Bizim de Boyumuzu Aştı bu Şehir

Gülsen Feroğlu

Zaten, neredeyse tamamını memur, asker, öğrencilerle onların ihtiyaçlarını karşılayan işletmelerde çalışanların oluşturduğu bu şehir, sokaklarında “Elbise, pantolon, etek temiz, düzgün. Bıyığın uzunluğu üst dudak boyunu geçemez”li maddeler bütünü Kamu, Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık ve Kıyafetine Dair Yönetmeliğe uygun, siyah takımlarıyla dolaşan devlet ricaline mekanlığından mıdır nedir, yaşamazdı baharı.

Aynı renk boyanmış binalar arasında, adres soran birine ‘şu gördüğün Genelkurmay Başkanlığı, sağa dön Yargıtay, Bakanlıklar, Başbakanlık…’ yol tarif ederken, resmiyetin “Allahım, neredeyimle” panikleteceği, her şeyin, bir tek unuttuklarından olsa gerek atılacak adımın kaç santimetre olacağının yazılmadığı, yasa, yönetmelik, tüzük, uygulama esaslarına göre yaşandığı, tekdüzeliğini, ne kadar milli düşman, o kadar heyecan verici back door entrika, psikolojik hareketlerle aşan bu Ankara, kırkikindi yağmurlarına da terk ettirmişken baharı, şaşarsınız, hangi arada, derede açar parklarda bu laleler, menekşeler.

Uçarı baharın tahammülsüzü bu Ankara’da, her seçimde, güya halka hizmet için milletvekilliği isteyen sağ, sol ideolojiye mensup, dededen unvanlı, zengin yüzlerce adayın fikirlerini, kişiliklerini takiyeleyerek, aile şirketine dönüşen partilerin liderlerine, aday gösterilmenin bedelini, iradelerini teslimle peşin ödemeleri, bahar kadar temiz onurun, yüze dokunup, sıcağı savuracak, serinletici rüzgarlarını arattıracaktır.

Gerçekte, neyin, kimin, tehdit, tehlike hatta hangi partinin iktidar olması gerektiğini açıklayan, nereden aldıkları belirsiz hoşlanmadıklarını dışlama, dövme yetkisini “siz bayım, fotoğraf karesine giremezsiniz”le göstermekten çekinmeyen boz-kır Ankara’nın dokunulmaz neo-conları, yıllardır her şeyi, nasılsa, her daim hallediyorken, herkesin bir ucundan tutarak katıldığı bu aldatmaca, bu bir tek oy pusulasına er, geç yapılacak darbenin eklenmediği, zamanı geldiğinde sonuçlarının geçersiz kılınacağı şartlı seçimle, demokrasicilik oynamakta neyin nesidir’le, yağmur yağsa da arınsa kirden sokaklar.

Islak kaldırımlarda Don Camillo’nun “Ey Hz. İsa, yüzme bilmiyorken, beni bir grup köpek balığının ortasına, denize atsan, öleceğime üzülmem. Hiç bir şey yapamayacağımı bildiğim için sinirlenirim” tiradıyla yürüsem bu Ankara’da, bulabilsem koca bir çınar, dayansam’la yanar, tutuşursunuz.

Her an ulusal gerilim endeksine tavan yaptıracak olayların yol haritasının çizildiği, diğer şehirlerin de direktiflerine uymakla mükellef olduğu bu Ankara’da, en çokta borsa kapanmış, ana haber bültenleri başlamışken “şimdi, aldığımız bir son dakika haberi”ni duyunca ki, o son dakikadan neşeli bir şey beklenmeyeceğinden, dört bir yanı endişe kaplar.

Yürekleri kabartansa, bu topraklarda, iki yakayı bir araya getirememenin çaresizliğinde “ölüm daha hayırlı”yla yaşamın ölüme yenikliği, ölümünde; bazen uyuklayan bir şoförün direksiyonu kavrayan, bazen zevkin çığlığıyla havaya doğrultulan, bazen “gidip, direkt vurdum abi”nin enseye dayadığı silahın tetiğini tutan, bazen bir intihar bombacısının vücuduna sarılı bombanın pimini çeken, bazen de araziye mayın döşeyen ellerin altında olacak sıradanlığı, herkesi alabilecek ucuzluğudur.

Öyle vizyon, kariyer sahibi olup, aynı statüdeki hemcinsleri milletvekili yapılsın diye “bıyıklı kadınlar”da rol almalarına, fazlasını adımladıklarından Mehmet ÖZ’ün “günde 10.000 adım yürün” tavsiyesine ihtiyacı olmayacak birileri, televizyonlarının sesini “yine, kimlerin ocağı yıkıldı”yla açarken, bir başkasının telefonu çalar.

Yakınlarından haber alma telaşında, balkon, oda, salon arasında mekik dokunur “aradığınız numaraya şu an ulaşılamıyor”a karşın sürekli aynı numara tuşlanırken, ulaşılan ilk kişi, nedense önce azarı işitir “ortalık karışık, bomba patlatılmış, sokaktasın.”

O can pazarında, kimselerin aklına gelmez, günlük hengameyi geciktirecek “biraz daha uyusam”ın faydasızlığında yatağından kalkarak, güne sizin, benim gibi başlayan, keşke “beni, anlatıyor” diyebilselerdi ama “her anını planlayıp, tadını sonuna kadar çıkardım”lı My Way’den, düşünce kuruluşlarının kurmacasıyken onlarca kez gerçeğe dönüştürülen “felaket senaryo”larından haberi olmayacak, olsa da ilgilenmeyecek birilerinin, yüksek stratejik planların kurbanı seçildiği.

Altında kaldıkları enkazın üzerinde toplanacak devlet yetkililerinin ‘Bugün, burada, vatandaşlarımız öldürüldü. Çok, çok üzgünüz’ yerine, alelacele “Olaylardan önce terörü besleyenler kim, ona bakmak lazım”la devletlere mesaj vermede, sınır ötesi operasyona zemin hazırlamada ya da örgütlerin gücünü göstermede kullanacakları gencecik bedenlerinin ölümünden medet bulunduğu, yaşarken söylenseydi inanmayacak birilerinin, çok amaçlı siyasi projenin araçlığında hayatlarından oldukları.

Belki, onlar da, 11 Eylül 2001’de New York’ta İkiz Kuleler yıkıldığında, ülkede, çoğunluğun ‘petrolün kaynağını ele geçirmeyi hedefleyen Amerika, saldırıların planlayanıdır. Çünkü saldırganlığını maskelediği o patlamalardır, dünyayı, gündemi alt üst eden.’ konuşmalarını dinlediklerinde ‘terörü, devlet terörist, terörist te devlet yapıyor, diyor’ ikileminde, asıl, vatandaşlarını çıkarları için öldürtebilecek devletlerin varlığından ürkmüşlerdir.

Eğer, yol parası içinde 478.-YTL. ücretle aile geçindirmenin yolunu bulmaya çalışırken, her patlama, her saldırı sonrası arşivden çıkarılıp iki üç satırı değiştirilen “Türkiye’nin, rejimin 11 Eylül”ü başlıklı makaleleri okuyabilselerdi, 11 Eylül’ü terörle mücadelenin basamağı saymak Amerika’yı nasıl Ortadoğu’ya, Afganistan’na atıvermişse, aynı şekilde ülkedeki patlamaların, ölümlerin, melekliklerini istismar eden kötü komşunun topraklarına topyekun akına dayanak yapılmak istendiğini anlayacaklardı.

Olayları, yüzeysel, misal ‘her şey yolundayken, rahatlık battığından terörist olunur’ bakış açısıyla algılatan devletlerle, karşıtı gözükenlerin, ölmemek için öldürmenin mubahlığı ortak noktasında buluşup, öfke iliklere işlesin, taşsın diye bedenlerin havaya uçurulmasını, insanda yerin dibine girme ve bir daha hiç çıkmama isteği uyandıran keyifle seyreyleyenlerden biri olacak bu Ankara’dır, pamuk ipliğiyle ölüme bağladığı hayatları hep, yarım yamalak, hüzünlü bitirten.

Neden değil bir sonuç, bedeli de sadece ölüm olan savaşta, bir daha ellerini tutup, yüzüne bakamayacakları oğlu, kızı öldü diye gururlanan insanlarla gururlananların “savaşalım” kampanyalarının hiddetinin barışı kovduğu bu Ankara, insanlara umut edecek, pek bir şey de bırakmayandır.

Oysa, dolaplar çevirerek satranç tahtasındaki şahı elde tutan, bozkırın kıskandıkları o deli sevdalarına, dizginlenemeyen bağımsızlığına ‘Deniz’i yok, martı olmak ister’le dudak bükerken, kazanılmış mücadele sonrası, mecburen, kendilerine benzettikleri eski Başkent’ten göç eyledikleri yeni Başkent’ti de sevmelere örtmeyenlerin ürünüdür bu Ankara.

Sağır doğrularının mutlaklığında durmadan konuşan bu Ankara, dün belki de bugün, isimlerinin yer almadığı Google’da katledilişleri sonrasında kayıtları bulunacak, yalnızca kalabalık sahnelerde gözüktüklerinden olmaları, olmamaları halinde fark edilmeyecekleri hayatın repliksiz figüranlarının, kendini bilmezliğini bilmediğinden değil, yaptıklarıyla geleceğini, kaderini çizendir.

Boyumuzu aştığının ayrımına sonradan varacağımız bu Ankara, dünyaya fazla gelecek saflığımızda, kaybetsek te, kazansak ta hayatımız bizim olmalıydı’yı, kendine ihanet ettirilerek çoktan silmiştir de şehr-i harabem’liğini, biz, ancak mı kavramışızdır?

Gülsen FEROĞLU
28.06.2007

You may also like

Yorum Bırak