyerek babasının evine gönderdiği Cibranlı binbaşı Kasım’ın kardeşi Melek’le evlenmedi mi? Onlara ses etmediniz, bize gelince… nedendir?’ karşılığını verene ‘ a bu Sünni, Kürt aşiretlerle düşmanlık çok akrabanın, çok gencin zayiatına mal oldu. Bazen aşiretin geleceği, sulh, sukut için düşmanla akrabalık kurmak gerekir o yüzden kız alınır, verilir. Mecburiyet vardır. Ama sonu iyi gelir mi !!! belli değildir, her zaman iyi de gelmez.A o Selimé Ağé Mustafaê’nın başını yedi mesela.’Ma Gımdım’da, Hoşan deresinin yanındaki bağda görüp boyuna posuna vurulduğu; Şeyh İsmail’in nişanlı kızı; on üç yaşındaki Şarivan yine bağda arkadaşlarıyla eğlenirken atlı adamlarıyla etrafını çeviren Selimé Ağé; Şal u Şepîk’ne sardığı iki katlı kuşağını çözerek beline geçirip, bağladığı gibi atının terkesine atıp köyüne, Zengel’e kaçıracaktı. Kızının kaçırıldığını haber alan Şeyh İsmail ailesinin ‘almış, götürmüş .Atlı, silahlı adamları var.Bizim Selimé Ağé ‘yla baş etmemiz mümkün değildir, bir çatışmayı kaldıracak güç de yoktur‘ kararıyla herhangi bir olaya meydan vermemek amacıyla tatlıya bağlanıp evlilikle; Hormeklilerin lideri olarak tehcirden önce Ermenilerin arazilerine bile el koyan Cibranlılarla, diğer aşiretlerle çatışma, talan, gasp için gerekli silahları bulmak, arazi, mal anlaşmazlıkları çözmek, küsleri barıştırmak meseleleriyle uğraşmaktan fırsat bulup da aşiretin diğer erkekleri gibi iki, üç evlilik yapamayan Selimé Ağé Musatafé, bir gün üç oğlunun, bir kızının annesi lojında ekmek pişiren Şarivan’a ‘ eree Şarivan, bakıyorum a bu civarda kadınlar adamlarının ayaklarını yıkıyorlar, sırtını sıvazlıyorlar bir dediğini iki etmiyorlar. Ben koca Selim ağa, her gün çatışma ortasındayım, güç lazımdır, kuvvek lazımdım, bakım lazımdır fakat nerde? önüme doğru düzgün yemek koymuyorsun, bir tas yoğurt atıyorsun, doy diyorsun.Bana iyi bakmıyorsun’ –‘eee ben ne diyeyim sana Selim ağa? Allahtan kork, sen ortada yoksun, malın mülkün peşinde koşan ben; kardeşlerinle uğraşan, bütün gün gelen gidene, çobanlara, onca insana yemek yetiştiren, o yorgunlukla ayaklarını leğene sıcak su koyup yıkayan da ben. Şu dediklerini duysa biri Şarivan, Selim ağayı aç bırakıyor diyecek. Böyle konuşacağına bugün canım paksan çorbası içmek istemiyor, başka yemek yap de. Elim hamurda, bitsin et yapayım.Elimden ancak bu kadarı geliyor, ben daha ne yapayım?’ –‘ eree valla sen haklısın. Elinden gelen demek bu kadardır. Çinika Şarivan, yemin olsun, bende diğerleri gibi üzerine yedi tane kuma getireceğim’le hiddetiyle Karer’ deki akrabalara gönderdiği ‘birini bulun, evleneceğim’ haberine çok geçmeden ’kocası yeni ölmüş dul bir kadın var, Zöhre’dir adı, gençtir, güzeldir’ karşılığını aldığında ‘eree gel ! hele gel Şarivan sana haberim vardır. Akşama hazırlık yap, gelin, kuman gelecek . Demiştim inanmamıştın. Sakın kadına kötü davranayım deme yoksa baba evi aha ordadır. Şimdi üç atlı çıkartım, alıp gelecekler’ dediğinde ‘ Selim ağa, baoo, demek sen ! elçini Karer’e gönderdin, bende elçilerimi Bangır babaya…Karer babaya gönderdim.Bakalım ! senin ki mi tez gelir…benim ki mi?’ rahatlığında Şarivan mala gittiğinde, atlılarının gitmesinden bir iki saat sonra çoban Hıdıra Eli kapıda görünecek ‘apo, apooo Selimé Ağé , atlı adamlarını gören Karkapazarlı çobanlar köye yetişip senin baskına geleceğini söyleyince, Mal Xeto ailesinin silahlı adamları köyün etrafında pusuya yatmışlar, bunu gören senin adamlarda a o Goride bir mevzide seni beklerler’ –’ baoo, Hıdıra Eli, sen önden git. Atlılardan Hesené Hayderé de ki ; Selim ağa tuttukları mevziden çıkmasınlar geliyorum dedi, de’ .Omzunda hedefi ıskalamamasıyla nam salmış dokuzlu sürmeli tüfeği, atladığı gibi rüzgarla yarışan atına Mengel köyüne yaklaştığında karşısına çıkıp atını durduran yaşlı kadının ‘ dereza Selimé Ağé! Hayır bo nereye’–‘gıle Karkapazara, neden sordun?’–‘ baooo bak! ez kurbane, ben bilirim, görürdüm.Sen atınla burdan her geçtiğinde, başında dolaşıp sana yol gösteren kartal, kuş bugün yoktur.Her ne düşünüyorsan farkında bile değilsin. Bramın, her ne yapacaksan, yapmanı istemez küsmüştür senden. Gel, nereye gidiyorsan gitme! Ne yapıyorsan yapma! dön geri ‘ yalvarmalarına ‘gıle, waye, dayıkame, benim anam sen içini ferah tut, pirim benimledir, Pirom her daim yanımdadır. Kal selametle ‘yle yoluna devam edecek, Karkapazar düzlüğüne geldiğindeyse kurulan pusuyu fark edip silahını ateşleyince Mal Xeto’nun adamları korkudan kaçışırken, sırtı dönük olduğundan göremediği pusuda yatan Karkapazarlı çobanın ‘ben atayım şu mermiyi de vurursam , sağ salim dönerim evime’yle ateşlediği mavzerinden çıkan kurşunla atın yere düştüğünü görünce mevzisinden fırlayıp Karkapazar’a vardığında ‘birini vurdum, kim olduğunu bilmem’ diyerek Karkapazarlılarla olay mahalline geldiğinde; başında atının beklediği cesedin tek başına bir alayı dağıtan yiğitliği dilden dile dolaşan, düşmanlarının Azrailleriymişçesine korktuğu Hormekli Selimé Ağé olduğunu anlayan Mal Xeto’nun adamları cesedi atına yükleyip Karkapazara götüreceklerdi. Onca çatışmadan sağ çıkan Selimé Ağé ‘nın Zöhre’yle evlenme uğruna hayatından olması hazin bir son gözükse de, Şarivan’nın elçilerinin Karer baba’ya ondan önce ulaştığının da ispatıyken Mustafaê Gülabi’ye ne demeli?Onu dinleyen sanır ki Tudor, Habsburg, Bourbon hanedanın, Rothschild, Rockefeller ailesinin mensubu gibi a o nasıl bir övünme, nasıl bir özgüvendir öyle, akıl almayacak. Mustafaê Gülabi o nasihati etmese de Karer’den kız almaya kararlı Mehmetê Şerifê Aliê ile amcası oğlu Alié Haydaré Zeynelê; Küçükağazade Mehmet Efendinin odasındayken, o zaman benle yeğenim Fatma ağladık…ağladık, daha onbir yaşında var yokum, etrafımda olanlardan ne haberim olacak? Şeyh Said’i, isyanı, Milis kuvvetini falan, nerden bileyim? Çocuğuz ama biliyoruz evlenirsek, gideceğiz buradan ‘Emine’ dedi Fatma ‘ bram Hüseyin dedi iki atlı gelmiş ta Gımgım’dan piyimden , babadan kız istemeye ama hangimizi verirler…hangimiz gider ? bilmiyor’ İçim o an böyle cız etti , yetim olan bendim , bildim beni verecekler.Oymalı, ceviz sandığa koyduğu bir çeyiz, birkaç koyunun kesilip, kazanlarda yapılan kavurmaların çayırda serilen sofralarda yenildiği Küçükağaların şanına yakışan, bir, kaç gün süren bir düğünle yolladı beni abim Kasman’a. Ne başlık aldı bilmem fakat az almadı. Kasman’a geldim, nerde Küçükağaların zenginliği , bolluğu nerede çe Talo?Bana göre fakir bir ev damı, odaları az. İlk zamanlarda babaannen Fidan’ın odasında kalıyoruz, benim boyum kısa, baban kucağına alıp pencere önüne götürdü beni dedi ‘Emine! dışarıya bak ! canın sıkılmasın’.Küçüktüm ya, uzun saçlarımı tarardı, çok değer verdi bana, her zaman ‘şunu söyle yapalım, böyle edelim’ fikrimi alırdı. Üç aylık gelinken ben, Isparta’ya teb’id (sürgün) kararı çıkan babanın yazı, şiir yazdığını bilmezdim, Kasman’a geldiğimde, baktım odasındaki masanın üzerinde bir top sarı saman kağıdı, yanında daktilo, bir de yanında taşıdığı aklına bir şey geldi mi yazdığı defter ‘–‘o daktilo nerde şimdi’ –‘ amcası Kamerî Sofué İbrahimé’n oğlu Şükrü’ye vermişler.O da birine vermiş.’–‘anlamadım onca kızı, oğlu vardı.Niye ona vermişler?’–‘Bizim orada öldün mü tamam.İz bırakmazlar arkandan.Nesi var, nesi yok dağıtırlar. Sanki hiç yaşamamış gibi. Ben ne bileyim, ben çocuktum, bilseydim her şeyi alırdım, saklardım. Benden büyük eşekler vardı, karısı, çene Küçükağa vardı deseydi ’ ben, kocamın daktilosunu vermem. ‘ Babamın bir atı vardı, adını bilmiyorum. Atı siyahtı yalnız alnı yüzü burnuna kadar beyazdı. Birde ayakları, bilekleri beyazdı, “belek” derdik biz. Annem ahıra giderdi biz de arkasından, önünde ağlardı…ağlardı, bir bakardım; atın böyle gözlerinden yaşlar aktığını görürdüm. Atını da hakim abimin kayınbabası olacak Ölengli Mehemet Efenin oğlu Kasım’a verdiler… kılıcını amcam Hüseyinê Aliê aldı. Öldürüldüğü gün atına binmek istemiş, atı kişnemiş, gitmek istememiş, bırakmamış binsin. Babamın kamçısı varmış, siyah, bir tane vurmuş kamçısıyla demiş ‘be mübarek sen niye gitmiyorsun. Annem, baban herkese şiir yazardı diyordu. ‘–‘Doğru demiş, çene Küçükağa içinde yazmış, okudum ben’–‘ben babamın annem için şiir yazdığını bilmiyordum’–‘dur bekle ! Bingöllerin Sesi, kitabı alıp geliyorum’ seyirciyi sıkar mı, zorlar mı düşüncesini iteleyip yaşanan an isterse on dakika sürsün olağanlığında perdeye aktaran Nuri Bilge Ceylan kamerası peşindeymişçesine telaşsız, yavaş hareketlerle, odaya yöneliyor, kitaplar arasında gezinen elinin bulduğu kitapta annenin bilmediği şiirin yazılı olduğu sayfayı araya, araya yanına geldiğinde ‘hah, buldum işte, anne dinle’
” 1927 yılı Emine’ye Mektuplar
Gelin
Üç aydır seninle evlendik gelin,
Dudağımda küçük kınalı elin,
Nerde ala gözler, kara kaşların,
Göğsüme yığılan kumral saçların,
Kim ayırdı bizi bu bir kader mi,
Bir afet mi, yoksa dert mi, keder mi,
Ayırdılar işte, tam yollardayız,
Ucu bucu görünmez çöllerdeyiz,
Sen o köyde için hasretle dolu,
Ben Kütahya, Isparta Uluborlu,
Çarşısında gezen bir garip Sürgün,
Üç ay önce, yaptım sana ben düğün,
Kaza denizine düştüm sevgilim,
Uzaklardasın sana yetmez elim.”
‘Ne güzel yazmış, ben diyorum babam çok sevmiş annemi , hasretmiş ‘ –‘ sevmiştir ne var , abartma anne insan on kişiyi de sever.Peki anneannem dedemin yanına gitmemiş mi?’ –‘ Annem sonra bir devlet teb’id ettiklerinin yanına eşlerini, çocuklarını da gönderecek dediler, demişti.Tek tek topladılar bizi, etrafımızda jandarmalar ortada biz… ne bavulu? neyimiz vardı ki iki çal çaput, koy heybeye tamam. Kah yürüyerek, kah trenle, kah arkası açık bir kamyonla Trabzon’a, limana götürdüler.Yanımda akrabalardan Velié Ağé’nın karısı halam Zerif’de vardı. Bir Allah bilir ne meşakkatli yolculuktu. Geldik limana, vapura bindirirken bizi getiren askerlerden biri, bir kolağası, elindeki kağıttan isimlerimizi okuyor, ismini okuduğuna da şöyle bir bakıyor geç… geç diyordu. Sıra bana gelince ‘sen böyle geç, bu kalsın ’ dedi. Daha onbir yaşındayım, çocuğum ’kalsın’ dediğini duyunca korkudan, a o gök yıkıldı başıma ‘heyvah, heyvah beni yollamayacak Şerif’in yanına’ zangır, zangır titriyorum. A o benim önümde gemiye aldıkları emıka ma Zerif sonra bana dedi ki ‘ baktım bir şeyler söylüyor asker sana, anladım seni tutacak kendine, bırakmak istemez. Aklını kullan Zerif, dedim. Hemen yanına geldim elini tutum.’ Hakikaten öyle yaptı ’ Bu benim kızımdır, kocası bekler onu’ kolumdan çekti aldı beni, güvertede sıraların birine oturduk, vapur hareket edene kadar da elimi hiç bırakmadı. Aynı sürgün kafilesinde ki amcasının hanımının ölmeden bir iki yıl önce kendisine anlattıklarını tesadüfü bir karşılaşma, tanışma sonrası annenle yaşıt Lolanlı Nuray’dan dinlediğinde; ailesinde ne annene, ne de başka birine anlatamadığı “zangır, zangır titremesinin” nedeni o gemiye binmeden önce yaşadıklarının ürkütücülüğünde onbir yaşındaki bir çocuğun duyduğu çaresizliği ölümünden otuz yıl sonra; belki de boynundan hiç çıkarmadığı minik kırmızı boncuklu kolyesini o yolculukta kendisine hediye etmiş halası Zerif’in de yaşanan olayı bildiğini aynı gün öğrenmen sana, beşyüz yıl geçse de hiç bir sırın, hiçbir gerçeğin gizli kalmayıp er geç ortaya çıkacağını da kavradığından üstüne basa basa soruyorsun ‘Anneannem o yolculukla ilgili sana başka bir şey anlatmadı mı?Ne bileyim başına gelmiş başka bir olay’– ‘ Annem bana bu kadarını anlattı, her şeyi konuşmazdı, pek çok şeyi içinde saklardı’ şimdi gerçeği annene anlatıp o darmadağın etmene ne gerek. Bu iğrenç olayı anlattığında ya tansiyonu yükselir emboli atar, felç kalırsa… ömür boyu vicdan azabındansa kendini öldürürsün sen.Bırak öğrenmesin, öğrenmesi yaşanacak facialardan daha mı önem arz ediyor.Madem, sırını kimsenin bilmesini istememiş çene Küçükağa, bırak seninle mezara gitsin ‘ anneannemler nerden gemiye bindirilmişler ‘ –‘ Trabzon dan gemiyle İstanbul’a ordan Isparta sonra babamın sürgün edildiği yere Kütahya Tavşanlı’ya götürmüşler. Annem diyordu ki, devlet bize, önünde koskocaman bir çayır, tarla olan yeşillikler içinde iki katlı büyük bir ev vermişti.Hem hükümette, kaymakamlıkta memur çalışan, hem de oraya sürgün edilmiş Mehmet Çavuş diye bir Seyid vardı, onunla birlikte müteahhitlik işi yapan baban çok güzel Kuran okurdu, pencereden sesini duyan komşular ‘Emine bacı ! Şerif beye söyleyin, bu akşam da Kuran okusun, dinleyelim‘ derlerdi. Çok geçmedi bir gün baban ‘Kanun çıkmış, istesem Kasman’a geri dönerim fakat bana kalırsa Emine, gel gitmeyelim, bu taraflarda kalalım’. Ben tutturdum ‘gidelim, gurbet burası, yanımızda kimse yoktur, ailemiz akrabalarımız, hepsi oradadır. Malın var, mülkün var, niye, kime bırakıyorsun ?’–‘Ne…ne yaptın sen dakıla mı, dayi kame ! dayi ! aldın getirdin babamı, Kasman’a öldürdüler, orda kalsaydınız şimdi başkaydı hayatımız’– ‘böyle olacağını ne bileydim ?Bir yıl geçti geçmedi (1928’de) Kasman’a, çe Taloya geri geldik’. Aynı yıl 3 Kasım’da gerçekleştirilen Harf Devrimi sonrası, 11 Kasımda “Millet Mektepleri Talimatnamesi” yle gerekli hallerde; halin gerekliliğine karar verecek yetkili merci – onlarca tanıdığı torpil, rüşvet karşılığında alıp maaşlı atayacak– partili; CHF‘lı yerel idareciler; valiler, kaymakamlar, belediye başkanlarından mütevellit yeterlilik kurulu;16-30 yaşlarında ki Türk vatandaşlarının tabii tutulacağı dört ay sürecek, hayat ve maişetlerinin ve vatandaşlık sıfatlarının gerektirdiği ana ??? bilgilerin de verileceği ülke genelinde Türk harflerini en kısa zamanda en doğru şekilde öğretmek için öğretmen olmayan aydın kişilere “Millet Mektebi Öğretmeni” unvanı, belgesi verdiğinden, daha önce Rus harbinde göçülen Engüzek köyünde çocuklara okuma yazma öğretmiş deden ; Mehmetê Şerifê Aliê Efendi de Uskıranda (Üstükran–Çaylar ) açılan Millet Mektebinde öğretmenliğe, ordan da Karlıova kaymakamlığına tahrirat katibi ( yazı işleri müdürü ) atanacaktı. Öğretmenlikten bir iki yıl sonra Kaymakamlıkta tahrirat katipliğine hızlı yükselişin arkasında idarenin desteği olmadan mümkünatsızlığında , sık sık kaymakamın, diğer hükümet yetkililerinin eşleriyle görüşen anneannen de Karlıova’ya taşındıklarında kucağında yeni doğmuş hakim dayın yanında da deden Mehmetê Şerifê Aliê’nin çe Taloda babasının adıyla seslendiği ama nüfusa aynı zamanda annesi Fidan’ın büyükbabasının da ismi olan ideolojisini yansıtma isteğiyle 840-1212 yılları arasında Orta Asya, Maveraünnehir’de hüküm süren Türk Hanedanlarından “Karahan” kaydettirdiği sağır dilsiz dayın Ali’yle, teyzen Sara varmış.Baban diyordu annem ‘ her zaman hükümet kapısında birinin yanına gittiğinde çizmesinin ucuyla kapıyı açardı; korkmazdı kimseden.Biri onun şikayetini yapsaydı, o üç defa onun şikayetini yapardı; kafasına yatmayan bir iş olduğunda, bir haksızlık gördüğünde, hemen dilekçe yazıp şikayet ederdi.’ .Dedemi hep öyle dilekçe yazarken gördüğündenmiş meğer dayım Ali’nin ‘ben sağır dilsizim’le başlayan ‘maaşımı çalıyorlar, arazimi elimden alıyorlar’ gibi olmayacak konular hakkında bile sürekli oraya, buraya dilekçe yazması. O dilekçeleri okumaktan, evraka kaydetmekten, işlem yapmaktan, cevap yollamaktan bıkan Ankara, Muş, Varto ve diğer devlet kurumlarının, yetkililerin şikayeti yüzünden Kaymakamlığa çağırılıp ‘ bir daha dilekçe verirsen , hükümeti boş yere meşgul ettiğin için seni tutuklar hapse atarız’ gözdağında bulunmalarından önce de jandarmadan, polisten ölesiye korkan dayın Ali bu tehdit sonrası ölümünden bir iki yıl önce hiçbir yere dilekçe yazmayacaktı. ‘Deden, babam ileriyi gören biriymiş kimseye muhtaç olmasın diye abim Ali’ye okumayı, yazmayı öğretmiş. Askerlik zamanı gelince hani sağır dilsizdir raporu için almış Erzurum’a götürmüş, asker hastanesine.Oda da bir Binbaşı, falan… yanında oturmuş, muayene ediyor ya adamın birisi…Binbaşı böyle açılmış bir tane abimin yüzüne…hani sağır dilsiz olup olmadığını öğrenmek için, bir tokat atmış. Abim Ali o da açılmış tak diye bir tane ona vurmuş.Neyse artık rapor vermişler tabi, adam bir daha karışmamış abime. Babam almış, getirmiş demiş ki anneme ‘Emine biliyor musun Karahan’a bir tane tokat vurdular, o kadar yandı içim.Birde baktım Karahan da bir tane ona vurdu…vurunca öyle içim rahat oldu ki, çok sevindim’. Hakkında “Kimine göre “zamanın korucu başısı. Belli dönemler ortadan kaybolan Mehmet Şerif Fırat’ın, Şeyh Said’i yakalatan Binbaşı Qasım ile beraber Elazığ’da istihbarat eğitimi aldığı, orada okuma yazma öğrendiği söylenir. Binbaşı Kasım ( Qasım ) derinden ve sessiz, o ise gürültülü ve acımasız iş yapıyorlar” yazısı gibi onca makalede ileri sürülmüş dedenin; istihbaratçılığına, devlet yanlılığına kanıt ve de Kasmana geri dönmesine de sebep olaylardan birisi olarak gösterilen Karlıova’da bir binbaşıya tekme, tokat atması vakasının aslı, astarı niyeyse tüm çıplaklığıyla ortalığa saçılmadığından, olayın muhatapları da bu dünyadan göçtüğünden konuyla ilgili de her kafadan bir ses çıktığından işi tarihçilere bırakmaktan, devretmekten !!! başka, çıkar yol da yoktur ?? ne bu şimdi ??? bir sen eksiktin; İlhan’ın ‘nesini yüceltiyorlar anlaşılır değil. Bunlar kendilerinin, kendisinin faydalanmayacağı, işine yaramayacak hiçbir şey istemez (ler). Rüzgarın esmesini şöyle püfür püfür esse, dalgalandırsa saçlarımı serinlesem, tohumlarını dağıtacağı bin bir çiçeğin kokusu getirse burnuma, türbini döndürse böylece enerji ihtiyacımızı karşılasak; yağmurun yağmasını da şöyle toprağın, doğanın kokusunu içime çeksem, pencere kenarında izlesem damlaları– ki kontrol edebilecek gücü olsa üstüne yağmasını bile engelleyeceği komşusunun tarlası da sulansın– diye değil sadece benim toprağıma yağsın, ekinim bol olsun, başaklarımı dalgalandırsın diye ister. Ya hiç gördün mü köylerde sen, kendi köpeği dışında bir köpeğe yiyecek veren bir köylü? Eniştem 80 yaşına geldi, 50 yıldır İstanbul’da yaşıyor daha hanımını, teyzemi alıp da sahile götürmüş adam değil. Aaaaa nasıl olur enişte dediğimde de pişkin pişkin ‘ görsek ne olur, görmesek ne olur? ne değişecek yine aynı adam, yine aynı kadın olmayacak mıyız?’la üste çıkıp, sorun etmeyecek bu meraksız, zevksiz, stabil aman da param gitmesin diye şöyle bir yerde oturup bir bardak çay, kahve içmeyi , evde pişirmek varken gören düşüncelerin esiri olduklarını bile bile… öyle olmadıklarını bile bile kendine gelsin, medenileşsin diye bence Atatürk “köylü milletin efendisidir” demiş’ le nefretini gizlemediği köylü zihniyetlilerinin, kasaba kurnazlarının, kendini entelektüel niteleyen; ne pahasına olursa olsun, hayatı boyunca Tevfik Fikret’in “hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin” prensibine sadık; mezarının taşına “bağbân bir gül içün bin hâre hizmetkâr olur” yazılmış belki meşhur sözlerinden “hiçbir yoğurtçunun yoğurt olduğu görülmediği gibi, hiçbir Türkçünün de Türk olduğu görülmemiştir”ini duyan deden Mehmetê Şerifê Aliê’nin de kendi kendine gülümseyip, hak verdiğine inandığın, sakalını tutkun olduğu Marx gibi uzattığından Sakallı lakaplı Yalınız Celal’in tahsilli cahillerinin; ülkenin gidişatını belirlemiş, geçmişte yaşanan elem verici, hayat yıkıcı olaylar, başta Ermeni tehciri söz konusu edildiğinde aklına hemencecik gelen en gözde ve kurtarıcı ve inkarcı ve de yokuşa sürücü cümle, tarih kitaplarında yer verilmediğinden dört, beş kuşağın ölmeden önce öğrenme olasılığının bulunmadığı, kimliği meçhul “tarihçiler karar versin, bırakalım”a başvurmayan. Resmi tezlerini savunmasını istediği bunun için ‘uydur..uydur…yaz’ komutunu vereceği, farklıyı, ötesini savunanları hain, bölücü, işbirlikçi damgaladığını bile bile; yapılan haksızlıkların, ahlaksızlıkların sorumluluğunun ‘yaptırım güçleri, hukuki vasıfları ne ki ?’ demeden ihalenin bırakılmasının istendiği devletin tarihçilerinden geçmişin, tarihsel olayların tartışılmasını, araştırılmasını beklemek tam bir açmazlıktır apreliği deme! Korkma ! demeyeceğim zira ; 2*2=4 etmesinin, √198 sayısı hangi iki doğal sayı arasındadır? 12√a + 48√a + 75√a = 66 ise a pozitif gerçek sayısı kaçtır? varış yolu farklı olsa da cevabın tekliğinden dolayı matematik, fizik, kimya, uzay bilimlerin de görüş bildirme, yorum yapma ihtisaslaşma, uzmanlaşma ve kanıt gerektirir ama cevabı tek olmayan ‘ devrim öncesi ve sonrasının Fransa’sını Balzac’tan, Hugo’önermesini de kapsayan insan, toplum ilişkilerini baz alan beşeri bilimler, bir ihtisaslaşmayı gerekli kılmadığından mıdır, hiçbir vasfa sahip olmaksızın kendisini görüş bildirecek yeterlilikte gören tarihçilere tarihi, sosyologlara sosyolojiyi, siyasetçilere siyaseti, aşçılara yemeği, ustalara tamiri, yazarlara yazmayı, YouTuber’lere konuşmayı, eğitmenlere eğitimi bırakmak lazım’ silsileli bıkkınlık verici ama öldürmeyen artçı sağanağına dönüştürülmüş bir bakış açısıyla üstüne beton dökülerek kapatıldığı sanılan olayların suçlusu ülkeyi, bireylerini, toplumunu en uç James Bond tekniklerini kullanıp gizleyerek “açmazlığa” terk edip gündeme gelişini elden geldiğince erteletme kurnazlığı için sarf edilen, onlarca sorunu çözebilecek efora bakıp; dünyanın her yerinde tarihi kazananların yazdırttığı, yazdığı gerçeği orta yerdeyken yapılmayacağını bile bile yine de hey Allahım diyorsun; ne vardı algının genişliğini arttırıp bağıntısallığı öne çıkaracak demokratik tavırda; ister tehcir, soykırım, etnik temizlik, ister büyük felaket, vahim olay, pogrom, Holokost, mübadele; ister asimilasyon, ötekileştirme, isyan, katliam, kıyam densin; adı, tanımı değişince acısı, kederi, vahşeti değişmeyecek; niteliği, boyutu, işleniş biçimi farklı ülke tarihine damga vurmuş olayları; 77 ‘nin Bir Mayıs’ını, Çorum, Maraş, Roboski katliamlarını, Kontr gerillayı; 1915 tehcirine, 6-7 Eylül 1955’e neden argümanları kimlerin dillendirdiğini, “Atatürk’ün evini bombaladılar” manşetini kimlerin attırdığını, Şeyh Said, Dersim isyanlarını, darbeleri, işkenceleri, faili meçhul cinayetleri araştıracak tarafsız gözlemciler, hukukçular ve siyasetçilerden bir yüzleşme komisyonu kurulsa muhatapların ellerindeki –şayet varsa “Ermeni emvâl-i metrûkesi” nin kimlerin üzerinde kayıtlandığına dair yapılmış araştırmalar da dahil – evraklar , belgeler verilse, varılacak sonuç raporlanıp açıklansa ne oludu ki, dünya mı yerinden oynardı ? Ancak tüm engellemelere; ne kadar istenirse istensin yaşananları tekeline alıp, saklayamayacak tarihin; geçmişte milletlerin, dinlerin , cinsiyetlerin aralarındaki sosyal ve ticari ilişkilere, vuku bulmuş olaylara muhatapların yaşanmışlıkları edebiyattan, felsefeye, görsel, işitsel sanatlardan diğer sosyal bilimlere kadar pek çok dalda bilgiye, metne dönüştürüp aktararak gelecekte yer edinmesini sağladığından kaybı söz konusu olmamsına karşın; neyin tarih,kimin tarihçi, neyin dikkate alınması gereken bilgi, belge, metin olduğu ülkeyi yöneten egemen güç kimse onun tarafından belirlendiğinden “damarlarda akan asil kan” masallarını tarih diye anlatan. anlatıran, yazan, yazdırtan da– ‘olur da elimizden alınır sahibine geri verilirse aşağıdaki büyük tarla Pembe köşkün yanında ki site, Akaretler de, Beşiktaş da ki dededen kalma apartmanlar, Boğaz kenarında yalılar, Van’da, Muş’ta çarşıdaki dükkanlar halimiz nice olur‘ telaşına düşecek Ermeni mülklerini sahiplenmiş, onlara ait mal, mülk, altın, paralarla zenginleşmiş, kentli olmuş– ülkenin saygıdeğer, soyadları kurtuluş mücadelesi, savaşıyla anılan ailelerinin, paşalarının, yönetenlerinin tarihin içine almak istemedikleri “küçük”, “sıradan” insanların; onca İbrahimé Talo’nun, Cibranlı Hüseyin Ağa’nın, Belkıze’nin, Behıj’ anın, çene Küçükağanın, annenin yaşanmışlıklarını köylerde, mağaralarda, uzak diyarlarda çürümeye bırakarak yok ettiklerini sanmalarına; kendileri unuttuğu için unutmayı, unutulmayı dayatan otoriter, hegamonik; resmi ideolojik söylemlerine kimin söylediğini tam hatırlayamadığın ( Alev Alatlı’ydı galiba) “tarih, tarihçilere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir” noktalı virgülünü koyup; ey Türkiyeliler ! sizler hep yaptığınız gibi müesses nizamın istediğini yapmaya devam edip “tarihi tarihçilere bırakın, tamam, kabul ama hakkında farklı görüşlerimin, iddialarımın olacağı İsmet İnönü’ye dokunmayıp, onu da rica etsem bana bırak mısınız diyerek; dedenin ve hasımlarının verdiği iddia edilen şikayet dilekçeleri hakkında kitap yazanların araştırmasıyla bulunsaydı, spekülasyonlara, yalana ihtiyaç duyulmadan “Binbaşıya tokat atılmasıyla” ilgili gerçek ne idiyse anında, şakadanak ortaya çıkarılacakken, insanların aptal yerine konulup bilerek muğlaklığa, karanlığa terk edilen yaşananların, olayların dünya görüşüne göre yorumlanması, yazılar, romanlar döşenmesi her kesimin, her bireyin genetiğine kazılı olguya dönüşmüşken bu minvalde çoğu kitapta ismi yazılmayıp “bir binbaşı”yla geçiştirilen aynı zamanda Karlıova Kaymakamı binbaşı Kemal Tuncer; aranan eşkıya Şorikli Hasan’ın öldürüldüğünü bildirerek, devletten başına koyduğu para ödülünü alır ancak Şoriklinin yaşadığını, eşkıyalığa da devam ettiğini, binbaşının yalan beyanla para aldığını iddia eden şikayet dilekçesi üzerine başlatılan soruşturma nedeniyle aralarında çıkan tartışmada binbaşıya tekme, tokat atınca –devletin kendisine sunduğu kudreti, yetkiyi kullanıp binbaşıyı tekmeleyen devletin adamı damgalı deden değil de başkası olsaydı emin ol ‘sömürgeci TC’nin binbaşısına tokat, tekme atı’ mitiyle çoktan kahramanlaştırılmıştı – kendisinden haz etmeyen Kürt aşiretlerinin çabasıyla hakkında tahkikat başlatan; karşılıklı onlarca insanın ölümüne neden olmuş husumetin öyle hemencecik bitmeyecek, yıllara devreden köklülüğünün farkındalığında kendini tehlikede hisseden 1934’ün son aylarında istifa edip, 1935 yılında güvende olacağını düşündüğü Kasman’a geri dönüp köy içi, aşiretler, akrabalar arası arazi ve diğer anlaşmazlıklarda arabuluculuk, dava vekilliği yaparken ; devletin resmi ideolojisini oluşturma çalışmalarına katkı sunan “Türk Tarih Encümeni” başkanlığı yapmış, 1931’de “Türk Hukuk Tarihi Mecmuası”nı çıkarmış ”Türkiye Tarihi” yazarı Fuad Köprülü; 1932-1951 arasında TDK da yöneticilik yapan Besim Atalay; 1932 yılında I.Tarih Kongresinde “Türk Tarihinin Anahatları” adlı çalışmanın yazı kurulunda yer alan tarihçi Ahmet Refik’den daha fazla 1926 da devletin Almanya ya kursa gönderdiği, 1931 Muş milletvekilliğinden dolayı yüz yüze memleket meseleleri hakkında konuştuklarına “şimdi tek bir yol üzerinde yürümeye mecburuz. Bu yol şudur: Kurmanclıkla, Zazalığın arasında bir Türklük barajı kurmak” vecizesinden, düşüncelerinden etkilendiğine inandığın Türk Dil Kurumunun 1935-1950 arası ikinci başkanı Güneş Dil Teorisine Göre Toponomik Tetkikleri (1936) yazarı, CHF’sının Şark İlleri Asayiş Müşaviri, Milli (A)Emele Hizmet (MEH) teşkilatı kuruluşunda ve Türkçe Sözlük’ün yazımında da aktif görev almış, Yusuf Ziya Yörükan’ın Alevilikle ilgili araştırması arşivinden çıkan, çok yakın olduğu Atatürk’e ve ilgili makamlara Dinler, Türk tasavvufu; Bektaşiler, Kızılbaş-Alevi toplulukları ve 1932 yılında Zazalar hakkında sunduğu raporlarla tek tipçi, Türkçü resmi politikasının oluşumunda katkısı bulunan Hasan Reşit Tankut’un kitaplarını okumakla kalmayıp, Kuvayi Milliyecilerin, Kemalistlerin gelenekselleştirecekleri “Osmanlı–gericiliği, Arap kültürü–ümmetçiliği Cumhuriyet muasır medeniyet, ilerleme, Türk kültürünün, Türkün doğuşunu temsil etmektedir. “ propagandasını içselleştirip, Alevilerin Türklüklerinden dolayı Osmanlı da katliama uğradığına, itilip kalkıldığına kalben katılarak, Türk kültürünün tarihsel gelişiminin ortaya çıkarılmasına yönelik araştırmalara girişip özellikle 1930 yıllarda sistemleştirilmiş Güneş Dil Teorisiyle Türk Tarih Tezini tekrarlayacağı Türkçülüğün psikolojik manevralarından biri de sayılabilecek, Ankara ile devlet ile Paşa Hazretleri ile Türkçülük ile her anlamda barışık bir Alevi tarihi, kültürü yaratma gayretiyle Civarık’ı Erzincan, Kars, Bingöl, Dersim yörelerini gezdiği buraların tarihi, aşiret, nüfus yapısı ile Hormeklilerin şeceresine ait bilgi, belge, notları toplayıp aile tarihini anlatacağı kişisel bilgi ve yaklaşımlarıyla Hormek ve diğer Alevi aşiretlerini devletin bakış açısıyla irdelediği Şeyh Sait isyanına karşı tutumlarını Cumhuriyeti kuranlar arasında başından itibaren var olan derin birlikteliğin doğal sonucuna bağladığı;1946 yılında dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na sunulduğu ve başbakanlığın da doğu illerinde dağıtılmasını düşünerek değerlendirilmek üzere önerdiği Türk Tarih Kurum, başkan Şemseddin Günaltay imzasıyla Başbakanlık Özel Kalemi’ne gönderdiği ve eserin “hiçbir ilmi vasıf taşımadığı ve müellifin kendi müşâhedelerine dayandığı” gerekçesiyle basılımının uygun bulunmadığının iddia edildiği ‘Varto Tarihi’ne ait bir kitap yazma fikrinin nasıl ? niye?? ne zaman ??? aklına düştüğü ya da düşürüldüğü, kimsenin belgesini ortaya çıkarma zahmetine girmediği “Şorikli Hasan” olayı gibi sır kalacaktı; hani hiçbir sır sonsuza kadar saklanamazdı diyordun ne oldu? Aceleye gerek yok okuyucu, daha yolun başındasın, bekle bakalım. ‘Babam çok inançlı, çok merhametliymiş, “wayire çe Talodakiler” öyle diyorlardı, her zaman inançlı birinin kolay kolay bir başkasına kötülük yapmayacağına inanırım. Bir gün evde kimse yokmuş, köy yayladaymış, babamda balkonda yazı yazıyormuş, Hesené Aliki Veli gelmiş, babam ‘Hesené Aliki bana bir su getir çeşmeden içeyim’ –‘amannn keko, benim umurumda mı sen susamışsın, valla getirmem, git kendin al’ babam bu cevap üzerine bir şey dememiş, annem akşama yayladan gelince ‘ Emine’ demiş ‘keşke ben de Hesené Alik kadar gamsız olsaydım’ .Çünkü hep içine atarmış, kimseyi kırmak istemezmiş. Şimdi çe Taloda, Kasman’da babam hakkında anlatılan bunun gibi onlarca olayı, hikayeyi duymuş ben, nasıl inanırım babamın insanların canını aldığına, kötülük.Babamla ilgili hiç kimseden kötü bir laf duymadım. Ablam Ceylan, Hollanda’ya kızının yanına gittiğinde bizim oralardan bir adam oturmaya geliyor ‘baban hiç pantolon giymez hep tımanıyla dolaşırmış, öyle mi ?’ diyor. Yani uçkuru hep açık önüne gelene tecavüz ediyormuş demek istemiş.Düşün ! ablam Ceylan o öldüğünde dokuz, Sara’ysa onsekiz yaşındaymış öyle bir şey olsa ‘babanız Efendi, şunu, bunu yaptı’ diye hiç mi bir köylü anlatmayacak ? hiç mi duyulmayacaktı. Hadi diyelim ablamlar babaları diye gizlediler, anlatmadılar yaptıklarını, koca köy, Varto’dakiler, herkes mi sus pus oldu, gizledi babamın yaptığı işkenceleri, kötülükleri de duymadık biz .’Kasman’a gittiğimizde babamın çeşmesini göstermiştim sana, hani böyle altında deré Mengelî’n aktığı üç tane kavak ağacının olduğu düzlük bir yer ’– ‘şöyle küçük bir yer… koru gibi, rındık (su teresi) topladığımız yer mi?’–’ o ayrı o derenin öbür tarafında. Akbinden (axpîn; genellikle ev damının civarındaki bahçe; verimli tarla), dereye doğru inen, evin ön değil de arka tarafındaki yerden bahsediyorum’– ’tamam…tamam dedemin mezarına bakan tepe demeyelim de tümsek gibi bir yer vardı, orayı diyorsun sen ama orada çeşme falan yoktu ki’–’ biz çeşme diyorduk, yerin altından çıkan küçücük bir kaynak su, incecik bir ark gibi dereye doğru akardı, babam, oranın suyunu içermiş, onun için oraya “babanın çeşmesi” diyorlardı.İşte annem derdi ki ‘derenin akışını, sesini çok seven baban yazın hep oraya giderdi, ateş yakar, demirden bir üçayak (sacayağı) vardı onun üzerinde çayını demlerdim, yere cacım (kilim) serer otururduk. Baban, büyük büyük dedesine benzermiş, öyle diyorlardı, evdekilerle uğraşmaz, tarlayla, bağla bostanla ilgilenmez, kimseye karışmazdı.Yazı yazardı, gezerdi, sık sık Varto’ya, Muş’a başka yerlere gider, gelirdi.’–‘ hangi dedesine benziyormuş?’–‘Talo Mustafaé’ya’–‘ aileye niye Talugiller diyorlar, ayyy yanlış konuştum Talu(o) ne demek’ –‘Talo değil Dalo diyoruz biz. Diğer beş kardeşi vuran, kıran, can yakan, can alan, kavgacıymış. İçlerinden bir bu hiç gülmez, hep taş gibi küs gibi dururmuş. Onun için Ali yerine Talo Mustafaé diyorlarmış. Dalo bizim dilde acı demek. Kasman’da, diğer köylerde herkes diyordu (D)Talu(o)’nun eli çok ağırmış, birinin bir yerine dokunsa, tokat atsa bir yara, iz bıraktığından korkarmış. O yüzden de birine dokunacak , elini sürecek olsa önce ‘Bismillah’ der sonra eliyle hafifçe dokunurmuş.’ – ‘ yani… ??’– ‘yani nasıl bir keramet sahibiyse artık.Tekyası, ocağı yokmuş ama nasıl biz “Ya Goşkar Baba” diye dua ediyor, yardıma çağırıyorsak, güç zor bir işle karşılaştığımızda ya da bir işimiz olsun istediğimizde ( Wayîrê çé Talu Mustafa ağayî tifak û tofana şima ra dûrî bero – Talo Mustafa ağanın ocağının sahibi ) bütün kötülükleri , felaketleri sizden uzak tutsun’ derdik.’
Annenin herkes gibi orta yaşı geçtikten sonra sık sık geçmişe dönmesine günümüzde belirleme hakkını elinde tuttuğundan hoşuna gidecek postlar, fikirler, reklamlar sunanları takiple, kapattığından , engellediğinden farklı yeni düşüncelerle , yeni fikirlerle karşılaşılmayıp bir nevi “körler, sağırlar birbirini ağırlar” durumunda kendisine benzeyen diğerleri iletişimi sağlayan sosyal medyada (Twitter, Facebook v.s) kullanıcıymışçasına sadece kendine yakın fikirleri duyacağı, ilgisini çekeceği olaylardan haberdar olacağı yankı odasındaymışçasına; yaşanmışlığı olmadığından annesinin, akrabalarının bilmesini istedikleri kadarını anlattıklarıyla kendine istediği, düşlediği karakterde bir baba, çocuklarına da dede yaratmasına tanıklık etmek…aynı zamanda ; iyileştiremeyeceği yarası babasızlığın gölgesi tüm ağırlığıyla yaşamını örttüğünden; hiç görmediğinden de en sevecenini, en merhametlisini, en vicdanlısını , iyisini kaçırdığını sandığından; doğmasına sebep babasının varlığı ı durumunda yapabileceklerini düşünüp mutsuzluğu, başına gelen bütün kötülükleri hak ettiğine inanıp ‘babasızlık işte böyle bir şey, yetimin yüzü gülmez ömrü boyunca diyorlar, doğruymuş“ kahrediciliğinde acısını yaşadığı mekana; evine, dört bir yanına saçarak, babaları hayattayken çocuklarına yaşattığı olumsuzlukları, şiddeti göremeyen gözü körlüğünü fark ederek büyüdüğünde ‘ işten geldiğini gördüğümde bahçede koşarak karşılardım, elimi tutar birlikte eve yürürdük konuşmazdık.Filmlerde gördüğüm gibi görünce beni kollarını açarak beklediği, sevgiyle kucakladığı, saçlarımı okşadığı, derdimi paylaştığı vaki değilken hangi okuldan, hangi bölümden mezun olduğumu , neleri okumayı sevdiğimi merak etmeyi bırak yaşımı bildiğinden bile emin değilim, nedenini sormanın artık anlamı da yok ne işime yarayacaksa bu saatten, bu yaştan sonra’ umursamazlığına, bazen acımasız, şefkatsiz olunmasının da sebep, bir soyadı vermiş olsa bile bireyi arayışlara iten kimliksiz bir hayatın orta yerinde yalnızlığa mahkumlukta bir babaya sahiplik; kötüyü dışlayan iyi anılarla kendine hayali, güzel huylu, sevecen bir baba yaratmaya öncülük ederken illaki bir gün, varsa evladının, eşinin üzerine tüm ağırlığıyla yükünü bırakınca artık sığınaklığı, dağ gibiliği de biten;öyle olması gerektiğinden evlenen, çocuk sahibi olan sosyoloji, felsefe, edebiyat hak getire tarih, sanatla da ilgilenmeyen, turistliği , seyahati zül gören, bir müzik aleti çalmayan, hobisi, el becerisi bulunmayan, spor yapmayan, doğayla uğraşmaktan haz almadığından bir domates yetiştirip, hayvan beslemeye yeltenmeyen ama uyumayı, pişpirik, okey oynamayı, yemek yemeyi seven sadece gördüğü, yaşadığı sınırları belirlenmiş, alıştırıldığı baba, anne figürünü canlandıran, hazırlamadıkları yaşama dair evlatlarının belleklerinde vurucu, kalıcı bir şey bırakmayan Türkiyeli babalar ve ne yazık yanlarında dura dura babalaşan anneler malumun ilanıyken kendini keşfetmenin yolunun da akrabalardan, uzak durmadan geçtiği onca vurgun sonrası ne yazık çok geç, hiçbir şeye başlamayacak durumda bugünde, anlaşıldığında ‘keşke piç doğsaydım, keşke hiç ailem, hiç kimsem olmasaydı. Ölmüş olsaydı toprağını, anılarını kucaklardım oysa şimdi aynı hayatın içindeyken çocuklarına “el”liğinde babasız büyümenin ne boktan bir şey, hal olduğunu anlatmaya ne word, ne de klavye yetmez. Ahhhh! şu an hüzün doluyum be okuyucu… sözlük…üzümlü kekim ! tavsiyemdir bu kadar takılmayın bu değiştirme şansınızın bulunmadığı aile, anne , baba nasıl olmalı türü boş işlere; uzaklaşın, çekin gidin olsun bitsin.Bugün ebeveynlerinden daha ileri, farklı olmasını, düşünmesini beklerken aynı tavırda, düşüncede belki de tek değişikliği evladı ne istiyorsa onu yerine getirerek iyi ebeveyn olduğunu kanıtlamanın peşine düştüğü görülen X,Y,Z ve dahi W kuşaklarının yarattığı hayal kırıklığı içinde; sorun birinden tavsiye, nasihat almak, birilerinin el tutması, sırt sıvazlamasıysa şayet, dönüp şöyle bir etrafınıza bakın ve kesinlikle her zaman aileden, yakınlardan bin kat faydalı, derdinize derman el alemleri, yabancıları arayın…bulun, o kişi(ler) belki bir masa, bir sandalye, bir adım ötededir ki, ucu gözükmeyen bir sokakta, hiçlikte kayıp çalgıcıların şarkılarını dinleyerek akıyorsun; Kasman’dan, Badan’a , Ankara’ya; suya atılmış bir dal parçası gibi tek başıma, yapayalnız öyle akıp gidiyorum meçhule, ne olacağımı bilmeden… bazen gün boyu düşündüklerime, aklıma durduk yerde gelenlere, gündelik konuşmalara, anma toplantılarına bakıp ‘ hayatımızda ölenler yaşayanlardan daha çok yer ediniyor, daha çok kurcalıyorlar dimağı’ diyorum , bunun niye böyle olduğunu bilmeden , bilmek de zor değilken; yaşayanla gündelik paylaşımlarını, rutinini tekrarlayabilir; telefonla konuşur, yürür, kahve içer, yemek yer, tartışırsın, elini tutabilir, sarılabilirsin ama kısa sürede olsa birlikte yaşamı, rutini paylaştığın uzaklara gitmişse… ölmüşse; gündelik aktivitelerin, rutinlerin, ânların imkansız tekrarı hatıraya dönüştüğünden bir akıncı edasıyla, “kirpiklerini ok eyleyerek” dimağa, akla hücum eder; işte o yüzdendir Lozan Parkının önünden her geçtiğinde, her omlet yaptığında Can’ın ‘önce Lozan’a sonra evin önündeki parka gidelim haydi, ne olursun; haydi yapsana, omleti havaya atarak çevirsene bi ‘ sesini duyman, her yumurta haşladığında ‘yumurtayı hiç isteyerek yemezdi hele de sarısını, rafadan yumurtayı bitirsin diye çizgi film izlerken yedirirdim ’i düşünmen, sohbet anında ‘Gilda atardı omzuna gitarı, …’–‘gitarı mı ?? Anne ! parasızlıktan ölüyorduk, yemeğe ekmek bulamıyorduk nasıl gitar aldık? ’– ‘Kızım, para vererek değil Haldun’un gitarını almıştı, kursa gideceğim verir misin demiş o da vermişti’nin kalbini yumruklaması, deden Mehmetê Şerifê Aliê’den her bahsettiğinde ‘mutlaka alnı, burnu, parmakları bir yeri benziyordur, kızı ne de olsa’yla annenin yüzüne kilitlenmen.Belki inanamayacaksın ama eyy okuyucu annemin tam tamına yarım asırdır ‘keşke babam olsaydı, yaşasaydı, tamam mı’ özlemine ‘anne, belki de hayatın yine böyle olacaktı.O kadar da emin olma, yaşasaydı da senin için bir şey değişmezmiş.Dedem teyzem Sara’yı kendi eliyle küçük yaşta evlendirmiş, Ceylan’ı da nişanlamamış mı? Seni de çe Taloda bekar bırakacak değildi, seni de küçük yaşta elden çıkaracaktı. Boşuna üzülüyor, hayıflanıyorsun’ karşı çıkışına ‘ belki beni okutmayıp küçük yaşta evlendirirdi ona da tamam fakat bir babam…yaslanacağım bir dal…omzumda dokunan bir el olurdu’lu inadına bakıp demek ‘eree a o çeneka da günaha, zavallıya’ sözleri acıyan bakışlar, ağlamalar, kucağa almalar, sevgi gösterileriyle babasız büyüyen bir çocuk için bir şeyler hep eksiktir…eksik sevilir …eksik yaşar, evlense on çocuğu da olsa, hep bir baba arayacağı çıkmaz bir sokakta cevabı olmayan ‘babam olsaydı nasıl olurdu?’ sualleri, keşke ve acaba’larla dolu, o eksiklikle de ölür; kronikleşmiş kederine teselli olmayacak ’ benim babam varda değişen ne anne! başıma taktığı taçlar ortada, üzülme! ben ne yaşadımsa, ne olduysa sende yaşanacak, olacak olanda oydu. Fazlasını bekleme, hoş ben ne dersem diyeyim, sen bir babayla yaşamadığından, baban olmadığından inanmayacak, kavramayacaksın’ sözlerini tekrarlarken bulutlu gökyüzüne bakan birinin o bulutların arkasında saklı güneşin orada olduğunu bilmesine rağmen onu görememesi gibi derdimde, kederimde, sevincimde yanımda sarılacağın, başımı göğsüne yaslayacağım biri olsun istedim bende, belki o kişi çaldığım kapıyı ‘ geldim, geldim, bu ne telaş, yaşlıyım ancak gelebiliyorum’la açınca ‘ ne oldu sana’ kaygısında yüzüme baktığında, hiçbir şey demeden kollarımı boynuna dolayıp geberene kadar ağlayacağım ‘ne oldu? üzülme, çözeriz her ne olduysa’ güvencesinde saçımı okşayan, ülkenin, ailenin tarihiyle, edebiyatla, sanatla ilgili sohbetler yapacağım, tipik bir bürokrat görünüşünde; hafif göbekli, gözlüklü, emekliliğine rağmen babam gibi evde hala takım elbise, kravatla dolaşan, oturan sehpasında illaki bir günlük gazete bulunacak, Kemalizm’in cevval savunucusu dedem olacaktı, cidden a o annemin dediği gibi yaşasaydı, hayatım bugünkünden farklı olabilir miydi ?’ düşündüren gittikçe anneninkine benzer hayallere dalıp, kim bilir kimsenin bilmediği ne ilginç olaylar, detaylar, ne akıl almaz şeyler hatta sırlar dinleyecektin belki de deden; demli koyu çaylar içilirken tasvip etmediğin, edemeyeceğin dışına çıkmadığı Kemalizmin, Türkçülüğün varlığını , kök salmasını Kürtlerin inkarında görmesi gibi yeni idarede Alevilerle, kendi varlığının kök salmasını da Kürtlerin yokluğunda gören düşüncelerinin, yazdıklarının, aileye ‘Türküz biz dayatmasının’ nedenlerini sorduğunda ‘evet Kürtler millettir ama biz Türkmen Alevisiyiz aralarında kala kala dilimizi unutmuş, Kürtleşmişiz’ ısrarına ‘bu devirde Nazizm, Faşizm kaldı mı dememeli insan? offf dede ! ne kadar ırkçısın, senin gibi düşünelim, istediğini yapalım istiyorsun, bir türlü memnun edemiyoruz seni ama olmaz ki yıl 1925 değil, yirmibirinci yüzyılda alfa, post-truth çağındayız’ çıkışacağın, hain, faşist, T.C ‘nin adamı sıfatlarına aldırmayan otoriterliğinden nefret edeceğin biri olacaktı ki ihtimaldir öyle de olacaktı, varlığını, makamını borçlu olduğu düşüncelerinden sırf ‘yirmibirinci yüzyıldayım’ diye vazgeçecek değildi ya lakin her vuruşunda; parçalarından azıcık azıcık koparıp yanında denize götürdüğü kayaya çarpan sert , yıkıcı dalgaymışçasına zaman, geçmiş ve dünün dağıttığı annen…sen; hiçbir yere aitsizliğin göçebe boş vermişliğinde; savaşın ortasında bırakılıp gidilmiş, unutulmuş cesetler gibiydiniz; bütün bu duygular, bu çabalar, bu istekler, bu hiç olmayacaklar, hiç gerçekleşmeyecekler kabaran gölgeler; geceye hazırlanan bir dağın kimsesiz sessizliği gibi yayıldığında ruhuna; her şeye karışıp darmadağın etmeyi vazife edinmişlerin tetikte beklediklerini bile bile sende devamdayken her şey bir yana diyordu annen dedene benzeyen yanların var deniz yerine dereleri, dağları, tepeleri, ovaları severmiş. Hakikaten devletini, devleti de onu sevmiş, sonunda o devlet başını da yedi ya babamın.Herkes benim babam hakkında yazılanlara kızdığımı sanıyor.Hayır! kızmıyorum, halaya giren, düğüne giden terler, yazınca eleştirileceğini bilmez olur mu?Babam cahil biri değildi, başına gelecekleri bile bile yazmıştır. O nasıl başkaları hakkında yazdıysa beğeneyim, beğenmeyeyim başkaları da onun hakkında her şeyi yazabilir, yazsın da. Memleketi düşmandan kurtarmış, tırnağı olamayacakları Atatürk, İnönü içinde neler neler yazıldı, hoş babam onlardan daha büyük değil fakat karalamak için namusuna laf söyleyip hakaret ettiklerinde, çok üzülüyorum, çokk. Dün ablam Ceylan aradı, Mersin’den bir akrabanın oğlu onu aramış, adamın biri babam hakkında bir kitap yazmış, çok kötü şeyler varmış içinde, bir araştır, bak bakalım, kimmiş, neyin nesiymiş’ isteğini yerine getirmek için dedenin mirasını sürdürmek amacıyla Hormeklilerin resmi tarihçiliğine soyunmuşlarından dayın oğlu Mustafa’yla yapılan telefon görüşmesiyle annenin, teyzenin duymasından çok daha önce yayınlanmış dedenle ilgili basılan her kitap da yer almış aynı kişilerle– bunlar arasında babasını, dedelerini ahlaksızlıkla suçlayanların figüranları olacaklarını tahmin etmeyecek iyi niyetteki teyzen Sara , kızı Nade’nin bulunmasının ironiliğini de bir kenara not düşüp– söyleşilere dayanan aynı iftiranın “ Mala Fero (an)” ileri gelenlerinin kararıyla aşiretin liderliğine Alié Haydaré Zeynelé getiriliyor….Hormek bir aşiret konfederasyonu idi….Perişan adındaki bir kadın yüzünden namus cinayeti işlendiği söylentisi … amcası tarafından toprak gaspı ve ırz düşmanlığı nedeniyle öldürülmüş”ün tekrarlandığı Ruşen Arslan’ın “Şeyh Said Ayaklanmasında Varto Aşiretleri ve Mehmet Şerif Fırat Olayı” kitabının ardından; Christopher De Bellaıgue’ın “…Varto Tarihi” rehberim, aldatıcım oldu. Yalancılığına lanet ettim….” Mehmet Şerif Fırat’ın, Halo’nun kızı Zehra’yı nikahsız hamile bıraktığı için öldürüldüğünü duydum… otopsi yaptırmamış….” ibarelerinin yer aldığı “İsyan Toprakları” kitaplarını edinerek, karşıtlarının nefretine göre çizilen babasının portesini ısrarı üzerine annene de okuduğunda, betinin, benzinin atması karşısında ‘şimdi tansiyonu tavan yapıp felç geçirirse, ne yaparım’ pişmanlığında keşke ‘ acaba, yaptı mı, öyle miydi gerçek’ kuşkusunu uyandıracak bir gerçeklik bulunsaydı şu yazılanlarda’ dedirten; ha bak adamım ! şunu anlarım bir insan kendi özelini “şunu yaptım, bununla dolandım, şöyle aşığım, bunun için ayrıldım”la Instagram ’da, Twitter ’da , Youtube’da, Facebook’da, sosyal medya da paylaştığında yapılacak yorumları, gelecek eleştirileri de göğüslemek, sindirmek zorundayken bile sergilediğine, olmayacak manalar yüklendiğini gördüğünde, anında müdahale etme hakkı mevcuttur ancak dedem gibi cevap hakkını kullanamayacağı, rızasının alınmayacağı konumda özel hayatına dair asılsız iddialar, insafsız ithamlar, dedikodularla ideolojisini, kişiliğini, başka zaman ‘kimse, kimsenin namuz bekçisi değildir’le eleştirdikleri ‘namus’ kavramı üzerinden yerle bir ederek çökertme sığlığına başvuran bu yazarların adaletli, vicdanlı her bireyin yapması gerekeni yapıp; dedenin kitabına; köy isimlerinin Türkçeye çevrilip, Türkleştirme politikasına hızla devam edilen 27 Mayıs darbesi sonrası, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e yazdırılan ispatlanması an meselesi tamamıyla yalan “gizli eller tarafından öldürülen…zavallı yazarın hangi vatan köşesin de gömülü olduğunu dahi bilinmez” önsözü; devletin Türkçü ideolojisine uygunluğunu ayarlayarak yazdırdıkları düzmece “resmi tarih”le gerçeklerin nasıl çarpıtıp yalana bulandığının delili olarak deşifre etmelerini canı gönülden alkışlarken, devletle aynı hataya düşüp, aynı seviyesiz, iftira yöntemini kullanıp objektifliği bir kenara bırakan, düşmanlarının bakış açısına, aile içi çekişmelere odaklı dedikodular, karalamalar etrafında dönüp durmaları noktasında; karşı bir kitap yazarak, babasına atfedilen ithamlara cevap veremeyecek durumdaki annenin kederinin, yüreğini sızlatmasıyla içine yuvarlandığın karamsarlıkta; ailesini tercih hakkının bulunmadığı ortamda birey eğer reşitliği kazanmışsa savunduğundan, yol belediğinden kesinlikle sorumlu tutulmalı ama annen gibi çocuksa dedenin muhtemelen savunmayacağın faaliyetlerde bulunması niye onu bağlasın ki, bağlamaz düşüncelerine dalmışken ‘ölünce Kasman’a, babası Zeynelé İbrahimé Talo’nun yanına gömülmeyi vasiyet etmiş; teşkilatlanma çalışmaları Cumhuriyetle birlikte başlayan geçici İdare Kurulu ve 1937 yılında kurulan Halkevleri eliyle yürütülen 1946 depreminin ardından hem parti binası hem de halkevi kullanılması için belediyeye ait bir binayı 2000 lira karşılığında satın alan CHF Varto İlçe Başkanlığı da yapmış; Muş Bölgesi Müfettişi Cemal Karamuğla’nın 1948 yılında düzenlediği raporla “ teşkilat içerisinde anlaşmazlık çıkarmış ve tüzük hükümlerine aykırı hareket edip zorla kendisini seçilmiş göstermekte olduğunu bildirip, bu nedenle seçimin iptaline ve yeni bir seçim yapılıncaya kadar eski idare kurulunun görevine devamını “ talebini haber alınca “CHF Genel Sekreterliğine yazdığı ” Kongremizin seçtiği 9 kişilik yönetim kurulu üyelerinden çoğunlukla bir arkadaşımız seçilerek vazifeye başlamıştır. Buna rağmen Muş İl İdare Kurulu başkanlığı, seçimin çoğunlukla olacağını iddia ederek eski idare kurulumuzun müfettiş gelinceye kadar vazifeye devam etmesini telle istemektedir. Hâlbuki tüzük ahkâmı gereğince çoğunlukla seçilen ve vazifeye başlayan idare kurulumuzun hangi düşünceye istinaden vazifeden men ve vazifesi bitmiş olan geçici idare kurulunun ise devamının sebebi anlaşılamamıştır. Müfettişin bulunması lazımına biran evvel gönderilmesi ve işlerin aksamaması için vazifeye devamımızın telle temini arz.” İbareli dilekçeyle itiraz ederek CHP İlçe Başkanlığını yürütmüş ‘amcasının oğlu Aliê Haydarê Zeynelê, babam Mehmetê Şerifê Aliê’yi sever görünür ama sevmezmiş, önde olmasından, civarda tanınmasında hoşnut değilmiş, hep gizliden gizliye rakipmiş babama.Annem diyor ki Karlıova’ya yakın bir köy varmış, eskiden Şorik diyorlarmış, ordan bir arazi davası için biri gelmiş, babama ‘Efendi, bu davayla sen ilgilen’ demiş.Babamda ‘şu anda kitap yazıyorum, işim çok davanı alamam ama seni boş çevirmem bir kağıt yazayım vereyim sana götür derezam Zeynel oğlu Haydar’a, davanı o alsın’ Bir kağıt yazmış, eline vermiş adamı göndermiş.’Ben niye alayım? git söyle kendisi niye ilgilenmiyor beni öne sürüyor’la adam geri gönderdiğinde babam çok üzülmüş, hiç sesini çıkarmamış, adam gittikten sonra annem demiş ‘ben sana dedim ki kağıt yazıp gönderme, sen beni dinlemedin. Biliyordun ki o senin gönderdiğin davayı almaz’. O zaman baban kalktı böyle elini benim yüzüme sürdü ‘Emine, şimdi ne derse desinler, Allaha inan ki, bir gün ben ölürsem, beni şu tepeye mezara koyduklarında, sen benim değerimi bilirsin, anlarsın’ sonra da ‘sen boş ver bunları’ demiş anneme’ sesiyle yanına döndüğün annen ‘ halam Sara’nın oğlu Şerifé Sevişé, yıllar önce o Yezidin (babasının katili amcası Halilé (Hallo) İbrahimé Talo’ya) oğullarıyla ya Mersin, ya Adana’da karşılaşıyor. Bir gözünü kaybetmiş oğlu ‘babamızın yeğenini, amcamızı öldüreceğinden hiç şüphelenmedik, biz ne bilelim, zaten çocuktuk ama hiç ev damında bununla ilgili bir şey de konuşmadı’, diğer oğlu Selim’de ‘en büyük acıyı biz çektik, yerimizden yurdumuzdan olduk, çektiğimiz rezalet kimse çekmedi… babamın yeğenini öldürmesine bir tek Aliê Haydarê Zeynelê isteseydi engel olurdu’ demiş. Şerifé Sevişé a o Selimé Halilé beni ölümden kurtardı da dedi; sağcılar bu Şerif’i öldürmeyi kafalarına koymuş, bir kabadayı tutmuşlar, o sırada kahve işleten Selim bunu duyuyor ‘benim akrabamdır, öyle bir şey yaparsanız fabrikalarınız havaya uçar’ haberini gönderip engel oluyor. Demem o ki Aliê Haydarê Zeynelê’n babamı kıskançlığı milletvekilliği yapmış oğlunun babam hakkında kendine başvuranlara anlattıklarında da görülüyor.Ahhh ahhh kimse yoktur da, benim yerime gidip o yazıları yazanlara gerçeği anlatsın derdime derman olsun etkisizliğinde yapabileceği tek şeyi yapıp telefonla arayıp ‘ babamı; amcan oğlunu ne güzel anlattın, yazdın, yazdırdın sen ! biraz da babanı, anlatıp yazdırsaydın ya ‘ tepkisini koymasına ‘babamı da sen yaz, yazdır ’ karşılığını veren Ekiné Alié Haydaré Zeynelé ‘ ben babanı, amcamı senin gibi yazacak , yazdırtacak kadar şerefsiz değilim, senin gibi tarihi eser kaçakçısı birinden de bu beklenirdi ’ dedikten sonra yüzüne çat diye telefonu kapatmasının gidermediği kızgınlıkta ‘hani bizim orda derlerdi ya kıçımdan düşen beni beğenmiyor’ bunlar dilenciydi ya, resmen, yazın Ankara’da okuyorlardı ya tatile gelirlerdi Kasman’a uğrar ondan bundan mal toplarlardı, bizim ekmeğimizin tuzu yok, kime ne iyilik yaptıysak hep geri tepti, kötülük olarak geri döndü’yle bu defa da öfke oklarını yönelteceği ‘ ‘bir arkadaşım var; yabancı Chrıstopher yurtdışından gelip Varto’ya araştırma yapmak için gidecek, dedenle ilgili de bilgi almak istiyor. Varto’da, köyde yardımcı olacak kime gitsin, annene bir sor ‘ isteğine ablası Sara’nın adını vererek dolaylı da olsa hazırlanmasına katkıda bulunduğu kitabın yazarının “yine zamanını ve yardımını esirgemeyen aşağıdaki isimlere de son derece minnettarımla” Gilda’yla evli gazeteci damadına teşekkürünü ‘ Cem’in, yabancı gazeteci arkadaşının, eşinin dedesi hakkında böyle karalamalar yazacağını bilmemesi mümkün mü ? değil .Yani bu iftiraları yazacağını bile bile yardım etmeme vesile oldu ya.İnsan kayınvalidesinin babasını tecavüzcü niteleyen bir yazara kitabını yazmasında yardım etsin sonra da gelsin hiçbir şey yapmamış gibi utanmadan yüzüme baksın… bakar tabii, haklı da, kızım bana, ailesine değer verseydi o da eşinin ailesine verir, böylesi bir işte koca kadını beni kullanamazdı.Her önüne gelen babama vurdu, kim vurmadı ki önce kendi yeğeni vurdu, kendi kanından olan.Benim babamı yanımayan etmeyen damadım vurmuş çok mu? tanımaz, etmez elin oğlu yaparda, ederde’ içerlemesiyle çoğalttığı eleminde ‘ babam için her şeyi söylesinler ama asla namusuz biri olduğuna kimse beni inandıramaz, mümkün değil öyle olması, bana yardım et, bunu nereye yazacaksan yaz –daimi seyircisi olduğu FOX ana haber bülteninin öğrettiği ne menem bir şey olduğunu bilmediği ama arada konuşurken, gülümsemene de neden, sık sık orda yazılmış…demişler atfında bulunduğu–sosyal medyada, okuman yazman var sende bir şeyler yap, deden bu kadarını hak etmedi ’ ricasındaki duygularını anlatacak kadar iyi derecede okuma, yazma bilmediğinden sana muhtaç çaresizliği iç burktuğundan gooogle da geniş çaplı araştırma sonucunda bulunan bugün dahi ulaşıp ulaşmadığını bilmediğin Can’ın ölümünden ik, ay önce Mayıs ayında Christopher De Bellaıgue’ın mailine yolladığın;
“Yalnızca ve her zaman gerçeğin peşinde koşmanız dileğiyle…” başlığıyla gönderdiğin “İsyan Toprakları kitabınızın Türkçe çevrisinin 192 sayfasında “Varto Tarihi”, rehberim, aldatıcım oldu. Yalancılığına lanet ettim….” diye yazmışsınız.Belki de aylarca Varto’da, köylerinde dolaşarak, onca emek vererek yazdığınız kitabınızı tanımlayan cümleyi de içinde barındırıyor “yalancılığına lanet ettim” cümleniz.Zira Sevgili Chrıstopher, siz; söylence ve rivayetlere dayalı kitabınızı azınlıkların tarihi diye ortaya koymuşsunuz. Öyle ki kitabınızda tanıştığınız, konuştuğunuz kişilerin bakış acısına, nefretine göre portesi çizilmiş, özel hayatı baz alınarak karalanmış bir Mehmet Şerif oluşturulmuş.
Şimdiyse babamdan, dedemden, siyasi tavrından dolayı hoşlanmayan insanların etkisinde kalınarak yazılmış, iftiraları gerçek diye sunan adına yakışmayan bir kitap haline gelmiş İsyan Toprakları. Tarih yazılırken elbette söylenceler de dikkate alınır, ama hiçbir zaman tek bir insanın ya da insanların söyledikleri doğruymuş kabul edilemez. Anlatılan hikaye en az dört beş kişiyle teyit ettirilir. O zaman tarafsız kabul edilerek yazılanlar dikkate alınır.
Oysa siz belli bir görüşü temsil eden, babamızdan, dedemizden nefret eden insanlarla; köyde yaşayan okuma, yazma dahi bilmeyen yaş itibariyle olayları tahlil edemeyecek gariban teyzem ve kuzenimle görüşüp bir kitap ortaya çıkarmışsınız. Babası Ali Haydar … ‘a hiç olmayan vasıflar yükleyen, babası gibi babamdan, dedemden asla haz etmeyen oğlu (E.D)’ in söylediklerini gerçek kabul edip kitabınızda Feran aşiretinin tarihi yazdığınızı sanmışsınız.
Bir kere Hormek Aşireti Güneydoğu Anadolu Bölgesinde ki gibi toprak, kudret ve tek adamlık ilkesine dayanmaz. Liderlik ya da aşiret ağalığı diye bir olgu dedem zamanında dahi yoktur. İtibar görme, aile büyüğü olarak danışılma mekanizmasının vardır. Ali Haydar ….’nin 15 yaşında olduğu için aşiret liderliği için beklendiğine dair bir şey asla olmamıştır. Feran aşireti ya da Hormeklilerin tarihini, kimliğini oğlu ( E.D)’in tek taraflı haset görüşleriyle yazmaya çalışmanız gerçekten çok hayret verici ve de komik.
Babamın, dedemin kitabındaki görüşlerini eleştirmeyi bir yana bırakarak özel hayatına odaklı bu derece de insafsız ithamlarla dolu bir kitap İsyan Topraklarını anlatamaz. Güya dedem kendini öldüren amcası Halo’nun kızı Zehra’ya tecavüz etmiş, hamile bırakmış, daha da önemlisi otopsi yaptırmamış, engellemiş safsatası da tarih diye yazılamaz. Üstelik devletin arşivinde sizce güvenilmez gözükse de otopsi belgesi dururken; belgeyi aramamış olmanız en başta kitabınızdaki niyeti ve tarafgirliği açığa çıkarmaktadır.
Sevgili Chrıstopher ,
Avrupa’da, İngiltere’de bir insanın özel yaşamına dair iftira, dedikodu yüklü, rencide edici bir beyan, bir kitap sizde çok iyi bilirsiniz ki dava konusudur; kişi hakkına ihlaldir. Ayrıca bir gazeteci olarak sizce de özel hayatıyla bir insanı yargılamak, karalayarak görüşlerini çürütmeye çalışmak çok zavallıca bir hareket değil midir?
Kişisel haklar ve özel yaşam mahremiyeti konusunda insanların milyon dolar tazminat davaları kazandıkları Avrupa’nın çokkk gerisinde bir ülke olmasaydı Türkiye, böyle bir kitabı yazmaya cesaret edebilir miydiniz?
Ayrıca kitabınız adeta Ruşen Aslan’ın yazdığı aynı içerikli kitabın bir tekrarı. Aynı olaylar, aynı kişiler, aynı iftiralar. Gerçeklikten uzak, kişisel intikamla dolu, hiç olmamış olayları olmuş var saydıran bir kitap “İsyan Toprakları”. O yüzden de Devlet, Alevi ,Sünni, Kürt, Türk ilişkilerini doğru değerlendirmeden, tahlilden yoksun.
Medeni ve seviyeli bir insanın dikkate alarak yazmayacağı onlarca dedikodu, iftira, yanlış, yalan olayla örgülü kitabınızla ilgili çok şey yazabiliriz ama anlaşılan o ki günümüzde ısmarlama kitap yazmak tabii ki trend topic olmuş.
İnanın gün gelecek birleri de özgür demokratik bir Türkiye’de baskı altında kalmadan belgelerle doğru söylencelere dayanarak Varto’nun tarihi, M.Şerif ’la ilgili gerçeğin yalnızca gerçeğin yazıldığı kitabı yazacaklardır. İşte o gün inanın siz de ne kadar aldatıldığınızı, yanıltıldığınızı görebileceksiniz.
……bizde kitabımızdaki “ yalancılığa lanet ettik…”. Keşke dedemin Kemalist bakış açısına, ideolojik tutumuna yönelik eleştirilerinizi yazsaydınız. Keşke siyasal, belki otoriter sayılacak duruşuna vurgulayarak bizimde eleştirdiğimiz devletçi, statükocu tarafına karşı çıksaydınız. Keşke gerçekle örgülü bir tarih kitabını yazsaydınız da biz de sahip çıksaydık!
Kimseler bilmese de Alevi, Kürt olarak bedel ödeyen; tutuklanan, yargılanan, güvenlik soruşturmaları çıkmayan işkencelerden geçen biz torunları; lümpen tavırlarla, çıkar uğruna siyasi mücadele yapmadık. Bu coğrafyanın tüm insanları gibi hep isyan ettik ve hep kaybettik.”
mesajı okuduğunda ‘offf az da olsa içim rahat etti,ellerin dert görmesin kızım, babam hep öyle dermiş ‘ boş ver Emine, Mevlam neylerse güzel eyler’ ’ rahatlamasındaki annene eğer o gün ‘ biliyor musun, Chistopher efendi kitabın önsöz; Ayna bölümünün 25. sayfasında “2005 baharında, Ankara’nın en eski lokantalarından birinin terasında, Kürt Alevisi eski bir arkadaşla akşam yemeği yedim ……ona amacımdan bahsettim ve Türkiye’nin doğusunda nereyi konu edinmem gerektiğini sordum “….. savaş bölgesinin dışında Irak sınırında bir yere gitmelisin. Bir düşünelim…” ….Sonra, mezeler kaldırılıp dana ciğeri gelirken arkadaşım Varto’dan bahsetmeye başladı.Dediğine göre, Güneydoğu’da küçük bir yerdi….1995 gazabından etkilenmişti. Sonrasında, 1925’teki büyük ayaklanmanın mimarı Kürt isyancı Cibranlı Halit, varto’dan çıkmıştı. Halit’in kuzeni Kasım da Vartoluydu, döneklik edip, Atatürk karşıtı isyancılara ihanet etmişti. “Biz Kürtlerin” diye gülümsedi arkadaşım “birçok ünlü özgürlük savaşçısı vardır, neredeyse bir o kadar da haini” Arkadaşım Varto’yu Kendisi de Alevi olup, orada tanıdıkları olan karısı sayesinde biliyordu.Dediğine göre Varto Alevileri genellikle Zazaca konuşuyordu….Varto Alevileri tuhaf biri varoluş sıkıntısından mustariptir .Türk mü yoksa Kürt mü oldukları konusunda bölünmüşlerdir…..hizaya gelen Alevileri ödülendirir. Mehmet Şerif Fırat bunun iyi bir örneği.Adını hiç duydun mu? ….Sonunda öldürüldü ama sebebi siyasi değil kişiseldi.Amcası öldürdü fakat devlet siyasi sebeplerle öldürüldü iddiasından hiç vazgeçmedi onu Şehit ilan etti….. Nizamettin Taş’ı biliyor musun? başımı salladım Vartoludur.Kaçıp hain ilan edilinceye kadar PKK’nın en önemli isimlerinden biriydi. Arkadaşım gülümsedi.” Bir hain daha” O akşam lokantadan ayrılıp Ankara sokaklarında otelime yürürken, yeni bir yol çalışması yüzünden birkaç kez yolumu kaybetsem de konumu, isyan topraklarını bulduğum için çok mutluydum…” yazmış, yani senin kızın Gilda’nın eşi Cem Koca ‘al sana konu; git Varto’ya, Mehmet Şerif Fırat diye bir hain var onu yaz.Eşim Varto’lu Mehmet Şerif Fırat dedesi, yardımcı oluruz sana’ diye yol , yordam göstermiş, babanı rezil edecek kitabın yazımında seni ve teyzemi, yeğenlerini kullanmış, içimizdeki Truva atının Cem efendi olduğunu da ancak 2006 yılında kitap basılınca öğrenmiş olduk. Ama asıl okuyunca dizlerimin bağını çözen, kendimi kötü hissettiren kullandığı ‘…amatör tarihçi, küfürbaz zorba dalkavuk Mehmet Şerif Fırat, önümde Yukarı çarşı’da bir çay ocağında oturuyor şimdi. Fotoğrafını , kitabının bendeki fotokopisine zımbalamıştım.Asker traşı ve uzun yanık burnuyla ters ters bakan takım elbiseli Mehmet Şerif Fırat, kum torbasına eldivensiz yumruk atan bir amele gibi görünüyor” saldırgan üslup da dedemi aşağılamak isterken nasıl bir dünya görüşüne sahipliğini de ortaya serdiği “amele” tabiri’ deseydin , o rahatlamanın üstüne felç kalmasına neden olacağın yüzde yüzken; sülaledekilerin sadece kendini tanıtmada ‘Hormekliyiz, Hormekliyim ’ kullanımında varlığından söz ettikleri, fiiliyata hiç yaşanmadığından bırakın her konuda karar almak için bir araya gelinen bir toplantıyı, teyze çocuklarıyla kırk yıl sonra tanışma gibi birinci derece yakınların, kuzenlerin dahi birbirinden habersiz olduğu nasıl bir aşiret olgusuysa artık dedenle ilgili yazılan söz konusu kitapları okurken en çok da “Hormek bir aşiret konfederasyonu idi”yle, Alié Haydaré Zeynelé’n 15 yaşında olduğu için aşiret liderliğini ele alması için (büyümesinin) beklendiği” ibarelerinin yalanlığı güldürmüştü, en çok. Osmanlı idaresinde Alevi, Sünni aşiretlerin birbirlerine saldırıları; dağınık, tek başına bir karşı koyuşu, eylemi başarısız kılacağından aşiretin güçlü görünmesinin yanında elde edilmesi hayli zor, masraflı cephanenin doğru, etkili kullanılması için hızla karar alacak, verecek bir liderin, başkanın altında toplanılmasının zorunluluğundan bir zamanlar Hormekliler; Karer ‘den Mustafaé Zeynelé, Küçükağaê Aliê, Mehmeté (Hulusi) Küçükağaê Aliê Gımgım’dan Talo Mustafaé, İbrahimé Talo, Selimé Ağé yı aşiretin lideri saymışlardı. Tanzimat’ın ilanıyla okumaya yönelmiş, eğitimle birlikte özgürleşmeye meyli, Cumhuriyet’in ilanına destek veren, Şeyh Said isyanına karşı çıkan aşiret mensubu bireylerin bir lidere, başa bağlılıktan, itaattense güvenini kazandıklarına inandıkları, devletle ilişkileri sağlam, bir nevi ombudsman işlevli akraba(lar)yla birlikte hareket etme, danışma, sözünü dinlemeden öteye geçmesine izin vermedikleri aşiret mekanizmasında, Cumhuriyet idaresinde yer almada, ilişki kurmada eğitimli olmanın kolaylaştırıcı etkisi gören mensuplarının çoğu kendini bey, efendi, baş gördüğünden Hormekliler arasından sivrilen Kasman’dan Mehmeté Şerifé Alié, Zengel’den Alié Haydaré Selimé, Muskan’dan Mehmet Halité Alié, Varto’da Ali Haydaré Zeynelé arasında görünürdeki ‘akrabam, akrabayız, biriz’ dostluğunun alttan alta sürdürülen birbirinin önü kesme hamleleri, çekememezliği arka planındaki aşirete hakim olma mücadelesi, uzun süre devam etse de, Almanya’ya, kentlere göçü hızlandıran 1966 depremi sonrası; yeni neslin de resmi ideolojinin ötekileştiriciliğine, baskısına devrimci, Marksist, Leninist ideolojiyi benimseyerek karşıtlığı yüzünden zayıfladığından bitme noktasına gelmiş aşiret mensubu aidiyeti, akrabalarını tanımak, bilmek istemeyen çekirdek aileye evrildiği halde; tek adamlığa, kurduğu düzenine, ideolojisine karşı çıkan farklı etnik, mezheb, din ve de muhalif onca Çerkes Ethem, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoyu toplumda infial uyandıracağını bilerek tezgahlanan olaylarla irtibatlı varmış gösterip tehcir, idam ettiği, itibarsızlaştırarak suçlu ilan eden devletin egemeni Türkleri, Kemalizmi yücelterek yapılan işkenceyi, baskıyı, zulmü haklı gösteren ülkenin resmi tarihinde yer almayan, yazılmayan gerçekler gibi hala ortada bir Hormek aşireti varmışçasına adına görüşler belirtenlerin geçmişe dayalı kişisel intikamlarını alma amacıyla olmamış olayları olmuş göstererek; yalana buladıkları yere göğe de sığdırmadıkları Hormeklilerin…ailelerinin resmi tarihine hizmet etmiş kişilerin söz konusu kitapların yazarlarını yönlendirerek devlet, Alevi ,Sünni, Kürt, Türk ilişkilerini doğru tahlilden uzaklaştırıp yanlışa itmeleri benim açımdan yeni bir şey değildi ama insanı şaşırtan Hormeklilerin bu özelliklerini bilmeleri imkansız koca yazarların bu tuzağa düşmeleriydi. Oyy, oyyy, oyyyy o yalanlar…yalanlarla büyütülmeler…büyümeler ‘yoksa ben de…yaşadığım bu yer…bu ülke de mi yalan’ duygusu uyandıran katrilyonca, sonsuz yalanın uçuşmasına nasıl olurda göz yumulur, ordan oraya dağıtılır ? işin ehli ??? psikologlara görevi tevdi edip “yazmaya devam” be okuyucu… dedenin, kitabının bugünün de ağırlıklı yer işgalinin enteresanlığı cidden açıklanmaya muhtaç bir şey denilebilinir ancak benliğini adadığın Ulusal Demokratik Devrim yolunda ilerlerken, dününde önemi olmadığından yer kaplamayacak annenin, babanın, aşiretin, dedelerinin geçmişleri, anneannenin kocası olmasından dolayı uzun yıllar çocuk aklının düzeneğine “dede” diye annenin amcası İbrahim, Hüseyin yer edindirildiğinden neden, nasıl öldürüldüğü konuşulması yasak konular listesinde daimi birinciliği kaptığından şehirde yaşayan torunlarının neredeyse tamamına söylendiği gibi katilinin Türklüğünden dolayı kendisine düşman “Kürtler” değil de amcası Halilé (Hallo) İbrahimé Talo’ya dönüşeceği öz dedenin öldürüldüğünü öğrendiğin güne değin ‘yalan söylemez, konuşmazlar ’ güveninde dinlediklerini, anlatılanları, duyduklarını sorgulamayı bir kenara bıraktığından; 12 Eylül darbesiyle “yaptırtılmayan” devrimin hüsranını bastırmana yardımcı olacağını düşündüğünden miydi? bilinmez ‘dedem öldürüldüğü gün erken mi kalkmıştı ne yapmıştı, ne dedi sana, Varto’ya niye gidiyordu, nerede öldürmüş’ sorularını yıllar yıllar sonra soruduğun; adı her geçtiğinde bayılan çene Küçükağa alnı, yüzü ter içinde bilincini yitirmek üzereyken ‘ez kurbana daye! dayika mı, maye gözünü aç’ paniğine giren annenin ‘kaç kere dedim sana sorma! sorma demedim mi, annem üzülüyor, kalbi hasta hem öğrensen ne… Kürtlerle işbirliği yapan amcası öldürmüş işte. Durdun… durdun şimdi mi aklına geldi dedeme ne oldu diye sormak.Onca yıl hiçbir çocuğum babamın kitabını okumadı, sende daha yeni okudun ’ incinmişliğinde ki haklılığına ‘ anne! ne olmuş yani belki şimdi merakımı cezp etti, insan dedesinin başına ne geldi, niye öldürüldü öğrenmek isteyemez mi? ne var bunda, ona sorma, buna sorma! kime soralım’ isyanını sonraya saklatacak ‘anne kurban olayım, aç gözünü, çabuk, su getir’ emrini yerine getirmek için mutfağa koşarken artık yaz tatilinde Kasman’a gitmediğinden olayın tanığı bir, iki kişiyle görüşmenin yolu da tıkandığından ‘bunca yoruma, yazıya, iftiraya sebep ne yazmış olabilir ki’yle eline aldığın, 1961 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 2. Baskısı yaptırılan okuduğunda peş peşe koyacağın kızarmış, şaşkın ya da elle kapatılmış yüz emojilerinin bile mahcubiyetini anlatmaya yetmeyeceği; toplumun kandırılmaktan, yalandan hoşnutluğunun da delili; sırf Kürtlere kin güdülsün, düşman bellensin diye ailenin vekili hakim dayının icazetiyle koca Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in onayladığı, ilk sayfası “…… uğrunda can verdiği bu ülkü, Türk aydınları tarafından bekamızın teminat bayrağı olarak ebediyen dalgalandıran yazar… parlattığı meşalenin aydınlığından korkanlar tarafından insafsızca şehit edilmiş… zavallı yazarın hangi vatan köşesinde gömülü olduğunu dahi bilinmiyor” önsözüyle –saniye sürecek olmasına karşın ispata kalkışılmayan bir –yalanla başlayan; hayır! ırkçı resmi ideolojisini kökleştirme uğruna katliama girişme, iftira atma, tehcir, sürgün, askeri darbe, kara propagandaya sığınıp tarihi istedikleri biçimde yeniden ve yeniden yazdırma dahil, bireyleri göz göre aldatmayı geçerli kılıp daimi hale getiren devletin, yönetenlerin neler, neler yapabileceğinin göstergesi kitabına bir mezarının olmadığı yalanının önsözde yazılmasına niye izin verdiğini, böyle bir kötülüğü babanıza niye yaptığını dayıma hiç sormadın değil mi anne ?’ acizliğinin, söz hakkından mahrumluğunun mahcubiyetinde kızgınlığını daha, daha çoğaltacak cümleleri kurmaya devam ediyor annen ‘ ne diyorsun sen kızım? hay maşallah ! anam anam biz kimiz ki koca hakime soru soralım, bunu niye yaptın ? diyelim.Ben hakim abimin düğünü için Kasman’a gittiğimde hamileliğimin son günleriydi. Sen, 960 yılının 22 Eylül’ünde hakim dayının evlendiği gün, gelin çe Taloya adım attıktan az sonra doğunca, mecburen orda kaldım. Daha Badana gitmeden baban kardeşi Haydar’la haber yollamış ‘Rukoşu, çocuğu al Van’a getir’. 25 Ekimde kucağımda sen, amcan Haydar atlara bindik Varto’ya amcam Hüseyin’in evine geldik. Erzurum’a doğru yola çıkacak hakim abimle yeni gelin Öleng’li Mehemet Efendi’yle hala Elif’in torunu Türkan’da ordaydı. O gece hep beraber orda yattık, sabah abim bana ‘bacı, waye ! sen gidiyorsun, devlet, Ankara’da babamızın kitabını basacak, vekaletname vermen lazım’ aynen öyle dedi. Ben, koca devlet babamın kitabını basacak, babam demek ki bu kadar önemli biri diye düşünüyorum, ne isterlerse verirdim aklıma kötü bir şey gelmesi mümkün olmazdı. Seni yengem Türkan’ın kucağına verdik, amcam da yanımızda beni bir daireye götürdüler. Hakim benden sordu dedi ki ‘babanın kitabı için vekaletname verir misin?’–‘ veriyorum ‘dedim, imzamı bastım, bir de benim parmağımı bastırdı mühre, o kadar. Bana hiçbir şey, bir nüsha falan vermediler, ben zavallı 15 yaşındayım, önümü bile göremiyorum, çocuğum ya kime ne vekaletname verdim bilmiyordum, ne anlarım… ne anlarım ? Bu kadar vicdansız olunur mu? İmzamı aldıktan sonra hiç görmediğim babamla aramdaki bağı da kesip atmış meğer.Ertesi gün sabah da beni sepetlediler Van’a. Amcanla Alié Haydaré Zeynelé’n cipine bindik, Tatvan’a gittik. İnsan bir hakime güvenmeyip, kime güvenir ? Biz hepimiz…hepimiz, babamın, Efendi’nin bütün kızları kitap için vekalet verdik sanıyorduk. Ablam Ceylan ‘waye Turna , Varto’ya alışveriş için indiğinde enişten, uğradığı matbaada dayısı Hüseyin ‘ yeğenim Atilla haber gönderdi, Ankara abimin kitabını bastıracakmış, kızların vekalet vermesi lazım Ceylan’ı Varto’ya getir bu işi halledelim’ dediğinde ‘ hallo ma, benim dayım; ben bu işe karışmam, rızam da yok, gidin Ceylan’la konuşun’ diyen enişten Halité Mehmeté Alié mezre Eliağa’ya geldiğinde, dayınsın dediklerini anlatıp ‘ Ceylan, ben istemiyorum vekalet vermeni, bu ikisine güvenmem, amca yeğen bir işler çeviriyorlar, bu kitap bastırma işi kimin başının altından çıktı belli değil ‘ dediğinde hiç ses etmedim, içimden de ‘bu da hala oğlu, şu düşündüğüne bak, abim kardeşi sayılır, iyiliğimize olmayan bir şey yapmaz’ diye de düşündüm.O zamanlar hiç arayıp sormasa da a o Allah şahittir hiç de arayıp sormazdı ama abim yeter ki istesindi, çoluğumu, çocuğumu gözümü kırpmadan yoluna kurban ederdim öyle bir hissim vardı ona karşı . Enişten inat etti beni vekalet vermem için Varto’ya götürmedi, o meselede öyle kaldı ta ki kayınbabam Mehmeté Alié Alié Varto’ya gidip gelene kadar. Varto’dan gelince bana ‘waye, gelin, weyvi, yarın amcan Hüseyin gelecek, seni alıp Varto’ya götürecek, vekaletname vereceksin babanın kitabı için, ben amcana oğlum Halit’in söz söyleme hakkı yoktur ona halt yemek düşer ama Ceylan’ın vekalet vermesini istemiyor onun için getirmez Varto’ya.Eğer vekaleti istiyorsan, gel sen al mezreden Ceylan’ı dedim ’ dedi. Sabah erkenden baktım atlamış atına gelmiş amcam Hüseyin, beni Varto’ya götürmeye.Bana bir at hazırlandı, enişten hiç ses etmedi…gittik Varto’ya hükümet konağına yakın bir yere götürdüler beni, önüme bir kağıt koydular okumam yazmam yok ki ne yazdığına bakayım…parmağımı boyadılar, bas dediler…o kadar. Amcamın evine gitmek için çarşıdan geçerken amcam beni bir dükkana soktu ‘istediğin kumaşı al, kendine elbise dikersin’ dedi. Mezre Eliağa’ya döndüğümde enişten Halit’e amcamın aldığı basmayı gösterdim eline aldı şöyle bir çırptı ‘ babandan kalan her şeyi verdin, aha bu bez parçası karşılığında’– ’niye ? ben hiçbir şey vermedim’–’ seni öyle kandırdılar işte, güzel iş önce Efendi’ye dayıma ait her şeye el koydular, dağıttılar atını, kılıcını, silahını; kızlarını satıp başlık paralarını yediler gözleri doymadı şimdi de kızlarının elinde kalan son şeyleri de aldılar’ konuşmasına kızdığımdan yanından kalktım, işimin başına döndüm, söylediklerine inanmadım çünkü ben kitap basılsın diye bir kağıt imzaladım diye biliyordum meğer her şeyi almışlar.’dedi bana çok yıllar sonra da Selvi’de ‘ 66 depreminden bir hafta önce, yaz tatilini geçirmek için köye gelmiş abimi ziyarete giden kayınbabam apé Selimé İsaé ‘ abin hakim Atillaé Mehmeté Şerifé sana haber yolladı, babanın kitabını bastıracakmış, vekaletname vermesi lazım bacımı Selvi’yi Varto’ya getir dedi. A bu kocakarı Gaare çocuklara bakar yarın birlikte gider, döneriz. Kayınbabam apo Selimé İsaé hakim abimi çok severdi çokkk, deseydi bütün malını mülkünü üstüme tapula, tapulardı. Yani her şeyi, arazileri elimden alacağını bilseydi de ‘weyvi, Selvi, bak! bu arazilerin hepsi bizim, bu kadar araziyle baş edemiyoruz, ne yapacaksın babanın arazisini, ver gitsin, erkek çocuktur, babanın soyunu devam ettirendir’ derdi çünkü adamın malı, mülkü çoktu, kimseninkine ihtiyacı yoktu. Daha önce de beni götürdüler Varto’ya, yaşı küçük dediler, annemi istediler ben ne bilecem ne yaparlar . Sonradan öğrendik benim vasim annem ya o vermiş benim yerime vekaletname .Atladık atlara apé Selim’le gittik Varto’ya, kucağımda Emine vardı. Amcam Hüseyin’in evinde kalıyordu hakim abim, Türkan hanımın kucağına verdim Emine’yi, abim aldı beni daireye götürdü.Sorgusuz, sualsiz tek şey sormadım önüme bir kağıt koydular, parmak bastım.Eree gulamın, gılo malı ne yapayım? Ben abimin tipine, gülüşüne hasrettim, abim nasıl biriydi bilmiyorum çünkü abimi tanımıyorum. Emeran’da bir adam ölmüştü, kız kardeşi Karer’den geldi ağlarken ‘ kardeş ben seni ne gördüm…. ne tanıdım o kadar biliyordum ki sen kardeşsin’ demişti o laf içime öyle dokundu ki çünkü bende o kadar bildim ki abidir, abimdir. ‘ diye anlattı.Benzer hikayelerle kız kardeşlerin elinden alınanı vekaletnamelerin nasıl kullanıldığı; annenin babasının mirasından mahrumluğuna duyduğu, hakim abisini de ilettiği üzüntü ve öfke karşısında ne olup bittiğini öğrenmek için yeni çıkarılmış ‘Bilgi Edinme Kanun’un dan yararlanmayı akıl ederek 2004 dört yılında yaptığın başvuru çene Küçükağa dahil teyzelerin; Ceylan, Sara, Selvi, Hatun ve annenin verdikleri vekaletnamelerle kendilerine vekil tayin ettikleri amca Hüseyin’in, 1967 yılında 500 TL bedelle anne ve kızlarının babalarından kalan mirastaki tüm hisselerini hakim yeğenine sattığını ortaya çıkaracaktı.Eğer böylesi bir yola başvurulunmasaydı sonsuza kadar amca ve yeğeninin kurdukları kumpası bilemeyecek annen ‘meğer’ diyecekti ‘ abimle , amcam oturmuş ne filmler kurmuşlar. Bu nasıl bir ağabey…bu nasıl bir amcaydı hayret ettim, vallahi aklıma geldikçe oynatıyorum. Böyle olur mu ya, annem bize hep ‘babanız yok ama abiniz var’ diyordu, maşallah ne abiymiş, ortada ne bacı bıraktılar…ne de yeğen.Onun için o kadar çekerek öldü amcam’–‘İlahi anne, ne çekti? seksenbeş yaşında öldü yani hayatı normal bir seyir izledi. ‘ Oldum olası etrafındakilerden daha rahat, refah içinde yaşadığını göz ardı edip yaşlılıkta herkesin yaşaması muhtemel olgular; dizlerin ağrımasına, bel bükülmesine, şeker, hipertansiyon, osteoporoz, Parkinson, Alzheimer vs. hastalıklara, ilahi adaletin tecellisi , o hiç kimseden çıktığı görülmeyen “kimsenin ahı…” muamelesi yaparak teselli bulmayı; kendini kandırmaların, avunmaların şahı bildiğinden ‘gitme üstüne, bu yaşta kendini iyi hissettirip, rahatlatıyorsa bırak öyle düşünsün’ vaz geçiriyor seni ‘babam hazineden aldığı Ermeni’lere ait arazi üzerine ev yapacakmış, temelini de atmış, nasip olmamış. 1953 yılında kış ortası kızamık geldiğinde köye çok sık Varto’ya gidip gelirdi, kızı Fazıla kızamıktan öldüğünde de Varto’daydı. Meğer bu işlerle, arazileri üzerlerine geçirmekle uğraşırmış iyi hatırlıyorum ben 1955’de, on yaşında tifoya yakalandığımda babamın temelini attığı ev daha yeni bitmişti çünkü amcamla o evde kaldığımızda yengemle çocuklar daha Kasman’daydılar. O sene de 1953 kızamık salgınında olduğu gibi köyde çok insan öldü, İlkbahara doğru bu defa da sıtma geldi, vurdu, sivrisinek çoktu. Sıtma öyle bir hastalıktı ki, sabahleyin çok iyisin öğleden sonra komadasın, birden ateşin yükseliyor, yatağa koyuyorlardı böyle titriyorduk, zangır, zangır. Kinin vardı sağlık ocaklarında. (Üstükran) Çaylar da ki sağlık ocağında bir tane sağlık memuru vardı, devlet onlara veriyormuş, hangi köyde şey varsa; sıtma haber veriyorlardı sağlık ocağına, onlarda kinin gönderiyorlardı. A bu Zehra yenge,Hüseyin amcamın karısı üç yavrusu öldü ya kızamıktan yazık, sonra hamile kaldı, meğer ikizlermiş.Sıtma tuttu ona kinin verdiler, çocukları düşürdü, iki tane çocuk, ikisi de oğlanmış, a böyle (iki avucunu birleştirip gösteriyor) şu kadardılar, böyle çocukların her yeri belliydi, he valla! hiç unutmam. Çe Taloda hepimiz sıtma olduk, Hanım da oldu, sıtmadan düzeldik, bu defa ben zatürree oldum sonra da tifo. Diğerleri tifo olmadı, milli piyango bana vurdu. Doğru düzgün bakmazlardı bizlere, çocuklar sıtma geçirmiş azıcık önem verin ‘düzelmediniz, dışarı çıkmayın, üşütmeyin, şunu yiyin bunu için ‘ deyin nerde ? Onlar malın, bostanın, ekmek yemek pişirmenin derdinde düşmüşlerdi.Derede elimi yüzümü yıkamayı çok seviyordum, üşütmüşüm. Evler yayladaydı, amcam Hüseyin Varto’dan gelmiş, kara çadırı tutturmak için kurulacak direklere yeri yapmak için yaylaya gitmişti. Akşama doğru amcam yayladan gelmeden önce hastalandım; karnım ağrıyordu, ishal olmuştum, başım da çok ağrıyordu. Annem beni odaya götürdü, yatırdı.Amcam gelince, ona da ‘Turna, çok hasta ‘ demiş.Amcam odaya geldi ‘aç bakayım ağzını, dilini göster’ dedi.Meğer tifo olanların dili mor olurmuş böyle mürekkep yalamış gibi.Anneme ‘veyvi, çene Küçükağa, kızı hemen doktora götürmek lazım, hazırla yarın Varto’ya götüreceğim’ meğer amcam bilmiş ben tifo olmuşum. Atına bindi, beni de arkasına oturttu, böyle ellerimi üzerine… dedi ki şöyle üzerine tut ayyy düşün ya on yaşındaki bir şeydim, hiç hatırlamak istemiyorum, üzülüyorum kendime.Yol gidiyorduk ‘apé , apo ben çok hastayım, düşeceğim’ diyordum, duruyordu derenin yanında çayırın içine uzatıyordu beni biraz dinleniyordum, bir daha sırtına alıyor, arkasına koyuyordu.Atın üstünde böyle tutuyordum belini sıkı sıkı, biz öyle öyle Varto’ya geldik, akşama doğruydu o kadar yol, atla gidiyorsun. Zaten bizim Doğu’da akşam erken olur, o zaman ilk olarak amcam beni apo Alié Haydaré Zeynelé’n evine götürdü, a o odasındaydı, beni götürmediler yanına, onun için görmedim.Amcam Hasan’dan ayrılmış yengem Türkan’ da ordaydı. O gece doktor çağırdılar. Çok iyi doktordu sonra Ankara hastanesine Cebeci’ye başhekim oldu, sonra Hacettepe de çalıştı. A bu Alié Haydaré Zeynelé milleti çok sömürüyormuş aldığı dava karşılığında milletin elinden her şeylerini alırmış ben öyle duydum.Çok bencilmiş, kendini düşünürmüş hep.Dava vekiliydi düşün demişti bir gün amcan Haydaré Resulé’de ‘Alié Haydaré Zeynelé’nin dürüstlüğü yoktu. A o amcaoğulları arasında en dürüst senin deden Efendi; Mehmet Şerif’miş.’Arazi davalarını severdi Alié Haydaré Zeynelé, milleten paranın yanında her şeyi de alıyordu, koyun, keçi, peynir, yağ. Milleten toplayıp yiyordu.Çok alıyordu çok. Le, le, bunun çocukları da öyleydi, Enginé Alié Haydaré Zeynelé köye gelmişti her zaman burada (Ankara) okuyordu, yazın köye geliyordu.Bizim Kasman akrabaları ya, gelip orda çökelekle peynir götürüyorlardı peynir zamanı.Geliyordu ‘ ben akrabalarıma geldim hepsinden, bir günlük süt verecekler bana, peynir yapın verin, ben alıp götüreyim, bizde de çe Taloda da kalıyordu, tamam. Ondan sonra kapının önüne çıktı benim ablam Sara ‘da koyun sağmış, at da yok, böyle sırtına almış tuluku (meşki) süt getiriyor.Böyle sırtında yük gibi vardı, ipini de boynuna atıyordu, sağmış sütü alıp getiriyordu.Bu kapıdan bağırdı dedi ki ‘ eree Sare, dedi sen, ne eşek gibi alta kalmış süt taşıyorsun… eşek gibi sırtında yük taşıyorsun. Ablam Sara ‘da durdu dedi ki ama ben senin gibi dilenmiyorum eşeksem evimin eşeğiyim, hizmetçisiyim seni ilgilendirmez, tamam, o da küstü onun sütünü almadan gitti.İyi oldu o küstü gitti almadı öyle deyince ya senin ablan senden yaş olarak büyük sen ona öyle diyorsun o demez mi? Bu Enginé Alié Haydaré Zeynelé babanın da musayibi ya biz Ankara’ya gelmişiz Van’dan sen o zaman Lise’ye gidiyorsun , eve geldi baktı bende çocuk çok, dedi babana seni gösterip ‘bu kızı bana verde eve gelsin çocuğa baksın.Ayıp ya baktım baban ses çıkarmıyor bende dönüp dedim ki niye? Benim çocuğum okuyor ben çocuğumu sana niye vereyim ki ?Baktı evde çocuk çok , git başka yerden al getir aaa daha neler o kadar şerefsizdi ya, kusura bakma dedim ya, herkes onlara hizmet edecek ya, onlar gökten inmişler Alié Haydaré Zeynelé ‘n çocukları biz çöpüz ya.Annesi Mayk’da yanında o zaman işte bu kadar eşekler annen baksın. Düşün deden Memile Talo’nun Badan’da ki arsasını elinden alıp birkaç köylüye verdi. Daha doğrusu bra Seydali’yi kandırarak arsasını elinden alan deden Memil’in, dedesine attığı kazığı unutmayan tesadüfe bak ki Varto kaymakamının yanına odacı giren Seydali’nin torunu Cemal, olayı anlatınca Kaymakam mahkemeye ver , git arsana da el koy diyor.Zaman öyle bir zaman ki , yeter ki adamın olsun her şey çok kolay, arsa benim diyorsun Kaymakam git el koy diyor.O da eskiden beri hınçlı ; hem Resulé Memilé’n elindekini, hem de köy merası kullanılan arazileri üstüne almak için birkaç köylüyü de yanına çekerek dava açıyor, tamam. Amcan Hasané Halité’ de, bunun üzerine çok sevdiği Alié Haydaré Zeynelé dava vekili tutuyor. Ama şeytanın aklına gelmez meğer o kendine dava açan Cemal’in , köylülerin gizli avukatı değil miymiş? Bunu da hep yapar, ikili oynar davaları uzatır da uzatırmış Alié Haydaré Zeynelé, dava sürüncemede kalıyor epeyce, sonunda arsalar Cemal’ e, köylülere veriliyor.’ Amcan Haydaré Resulé anlattı bana dedi ki ’ arsalar elden gidince abim Hasan delirdi ‘ ben o olayı çok iyi hatırlıyorum demişti devrimci dayın da ‘ o sırada Muş’ta hakimlik yapan abim Kasman’a yazın tatile geldiğinde amca Hasané Halité’ yanına geldi, olanı bir bir anlattı, abim hemen bir itiraz dilekçesi yazdı ’ bak dedi bu dilekçeyi git daktilo ettir yoksa hakimler benim el yazımı bilirler ‘ , arkadaşı hakimlerle görüştü davayı döndürdü, amcan hakim abimin bu iyiliğini unutmadı her yıl kavurma,yağ, bal falan yollardı’. Alié Haydaré Zeynelé cimriydi, çokkk..onun için akraba makraba yoktu sade para vardı.O var ya o, yemez içmez diye bir üçkağıtçıyı Varto’nun Alevi köylerine musallat edip, o garibanlardan toplattığı paraları bölüşecek kadar berbat biriydi. Yemez içmez Hasan baba diyorduk biz, a o dereza ma (amcamoğlu) Alié Ekberé Hüseyiné Alié ‘n ağzının içine tükürdü; diyorum yemez içmez senin ağzına tükürdü diyordu çok iyi yapmış abla. Evliya ya , ya kız, biz öyle safız ki, diyordu ben Hazreti Ali’yim, ben ermişim. Hz. Ali’nin eşi diye ‘baba odası’ yani bizim yattığımız oda verildi, geniş diye, orda yatıyor diyordu ‘bana açık ekmek yapın, kavurma da.’ Bir de sürahi gibi kova vardı, bir sürahi de su başucuma koyun.Gece olunca tahta bir masa vardı üzerine açık ekmek, su, kavurma koyuyorlardı. Ama diyordu tuvalete ahıra gideceğim, orada banyo yapacağım, su ısıtın koyun, tek başıma hiç kimse benim yanımda durmasın. Demek tuvaletini yaptıktan sonra her akşam banyo yapıyordu, kokmasın diye, yemez içmez ya. Ya herkes diyordu ki bak ! burada yıkama yeri var, sen niye orada yıkanıyorsun? yok diyodu, meleklerim bana öyle dedi.Ya insan bu kadar saf olur. Alié Haydaré Zeynelé , onunla anlaşmış herkesi soyuyor.Tabii adam köylülerin elinden en kıymetli şeylerini alıyor. Ablam Ceylan’da bizdeydi, ben de.Hakim abim gelmiş tatile Kasman’a güya bacılarını getirmiş, görmek için. Eniştelerine haber yollamış ‘ gönderin gelsinler göreyim’ nasıl olduysa enişte Halit de ablam Ceylan’ı göndermişti ben de bir yıllık evli, 13 yaşındaydım, yıl 1958’di.Ben çok inançlıyım yani gidip elini öpüyorum, babamın kızı Ceylan elini öpmedi, bir tane sırtına vurdu ‘kafir ! imana gel’ dedi.Kız kızım, ayakları yıkandı dededir, pirdir, oniki imamlardandır diye ayaklarının suyunu bardağı koyup bize içirdiler ya, işin farkına vardılar sonra ama biz içtik o pis suyu. Annemin çok kıymetli tacını vermişler, üçkağıtçılığını öğrenince Varto’da yakalayıp, almışlardı . Onu da annemin elinden aldı amcam Hüseyin, el koydu.Çok uyanıktı amcam, hemen aldı götürdü matbaa kuracağım diye. Ayaklarının suyunu içirdiler bize , hepimiz içtik babamın kızı Ceylan içmedi; ben içmem dedi. Vallahi ben içmem dedi. Amcam oğlu Alié Ekberé Hüseyiné Alié küçüktü, götürdüler yanına; adını koy, tak dediler, Ağustos ayında doğmuştu, tamam, götürdüler dediler ki Piro, dede; böyle dilinin altında hiç unutmam bir şey var, sen söyle; beyaz, böyle bir çizgi vardı, dilinin altını çıkarıyordu, böyle yapıyordu bak diyordu ben Allah’ın gönderdiği bir elçiyim, bu dilimin altındadır yemek , içmek; hiç kimse yemek yediğini, içtiğini görmüyordu.Hiç yemiyordu, hiç ‘–‘ dilimin altında ne var diyordu, niye gösteriyordu dilinin altını?’ –‘küçücük beyaz bir şey vardı, böyle çıkarttığı zaman tel gibi görünüyordu , gösteriyordu’–‘ee herkeste var , o ne diyordu gösterip’ –‘diyordu bana Allah vahiy indirdi, verdi.Ben buraya gelmişim, yemek yemiyorum bak bununla (dilinin altındaki beyaz şey) besleniyorum. Sen biliyor musun ? abim o zaman Ankara Hukuk Fakültesinin 3.üncü sınıfında okuyordu ve o bile ona riayet, itaat etti. Yalan konuşmayayım, ben onun yemez içemezin ayağının suyunu içtiğini görmedim ama ben içtim, koydular şişeye,içtim .A bu Küçükağalardan İsmeté İzzeté Haydaré’nın bir kız kardeşi vardı Emel…Emel değildi adı ya neydi, çok bayılıyordu, hastaydı.Duyunca onu getirdiler’–‘ İyileşti mi?’–‘yok canım, kızı o kadar dövdü ki kızın burası böyle alnı simsiyah oldu.Hiç unutmam adam dövdü; sırtına vurdu, başına vurdu, geri zekalı yaptı kızı ya.Leman…Leman adı Leman’dı. Tamam sonradan bir kere gördüm dedim Leman; az mı dayak yedin.Adam bir tuhaftı; öyle zayıftı öyle zayıftı.Ama ne yapıyordu biliyor musun?O kavurma yapılıyordu, diyordu kavurma yapın benim odama getirin, ben diyordu sabahleyin melekler gelince lokma vereceğim onlara. Oturup gece kavurmasını yiyormuş. Benim elti, amcan Velié Resulé’nın karısı Adil Adilé; çene emıka Gülizaré Memilé Talo, Caneseran köyüne gidiyor, bizim köyde de bir tane Mayporoz vardı, o da kocası ölmüştü, oraya evlenmeye gitmiş; Caneseran köyüne, tamam. Mayporoz, Adile’ye diyor ki; onlar Adile ile birbirlerini çok seviyorlardı; böyle şen şakrak bir kadındı ‘ eree wayemın Adile, bugün diyor ben bu adamın koynuna gireceğim’. Adile de yok canım olur mu? demiş .Bak demiş sen görürsün, bu adam milleti kandırıyor, kimse farkında değil. Kadın akşam oluyor, bunlar… herkes yatıyor, kadın gidiyor kapısını çalıyor, içeri giriyor. Sonra kadını elliyor, bakıyor ki adam tecavüz etmek istiyor, Adile’de kapıda bekliyor ya bağırıyor. Orada Caneseran’da öğrendiler, adam yalancı olduğunu.Ondan sonra adam kaçtı gitti.O kadınlar yaptı biliyor musun? Evet, ondan sonra kaçtı gitti, yakaladılar Varto’da.’ –‘ kadınlar yemek yediğini görmüşler mi?’–‘ diyorum yemek yemiş, kadına tecavüz etmiş. Kadını ellemiş vücudunu, göğsünü ellemiş. Kadın o zaman bağırmış Mayporoz ‘ kız Adile hele gel, gel bu bizi kandırıyor’.Hem de pirlerin oraya, ocağına Caneseran köyüne gitmiş adam, Varto’ya, kaçtı gitti. Annemin tacını, Seys Müslüm var ya ona vermiş , tamam, sonra ondan aldılar. Adam alıp gitmedi tacı, tamam; Seys Müslüm tacın annemin olduğunu öğrenince kendisi getirdi anneme verdi, tamam. Benim boynumda bir tane altın vardı, onu almak istedi.Ben vermedim’–‘ ne diye almak istedi?’–‘ para topluyor işte. Dedi o altını bana ver. Diyodu sadaka verin bana, Allah kabul etsin. Hani biz dedelere çıraklık veriyoruz ya çok aşağılıktı be! sonra Elazığ’da yakalandı. Valla asker çok iyi yapmış. Jip’in altına bağlamışlar sürükleye, sürükleye geberttiler. Öyle çok insanı kandırmış, o kadar koyun topladı götürdü ki a.. a bu Alié Haydaré Zeynelé. Ben haksız mıyım? dedim Ekiné Alié Haydaré Zeynelé ’ sen benim babamı yazdın ama biraz da…dedi ki sende yaz. Ben dedim ki ben senin babanı yazacak kadar şerefsiz değilim.’–‘ Christopher De Bellaigue, Ruşen Aslan’a onca adama , yazdırdılar yalan yanlış bir sürü şey.Yahu, olaylara baksana ailenin tamamı…olmuş bir kurt , yalan dolan güya avukat, hakim çıkmışlar bir adam geliyor ermişim diyor, köyü topluyor yok…yok ne aydınlanma çağı okuyan kesim buymuş, öyle bir çağı başlatacak adam yokmuş’ –‘ Yemez, içmez bir sürü mal topladı götürdü Alié Haydaré Zeynelé, o da aldı. Allah rızası için bunlar az değildi, Zengenalı Turabié Alié Haydaré Selimé dedim, o da anlatmış ya babamla ilgili bir sürü şey köyüne , Ankara’daki evine gelen yazarlara. Bir cenazede karşılaştık dedim ‘Turabié Alié Haydaré Selimé sen, babamı ne kadar tanıyorsun? Bir defa sen, o zaman kaç yaşındaydın dedim .Sen babamı niye… adam geldi senden sordu niye yanlış anlattın? Ha, bir insanla oturursun, konuşursun, tartışırsın; o insanı bilirsin ondan sonra anlatırsın, yazarsın .O zaman ben ona eyvallah derim. Ama dedim siz babamı hiç tanımadınız ki, sen diyorsun ki ben 42 doğumluyum. Babamı ne kadar tanıyabilirsin ki sen, yani dedim sen böyle şeyleri yazıyorsun ama ben sizin gibi değilim biri gelse bana sorsa deseydi ki sen Zengenalı Turabié Alié Haydaré Selimé tanır mısın? Ben derdim valla, benim amcamdır, ama hakkında hiçbir şey demiyorum çünkü tanımıyorum. Bunu demeye dilin dönmedi mi? Sizler böylesiniz işte, tamam. Gine dedim benim akrabamsınız ama sizin yaptıklarınız yanlıştır, doğruyu yaz ben eyvallah derim. Ay eski insanlar başkaydı şimdiki gençler hiç bilmezler akraba ne? Kendi anasını babasını tanımıyorlar, ne ki akrabayı tanısınlar. Memlekette bir kadın vardı Fatma, bu Alié Haydaré Zeynelé hastalanınca ona baktı, evli gibiydiler , fakir bir kadındı, para alıyordu bakıyordu. İsmet İnönü’yle de arası çok iyiydi. İnönü, 1966 depreminde ‘ gel bu sene yanımda Ankara’da kal demiş .’ O derece samimiymişler. O da ‘Paşa hazretleri, Paşam benim kanım Varto’lulardan daha kırmızı değil’ demiş. Akıllı adamdı da, bu Hamidiye aşiretleri Hormeklilerle , bizimkilerle hep kavgalı olmuş, Cıbranlı Suvaroğullarından Hamidiye Alay Komutanı İbrahim Bey’in torunu Mahpiruz, biz Mayk derdik onunla evleniyor.Öyle çirkindi…vudakılı, vudakıllı bismillah, gördüm tabii, en son Ankara’da oğlu Enginé Alié Haydaré Zeynelé’n yanındaydı. Amcaoğlu , derezama Engin cana yakındı, abisi Tekin gibi, a o Ekin kızları Hediye, Fatıma onlar uzaktılar akrabalara, üsten bakarlardı, soğuk domuz gibiydiler.En çok Tekin abi severdi akrabalarını. Bazen hakim abim için diyorum ki ‘ya sen Enginé Alié Haydaré Zeynelé kadar da mı yoktun ? Kız kardeşlerini aldı okuttu’– ‘ Kim okutmuş? ‘ diye müdahale ediyor devrimci dayın ’ahhh benim ablam, ya onlar, bizim abimizle amca çocukları ne kadar şefkatli olurlar ? Onlarda da kimse , kimseye taş vermemiştir. Bir gün Enginé Alié Haydaré Zeynelé bana dedi ki biz fakirlik yaşadık, abim Tekin gelirdi , bizi görmezdi, bize hiçbir katkısı olmadı’.Sen ne sanıyorsun ya babaları Alié Haydaré Zeynelé geliyormuş buraya Ankara’ya… babaları harçlık veriyormuş .Niye hepsi 8 yılda bitirdi, okulu, hukuk fakültesini.Hem okuyor hem çalışıyorlar, para yok, ne yapsınlar? çalışıyorlar aynı zamanda. Abileri Tekin hiç kimseye yardımcı olmadı, hiç kimseye bir hayrı olmamıştır. Babasına az biraz Tekin benzerdi ama hiçbiri babalarının yanından geçmemişti, çok yakışıklıydı. Ha belki hovardalıkta benzemişlerdir bak, ona bir şey demem. Engin’in de kimseye yardımı olmadı. Avukat oldu evlendi gitti Antalya’ya. ‘–‘niye gelmiş Mayporoz Alié Haydaré Zeyneli terk edip Ankara’ya. ‘–‘kim ya?’–‘Alié Haydaré Zeynelé’n karısı, onu terk mi etmiş’–‘ o mevzu ne? Yeni duyuyorum. Ben sana bir şey söyleyeyim mi benim yeğenim, aha ablam Turna’da burda, amca Ali Haydar’ın karısı Mayk’ın yaşadıkları yenilir yutulur şeyler değilmiş. Kocası hovardanın teki, eve kadın getiriyormuş. Sadece Fatma mı? Bir sürü kadın var. Mayk görüyor, kadına hakaret ediyor ,değer vermiyor. Alié Haydaré Zeynelé hiç kimseye değer vermiyordu, enteresan bir adamdı. Felç olunca bir bacağını sürükleyerek yürüyordu bastonla, yatalak değildi, bacağının bir yanına felç vurmuştu. 60 lı yılların başında ya da ortasında, depremden öce felç inmişti.Ben görüyordum Varto’da ortaokulda, ondan kitap alıp okuyordum, bacağı sakat, aksaktı. Epey sonrasında 1972’de mide kanaması geçiriyor, Erzurum’a Üniversite hastanesine getiriyorlar, bakıyorlar, olmuyor ordan uçakla Ankara’ya sevk ediliyor.O zaman Engin burda , Ekin Mersin’de. Benim bildiğim kadarıyla Mayk hastalanmış buraya getirmiş çocukları, bakmışlar sonra dönüp gitmiş Mayk, Varto da öldü, köyüne Harik’e gömüldü.’–‘ Haber aldık , dediler Alié Haydaré Zeynelé hastanede, Hacettepe’de yatıyor. Baban Kemal bey, çok gitti yanına ziyarete. Ben hayatta onu Alié Haydaré Zeynelé görmedim, hiçbir zaman da görmek istemedim, tamam, istemiyordum, sevmiyordum. Engin babanın, Kemalé Resulé’n musahip kardeşiydi. Biz Alié Haydaré Zeynelé ölünce ondan sonra ben kalktım Kemal beyle gittik başsağlığına. Cebeci de, İncesu var ya orda oturuyordu o zaman yeni evlenmişti, kadın Hacettepe’de hemşireydi. Gittik Mayk’da orda, ayağını benim gibi uzatmış, böyle sallıyordu. Hiç unutmam, o zaman arkadaşları geldi Engin’in dedi ki ‘Engin bey, başınız sağ olsun’ o da dönüp dedi ki ‘arkadaşlar, hoş geldiniz, sefa geldiniz ama dedi bana diyorsunuz baban öldü sen sağ ol. Siz bana nasıl dersiniz sen sağol, baban ölmüş. Bana öyle bir şey demeyin. Gelmişsiniz, biliyorum benim için gelmişsiniz ama böyle demeyin.’ O lafı her zaman benim aklımdadır. Sonra ben ordan kalktım başka odada oturan Mayk’ın yanına geçtim ,Mayk da ayaklarını uzatmış, böyle kaybolmuştu koltukta, çok ufak tefek biriydi öyle zayıftı böyle canı çıkmıştı, o burnu böyle uzun çıkmıştı öne doğru karga gibi, yanakları böyle düşük, rengi de simsiyahtı. Gittim, elini öptüm bana dedi ‘kızım, biliyor musun? senin amcan öldüğü zaman…öldüğü zaman’ dedi; kendi torunlarına demiş ki Mustafa ile Zeynel’e demiş ki, babaannenizin değerini çok bilin .Yani böyle demek istedi, o zaman bile, senin amcan ölürken beni düşünüyordu.Halbuki yalan, hiç konuşmuyormuş Alié Haydaré Zeynelé. Biz oturduk epey oturduk, bir çay içtik.Demek ondan sonra Mayk Varto’ya gitmiş. Bunun kızı Türkan boşandı benim amcam Hasan’dan, baba evine Varto’ya geldi ya onların yaptı rezilliği kimse yapmadı.Benim zavallı babam…babama niye düşmandı biliyor musun? Babam güya devletçiymiş. Alié Haydaré Zeynelé’n yaptığı pislikleri, Varto tarihinde… millet var ya verdi, kaçtı. Bunca pisliğe , kötülüğe çok yaşadı. Ben bakıyorum kim iğrençse o ilerliyor, kim çakalsa o bir yere geliyor. Adam’ın kadınlarla ilişkisi çoktu, Mayporoz’a değer vermiyordu.Onu anlatıyorum, yengem Türkan; yengeyi boş ver, s.ktir et, Türkan abla; boşanmış gitmiş yanlarına bu Mayk kızıyla döğüşmüş, demiş ki ‘sen babanla gayri meşru….sen babanla birlikte yatıyorsun’ tamam mı .Bunu bütün Varto, herkes biliyor, kadıncağız onun yüzünden gitti evlendi, başka biriyle.Bizim Hasan K. vardı, katil, beş kişiyi bir seferde öldürdü, tam beş kişiyi.Beş akrabayı Vartoya gelince yolunu kesmiş hepsini öldürmüş.Bu Hasan K. yüzünden onüç yaşında az dayak yemedim ben babandan, hem de sana hamileyken. Kim mi bu Hasan K. valla dedsi kimin nesi bilmem, teyzenin oğluna sor’ . Sordun ‘ teyzemin kızı tabii tanıyorum ben.Emeran yakın onların köyüne Zengena’daki akrabalardan, bu televizyona çıkan CHP adına görüş bildiren Alié Haydaré Turabié var ya işte onların akrabası; Zengenalı Ağanın torunlarından. Veyvi Selbi’nin kız kardeşi, ablası adı Sisi de bu Hasan K.’yla evliydi. Teyzemin kızı hatırlar mısın Emeran’da bizim evin arka tarafında harabe bir ev vardı, deré Mengelî’ye paralel bu Hasané (K.) Alibegé orda yaşardı. Ne beşi , 9 tane belki de daha fazla adam öldürmüş arazi için, kadın için. Mengel’de bir kadın varmış dul, bunun sevgilisi, ama kadının Kuzikli bir adamla da ilişkisi var, kadını paylaşamıyorlar. Diyorlar ki kadının doldurduğu Kuzik’li bizimkine ‘bir daha gelirsen çinîke ma, kadınımın yanına, saçın gözüme gözükürse öldürürüm seni.’Bu Mengel köyüne doğru Karkapazarın üst tarafında gole bari derdik biz; dibi görünmeyen göl; çamur doluydu, bataklık, giren zor çıkardı, a o eski Karlıova yolu da ordan geçerdi. Mengelin yaylaları da göle bitişik, bu ikisini idare eden kadını ziyarete giderken a o gole barinin orda, takip ediyor Kuzikli adamı öldürüyor. Husumeti başlatıyor. Bu öldürülen Kuzikli adamın akrabaları intikam almaya yemin ediyorlar,Hasané (K.) Alibegé’de karısı Sisi’yi alıp dağa çıkıyor, kaçak; yıllarca dışarıda, açıkta kaldıklarından, yatıp kalktıklarından Sisi’ye biz Emeranlılar “meteoroloji” derdik.Böyle hava günlük güneşlik Varto’ya gideceğiz, tek bulut yok yukarda, gökte ‘emika Sisi hava bugün ne olur? derdik ‘yağmur var öğlen’ deseydi bir anda hava kararır yağardı. Meteoroloji yanılabilirdi ama Sisi asla. Çadırı yanında, yıllarca hep dışarıda Mengel dağına doğru a o taraflarda kaçak yaşıyor, eşkıyalık yapıyor, asker de biliyor ama gelip geçiyor, dokunmuyorlar. Bu Kuzikli adamın akrabaları buğdayı öğütmeye değirmene götürüyorlar. Dönüş yolunda, Emeran’a yaklaşmak üzereyken, Karlıova yolunda; valla değirmen nerede bilmiyorum ama galiba Kasman’da dedemlerin, Mehmetê Şerifê Aliê’lerin de değirmeni varmış, ordan ya da Varto’dan dönerken; bakıyorlar öküzler yorulmuş, salıyorlar çayıra, gölgeye kaçıyorlar, ortaya sofra kuruyorlar, ekmek, dorak, yemek yerken peşlerindeki Hasané (K.) Alibegé çıkarıyor silahını vuruyor da vuruyor. Karakol gelmiş tabii, Kuzik’ın, Emeran’ın hepsi yola inmiş, bizimkilerde dedem Selimé İsaé, babam Hamzaé Selimé İsaé, akrabalar.Kalabalık toplanmış feryat eden ağlayan , karakol komutanı belinden çıkarmış beylik tabancasını a o Kuzik’li gençlerden, şimdi Kuzik’in muhtarı olan Hasan’ın ( ne Kuzik’i görmüşsündür, ne de oranın muhtarı olmuş Hasanla ilgili tek bir fikrin vardır ama bunu söylemen ‘ eree teyzem kızı hani Fikirye var ya amca İbrahim ‘le başlayacak açıklamalar silsilesinin olayı öğrenmeni geciktireceğini bildiğinden mahal vermemek için, hııı, hııı diyorsun) babasının eline vermiş ‘git, bul o katili Alibeğin oğlu Hasan’ı ya da onun yerine akrabalarını öldür’ dediğini duyar duymaz, bizimkiler akrabası ya Hasan’ın hemen sıvışmışlar, korkudan.Adam da silahı geri vermiş zaten, kimseyi vurmamış. Eskiden kanun, kural mı vardı. Öldürse ceza bile almaz çünkü komutan vur demiş. Bu Hasané (K.) Alibegé teslim olmaya gittiğinde karakola öyle nam yapmış ki, Varto o zaman küçük bir yer, meydan, çarşı hep onu görmek için gelenlerle dolmuş.Öyle bir kalabalık yığılmış, o da bunu biliyor ya atının kuyruğunu bağlamış, kına yakmış öyle gelmiş.’ öğrendin sende teyzen oğlundan , tamam; Alié Haydaré Zeynelé’n kızı Türkan, amcam Hasan’dan boşandıktan sonra , üç erkek çocuğunun babası da olacak Hasané (K.) Alibegé’ nın kardeşi Gazié Alibegé yle evlendi.Gazi bekardı böyle uzun boylu dalyan gibi…öyle güzel çocuktu…öyle güzel, bizim köye Badan’a , çe Resule gelip gidiyordu veyvi Selbi’nin annesi onun teyzesiydi aynı zamanda; hep akraba, hep akraba…hep…Le..le..le Gazié Alibegé hep Vartoya gidip geliyordu, orda görüyor Türkan’ı, evlendikten sonra yıl kaçtı? 1970 af çıktı.Şey çıkardı sen söyle; Ecevit.Bu getti a o Hasané (K.) Alibegé’ kaçaktı dağlarda, getti adamı getirdi teslim etti. Çene Türkané Ali Haydaré Zeynelé teslim etti, eee Türkan’dır bu, çene Alié Haydaré Zeynelé’n kızı ya değerli tabii, dediği ikiletilmez, yapılır.Getti adama dedi ki ‘gel ! ben seni götürüp teslim edeyim, kılına zarar gelmez, yeter dağda dolandığın çocuklarına , karına yazık’ O da geldi. Adam hapse girdi, çıktı. Beş tane adam öldürdü ayol, birini de ondan önce ölürdü, sen ne diyorsun. Beş akrabayı kurşuna dizmiş, ben bilmiyorum, arazi davası varmış, kadın davası varmış. Sonra çıktı hapisten, geldi gitti ormana ağaç kesmeye, tamam, ağaç keserken o yukardan düştü , o bizim dere var ya deré Mengelî içine düştü adam, belden aşağısı sakat olup gitti.Felç…öldü sonra. Çoğu insan felç geçirdi ailede Alié Haydaré Zeynelé ‘de en son Ankara’da Hacettepe’de doktora getirdiler, Varto’da görev yapmış bir doktor vardı orda epey yattı.Baban, Kemal bey sık sık ziyaretine gidip geliyordu, süt istemişti, inekler vardı bizim burda, gecekondu mahallesiydik ya, alıp, kaynatıp gönderiyordum.Ben babamı sevmediğine, öldürülmesinde parmağı olduğuna inandığımdan ziyaretine hiç gitmedim, görmek istemedim .Sağlık Kolejinde oğlu okuyan bir Piro vardı, bizim eve geldi Van’da.Bir gün dedi ki waye biliyor musun? senin babanı amcaoğlu öldürttü. Dedi ben Varto’daydım Alié Haydaré Zeynelé’ le çarşıda oturuyorduk dedi o esnada baban geçti önümüzden Hükmet konağına gidiyordu, bir davası vardı, şöyle bir baktı ‘sen geç… geç’ dedi ‘ a burada bir haftadan kalmış’. Adam bana anlattı ama ben gözümle görmedim seyitti Piro’ydu adam niye yalan söylesin? Dedi biliyor musun bir hafta sonra ne oldu? baban vuruldu demiş geç… geç bir hafta sonra. Amcası Halloé İbarhimé Talo Kasman’da dövüldükten sonra bu Alié Haydaré Zeynelé’n evine gidiyor, onun yanında kalıyor. Ona yardım ediyor amcası ya ona yardım ediyor.O da kalktı tembihledi amcasını, bıraktı babamın, öz amcasının oğlunun üstüne, gitti öldürdü. Bu sefer de a o Alié Haydaré Zeynel dedi ‘Kürtleri öldürdü’. Her bok varmış. Her bok. Adam bunu anlatı ya ondan sonra ben nefret ettim zaten Ankara’ya gelince hastanede yatıyordu görmek bile istemedim. Piro çoktan ölmüş gitmiş kimdi? bizim köylü değildi başka köylüydü. Lace Eliye Lale Şevket, yeğenim anlattı; bir gün Varto mektubu yayınladığı zaman demişti çene Ali Haydaré Zeynelé Türkan hanıma , deden Varto’ya bize geldi. Benim babam Alié Haydaré Zeynelé ‘le bahçede oturuyorlardı ‘amcaoğlu , Şerif ! niye bu mektubu yayınladın? Ben sana bir şey diyeyim mi? çok keskin gidiyorsun, seni ben bile kurtaramam’ yani şunu diyor dedeme CHP de senin arkanda değil.Dedem de dönüp ona demiş ki ‘ amcam oğlu, ben yaptığımın doğruluğuna kaniyim, inceldiği yerden kopsun be!’.Şimdi bak benim halam, senin baban, dedemiz 1946’ya kadar İsmet İnönü sonrasın da Recep Peker ekibinden.Recep Peker katı bir devletçi, Türkçü , İnönü daha ılımlı Kürtlere karşı daha şey… toleranslı dolayısıyla da o zaman Varto CHP İlçe başkanı Ali Haydaré Zeynelé de İnönü’cü yani dedeme diyor ki yapma, CHP’den ayrı düşüyorsun Çünkü o mektup da olaylar karşısında pasif kaldığını düşündüğü İnönü’ye de eleştiri var.Eree oğlum, ben bilmem ki babam kimin ekibinden, ben sade bana anlatılan kadarını bilirim.Babam hep ayağında pantolonunu içine koyduğu çizme giyer, elinde kamçı öyle gidiyormuş Hükümet Konağına. Herkes öyle diyor benim babam Kaymakamlığa gittiğinde kamçısını hiç bırakmadan içeri girermiş , öyle bir adammış. Tamam, devletin adamıysa a o odalara girer… girer .O günde kamçısı da elindeymiş, geçmiş gitmiş Alié Haydaré Zeynel arkasından bir bakmış ‘Şerif…Şerif demiş bir hafta sonra… bir hafta sonra sen oraya gidemezsin’ kendi amcasının tembihledi zaten adam Hallo yaralıydı, benim babaannemle evliydi, bir oğlu oldu, öldü. Ondan sonra adamı s.ktir etti önce kucağına giriyor sonra s.ktir ediyor, tamam. O da düşman oldu. Ne oldu? en sonunda babamı 55 yaşında yediler, kardeşi de kalktı onun karısını aldı, kızlarını sattı, arsalarını aldılar oğullarına beraber güzelce peşkeş çekip yediler. Bu kadar basit , başka bir şey var mı yani ben ihaneti kendi ailemden gördüm. Ne amcası? hangi aile? ben ihaneti alemde gördüm, başka kimseye bir şey diyemem aman boş ver. İşte amcam Hüseyin beni o hasta halimle Varto’ya yetiştirdi, Alié Haydaré Zeynelé’n evine geldik…sırası tam sırası sor; ya birine söylesen inanmaz hayatı boyunca adlarını duymadığı, kitaplarını okumadığı Virginia Woolf, Marcel Proust, benzeri yazarlar gibi bilinç akışı tekniğiyle konuştuğundan annen, nasıl başladık; nerden, nereye geldik şimdi Mayk mevzusu arada kaynamadan tam sırası sor yoksa ‘ anne! bu Mayk niye geldi oğlu Engin’nin yanına kocasını bırakıp? ‘–‘Çocukları aldı, getirdi; babası anneye değer vermiyordu, bakmıyordu onlar da aldı getirdiler. Kızım bazen ne dediğini bilmiyorsun, daha neler, kadının çocukları vardı, tabii getireceklerdi, Ekin de, Tekin de, Hediye de baktı. Niye gelmesin ki kocası Alié Haydaré Zeynelé yalnız bırakmış değildi ki, Fatma yanındaydı, valla ona nikah mı yaptı, çocuklarını mı okuttu, bir şey vardı ama o konuyu bilmem .Ben bu kadar biliyorum fazla bilmem . Ben nasıl hastayım Allah var
o gece Alié Haydaré Zeynelé ‘n evine doktor çağırdılar. Doktorun adı Sürahi bey’di; adam beni muayene etti amcama ‘bunu öyle bir yere götür, sesiz sedasız olsun, karışma, bırak uyusun, yalnız arada uyandırır bu ilaçları içirirsin.’ Bir tarafı yeşil, bir tarafı kırmızı bir ilaçtı. İştahım yoktu, bir hafta ağzıma lokma koymadım, yattım, tuvalet için kalktım, amcam ilaçlarımı veriyordu, böyle su içirince dudaklarımın yanından dökülüyordu, öyle hastaydım. Doktor amcama ‘bir hafta da düzeldiyse düzeldi eğer düzelmediyse nereye götürürsen götür ölür’ demiş.Bir hafta sonra gözlerimi açtım ‘amca çok açım’ dedim.Bisküvi almış , sütle verdi ‘az az yedir, bir haftadır bir şeye yememiş, bağırsakları yavaş yavaş çalıştırın ‘ demiş doktor. İnan Allaha çöp olmuştum zaten biz hiç birimiz şişman değildik, iyice zayıflamıştım. Biraz iyileştim, 15 gün sonra köye döndük annem beni leğene koydu hemen yıkadı, a böyle bütün saçım döküldü. Hepsi, tek saç kalmadı başımda, senin nasıl döküldü kemoterapi de öyle. Nazlı, Naze Yusuf amcanın kızı o da tifo olmuştu belki de ondan bana bulaştı, kırk gün ölü gibi yatakta yattı o da , kırk günün sonunda ayağa kalktı ilaçsız, doktorsuz iyileşti. Amcam ??? ne bileyim ben, böyle şeyler yapmış birinin o pislikleri nasıl yaptığını aklım almıyor.O da şeker hastalığına yakalandı, Numune hastanesinde Mustafa Şafak diye bir doktor vardı dahiliyeci, sene de bir , güz ayında Ankara’ya gelir, iki gün bizde kalır, gider muayene olur, ilacını yazdırır, çantasına koyar giderdi. Perhiz yapması lazımdı, amojın Zehra zerfet, et yapar önüne koyarmış.Son zamanlarında öyle perişandı bastonla duvarları tuta tuta yürüyordu, şeker vurmuş yarı kör olmuştu, yaptıklarının cezasıydı belki.Annemin kanını içseydi doymazdı, hiç sevmezdi.Niye o kadar düşmandı anlayamazdım, çok saygısız bir adamdı. Annemin tacını bile elinden aldı.–‘ tacı güzel miydi, o zamnda tacı vardı ha anneannemin, çene Küçükağa’nın? –‘ Evett, gümüştü , böyle büyüktü hem arkada, hem önde çeyrek gümüşler vardı, böyle başına koyduğu zaman her tarafı sallanırdı, püskül, püskül. Gelin geldiğinde babaannem Fidan, yüzgörümlüğü kendi tacını vermiş, babam vurulduktan sonra annem hiç takmadı. Ben evlendikten bir iki yıl sonra amcam Hüseyin Varto’dan gelmiş ‘veyvi, çene Küçükağa, gıle Fidan’ın, annemin sana hediye ettiği tacı ver’ demiş, almış. Ben ’ daye gurbane cane, niye verdin sen o tacı?’ dedim. Annenin de herhangi bir haksızlıkta, olayda köşesine çekilip sinmesine ‘neden böyle yapıyorsun, haklı olmana rağmen’ tepkine ‘ çirkefle çirkef, edepsizle edepsiz mi olayım onlar gibi…ne yapayım, hem taş yerinde ağırdır’ tavrına alışkanlıkta ‘insan tacını verir mi?direnir azıcık’ dediğinde ‘ne yapsındı o edepsizlerle kavga mı etseydi. benim zavallı annemden ne istiyorsun öldü, gitti garibanın kemikleri çoktan toprak oldu ’ cevabına ‘anne! demek anneannem de senin gibi düşünüyormuş. Ha, siz çirkef olmayınca karşınızdakiler sizin için aman ne kadar hanımefendi, saygılı, bravo taş yerinde ağırdır mı diyorlar?Yok, yine bildiklerini okuyor, olan yine size olmuyor muydu? Tersine çirkefle çirkef, edepsizle edepsiz olacaksın ki, aynı şeyi bir daha yapmaya kalkışırken başına geleceği bilsin, vazgeçsin.Bu her şeyde böyledir, vatandaş devlet, hükümet arasındaki ilişkide bile.Devlet sen istemedikçe al bu hak, bu maaş artışı da senin olsun iyi yaşa demez, ses çıkmasın günde beş yüz posta zam yapar, zengini zengin eder ’ demeyecektin zira tacı elinden alınan anneannenin ’ne yapayım geldi, istedi, vermese miydim? götürdü sattı matbaa kurdu…ne yapsaydım… ne yapayım…’ savunmalı insanın başına gelenler karşısında hiç bir şey yapamayacağından…hiçbir şeyi değiştiremeyeceğinden her şeye boyun eğmeli…eğdirmeli kabullenişinin, sadece kızlarına değil torunlarına sirayet etmesi belki de bu hayatta çirkefin, efendiye, umudun umutsuzluğa, iyinin güzelin, kötüye çirkine mahkumluğunu(n) bilmesinden; bilinmesindeydi. Ben pes ettim , siz hiç biriniz Murat nehrinde yüzmek için yola düşen, dağlarda içki sofrası kuran, gezmeyi, aşık olmayı, yemeyi seven dedem Mehmet Şerif’in çocukları olamazsınız…olamamışsınız daha doğrusu oldurmamışlar, sizler ‘ne yapayım’ ezikliğinde boyun büken çene Küçükağanın çocukları olmuşsunuz.Hiç birinizi ne gezmeyi ne tozmayı, ne yemeyi ne içmeyi, ne macerayı ne de hayattan zevk almayı bilmiyor,şin garip yanı istemiyorsunuz da, öyle bir talebiniz de yok. Hepiniz hep de anneannem gibi kara bağladınız da ne oldu çözüldü mü sorunlar’ –‘ Vudakılı, bir laf söyedik, tonca laf yedik. Rezil ettin bizi. Kim anlattı ki zavallı babayı bize; şunu bunu yapar diye, kimse. Amcam Hüseyin matbaa kurdu arkasından gazete çıkardı “Varto’nun sesi”, oğlunu da başına koydu. Sorumlu müdürlüğüne de halam Sara’nın oğlu Şerifé Sevişé getirdi. Adam, amcam Hüseyin, babamdan geriye hiçbir şey bırakmadı sattı…sattı yedi.Bir kılıcı vardı babamın, kütüphanesi vardı içinde bir sürü kitap vardı, silahı, atı…hepsini sattı.Hakim abim de demedi ki niye satıyorsun, bir saati, bir de dolma kalemi vardı abimde diye biliyordum başka nesi vardı hiç bilmiyorum. asıl niyetini; Varto merkezindeki arsayı müteahhide verip İstanbul’daki gibi koca bir AVM’nin yanına kondurulacak dört beş bloklu site sayesinde trilyoner olma planını gizleyip; hakim abisinin vefatı sonrası ‘abinin vasiyeti, siz kız kardeşlerinin arsasını geri vereceğim, ne yapabiliriz gidip bir bakalım’la otuz beş yıl sonra oğlu Mehmeté Şerifé Atillaé’yı da yanına alıp anneni de peşinden sürükleyerek gelin geldiği Kasman’a, Varto’ya yaptığı seyahatte, hakim dayının karısı yengen Türkan’nın teyzen Selvi’nin evinde çayıra serdiği kilim üzerine uzanıp gökyüzünü seyretmesini fırsat bilip birlikte uyuduğunuz oda da ki sehpa üzerine koyduğu, merakına dayanamayıp açıp baktığın poşetteki evraklar arasında, otuzdört günlükken annenin yüzünü açıkta bırakan başında kenarları oya işlemeli beyaz tülbent (leçek) siyah beyaz fotoğraftan dışarı taşan gençliğine bakıp içinin kırıldığı aynı gün verilmiş ilkinde “T.C Varto gecici yetkili Noter yardımcılığı, Resen mirasdan feraget mukavelesi 26/10/ 1960- Çarşamba Babam Mehmet Şerif F. ’ın mirasından bana intikal edecek hissemi kardeşim Atilla Fırat’a vermek suretiyle ….” ikincisinde “Resen Genel vekaletname /10/ 1960 Çarşamba vekil tutan, vekil olan Ali oğlu Hüseyin Fırat … bana .intikal Varto ilçesi hudutları dahilinde, bilumum gayrimenkullerdeki hissemi dilediği bedel ve fiyatlarla dilediği kimselere satmaya bedellerini almaya amcam Hüseyin … (ki de şahit annenin hatırlamadığı) Haydar F. Zengel köyünden Selim oğlu 312 doğumlu, Halil Altun, Göçkar köyünden Süleyman oğlu 928 doğumlu ” yazılı o güne dek tek bir vekaletname verdiğini sandığından, iki tane olduğunu görünce şaşırdığın, annenden tam 50 yıl saklanmış vekaletnameleri görecektin. Annenin ‘Hallah.. Hallah önüme bir evrak getirdiler imzaladım. Sen eğer o evrakları vekaletnameleri almasaydın ben daha abime bir tek vekaletname verdim biliyordum.Demek amcam Hüseyin’e de vekaletname verdirmişler, babamın mallarını elimden alırken sağlam olsun diye çift dikiş yapmışlar. Eeee abim hakim tabii, kanunları en iyi o bilecek.Demek biri olmazsa diğeriyle iş yaparız diye düşünmüşler’ şokunda, poşetteki diğer evraklarda teyzelerinden, sağır dilsiz dayıdan alınmış vekaletnameleri de hakim dayın ve karısı dışında ailede ilk gören torun sen olacaktın. Alsaydın keşke ? Sanki kendi babası Kasımé Mehemeté Öleng almışçasına, görümcesi annenin yanında Varto’daki araziyi teftiş ederken ‘düşünsene burada bir site, trilyon eder. Alacağım dairelerden birini satar , anneler arasında pay ederim’ demesinden, tapu dairesindeki memurun ‘arsaların çoğunda amcaları ve kocanız hisse sahibi, yeni yasaya göre tarım arazisi önce hisse sahiplerine teklif edilir, velhasıl zor iş ama tek başına sahip olunan araziyi pay edebilirsiniz eşinizin kardeşleri arasında ‘ açıklamasına balıklama atlayıp , Muş’a iner inmez annesini arayıp telefonda bağıra bağıra ‘ Kılıçdaroğlu iktidara gelirsek tarıma önem vereceğiz, kredi desteğiyle besiciliği ayağa kaldırırız diyor, o araziler çok değerlenecek ona göre ben belki vekalet göndermem sana ‘ dediğini duyduğun, çocuklarımın hepsinin vekaleti bende, yanımda’ demesine rağmen vekalet vermemiş
dayın kızı Asude’nin şark kurnazlığı, dewa ma Kasman’daki dedenden kalma arazilere bakıp ‘mandıra kurulur, şuraya bir ev yapılır, şuraya bir değirmen ’ hayallerinin ağzının suyunu akıtması benzeri tavırlarından dayının üzerine geçirdiği arsalardaki haklarını geri vermeyeceğini hissettiğinden, yengenin odaya her an girecek olmasının telaşında adına ister alma, ister çalma densin yaptığının doğruluğunu sorgulamadan, umur da etmeyerek; ölmeden beş altı ay önce Ankara’ya yatıya geldiğinde ‘bu sene köye gideceğim, bacılarımın arsalarını geri vereceğim‘ dediği için, annenin ertelediği ama en büyük hayali olan hep açmayı düşündüğü davaya delil olsun diye ‘Ankara’ya gidinceye kadar , ne olur yengem fark etmesin ‘ dualarını etmedik Allah, peygamber, Ali , piro, türbe; hiç bir kimseyi bırakmadan; vekaletnameleri tarihi bir esermişçesine, büyük bir titizlik içinde kanser yüzünden alınan sol göğsünün yerine kullandığın göğüs protezinin kutusuna saklayarak Ankara’ya kaçıracaktın. Onca ‘yapmasaydın keşke’li vicdan azabına, yaptığım yanlış değildi çünkü aldığım anneme yıllar önce verilmesi gereken nüshaydı zaten annemim açtığı miras davası kendisine tebliğ edilene kadar, yengem de aynı vekaletnamenin diğer nüshası yerinde olduğundan benim vekaletnameleri çaldığımı anlayamamıştı. ‘Elimden onbeş yaşında vekaletname aldıktan yıllar sonra abime bir mektup yazdım ben; Ankara’ya geldikten iki yıl sonra yapılan seçimlerde (1973) Muş’tan CHP milletvekili seçilen dereza Tekiné Alié Haydaré Zeynelé’n yanına gidip ‘ sana oy verdim, beni işe alacaksın eğer yapmayacaksan oyumu geri getir ver ‘ çıkışı hoşuna gittiğinden, eline ‘işe alınması….’ yazılı kartviziti tutuşturup ‘bunu götür Genel Müdüre ver, işe alacak seni’ böylece de Etimesgut’ta ki şeker fabrikasında sakat kadrosundan işe giren sağır dilsiz abim Ali bize geldi, altı ay bizde kaldı’ –‘ biliyorum anne!’– ‘bizde yiyor içiyor, beş kuruş harcamıyordu, maaşını alınca hepsini eşine yengem Saadet’e gönderiyordu. Oyyy Saadet belki yerin cehenneme olsun, iki elim yakamdadır, sen o abimin başına neler getirdin. Kasman ‘da bizim evde çe Taloda, çalışan bir kadın vardı. A bu Lolan aşiret tarafından gelmişti, biz de çalışıyordu, genç bir kadın ha hiç unutmam adı da Leyla’ydı. Küçük de bir kızı vardı. Kocası da çobandı o da bizde çalışıyordu. Giderdi çöp var ya çöp dökülen yerde uzanır kızı da onun göğsünü açardı memesini emerdi. Hani bizim evden aşağıya, dereye doğru inip banyo yaptığımız o kozık var ya onun biraz üstünde bir yerde böyle bir toplu yer vardı üzerine tuvalet yapmışlardı. Onun yanında uzanırdı. Amcam Hüseyin de tuvalette gider , gelirken karısına amojın Zehra’ya ‘eree hele bir git bak !’ derdi ‘o çöpe uzanmış, o kızda göğsünü açmış memesini emiyor, oynuyor’ Yani, ne bileyim bacım, gerçekten doğrudur temizliği küçük yaşta öğreneceksin. O Leyla öğrenmedi temizliği, anladın! Üstü başı nasıl kokuyodu. Annem derdi ‘kız… kız git bir yıkan, bir üstünü yıka. Ya biz neler gördük a bu Saadet de öyleydi, ahırda yatıyordu, ahırın şeyinde.Benim annem Saadet’i getirdi sonra da bir şeysi vardı annemin Kürtçe söylüyordu Saadet için, ağıtı, klamı diyordu ki dur bakayım neydi?
‘ Payîz e, Wextê serd û sarma ye,
Havîn e Wextê germ û gîhan ê,
Heke Saadet’ e mı mirov bi destê
xwe derbê xwe li xistbe,
ne darû ne jî derman çare ye.
Güzdür
Hava soğuktur
Yazdır
Hava sıcaktır/
Saadetim eğer insan kendi eliyle kendini yaralarsa
Bunun ne ilacı ne de çaresi vardır’
yani insan kendine bir darbe vurursa, kendi eliyle kendi canına bir kötülük yaparsa buna ne ilaç, ne derman vardır. Ben kendim yaptım, kendim ettim, çek…çek Küçükağanın kız çek! derdi, Şimdi insan Saadet’in çocuklarına, yeğenlerine kıyamıyor bir şey desin. Çöpün içinden çıktı.Kadın getirdi koydu hanım oldu.Üç kere evlenmiş Hasané Alıké Velié Talo’nın kızıydı, annesi ölmüştü, bunlar üç kızdı aralarında en güzeli sarı saçlı mavi gözlü Adalet’ti, Saadet , Gülnaz. Apé Hasané Alıké çok fakirdi, çiftçilik yapmazdı mesleği hırsızlıktı, gidiyordu mal, davar önüne ne geliyorsa çalıyordu. Evet ya, ta Bingöl’e gidiyordu hırsızlık yapmaya öyle bir adamdı.Kızlara sahip çıkmazdı ne yiyorlar, ne içiyorlar, nerde yatıyorlar hiç…hiç umurunda değildi, çok da döverdi. Zavallı kızlar geliyorlardı bizim ahırda böyle kışın hayvanlar yatsın diye bir yer yapılıyordu onun içinde yatıyorlardı.Sen görmüyor muydun Varto’da evinin önünde ekmeği koymuştu avucunun içine bunun gibi (babanı, kocasını gösteriyor) dışarıda yiyordu. Ben dönüp dedim ki ‘ayıp, ayıp be yenge ! Allah aşkına içeriye gir, sofranı ser ye. Alışmış bir kere. Varto’da da her gün geziyordu. Her eve gidiyordu. Niye? Alışmış. Kız fakirdi , açtı susuzdu ya bacım ne diyorsunuz? Anne ölmüş, baba gitmiş yeni bir kadın getirmiş. Kadın külotunu giymiyormuş, adam külotsuz yatıyormuş, kadın gece gündüz önündeymiş adamın.Ya, biz bunları hep gördük yaylada.Kızları buyla (Saadet’le) Adalet, oğulları Nuri , Ali hepsini atmıştı sokağa. Çocuklar oraya gidiyordu ekmek yiyordu, buraya gidiyordu yemek veriyordu millet ,besliyordu. En sonra annem getirdi kızlara sahip çıktı. İçlerinden biri kalkıp dedi adam benim ırzıma geçmiş öz amcasının oğluna, o güzel olanı Adalet , sarışındı, mavi gözlü ,çok güzel kadındı .Bu Saadet hiç güzel değil ki.Diyorsun niye geziyor, eree kızım sokakta gezen insan huyunu bırakır mı? Niye ben avucumun içine ekmek alıp yemiyorum. Bizim ailede, çe Taloda kimse eline ekmek verip, kızları çocukları dışarıya göndermezdi, tamam.Kızarlardı, derlerdi ki ‘siz yiyorsunuz dışarıda milletin evinde ya yoksa ayıptır, günahtır oturun oturduğunuz yerde.’ Sofraya oturur yerdik, böyle büyük bir tepsi vardı önümüze koyarlardı altına kürsi, tamam, yiyin! karnınızı doyurun! öyle kalkın. Tepsinin İçine ne koyarlardı yağ vardı, ekmek dorak,çökelek, weş dorak , yağla basılan, bal.Her şeyde vardı. Kışın bal çoktu, adamlar zengindi. Senede sadece yazın bir günde 18 teneke yağ satıyorlardı. Malları çoktu, davarları çoktu, inekleri çoktu. Mandası vardı.Kışın manda yoğurdu yiyorduk. Biz ! Evet adamlar fakir değildi ki babam öldükten sonra, biz çıktıktan sonra bunlar sattılar, bu soytarılar tama mı.Kadınlar erkeklerin arasına girdi bütün yuvayı , çe Taloyu dağıttılar.Boş versene , Allahaşkına.Ben ev damında değildim evlenmiştim, abim Ali Saadet’le evlendirildiğinde. Annem akıllı kadındı ‘bu sağır dilsizin derdini ancak çok fakir bir kız çeker diye düşünüp Saadet’e ‘çene bu ahırdan kurtulup, karnın tok bir hayat istiyorsan beni dinle, gel oğlum Eli’yle evlen, senden tek isteğim ona bakman, iyi davranman, babasından kalan malı, mülkü var, geçinir gidersiniz’ diyor öyle bir yoksulluk vardı ki şimdi bu söz size oyun geliyor, açlığın yanında onur, gurur ne ki, yoksulluktan kurtulma fırsatını kullanıp çe Taloya gelin geldi Saadet.Yazık, kör olayım ‘Pö(e)h’ der başını geriye atar, gözlerini kapatırdı, bilirdik ölümü anlatıyor, ölümden çokk korktuğunu bildiğinden dediğimi yapmazsam seni böyle boğarım, öldürürüm’le nasıl korkutmuşsa abimin ödü kopardı Saadet’ten. Bırakmazdı abim canının istediği bir şey yesin, halbuki boğazını, kırkırik (abur, cubur) çok severdi, lokantaya gitmek isterdi. Ama yenge Saadet önüne hep dorak ekmek, yoğurt, koyardı, cimriliğinin tarifi yoktu, maaşını elinden alırdı bırakmazdı o gitsin kendine bir şey, kırkırik alsın, getirsin, yesin. Ablam Ceylan diyordu ki Varto’da evine gittim, yemin ederim bir ıspanak koymuş suyun içine pişirmiş, ne salçası , ne yağı, ne soğanı var, köpek yemezdi, onu ona yedirdi. Çocukları da diyordu annem babama bir şey yedirmedi; et, met hiç adamın ağzı değmiyordu. Varto’da iki odalı evde mutfakta ’önce bu leğendeki suyla akıtıyorum tabakların pisliğini sonra yıkıyorum’ açıklamasını yaptığı içinde kim bilir kaç günlük kara katran su dolu leğenin bulunduğu lavabonun altına bağlanmış hortumu, tuvalete atmıştı, bulaşık suyu boşa gitmesin diye.O suyla tuvalet temizliyordu ki su parasını az ödeyeyim.Daha ne anlatayım öyle cimriydi, tüp bitmesin diye şofbeni yakmıyordu elektrik bedava diye su doldurduğu kovanın içine attığı su ısıtıcısı rezistansıyla ısınan sıcak suyla yıkanıyorlardı.Geçimsizdi, çok… Ablam Sara diyordu ki yayla da yok su sırası bende, yok malları geç getirdin, yok bu mantar benimdi niye topladın diyerek herkesle, çobanlarla kavga ediyordu dedim ki ‘ milletle kavga etme, bak senin babana, benim babama küfür ederler kaldırmayız’.Vay ben ki bunu dedim benim bu lafım üstüne sen kalk köye git ‘ millet benimle kavga ediyor, senin kızın Sara, yengesine arka çıkmıyor’ diye beni çene Küçükağaya şikayet etmek için.Bir baktım annem yaylaya gelmiş yanında Saadet. Daha ‘daye’ diyemeden ‘ sen nasıl yengenim tarafını tutmazsın’ diye tokatladı, dövdü, bir şey dememe fırsat bırakmadan da döndü köye, ya ben kaç yaşındayım çoluk çocuk sahibiyim o mundar yüzünden beni dövdü. Annem için oğulları neyse eşleri, çocukları da oydu. Saadet’e, Türkan’a yapılmış bir saygısızlığı hakim oğluna, abim Ali’ye yapılmış sayardı.A bu yenge Saadet Muskan’a mezre Eliağa’ya gitmiş, ablam Ceylan’ın evine giden yol üstünde taşa oturmuş yaşlı bir amca’ya ‘ apé, Xêr be silamet , merhaba’dedikten sonra Ceylan’ın evini gösterip ‘bu ev kimindir apé, ‘–’Halité Mehmeté Alié, waye Ceylan’ın, sen kimsin? niye sorarsın?’–’ben Efendi’nin Mehmeté Şerifé Alié nin geliniyim ‘ yaşlı adam ‘haşa sen Ali oğlu Şerif’in , Efendinin gelini olamazsın, sen İbrahimé Alié ‘n gelinisin’ demiş, diye Ceylan’ı yiyip bitirmiş öyle de kıskançtı. ‘ Kafayı yememek mümkün mü? diyorsun olanları duydukça ya o değil de insanların dünde uğraştığı mevzulara bakıp, ömürlerin böyle ıvız zıvır konulara, konuşmalara, düşüncelere fedalarına hayıflanmak, üzülmemek elde değilken ve bunu düşünmen yaşanan hiç bir şeyi değiştirmeyecekken, böylesi bir ortamdan kaç Proust, kaç Baudelaire, kaç Thomas Bernhard, Tezer Özlü çıkardı ki… ‘anne ! valla anlamadım, yaşlı adamın yenge Saadet’e ‘Efendinin gelini olamazsın’ demesinde, ne var ve bunda teyzem Ceylan’ın suçu ne?’– ‘ olur mu kızım? niye beni yakıştırmıyor Efendi’nin gelinliğine. Halbuki erkek evlat babanın yerini alıyor ya, velinimet (veliaht demek istiyor) ya, Efendinin oğluyla evli olması itibar için yeter de artar’ düşüncesi var. Şimdi düşünüyorum ben, abim Ali’yi çok seviyormuşum, kör olaydım çok hastaydı, oğlu haber verdi dedi ki kansermiş ( Miyelodisplastik Sendromlar (MDS) kanla ilgiliymiş hastalığı, yıkıldım.Ey Allahım doğuştan vurdun sen, bu sağır dilsizden ne istedin, yetmedi mi çektikleri de bu yaşında böyle bir dert verdin, geç teşhismiş, hastanede tedavi görüyormuş. Ben öleydim öyle de çekti ki. Bize haber verdiklerinde epeydir hastanede yatıyormuş, amcakızı Zozan görmeye gitmiş, onu görünce abim ağlamaya başlamış, yenge Saadet o sırada oda da değilmiş, demiş ki ‘ o benim yüzüme tükürdü’ öyle ağladığını görünce Zozan da ağlamış onunla, sağır dilsizliğine, çaresizliğine. Yenge Saadet gelince demiş ki ‘sen ! benim abimin yüzüne niye tükürdün, nasıl tükürürsün?’– ‘doğru diyor, ben tükürdüm’ demiş o da ağlamış ‘bak ben anlatayım dinle demiş bir aydır bu hastane de abinin yanında kalıyorum .O kadar çocuğum var, biri gelip de demedi ki yav kadın sen burda öldün mü ? kaldın mı ? biri gelip de bakmadı. Bir gün gelip başında durun bakında, ben de gidip bir yatayım, dışarıda bir gezeyim, hava alayım, çok sıkıldım’. Zozan ‘düşündüm kadın haklı, artık kafayı yemek üzere, ne diyeyim sustum bende’ dedi. İzmit’te devlet hastanesinde çalışan kızı Şengül, abim hastalanınca tedavisinde yardımcı olurum diye yanında ev tutmuştu, kalktık ablam Ceylan’la gittik, hastaneden eve çıkarmışlardı, öleydim, daha bizi görür görmez çabuk dedi ‘çabuk nüfus cüzdanınızı çıkartın. Siz dedi ‘arsaları bana verin’ He valla hiç unutmam, Oniki İmamlar şahit… tamam mı? Öyle işlemiş di ki bu mal, mülk sahibi olmak, cimrilik ölüyordu böyle dedi ya baban da öyle değil miydi?Paramı getir diye tutturmadı mı. Oyy bu soy ölüyorlar, akıl parada, malda.Tamam abi vereceğiz, yatıp kalkalım yarın dedim. Ben biraz yorulmuştum, gittim uzandım, bir baktım ki yazık hiç unutamam onu… ıhhh… ıhhh bir inleme sesi…o sağır dilsiz nasıl inliyordu, ben, hemen öyle bir fırladım yataktan… baktım salonda kanepede uzanmış, yanına oturdum, her tarafı morarmıştı, eli , bacağı yüzü ‘ne oldu?’ dedim ‘ ben çok hastayım.Şimdi,böyle bir tane sakallı, yaşlı bir adam geldi, sen hiç gördün mü?’ dedi ‘yok’ dedim, o da böyle yaptı, ellerini iki yana açtı ‘bilmem, belki ben yanlışım’ sonra kalktı salondan kanepeden gitti odasına. Ne oldu, ne bitti bilmiyorum az sonra baktım bir ambulans geldi, oğlunun karısı gelini hemşireydi, o da evdeydi, belki bir şey fark etti, doktor baktı götürelim dedi.Bende koluna girdim abimin, ambulansın önüne geldik, baktım böyle ambulansa binerken ayağını kaldıramıyor, ben şöyle ayağını kaldırdım basamağa koydum, insan konduramıyor ki…dönüp doktora dedim ki ‘benim abim iyi değil mi’–‘ evet’ abim gitti, Saadet’le. Bizim Ayşe’nin kocası ey Allahın kulu hiç mi duygun yok senin, acıman üzülmen, hakikaten tam Rus.Ercan pek meraklıydı miras kalmasına, bedavadan para gelecek ya ailesindeki evlenmemiş yaşlılarının ölmesini bekler haldeydi, tam mirası yedi, yine bir akrabaları mı ne ölmüştü, adamın çoluğu çocuğu yokmuş, payına düşen mirası almak için İstanbul’a gitmişlerdi, Ankara’ya dönecekler bizi de almaya geldiler İzmit’te.Ben ‘abim kötüleşti’ dedim, anlattım hastaneye gidelim dedim, gittik. Bizi içeri almadılar, haber verdiler yenge Saadet hastanenin önüne geldi ‘yenge! abim nasıl?’ dedi ‘anam, anam hiçbir şeyi yok, böyle tertemiz, sapsağlam a bu zaten her günde böyle ‘–’bak eğer abim çok hastaysa gitmeyelim, kalalım’–’ yok, yok gidin ne kalacaksınız, kalsanız ne yapacaksınız, hastane de yatacak’ Resmen kovdu bizi.Biz geldik, yolda çok ağladım ta bir yer var orayı geçtik, Sapanca, ablam Ceylan ağlama dedi ‘ aha şimdi biz eve gidelim, adım atalım, geri dönüp geleceğiz’. Dediği gibi oldu, geceydi eve geldim, elbiselerimi çıkardım baktım oğlu lace Eliye lale (ailenin resmi tarihçisi) Mustafa aradı ‘babam öldü, gelip sizi alayım ’ aynı gün geri İzmit’e gittim. Ooooy Saadet !!! anam herkes diyordu o öldürdü abini, adam gibi bakımı yoktu. Abim banyo yapmayı çok severdi, bırakmazdı Saadet, doya doya su döküp banyo yapsın , ben gözümle gördüm, abim yalvardı dedi ki böyle fişi at suyun içine ısınsın, ben banyo yapayım yok dedi, demlikte ısıttığı sıcak suyu kovanın içine boşalttı öyle yıkandı abim, bir demlik su… girmesi, çıkması bir oldu banyoya. Halam doğru söylüyor diye atıldı yenge ailenin resmi tarihçiliğine soyunmuş oğlu Mustafaé Alié, su parası ödemekten, su harcamaktan hoşlanmazdı annem niye bilmem?Hoş para mı vardı, beş çocuk, tek maaş kolay mı? Gıdasız bıraktı babamı, o kadar da değil demek isterdim ama annem babamın parasını nasıl kullanması gerektiği bilmiyordu, biriktirip erkek çocuklarına yolluyordu, sonunda da en küçüğümüz çok güvendiği Cevdet de yaktı annemi ki ona çok düşkündü, aranızda en dürüst o diyordu, o da ODTÜ Sosyolojiyi kazanmış devrimci demeyeyim Kürtçü olmuştu, o arada babam da emekli oldu, Varto’da evimizin yanına ahır yaptı, iki tanede inek alındı. Annem onları da sattı, götürdü bütün parayı Cevdet’in adına bankaya yatırdı Ankara’da ev alalım diye, o aptal da götürdü Talat diye Eskişehirli bir arkadaşıyla, Cibranlı birine, Sever’lerin akrabası bir oğlana verdi, borç istemişler dedi ama örgüte verildi o para sonra da yurtdışına kaçtı. Ben bu tüm birikimlerimize al koyan Talat’ın izini buldum, telefonla aradım ‘ siz nasıl devrimcisiniz, bir emekçinin parasını, 30 yıllık emeğini alıp, nasıl üstüne yatar, hoyratça kullanır, yersiniz ? Bu yaptığınız hırsızlık ‘ dedim ama… şimdi o Talat denilen adam Ankara’da Kızılay’da bir işyeri açmış öyle diyorlar. Eree oğlum, Mustafa, fakirdi benim abim, zavallıydı, sağır dilsizdi der dermez gözyaşları yanaklarından dökülen annen bir gün ‘ ablam Ceylan’da benim gibi hep derdi ki ‘ abime bunları yapmış a o Saadet nasıl ölecek, nasıl can verecek kim bilir ? kız, kız ! hayret edersin öyle de güzel öldü ki. Sanki o hiç bir şey yapmadı ben yaptım, çekmeden, anında kalp krizinden.Öldüğünü duyunca ablam Ceylan da ‘Saadet için hiç böyle bir ölüm beklemezdim, rahat, güzel bir ölüm’ dedi .Her ölünün yüzü nur gibi parlamaz , güzel gözükmez. Zama, enişten Halité Mehmeté Alié annem öldüğünde ‘Ceylan, Ceylan gel, hele bak.. çene Küçükağa da ki bu güzelliğe’ demişti. Tabii insanın kasları kendini koyuverince, gevşeyince rahatlık çöker yüze. Abim Ali’nin de bembeyazdı yüzü, sanki kanı çekilmişti, Saadet’in yüzü kıpkırmızıydı yani mordu, güzel değildi. Hakim abimin yüzünün rengini hiç unutmam böyle morarmış, gri gibiydi, şu eli (sağ) de buradaydı (kalbinin üstünde) , yüzü çok mutsuzdu ya da bana öyle geldi, o da kalp krizi geçirmişti belki ondan morarmıştı. İ abim Ali şeker fabrikasında çalışırken haberimiz yok sen git mahalledeki tek bakkala, Erciyes bakkalına, babanın üzerine veresiye yazdır. Aldığı da ne ? sigara arada kendine kırkırik; bisküvi, lokum, şekerleme falan. Bir gün ‘yenge hanım ‘ dedi Erciyes bakkal Hüseyin ‘senin sağır dilsiz abin var ya , gelip alışveriş yapıyor, yazdırıyor, borcu var, söyleyin ödesin’ demesin mi? Eve geldim ‘ sen borç yapmışsın, maaş alınca öde’.Yazık çok korktu, babanı işaret edip, böyle avucunu ters çevirdi para koyar gibi yaptı ‘duymasın ona söyleme, bekle, maaş alınca ödeyeceğim’ dedi. Ben abimi bildiğimden inanmadım, nitekim maaş günü, baktım ortada yok. O sıralarda Kasman’dan dereza Şükrüé Kamerîé Sofué da orda burda ufak tefek inşaat işleri taşeronluk falan yaparken evini yükleyip Ankara’ya geldi bizim mahallede akrabalar çok diye ev kiralamıştı, kendi kendime dedim dereza Şükrü’nün evine gitmiştir. ne olur ne olmaz Erciyes bakkal Hüseyin Bakkal söyler diye babana da durumu anlatmıştım. Allah var o da bana ‘karışma, boş ver , ben öderim’ demişti ama ben ‘ niye sen ödüyorsun, kendi almış, kendi ödesin’ diyerek karşı çıkmıştım; yarın bir gün ‘bunun abisinin borcunu bile ödedim’le başıma kalkacağını bildiğimden. Kalktım, gittim, baktım dereza Şükrü’lerde oturmuş, aldım getirdim ‘bak böyle olmaz, ayıptır, gidelim borcunu öde’. Eve geldiğimiz de baban ‘gel vazgeç, bunu bakkala götürme, seni orda döver, rezil eder’ dediyse de dinlemedim, aldım abimi bakkala gittik, daha Hüseyin amca veresiye defteri açıp borcunun miktarını söylemeden, sağır dilsizler duymadıklarından çıkardıkları sesin yüksekliğini hesap edemediklerinden, bilmediklerinden iki, üç kişi konuşuyormuş gibi gürültülü kaba sesiyle abim bana doğru nasıl bir bağrış, çağrış, el kol hareketleriyle yetmedi bakkalın gözü önünde yüzüme de tükürdü, çekti gitti. Sen kalk o sinirle doğru İzmit’e , hakim kardeşinin yanına git ‘ben çalıştım, eniştem yedi, kardeşim yedi’ şikayetini et.Birkaç gün geçti ablam Sara oğlu Daimi geldi meğer sağır dilsiz dayısı gittiğinde İzmit’e, o da orda hakim dayısının evindeymiş ’teyze böyle böyle oldu, dayım çok sinirlendi size ‘deyince ‘oğlum getir kalemi, defteri bir mektup yazalım dayına’ dedim.Ben söyledim o yazdı ‘ Sayın abim, şu anda Ali abim sana geldi, maaşı için kardeşimle, eniştem elimden alıp yediler dedi. Ali abimi, yengem Saadet’i tanımazmışsın gibi söylediklerine inanıp bizi suçlamışsın. Abim Ali 450 TL maaş alıyor, her ay eşine gönderiyordu. Saadet bırakır mı maaşını, biz yeseydik abimden önce Saadet sana şikayete gelirdi. Ben, biz yukarıda Allah var, beş kuruşunu yemedik tersine o bizden yedi’ sonra dedim ki ‘Sen hakim olduğun zaman, adaletini ilk bizim, kardeşlerinin üzerinde denedin, öğrendin, hakkımızı elimizden aldın.Bizi götürdün, hepimizi kız çocuğu diye attın bir kenara, iki oğlun bir kızın var, aynı şeyi kızına yapabilir misin? Bize yaptığını kendi çocuklarına yapabilir misin? Saygılarımla, ellerinden öperim’ Bu satırları okuyan, post, long covid, “ay tükendim, yetti” ya da “ yaşamak güzel her şeye rağmen “gillerden değil covirginlerden biri olarak “hey güzel Allahım sen nelere kadirmişsin” demekle kalmayıp, bırakın MSN, SMS ‘i en ufak bir iletişim aracına, ev telefonuna dahi erişilemeyen dünde, cep telefonu kamerasıyla anında tespit edilmediğinden yapılan kötülükler, kurnazlıklar, kurulan kumpaslar bazen sonsuza kadar duyulmayacağından, bilinmeyeceğinden, sızdırılmayacağından elinde azıcık gücü bulunanların kendini ortamın kralı ilan eyleyerek esip gürlediği, istediğini yaptığı, aldığı zamanları kendileri de öyle olduğundan ‘aahhh eski günler ’ paylaşımlarıyla anan, sadistlerle, hedonistlerle birlikte olmaktansa adına Alfa , Mars, Lazer, Post Truth , Küresel Sapıtma çağı mı ne denirse densin, yapılandan, yapılacaktan anında haberdar olunan, bilgiye tek tıkla erişilen bugünde, bu dijital çağda yaşadığım için yarabbi çok şükür mü dedin sende, ey okuyucu ! eğer o zamanda sosyal medya bu denli etkin olsaydı devletin koca hakimi ‘aman Twitter’de, Facebook’da, Ekşi Sözlükte biri yayımlar, başlık eder TT’de, gündem de yer alır rezil, rüsva , kimsenin de yüzüne bakamayız‘ korkusuyla kız kardeşlerinin babadan kalan mallarını üstüne geçirmek için sinsi planlar kurup, böylesine alengirli işler çevirir miydi ? Valla, ben o kadar emin olamadım, Mala Fer(o)an’lar şeytandır, her yere , her çağa ayak uydurur, gerekirse trol ordusu kurar bir yolunu bulur yine de o malları kız kardeşlerine yedirmezdi a o hakim dayın diye düşünüyorum. Gel zaman git zaman diyor annen ‘Seys Sılıman’ın oğlu Bra İzmit’e gitmiş, Varto’ya dönerken Ankara’ya, bize uğradı ‘ waye Turna, abin benimle konuştu, git bacıma söyle vekaletname verdiğinde yaşı küçüktü, dava açsın malını geri alsın’ –‘Bra kurban olayım, ne öyle abi isterim, ne de malını… bizi kardeşlikten silip attıktan sonra şimdi gitsin dava açsın ne demek? Yapan kendisi, düzeltsin.Dava açmama ne gerek, aldığı gibi versin’ Düşünüyorum da ne aileydi… ne anneydi …ne ağabeydi…ne amcaydı…ne halaydı…ne dereza…ne enişteydi hepsi berbattı. Bir tek gün aramızda samimi bir abi, kardeş bağı olmadı, abi yakınlığı görmedik ki ;babamız yoktu, sarıp sarmalasaydı biz kardeşlerini, hayır mı diyecektik? Hakim ya, hep sert, gülmeyen bir surat, çatık kaşlar, korkardık, çekinirdik, çe Taloda kardeşlerine yabancı biriydi. Ankara’ya gelirdi, evime gelmezdi yoksul olduğumdan, aynı mahallede bir, iki sokak ötede oturan, belediye meclis üyesi derezası Alié Haydaré Süleymané’nın evine gider, haber yollardı, o da eğer aklına gelmiş görmek istiyorsa beni. Bir gün yine derezasının evine gelmiş, gittim, nasıl olduysa ‘abi, bir şey soracağım, sen okudun hakim oldun, beni de okutsaydın, ben de senin karşında avukat olsaydın o zaman hakkımı savurdum’ sesini çıkarmadı, böyle konuştuk, muhabbet ettik, ben kalktım eve geldim. Benden sonra, aynı babanın çocuğu değilmişiz gibi yengem Türkan dönüp demiş ki ‘o kim oluyor ki, sen onu karşına alıp konuşuyorsun ?’ dereza Alié Haydaré Süleymané karısı Cemile onlar gittikten sonra anlattı bana. Abim de nasıl dediyse !!! ‘o benim kardeşim, öyle şey mi olur? konuşur’ demiş.Sen ! benim yaralarımı niye deşiyorsun kızım, şimdi başkası olsa abisi bunca şeyi yapsa onunla konuşmaz, kızar ama biz başkaydık, annem gibi korur kollardık onu, benim soframda kuru ekmek olsun ama o bal, kaymak yesin, tek o mutlu olsun yetiyordu; bizi, aileyi o temsil ediyor babamızdan sonra diye düşündüğümüzden hep, ben vefatı sonrası eşine dava açtığımda ablam Sara ne dedi ‘ ereee azıcık yüz, sen kimsin de abinden mal istiyorsun, git Badana, kocanın malının peşine düş ‘–’ abla ! bu nasıl laf, ben burda doğdum, ayrıca istediğim benim babamın kendi parasıyla aldığı mal, abim kendisi mi almış?.Nasıl abimin çocuklarının hakkıysa öyle de benim, senin çocuklarının da hakkı demiştim’ de hem ablam Sara, hem de Selvi ‘ benim çocuklarım yiyeceğine abimin çocukları yesin, razıyım’ demediler mi?’–‘Dediler öyle gördüler de ondan, anneannem için kızlarının önemi yoktu ki, o öyle yaptı diye sonsuza kadar bu ailenin kadınları kul köle mi olacak erkeklerine’ itirazının hiçbir şeyi değiştirmeyeceği vakitte, yılar yıllar sonra kanser teşhisiyle gözünde tüten Varto’ya annenle yaptığın seyahatte ‘kim inanır ki, görmesem inanmazdım bende.Köyde böyle bir lüks…‘ şaşkınlığında; kapısını hep kilitlediği, annesine, kardeşlerine yasakladığı ancak kendince çok önemli VİP’lar geldiğinde kapısını açtığı ‘buranın adeti de demek böyle, birine ismiyle doğrudan değil aradaki bağı göze sokan amcamın oğlu, halamın kızı sıfatlarla seslenmek, o yüzden alış teyzemin kızı, dekorasyonu bana ait, şu fayansları ta nerden getirttim, istediğim gibi olmasa da, idare eder’ övünmesini ‘teyzem oğlu ! ancak bir kadın bu derece ince zevk taşır, yalnız renk uyumun, kontrast kullanımın, perfect , bravo’ takdirini ‘ thank you so much da, o kadar da kusursuz değil vardır bir eksik’le onayladığı daha Ankara’da ki evine alamadığın LCD televizyonlu, beyaz deri koltuklu salon; gri renk bulaşık, çamaşır makinesi gri, bordro renkli, alüminyum kenarlıklı cam dolaplı modern mutfak, aralarına desenli bordürlerle döşenmiş, beyaz fayanslı duşa kabinli, alafranga tuvaletli banyonun da bulunduğu her şeyi tam dayalı döşeli evinde kalınırsa rahat edeceğini, bunu da teyzem Selvi’nin söylemesiyle yapmayacağını zira geçen sene teyzesi Turna’nın kalmasına izin vermediğini ama kendisinin istemesi halinde hakim dayısının eşi olmasından dolayı geri çevirmeyeceğini ilettiğin yengen Türkan’ın talebini anında kabul eden –çok değil bir iki yıl sonra hayran kaldığın o evle yanındaki teyzenin evinin yakılmasını, aileye mensubu herkesin Emeran’ dan ayrılmalarını getirecek vahim olayın –kahramanı teyzen oğlu Alié Ekberé Hamzaé’nın evinde birlikte kalındığında; annen ve sen orda değilmişçesine yengen Türkan’a, oğlu Mehmet’e kuş sütü eksik sofralar kurmasına, ağırlamak için kendini paralamasına ‘ teyzemin ablasına, anneme yapmadığı şu Türkan ‘a yaptığı hizmete, azata bak sen! Meğer geçen sene, bize kurduğu sofra, sofra değilmiş. İnsanoğlu cidden garip.Teyzemin her yerde kendisinden utandığından kimse görmesin diye çocuklarıyla banyoya kilitlediğini…aşağıladığını anlattığı, kendisine çocuklarına pislik muamelesi yapmış yengesine gösterdiği şu alakayı, ablasına göstermemesi nasıl bir handikaptır, nasıl bir akıldır ? Hakim kocası yüzünden Türkan’a gösterilen itibar ve ilginin kırıntısından mahrum bırakıldı ya benim annem’ üzüntüsü aklına; evinde karısıyla, çocuklarıyla huzur içinde yaşasın, araları bozulmasın, yük olmayayım diye kocası Halit öldüğünde oğlu Ali Haydar’ın değil de –huzurlarının yerinde olup olmaması, aralarının bozulması, kavga etmeleri bir değer taşımadığından, bütün yükü çekmelerinde, sırtlamalarında sakınca görmediği – kızlarının yanına sığınan teyzen Ceylan’nın ‘biliyorsun gılo, Küçükağanın kızından bize miras erkek çocuklarına kıyamıyoruz, üzülsünler istemiyoruz.’ izahını getirecekti, hoş oğulları Oğuz ve Mustafa’ya ne yaparlarsa yapsınlar toz kondurmayan annenin de teyzenden kalır yanı yok ya , neyse.Kadını erkeğe kurban etmek… düşünsene elinden alınan babasının arsaları için dava açtığında annem, başta Sara, teyzemler kızmakla kalmadılar ‘benim çocuklarım yiyeceğine abimin, çocukları yesin’ dediler. Ya yok böyle bir şey , hayır, izahı da zor, kendini birine, akrabalarına aramızda kan bağı var, akraba diye feda etmek, niye şaşırıyorsun ki böyle bir şey görmedim demeyecek kadar böyle yüzlerce şey gördün ve ‘kardeş , evlat , aile, akraba gibisi var mı’ iddiasının yalanlığını görüp , aklını başına getiren o güne kadar aynısını sen de yapmadın mı?’ sende kardeşin yesin diye aç kalkmadın mı sofradan.Annemin karnı aç biliyorum aç ama simit yemedi çay içelim diye parka davet ediyorsun görümceni, termosa çay koyuyorsun, bardakları, tabakları ayarlıyorsun da ey gelin ! saat akşamın altısı, yemek vakti, belki dışarı çıkmasaydın evinde sofran hazırdı, elini kolunu sallaya sallaya geliyorsun.Biliyorsun eşin işten gelecek; aç. Allahtan evde dünden kalan simit, şekerleme , üzüm , biraz da bisküvi, akıllık ettim de getirdim buzdolabı poşetlerine koyup.Daha portatif masaya koyduklarımın poşetini açar açamaz elini uzattığını görünce devrimci dayının, yirmibirinci yüzyılda, digital çağda Ankara’da bir dewa ma Kasman ritüeli, adeti gereği geri çekilecekti annen ‘ben yemem karnım tok’ . Anne! sert bakışını karşılayan ‘dayına, Şermin’e ver, ben öğlen çok yedim, aç değilim’ yalanına görgü kuralı gereği ses edemiyorsun.Bak! ben yokum dikkatini çekerim kızıyım yokum, yani üçe böl kızım, bir parçada sen al, yok. Parktan döndüğünüzde ‘ anne! vallahi de, billahi de artık bir şey demiyorum, aranızda on yaş fark var, dayım aç dursa bir şey olmaz ama sen yaşlısın, hastasın yemen lazım ve açsın.Sen, teyzemler… erkek kardeşlerinizden, abilerinizden bir şey görmediğiniz halde niye …niye bunu yapıyorsunuz? Kendinizi düşünmek yok, ölsem ne olur diyorsun mesela. Neden başkası için, kocalarınız, çocuklarınız sonrası torunlarınız değil kendiniz için yaşamayı denemiyorsunuz. Onlarda dünyaya bir kere geliyor sende, inan artık bilmek istiyorum. Bu…bu kendini adamışlık nedendir, açsın ama erkek kardeşine veriyorsun yiyeceğini ve o yedikçe sen doyuyorsun. Kalıbımı basarım dayım değil de teyzem olsaydı.Simidi yerdin. Bunları yüzbininci kez konuşuyoruz, değişen bir şey yok, teslim bayrağını çekiyorum artık, belli oldu dünya yıkılsa da her şey böyle gidecek, değişmeyecek hiçbir şey, susuyorum, tamam.’–‘Hele komşular şuna bakın, ne olmuş? Simit yememişim’–‘işte bu yüzden çıldırmamak içim susacağım, mevzu simit mi? Simit kaç para ki? Mevzunun simit olmadığını, yapılan tavırın inciticiliğini bile bile… daha neye karşı çıktığımı anlamamışsın, mevzu senin değersizliğin ve bunu başta kendin, etrafındakilerin kabullenişi. Senin açlığının dayımın açlığının yanında önemsizliği ve bunu senin de alt üstü bir simit küçümseyişiyle meşrulaştırman, olayı hafifleterek karşındakini yani beni basit, seviyesiz konuma düşürerek, kendini ikna etmen. Anne! ne oldu, öyle davrandın diye yüceldin mi dayımın gözünde? Benim için aç kaldı diye eline mi sarıldı? Karnını doyurdu güzelce, umurunda olmadı bile senin açlığın. Kapıdan adım atar atmaz buzdolabını koşmadın çünkü malzeme vermek istemedin bana, tokum dediğin için oysa ikimizde biliyoruz açlıktan öldüğünü. Sabah akşam yok kentli olmadık, yok burjuva kültürü eksik diye tırmalamanın da anlamı yok, biz daha Feodalizimi bile geride bırakan kabile yaşantısının günümüzde devamıyla zehir işlevli akrabalık ilişkisinde kaybolan bireyi, kendini tanıyamadan geçen ömürlerin ortasındayken, bireyin özgürlüğü, beklesin dursun orda. Hormek kolonisinde , kan bağı üzerinden yürüyen adaletin, hukukun katli de cabası. Düşünsene Belkıze’yi babası öldürüyor, herkes biliyor ama kimse ihbar etmiyor…bir bakıyorsun yalan, dolan, her türlü numara , körlük mevcut , bildiğin kötülük akıyor üstünden ama affediliyor; niye akraba? Kabileyiz ya güçtür,güçlüdür asl olan. O kadar çok kullanılmıştır ki, birinciliği kaptırması imkansız; el kolda bağlayan ‘ ne yapayım…yapacak bir şey yok’ dışında en nefret ettiğim cümle sıralamasında ikinciliği verdiğim ’ma akrabadır daye kurban ,ne yapayım’ın dayanağı kan bağlı, kabile yaşamı Ortadoğu mahveden, bütün rezilliğin sebebidir de . Olacak şey değil ya sen aç duruyorsun aranda on yaş fark olan kardeşine veriyorsun yiyeceğini, ne diyeyim. Akraba dedin de, çocuktuk Heje diye bir kadın böyle köylere gelir , kimin işi varsa ona yardım eder, insanların evlerinde kalırdı, çok güzeldi . Badan’a babangillere, çe Resulé de geldi, o zaman yeni evlenmiştim. Ben öyle biliyordum, galiba Çorsan’da akrabası vardı, kim varsa bilmiyorum ama bizim eve çe Taluya da gelirdi; çok güzel bir bayandı, uzun boylu, düşün ki benden uzun, yeşil gözlü, sarı saçlı. O kadar güzel iş yapıyordu ki. Evlere geliyordu karın tokluğuna iş yapıyordu, misafir kalıyordu, gidiyordu. Genelde kaldığı evlerde ‘ bon’da lojının bir kenarına kıvrılır yatardı. Dewa ma Kasman’da a bu Hatem, sağır dilsiz ablam Hatun’un kocası buna gönül vermiş, evine aldı , ilişki yaşadı sonra bir ara kayboldu kadın. Yok oldu, günlerce , kimi kimsesi yok arasın sorsun. Ablamın o zaman dört beş çocuğu vardı. Meğer enişte Hatem onu alıp yaylaya Cepanik’e gitmiş, öldürmüş, yeri kazmış içine gömmüş. Bütün köy… bütün diyar hepsi biliyordu. Amcam İbrahim, bu şerefsiz o kadını götürdü, Cepanik yaylasında öldürdü dedi ’ –‘Hiç mi akrabası yoktu ?’–‘ Hiç kimse aramadı evveliyatını, kimdir nedir bilmem, çok güzel de konuşurdu. O köylerde onun kadar güzel bir bayan yoktu, o kadar güzeldi. Hatem’in çocukları da biliyor ama söylemezler. Kadını gömmüşler demişti lace Eliye lale Şevket, biz çocuğuz bir gün Cepanik yaylasına gidiyoruz bir baktık ki ötede kadının elbisesi toprak arasında görünüyor, tanıdık çünkü kadının zaten bir elbisesi vardı, yaklaşmadık bile, öldürmüş kadını ya gömmüş oraya bütün herkes biliyor dewa ma Kasman’da, Badan’da ama kadın kimsesiz, kim vurduya gitti.Bu adamla, Hatem’le geziyor, bu kadın onun sevgilisiydi kimse dememiş Jandarmaya, tamam, demişler ki kayboldu, ceset bulununca ‘ kim öldürdü’ diye sormuş , köylülerde ne bilelim biri öldürmüş gitmiş demişler; o kadar. Hatem’de Efendi’nin damadı diye hiç kimse gidip de ihbar etmiyor.O kadın öldürüldüğüyle kaldı. Aklımı oynatacağım ben ya nasıl olur hadi diyelim Belkıze zamanında devlet falan yok, Jandarma desen öyle ama ya Heje, nasıl olur? Tuttu yine araştırmacı gazetecilik damarın, olayın birinci elden görgü tanığı teyzen Hatun’un büyük oğlunu lace Hatemi Begoyu arıyorsun, baştan anlaşalım yalan söylemeye kalkma, sakın.’–‘Yok kuzen, benim babam çok yalan konuşurdu, o yüzden nefret ederdim, bende olmaz.Evet doğru diyorlar.Heje Dapak’lıydı. Dapak köyündendi. İki kere evlenmiş, çocuğu yoktu, abilerinin yanında kalırdı, her sene köy köy dolaşırdı; köy be köy. Tarla zamanı gelirdi, ot bile biçerdi, bulgur döverdi, buğday haşlardı, her işi yapardı, bulaşık, süpürge, dereye gider çamaşır yıkardı. Babamı seviyordu.Babamda onu.Çok güzeldi, çokk, toplu bir bayandı.Bizim yanımızda çok kaldı, kral gibiydi. Ben kuzuların önündeydim, Eylül ayıydı, Heje’yi Badan yolunda a o Gone Use Bale’de gördüm, bağırdı bana ‘hakkını helal et’ ben de dedim ki ‘inşallah ölürsünde, gelmezsin’. Evler, yaylaya çıkmıştı, ben yine kuzuların önündeyim, Çepera diye bir yer var , tepe, baktım bir elbise Heje’nin , taşların arasına koymuşlar, öyle oturur vaziyette, öldürmüşler. Boynunda kırmızı, mavi, boncuklar vardı. Mayıs sonu, cesedi buldum , ses çıkarmadım.Sonra görenler olmuş, devlet geldi, Jandarma geldi. A o kadın Zengena’lı Mehmet Ali’nin oğlu Zeynel vardı onunda sevgilisiydi. Eylül ayında öldürülmüş, Mayısa kadar böyle oturmuş vaziyette kalmış. ‘–‘ Nasıl?’ –‘ Oturur vaziyette gömmüş. Bir taş önüne, bir taş bu yanına, bir taş da diğer yanına , üstüne de bir taş koymuştu.Dökülmüştü vücudu, çok feciydi. Bizim eve geldiğinde boynunda dört beş altın vardı. Hamileydi öldürüldüğünde. Çocuk kimdendi bilmem. Badan yolunda görmeden önce eve geldim baktım kadın, babam , Zeynel bir arada oturuyorlar. Ondan sonra gitti kadın demek bunlarda onun peşinden gitmişler. Biz çocuklar bu Heje’yi dövüyorduk, taş atıyorduk, kovuyorduk , yüzü gözü şişiyordu a o nenem çene Küçükağa alıp götürüyordu çe Taluya, yaralarını sarıyordu, bizede ‘ bu zavallıyı döveceğinize babanızı dövün’ diyordu, Heje on onbeş gün sonra iyileşir yine geliyordu.Babam dövün diyordu.Sonra da niye dövdünüz diye bizi dövüyordu.Benim babam çok zalimdi, hem de çok , annem zavallıydı, kadın bize kötü davranıyordu, kızıyordu, evi kirletmeyin diyordu.Babamla tarlaya gidiyorlardı, kome vardı , ahır orada yatıyorlardı. Çok kalıyordu bizim evde, Kışın da geliyordu. Bir kere gelmişti kışın göğsünün arkasına böyle bir bez bağlamıştı tam 37 kalıp sabun çıkardı, sarı sabunlar. Belki de çalmıştı. Kadın çalışıyordu, karşılığında para, sigara, tespih, bulgur, fasulye, üzüm veriyorlardı , oda eve getiriyordu , biz çocuklarda oturup yiyorduk. Annem yemezdi, hep ağlardı diyordu ‘o kadın benim kocamı elimden alacak, ben kalacağım ortada. Hep beddua ediyordu. İnşallah bu sene gidersin bir daha gelmezsin diyordu. Öldüğünde boynunda altın yoktu. Boncuk çoktu, sarı, yeşil kırmızı. Jandarma geldi tabii, babamı aldılar götürdüler Çaylar’a, otopsi yaptılar. Ondan sonra kapandı gitti olay.Abileri cesedi alıp Dapak’da gömdüler.’ –‘Dayı oğlu Şevket kadının bir elbisesi vardı hep onu giyerdi ordan tanıdım demişti. Heje’in bir tane mi kıyafeti vardı ?’ –‘ Ceset bulunduğunda bütün köy geldi, demek Eliye lale Şevket’de o gelenler arasındaydı. İki tane elbisesi vardı birini giyiyor, kirlenince çıkarıyor yıkıyor, ötekini giyiyordu. Sürekli şalvar giyerdi, içinde cepleri olan a o ceplere de bir şey koyup getirirdi. O sabunları da oraya koymuştu; hem göğsüne, hem şalvarın ceplerine 37 kalıp, böyle ortaya dizdi, çıkarıp çıkarıp, ben de saydım tek tek ; otuzyediydi.’ Oğlan otopsi yapıldı diyor sen sormuyorsun ne çıkmış, neyle öldürülmüş .Şimdi akılsızlığının cezasını çek yeniden ara bakalım ‘Peki teyzem oğlu, bu Heje, otopsi yapıldı dedin ya öldürülmüş mü? neyle öldürülmüş, silahla mı? babanın silahı var mıydı?’–‘ o zaman köylülerin hepsinde silah vardı babamın da iki taneydi.14’lüyle öldürülmüş, babamın da 14’sü vardı’–‘ anlamadım ben , silahlara el koyulsa öldüren bulunmaz mıyıd?’–‘ teyzem kızı nasıl anlamadın? Çaylar (Üstükran) da Jandarma sorguladı babamı, kurşunu bulamadılar. Kurşun yok, sonradan gidip kurşunu almışlar . Yani delili yok etmişler. Dereye atmışlar.’–‘ peki sen hiç babana sordun mu Heje’yi… böyle bir şey yaptın mı ? diye’– ‘benim babam, Jandarmadan eve gelmiş, ben kuzuların önündeyim , eve geldim baktım babam silah kuşandı ‘ben dağa çıkıyorum ‘.Ben koştum dedeme, babamın babasına Bego’ya, koştu geldi ‘erooo nereye gidiyorsun, bunu yaparsan dikkati üstüne çekersin. Eğer gidersen seni direkt suçlarlar. Eree eşek, eşek geç, geç yerine otur’ dedi. Babam annemi çok dövüyordu, hakkımı helal et dedi ölmeden önce yatalak olmuştu, ben etmem ama Heje’yi sen mi öldürdün onu söyle dedim. Ben öldürdüm dedi, son nefesinde, son nefesinde.’–‘ niye öldürmüş, yaşamam mücadelesinde zavallı bir kadın belli, kuma getirmiş teyzeme , eve yiyecek, para da getiriyor, niye öldürüyor? Olayı duyduğumdan beri en çok niye öldürdüğünü merak ediyorum ?’–‘ iki tane…’–‘olasılık’ –‘ He…he olasılık var yani neden, kadın hamileydi, altınları vardı.’–‘Altın için mi öldürdü baban?’–‘ Babam tek değil, ikisi birden öldürdü.Zeynel’le ikisi. İkisiyle de ilişkisi vardı, çocuk kimdendi bilmiyorum. Sonbaharda dağa götürüyorlar.Eylül ayı yürüyerek Cepanik yaylası iki saatlik yol, yani bir saat Cepanik, ondan bir saat sonrası da Cepera tepesi. Yani yayla yürüyerek bir saat sürüyor, bir saat da sonrası oraya gidiliyor ha, tepeye. Geri gel köye dört saat ediyor.Köyde kimse de at da yok anladın. Köyde bir teyzem Sara’nın bir de çe Talunun atı var. Bir tek teyzem Sara ata binip yaylaya giderdi. Yani kimsenin evinde at yoktu ki at istesinler de binip gitsinler. İkisi yürüyerek gittiler, silahla vurdular Heje’yi.’–‘ Heje öldürülmeden önce eve gelmişsin ya sen üçü birlikte oturuyorlardı dedin . Peki ne konuşuyorlardı?’ –‘ Teyzem kızı Zeynel ile birlikte babam, kadın da araya almışlardı , şakalaşıyorlardı , gülüyorlardı’–‘Allah aşkına ölüme gitmeden önce neyin şakası yapıyorlardı? ne diyorlardı ?’–‘sohbet, o diyordu ki ‘Heje sen gel beni al ‘ öbürü diyordu ki ‘ben seni alayım. Ne kadar enteresan bir dünya, İzmir’e taşındık biz bir yer inşaata çalışıyorum işçiyim, Varto’lu bir adam geldi dedi ‘ sen Hatem’in, katilin oğlu musun? Senin baban benim ablamı öldürdü? . Senin ablan Heje dedim bende, her gün bir yerde geziyordu ne biliyorsun kim öldürdü?’–‘ iyi de teyzem oğlu herkes biliyormuş’ Olayla ilgili her şeyi tek seferde öğrenmeyip aklına geldikçe telefona sarılman, teyzen oğlunu bu beştir arıyorsun, bir dahakine açmaz telefonu, bu son olsun ‘kusura bakma teyzem bir şey daha soracağım bugün seni çok rahtsız ettim ama bazı şeyler sonradan düşüyor aklıma, sormayı unuttum ben, bu olay olduğunda sen kaç yaşındaydın, hangi seneydi?’–‘ 1980-81 yıllarıydı, ben evlenmeden 3-4 yıl önce olmuştu. Ben koyunların, kuzuların peşine gidiyordum, çobandım. Köyün çobanı. 58 doğumluyum ama beni 61 doğumlu yazmışlar. Hakim dayım gelmişti tatile Kasman’a, benim babam bütün çocukların, hepimizin nüfusunu çıkarsın diye dayıma gitmiş. İsimlerimizi yazdırmış, vermiş eline O çıkarmış bizim nüfus cüzdanlarımızı, hepimizi sıraya koymuş; kim büyük, kim küçük o bilmiyordu ki. Kafasına göre doğum tarihi yazdırmış eee bizde 7 çocuk.O zaman siz şehirden gelenlere güzel Türkçe konuşuyorlar , narinler diye içimiz giderek bakardık.Bize güzel, narin gelirdiniz, imrenirdik. Bir de onlar, şehirdekiler geldiğinde çe Taluda yemekler değişirdi, böyle giderdik çöpleri araştırırdık, bakardık. Böyle karpuz yemişler, kabuklarını alır götürürdük çöpten, derede yıkardık, yıkardık o beyaz kısımlarını yerdik .Oh ne güzel, tatlı bir şey derdik .Ya tabii ki onlar gelince ,hele de hakim dayım; yemekler değişik olurdu. Ne günlerdi be!’ teyzen oğlu kafanda yerine oturtmuştu taşları. Darbe dönemi, 12 Eylül, dedemden övgüyle söz eden, kitabının basılmasını isteyen diktatör Kenan Evren, kim cesaret ederde, Efendi’nin damadı Hatem hakkında ifade verirdi ki.Kahvaltı sofrasında biliyor musun diyorsun Şermin’e öyle şeyler öğreniyorum ki ben utanıyorum, dedem İbrahim, enişteler, teyzemler Varto’nun köyleri genç bir kadını öldüreni, katili saklamışlar.’– ‘nasıl becermişler?’ Anlatıyorsun, çay doldurmak için mutfağa gittiğinde ‘senin’ diyor annen ‘çenen durmuyor ki.Niye anlattın Şermin’e, demeyecek mi nasıl bir aile bu? Ayıp kızım insan bazı şeyleri söylemez, yerin dibine batırmaz ailesini.’ –‘ Bunca yıl susup sakladınız da ne oldu anne ! Sonunda biri anlattı. Şermin dayımın eşi, yıllardır bu ailede yabancı mı oldu şimdi? İşte bende sizin gibi saklamış oluyorum aile içinden biri bilecek o kadar.Sen demedin mi herkes birbirine anlatıyordu diye’ –‘Evet doğru, ablam Hatunda dedi.Öptü dudaklarından gördüm birlikte yatıyorlardı, a bu adam aldı onu götürdü, öldürdü derken iki elini boğazına götürüp boğar gibi yaptı.Ama ne gerek var, başkasının bilmesine.’–‘ Kan bağımız yok o yüzden Şermin başkası ve bu vahim olayı öğrenmemesi gerek.Şu işe bakın, gencecik bir kadın öldürülmüş,onca köy, köylüler katili biliyor saklıyorlar, o ayıp, günah olmuyor olayı Şermin’e anlatmam ayıp.Pes ne akrabalık bağıymış arkadaş, Gabriel García Márquez ‘in “Kırmızı Pazartesi”sini sollayan; cinayeti işleyeni korumaya aldırıp katiliye birlikte yaşamaya devam etmekte mahsur bırakmayan. Sorduğunda , teyzem kızı demişti Nade , Heje’yi tabii ki tanıyorum.A o Hatem kandını kandırdı götürdü, öldürdü, altınları için. Emeran’da Çe Bra’da bile çalışırdı.Kimin işi var o çağırdı, karşılığında bir şeyler veriridi.Çe Taludan, çene Küçükağanın evinden az şey çalmadı; çökelek, et…ha her yerden çalıp Hatem’in evine götürürdü.A o Aydın, teyzemin çocukları da onun eve yiyecek getirmesine seviniyorlardı. Onlar da az değilid kadını dövüyorlardı, kapı önüne bir minder atıyorlardı orda yatıyordu.Yalnız kadın Hatem’i enişteyi çok seviyordu. Ma teyzem lali Hatun öyle kızardı Heje’ye, nefret ederdi.Abileri Hatem’i şikayet edeceklerdi ama korktular çünkü Hükümet kaç aydır yok niye haber vermediniz, aramadınız der diye.Kemik kalmış , çürümüş vücudu, elbisesinden tanımışlar.Bir torbaya koymuşlar toplayıp.Ama niyeyse bu kan bağının gücü cinsiyet kadına olunca işlemiyor diyorsun teyzem Selvi’ye yapılan insanın onurunu ayaklar altına alan hazmedemediğin hakareti hatırlatıp yenge Türkan’ın karşısında ‘ teyzem Selvi’nin kendini hala eziklik hissetmesine kahrolmamaksa elde değil, annem ‘ bu soy kendi akrabasına, ailesine gaddar, merhametsiz ele, yabancıya pamuk gibidir, dışarıdaki biri sen söylesen inanmaz bunların gaddarlığına, şefkatsizliğine derken çok haklıymış da yine de ne kadar saf, aptal, iyi niyetli olunursa olunsun, yengesinin kendisine yaptığı o davranışı unutmak… herkesin harcı olamaz, bir tek şey hariç eğer hiçbir şeye olumlu bir katkı sağlamayan , beş para etmeyen değersiz, kıymetsiz bir varlık olduğu nakış gibi beyne işlenmemişse ‘ düşüncelerinde gidip gelirken, arka planda da ailede de hemen hemen herkesin bildiği yenge Türkan’ın, ona göre köylü teyzeni, pek muhterem devlet yöneticilerinin hanımı arkadaşları görmesin diye banyoya kilitlemesi dönüp duracaktı.’ Abim Karaman’da hakimdi’ demişti teyzen Selvi;’ kışa doğru her sene peynir, yağ, bal, kavurma yollardım abime , o sene de kavurma yapmadım, hanımı Türkan yemeklerinde nasıl istiyorsa öyle kullansın diye iki tane yaşlı hayvanı, koyunu kestim, sardım naylona, koydum çuvala, attım otobüsün bagajına, hava soğuktu, bozulmazdı.Yanımda çocuklardan Selim, Cemile, bir de akraba Seferé Yalçıné vardı. Allah razı olsun, adam beni abimin evine kadar götürdü, bıraktı. Abim evde değildi, işteydi.Yenge Türkan bizi içeri aldı ama yüzünden belliydi, geldiğimize memnun olmamıştı.Ben de pişman oldum onu öyle görünce ama bir defa gelmiş bulundum, geçtik oturduk. Az biraz sonra abimin kızı Asude geldi dokuz, on yaşında vardı herhalde, ne ‘hala’ dedi, ne yanıma yaklaştı annesine ‘bugün arkadaşlarım gelecekti, anne! ne yapayım?’ yenge de yüzüme baka baka ’ getirme, seninle alay ederler, köylü akrabaları, halası var derler’ dedi. Üzerimde Karaman’a geleceğim diye yeni satın aldığım kazak, kalın yün çorap, elbise vardı.Yenge önce banyoya soktu bizi sonra bana bir pantolon, kazak getirdi ‘ giyin bunları, şimdi ev sahibi seni görmeye gelecek , elbiselerine bakıp demesin hakimin kız kardeşi böyle mi olur?, böyle mi giyinir?’ leçeğimi ( yazmayı) de başımdan çekti aldı. Türkçem şimdiki gibiydi, iyi değildi, Zazaca konuşuyordum ben, annemden doğdum doğalı, hakim abime bir zararım olmasın , demesinler ne cahil kardeşi var diye ev sahibinin yanında ‘iyiyim, sağ olun’ dışında hiç konuşmadım da.Kadın kalkınca, yenge Türkan ona kesip getirdiğim etten verdi.Akşama abim geldi, beni öyle üstümde pantolon kazak, başım açık görünce bir şey demedi normal konuştu ‘waye, zama Hamza nasıl falan’ .Ertesi gün sabah yengenin yüzü yine berbattı.Arkadaşları telefon etti ‘misafirlerim gelecek, aralarında savcının hanımı da var, seni onların önüne böyle çıkaramam, onlar gidene kadar banyo da çocuklarla oturun’ dedi.Bepooo, bizi banyoya götürdü, kaç saat oturduk bilmem.Bir kere kapıyı açıp kurabiye, onu bıraktı o kadar. Biz köyde kurabiye bilmezdik daha doğrusu tatlı bilmezdik bal yerdik, helva , bir de helisa yapardık. Tencereye yağ, su şeker ve un birlikte koyulur o su çekilip, un da kızarıncaya kadar karıştırırdık.Helva gibi ama çok daha güzeldi, Badan’lı Hasané Memilé’n karısı senin yengen Selbi çok sever, güzelde yapardı.A bu yenge Türkan ne zaman geldi gelin Kasman’a o yaptı kurabiye, biz pasta diyorduk. Üç gün kaldım abimin evinde, biri gelince beni çocuklarımla banyoya gizliyordu,utanıyordu.Abimin yengenin bize bunu yaptığından haberi yoktu diyemem, yenge bir yolunu bulup yaptığının doğruluğuna ikna etmiş, inandırmıştır abimi, Ölengli Mehemed efendinin torunları kocalarını ellerinde oynatma da meşhurlardı.Tabii benim yengem gibi kaşlarım falan alınmış değildi, o makyaj yapıyordu, giyiniyor süsleniyordu…çocukluğunun en güzel, en unutulmaz idolü; ışık saçan beyaz teniyle masaya ince, pürüzsüz uzun, kırmızı ojeli uzun tırnaklı elleriyle çay bardaklarını koyarken, yüzüne sürdüğü pudradan yayılan bisküvimsi, bebeksi koku; parıl parıl parıldayan beyaz saten sabahlığın içinde ince askılı pembemsi geceliği, boyanmış sarı saçları, dudaklarına sürdüğü parlak kırmızı rujuyla etrafındaki onca esmer tenli, siyah saçlı kadınların, annenin, senin dahil olmadığı başka bir alemden, bir Amerikan filminden çıkıp gelmiş çocuk mantığında bir meleğin…gençliğin özentisinde Rita Hayworth’lu Gilda’nın masaya arzı endam eden güzelliğine hayran bakışlarını ‘ büyüyünce sana rujumu veririm’ işveliğiyle mükafatlandırmasına sevindiğin, amca Hüseyiné Alié’nin ’ bizim Atilla’nın soy ismi artık Fırat değil, Ölengdir, Ölengdir’ tespitine, hakim dayının oğlu Mehmet’in düğününe çağırmamasına çene Küçükağa’nın ‘o artık Ölengdir , soyadı Ölengdir demişti ya amcan Hüseyin doğru demiş kızım’la yıllar sonra da olsa hakkını teslim ettiği, sende bir aşamadan sonra tekerrürden ibaret kanısı uyandıran geçmişin bugününde; annenin oğullarından, yengen Türkan’ın en küçük kardeşi Fatma’yla evlenen hakim dayısından daha cesur davranıp ‘baba, ben soyadımı değiştireceğim, benimle alakanız yok artık’ isteğini yerine getirerek babanın babasının adını verdiği kardeşin Resul’un; Oğuz ismiyle anılmasına sebep, seviyesiz ilişkiler yumağında; annenin ‘ her sene tatil’de Van’dan Varto gidiyoruz ya dayın Muş’a hakim atanmıştı, devletin lojmanı o zaman tek katlı evlerdi, ona da bir lojman vermişler , Varto’ya giderken onlara da uğruyoruz.A bu yenge Türkan dedi ki bana ‘ haydi kalk balkonda halıları çırpalım, ne zamandır temizlememişim’ tamam dedim, ucundan tuttum, başımı da örtmüştüm leçekle, dedi ki ‘anam ! sen niye başını örtüyorsun… başını aç, ondan sonra bana yardım et’ bende ‘ sen niye üzülüyorsun yenge biri sorarsa ‘Atilla’nın kardeşi demezsin, bizim eve gelmiş temizlikçi dersin’ olur biter’ dedim, tabii bu bozuldu ‘ kibrini tamamladığı şık giysileri, annenin yapmasını bilmediği lezzetli yemekleriyle cazibesine kapıldığın yengen Türkan’ı göreceğinden; o pudra kokusunu içine çekeceğinden yaz tatillerinde köye giderken uğramayı heyecanla beklediğin babanın kapısını çaldığı tek katlı bahçe içindeki dayının evinin duvarına yaslanarak üzerinizde baklava dilimli hırka, etek, çorap ayaklarınızda beyaz ayakkabılarınızla çekilmiş siyah beyaz fotoğrafa her baktığında; geri kalmış Ortadoğu toplumlarında ebeveynleri mevki, makam sahibi her çocuğun damarlarında dolaşan, ömür boyu da sürdürülen dayının kızı Asude’de de yerini edinmiş şımarıklığa, tepeden bakışa sinirlenip bacağını tekmelemene yerden alıp attığı taşla kaşında açtığı yaranın izinin kalıcılığına ‘rahat durmamışsındır, yaramazsın yaramaz; ya Asude’nin bacağına bir şey olsaydı’–‘anne! ona bir şey olmadı benim kaşımı kırdı’ ağlamana ‘ tamam, tamam bir şey olmaz geçer, ufak bir iz kalacak, önemli değil’le tentürdiyot sürerken kanayan yarana annenin, aile içi kast sisteminde ki yerinin hatırlatılmasına benzer davranışın teyzen Selvi’yi nasıl üzebileceğini tahmin etmenin ötesinde bildiğinden ‘ ben, en azından Asude veledini tekmeleyip hıncımı almıştım, teyzem, banyoya kilitlenmesine karşı ne yaptı? Ha bence hiçbir şey ama yine de …’ merakını gideren ‘Emeran’a döndüm okula giden komşunun çocuğu, tanırsın sen onu, hani annenle geldiğiniz sene sizi Varto’ya götüren taksisi olan Nurali’ye gel dedim, bana bir mektup yaz abime yollayayım. ‘keşke, ben senin evine hiç gelmeseydim. İçimde bir umut vardı benim bir kardeşim, abim var, elimden tutar diye onu yok ettin, bitirdin.’ Karısına da dedim ‘ ben senin babanı gördüm, nerelisin, kimsin bilirim.Sen Badan’ lı çene Elifé Memilé Talo’yla, Öleng’li Mehemet Efendi’nin torunu, Kasımé Mehemeté Öleng’in kızısın, bizden farkın yoktu şimdi hakim abim sayesinde hanım oldun, değer gördün de beni mi hor görürsün? Asıl beni değil, sen abimi hor gördün’ çok dertli yazdım mektubu, çokkk, hakimliğe, adliyeye gönderdim evine değil. Offff kızım niye açtın derdimi, kayınbabam Selimé İsaé (Emeranlı) Velié ağaydı, koyunları Diyarbakır’a götürür, orda satardı.Öyle ki depremden sonra üç yıl orada bir ev tutup kaldık.İsmet İnönü’nün öldüğü seneydi.11.000 milyon çıkardı verdi abime, çocuklarım arasında en çok düştüğü, sevdiği Abdullah’dı, yanına gelsin okusun diye eğitimine masraf etsin diye. Çocuk gitti eve almadı a o yenge Türkan.Ama parayı kullandı abim, sonra 2000 TL eksik geri verdi . Öldüğünde bıraktığı o zamanın 1000 adet hayvan alacak kadar parasını, onlarca metrekare arsayı satıp kumarda yiyip bitiren kocam Hamzaé Selimé İsaé çe Selim’in tek erkek çocuğu idi, Şanzede (şehzade) derdim ben ona.Kayınbabam, babası Selimé İsaé (Emeranlı) Velié kumar oynuyor diye hiç güvenmezdi ’bu it kumarda kaybeder çoluk çoğunun rızkıdır, sen mukayyet ol’ diyerekten epey yüklü bir miktar daha vermiş abime, o parayı bir daha, hiç görmedik.Vereme yakalandım, yanına gittim, doktora falan götürdü sonra ne oldu biliyor musun gulamın, kayınbabam, apo Selimé İsaé (Emeranlı) Velié’nın mukayyet ol diye verdiği parayı abim ona, hastane masraflarına saydım dedi. Bak kardeşiydim ben, üç kuruş harcasan ne olur ? Dünya kadar parayı hastane masrafı saydı ya.‘Tek işi beş para etmez kumarbaz olan eniştem Selim oğlu Hamza’yla aşk yaşamak, onun için tam bir takım kuracak 12 çocuk doğurmak olan senin bu teyzen Selvi var ya diyecekti devrimci dayın sen ‘Selimé İsaé (Emeranlı) Velié ağa Atilla dayıma para vermiş öyle mi? ‘ dediğinde ‘kayınbabasına dam gibi mi davranmış? Amca Selim aha bu odada, onlarda aha o odada yatıyorlardı.Doğru düzgün bir ilişki yoktu aralarında. Bir gün Emeran’a ablama gittim, artık iyice yaşlanmış apo Selimé İsaé’yle dışarıda kapının önünde oturduk, konuşuyoruz’baoo bunlar her şeyi yapıyorlar ‘ diye oğlu ve gelinini şikayet etti.’–‘ne yapabilirler Allahaşkına dayı , seksen yaşında belki Demans, Parkinson, Alzheimer belirtileri gösteren beyinsel sorunlar yaşayan birinin yargısıyla konuşuyorsun ya pes.Ya o zamanlar bu hastalıklar bilinmiyordu.Zavallı yaşlıların bu hastalıklara ait semptomları; karım kocam beni şununla bununla ben aldatıyor şüphesinde kıvranmaları, bastonla etrafındakilere saldırmaları, tükürmeleri, yutma problemleri, insanların adını, evinin evi olduğunu unutmaları, ‘beni evime götürün’ sayıklamaları, yollunu şaşırıp sokakta kaybolmaları ‘delirdi, deli oldu’ yaftasını vuran eşin dostun, o delilerin söylediklerini ciddiye almaları bence asıl vahim tablodur. O yaşta teyzem Selvi’nin kayınbabası Selimé İsaé ‘nın söylediklerine az da ol sa kuşkuyla yaklaşmak gerekmez mi? ’–‘yeğenim , yahu bunlar aynı evde yaşamalarına rağmen birbirlerinin yaptıklarından haberli değillerdi.Kimse, kimseye ben bugün şunu yaptım bunu yaptım demezdi.Yani teyzenin kayınbabasının dayına para verip, vermediğini bilmesi zor. Zaten amca Selimé İsaé, cimrinin tekiydi öyle birine kolay kolay para vermezdi’–‘hatırlatırım, bende bu ailedenim , hiç ilişkileri olmasa da , konuşmasalar da yarın bir gün başıma bir iş gelir, evdekilerden biri bilsin diye anlatırlar, teyzem de çocuklar yanlarında okusun diye para verdiğini söyledi zaten, herhalde onu da anlatmıştır gelinine’–‘ Selvi’nin abisi hakim olmasaydı arazi diye bir şey kalmazdı ellerinde.Kocası kumarda kaybederdi, bunlar Selimé İsaé ya da senin teyzen Selvi soluğu, abimin yanında alırlardı.Aynı şey Kasman’dakiler için de geçerliydi.Abim olmasa…o hakim arkadaşlarıyla görüşür, hallederdi arsa, arazi işlerini.Tapuları çıkarırdı.Mala Feranlılar çok şey borçlu abimin hakimliğine.’–‘ İşine gelince nasıl da olumlu ve de ne biçim konuşuyorsun?Bir zamanlar adalet, özgürlük , eşitlik isteyen, sülaleyi, malını mülkünü elinin tersiyle iten bir devrimcinin bugünde böyle bir savunmaya girişmesi.Makamı kendi özel işleri, çıkarları için kullanan bir adalet görevlisi sırf senin babanın arsalarını kurtardı, şimdi o arsalar sayesinde çekirdek ailen mülk sahibi oldu, iyi yaşıyoruz diye övgüye mahal öyle mi?O zaman susacak bugünkü adalet sisteminden ‘AKP’lilerin sultası, istedikleri kanunları çıkarıyor, kararları alıyorlar’ şikayetini etmeyeceksin.Demek memleket de asırdır hep aynı şeyler adaletsizlikler, kumpaslar geçerli, yılın 1961, 2022 ya da 2028 olmasının hiçbir önemi ve farkı yok. Adam o kadar adaletsiz ki, hakim oluyor kız kardeşlerinin mallarını elinden alıyor. Dayı, ben anlayacağımı anladım, teyzemin anlattıkları doğruymuş, teyidi gereksizmiş ’ alemindeyken sen ‘Gulamın daha ne anlatayım sana, ‘ diyordu teyzen Selvi ‘benden, elbiselerimden utandı kadın, Türkan. Meşhur giyim markaları Chloé’ın 2016-17 sonbahar-kış, Hermés’in 2015 İlkbahar-yaz kreasyonlarında yer aldığını gördüğünde dewa ma Kasman’da, Badan’da, Emeran’da, kadınların elbiselerinin altına giydikleri pantolonun, şalvarın; giyimi yüzünden utandırıldıklarından kendilerini değersiz, cahil, kötü hisseden teyzenler; 28 Şubat öncesi, sonrası televizyonda seyrettiğin başörtüsü takıyor diye bizzat devlet, yönetenleri eliyle ‘ikna odalarına’ alınarak, örtüleri başlarından hışımla çekilerek giyimlerinden, kuşamlarından dolayı rencide edilenler; gözünün önüne geldiğinden; insanı giyimine, kuşamına göre kıyaslamadan, değerlendirmeden uzaklaştıkça medeniyete yaklaşıldığını, çağdaş birey olma yolunda ilerlenildiğini kökleştiren aklının bir köşesinin; ayağında apartman topuklu ayakkabı, bol paça İspanyol pantolon, çiçekli dar gömlek, gözünde yüzünün tamamını kapatmış güneş gözlükleri bilerek bol bol marka isimlerini geçirdiği ‘canım babacığım parfümlerimi Almanya’dan yurtdışından getirtiyor, bu defa Adidas ayakkabı da istedim’ konuşması kadar yabancı dayın kızı Asude’nin ‘şimdi şu ekmeğin üstüne sürecek’; interaktif ortamda beş dakikada beş entry girme eylemine girişip ; çocukluğunda plastik kaptan şokellaya ekmek banmamış gibi şimdi de ‘Nutella’sız yaşayamam, dolap da hep bulundururum…sıcak su torbası kitaplarım, Nutellam ve ben…’ flood yarışında ki paylaşımlarına nirvana ifritliğini bu satıra bir söz bırak # hastag’ıyla ifade ettikten sonra ; ‘ ekmeğin üstüne… şokella ( chokella) olsaydı ne iyi olurdu, sizin çamaşır makineniz yok mu?’ küstahlığı aşmış terbiyesizlikte; sonradan görmeliğinin tepeden bakışına ‘ayy bu komünistlerin tek derdi memleketi kötülemek. Yılmaz Güney hakimi öldürdü, bildiğin katil, adamı kahraman ilan ettiler. Öyle düşman ki ülkesine, yerin dibine batırmak için gitti Sürü filmini çekti. Babam o yoksulluğu gösterip bizi, memleketi Avrupa’ya rezil etti diyor. Filmde modern giysili, eğitimli insanlar ortada yok gibi, izleyen Türkiye’de herkes öyle köylü giyiniyor, cahil, yoksul sanacak. Bu Türkiye’nin imajını bozmak, mahvetmek. Florya’da, Antalya’da, Bağdat caddesinde çekseydi, ülkemizin modern insanlarını, doğal güzelliğini gösterseydi ama yok yok… amaç o değil, amaç başka, amaç kaşımak, ortalığı karıştırmak. Farz et ülkenin büyük kısmı fakir, cahil insan dünyaya ülkesinin geri kalmışlığını ilan eder mi? Bir de sırtında taşıyor kadını, kocası hem de Kızılay’ın ortasında. Mağara devrinde miyiz? koy taksiye götür nereye götüreceksen. Sonra o kadın Berivan mı ne adı, konuşmuyor hiç, zavallı mı zavallı, ezik, Cumhuriyet Türkiye’sinin Atatürkçü kadınıyla alakası yok’ düşüncelerini; ‘ben de gördüm Kızılay’da sırtında hasta kadın, yaşlı taşıyanları’ itirazına değmeyecek; var olan her olumsuzluğu açıklamayı, göstermeyi ülkeye ihanet algılayan, her kötü şeyin suçlusunu komünistlere, anarşistlere , solculara atan ömrünce yaşayacağı sanal gerçekliğini parçalayacak, daimi Post-truth çağlı dünyasını tekmeleyip dağıtma isteğini bir kenara itip, annesi banyoya kilitlemeseydi şayet halası Selvi, savcının karısının önüne çıktığında duyacağı utancın aynısını yaşatan; izlenmesin diye Anadolu’nun birçok yerinde “sinemaya bomba atılacak” dedikoduları çıkarılması engelini aşıp, yoldaşlarınla sinemada seyrettiğin, Sürü filminde ‘köyde ağalar neyse büyük şehrin zengini de aynen öyle’yle bir hükümranlıktan diğerine evrilen, özü değişmeyen, kırsal da, kent de yaşasa kadınların aynı sorunlarla boğuştuğu düzende; babanın, ailedeki erkeklerin Veysikan aşiretinin lideri Hamo ağayla aynı biçimde, aynı sözlerle, aynı davranışlarla “senin yüzünden” diyerek başa gelen felaketlerin sebebi sayıp sürekli suçladıkları, evlendirildikten sonra annesiyle , kardeşleriyle görüşmesine, yanlarına gitmesine izin vermedikleri annenin, teyzelerinin içini sızım sızım sızlatan bakışlarını bir koyundan daha değersiz Berivan’ın bakışlarında yakaladığında; derde çare diye gelinen Kayaş-Mamak gecekondularını yutan gökdelenlerin Ankara’sında medeniyetin toz pembeliğini yitirten karısının ölümüne kadar susan Şivan’ın isyansızlığını o gün nasıl almamışsa aklın, bugün de çevrendekilerin, kendinin yaşadıklarına bakıp “Ve…Kitabın (keşke yazar burada kitabın yanına üç nokta koyup “hikayenin” yazsaydı) sonu şöyle biter; birine (bu devlet, vatan, millet, din, mezhep, beka, örgüt, cemaat, tarikat, lider, hoca, imam, aile, koca, dost, arkadaş bazen sevgili, aşk, sevda, iş olabilir) kül olduysan, bir başkasını ısıtamazsın” gerçekliğini tüm benliğinle onaylama sebeplerinden olacak; aralarında etkisi yıllar sürecek ortak yaşanmışlığa, hatıraya sahipsizliklerine, alenen aşağılamalarına karşın annenin, teyzelerinin, aile üyelerinin dewa ma Kasman, Badan, Emeran, civar köylülerinin; çocuklarına bahşetmedikleri bağlılığı, fedakarlığı, sevgiyi, hizmeti makam sahipliğinden hakim dayına, eşine, çocuklarına, göstermelerini de almayacaktı.Demek aklın almıyor öyle mi?Bir kere Ortadoğu,Türkiye, Gımgım sendromunun ebediyetini alsın o aklın. Hem ne çabuk unuttun sen, tanık olduğun olayları ‘ teyzen Ceylan’nın büyük çocuğu teyzen kızı Gülten ne demişti sana? annem bu yılbaşı gecesi de kime ağladı biliyor musun? ‘–‘hakim dayımadır, kime olacak’–‘ aaa bildin.Dört kardeşimi onüç yaşımdayken depremde kaybettim, yaşım şimdi yetmiş hala bugün gibi hatırlıyorum.Ben onlara ağlarken bir anne olarak beklerdim ki annem de dayımdan önce çocuklarına ağlasın ‘–‘hiç bekleme teyze kızı, sorsan hakim dayımla yaşanmış tek bir anısı da yoktur, anlatacağı. Ama abim, kardeşim diye ölen sağır dilsiz dayıma, teyzem Sara ‘ya değil; bitmek bilmez dalkavukluklarından hoşlanma hali içinde ” akıllı, kurnaz” köylülerin akıllarını parmakları arasında ezip, geriye yalnızca kendisi, ailesi için bağırsaklarını çalıştıracak kullanışlı posa bırakarak; bazı davalarına bakıp, hastane, iş, okul, köye yol, köprü yapılması, su getirilmesi sorunlarını çözmelerine yardım ettiğinden; devletin saygıdeğer şehirli hakimi sıfatının gücüyle çocuğundan muhtarına, tüm akrabalar, tüm köy üzerinde kurduğu tahakkümün; yıllık iznini geçirdiği sürede her gün yalnızca Kasman’da değil civar köylerdeki en yoksul hanenin bile gıdık (oğlak,keçi) keserek yemeğe davet ettirterek kurdurduğu sofralarda; içki, meze, hoş sohbet, evine götür diye balın, peynirin, tereyağının , kavurmanın, cevizin, yanında karısına, çocuklarına hizmetçilik için amcasının kızı çene İbrahimé Alié Zozané gibi akrabası küçük kızların besleme sunulmasını beklemiş; altmış yaşında para boşa gitmesin, ucuza mal edeyim diye İstanbul’da kötü şöhretli özel hastanede bypass ameliyatı yapıldığından ölen hakim abisine ağlıyor çünkü bizimkiler celladına aşık, yapacak bir şey yok, engelleyemeyiz. Senin teyzen Turna, benim annem geçenlerde bana bir şey anlattı , dayanamadım sus dedim,sus anlatma. Annem kucağında yeni doğmuş ben, Van’a babamın yanına geliyor amcamla. İki ay geçmemiş babam tabii geçimsiz kavga ediyor, annemi dövüyor. O da ‘ben Varto ya gideceğim, senin kahrını çekmem, babamın evine otururum…’ demiş, o zaman amcan Haydar bana dedi ki ‘ohoooo günaydın, sen niye adliyeye gittin? ‘ Ben dedim ‘niye ne olacak babamın kitabı …’–he he babanın kitabını, mallarını aldılar elinden.’ Ben o zaman okul tatile girdiğinde Badan’a giden amcan Haydar’a verip gönderdiğim bir mektup yazdım amcam Hüseyin’e dedim ‘beni niye götürdünüz hükümete, hakkımı aldınız?’ .O da bana öyle yazdı ‘evlenmişsin gitmişsin. Koynuna girdiğin, yattığın el oğluna benim miras verecek param yok. ‘ Zaten öyleydi, kendide el kızıyla yatıyordu, kızları da başkasıyla evlendi.Benim ki hiç olmasa akrabaydı.Teyzem kızı, annem bunu anlatınca beynime sıçradı kan, dönemin aydını, gazete çıkarıyor yeğenine söylediği sözdeki terbiyesizliğe, pişkinliğe bakar mısın? Peki bunu demiş bir amcayla ilişkini kesersin hiç konuşmazsın değil mi ? Ama annem dede dediğimiz amcasını bir karşılardı ki Ankara’ya geldiğinde, akıl almaz.Günlerce ağladı öldüğünde, günlerce, belki kızı Fezo annem kadar ağlamamıştır, babasının ölümüne. Düşünsene bunca şey başlarına getirmiş, neler etmiş, neler yapmış koşarak boyuna sarılırdı.’ Dedim ki ben ezildim onlar; çocuklarım ezilmesin, okusunlar. Yeter ki okusunlar onun için hiç iş yaptırmadım ben sizlere, kızlarıma; okula gittiğiniz günlerde.Fakat babanız a bu Kemal için önemli değildi okumanız; ders çalışmanız, evde, kağıt oynardı oğlan çocuklarıyla, poker bile oynuyorlardı. O zaman işe girmek için Ankara’ya gelmiş amcan Hasan’ın oğlu Ali de bizde kalıyordu. Baban, Oğuz hep birlikte oturup kumar, kağıt oynarlardı hatırladın?–‘ ayyy korktum ya yüzüme öyle bakma anne! belki o günlerde kendi derdime düşmüşümdür de evde olanlar ilgimi çekmemiştir. Ama bazen geceleri, Cumartesi, Pazarları, babam ya da biz çocuklar ‘haydi şu iskambil kağıdını çıkaralım da bir el 51 oynayalım’ derdik.Babamın Oğuz’a, biz çocuklarında birbirimize ‘hayır ! bunların toplamı 51 değil…yok kağıt aldın baba ! gördüm…çıkar haydi çıkar valeyi …elime bakma… kağıdı dağıtırken baktın işte…elinde 10’lu yoktu resmen hile yaptın, kağıt çektin aradan, çaldın’ bağırmalarımıza, çağırmalarımıza küslüğe varan kavgalarımızı unutmadım Bir de mahallede bugün Turan Güneş Bulvarı denilen, daha asfalt dökülmemiş cadde üzerinde solcu Garip hocanın, sağcı bir adamla ortak işlettiği, düğün salonu kadar büyük, altında manav, eczane, hırdavatçı en az beş dükkanın bulunduğu, yandaki bir merdivenle çıkılan “Yıldız” kıraathanesi vardı, sigara dumanından gözün gözü görmediği, bir keresinde her gün olmasa da haftada bir, iki defa giden babamı çağırmak için ‘ bak bakalım orda mı?’ diye beni göndermiştin, içeri bir girdim her masada tanıdık yüz, mahallenin bütün erkeleri ordaydı o kalabalıkta zar zor bula bilmiştim babamı.Tabii, yine oğluna Oğuz’a kıyamadın, onu göndereceğine beni gönderdin kız halimle ’ –‘Yalan yok Oğuz’a da düşkündüm, korkardım ben, oyun oynamayı çok sevdiğinden üniversite sınavını kazanmaz, erkektir işsiz güçsüz kalır diye.Sınavın olduğu hafta kapıya çıktım baktım evin önünde, üzerine temel atmak için bir iki kamyon taş dökülmüş boş arsada arkadaşlarıyla top oynuyor dedim.. dedim ‘eroo yarın sınav vardır. Gel eve’ beni dinlemeyince bu sefer Ayşe çıktı kapıya ‘yarın sınav var, gel birlikte kimya çalışalım’. Ayşe’ye ‘sana ne? ben hiç de çalışmam, girerim sınava’ . Sana yemin ederim öyle defterin, kitabın kapağını açmadan sınava girdi, hiç çalışmadan. Sırrı , Sara ablamın oğlu her yerde millet sınava hazırlanırken, Oğuz kahvede oyun oynuyordu diyor ya doğru diyor.Ama öyle kıraathaneye çok gitmezdi. Teyzem oğlu Sırrı bir keresinde bana, sen evde değildin baktım teyzem Turna çok üzgün ‘ne oldu? ‘–‘ Sırrı git kahveye Oğuz’u al ,gel ‘ –‘ tamam teyze gidip getireyim’ dedim enişte Kemal ‘sen otur , ben giderim’ çıktı, gitti, bir saat , iki saat gelen giden yok.Teyzem ‘eree Sırrı, güya gitti oğlanı alıp getirsin. O gitti oturdu masaya kağıt oynuyor şimdi’…onca yaşanmışlık, badire, yoksulluk atlatılmış, lise bitince üniversite sınavını kazanamadığından Ayşe evin ilk işe giren çocuğu olup aile bütçesine katkıda bulunurken sonrasında sen ve Oğuz’un da üniversiteyi bitirip işe girdiği yıllarda gecekondu mahallesinden imar geçmiş, bir daire karşılığında arsanın verildiği müteahhidin ödediği kira parasıyla Ankara’ya geldikten onaltı yıl sonra Nene Hatun caddesinde nihayet kaloriferli apartmana çıkılmıştı. çe Talo, çe Memil, çe Resul devamı çe Kemalde erkeğe pozitif ayrımcılığın kalesi yapıldığından aybaşında, maaş aldığında iki, üç kuruş (150 TL) annenin eline tutuşturup, kalanını geleceği, kuracağı yuvası için tasarruf ederek; yeme, içme, elektrik, su, kalorifer gideri , apartman aidatından muaf “ekmek elden, su gölden” yaşayan, müteahhide verilen birleştirilmiş gecekondu arsasında en az hisseye sahip olmasına karşın ha bire sorun çıkarıp, katakulli çevirdiğinden diğer iki ortağa illallah dedirmiş babanın, annenle beraber fazladan bir daire daha alarak üzerine tapu etmeyi istedikleri Oğuz için, kızlarının gözlerinin içine baka baka ‘erkektir, paraya çok ihtiyacı olacak, evlenecek.Ev kuracak, para biriktirsin, ondan para almayın, istemeyin ’ komutlarına ağız açıp ‘ bu göz göre göre cinsiyet ayrımcılığı.Ne demek o erkek? parası olması lazım ? Kadınlar erkeklerin eline muhtaç mahluklar ya onların parası olmasa da olur mu demek istiyorsunuz? Memlekete olmasa bile bu evde eşit haklara sahibiz, o para biriktirecek sonraki hayatını bolluk içinde yaşayacak, biz kızlar aç kalsak da önemli değil bu nasıl bir düşünce, biz ev geçindirmeyecek miyiz…geçindirmiyor muyuz ?Bu saçma sapan gelenekler, primitif düşünceler, ataerkilliğin her şeye reis eylediği erkeksi bakış açısı, en azından bu evde olmamalı.Hepimiz eşitiz.Çalıştığı halde ayrı bir eve çıkmayan evin masraflarını, harcamalarını karşılamak için ortaya belli bir miktar para koyacak.Ohhh ne ala, ikimizde çalışalım ama o para biriktirsin diye ben onu besleyeyim, parası varken’ diyememiş,üniversite mezunu, devrimci kadınımız…bacımız aradan yıllar yılı geçtikten sonra şimdi kalkmış aklım almıyor diyor? Bahar mı geldi? kokusunu duydum senin bahçenden, benimkine hiç gelmediğinden her şey kötüye gittiğinde; yıllarca her şeyi içine atmaktan, herkesten gizlesen de, saklansan da göz açıp kapayıncaya kadar gelip, geçen ilkbahar gibi… gençlik gibi geçtiğini, tükendiğini hissediyor, seni çok iyi anlıyorum diyen ama seni anlamadığından tutunduğun son dalı da basıp kırdıktan sonra da “tutunmasaydın, o kırık dala”yla seni bir başına bıraktığından uzaklaştığın kardeşin annen, ailen, arkadaşın, sevgilin, en yakınındakiler dışında; ayağa kaldırsın diye bir şeylere sarılmak istiyorsun, bir içimlik sigaraya, bir kadeh şaraba, bir demet nergise, bir mısralık şiire, viral olup olmadığını bilmediğin kollarına atılacağım, yaslanacağım bir şarkı diyorsun sarmalasa beni, kulaklığının sesini son raddeye getirip kalbine dokunup , seni buralardan koparacağını bildiğin Lena Chamamyan “ Love In Damascus”na, Youtube’da tıklıyorsun.Oldu mu? alıp götürdü mü seni, ruhunu istediğin gibi çokk uzaklara ? madem geldik dünyaya insanca olmalıydı her şey; yasamak, yaşananlar, ölümler ama nerde?Sanki savaş olmamış , yıkılmamış sokaklar , ölmemiş çocuklar gibi; birilerinin kalbinde hala, inatla yaşamakta direnen sevdaların hüznünde ’ bende de var nefes aldırmayan acılar biliyor musun? “senin olmayan senin olamayandır, gerçek aşk..”dercesine dolaşıyorum işte Şam’da, sokaklarında.Birilerini överken, birilerini gömmeden rahat edemeyiz ya aynı şeyi yapacaktın belki sende, ama o kadar yenilgiye uğradın ki; olmamasına razıydın, olacakmış gibi olsaydı, o da yeterdi derken farkında mısın bu yaşananlar , yaşadıkların bir “distopya”.He gülüm ! He…he gulamı , aynen öyle çünkü, dünyada olacak büyük hadiselerin öncesinde insanların kolektif bilinçdışlarıyla olacak olayı işaret edikleri, yani felaketlerin önce insanların bilinçdışında var olup sonra gerçeğe dönüştüğünü iddia eden Jung’u doğrular gibi; sabah, puslu, ağaçlık yolun kenarındaki kaldırımda yürüyen maskelerini takınmışlara bakarken ‘ tam bir distopya ya döndü dünya’ diyorsun ya son yıllarda “distopya”ya gösterilen ilgi, alaka da bu yaşanan…yaşanacak distopyaların habercisi miydi yoksa’ yı düşünen bende diyorum ki, kendisine zemin hazırlayan var olmuşların…ânda var olanların… yaşanmışların, yaşananların ipuçları olmadan herhangi bir şeyin, felaketin hayalini kurmak mümkün olmadığından, hayal, kurgu adı altında sunulan distopya da gerçeğin W’yu halidir, onun için Baudrillard’ın “felaketin hayal edilmesi mümkün olduğuna göre, o çoktandır buradadır…” sözünü çok severim ki, bu durumda zaten insana kalan da sadece beklediği daha büyük bir yıkımın… karşılaşacağı felaketlerin kenarını, köşesini süslemektir ki vatandaşlarını baskılayan, otoriter rejim altında yaşananları, kötülükleri, felaketleri erken dillendirdiklerinden takdir edilesi distopik ( dysopia kötümser ütopya) romanlar; 1932’de yayımlanan, teknolojiye bağımlılığı, kapitalizmle doğan, iliklere işletilmiş görünmez kast sistemini “ herkes herkese aittir ” şartlanmasında, uyuşturucuların hayatı kontrol ettiği bir dünyayı anlatan Brave New World; reality showlara ilham olmasıyla kehanetini gerçekleştirmiş Okyanusya ülkesinin diktatörü Big Brother ( büyük birader)’ın “savaş barıştır… kölelik özgürlüktür…bilgisizlik kuvvettir “ temalı, özgürlüğü, yaşam kalitesi diplerdeyken bireylerin mevcudun, bu durumun eskisinden çok daha iyi olduğuna inandırıldığı totaliter sistemi sergileyen, dedenin öldürülmesinden bir ay önce 8 Haziran 1949 yayımlanan 1984; çözümü, unutmasınlar diye her kişinin bir kitabı ezberlemesinde bulan isyankarların; itfaiyecilerin yangın söndürmek yerine (memlekete 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül darbelerinde uygulanmış) kitap yakmakla görevlendirildiği yine totaliter bir düzeni konu etmiş 19 Ekim 1953’de yayımlanan Fahrenheit 451’in yazarları; ‘olağanüstü öngörülüymüşsün, bildin sen adamım; keyiften, sefadan köleleştiğimizi’yle kutsadığın, yaşananlarda, yaşanacaklarda kimsenin göremediğini gören, alt metne hakim Aldous Huxley, George Orwell, Ray Bradbury’ın analitik zekalarıyla yarattıkları –ışıl ışıl aydınlatılmış uzay gemisine, gümüş rengi şıkır şıkır tek tiplere, kırımızı sarı mavi yaşama haplarına, taş ocaklarından fırlayıp etrafta dolaşan çıldırmış; tıkır tıkır işletilen senin gözün göz değil, suç işleyecekmişsin gibi bakıyorsun diyen teknolojik robotlara yer vermedikleri– kurgusal dünyalarını aşarak, gündelik vaka haline gelen; karayollarında yürüyüp yol kenarlarında kamp ateşi yakarak “daha iyi kurtarılmış bölgelere” Avrupa’ya, ABD’ye kaçan milyonlarca göçmenin, baskıcı rejimler, şehir savaşları, insanların her şeyini kontrol edip ürün haline getiren devasa şirketler, küresel iklim değişikliği, salgın hastalık (Covid 19) atmosferi kaplamış nefret ve kutuplaşmaların ortasında; kafa kesilmesine (DEAŞ Irak, Suriye), adam yakılmasına, bombalanmalara, toplu katliamlara alışılmasının umursamazlığında; süzgeçten geçirilip önümüze konulan , ortasına dalıp kendimizi kaybettiğimiz gerçeğin yerini bilgisayarın, televizyon, telefon ekranın aldığı dünün de , bugünün de her ülkede, birçok evrenselliğin temeli sayılan; adalet, özgürlük, eşitlik, insan hakları; kavramlarını yok eden , dolaşıma konmuş isyana yöneltmeyecek ihtiyaçlarını karşılayacakları ‘azıcık aşım, dertsiz başım’lı bir geçim içinde bireylerin baskı, zulüm altında olduklarını fark etmedikleri müesses nizama, sisteme hakim düşüncelerini, isteklerini, yaşam biçimlerini dayatan tek tek isim yazsan sayfalar tutacağından, ayrımsız tüm parti, örgüt, cemaat, tarikat liderlerinde, sivil toplum başkanlarında; Ankara’da İstiklal Mahkemesini kurduran, Takrir-i Sükûnu çıkaranlarda, darbeler yapanlarda; İstanbul’da istibdat dönemi Sultanı II. Abdülhamit’de, Enver Paşa , Talat Paşa’larda ; dewa ma Kasman’da İbrahimé Talo, Badan’da Memilé Talo, Zengel’de Velié Ağé’da , Cibranlı Hüseyin ağa’ da Hamidiye alayı komutanlarında da siluetini bulmuş onlarca Sultan, İmparator, Paşa’ın; Hitler, Mussolini, Franco’nun; Stalin, Saddam, Evren’nin; Trump, Putin, Erdoğan’ın yönetimlerinde, yaşananlarda somutlaşan distopyalar yaşadığımız dünyada yanı başımızdayken Brave New World’e, 1984’e, Fahrenheit 451’e… , …, bakmaya, okumaya ne lüzum ? ütopyaların hüsranı distopya dünyasında başı çeken ülkesi Türkiye Cumhuriyetinde de; ancak distopya romanlarında karşılaşılacağını düşündüğün; bariz şekilde yanlışlığını bile bile zevk için ya da kendilerinden olmayanlara yapılan işkencelerin, vahşetin, katliamların daha, daha çoğunu isteyen; yığınlar, kalabalıklar; “gücü gücü yeten”in hayatı dar eden nefretiyle kamplaşan, çeteleşen ; tehcir yolunda Ermenileri öldürerek kurda kuşa yem bırakan; “sokaktan birkaç yüz kişi topla, kapıdan çıkarken linç etsinler” dediğinden habersiz Nurettin Paşa’yla görüştükten sonra dışarı çıktığında kumandanlık karargahı önünde toplanan ahali tarafından linç edilen kafası çekiçlerle, taşlarla kırılan Ali Kemal’in çıplak vücudunu o halde, ayaklarına ip bağlayarak sokaklarda dolaştıran; Dersim tertelesinde “Adamları vurduk, vurdular. Şimdi şöyle kol kola taktılar. Şöyle kol kola taktılar beş yüz, alt yüz kişiyi ağır makineli tüfeklerle şöyle öldürdüler. Harçik ırmağına koydular, ırmak kıpkırmızı aktı….”yla katlettiklerinin cesetlerini Pülümür, Munzur Çay’ına atan, 6/7 Eylül 1955’de İstanbul’da gayri Müslimleri kafalarına sopalarla vurarak öldüren; Malatya, Çorum, Kahramanmaraş çarşılarında işyerlerini tahrip ettikten sonra oturdukları mahallere yürüyerek Alevileri katleden; Sivas’ta Madımak otelinin etrafında toplanıp 37 insanın yakılmasını ‘ya Allah bismillah ‘ tekbirleriyle alkış , ıslık tutarak izleyen; Roboski de bombalanan çocukların battaniyelere sarılı cesetlerine bakıp “iyi oldu”yla sevinenlere bakıp da ‘ nasıl insan bunlar…yok yok insan olamaz ‘ demeden önce bi durun! şöyle bir etrafınıza bakın, hali hazırda şiddeti, işkenceyi yücelten, güçlünün, zalimin safında yer alan fırsatını bulduğunda sizi de çiğ çiğ yiyecek, arkalarında bıraktıkları hep de kazandıkları hikayelerin kahramanları olan (cak) bu insanlarla ‘güzel bir yarın mı ? ‘bu şans varken bende kim kaybetmiş ki bulayım? beraber yediğin, içtiğin kardeşin seni mahvetmiş, almış elinden ne var yoksa , bana kardeşin yapmış el yapsa çok mu?başkasına ne diyeceksin? gülecek olsaydı kader, babam öldürülmezdi’ umutsuzluğunda yanı başındakilere de sürekli ne yaparsa yapsın hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini ima eden ‘acaba daha kötü ne olacak? ne… ne gelecek daha başıma (ıza)…’ karamsarlığındaki anneni, teyzelerini, Belkıze’yi, Akçik’i, Lara’yı, Liza’yı , Bejna’yı , Haldun’u çarkları arasında ellerinde hiçlikten başka bir şey bırakmayacak kadar un ufak eyleyen onlarca distopyalının arasındasın ya daha ne olsun, ötesi var mı ? Bak anne! ütopik toplum anlayışının, bireyin anti-tezi olarak ilk John Stuart Mill’in kullandığı, halihazırda bütün gerçekliğiyle yaşanmasına karşın, şaşırtıcı olmayacak şekilde içinde bulundukları ortamı idrak edemediklerinden… etmek istemediklerinden mantıksızca romanlarda, filmlerde, sanatta, edebiyatta izini aradıkları distopya da, distopyalılarla beraber yaşaya yaşa; sen, ben, hepimiz sonunda distopik kişiliğe sahip oldu(ruldu)k’ desen şimdi, şu ân, bu sözlerinin anlamı bilemeyecek annenin, sen konuşmaya başladığın andaki yüz halini gözünde canlandırman ister istemez dudaklarına mühtezi gülümseme yerleştiriyor ‘eroo o nedir ? ne demektir? yeni bir şeydir, disi? pisi..oko..valla anam bir o eksikti beni bulaştırmadığınız, onu yaparım, ondan da olurum; ben deliyim, ben hastayım siz çok akıllısınız ya dediniz… dediniz kalktım gittim Kurtuluş’taki Kanser hastanesine psikiyatriye, anlatım’–’ ne anlatmıştın anne?’–‘ çocuklarımın…kocamın bana yaptıklarını.Bana sinirli dediğinizi , ruh halimin iyi olmadığını söylediğinizi anlatıp ‘bana ilaç ver dedim’ – ‘ o da sana bakıp git evine hanım demiş yanlış hatırlamıyorum değil mi ? Devletin hastanesinde bir doktor hastasına ancak iki dakika zaman ayırabiliyor, o kadar kısa sürede ne anlattın da doktor hemen karar verdi?’–’ sen gitsen asabiyeye, psikiyatriye, gelip ne anlattığını bana der misin?’–‘derim anne! ayyy anne derim ne olacak? Ben eminim, sen o gün doktora ne düşüneceğini tahmin ettiğinden doğruyu anlatmadın zaten psikiyatriste giden hiç bir insan ilk önce doğruyu anlatmaz. Sende, o gün seni oraya götüren nedeni, olayı anlatmadın çünkü eve temizlikçi kadın geldi diye sinirlenip, arıza çıkarmak normal bir davranış değildi.Çok iyi hatırlıyorum, bir gün önce kavga etmiştik ben ev kirli kadın alacağım; sende istemiyorum ben yapıyorum işte ,demiştin.Mustafa beyin düğünü, nikahı vardı, benim icabet etmediğim.Zaten ‘ne biçim ablasın, kardeşinin düğününe gelmez mi insan?’ kızgınlığında bana patlamaya hazır bombaydın, ha bugün dahi o nikaha iyi ki gitmemişim tavrındayım, gelseydim hala bu yüzyılda geliniyle birlikte oturan bir ailede beni ona, o tembel gelinine de hizmetçi yapacaktın, kanser tedavim devam ettiği halde.Yahu akıl işi miydi işsiz güçsüz oğlanı evlendirmek?İşi yok işi, geçinmek için parası yok.Onu o halde alan o kıza ne demeli , akıl yok diyemem onda suç yoktu, Karadenizliler de işini bilir, çalışmayan oğlanın altında araba, cebinde para, sevgililer, doğum gün mü hoop parfüm, çiçek.Ne isterse yerine geliyor kız da bizim züğürdü zengin sandı aklı o kadar işte.Yahu görüyorsun kendisi kazanmıyor ablaları cebine para koyuyor, evlensek aynı şey devam edecek, aptallar iki kişiye bakacaklar diye düşündü nasılsa babasının evi var, yerleşir bir odaya eee ekmek elde…, bir de torun bu salaklar zaten torun, torun diye ölüyorlar, Bella, Tuna için heder oldular.Onlar bakar, bende o kafe senin bu kurs benim dolanırım.Zaten ablası evlenmemiş, kanser kime bırakacak malını.Soyadı Açıkgöz’dü ya, tam ona uygun ama öngöremediği ben artık kimseye kul olacak halde değildim, bu yüzden nikah olana kadar , sırf kardeşine altın takmamak için nikaha gitmeme kararı alan ama bu kapatmak için şu anda hatırlamadığım…tamam Mustafa’nın kocasına iyi davranmadı mazeretini öne sürerek nikaha gitmeyen Ayşe’de kaldım zira baktım gelinin çeyizlerini yüklemiş eve getirdi Mustafa, oldu bittiye getireceğini anlayıp ‘nikahı yapar çeker gider Dikili’ye yazlığa asla müsaade etmem birlikte oturmam onlarla, ben eşek değilim ya bunu benim söylememe gerek bile yoktu, insan bunu talep etmez.Bir yıl gözünün önünde kemoterapi aldım ne hale girdiğimi gördü, Tamoksifen alacağım beş yıl, yan etkileri beni mahvediyor, bir de evde tanımadığım biri olacak.Anne, babanın, kardeşin düşünmesi ‘ ablam hasta ne işimiz var demesi lazımdı ama o kadar bencillerdi ki .Tabii ben olmayınca dandini olmuş ev, , nikah var kolay mı? gelen, giden. Pişkinlikte arza çıktığından babama ‘burayı bizim üstümüze tapu et kalalım yoksa yazın ailedekiler tatile gelip gidecekler, bu ev benim sayılmaz ‘ diyecek gelin, damatla ev olmadığından mecburen Dikili’ye yazlığa yerleşmeye karar verince bu defa da ‘oğlumu sürgüne yolladı ablası’ diye bana kan kusturup, küstüğün için bende nikah sonrası eve temizliğe kadın çağırdığımı sana söylememiştim. Sabah kapı çaldığında tuvalette olmasaydım… kapıyı açıp temizlikçi kadına sertçe ‘buyurun’ – ‘ temizliğe geldim’ konuşmalarını duyunca alelacele neredeyse külotumu çekemeden yanınıza yetiştiğimde, sen kadına ‘boşuna geldin, ben daha dün perdeleri yıkadım, temizliğimi yaptım git, ihtiyacım yok’ diyordun. Kapıda kala kalan, belki ömründe ilk defa böyle bir şeyle karşılaşan kadını ‘geç içeri canım, sen anneme bakma’yla içeri aldım.Anne sen ne halde olduğunu görseydin, öfkeli bakışınla gözlerinden şimşekler çakarak öyle kötü, kötü bakıyordun ki kadına, bana da.Temizlik için gereken kovayı, yer bezlerini, deterjanı ‘temizliğe istediğin yerden başla’yla eline tutuşturup kadının, mutfak masasına ellerini koymuş ‘Allahım ! sen bana sabır ver’ la derin derin nefes alan senin yanına gelip ‘anne ! iyi misin sen? Eve temizlikçi kadın geldi diye şu yaptığın nedir, nasıl bir davranıştır , bu normal mi yani ? Yahu, siz ev kadınları ne kadar meraklısınız hizmetçilik yapmaya. Yani dayım da haksız değil hizmetçi birini, hizmet etmeye alışmış birini, uğraşma hanımefendi yapamazsın demekte. Bırak, kadın evini dip bucak temizlesin işte.Sen otur.Bir kendine gel, sinirlerin iyice harap olmuş, bir doktora falan git, şimdi durduk yerde tansiyonunu yükselteceksin, eve temizliğe kadın geldi diye ’ seni tek başına bırakıp salonu temizlemeye başlamış kadının yanına gitmiş ‘koltukları da silelim’ derken birden dış kapıyı ‘pat’ sertliğinde kapatmanla pencereye koştum baktım, takmışsın koluna çantayı, yola revansın ‘‘çok iyi yaptın anne! kadın rahat rahat çalışır’ sevincinde ‘–‘ utan kızım bir de sevindin ‘–‘ya ne yapacaktım? Epey sonra geldin, üstünü değiştirip mutfakta yemek yemeğe geldin ben daha ‘nerdeydin’ demeden ‘ psikiyatriste gittim’ – ‘İyi yapmışsın, ne dedi’ – ‘senin bir şeyin yok, git çocuklarını çağır gelsinler, asıl onlar gelsin, Küçük yaşta evlendiğin için çocukların seni anne kabul etmemişler, ciddiye almamışlar ‘ deyince anladım neden sormadan doktora gittiğini söylediğini.Eğer seninle ilgili olumsuz bir tahlilde bulunmuş olsaydı asla söylemezdin, psikiyatriste gittiğini. Üstüne basa basa devam etmiştin ’evet, aynen öyle dedi. Hem de öyle yeni doktor falan değildi, yaşlı başlı görmüş geçirmiş büyük bir adamdı. Doğru dedi adam, ha ben, ha kapının önünde it, o kadar değerim var gözünüzde. Bir şey desem hepiniz he deyip geçtiniz, dikkate almadınız. Şimdi isterse on psikiyatrist deli desin önemi yok.Herkes yaptığını yaptı, deli ben oldum.Çocuklarım çok mu iyi sanki işte hepiniz meydandasınız.Şimdi nerden aklına geldi bu mevzu tövbe… tövbe.’–‘ geldi işte , hoşuna gitmedi değil mi anne böyle anlatılınca , o zaman nasıl acayip davrandığını anlayınca kötü oldun değil mi? Neyse balık yaptık ya fırın kokuyor, gideyim sirke, karbonat temizleyeyim’ –‘ eree çene Küçükağa ‘ yavrum suç bende, kimsede değil’ derdi, ablam Ceylan’da ‘bacı, bunların (çocuklarıma) söylediklerine, konuşmalarına bakıyorum ya hiç mi iyi bir şey yapmadık, öğretmedik biz bunlara hayatta diyorum.Kızım, kızım herkes ne ararsa kendinde arasın’–’ anne! doktor güzel, doğru demişti de çözümü yanlıştı’ diyorsun uzaklaşan annenin arkasından ‘ duymadı bile’, akşamüstüydü birlikte çıktık, Nisan başının soğuğu vardı kaldırımlarda, Topal Osman’ın Ali Şükrü beyi öldürdüğü, muhtemelen Atatürk’ün de Çankaya köşküne yakınlığından atına atlayıp sık sık gittiği Mühye köyünde, İmrahor deresi kenarında bir kır kafesine gittik yürüyerek, bodur meyve ağaçlarının altına serpiştirilmiş kırık dökük tahta masalardan birine oturduk .Oturur oturmaz arzı endam etti bir garson elinde menü dediği kağıt parçasıyla ‘ bu nedir? daha yeni oturduk, kaçacak değiliz, buralarda yeni moda hep böyle yapılıyor, rahatsızlık veriyorsunuz müşterilere yapmayın. Fırsat verin de bir oturalım, yerleşelim sonra gelin. Madem geldin, çay getir, demli olsun.Yanına limon?’–’taamam ablacım’ garsonun arkasından bakıyorsun ‘ ne gereği vardı şimdi bunları söylememin, yazık çocuğa’ –‘ ama dediklerim doğru, müsaade et biri de söylesin ya’ –‘o biri nedense hep sen oluyorsun’ –‘ eşeğim ya’ gülüyorsun ’ baksana sanki kırık bu sandalye’ rengi güneşten atmış kahverengi sandalyeyi, başka bir sandalyeyle değiştiriyorsun ‘oldu, işte. Oğuz, Yıldırım, Serdar’la bazen Kırşehirli Ahmet, Sami’yi de getirirlerdi .Şu ilerde ki yapay göletlerde, derede balık tutmaya gelirdik. O zaman burası kazıdıkça toprağı onlarca yapay gölet meydana getiren tuğla fabrikalarıyla doluydu. Göletler bir nevi bataklıktı, yazın yüzmek için atlayan az genci yutmadı’ –‘ Ahmet dedin de annemin çeyrek asırlık takıntısı.Şaşırma bir babası ölmeseydi , okusaydı hayatının çok daha güzel olacağını söyler durur bir de Ahmet’in nasıl dört tavuğunu öldürdüğünü.Arkalı önlüydü ya bizim gecekondular, evler arada bir çit var yok, bostan ekiliyor tabii tavukları kontrol mümkün değil, gezen tavuk ya’–‘ Allah iyiliğini versin, bütün tavuklar gezdiğinden bizim zamanımızda böyle bir ayrım yoktu değil mi?’–‘İşte annemin tavukları da onların bahçeye giriyorlar, sebzeleri didikliyorlar.Bu Ahmet’te evde konuşuluyor zahar anneme ‘tavuklarınıza sahip çıkın ‘diyor. Bacak kadar velet . Annem de, kadıncağız ne yapsın hep kümeste kilitli tutacak değil ya tavuklarını, bir gün bakıyor ki dört ya da beş tavuğunun cesedi bostanda, sebzeler arasında.Ne zaman öldürdü nasıl öldürdü bilmem, attık tavukları çöpe ama taş attı bence ya da boğdu , kan vardı başlarında.Kine bak ya, o yaşta , çocukken dedi annem yıllarca ‘ona sakın güvenme o benim tavuklarımı öldürdü’ karşında Elmadağ ‘daha apartmanlar kesmediğinden önünü yazın bile Elmadağ’dan esen rüzgar yüzünden üşürdük mahallede’ montuna sarılıyorsun ‘Erciyes bakkaldan aldığımız birkaç şişe bira, ucuz Çubuk şarabı alırdık. Dedem diyordu ki Atatürk atına atlar kaymak yoğurdu yemek için sık gelirmiş buraya bence şu derenin kenarında oturup demlenmiştir de’–‘kaymak yoğurdu? Çömlekte yapılan, manda yoğurdu mu acaba?’–‘ Bilmem, ama meşhurmuş.Mangal yakardık balık, bıldırcın, güvercin, yaban ördeği, ne avladıysak…’–’güvercin mi, o güzel kuşları da mı?’–’ hiç yedin mi? eti güzeldir, öyle buruşturma yüzünü’– ’ Oğuz, fazla tutunca arada eve de balık, Sazan getirirdi birde bıldırcın. Ama ben tadını sevmedim. Temizlemek zordu pulları çoktu Sazan’ın, hep onu getirirdi başka balık yoktu galiba’–‘ Alabalık da vardı ama çok değildi. İnsan inanamıyor değil mi? şu SİNPAŞ bloklarının yükseldiği, tuğla fabrikaların Paintball sahasına dönüştürüldüğü, onca kır kahvesinin, Aguaparkın bile açıldığı, bisiklet yollu bu yerlerin çocukluğumuzun, on onbeş haneli badem, vişne, Ankara armudu ağaçları, çalılar, böğürtlenlerle ve de onlarca köpek, tilki hatta kurt’un bile görüldüğü o köy olduğuna’–’ haklısın, bizim Mühye’mizden geriye kalan tek şey Çankaya belediyesinin barınaklarını inşa ettiği o köpekler kalmış. İllaki peşimize bir köpek düşer kovalardı hele de kışın ne korkardık, aç tilki, Kurt gelecek mahalleye diye. Gelirlerdi de, geceleri seslerini duyardık. O kurtların, tilkilerin torunları bilmez bile böyle bir köyün olduğunu’ –‘komiksin ya. Açgözlü, gri betonlu Ankara yuttu her yeri; yeşil Mühye’yi de.’–’ben hiç kurt görmedim de tilki gördüm. Bizim kümese dadanmıştı. Daha Sancak, Hilal diye iki mahalleye bölünmediğinde Yıldız’da hazine arsalarını kapatan, Ankara’ya göç edenlere, babalarımıza satan sonra da emlakçılık yapmaya başlayan,arabalarda, eşeklerin üzerindeki heybelerde, süt, yoğurt, sebze, meyve armut, elma , vişne , biber, domates de satan iş bilen Mühye’lilerin neredeyse tamamı; belediye imar geçirince mahalleden hiç beklemedikleri anda gayrimenkul zengini, milyoner oldu.Turan Güneş Bulvar’ında en fakirinin en az beş dairesi var, çoğu taksicilik yapıyor şimdi.’–‘O zaman biri söyleseydi kimse inanmazdı o çalı , çırpı, taş, çöp dolu arsaların gün gelecek de sahiplerini trilyoner edeceğine. Acayip, bir rant kapısı hiç emek harcamadan hazine arazilerinin yağmalanmasına . iktidarların istisnasız hepsi Demirel’i, Ecevit’i, Erbakan’ı, Evren’i Özal’ı izin verdi.Seçim öncesi mahallede onlarca temel atılır, bir haftada onca ev yapılırdı, gece bile çalışırdı ustalar. İktidarlar izin verir tabii imara açılacağını önceden bilen başta belediye başkanları, askerler, bürokratlar, belediye meclis üyeleri az mı kapattılar arsaları, halk bir aldıysa onlar beş aldılar‘–’ Keşke bizimkilerde para olsaydı, alsaydılar bir iki arsa şimdi….ooooo, yan gel yat, kira parasıyla mis gibi geçin ama o kadar çocuk, devlet memuru bir baba; karınlar zor doyarken arsa alacak para mı vardı, hal yoktu, hal ’ garson çocuk çayları yenilerken bir yaprak süzüle süzüle gelip yüzüne çarpıyor ‘bak ta tepelerden, ordan… Elmadağ’dan geldi’ yerden alıyorsun uzun uzun bakıyorsun, belli yeni doğmuş küçük bir yaprak öyle taze ki elini yeşile boyuyor, yaşlı bir insan gibi ölmeye yakınken güzde, sonbaharda belirginleşen kahverengi damarları yok daha, seçemiyorsun, uçlarında batan güneşin kızıllığı; zorluklardan, işsizlikten, bu kış 10 TL’den aşağıya düşmeyen portakal , mandalina fiyatlarından, arkalarını koruyan dayanacakları makam, mevki sahibi birileri olduğunda insanların nasıl bir anda iş güç sahibi olup, zenginleştiklerinden, Kürşat Ayvatoğlu’ndan, Ümitcan Uygun’dan, Brooklyn Beckham’la evlenen Valentino imzalı özel tasarım gelinliğine bayıldığın Nicole Anne Peltz’den bahsederken ‘geçenlerde bir yerde bir kelime okudum altına imzamı atacağım “nankörlük, sevginin mezarıdır.” Harbi öyle, hayatıma bakınca, aile denilen sevgi mezarı nankör kurumdan senin Oğuz’ –’düne kadar arkadaşına toz kondurmuyordun şimdi benim mi oldu? neyse eee benim Oğuz’–’ nasıl da değişti evlendikten sonra, o çocuk gitti başkası geldi, ne paracıymış, cimri ki ne cimri, insan inanmakta zorluk çekiyor askerde bana para yollayanla aynı kişi mi diye’–’ bizimkilerin hepsi öyle, paracı, para biriktirmeyi seviyorlar, babam da öyle. Benim bir büyük dedem varmış Memile Talo diyorlar, malı mülkü çok.Geçenlerde bir akraba (Ağaé Halité Mehmeté Müminé ) dedi ki babanın dedesi Memil çok şefkatsizmiş, Zengel’de oturan amcaoğlunun( Müminé Resulé) evine gidermiş, diyordu gelince öyle zorbazılık yapıyordu, o kadar da olmaz sen korkuyorsun benden mal ver bana diyormuş. Amcaoğlunun evinde (çe Müminde) ne görse istermiş, süt, yağ, peynir ‘verin dermiş’ niye diyenlere de ‘benden korkuyorsunuz?’ eşkıya ya. Mantığa bakar mısın?’ şimdi diye düşünüyorsun konuşurken çe Mümin , Müminé Resulé; Resul’ün oğlu Mümin diye konuşsam, bilmediğinden bizim oraları kafayı yedi der mi acaba? ‘Oğuz, ben ablasıyım benden otobüs biletinin parasını aldı’–’yapar, şaşırmam’–’ yapar ne demek, yaptı, kızına otobüs bileti almış, İzmir-Ankara.Kız da yazlıkta biraz daha kalmak istedi’–’ sahi kızı ne yapıyor şimdi, çalışıyor mu?’–’ Can’ın ölümünden sonra hiçbiriyle görüşmüyorum.Akıllı kızdı. İTÜ Uzay’ı bitirdi, TUSAŞ‘da çalışıyormuş, İstanbul’da ev tutmuş bir rezidans da bir oda salon, babamla görüşüyor Oğuz, ordan biliyorum. O da babanın yolunda daha şimdiden 10 bin dolar biriktirdim diyormuş.Neyse o yaz tatilinde birlikteydik, Dikili’de, benim izin bitmek üzereydi, İrep biraz daha kalmak isteyince bilet açığa çıktı, ‘nasılsa gideceğim, ben kullanayım’ tamam. Ankara dönüşü işyerine uğradım.Daha Bankanın İzmir caddesinde ki yerine taşınmamıştı benim Bakanlığa yakındı işyeri, Atatürk Bulvarından Meşrutiyet caddesine dönüşte tam köşede Kök İşhan’nın üst katında, terası geniş, yepyeni çok güzel bir büroydu.Ayyy kime anlatıyorum, sen ordan çıkmazdın ki ’– ‘evet ya, Kalkınma Bankasının merkez binasında yer ayarlanmadığından borsa bölümünü oraya taşımışlardı. Borsa bir nevi yasal kumar, severdi kumarı, o yüzden işine dört elle sarılmıştı, stresli bir işti borsa müdür yardımcısı olmak.Başında saç kalmadı.Milletin parasını, portföyü yönetmek ooooo…İçimizde adam gibi işi olan bir o, Oğuz vardı, mahallenin çocukları hepimiz işsiziz’.. O arada mahallede sık sık annenle karşılaşıyoruz yine beni görünce ‘Haldun ! eree sen niye böyle boş, boş geziyorsun. İşe girmiyorsun oğlum’ – ‘Turna teyze, göreceksin en kısa zamanda işe gireceğim’ başını iki yana salladı ‘ahaaa, sen işe gir, bende buraya yazıyorum, burdan sizin eve koşup geleceğim ‘ O günlerde bankalar borsa da işlem yapan, salonda seansları takip eden müşterilerine temsili ağırlama gideri kaleminden ikramlar da bulunuyorlardı, içki ikramı yapan banka da vardı.Borsa da oynayanların çoğu emekli albay.Kulakları da delikti onların, yok muhtıra verilecek, yok hükümet şu kararı alacak diye önceden tüyo alır ona göre oynarlardı; hisse alır, satarlardı. Biz açız, işsiziz öğlene doğru Oğuz’un yanına gider yemek yerdik, çay kahve, meşrubat, cola da bedavaydı.Maşallah baban da her öğlen ordaydı, Oğuz’un yanından çıkmıyordu’–’biliyorum hepiniz ordaydınız, bedava yeme, içe kaçmaz.Dikili dönüşü Oğuz’un yanına gittim, karşısına oturdum ‘hoş geldin, bizimkiler ne yapıyorlar’ muhabbetinin orta yerinde çantamı açtım, cüzdanımdan 15 TL çıkardım ‘bu bilet parası’ ; ‘ya, olur mu hiç ? ne olmuş alt üstü 15 TL kalsın’ demesini beklerken aldı parayı elimden cüzdanına koydu. İhtiyacı var mıydı? yoktu, borsada kaldırmıştı kaldıracağını, babam hep diyordu ki’ oğlum! Hep kendinesin azıcık da bize kazandır. Ne olur.Oğuz bu işini iyi bilirdi’–’ sizinkiler, yani sizin evde yetişenler yaralı parmağa işemiyorlar.Senin, o gazeteci enişten de öyle, çok matahmış gibi bir üstten bakma; küçük dağları ben yarattım klibinde oynayan.Sanırsın Watergate Skandalını ortaya çıkarmış Washington Post muhabiri Bob Woodward, Carl Bernstein, o zaman Google falan da yok, adamlar kütüphanelere gidiyor, sağa sola danışıyor, araştırıyor, soruyor buluyorlar gerçeği , bugünde biz hala “öyle gazeteciler varmış ha! kaldı mı onlardan ?” sorusunu soruyoruz üzülerek.’–’memlekette şu andaki gazetecilik anlayışı ‘ öyle bir şey dedi ki….ünlü manken frikik verdi… Mine Tugay’ın pozu sosyal medyayı salladı… Esra’dan Hülya Avşar’ı kızdıracak sözler…Sıla’ya hapis şoku…sevgilisini dövdü…ünlülerin makyajsız fotoğrafları, çocukluk halleri… başkan belgeleri vermedi, ayrıntıları bilmediğimizden yazmadık’ın ötesine geçemiyor.Kendine “gazeteciyim” diyene onlarca kez izletilmeli All The President’s Men- Başkanın Bütün Adamları, ne acayip bir filmdir;o ’–’ okyanus ötesine gitmeye de gerek yok bizde de vardı şimdikinin sağlcı, solcu resmen yandaşlıkta objektifliğini kaybetmişlerin kıyısından geçemeyeceği Uğur Mumcu, Abdi İpekçi’yi sayarım’–’ o camia da, medya dünyasında mütevazilik diye bir şey yok.Hayır hak etseler kurum, kurum kurulmayı bir şey denmeyecek.Onlarda oldu iş adamı gibi iş gazetecisi,cep doldurma peşinde ya bir kere rica da bulundum gazeteci enişteme, Cem’e ’Irep, parlak bir öğrenci , Oğuz gıdım gıdım para yolluyor, bir burs ayarlasan onca ilçe belediyesi CHP’nin elinde, Beşiktaş belediyesi de burs veriyormuş ‘ – ‘ yapsam oğluma ayarlarım ‘ . Düşün adam bütün medyanın başı, kurul üyesi ,dediği laf bu .Gözü doymuyor, hoş kızını da öyle okuttu, varsa yoksa kendisi, çocukları .Boş ver, konuşmak istemiyorum daha fazla, kapatalım mı bu konuyu ?Karanlık basacak, kalkalım mı? ancak gideriz’le başka bir konuya dalış yapıp konuştukça… dinledikçe kişinin başkasının hayatında, hayatını kaybettiği anlarda ‘ne parsan yap, kiminle nasıl , ne tür ilişki kurarsan kur yalnızlıktan, çaresizlikten kurtulamıyor insanoğlu’ –‘ bence Aldous Huxley doğrusunu yazmış “amaçsız çocuklar için sinekler neyse, biz de, tanrılar için oyuz; eğlenmek için bizi öldürüyorlar” dedin sende ama sen ??? bugünde, bu dünya da, yanımda değildin ki Haldun ? korkma ! daha aklını yitirmedin, ölüleri mezarından getirip konuşturarak distopyanın alasını yaşatırken kendine, dışarıya verdiğin “ben iyim ” nasıl da altı boş bir izlenim yanında biri olsa düzeleceksin gibi geliyor ama artık bunun öyle olmayacağını da biliyorsu, yanında huzur bulup, değer verdiklerden onlara gösterdiğin, yaptığın davranışların aynısı senden esirgeyerek başına getirdiklerini, arkandan söylediklerini gördükçe yaslanacak birilerini arama diyorsun, asıl sorunlar o zaman başlıyor, ondan sonra geliyor acılar da; ne giden geri geliyor, ne de kalan kadir kıymet biliyor üzerinden TIR gibi geçirilen hayatın da devam ediyor, günler geçtikçe de başlangıçtaki o güzel duygularını, iyi niyetini yitiriyor…mezarsız gömüyorsun kendini, ölen kalbin saldırı zırhını kuşanıyor, herkese , her şeye temkinli yaklaşarak eriyorsun, yok oluyorsun mütemadiyen. Belki de o yüzden geçmişe dönüyorsun, sana zarar vermeyeceğini bildiklerin yanında olsun istediğinden, yaşıyormuşçasına konuşuyorsun Haldun’la hepsi bu. Hepsi bu mu?Evet hepsi bu. neden her şeye farklı manalar yüklemek, her şeyin ardında başka bir şey aramak için çabalıyor ki insanlar? Bazen, çoğu kez her şey göründüğü kadardır, bazen o kadar bile değildir.Vayy…vayyy, nasıl bir cümle kurdun böyle, vurucu. Hayır cidden gerçek bu, şimdi şurada bir kadeh atsan yeriydi, ne güzel olurdu.Maşallah o kadar pahallı ki içki, bu AKP’nin, Erdoğan’ın en büyük faydası herkes kimyager oldu çünkü insanlar içkilerini kendileri imal etmeye başladı.İçki damıtacak tertibat kuramayacağıma göre tek yapacağım şey YouTube’da rastladığım “Hayvanların Tekel Bayisi; Marula Ağacı” videosundaki şu filerin haline bak! vicdansızlar azıcık da insanlar bırakın” dedirten görüntüler sonrası yarım günümü alan araştırmacı gazetecilik sonunda şu an fidesi 620 TL’ye satılan, %17 alkollü meyvesini yeni dünyaya benzettiğim dünyada en fazla tüketilen ikinci likör Amarula’nın hammaddesi Marula ağacını dikerek evimi ücretsiz bara dönüştürmek olabilirdi.Dostum unutma Marula tropik ülkelerde yetişen bir ağaç.Ankara iklimi uygun değil , yine de denenebilir getirtip ekesim var , bakarsın tutar da devletin bundan da içkiden aldığı ÖTV’yi alma ihtimalini yabana atma? En önemlisi de Marula yiyerek sarhoş olunduğunda yine de Allah günah yazıyor mu? Hey kurbanın olduğum Rabbim eğlencenin dibine vurdurmak için her olanağı önüne koyduğun kullarını sen neyle sınıyon ? Kuran’ da içkiyi yasakla sonra böyle alkol bombası ağacın varlığına izin ver ! ne edeyim? ne diyeyim?fırını temzilediğin sirkeye karışan balık kokusu genzini yakıyor ‘balığı dışarıda yiyeceksin, evde yapınca kokuyor işte. Halbuki fırın balkonda, buna rağmen koku eve giriyor.Dışarıda yaptırmak akıllıca.Ver siparişini pişirsin eve getirsin ama ne yağı kullanıyorlar bilmiyorsun ki? nasıl ki tatlılara mısır şurubu koymaktan çekinmiyorlar, Allah bilir kullandıkları ucuz palm yağıdır kuşkusunda şu Tiflis caddesinde yeni açılan Dalyan balıkçısına ‘Ben yağı evimden getirsem onunla pişirseniz olur mu’ derken göz attığın mutfaktaki o tavalar neydi öyle kapkara, zehir saçıyordu resmen. Türkiye burası ne hijyen, ne bir şey kimin umurunda karın doyurmak peşinde insanlar.’Çene Küçükağa hiç sevmezdi balığı, kokusundan nefret ederdi.Dayınlar deré Mengelî’de tutup getirirlerdi, kızardı yine de sac da tereyağında pişirirdi, tabii oğlu isteyince akan suyu durdururdu.’ nun ardından söylediği herkesin gururla söylediği büyük yalan ‘ beklentim yok’ cümlesine sığan onca beklenti orta yerdeyken ’ hiçbir şey beklemezdik baimden biz kızlar, elimizi tutmasa, bir derdimize derman olmasa da hakim abimin varlığı yetiyordu biz kızlara; öl dese ölürdük, öyle bir sevgi besliyorduk karşılıksız, hiç bir şey beklemeden.Onun için kötü bir şey dese biri ondan önce ağlardı kalbimiz. Abim için Türkeş’in kirvesi, faşist diyorlardı öyle üzülürdüm ki. Yazık bir gün bize geldi, o gün amcaoğlu Alié Ekberé Hüseyiné’de bizdeydi, elini öpmek istedi vermedi ‘merhaba abi’ dedi tek kelime konuşmadı, o da ne yapsın baktı ortalık iyi değil ’abla ben gideyim’ dedi, kalktı, gitti.Abim o gidince döndü bana ‘ Mehmet Şerif, tek benim babam mıydı? Niye sahip çıkmıyorsun ? Abisi Selim, kendisi de, sabah akşam küfrediyorlar babama.Sen Ali Ekber’e hizmet, azat, olur mu bacı?’–’ abi, bunda Ali Ekber’in suçu ne? Şimdiye kadar ben, onun ağzından babamla ilgili bir şey duymadım’–‘ senin yanında babana atıp tutar mı? Abisi Selim’den farkı yok bacı, bunu bil’ Abimin dediği doğru çıktı, o da abisi gibi çok ağır sözler söyledi sonraları babama.Abim öldüğünde tabutunun başında saygı nöbeti tutanlardan birinin amcam oğlu Ali Ekber olduğunu görünce…ey okuyucu tam bu satırda Thomas Bernhard’cımın “Kireç Ocağı” kitabındaki yazım stilinden esinleceğim….(dört nokta kullancağım ben)
….ailede biri öldüğünde sevilmese de, hiçbir ilişki kurulmasa da, arkasından, önünden onca söz söylense de ‘üzülmez miyim’ ? ne olursa olsun akrabamdı, kanımdandı’ yasının ağırtlaştırılmış müebbete döndürüleceğini bildiğimden, yanına gidip ‘ (annemin bütün amcaoğulları dayı, kızları da teyze diye tanıtıldığından) hakim dayım için söylediklerini duydum, düşündüklerini biliyorum.Bu kadar iki yüzlü davranmak, yakışıyor mu devrimciliğine’ …
…. yine de yanına gidip amca oğlu Ali Ekber’in bir şey demedim, kıyamadım amcam oğluna. Abimin çok günahını aldılar, dediler…dediler ne demediler ki ? Kulağına gidince ‘niye ben? iki oğlunu Türkeş’in önüne atan, kirve yapan AP senatörü dayım Arifé Hikmeté Hasané Alié, Türkeş’in ona araba hediye ettiğini bile söyleniyor.Abim a o senatör dayıma çok benzerdi, ikizi gibiydi. Zaten bu Mala Fero(an)lar hep böyledir, aralarından biri sıyrılmaya görsün ilk onlar, önünü keser, dedikodusunu yaparlar. Kim ne derse desin, ne yazarlarsa yazsınlar Hormeklilerin hiç birisi babam gibi nam salmayacak.Nitekim pek çok akraba babamı taklit edip aynı türde kitap yazdı.Bunlardan biri Mehmeté Halité Alié ( yüz sayfalık) “Yetmiş Beş Senelik Derbeder Bir Hayat Hikayesi “ , diğeri de “Kaderimle Baş Başa “ kitabını yazmış amcam Hasané Alié’ydi. Yazdılar da ne oldu ? O kitaplar babamın ki kadar konuşulmadı çünkü babam o zamanda akıl edilmeyeni düşündü, yaptı; bir kitap yazdı.Benim için keşke yaşasaydı da faşist olsaydı.Etrafımız da yüzlerce faşist var, ne oluyor? Faşist diye kim öldürülmüş, horlanmış, yüzüne bakılmamış? Babama faşist, hain diyen PKK’ lı lar, akrabalar bütün faşistlerin, Deniz’leri, Erdal’ı asanların karşısında da benim gibi bir garibanın karşısında oldukları gibi, bana davrandıkları gibi böyle şahin kesilselerdi ya’yla sinirlerinin tavan yaptığını görünce ‘sakin ol anne ! kendince haklısın da PKK seni karşısına alıp dinler mi?’ – ‘ne dinlemesi? eree dinlemek nedir, kanımızı içseler doymazlar.Hakim abimi ellerine geçirselerdi…???? Çene Küçükağa boşuna mı haber yolladı oğluna ‘ölmesini görmektense…hiç görmemeye razıyım, gelmesin buralara… Alié Haydaré Mehmeté Halité gibi öldürürler. A o muhtar Çelik’i de ihanet etti, hain diye öldürmediler mi? Herkese hain demek moda olmuş.En yakını Binbaşı Kasım –Şeyh Said’in bacanağı, Kürt İstiklal ve İhtihsâl Cemiyeti’nin (Azadi) lideri Cıbranlı Halit’in eniştesi– ihanet etmiş Şeyh Said’e ama memlekette, Doğu da herkes ak kaşık bir babam hain, babam faşist, ihbarcı öyle mi ? Sonra babamın hainliğini ispatlasan ne geçecek eline, ne değişecek –tek gün Kürdistan lafını ağzına almadığı halde varlığını kabullendiği– Kürtler hep birbirine hain değil mi? Annem hep derdi ‘çene ma, kızım, güvenme Kürtlere, yüzlerine güler, birbirlerini arkadan vururlar.’ ….
….İçine nasıl oturmuş, nasıl da rahatsız etmişse babasına dair söylenenler, yazılanlar nasıl aklayacağını, ne diyeceğini , yapacağını, nasıl savunacağını bilemeyen annem; soğuk savaş boyunca CIA’nin desteklediği Çehov yayınevinin George Orwell, Henry Miller, T.S.Eliot’un eserlerini basmasına, dağıtmasına önayaklık ettiğini; Ian Fleming, John Le Carre gibi pek çok yazarın, gazeteci, televizyoncu, sanatçının (Milton Beardon), yönetmenin, şirket yöneticisinin (1991-2001 yılına kadar CIA için çalıştığını açıklayan CEO Ed Hale ) ülkelerinin istihbarat örgütlerinde çalıştıklarının sır olmaktan çıktığı bugünün dünyasında; vatanın ve milletin bekasının her şeyden önce geldiğini savunan ideolojilerin ‘her şeyim feda vatanıma, milletime’ noktasına çektiği insanlar arasında, ülkesinin istihbarat örgütünde( MİT, CIA, M16, KGB ) çalışmanın revaçtalığını bilseydi ne kadar da şaşırırdı diye düşünmeden edemiyorsun. Boşuna “Hollywood’u, filmlerini izle, CIA’yı tanı” dememişlerdi; USA devletinin belirlediği aralarında sadece komünist parti üyelerinin değil eşcinseller, alkoliklerin, muhaliflerin de yer aldığı 205 kişilik kara listeyi elinde sallaya sallaya televizyonda gösteren, Kızıl Tehlike teriminin mucidi senatör Joseph McCarthy ‘den esinli McCarthyciliğin; cadı avının 1940-1950’li yılların sonuna kadar sürdürülmesiyle Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesine ifade veren Larry Parks , Elia Kazan gibi yönetmen ve oyuncuların Leo Townsend, Richard Collins gibi pek çok sanatçıyı “Komünisttir, Sovyet Ajanıdır’la ihbar etmeleri, Albert Einstein’a , Orson Welles’e kadar Sovyet ajanı suçlamaları ile yaşam alanları daraltılan, zorlaştırılan onca bilim adamı, yazar ve sanatçıya – yapabilseydin arkanda bırakacağın intihar notunda “affedin” hariç “beni affedin, daha fazla katlanamıyorum”lu aynı kelimeleri yazacağın– Jean Seberg’e yapılanlar; ihbarcılık, ajanlık illaki insanların hayatını karartacak faaliyetlerdir aksi mümkün “değildir”i de sonsuza dek beynine kazıtacaktı.
….bazı şeyleri sevmek için bir sebep olmasına, bulunmasına, bir şey yapılmasına gerek yoktur ‘sırf isminden dolayı bir şey, bir insan sevilir, bir film seyredilir, bir aktris için sinemaya gidilir mi ?’nin cevabıydı işte; belki de o iki kelime çoğumuzun hayatının özeti falan değil tamamı olduğundan “ Günaydın Hüzün -Bonjour Tristesse”de siyah beyaz perdeye düşen gözlerindeki hüzünlü ışıltıyı ortaya çıkaran kısacık saçlı ay parçası Jean Seberg’in giydiği kısa pantolonlarla moda ikonluğu değil; beyaz çarşaflar içinde ağzından eksik etmediği sigarası, şapkasıyla, Casablanca ‘daki Humprey Bogart’a özenen –ismi bir filmi ancak bu kadar güzelleştirebilir diyerek filmi Türkçeye çevirene şüphesiz ki ömür boyu minnettarlık ödülünü hak ettiren–“Serseri aşıklar (A bout de souffet) ın dengesiz Belmondo’suyla sohbette güzelliğini sigara dumanı arkasına saklamaya çalışan ama doğruluğuna inandığı düşüncelerini korkmadan savunmasıydı, seni etkileyen; insanı “kör kuyularda merdivensiz bırakan” kırılganlığına yenik düşen kadınlığında. Hollywood’a geldiğinde Che Guevara’yı destekleyen Marksist-Leninist, ırkçılık karşıtı “Black panther (kara panterler) örgütüyle” ilişkilerinden, aktivist kişiliğinden rahatsızlık duyan koca USA’nın, koca FBI ve CIA’yesine Carlos Fuentes’ten hamile kalması hakkında kumpas kurmaları için aradıkları fırsatı verecekti. FBI başkanı, tetikçi, ırkçı bürokrat J. Edgar Hoover “sarışın beyaz ırk (aryan) olarak Kara Panterler ile arkadaşlığı ırksal ihanettir ve kabul edilemez…” diyerek Seberg’i itibarsızlaştırma hareketinin emrini verecek, bebeğinin babasının kara panterler üyesi Raymond Hewitt’ olduğunu dedikoducu köşe yazarı Joyce Haber eliyle Los Angeles Times, Newsweek gibi büyük yayın organlarının ilk sayfasında haber yaptırtacak, kocasının bebeğin kendisinden olduğunu açıklamasına rağmen dedikoduların önüne geçemeyen aşırı hassas Seberg de yaratılan psikolojik baskıya dayanamayıp erken doğumla dünyaya getireceği bebeğini 2 gün sonra kaybedecek, gömmeden önce açık tabun içindeki ölü bebeğini beyaz tenini görmeleri için gazetecilere doğru kaldırıp “bakın işte, beyaz” diye bağıracaktı. Bir kadının…bir insanın ölü bebeğinin ten rengini sergilemek zorunda bırakılmasının acımasızlığı bir yana nasıl bir duygusal çöküşe sebebiyet vereceğini düşünmeyi bir kenara bırakıp, özgürlükler ülkesi methiyelerine nail Amerika’yı yönetenlerin daha Güney Amerika’ya, Şili’ye, Arjantin’e, Guantanamo’ya, Vietnam’a, Ortadoğu’ya el atmadıkları zamanlarda, Amerikan halkının bekası için Kızılderililere, kendi vatandaşlarına ne denli gaddarca, faşizanca saldırdığını, davrandığını ( Rosenbergler) görünce, okuyunca insan, hâlâ nerede yaşarsan yaşa, ırkçı faşist statükonun, müesses nizamın hedefine koyduğu insanların hayatlarını; ne yapıp, edip çirkin dedikodular, iftiralarla bir daha toparlanamayacak parçalara ayırmakla alamadıklarında rahatlayamadıklarından hınçlarını ancak– muhaliflerini, onca insanı ;Rosa Lüksemburg, Martin Luther King, Sabahattin Ali, Uğur Mumcu, Turan Dursun, Hrant Dink’i – öldürtünce, hayattan koparınca aldıkları bu dünyadan korkmak lazımın, bir insanın hayatının mahvının kolaylığının kanıtlarından biriydi ; Romain Gary ‘in “ne değiştirebildiğin, ne yardım edebildiğin, ne de terk edebildiğin bir kadını sevmenin ne demek olduğunu bilemezsiniz…” le yakındığı, kara propagandayla ahlakı, imajı yerle bir edilmiş bebeğinin ölümü üzerine pek çok kez intihar girişiminde bulunmuş, kendini metrosunda trenin altına atmaya çalıştığı 1978 yılından bir yıl sonra 1979 da Paris dışında bir yerde bedeni arabasının arkasında, bir battaniyeye sarılı bulunduğunda “zaten intihara meyilli biriydi”yle (başta Romain Gary FBI tarafından intihar süsü verilerek öldürüldüğünü iddia edilmekte, hâlâ) ölümü geçiştirilen Seberg’in sonlandırdığı hayatı. Tek onlar gibi düşünmüyor, kendilerinden değil diye – fotoğrafına her baktığında kısacık saçları, sigara içişi, uzaklara dalan bakışlarında gizleyemediği hüzünlü tebessümüyle içini acıtan– 41 yaşındaki Seberg gibi vatandaşlarına ruhlarında deli fırtınalar yaratacak iftiralar attırtarak intihara sürüklemekten imtina etmeyen devletlere, yönetenlerine ve olanları umarsızca seyreden halka sen… sen ol ! güvenme kızım ! 12 Eylül darbesinde herhangi bir örgütle ilgisi olmadığını bile bile evinin etrafına çektiği duvar azıcık arsasını geçti, tavukları bostanına girdi, ‘Alevi’ler, evlerine köyden gelen giden çok, “Kürtçe konuşuyorlar” bahanesiyle sadece gıcıklığından ya , hoşlaşmadığından komşunun komşusuna “anarşist”, ”terörist”, “komünist” iftirasını atıp güvenlik güçlerine ihbarı suçsuz, günahsız kaç kişinin canını yaktı, kaç kişi tutuklandı, kaç evin ocağı söndü bilmiyor musun? O yüzden de vatandaşını vatandaşına muhbirletecek kadar düşman eyleyebilenlerin istediği kıvama gelindiğinde; basit bir bilgi, belge vermenin dışına taşıp, bir başkasının hayatını allak bulak edecek muhbirliği, ispiyonculuğu yerin dibine batıracak her türlü argümanı, aracı kullanmaktan çekinmeyip, yapanları da isim, isim ifşa kesinlikle gerekli bir eylem.Devlet mekanizması var oldukça olacak istihbarat örgütlerinin varlığını aptalca, gereksiz mi buluyorsun? Dürüst ol ! faraza Kürt devleti kurulsa idi onun istihbarat örgütüne de karşı çıkacak mıydın? Elbette, ben devletlerin müesses nizamlarının, başta yalan, iftira, kara propaganda eldeki her türlü aracı kullanarak –Nazi Almanyasını hatırla– insanları, ülkeleri birbirine düşmanlaştırdığına inandığımdan, günümüzde tek tıkla âna, mekana dünyayı getiren, akıl sınırlarını aşan digital, teknolojik devrimlerin hızına uyacak kabiliyette, devletlerin yerine Bill Gates, Jeff Bezos, Elon Musk, Lisa Su, Carol Tomé, Mary Barra’nın dönüşümlü eş başkanlığını yapacağı küresel kolektif konseyin kurularak tek devletmişçesine dünyayı yöneteceği, mevcut kaynakların bölgeler arasında eşit ve ihtiyaca göre dağıtılacağı Metaverse ötesi bir dünya da, çıkar da ortaklaşalığından düşmana gerek duymayacak ve olmayacak uluslararası ilişkilerde hep bir “acaba”yla ülkelerin birbirini gözetlemesine, takibine yönelik faaliyetlerde sonlanacağından istihbarat örgütlerine iş kalmayacağını düşünenlerdenim. Ayyy ! tamam da; daha da öteye gitme ! ileri sürdüğün tez tam saçmalık. Bula bula bugünün sorumlusu o tekelci kapitalistlerde mi buldun umudu? Demokratik zihinselliği içselleştirmiş, özgürlüğünü topluma yansıtacak bireylerin, gün gelip de “yeter”le devletine başkaldırısıyla gerçekleşecek bir evrimleşmeye, dönüşüme kadar sıradan kalacak bu dünyanın bugününde yaşamayan hakim dayına yazdığı;
“ Oğlum Atilla 75.(Zeynel)
Şunu bilki, oğlum Atilla sen!
Bir nevcivansın bugün bir çocuksun,
Yılarca bir yiğit olacaksın.
Taşkın bir çay gibi akacaksın.
….
Kanın asil, kendin civan,
Sen bu dağlarda gezerken,
Sana ilahi bir ses;
Yurdun destanını söyler…
Türkün imanını söyler
…..
Yurtseverlik sana bir ad olsun,
Sana baktıkça ruhum şad olsun” şiirini çağrıştıran
“Yağmur oğlum!
Bugün tam bir bucuk yaşındasın.
Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum.
Sana bir resmimi yadigar olarak bırakıyorum.
Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol….” vasiyetinden
20 Şubat 1944 (Pazar)- 21 Mart 1944 tarihli “Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye Açık…” iki mektubunu Orhun dergisinde yayımlanmasından haberdar olup “fakat ben sırf kanı temiz bir Türküm…kendim Türk “ ibarelerinin de yer aldığı ‘Varto Mektubunu’ 6 Kasım 1947 Tanin gazetesinde yayımlatan dedenin de; görüşlerinden, kitaplarından, gazete yazılarından feyz aldığını varsaydığın kişilerden “Türk isen öğün, değilsen itaat et “ düsturunda bir ara memurların kafataslarına bakılarak işe alınmasını da önermiş Türkçülüğün, milliyetçiliğin ideologlarından Nihat Atsız’la aynı düşüncede , faaliyetlerde buluşan demokrasiden bi haber dayatmacı faşizmden, ırkçılıktan etkilenmiş bireylerin, kendileri gibi düşünmeyen muhalifleri, Cumhuriyetin, devletin; resmi ideoloji Türkçülüğün düşmanı görüp damgalayarak tutuklanmalarını, işten atılmalarını sağlamaları; onca Sabahattin Ali’nin öldürülmesine önayaklıkları ; ne derece acımasız, vicdansız olabileceklerinin de göstergesiydi. Hele de Nihat Atsız’ın yirmili yaşlarında “o Nazım denen herifle çok haşır neşir oluyorsun!” diyerek kızacağı arkadaşı Sabahattin Ali’nin başına getirdikleri…getirilenler ulus devletin yaratılması sürecinde her ülkede, misal Fransa da yaşananlar gibi zaman geçtikçe otoriterliği diktatörlüğü seçen, kendilerine sadık bireyler isteyen devlet yöneticilerinin; birlikte yola çıktıkları ya da ilişkide bulundukları, hayatlarını kolaylaştırdıkları insanları; gün gelip uğruna mücadele ettikleri devrim için…Cumhuriyet için… vatan için… halk için… millet için…özgürlük için…eşitlik için argümanlarını, değerlerini kullanarak astırtacak, vatanını terk ettirtecek gerilimlere, mahkemelere, nümayişlere neden ayrışmalar neticesinde birbirlerinin katili olacakları …oldukları gerçeğinin Türkiye’de de tekrarıydı, adeta. Yeni Türkiye Cumhuriyetinin 1928 yılı Kasım ayında Almanya’ya ya eğitim amacıyla gönderdiği arkası kuvvetli, torpilli kişilerinden öğretmen Sabahattin Ali’nin; Nazım Hikmet’ le arkadaşlığı, Almanya’da aldığı eğitim, politik görüşlerinde değişime yol açamadan önce İstanbul Türk Ocağındaki “Kızıl Elma” odasında tanıştığı İstanbul Yüksek Muallim Mektebinde yatılı okuyan Pertev Naili Bortav, Nihal Atsız, Orhan Gökyay’la dostlukları, ilk hikayesinin, şiirlerinin Atsız Mecmua da yayımlanmasına vesileyken, Almaya dönüşü Nazım Hikmet’le mektuplaşması, Resimli Ay’a yazılar yazması “komünizm propagandası” sayılarak hapse atılmasına neden olacak; üstüne 22 Aralık 1932 tarihinde; Koçgiri, Ağrı isyanların teröristçe bastırılmasıyla da ilgisi olduğu söylenen; hin, cin, uyanık yanında pezevenk manasına da gelen “teres”i de kullandığı;
Memleketten Haber
Hey anavatandan ayrılmayanlar
Bulanık dereler durulmuş mudur?
Dinmiş mi olukla akan o kanlar?
Büyük hedeflere varılmış mıdır?
Asarlar mı hâlâ hakka tapanı?
Mebus yaparlar mı her şaklabanı?
Köylünün elinde var mı sabanı?
Sıska öküzleri dirilmiş midir?
Cümlesi beli der enel hak dese
Hâlâ taparlar mı koca terese?
İsmet girmedi mi hâlâ kodese?
Kel ali’in boynu vurulmuş mudur?
“Koca teres kafayı bir çekince
……………….. (sansür)
İskender’e bile dudak bükünce
Hicabından yerler yarılmış mıdır?”
şiirini, Konya’da bir toplantıda okuyunca, devlet yöneticilerine Atatürk’e hakaret ettiği gerekçesiyle tarihçi Cemal Kutay’ın ihbarıyla konduğu Konya cezaevinden 4 Nisan 1933’te Atatürk’e suçsuzluğunu anlattığı mektup yazması, 29 Nisan 1933’de memurluktan kaydının silinmesini engellemeyecek, serbest kaldıktan sonra işine geri dönmek için görüştüğü, “ikinci bir şiir yazmamı mı istiyorsunuz” dediği maarif vekili Hikmet Bayur’un ” Müdürler Encümeni tarafından hakkında verilecek karara etkisi olur” isteği üzerine Atatürk’ü deliler gibi sevdiğini kanıtlamak için yazdığı
“Benim Aşkım
Bir kalemin ucundan hislerimiz akınca
Bir ince yol onları sıkıyor, daraltıyor;
Beni anlayamazsan gözlerime bakınca
Göğsümü parçala bak kalbim nasıl atıyor.
Daha pek doymamışken yaşamın tadına
Gönül bağlanmaz oldu ne kıza, ne kadına…
Gönlüm yüz sürmek ister yalnız senin katına
Senden başka her şeyi bir mangıra satıyor.
Sensin, kalbim değildir, böyle göğsüme vuran,
Sensin “ülkü” adıyla beynimde dimdik duran.
Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran;
Seni çıkarsam, ömrüm başlamadan bitiyor.
Hem bunları ne çıkar anlatsam bir dizeye?
Hisler kambur oluyor dökülünce yazıya
Kısacası gönlümü verdim ulu gazi’ye
Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.
Sabahattin Ali (15 Ocak 1934)”
şiiri Varlık dergisinin 13. sayısında yayımlanınca, Maarif Vekiliyle görüşmesinde kendisine atfedilen edilen komünist sıfatının yalanlamak için yazdığı “Esirler”in halkevleri tarafından sahneleneceğini belirtecek Sabahattin Ali, verdiği tavizlerin karşılığında görevine iade edilecekti. Birkaç yıl sonra başlayan İkinci Dünya Savaşı; Nazi hayranlığı Türkçülük ideolojisinin ırkçılığa varmasını, komünizm karşıtlığını körükler, Dersim katliamı, tertelesi kasıp kavururken memleketi; görevinin başında 1939 yılında “İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… içimizdeki şeytan yok… içimizdeki aciz var… tembellik var… iradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var…”lı “İçimizdeki Şeytan” romanı yayımlanınca, artık iyice ayrıştığı Nihal Atsız da boş durmayıp Sabahattin Ali’nin hayatı hakkında bilgileri de içeren “İçimizdeki Şeytanlar”ı yayımlayacaktı. Resmi ideolojisini oturtacağı beyaz ırkın (dolayısıyla Avrupalıların), pek çok dilin kökeninin Orta Asya’ya dayandığı hipotezinden yola çıkarak, dünyadaki medeniyetlerin, kültürlerin atasının Türk kökenliliğini savunan, diğer milletleri, Kürtleri yok sayan 1930’lu yıllarda 100 adet basılan Türk Tarihinin Ana Hatları kitabıyla şekillendirilen Türk Tarih Tezi’yle, Güneş Dil Teorisinin (1935) mimarı Atatürk’ün ölümüyle devlette hakimiyet kurma savaşında; 1924 Anayasa’sında “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk itrak olunur. Türkiye’de veya hariçte bir Türk babanın sulbünden doğan veyahut Türkiye’de mütemekkin bir ecnebi babanın sulbünden Türkiye’de doğup da memleket dahilinde ikamet ve sinni rüşte vusulünde resmen Türklüğü ihtiyar eden veyahut Vatandaşlık kanunu mucibince Türklüğe kabul olunan herkes Türk’tür…” ifadeli millet tanımını, ırk aidiyetine dayandırmayan, medeniyeti öne çıkaran Afet İnan, Tevfik Bıyıkoğlu, Yusuf Akçura, Şemsettin Günaltay …,’lı Türk Tarih Tezciler ile ırk temelini savunan; çoğu sonrasında korkunç zulüm niteleyecekleri “44 Tevkifatı”nı yaşayacak Zeki Velidi Togan, Fethi Tevetoğlu, Reha Oğuz, gün gelecek başbuğ yapılacak Alparslan Türkeş, Cihat Savaş, Nihal Atsız’lı Turancı Türkçüler arasındaki mücadele de; hayranlık beslediği Hitler’in, SSCB’ye saldırdığı haberini aldığında oturduğu masadan kalkıp zeybek oynayan Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun, Ağustos 1942’de “Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. (…) Biz ne sarayın, ne sermayenin, ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hakimiyetidir…” beyanatıyla; Türkleştirme politikası güdeceğini anlayan ırkçı Türkçülere, Turancılara devlet kadrolarında istemedikleri kişileri ihbar için aradıkları fırsatı verecek Nihal Atsız’ın “Başvekil Şükrü Saraçoğlu’na Açık Mektup; Millet meclisinde, 5 Ağustos 1942 günü verdiğiniz nutukta : “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız…. Bizim için Türkçülük….” demiştiniz……. Bu sözlerin Türkçü çevrelerde nasıl sevinçle karşılandığını anlatmaya lüzum yoktur. Fakat ardından bir buçuk yılı aşan bir zaman geçtiği hâlde biz, bu Türkçülüğün iş alanına geçmediğini görmekten doğan bir sıkıntı içindeyiz. “ le başlayan Baltacıoğlu İsmail Hakkı’nın Eminönü halkevinde verdiği konferansta protesto edilmesi olayını anlatıp “…İşte Türkçülüğün hâkim olduğu bir Türk ülkesinde böyle bir olay oluyor. İşin en kötü ciheti de bu nümayişi yapanların hem üniversiteli, hele çoğunun devlet parasıyla talebe yurtlarında okuyan talebeler oluşudur. demek ki devlet bilmeden koynunda yılan besliyor, Sayın Türkçü Başvekil ! istemleri dikkate alınmayınca ikinci kez “ size hitaben yazdığım açık mektup Türkçü çevrelerde çok iyi karşılandı. Sayın Başvekil ! Bizim anayasamıza göre komünizm Türkiye’de yasaktır ve devletimiz milliyetçi bir devlettir. Bütün dünyada, yurt düşmanlarına müsamaha gösteren hatta onlara mevki ve salâhiyet veren tek devlet Türkiye’dir. İşte bu usta komünistler, komünizm aleyhtarı ve Türkçü Türkiye’de sinsi sinsi her yere el atmışlar, mühim mevkilere geçmişler, tuttukları köprü başlarından Türkiye’yi tahrip etmek için şiddetli bir taarruza girişmişlerdir. Sözü çok uzatmamak için bu ikinci mektubumda maarif sahasına girmiş olan komünistlerden bahsetmekle iktifa edeceğim. Sayın Başvekil ! Bu saydıklarım komünist oldukları müspet vak’alar ve vesikalarla bilinen kimselerdir. Yoksa bunların yanında daha birçoklarını saymak her zaman kabildir. Bu vazife Türk maarifini öğretmen olsun, öğrenci olsun, bütün komünistlerden temizlemek vazifesidir….. ”le devam eden“ bugün kültür işlerinin mühim bir mevkiinde, (sınırlı da olsa sol görüşlü aydınların devlet kadrosunda görev yapmasını sağlayan ) Maarif Vekili Hasan Âli’nin şahsi sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin parasıyla rahatça yaşamaktadır”la –Ankara’da çevresi genişleyen sol kesimin “gösterişi, alkışı seven bir insan” hikayelerinin aksine realitede burjuva manzarası gösteriyordu”yla yaşantısını, sağ kesimin de komünistliğinden dolayı Dil Kurumu azalığı görevine getirilmesini, düşünceleri farklı olmasına karşın anlaştığını duydukları Şükrü Saraçoğlu’yla bazen ailecek görüşmesini eleştirdikleri– Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav, Sadrettin Celâl, Hasan Ali Ediz, Ahmet Cevat Hikmet Kıvılcım’ı ( 1927’de komünist tevkifatında Nazım Hikmet, Dr.Şefik Hüsnü’yle 3 ay hapis cezası alan) isim, isim başlıklar halinde şikayet ettiği mektupları; hep “amaca giden her yol mübahtır”lı Makyavelist politika izleyen –o günlerde daha Edward N. Lorenz “Amazon’da kanat çırptığında, başta ABD dünyanın yarısını dolaşabilecek bir kasırgayı oluşturacak Kelebek etkisi” yaratacağını iddia ettiği Kaos teorisini açıklamamış, bağımsızlığın da laf kalabalığı olduğu anlaşılmamışken– I.Dünya Savaşında yandaşlığını yaptıkları Almanların yenilgisiyle İmparatorluğun başına geleni unutan Osmanlı Paşalarının Cumhuriyetin kurucu kadrosu olmasının da etkisiyle, dünyayı fethedeceğine inandıklarından ” bir Türk olarak Rusya’nın yok edilmesini özlemle bekliyorum. Bu yüzyıllar boyu Türk Milleti’nin rüyasıdır ” diyecek Başbakan Saraçoğlu gibi alttan alta destekledikleri Hitler Almanya’sının Stalingrad muharebesinde (2 Şubat 1943) yenilmesinin “kelebek etkisiyle” devleti yönetenlerin yeni duruma ayak uydurma adına savaşı kazanan güçlü devletlerin yanında saf tutmak, tavır almak istemeleri yüzünden TKP’lilerin Faris Erkman’la içimizdeki ırkçılığa eleştirisi “En Büyük Tehlike Milli Türk Davasına Aykırı Bir Cereyanın İçyüzü” broşürüne karşılık, Reha Oğuz Türkan’ın “Solcular ve Kızıllar”, F.Oğuzkan ile Z. İlhan’ın “Asıl Tehlike” ve Nihal Atsız’ın “En Sinsi Tehlike ” şahsi ihtirasları uğrunda Türkiye`yi savaşa sürüklemek isteyen ve Türkçülükle ırkçılığı Almanlardan alarak bir vasıta gibi kullananlar arasında …. benim için “ırkçı Türkçülerin en küstah ve cür`etlilerinden biri olan Atsız” deniliyor. 1 Ağustos1943“‘ broşürlerini yayımlamalarıyla kopan fırtınaya devlet de has adamı Falih Rıfkı Atay’ın “Türküz bir, Türkçüyüz iki, Türkiyeciyiz üç ! Ne ırkçıyız, ne de sınır dışı herhangi bir dava peşindeyiz. Ulus, 6 Temmuz 1943.”;”Biz ideolojimizden Turancılığı kaldırdık. Sınır dışındaki Türklere ulaşmak için bir adım öteye gitme niyetinde değiliz. Yalnız Türkiye içinde Türkçüyüz Tan, 3 Aralık 1943” makaleleriyle katılıp, Cumhurbaşkanı İnönü’de ‘Irkçılık prensibinin düşmanıyız !’la destekleyince Niyazi Berkes’in deyimiyle “savaş döneminde kendisinin öne sürdüğü Türkçü-Turancılar” üzerindeki himayesini geri çekmek isteyenlere, devlet aradıkları malzemeyi altın tepside sunmuş olacaktı. Öyle ki “44 Tevkifatı” na, 26 Nisan 1944- 29 Mart 1945’de sona eren 23 sanıklı Irkçılık-Turancılık davasına, 3 Mayıs Olaylarına, Komünizm aleyhine gösterilere neden gösterilecek Nihal Atsız’ı hakaret ettiği gerekçesiyle mahkemeye veren, öğretmenlik yaptığı konservatuarda kendisini ziyaret eden İnönü’yle aralarında “Nasılsın?” – “Sağ olun, iyim paşam.”–”Daha iyi olacaksın.” diyalogu geçen, devletin yine Falih Rıfkı Atay eliyle Ulus gazetesinde lehinde seri yazılar yazdıracağı savaş sonrası kurulan “yeni dünya düzeninde” Batılı devletlere özellikle de –sonrası 1951 Tevkifatı olan– Amerika’ya yakın durma, Marshall Planından nemalanma siyaseti Komünizm’in, solcu düşüncenin düşmanlaştırılmasını gerektirdiğinden, bir yıl geçmeden Komünist, hain damgalanıp işinden edilmesine; Aziz Nesin’le çıkardıkları Markopaşa dergisindeki fincancı katırlarını ürküten aradan 75 yıl geçmesine karşın sanki bugünü ve yarını, kesinlikle de geleceği anlattığı “Yurdumuza tekrar yabancı sermaye gelecekmiş. Gazeteler bu havadisi verirken cümbüş ediyorlar. Resmi makamlar da, memlekete yabancı parası girmesini kolaylaştırmaya himmet (gayret) ediyorlar.”….
….“Hep Laf; Yirmi beş senede çok şeyler yapmışız. Asırlara sığmayan işler başarmışız. Dünyanın parmağı ağzında kalmış. Fesi atıp şapkayı geçirmişiz başımıza.Harflerin eskisini atıp yenisini almışız. Kanallar, regülatörler, barajlar. En az 17 milyonluk kitlenin kültürü kaç arpa boyu, kaç iğne başı ilerlemiştir? Daha insanca yaşanacak evlerde mi barınmaktadırlar? Zevkte, sanatta eskiyi aratmayacak bir yükselme var mı? Bu koskoca kitleyi asırlardan beri kemiren sıtma, trahom, frengi hele verem eksilmiş mi yoksa artmış mıdır?” makalelerinden dolayı mahkeme kapılarında süründürülmesine, Bakanlar Kurulu Kararıyla toplatılan Ali Baba dergisinde yayınlanan Sırça Köşk öyküsü yüzünden 31 Aralık 1947 tarihine kadar yatacağı Sultanahmet Cezaevi’ne konulmasına varacak gelişmeler, ekonomik sıkıntılar, baskılar; bir zamanlar devletin tam kadro arkasında durduğu Sabahattin Ali’yi bunaltıp Türkiye’den kaçma teşebbüsüne itecekti….
…. Ülkesinden kaçma niyetiyle 2 Nisan 1948’de nakliyecilik yapmak için dostlarının yardımlarıyla aldığı kamyonla “Edirne’ye peynir götüreceğim” bahanesiyle yola çıktığında yanında bulunan Bulgaristan’a kaçmasına yardım edecek (Millî Emniyet Hizmeti Riyâseti (MAH) mensubu olduğu iddia edilen) Ali Ertekin’in sınırı geçmek üzereyken, kitap okuduğu sırada elindeki sopayla defalarca kafasına vurarak kendisini öldüreceğini hesaplayamamış Sabahattin Ali’yi ölüme götüren taşları dizenlerin, devletin resmi ideolojisi uğruna bireylerin ölümüne neden olanların ‘ne yaptık biz’le vicdan azabı çektiklerini “kurtulduk teresten”le sevinç naraları atmadıklarını sanıyorsan çokkk ama çok yanılıyorsun be güzelim ! Sabahattin Ali’den 31 yıl sonra dünyaya gelen ama aynı yaşta ( 41 ) maruz kaldığı aynı faşist, ırkçı baskılarla yaşamı sonlanan Jean Seberg’i hedef tahtasına koyan FBI ırkçı başkanı J. Edgar Hoover nasıl “ zaten intihar edecekti’yle vicdanını temizlemişse Atsız’ın arkadaşı Fethi Tevetoğlu da “fikri sapık…vatan haini…sonunda Bulgar sınırını geçerken temizlenecek olan zat” nitelendirdiği Sabahattin Ali’nin öldürülmesindeki rollerini ört bas ederken, aynı zamanda Osmanlı’dan bugüne, yarına devletin, milletinin bekası için jurnallemenin, iftira atmanın, öldürmenin, katliam girişimlerinin vicdan azabı çekilecek , utanılacak fiilikten çıkarılmasıyla da, herkesin önüne geleni, hoşlanmadığını dahi karalayacağı, suçlayacağı huzur bırakmayacak, birbirinden şüphelenen, kutuplaşan toplumsal ilişki ağının devamlılığını sağlamlaştırdıklarının farkındalığında, emin ol Sabahattin Ali için bir zamanlar arkadaşı olan Türkçü, Turancı kişiler “dönek” , “hain” , “ihanetçi” yaftasını da kullanmışlardır; hem de bireylerin eğitim süreci, edindikleri tecrübeler, gördükleri, okuduklarıyla, değişen sosyal çevrelerinin etkisiyle de başlardaki düşüncelerinden, bakış açılarından uzaklaşmaları, savunduklarının değişmesi, farklılaşması normal , olabilecek hatta olması gereken bir durumken….
….bir düşünceye, ideolojiye, kişiye, lidere , birilerine ya da birbirlerine bağlı, bağımlı yaşama zorunluluğu bulunmayan birey, birinin, birilerinin kendisine, bir başkasına bir şey yapmasını, ayrılmalarına sebep bazen eften püften olabilecek bir şey geçmesini beklemeden, bahane aramaya gerek duymadan arzu ettiği zamanda, istediği her şeyle bağını kesme, koparma özgürlüğüne zaten sahip olmalıdır.