Oysa ne Çok Sevmiştiniz Katilleri

Gülsen Feroğlu

Eşlik etmek istedim BİRİNİN o şarkısına… içimde ukde kalmış ezilenlerin gülümsediği bir türküydü devrim…vazgeçtim. Belki de; 365’in her bir gününün 12 Mart 1972’den 12 Eylül 1980’ne kadar katledilmiş 5 bin 800 kişiden birinin ölüm yıldönümüne denkliğini; birbirine öldüresiye öfkeli solcu, sağcı 16, 17, 18, 20, 26 yaşında öldürülen nice Mehmet Önderlerin, liseli Nejat Gökpınarların, Coşkun Erdağların bedenlerinin toprakta buluştuğu gerçeğini “acaba”sız bildiğinizdendir; BİRİNİN o şarkısına eşlik etmek istemeyişiniz.

Şarkıya eşlikliğinize; sokakta, parkta, okul, yurt, durak önlerinde bir elin üstüne sıktığı silahtan fırlayan kalbine, boğazına, ciğerine isabet ettiğinde mermi, kesik bir “ahhh” sesiyle yere kapaklanan, ellerini karnına bastırırken “vuruldum” diyen binlerce gencin; geceye, şafağına sığdırılmış ölümlerine Tanıklığınız da engeldir.

Çok değil bundan 33 yıl önce 5 bin 800 kişi katledilir, darağaçlarında asılırken gençler; susmuş milyonların aklına gelmiş midir !!!! şarkılar, marşlar söyledikleri Gezi Parkı eylemlerinde gençlerin katledilmesine icâzeti, yıllara devreden o susuşlarının verdiği.

Akıllarına gelmediğinden, hep te ötekilere yapıldığından olsa gerek devlet terörü, kendilerini İsviçre’de, Norveç’te yaşıyor sanmışların, Ethem’in, Ali İsmail’in, …, katillerinin, suçluların elini kolunu sallaya sallaya dolaşmalarına “bu adaletsizliğe dayanamıyorumm” feryatlarını oysa ne çok sevmiştiniz “katilleri”yle yalanlayacak onlarca olay da orta yerdedir, hâlâ; faili bulunmayan binlerce faili meçhul, Roboski, Madımak oteli önünde toplanmış binler, …, ….

Üstelik Osmanlı’da Padişahın önüne atılan muhalif kellelerin yerini iki kesik başa 5 bin lira ödül veren devletle eşleşmiş Paşalardan Abdullah Alpdoğan’a sunulan, katlettikleri Dersimlilerin keşik başları önünde poz vermiş askerlerin çektiği fotoğrafların alacağı Cumhuriyet tarihi de katillerin nasıl kutsandığıyla doludur.

Tarih 1935’ler; faşizm esinli ideolojisini ‘Kemalizm’le tanımlamış devlet baş tacı edeceği medeni giyimle sınırladığı laik Türk, Sünni unsurlar dışındakileri; Kürtleri, Rumları, Alevileri, solcuları, komünistleri, İslamcıları, ateistleri, …, …, …, isyancı, bölücü, hain, dış güçlerin maşası, şeriatçı, gavur diyerek şeytanlaştıracaktı. Böylece de ötekileştirdiğine yaptığı, yapacağı katliamları, asimilasyonu, darbeleri meşru kılacaktı. Devletin, vahşetini yaptırttığı katillerin heykellerini dikmesine, caddelere isimlerini vermesine ilk önce; vals yapan şapkalı, fraklı, tuvaletli, takım elbiseli okumuşlar, modernler eyvallah diyecekti.

Eyvallahçıların 1960’larda demokrasiye geçişi egemenliklerini kaybedecekleri kaygısıyla darbeyle kesip Başbakanlarını, bakanlarını asanlara ”devrimci” övgüsü, bir sonraki darbede “üç fidanın” asılmasına onaydır da.

17 yaşındaki çocuğun asıldığı, satırlı, palalı Maraş, Çorum vari onca katliam üzerine inşa edilen 12 Eylül darbesini şu anda Mısır’dakiler gibi tankların üzerine çıkarak, öperek, alkışlarla karşılayan aynı eyvallahçıların görmedikleriyse; 45 günlük gözaltı süresinde, emniyette, sıkıyönetim komutanlıklarında hayatı karartılan yüzbinlerdi.

Darbenin “asmayalım da besleyelim mi” vecizesinde hayat bulan o hümanizminde, o hukuk parıltısında; her memlekete bir Auschwitz lazımdı netekim; Diyarbakır, Mamak cezaevi. Fişlenen 500 binden fazla insanın kayıtları saklanıyor mudur, bakıp bakıp da hey gidinin günleri neymişiz be özlemiyle kavruluyorlar mıdır hâlâ; bilinmez.

Bilinen; bilerek kangrenleştirilmiş Kürt sorununu çözmeye yeltenen Özal’ı tarikatçı, devletin temeline dinamit ‘koyuyor’la hedef tahtasına koyan eyvallahçıların, ülkeyi 50 binden fazla insanın ölümüne neden iç savaşın kıskacına attığıydı.

Öldürülünce Özal; “üç fidanı” astıran Demirel’in sosyal demokrat partinin oylarıyla Cumhurbaşkanlığına, modern, laik Türkiye’ye artık bir kadın yakışırla Çiller’in de başbakanlığa getirilmesi demokrasinin zaferiyle kutlanırken; İnönü’nün gözleri önünde Madımak yakılmış, “vatanı böldürmeyeceğiz” safsatasıyla devlet destekli çetelerin taş taş üstünde bırakmadığı “Doğu”da, resmi kimlikli katiller geceleri evleri, köyleri basmış, cinayetler işlemişlerdi.

Kahvelerde, evlerde gerillaların kulaklarından yapılı anahtarlıkları gösterip, öldürdükleri Kürt köylülerini asit kuyularına, toplu mezarlara nasıl gömdüklerini anlatan memleketin gurur kaynağı kahramanlarına “Bu ülke için kurşun atacak, kurşun yiyecek kadar şerefli”yken katil de denilemezdi ki.

Bunlar olur; taş, molotof attı, bayrak yaktı, örgüte yataklık etti diye 15,14,16 yaşındaki çocuklar, 70’lik, 80’lik nineler, dedeler hapse atılır, öldürülür; örümcek kafalı, irticacı belletilene “Türkiye İran olmayacak” heyezanları “ iyi olacak bu dincilere” keyfiyle açıktan post modern darbe tezgâhlanırken, “top on” da “TT” ; “Bir İstanbul Masalı”, “Aşkı Memnu”dur.

Atatürk’ün güvencesi, meşruiyeti altında yapılan, ülkenin soyup da soğana çevrildiği bütün darbeleri desteklemiş eyvallahçılar; burjuvazi, medya, bürokrasi, kentliler, en acısı aydınlar, sivil toplum örgütleri öyle bir huşu içindedir ki 28 Şubatta, denizin bittiğinin farkında bile değillerdir. Militarist düzeni demokrasi yutturanların denizini bitirense ötekileştirdiklerinden mütedeyyinlerin genel seçimi kazanmasıdır.

Ötekileştirmeyi iyi bildiklerinden bu defa da korkuya kapılıp “bunlar da bizi ötekileştirmesinler” sanal endişesini besleye besleye yılları kendilerine zehir ettikleri esnada mütedeyyin Başbakanın kendini ötekileştirenlerin argümanlarına, ideolojisine sarılıp “dediğim dedikliği” Gezi parkı direnişine yol açacaktı.

Sizin istediğiniz yaşam tarzı, etnik köken benim istemediğim, benim istediğimde sizin istemediğiniz olabilir, işte demokrasi bu iki farklı düşüncenin birbirine tahammülü, saygısıdır. Birinin diğerini terbiyesi değildir yerine “düşüncelerimi benimsemeyenlere ne yapılırsa yapılsın …” modunda, yıllarca, insan hakkı ihlallerine ses çıkarmayanlarla birlikte; gezi eylemlerini bazen sebepsizde nefret ettikleri hükümetten kurtulmanın yolu gördüklerinden omuzlamış eyvallahçıları bekleyen; katliamlara, katillere alıştırdıkları, alışmış bir Türkiye’ydi. O Türkiye’de demokratik protesto haklarını kullanan göstericileri TOMA’yla, gaz bombasıyla dağıtan polisin, askerin taş atanları öldürmesi, katilerinin de serbestçe dolaşması, meşruydu.

İşte gezi eylemleri sırasında yerden yere vurulan polisin şiddeti, devletin manipülasyonları, yalanları; ötekileştirilmişe 80,30, 10, 1 yıl önce, bugün hâlâ reva görülen, görülmüş, aynı polisin şiddeti, aynı devlettin manipülasyonları, yalanlarıydı. Sıkılan mermi de aynıydı ama merminin vurduğu isyancının kimliğine göre değişebilirdi meşruluk, değil mi?

Velhasıl, eğer onlarca Ali İsmail (19) Korkmaz’ın, Medeni (17) Yıldırım’ın, Uğur (12 ) Kaymaz’ın, Erkan (13) Encü’nün katillerinin peşinde sabah, öğle, akşam sonra yine sabah, yine öğle, yine akşam oluyorsa bu ülkede; bunun sorumlusu sadece devlet değil, hukuksuzluğuna tepkisiz kalan herkestir. Menderes’in, Deniz’in, Erdal’ın, Uğur’un, Ali İsmail’in, Medeni’nin fotoğraflarında bir sitem varsa, o sitem de katilleri el üstünde tutan düzeni kanıksatmış herkese, hepinizedir.

Halliyle bunca olaya insan merak da ediyor; demokrasinin, AB kriterlerinin sadece ötekileştirenlere değil herkese gerekliliğinde; dedelerini katledenlerin isimlerinin verildiği caddelerde yürümek zorunda bırakılmanın, evladının, kardeşinin, yoldaşının katilleriyle, kendine işkence edenlerle aynı yerde yaşamanın ruhu nasıl alt üst ettiğini nihayet, anlayabilmişler midir eyvallahçılar?

Gün yine gündüzün mavisini akşamın lacivertine, gecenin siyahına devşirdiğinde, silinemeyen geçmiş; yüreğinizin ortasına saplatılmış hançer; 12 Eylül 1980, karşınızda gibidir. Bütün güller solar bir benim ki solmaz toyluğundaki ergenliğinizi tarumar eden o hançer çıkarıldığında hiç kapanmayacak öyle bir boşluk bırakmıştır ki asıl acıtan, asıl kanatan da o boşlukta görünen; bir şey olmamışçasına hayatına devam etmiş Özkökler, Çölaşanlar, Çetin Doğanlar, Çevik Birler, Boynerler, Koçlar, Sabancılar…, …, …, Levent Kırcalar’dır.

İnanın, kuyruklu yalanların en göz kamaştırıcısıdır “zamanla geçer”. Aldanmayın. Benzeri her olayda, her filmde, her fotoğrafta yaşanan çaresizlik ayaklandığından geçmez. GEÇMEZ. Hayatın baştan sona haksızlık olabileceği bu diyarda; öyle bir dalmışsınızdır ki Ethem’in ellerine baktığı fotoğrafına; sözler, yazılar soluklaşır. Ölgünlüğünüzde, bir an, dünya durmuştur sanki…keşke ….dursaydı da.

Gülsen FEROĞLU
26.07.2013

You may also like

Yorum Bırak