Nerede bu Kemal, nerede KERİNÇSİZ…

Gülsen Feroğlu
Artık hor kullanılan doğanın küresel ısınma felaketini başına sarmasından mıdır, nedir, iyice bir dağıttığından ne zaman gelip, ne zaman gittiği belirsiz mevsimler gibi insanı arada, derede bıraktıran şehirde, öğrenciler, öğretmenler, askerler, memurlar tatile gittiğinden, tenha caddelere, boş dükkanlara bakanların, her sene, alakalı, alakasız bir anda illaki söyleyecekleri “Ankara boşalmış yine” cümlesinin vaktidir.
O vakitte, kirazların, ……, şeftalilerin dizildiği tezgahın yanında “Zenginleri anlamak ne mümkün. Bir simit, bir karper artı bir bardak çaya Bebek’te ki cafe’ler de 12 milyon ödüyorlarmış. Düşünsene, bunları kaça alıyorlardır” diyene, baktığı kirazların, hapislik yetmezmişçesine bir de kansere yakalanan Samet’in ağabeyinin “.. cezaevinde bir kilo kiraz beş lira. Gücümüz yok. Kan yapması için kiraz ……yemesi gerektiği” beyanını, belki de bulutları, maviyi, yeşili göremeden kanserden ölecek mahkum Güler’i, Erol’u, …., Samet’i ve de ölen İsmet’i çağrıştırmayacağının aşikarlığı, hassasiyetsiz vicdanlar, ıstırabınızı katlayacaktır.
Hayat zaten yerden yere vuracakken insanı, güce tamaha endeksli zihniyetinin yarattığı fırtınaların, her birimizi bir yerlere savurduğunu göremeyen “baba devletin” çalışanlarının, bilgisayar başında bir yazı daha geçirecekleri baş şehrinden, hayatların hapiste sonlanmasının daralttığı yüreğinizi de alıp, kimseleri tanımadığınız başka diyarlara gitmek, hatta hiç dönmemek istersiniz.
Ama, size, hem her an avuçlarınızdan kayıp gidecekmiş, hem de hep sizin kalacakmışçasına ucundan tutacağınız hayatı dayatan kanseriniz, yarısı boş apartmanın, Kızılay’ında bir tur atsan, en az beş tanıdığa rastlayacağınızdan yalnızlığın mümkün olamadığı şehrin, yaz dinginliğine ortaklıktan başka yol bırakmayacaktır.
Farkında olmadığı yalnızlığı yaşayan şehrin sokaklarında “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar …” diyor ya milli marşımız, yıllardır o medeniyette, hassasiyetlerinize karşı olmanın hazıyla “sus“la çocuğunu tokatlayan, elindeki su şişesini, çöpü ortalığa atan, cep telefonuyla, yanındakiyle bağırarak “…ERTOSUN gerçek bir Cumhuriyet erkeğiymiş ….”li şeyler konuşanlar arasında, sanki hep aynı yollarda dolaşıp ileriye bir adım atamıyor, adeta kaybolmuş hissinde dolanırsınız. Şimdi ilerlemek, medeni davranış, hassasiyetim mi dedim ben. İleri, medeni, hassasiyet ne demek?
86 yıldır hep “çok ama çok hassas bir dönem”den geçecek bu ülkede, dünya bankası verilerine göre milli gelirin %49’unu nüfusun %1’i alırken, %51’ini paylaşanların, felsefe, sanat , …, sporla uğraşması, kendilerini aşıp sıra dışı portreler oluşturmaları, cüretkar hayaller kurup peşinden gitmeleri, bir çemberin içinde geçinmek için durmadan koşuşturduklarından imkansızken, kerameti kendinden menkul hassasiyetlerin hakimiyetindeki bir yapıyı da %99’luk çoğunluğa dayatanlar, Allah aşkına, kimlerdir ?
Nasıl Pakistan’da “Kuran-ı Kerim’e saygısızlık” hassasiyeti Taliban’a Hıristiyanları diri diri yaktırttıysa, Türkiye’de de; yok efendim Sivas’ta Aziz NESİN “bu kitapta yazanlara inanmam …” dedi, PAMUK “1 milyon Ermeni, 30 bin Kürt’ün öldürüldüğünü” söyledi, KÜTAHYALI “YAZICIOĞLU’nu Maraş ve Sivas olaylarıyla ilişkilendiren” cümleler kurdu, yok “okuduğun gazeteyi, üstünde ki tişörtü, şortu, mini eteği, türbanı beğenmedim”le onlarca katliamın, linçin, darpın üzerinde yükselen, yanılmıyorsak milli derken kastedilen Türk, devlet, manevi derken de sünni Müslümanlıkla ilgili bu hassasiyetleri hayatımıza yerleştirenler nerededir ?
Ortaya çıkıp, hangi konuların “hassas” olduğunu açıklasalardı ya da Bab-ı Ali’nin tirajı yüksek gazeteleri, kimseye faydası dokunmayan politik, analitik çözümlemelerinden vazgeçip, belli ki yaşam, düşünce biçimi de dahil her şeyi kapsama alanına aldığından, her an karşılaşılacak hassasiyet terörünü engelleyecek, bu çıtkırıldımlığın nereden geldiğini, nerelere uzandığını yazsalardı “hassasiyetlerimizi bildikleri hâlde, hassasiyetimizle oynadıklarından bunlara linç, ölüm hak”la ufak bir davranışın neden provokasyona zemin sayıldığını bizler de anlasaydık, onlarca hayat da kurtulsaydı fena mı olurdu.
Halbuki, oldum olası, aman ha, kimsenin kalbindeki kırığın altında imzamız bulunmasın diye didinen, birinin, birilerinin ölümünden sorumlulara, mutlaka, devlet üstün hizmet, övünç madalyalarının verilmediği, “……..şehidimiz fakirdendir” pankartının generalleri ağlattığı hassaslıkta bir milletizdir. Ya, adı cezaevi katliamı, şaibelerle anılan Japonya’da olsa intiharı beklenecek ERTOSUN’nun, düzenlediği basın toplantısına katılarak, on binlerce hukuksuzluğun, adaletsizliğin nedenini öğrenmemizi sağlayan HSYK üyelerine de sorulması gereken “illegal örgüt sanıkları ile yemek yenilmesini, görüşülmesini, ….., genç hakimlere de tavsiye eder misiniz ”sorusunu, ulusal medyamızın hassas bünyeleri, nedense, sormayı unutunca, soruyu sormak, çok değil bir ay önce attığı manşetle Alperen’lerin Topkapı baskınını fitilleyen Vakit’li hassasa kalmıştı.
Ardındaki gölgede 6-7 Eylül’ü, Maraş’ı, …., Sivas’ı, …., Trabzon’u, Adapazar’ını, Altınova’yı barındıran faşist baskına katılanları, sanki “kutsal mekan (hassasiyeti ) da şarap içilmesi” provoke etmiş psikozunda “içki ile ilgili ayetler adam gibi okunsa, şarabın direkt günah sayılmadığı görülebilir.Ayrıca avludaki restoranda yıllardır şarap satılmakta…“lı savunmalar, baskına meşruiyet kazandıracak, ortalık ta, kapılar yumruklanmamış, …, insanlar tehdit edilmemişçesine Alperen’lerin demokratik haklarını kullanarak, protestoya kalkıştıkları gazel okumalarıyla dolup taşacaktı.
Velev ki o sarayda yüzyıllarca sadece şerbet içilsin, o duvarlar Nedim’in “gülelim, eğlenelim, kâm alalım dünyadan”la özetlediği Lale devrine, haremdeki entrikalara da tanılık etmesin, avluda “çimlere uzanarak, klasik müzik dinleyip” şarap içilemezmiş gibi.
Baskınla aynı saatlerde Uygur Türklerini katleden Çin’le milyon dolarlık ithalat anlaşmalarını şişesi 1000 Euro’luk şarapları yudumlayarak kutlayanlar, ülkeyi yöneten asker, sivil bürokratlar, Alperen’lerden ürken elitler “vatandaşın güzel tepkisi” diye pışpışlayarak büyüttüğünüz, bir gün lazım olur diye silah dahil her tür teçhizatla, nefretle donattığınız, gelişmiş ülkelerde yaşıtları RACHMANİNOFF’’un, CHOPİN’nin prelude’lerini çalar, dinlerken, gelecekte her biri birer SAMAST, HAYAL, GÜNAYDIN, ÇATLI olacaklar, sonunda, sizlerin de kapısına dayandı işte. Neden mi, öfke ve hınçları muhatap bulamadığı gün, kaynağına, ötekileştirdiği sizlere geri döndü de ondan.
Bozuk gelir dağılımından, İşsizlik Fonu’nun nema gelirinin işsizlikle mücadele de kullanılması yerine bütçeye aktarılmasından, vatanının topraklarında kaybedilen 9 Kürt köylüsünün ölüm emrini verdiği iddia edilen Albay TEMİZÖZ’den sorumlu ve de suçlu olduğu gibi “ne oluyor bu ülkeye” dedirtmeyen “işte, bildiğin Türkiye” dedirten o baskının suçlusu da merkezi otorite, devlettir.
Bu, referansına sığındığın Ata’nın “…..istiklal karakterimiz olmalı” mirasını reddederek, giyimine, kuşamına karıştığın, belirlediğin hassasiyetlere bekçilik etmesi için yüz verdiğin “fek omuza, sas duruş, ra’at” ültimatomununla hareketlenen bireyler, sizlerin, yani senin seçimindi devletlüm ! Ve bence yine yanlıştı.
Şimdi, ey okuyucu, acaba, tam “Kürt, Türk açılımı ülkeyi resmen bölecek”li yüce hassasiyetler bir kez daha ayaklanmış “ nerede bu Kemal, nerede KERİNÇSİZ, ÖZKAN, KÜÇÜK, ….“ çığlıklarıyla dövünülürken, toz duman arasında çıkıveren, ne hikmetse de habire tehdit zarfları alan ERTOSUN’lu, …….., KAYATUZU’lu hassas dönemler bitecek, birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyulan günler de geçecek midir ?
Durun. İşimize yarayacak bir son dakika haberiyle karşınızdayım. Aslında araştırılmadan da bildiğimiz bir gerçek; kadınlar, yakışıklı erkeklerle karşılaştıklarında sağlıklı düşünme yetisini kaybetmezken, güzel kadınların, erkekleri salaklaştırdığı tezi Hollanda’da yapılan araştırmayla doğrulanmış.
Çok şükür Rabbim, bunca hassasiyeti başımıza bela eden “yalnız ve güzel ülkenin” erkek egemen toplumunu anlamamıza yardımcı oldun ya, ölsekte gam yemeyiz. Meğer, her şey bodrum sahillerinde, özel localarda güneşlenen ikocanlara bayılan babocanlar yüzündenmiş.
Bir gün Nişantaşı’nda 2008-2009 kreasyonlarında yerini almış (Puşi) Poşu’yla saçlarını örtüp, boynuna da Zülfikar kolyesi taktığında Kürt’leri, Alevi’leri, azınlıkların psikolojisini de şipadanak anlayacak, tek tutarımız “ küçük asker, küçük Ayşe……,” gibi baş rolün kime ait olduğunu da nihayet, anlayabildiniz mi?
Hayat ta cidden tuhaf. Kıpırtısız yapraklar, karpuzlar, dağ, bayır falan, filan. Yanında da sürekli yeni bir yüzle ortaya çıkarıldığından asla öğrenemeyeceğimiz hassasiyetlerle servis edilen “hoşgörü dini” ile birleşince tadından yenmeyecek “ultra-faşizmi”li günler.İşte, asıl buna içilir.

You may also like

Yorum Bırak