Ne Diyarbekir Anladı Beni

Gülsen Feroğlu

“ Bu öykü’de adı geçen kişi ve
kuruluşların gerçek kişi
ve kuruluşlarla bağlantısı yoktur.”

Geceydi, eli omuzumda, yıldızları gözlerken, dileğim gerçekleşmezse yüreğimin kırılganlığına dayanamayacağından ağabeyim, filmlerdeki “bir dilek tut” sözcüğü yerine, “delikanlım, iyi bak yıldızlara, belki göremezsin bir daha” dizesini okumuştu.

Geceydi, ayazda, yıldızları umursamayacağım, kedi tıkırtısını düşman sanacak paranoyaklığımızda, aklım, operasyona çıkarken geçtiğimiz kasaba da tedirginliğini, babasının arkasına saklanarak gizleme saflığında ki çocuğun çaresizliğindeydi. “Acıma” demişti biri “geleceğin teröristi, büyüsün dağa çıkar.”

Annesinin “bese” haykırmasıyla, kardeşleriyle aynı yatağa koşan, Barbie, Sindy bebekten, Toys “r” us oyuncaklardan, LC Wakiki, Benetton giysilerden yoksun, Karlar Kraliçesi masalı, Mc Donald’s hamburgerden habersiz, rüzgarın uğultusuna karışan silahların, bombaların gürültüsünde birbirlerine sokularak, kapının, yüzleri maskeli “biz”lerin dipçiğiyle parçalanmasının endişesinde, uyumaya çabaladığını düşünürken, mitingde ağabeyimin elime tutuşturduğu “savaşsız, sömürüsüz dünya” pankartını, “çocuklara kıymayın efendiler” seslerini duyuyorum.

Bir çocuk, “vatanı, kendisini koruyan”, “vatanının askerinden” korkar mı ? Geceydi, odamı tekmeleyenlerin peşinden annemin “ne olur” yakarışına aldırmayanların, yorganı çekmeleriyle, uyku sersemliğinde, duvara yaslanırken, babamın “yapmayın” feryadına, “iti, yakalayamadık” diyenlerin, gözlerindeki nefretin savunmasızlığında, öylesine korkmuştum ki, o üniformayla, bir gün, çocukları ürküteceğimi hayal bile edemezdim.

Haksızlığın “Ankara adı kara”yla yansıtıldığı, özgürlüğün yüceltildiği ortamda büyümüşsünüzdür. Sonra, “vatanı” sevdayla, yaşamla değil ölümle eşleştirecek milyonların bulunduğu, yanlış kurgulanmış ülkede, “kimin savaşı, neyin bedelidir”i çözemeden, kan ve gözyaşıyla lanetlenen topraklarda, törenlerde tebessümle baktığınızda, otobüste, metroda “gazilere ayrılmıştır”ı okuduğunuzda, “Gaziliği” gençliğe yakıştıramamış, üstelik, ağabeyinizin aksine, vurdum duymazlığınızda, herkesin kendi şehidi, ölüsünden habersiz, şafağı yarılamışken, “Gazi” payesine erişmişsinizdir.

Ekranda, panzerler, çocuklar, silahlar. Şimdi, bir gün mutlaka gideceğim dediğim Paris’te, illa da gün batımında, Seine nehri kıyısında ya da Eiffel Kulesi’nde olmayı dilerdim. Bunca kargaşanın, ölümün ortasında uzaklara, mümkünse dünyadan da kurtulup “ay”a gidebilsem. Kim bilir, belki oralarda, bacağımda ki, sızlayan, hatırlatan bu kahrolası protezi unutur, gençliğimi, umutlarımı, uçarılıklarımı geri alabilirdim. Söyler misin, İnsan vatanında başka diyarları özlüyorsa, yaşamak eziyete dönüşmüşe, bıkmışsa, suç kimindir?

Sanki hiç koşmamış, yürümemişçesine aksamadan adım atanlara imreniyor, rüyamda dans ediyor, koşuyor, bedenimin tamamı hissetsin diye toprağı, protezimi çıkarıp çimenlere uzanıyorum. Her gün, yılda bir tıraşlanarak kısalan baldırım, değişen protezimle yaşlanıyor, çürüyorum. Vücudum da hemen kabullenmedi, “isyan edecek beni mi buldun” söylenmelerim, tükenmeyecek bezeler, iltihaplar, akıntılar, yirmi beş ameliyat, sonum tekerlekli sandalye, protez de tutmayacakmış.

Bazen, anımsatacak bir şey de yokken, gariptir, paylaşmak acılarımı arttırdığından, kimseyle konuşmadığım o an, gözümün önüne geliyor, gayri ihtiyari bacağımı yokluyorum. Tepeyi aşacağız terden sırılsıklam, bitkinim, içimden “oğlum, çıkıyorsun ya, bakalım nasıl ineceksin”i geçiriyorum. Düzlükte, taciz ateşi, yalpalıyorum, sağa sola yayılıyor, koşturuyoruz. Aniden gürültü, toz bulutu, taş, toprakla havaya savruluyor, uçuyor, yere çakılıyorum. Barut kokusu, kımıldayamıyorum, kanım toprakta ilerliyor, küfrediyorum, etlerim kemiğimden ayrılıyorcasına ağrıyor, bağırıyorum “anam”, “yetişin”,”ölüyorum”. Annem mi ? “Uykucu, haydi, kalk, ” hayır, “abi”. Gölgeler, boğuk “mayın, dikkat ” sesleri, tampon atılırken doğrultuyorlar, ne yaparsam yapayım, gül gibi açılan yanmış damarlarımla, ince et parçasıyla baldırıma tutunmuş bacağımın görüntüsünü, zihnimden silemiyorum. Ağrılarıma yeniliyor, sisler ardında kayboluyorum.

Helikopterde, komutana ”Azraillim, mayınmış” diyorum, elini alnıma koyuyor, cevabı işitmiyorum ama, nedense rahatlıyorum. Seyyar hastanedeyim, elbiselerimi çıkarıyorlar, askerin biri, saatimi cebine atıyor. Bacağımı, son kez doktor, kovaya attığında görüyorum. Kendiliğinden akıyor, göz yaşlarım, tiyatro oyunundaki repliğimi tekrarlıyorum; “Macbeth, uykuyu öldürdü”. Sigara yakıyor, azaltmalıymışım, içmezsem katlanamam, gerçi o da yetmiyor, sabah, akşam anti depresif ilaçlar kullanıyoruz.

İnsanoğlu gerçekten tuhaf, 9 yıl boyunca, ölümle kavgadayken işime yaramayacak saatimin çalınmasına üzüldüğümü hatırladığımda, kendime kızmıştım. Meğer, beni kahreden; ölü teröristlerin üzerindekiler paylaşıldığında, müdahale edilmeyince savaşın kurallı ya da hınçtan yalnızca, düşmana yapılacak tavır sanırken, “kader birlikteliğindeki ölmekteyken, ganimeti düşüneceklerin” ülkesinde olmanın tiksintisiymiş.

Hepimiz, bir gün işimize yararla önemsemeyip, basit saydığımız hırsızlıklara, devletin her odasının ufak çetelere dönüşmesine göz yumarak, işyerlerinden kağıt, kalem, silgiyi götürenleri, cevizi çamaşır suyuyla ağartanları kanıksayarak, depremde, enkazdaki cesetlerin soyulduğunu söylediklerinde, bu ülkede “her şey yapılır” diye şaşırmayarak, ahlaksızlığın, yağmalamanın sürmesine izin verdiğimizi bilerek yaşıyoruz.

Yoksulluğun, güvencesizliğin, cahilliğin, trajedilerin kıskacında, birilerine feda edilecek ömürleri, “vatan” adına kendi istekleri, düşünceleri doğrultusunda biçimlendirenler, bacağımın diyeti iş, emeklilik hakkının benliğimde açtığı yarayı, “şükür “ duaları ve minnetle, herkesin yaptığını yapıp, “vatan sağ olsun”la kapatmamı beklerken, ben, yarım kalan düşlerim ve gençliğimle erken vedalaşmanın yasında, ruhumun başa çıkamadığım çelişkileriyle, unutmayı beceremiyorum. Keşke, “alın yazısıdır”la teselli bulabilseydim.

Ah, Ülkede ki koşulların yazgınızı çizeceğini, yönlendireceğini hesaplamayacak, kuralsız, renkli yaşamı planlayacak toyluğumla, körlüğümde nasıl biçare, nasıl da küçücükmüşüm. Gel-gitlerim, uyuşturulsam da hayata dönememem; bağımsızlık savaşında değil, bacağımı vatanımda kaybetme gerçeğiyle, mahşere taşıyacak şahitliklerimizin, saklayacak sırlarımızın olmasındandır.

Çevrenizdekilerle, “çalışmak, iyi bir şey olsaydı üstüne para vermezlerdi”yle dalgadayken, sohbetlerde “hele, askerliğini tamamla da”yı konuşanların, müstehzi bakışları, zevklenmeleri, önünüzde uzun yıllar varken, olgunlaşmanın niye marifet sayılacağıyla ilgilenmeyeceksinizdir.

Babanızın, diğerlerinin “ Oğlum, askerliğin, mantığı mantıksızlıktır. Günde on posta ayakkabısını boyattırana, düzenle yerleştirdiğin battaniyeleri bozarak yeniden katlamanı emredene de, kızsan da belli etmeyeceksin. Hanımları da “önemlilerin” sekreterleri gibi mevkii ve rütbeyi kendilerininmişçesine sahiplendiklerinden komutandırlar. Bir keresinde, komutan yanlış yazdığım cümle yüzünden evrakı geri göndermişti. Düzletmeyi yaptım, kağıdı da yırtarak çöpe fırlattım. İnanmayacaksın, “ne bileyim neresi düzeltildi, evrakı getir” demez mi ? Puzelle’ı daha kolay yerleştirirsin, harfleri güç bela bantlayarak birleştirdim, sinirden ağlayacak haldeydim. Ya,….” diye başladıkları anılarında, dayağı, küfürü, tacizi dinlerken, sevgiye ait davranışların, hoş görünün eksikliğinin nedenini, askerliğinizde bulacaksınızdır.

Gücü, disiplini tekme, tokat, bağırma sananlara, övgüler yağdırılan “erkeklik gururunu” çiğneyenlere karşı susarken, yetiştiğiniz değerlerle, “askerliğin” çatışmasını illiklerinizde duyacaksınızdır. Artık, “geçerli, akredite, özlenen ve istenen” vatandaşlığın ebedi itaatkârlıktan, dövülseniz, horlansanız da hak ettiğinizi düşünmenizden, varlığınızın devletin dolayısıyla onu temsil edenlerin varlığının yanında ifadesizliğinizden geçtiğini kavramışsınızdır. Askerliğiniz, “emre itaatsizlikten” uzayacağından, “bir yerde herkes aynı şeyi düşünüyorsa, orada kimse bir şey düşünmüyordur”u seslendiremeyecek, “Kürtçe konuşmalarını yasakladık, yoksa Türkçe’yi öğrenemezler” diyene, “ İngilizce için Türkçe’ yi mi yasaklamak gerekir” diyemiyeceksinizdir. “ Allah, başımızdan eksik etmesinle”, “hiçliğini” ispatlayanları da eleştirmeyeceksinizdir.

Tek kârınız çözdüğünüz zihniyettir. İçinde bulunduğunuz yapıyı, yargılamaya kalkışın, yanıt hazırdır ”zaafları göstermenin sırası mı, devlet , kurum, dernek…” zarar görür. Devam ederseniz, gözdağı “ vatan haini, terörist, beş para etmez” terimlerini sıralarlar. Zaafların çokluğundan bitap; söyleyecek, yazacak ve düşüneceklerinizle damgalanacağınız Ülkede, tüm yöntemler denenerek, vazgeçinceye kadar peşinizi bırakmayacaklardır. Zarar görenin; dokunulamaz, ulaşılmaz kılıfıyla korkutulduğunuz devlet, kurum değil, “yapının” değişmemesinin karşılığı “rantı” aralarında parselleyenler, geleceklerini birilerine sığınarak sağlamlaştıranlar, yani “zarar görür”ü dillendirenlerin asıl zarar görecekler olduğunu nihayet keşfedersiniz.

Biliyor musun, kimse bir başkasının gerçeğini yaşayamaz. Beni, anladığını iddia edenler, boyumu aşan bunalımlardan neden kurtulamadığımı, öldürmeme rağmen kendimi kirlenmiş hissettiğimi de anlamışlar mıdır ? Red etme şansınızın olmadığı yaptıklarımız, kahırın dışında hayata dair ne kazandırdı ? Onca sene geçti, hâla aynı şeyler tekrarlanıyor, her cenazeyle, mayınla, bir parçanız yeniden ölüyor, hep , “ölüme tutkunlar” kazanıyor, çekilen acılar “İnsan özgür olmaya tutsaktır”ın genelleştiği, çirkinliklerin kaybolduğu ortamı yaratmıyor, hesaplaşmalar bitmiyorsa, işte o zaman, sorumluları arar, amacı sorgular, Vatanla birlikte sağ olmamızın, hepimize yetecek ucsuz bucaksız topraklarda, kimlere dokunduğunu, kızdırdığını düşünürsünüz.

Ve her kaybedişle öğrenirsiniz ki ; devletin, hırsa, hukuksuzluğa, kine kurban edilmeyecek ciddiyetini, “koruma refleksi”ni çetelere ihaleyle yamayarak, “vizyonunu, stratejisini, öngörüsünü” itham ettikleriyle aynı tarzda kullanıp, düşünsel eksikliklerini, seviyesizlikle “onlar da yapıyor”la yasallaştırıp, usulsüzlüklerin zeminini hazırlayarak, bütün kesimlerle kavgalı, kimsenin kimseye güvenmediği, kuşkulandığı mekanizmayı dayatmışlardır.

Otorite, yönetme, hüküm verme, rantı yitirme ihtimali erdemlileri bile canavarlaştırırken, engel teşkil edeceğini “var sayacakları “herkes” düşmandır ve kesinlikle ortadan kaldırılmalıdır mantığıyla ölüm , yaşam iç içe geçirilerek, vicdanı, merhameti kuytulara gömmüşlerdir.

Deneyimlerle “olağanüstü dönem, olağanüstü servettir”i bildiklerinden, faili belli ama meçhul cinayetlerle, bir bölgenin “vukuatlı” ilanıyla, devlet’i “bölünsüne” araç haline getirmekten çekinmeyeceklerdir.
Akil, medeni, “devleti” önleyerek ; farklıkları, kültürleri, inanışları ön yargıların cenderesiyle sarmalayıp, dün “komünistleri “ bugün, “ Kürtleri” yarın, “yeni bir ikameyi”le, “bataklığa atılan taşın, halka oluşturmadığını” da kanıtlayacaklardı.

Ört basa yönelik yayınlarla, suça ortaklığı yeğleyip, işkenceyi, ihlali “özünden çok sevenleri”, içlerine sindirip destekleyenler de, yürekleri kavrulmadığından; dört bir yanında ki mezar taşlarının soğukluğunda evlatlarının sıcaklığını arayanların, nutuklar, sloganlar dindiğinde “yavrum, yeter” inleyişinde ki isyanı fark etmeyeceklerdir.

Oysa, “Dünyada gurur duyabileceği hiçbir şeyi olmayan zavallı bir adam, son çareye, ait olmakla gurur duyduğu ulusa uzatır elini.Burada kendine gelir ve artık şükran içinde ulusa özgü tüm hataları ve aptallıkları, dişiyle tırnağıyla savunmaya hazırdır”ı yazabilenler, tarihlerini kahramanlık ve yenilmezlik marşları, methiyelerle süsleselerdi, ihtiras, vahşet ve günahlarıyla yüzleşmekten kaçınsalardı, “insanlığa, vatandaşlarına ” borçlarını ödeyebilirler miydi ?

Geçmişin ayak izlerini takip, enerjilerini, yeteneklerini yoğunlaştırdıkları şeyler, az gelişmişliğimizi engellemezken, hışımlarından kendilerini koruyamayanların sadece, “vatan” kadar sevilmeyi, şefkati, ihtimamı özlediklerine inansalar, kafalarında ki halüsülasyonlar, şüpheler, düşünceler gerçekle bağdaşmayacağından, belki “Paris Yanıyor”la dışlananlara gösterdikleri hoşgörüyü “değer mi”yle pekiştirip yaşamı, kardeşliği, barışı savunabilirlerdi.

Bu ülke, cevaplanmayan soruların gölgesinde, hiç uğruna, heba edilen, harcanan kuşaklarıya anılırken, vicdanların suskunluğunda, kimin umurundadır bacağım, hayatını mahvetmeyeyim diye terk ettiğim sevdam. “Vaktidir, / Mevsim değişsin, / Beni acıtan bahar, / Beklesin. / Bu Şehir, / Bu Ankara, / Hep ben yokken, / Vurur beni. / Sokaklarında seyre dalmam artık, / Gece Işıltılarını. / Başka gökyüzü buldum, / Sana da , bana da./”yı tamamlayamadan, “ne Diyarbekir anladı beni……”

Gülsen FEROĞLU
25.12.2005

You may also like

Yorum Bırak