Düştüğüm Yerde Derman Sendedir

Gülsen Feroğlu

Soy ağaçlarında iktidarlarda yer almadıklarından Osmanlı paşası, büyük devlet adamının bulunmadığı, Atatürk’le, Hz.Ali’nin fotoğraflarının yan yana asıldığı, Hacı Bektaşi Veli’nin “eline, beline, diline sadık ol” deyişinin tekrarlandığı, asırlar önce Hz. Muhammed’in vefatıyla başlayan, Hz.Ali’nin öldürülmesiyle süren, Kerbela’nın, Pir Sultan’nın, isyanların, “sermayeleri dertlerin, servetleri ah’ın” ama hep yenilgilerle dolu tarihlerinin kuşatan kuşağa anlatıldığı evlerde büyüyeceklerdi.

İlk “Fatma anamız, yetiş ya Ali, elimde yok ki Zülfikar” cümlelerini duyacak, “deniz derya dolu iken su içemeden öldüler”i dinleyeceklerdi. Oyunlarını yarıda bırakıp kapılarını yumruklayacak , “ne oldu” paniğindeki annelerine soracakları “pis Kızılbaş ne demek, Müslüman değil miyiz ?” sorusunun, “asıl biz Müslüman’ız ehlibeyt’iz” cevabıyla, “ehlibeyt”i anlamlandırmaya çalışırken, yaşadıkları Ülkede hiç değişmeyecek aynı sorularla karşılaşacaklarını o an fark etmeyecek, Hz.Ali’nin himmetine her zaman ihtiyaç duyacaklarını, sığınacaklarınıysa sonraları kavrayacaklardı.

Akrabalarını depremde kaybeden ebeveynleri kederdeyken “dinsizlerin evlerini Allah başlarına yıktı” haykırmasının incittiği yürekleriyle, Allah’ın kullarını sevmeyecekse “niye” dünyaya getirdiğini düşünecek, gazaptan ürkeceklerdi. Anadolu’da, Ramazan’da perdeleri kapalı odalarda yiyecek, akranlarının sorarlarsa ki soracaklardı “oruçluysan dilini göster”, “eşhedü”nü getir sınamaları, “%99’u Müslüman” toplumda “Müslüman’sanız gereklerini yapınla” karşılaşacaklardı.Yas ayı Muharrem’de televizyonlarda, gazetelerde sahur, iftar saatleri, sofraları, eğlence programları da olmayacaktı.Kurban bayramında komşularına verdikleri etleri çöpte görecek, misafirliğe gelmemelerine alışacaklardı.

Çektikleri çileleri yansıtacakları türkülerini ozanları seslendirecek, “Ali sevilmez mi hey dost, delimisin sen”le farklılıklarını vurgularken, özlemlerini “başka tabipler istemem, dermanımı bilen gelsin”le dillendireceklerdi. İftiralar, söylentiler peşlerini bırakmayacak, üniversite koridorlarında “mum söndürüyormuşsunuz”u , arkalarını döndüklerindeyse “ biliyor musun Alevi” yi işitecek, illa dostlarının gülü bir kez de olsa “onları” yaralayacaktı. İşyerlerinde, devlette sicillerine solcu, alevi notu birlikte düşülürken, üst düzey kademelere yükseltilmeyecek, “ yaşanası Ülke ” uğruna gençlerini yitirecek, sürülecek, yoksullukla savaşacaklardı.

Öylesine görmezden gelineceklerdi ki, nüfusun kaçını oluşturduklarına dair hiç bir istatistiksel rakama rastlanmayacak, sanayide, askeri- sivil bürokraside, siyasette, medyada parmakla gösterilecek, uyumlu, derin bağlantılı birinin Aleviliği temsilde eşitliğinin örneği sayılacaktı.Yoğun asimilasyon altında kurtuluşu çoğunlukla aynı davranıp, gizlenerek, camiye gitmekte, oruç tutmakta bulanları da olacaktı.

Ulusal kurtuluş savaşına desteklerini resmi tarih yazmayacak, o güne değin bilinçli yürütülen baskıların sonlanacağına, özgürleşeceklerine güvenecekleri Cumhuriyet’te, dergahlarını ziyaretiyle yıllara sirayet edecek duygusallıkla kilitlenecekleri, minnet duyacakları Atatürk’ün yaşam anlayışı, batılı değerleriyle örtüşeceklerdi.

Hapsedildikleri kırlardan kasabalara, kentlere yönelirken, ticari faaliyetlerden uzak bırakılmaları, sermayeden yoksunlukları sonucu yeni yönetimde korunmanın, yer ve meslek edinmenin, geçinecek gelire ulaşmanın yolunun bilimden geçtiğine inanarak eğitimi, kültürü önemseyeceklerdi.

Devrimlerle, yönetim, hukuk, eğitim, giyim, kuşam vb. şeriat’tan soyutlanırken, din tercihi Sünnilikten, etnik köken de Türk’lükten yana yapılarak “kaynaşmış, imtiyazsız bir ulus” yaratma hedeflenecek, vatandaşlarına eşit tavırla yükümlüler, çoğunluğu karşılarına almaktan çekineceklerinden, hedefe ulaşmada engel teşkil edeceğini düşündükleri unsurları “yok” sayacaklarından, başlangıçtaki ihtimam, itibar yerini bu defa da “Sünni”lik ve “Türk”lük temelinde ağır baskılara, haksızlıklara bırakacak, Aleviler, yine hayal kırıklıklarıyla baş başa kalacaklardı.

Evleri x’la işaretlenecek, toplu katledilecek, devletin, kameraların önünde, güruha müdahaleden kaçınılarak 20. yüzyılda onlar yakılacaktı. Tamamlayamayacakları yarım kalan “katiller bulunsun” sloganları atacak, hesap sormanın hiçliğinin bıktırıcılığında ölülerini gömecek, zulüme, gaddarlığa ağlayacaklardı. Katliamlar sonrası yapılan darbelerde tutuklanacak, işkencede mezhepleri sorgulanacaktı.

Devletin, Laiklik ve “dini kontrol” adına okullar açacağı, imamlara maaş ödeyeceği, uzun yıllar mezheplerinin yer almadığı din derslerine, kitaplarına katlanacakları, yerleşim yerlerine cami yapılmasına, ibadethanelerinin açılmamasına, vergileriyle beslenen diyanetten pay almamalarına ses çıkaramayacakları, kimliklerini sakladıkları, horlandıkları, nemalanmadıkları, farklı kültürlerin, inanışların yok edilmesine yönelik inkarcı zihniyetle ayakta tutulacak yapıda, misyonları hak istememekle sınırlandırılacaktı.

Ülkede kavramların içeriğiyle uygulama arasındaki kargaşada, Laiklik yasalar güvencesinde Sünni mezhebin hükümranlığında biçimlendirildiğinden Aleviler, Sünniliğin güçlenmesinin “laik” adına payandalığına zorlanacaklardı. Kapalı kapılar ardında “laikliğin bekçileri, şeriat’a engel” tanımlanması genel yargıyken, ( bu referansın getirdiği hoş görü, etnik kökeni farklı Alevilerin korunma güdüsüyle mezheplerini öne çıkarmalarının da nedeniydi) Laiklik yalnızca onların sorunuymuşçasına, “şeriat gelirse” propagandasıyla ki gelirse yaşamlarının alt üst olacağı olaylar sıralanarak hatırlatılacaktı.

Bir nebze de olsa nefes alabildiklerinden hassasiyetle bağlanacakları “ Cumhuriyet”te, otoriter, baskıcı sistemin devamından “yana”lığı kara sevdaya dönüştüren güçlerce, onca felaket yaratılarak amaçlanan, “istenen vatandaş” kategorisinin koşulu itaatkarlık, sus payı “ yaşıyorsunuz ya, geçmiş yönetimleri unutma“ duygusu yerleştirilecek, korkutulacak, “asli unsurken” katledilmelerinde ki muğlaklık sırla kaplanacak, sahiplenilmedikleri yapının sürdürülmesine yardımcılıkları sağlanacaktı.

Değerleriyle uyuşmadıkları, bağnaz, muhafazakar partilere mesafeli duruşları, “kime oy verelim, güvenelim, diğerlerine mi“ alternatifsizliğinde, iktidarlarında talepleri için en ufak bir çaba görmedikleri, yakıldıkları, ilkelerine, yaşam felsefelerine yakın sosyal demokrat partilere, eleştirseler de son tahlilde artık gelenekselleşen “Atatürk’ün partisine” alışkanlığıyla oy vereceklerdi.Siyasetle aktif ilgilendiklerinden , diğerlerinin değil de “onların” partisine üye olmalarını sindiremeyen Genel Başkanın “Sünni ve Türk” il başkanı müjdesini kutsayacak, hesap vermeyenlerin “onursal”lıkla ödüllendirilmesini izleyecek, hafifletici “derin” bahanelerle aklayacaklardı.

Sistemle, sosyal demokratlarla aralarında ki mazoşist, tutkulu “hem severim, hem döverim, nasılsa gidecek yerleri yok, mecburlar” ilişkisi tutuculuğa, hazır oy deposuna dönüşürken, “Cumhuriyet”in demokrasiyle çatıştırılacağı dönemlerde, “kutsal devletçe” demokrasinin itilmesini alkışlamaları, “Aleviler Türk’tür” propagandasıyla da yol ayrımındaki Ülkede “ulusalcılığa” sarılmaları beklenecekti. Hep yaptıklarını yapıp, “kederde, kıvançta, paylaşımda” değil, her türlü olanağı sunarak palazlandırdıkları laiklik karşıtlarıyla girişecekleri hesaplaşmada, doğal ittifakları Alevileri, tehlikenin bertarafından sonra yine bir kenara atacak, yeni bir hesaplaşmaya kadar “yedek güçde” tutacaklardı.

İslam dışı, içi tartışmalarında dahi ortak görüş, bütünlük sergileyemeyen derneklerde, vakıflarda, örgütlenen
Aleviler, istemlerini seslendirdiklerindeyse süre giden koyu şovenizmin sorumlularınca “evrensellik, önce insan” ajitasyonu altında, mezhep şovenizmiyle suçlanacak, savundukları ama asla uygulanmayan çağdaş ilkeleriyle vurularak, geçmişi, tabuları yargılamalarına fırsat verilmeyecekti. Her kesimin “bizimkileri “ olacak, “Alevilerin” ki yasaklanacaktı. Çünkü, farklılıklara tahammülü zaaf olarak gören bakış açısı, belleklerin unutkanlığa yenildiğini bildiğinden, eğer “kendilerinden” değilsen kardeşliği, eşitliği ve özgürlüğü “sözde” kullanarak, demokrasinin yeşermesini önleyecekti.

Uluslararası hukuk normlarına ve sözlükte “Azınlık: bir toplulukta herhangi bir nitelik bakımından ayrı ve ötekilerden sayıca az olanlar, ekalliyet, çoğunluk karşıtı “ açıklamasına rağmen, AB ilerleme raporunda ki “Müslüman Azınlık” ifadesine, çoğunluktan farklı ibadetlerini, kültürlerini, özgürlüklerini kullanmak için yaptıkları mücadeleyi, yaşananları görmezden gelerek, önce onların temsilcileri karşı çıkacaktı.

Oysa, tahlillere, araştırmalara, kanıtlamalara dahi gerek kalmadan, karşılaştıkları “niye, neden” soruları, yükselen anıt mezarlar, “azınlık”larının göstergesiydi. Azınlık, Ülkede övünülecek, yeğlenecek konum olmadığı gibi, damgalanmayı, saldırıları, uzun ve çetrefili dönemi göze almayı gerektirecek olguydu. Bu nedenle, Onlar, ancak, bir yerlerde yazılan senaryolarda biçilen rolün, yıllardır değiştiremedikleri gerçeklerin ışığında, soğukkanlılık, akılcılık ve bilimsellikle değerlendirilmesini yapabildikleri taktirde, gelecekte ki vizyonlarını kendileri belirleyebilirlerdi.

Yoksa, tüm bireylerin, toplulukların insan hak ve özgürlüklerine sahip olduğu, nefret yerine sevginin baş tacı edildiği, hukukun egemenliğinde şeffaf, katılımcı, çoğulcu, yapı oluşturulamadığı sürece, onlara “incinsen de incitme” denilecek, onlarsa “dünya gözümde Kerbeladır’ı, hesabım kalsın mahşere’yi” söylemeye, “davalarını hiçliğe yerleştirmeye ” devam edeceklerdi.

Gülsen FEROĞLU
15.11.2005

You may also like

Yorum Bırak