Yaşamak Başı Başına bir İnattır Hevalım

Gülsen Feroğlu

Hayat , sadece başımıza gelenler değil, başımıza getirilenlerdir de. Ve “çocuğum bol bol masal dinle/ henüz inanırken…” Zira; adı ölüm.. adı savaş.. adı bir anda ülkelerin sınırlarının değişebildiği Ortadoğu olan bu diyarda; Külkedisinin prenses, çirkin ördeğin kuğu olacağını duyamadan koca bir yetişkine dönüşüp, en derinlere gömebileceksin çocukluğunu, bir günde.

İnsanların mezar başında konuştuğuna gözyaşı akıttığı, çocukların hayatta geri dönülmeyen bir yerin varlığını öğrendiği ; h er gün en az bir işçinin iş, beş kişinin trafik kazasında öldüğü, kadınların, çocukların şiddet sonucu öldürüldüğü bu diyar!

Ah bu diyar! Bir günde tam 432 çocuğun yetim kaldığı Soma’da; sabah “topuklu ayakkabı alacağını“ söyleyen babası Celal Sevinç’in akşama öldüğünün haberini almış 11 yaşındaki Serpil’i, 12 Eylül 1980 öncesi öldürülen adı: Renan Eriş, adı: Ahmet Güder,.., …, , olan 5 bin 388, 30 yıl süren savaşın hayatından ettiği 60 bine yakın Kürt yurttaşını, o nca katliamı, onca ölüyü kucaklamaya daha da ölüme doyamayandır.

Ah bu diyarda; medeni dünyanın hayret edeceği onlarca basit gerekçe; gaz maskesi olmadığından, iskele çöktüğünden, devletin silahlı görevlileri ateş edip, gaz bombası attığından, diline, ibadethanesine konulan yasağa, AVM, kalekol yapımına karşı çıktığından, doktor yanlış teşhis koyup ilaç verdiğinden, sele, depreme önlem alınmadığından,…, ..,yani b ir hiç yüzünden kaybedilmiş on binlerce can.

Düşünsene, bir cenazeye katılmak üzere evden çıkıyorsun, cem evine doğru. Avluda dolaşırken bağrış, çağrış, kurşun sesleri. Boylu boyunca düşüyorsun avluya. Bu dünyada son kez adlandırdığın tek şey; bir kurşunun keskin acısı. Sonrası. Sonrası yok.

Evden beş dakika geç çıksa, bir tanıdıkla sohbete dalsa, o avluda, o cadde de, o madende bir adım eksik atsa ölmeyeceğini nerden bilebilirdi; Uğur Kurt, Ayhan Yılmaz, Ramazan Baran, Baki Akdemir , İbrahim Aras, Celal Sevinç,,,,,.

Uğur’un avluda, Ayhan’nın cadde de, Ramazan, Baki, İbrahim’in yol üstünde akan kanına, yerde yatan fotoğraflarına iyi bak Eyy yüce devlet! 15 yaşındaki Berkin için ” ölmüş, geçmiştir” diyebilen Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Erdoğan! O resimlerden ötesi, yok artık.

Kendilerinden önce devlet, kul eliyle öldürülen 5 bin 388, faili meçhul cinayet kurbanı 20 bin insan gibi Berkin, Uğur, Ayhan, Ramazan, Baki’nin de katilleri, failleri bulunup, yargılanmadığından evet! ölmüşlerdir ama geçmemiştir, geçememiştir.

Öylece kalmışlardır vuruldukları yerlerde, kanayarak, hâlâ. Hem bir ibadethanenin avlusunda, sokakta, yolda, iş yerinde kol geziyorsa ölüm yoldaşı şiddetle, ne anlamı var Türkiye Cumhuriyetinin varlığının? Ne anlamı var, vatandaşının canını koruyamayan devlet diye ortalarda dolaşan ucubenin?

Eyy protestocu sende iyi bak! Yıllarca aynı havayı soluduğun, belki Berkin’nin cenazesinde, belki bir protestoda yan yana yürüdüğün, belki parkta, belki bir bankta rastladığın Uğur’un, Ayhan’nın, Baki’nin, …, …, resimlerine.

Kızsan da, hakaret etsen de bu satırları yazana; devletin terörüne meşruiyet için seni çektiği bermuda şeytan üçgeni; şiddet, ölüm sarmalında masumiyetini, merhametini nasıl kaybettiğinin resimleridir onlar. Söylesene; Ethem, Uğur, Ayhan, Ramazan, Baki, İbrahim’in yerde yatan resimlerine bakarken hangi ölüm anlamlı gelir insana…hangi kavga…hangi savaş…hangi mücadele….hangi sevda…

Bunca ölüme neyi, nasıl yapsak ta yüreklere ateş düşmese, canlar yitmese denileceğine; herkesten , her kesimden, her yerden taşıp sokakları kaplayan kalıtımsal bir nefret kültürüne, bir savaş diline teslimiyet. Medeni bir iletişim, ilişki; anlama, konuşma, empati yerine karşıtını boğma, mahvetme, savaşma isteği.

Sonuç; ulus devletin “hain, güvenilmez, terörist” nefretiyle ötekileştirdiğine, yeni ötekiler ekleyen; muhalifini “gezi zekalılar”, “Bayrak indireni alnının çatından vurun” , “Bayrağı indiren hükümettir ”le iten bir Başbakana, muhalefete, siyaset dizaynını görev algılayan “ne bayrak kaldı, ne toprak Kevgire döndük” manşetli “sözcü” bir medyaya sahip diyar-ı Türkiye. “Suç devlette” “hayır, ortalığı karıştıran teröristler” çıkışıyla karşıtına şiddeti, ölümü “hak ettiler” mantığıyla meşrulaştırma, kutsama .

Kutsanmasa ölüm Hayat yerine ; kim savaştırabilirdi hakları.Kim koşardı ölüme, öldürmeye, cihada. Hangi annenin yüreği dayanırdı evladının kaybına, yüce bir amaç; vatan, bayrak, demokrasi, özgürlük, hak, hukuk Allah, din yolunda öldüğüne, öldürüldüğüne inanmasa.

Onlarca hayat da işte bu; mensubu kökene, mezhebe, dine, fikre, örgüte, partiye biatla daimileşmiş nefretin dışa vurumu şiddeti, ölümü kutsayanların, kitlesini galeyana getirmede kullandığı yoksulların, gençlerin ölümünü, siyasetinin, propagandasının aracı yapma çağdışılığında yitip gitmektedir.

Şimdi, bir kez olsun “uğruna öldüğün, öldürdüğün savaş, çatışma neydi, ne değildi”yi sormadan “vatan sağ olsun“la evlatlarının ölümüne dayananların, yıllarca erteledikleri yüzleşme, sanki “Savaş, savaş, savaş, Barışa hayır” sloganıyla Lice’de yürüyenlerin karşısına dikilmiştir, korkarak.

Yeni ölümler, acılar getirme dışında hiçbir şeye faydası olmadığını bile bile hep savaşa, hep ölüme koşacaksak Hevalım, ne anlamı var yaşayamadığın ama feth ettiğin toprağın. 21 yy’da yok mu ölmeden, öldürmeden, yanmadan, yakmadan yaşamanın, mücadelenin bir yolu, yoksa da niye bulamıyor bunca insan.

Yoksa özgürlüğün, demokrasinin, sevginin, kardeşliğin hüküm süreceği bir gelecek, bir hayat için mücadele ederken farkında olmadan hepimiz; acı, ölüm, gözyaşıyla kamçılanan bir hayat felsefesinin tutkunu mu olduk? Oysa, siyasetin , dinin, ideolojinin, ırkın insan hayatından sonra geldiği uygar, demokratik zihniyette ölümün kutsanması miadını doldurmuş bir olguyken; her savaş, her öldürme nasıl da bulanıklaştırıyor her şeyi; doğrularımızı, bize öğretilenleri “… ölümsüzdür,…. “ sözcüklerini.

Nasıl da boşlukta sallandırıyor hayatı; bir babanın, bir annenin gözyaşları, evladına bir daha sarılamayacak, sıcaklığını duyumsamayacak olması yanında. Devletin sivil, asker eliyle ötekileştirdiklerine reva gördüğü …, …, tehcir, Ağrı, Dersim, Maraş, Roboski vari onlarca katliam, darbeler, 6/7 Eylül’de, daha dün Gaziosmanpaşa’da sergilenen ırkçılık, diz boyu adaletsizlik, asimilasyon. Bunların hepsi, daha fazlası yapıldı, yaşandı.

Evet, savaşa zorlandın… öldün…öldürdün… hapislere atıldın … Ama hangi savaş…. hangi mücadele … hangi savunma bir hayatı yok etmişse saygın, hangi zafer yok olmuş hayatlar üzerinde yükselmişse kazanılmıştır.

Hangi zafer de günahsız, berelenmemiştir bir insan öldürülmüşse. Madem ki karşılıklı uzlaşmasız, ödünsüz gerçekleşmesi olanaksız barışı, siyaseti elinin tersiyle itiyorsun. O zaman var sen anlat Hevalım; “Hep bekledim oğlum gelecek diye.

Salonda camı açıp bekliyorum….” diyen Sayfı Sarısülük’e, yarım kolu beyaz tişörtünde Ali İsmail’inin sıcaklığını arayan Emel Korkmaz’a, oğlu Fikret’in; Sipan Amed’inin 18 yıl sonra öldüğünü duyan annesine, yaşamanın ne kadar lüzumsuz olduğunu.

Hanımeli kokulu sokaklar çocuk, genç kahkahalarıyla çınlar, elde simit ağaç gölgesinde “Tanrım verdiğin şu hayat/fena değildir”le Cemal Süreyya selamlanırken. İnsan ölüme bu denli ev sahipliği yapan; caddeleri, sokakları ölmüş, öldürülmüş insanların isimleri, resimleri, afişleri, büstleriyle dolu bu diyarda; belki de yaşamak nedir onu bile bilemiyor.

Bildiğim, ta 16 yy’da Montaigne’nin “ bize yaşamayı hayat geçtikten sonra öğretiyorlar” dediği yaşamak, “inadına” olmamalıdır.

Çünkü yaşamak zaten başlı başına bir inattır değil mi Hevalım? Onun içinde dünden farklı kendini, kimliğini, taleplerini ifade edebildiğin bugünde işte hayat, işte ölüm.

İşte savaş, işte barış. İşte molotof, işte şiddetsiz direnç; sivil itaatsizlik. Ya umursamaz, değer vermezsen kimsenin de umursamayacağı kaybetmeyi göze aldığın hayatını sür namlunun ucuna. Ya da artık bilinmedik bir şey söyle. İşte hepsi bu; sonunda bir hiçliğin içinde yitip gidecek her şey şehr-i İstanbul’da da, şehr-i Amed’de de.

Gülsen Feroğlu
16.06.2014

You may also like

Yorum Bırak