Sende, Barbie Bebeklerine anlat Yazdıklarımı

Gülsen Feroğlu
3900 görüntülenme

SENDE , Barbie bebeklerine can yayın

Üç yıl…üç yıl… ötesi bir hastaya eder gibi refakat edilecek, fani zemine  oturtulacak  hayatı; simsiyah,  yıldızsız  gecelere boyayacak bir haberin gelişi… alınışı…bir insanın öldüğünü duymak…öğrenmek; olmayan, şeytaniyken niyeyse inatla  olduğuna inanılan, belki de sanılan  büyülü, çekici, kışkırtıcı  hayatın  parlaklığını solduran, o tatlı uykuları…o hiç gerçekleşmeyeceği belli, oyalanılan hayalleri… geleceğe umudu;  saat gece yarısını vurmadan bitiren, kırdığı parçalarıyla bütünü dağıtan, ‘ben’i  geride, ölenle yaşanılan geçmişte bırakacağından bugünü, şimdiyi zora sokan…sokacak;   ölümün, kaybın aniliği.Bu vahşi… bu çirkin… bu  nefret edilesi…bu geride yalnızca ceset bırakan, ‘ben’deki  en ücra hücreyi dahi es geçmeyip,  lime lime edecek hoyratlıkta kimsenin kimseye riyakarsız, içten  yoldaş, yaren, sevgili olmadığı, olmayacağı, olunmayacağı fesatlığı  bilinmesine rağmen   kalbi, ‘ben’i hançerleyen,  ruhu, iyiliği  zehirleyen  deneyimleri tadarak, enkaza dönmekte ısrar edildiğinden,  belki de,  zihinde varlığından gerçekliği sorgulanacak  kadar karanlık, yalnızca kavramlarda yaşayan erdemli, dostça, kardeşçe ilişkiler yaşanabilirmişçesine,   varmışçasına davranmaktan vazgeçmeyen  milyonlarla   dolu, üstüne meşakkati  de kendinden menkul  bu dünyada; kırıklarını kimsenin toplama zahmetine kalkışmayacağı  acı…ölüm.. ihanetle parçalanan kalbin, ‘ben’in; insani değerlerin, hakların  kutsadığının iddia edildiği  modern toplumun  “voyeur “luğunda; yanı başındaki kimse ona; ebeveyne, evlada, kardeşe,  …, …,   dahi uzak, yabancılığın   nirvanasında;  duymak istenmediğinden  kimselerin duymadığı, duymayacağı  nafile, biçare cümlelerin  isyanındaki  acıya…demek,  an’da acı var; gün de… ay da… yılda da.Yaşam dediğin de;  azıcık neşe, bol hüzün, keder, mutluluğa, iyiliğe, aşka  yani imkansıza erişme çabasının beyhudeliğinde,  hiçlikte  sonlanacak ‘ben’i, ruhu  yetmezmişçesine, başkalarını eğlendirme için de, biteviye çırpınmanın; zihin  niyesini anlayıp, olmayacağını kavrayana  kadar  hayal edilene…istenene kavuşamamanın, iyi yaşayamamanın   yıllar geçtikçe anlaşılan  kaderi, tercihleri, hayatı   belirleyen;   doğulan  aile, coğrafya, hazır bulunan  köken, mezhep, din  vs.  olgularla, yetiştirilme koşullarını  değiştirme  gücüne sahipsizliğin; altında  boğulacakmış hissinden,  çalkantılarından, heyezanlarından  yorgun düşmüş;  kopuşlarla…kaybetmelerle  sarmalanmış  ‘ben’i baştan çıkarıp, yolunu saptırtan, eninde sonunda varılacak  gözyaşlarının sığınağı  ‘yalnızlığa’ henüz ulaşmamışken alınan inanılmaz…ani… yıkıcı… toprakla kavuşacak  yakınlıktaki   puslu bulutların getirdiği  ölüm  haberiyle, öldüğünü öğrendiğinle  birlikte kaybedilecek,  yitirilecek ‘ben’ içindeki ölmüş parça sana aittir de kimse bilmez; kimsenin bilmesi de ‘gerekmez’  varoluşsal  çıkmazda; üç yıl ‘meğer sen ! yaşadığında hayat  onca felaketine ne kadar da  tam;  ne kadar da keyifliymiş, şimdi bir parçan zamansız kesilip, koparıldığından hep eksik…hep yarım…bir boşluk; o kadar uzun süredir orada ki, tek kırıntı bile bırakmadı içimde…sensiz bu dünyada sanki hiç kimseyim… hiçim… kimim ben? bulamıyorum .Zaten  adı, konumu, temsiliyeti  fark etmez başkaları gibi, hayatın  lüzumsuz efendilerine dönüşecek anne, baba, kardeş, eş, evlat,  sevgili, arkadaş, yoldaş, patron, siyasetçi, lider vesaire, vesaire, tanıdık tanımadık kim var, kim yoksa, istisnasız, hakları varmışçasına illaki çekiştireceklerin, nefesini kestikleri  elinde kalmış,  öğretilen bir  hayattı  seninki de, benimki gibi; yaşanmışlıklarla öğrendiğimi, bildiğimi sandığım,  inandığım  her şeye  bulaştırdıklarından; yaşananlar belki  ben de, senin gibi  koca bir yalandım… yalanmışım… ‘ dövünmeleriyle geçen  üç yıl…üç yıl…  Daha  ölüm haberini almadan önce öylesine de azken, hayata dair   keyif alınan ne varsa hepsinin sonunu;  son baharı…son yazı…son kışı… son güzü… son hazanı…son kahkahayı…son neşeyi… son heyecanı, hevesi…son yürek çırpıntısını… ; yaşadığını bilmeden geçirdiğin  günden  sonra, yokluğunda  ki beşinci mevsimde değil, henüz sen yaşıyorken; hani bir elinde sigara, diğerinde bir şişe bira denize bakan kayalıkların üzerinde Cüneyt;  Munzur’un kıyısında gerilla günlüklerine dalmış Lorina’yla, Bejna; deli deli esen poyraza vurmuşlarken kendilerini, beyaz çalışma masasındaki yazıcıdan, gözümün içine baka baka arakladığın, arkasını düzeltmelerimle karaladığım müsvedde  A4 kağıda  resim yaparken ‘sen’; belki  bir gün yayınlarım diye fırsat bulabildikçe yazdığım, bilgisayarda  sen9.doc uzantılı dosyada saklı ,  roman taslağım vardı ya işte onu ben; seni kaybettikten üç yıl sonra ancak…bugün açabildim.

Bugün; düşünce dostun otuzyedi aydının yürekleri;  egemen etnik kökene, mezhebe, dine mensup olmayan azınlıktaki,  can güvenliklerinden  sorumlu vatandaşlarının katlini gelenekselleştirmiş  devlet   yetkililerinin,  dünyanın  gözü önünde canlı, canlı  kül eylenirken,  yanık kokusuna karışan göğe yükselmiş ateşin etrafında toplanmış vahşi   kabile  üyesi yamyamların   az sonra bir insan ölecekken…az sonra bir insan öldürülecekken, öldürmenin…ölümün hazzıyla, alkışlar, ıslıklar eşliğinde  atıkları  sloganlardaki coşkuda gizli,  insanın insana gaddarlığını, sevgisizliğini,  vicdansızlığını da lanetle andıracak sevmeyeceğin tarihlerin arasında yerini alacak  “Sivas Madımak  Katliamın“ın yapıldığı  Temmuz ayının ikisinin ertesi gününde, onlarca katliam,   vahşetle kabarıp taştığından  tarihi;  ölümlere, vahşete, acımasızlığa methiyeler döşemeye alışkın Türkiyelilerden ziyade, ortaçağı anımsatan insan yakma  barbarlığının bugündeki  görüntüleri karşısında donakalmış insanların gözünde Türkiye’nin sarsılan imajını koruma telaşıyla    “İnönü’ye Büyük Öfke” manşetiyle çıkacak gazetelerde  “ Sivas katliamı kurbanı  36 kişiden  20’si  için Ankara’da düzenlenen cenaze töreni siyasi  mitinge dönüştü….” İbareleriyle yer alan, paylaşmak istemedikleri  sonsuz egemenlik, güç  için katliamlar planlayan,  örgütleyen, lojistik destek  sağlayan,  gerekliliğine inandığında  sol, demokrat, sosyalist kisvesine bürünerek, alanlarda, programında  kendisini yıkacağını  haykıran en marjinal partide dahil hangi parti, hangi lider iktidara gelirse gelsin,  kulluk edeceği, darbe müptelası militarist, ırkçı  devletin;  tutuklandığın oniki Eylül öncesinde de kullanıma koyduğu “Komünistler Moskova’ya”, “Bozkurtlar burada, çakallar nerede?“, “Biz, biz, biz; Mustafa Kemal’in askerleriyiz ”, “Allahü Ekber,Tekbir” yanına eklediği ; dört  yıl sonra bindokuzyuzdoksanyedinin  yirmisekiz Şubatında, hep  olageldiği üzere yine laiklere   destekleteceği  darbe öncesi “ Türkiye İran olmayacak”,” Mollalar İran’a” sloganlarıyla  budayacakları kesimi ifşa ettirdiklerini   yıllar yıllar sonra fark ettiğin, içine dumandan boğulmuş,  yer  yer  yanmış  bedenlerinin konduğu, üzerine bayrak örtülü tabutların  arkasından Dikmen caddesinden Meclis’e doğru binlerle yürüdüğün Temmuzun altısındaki cenaze töreninde;   iyiliğin, vicdanın, iyi niyetin, naifliğin, zeka ve estetiğin  dışa vurumunu   edebiyat, resim, müzik,  sinemayı kullanarak  etrafındakilere yardım ederek, saygılı davranarak, yaşlı birini ziyaret ederek  gösterme imkanını bulursun ya,   susarsın… susarsın da hani,  sonra bir gün  beraberinde  toplumda, işyerinde, ailede, evde, mensubu olduğun grupta, cemiyette, kökende, mezhepte ve  dünyada; katlanmak zorunda bırakıldığın dışlanmışlığa, uğradığın haksızlıklara,   küçümseyiciliklere,  hor görmelere duyduğun tiksintiyi;  emeğine el koymasına, sayende zenginleşmesine  rağmen  kölesinden sürekli minnet bekleyen  efendilere, patronlara kinini  ‘yeter artık, dayanamıyorum, ne olacaksa olsun’ ruh halinde,  yüzlerine haykırmayı, başkaldırmayı  sağlayan bir olayın, bir sebebin  o güne değin söylemek isteyip söylemediklerini,  söyletecek cesareti buldurması gibi, acıdan inip kalkan, öfkeyle  kabaran  ciğerlerin, maruz kaldığın ötekileştirmelerin  birikimi   hıncını, gözyaşlarını; havaya kaldırdığın sol yumrukta  somutlaştırıp  nihayet ortalara saçmanın şaşkınlığında,  şahsında katliamın üzerina atılan sorumluluğunun  simgeleştirildiği,  törene katılan  Başbakan yardımcısı  İnönü’yü;   siyasiler, liderler, yazarlar,  çizerler, düşünürler ve  ideologlarca, ve, ve  yaratılmış, desteklenmiş   her sistemin, yönetimin; aydınlanmasını  tamamlayamadığı gelişmemiş   bir ülkede, toplulukta yer edindirilen “bizim için  devlet…bayrak…din… köken…kutsal kitap… Peygamber…ata.,.aile  kırmızı çizgidir” anlayışının kesinliğinde, asla  aşılması istenmeyen hassasiyetler…gelenekler…önyargılar  eliyle çoğaltılmış – milyonlarca insanın ölümünün, Nazi kamplarının,  işkencelerin,  savaşların   sonunda dünyaya, insanlığa zararı görüldüğünden  yerilecek olgu haline getirilmiş nefret, kin, intikam, ihanet, kötülük  duygularının dışa vurumu –  içinden çıkılmaz, keskin   ırkçılıklarını; gizleme gereği duymayan; bindokuzyüzlü yıllarda, seksenlerin  darbeci çizmesiyle içi dışına çıkarılarak   ezilmiş Tükiyelilerce ve belki  Madımak oteli önünde toplanmış  güruhca, demokrasiyi getirip, o güne dek Evren, Özal döneminde yapılan yolsuzlukların, kayırmacılığın  hesabını soracağına inandırıldıklarından, iktidara taşıdıkları liderlerin, partilerin icraatlarıyla, yine ve illa ki kıracakları büyük  umutlar,  büyük  coşkuyla  desteklenmiş Başbakanlığını,  iki yüzlülüğün  mabedi taşranın ‘nerden ? kimden ? ne koparsam kar’ kurnazlarından  Demirel’in yaptığı  DYP- SODEP (SHP)  koalisyonu zamanında, 1991’li  yıllarda, daha yeni, yeni kullanılmaya başlanan internette,  Messengerda ki  kısa  mesajlaşmalarda ‘yeter ki insan olsun, din, mezhep, etnik köken önemli değil’ paylaşımlarının  altına yazılan   “kaçak elektik kullanımı Doğu da, Güneydoğu da had safhada, bu Kürtler yok mu , her şey bedava olsun isterler”,  “ Ermeni piçi” , “Türklüğünle, atanla, dininle öğün” , “dünyanın başına  bela Yahudiler”  yorumlarıyla da besleyenleri – şimdiye, yarına  faydasını da  atlamadan– ifşa ettiğine inanılacak saflıkta; ergenlerin elindeyken birden  altmışbeş yaşındakilerin  istilasına uğramış; kimin söylediği yazdığı muamma kalacağından, yapılan hata, yanlışlık da düzeltilmeyeceğinden,  genellikle de söylemeyen, yazmayan birinin söylediği yazdığıymışçasına ona mal edilerek  şöhret  kazandırılacak ve neden ve kim için ve  kim görsün diye yapıyorlar’  anlamı verilemeyen  ‘ sen benimkine, ben seninkine like atalım,  o hımbıl x’inkini de dislike’layalım ’ danışıklı dövüşte Twitter, Facebook  piyasasına sürülen    sadece beğenilen bir söz öbeği  kalmış, kalacak  aforizmaların en bilineni; her ne kadar   hoşgörülü  çağrı  görünse de farklıları bir yerde toplama çabasında, farklının  farklılığını gül dokunuşuyla  vurguladığından incittiğinin ayrımına varılmasa da  derin  ayrımcılık, ötekileştirme taşıdığı hissedilen  Mevlana’ nın “ne olursan ol gel  yine gel”inin  dolaşıma sokulmasının manasızlığını; dünyanın en tehlikeli silahı haline gelebileceğini dört gün önce kanıtlanmış,  aynı havayı soluduğunuza, aynı toprakta yaşadığınıza lanet edip, utandığınız; en derinlerine ekilmiş  faşizm odaklı varlığını hep sürdüren, sürdürecek  cahilliğini kutsamaktan da  geri kalmayan  yamyamcı, vahşi  kalabalığın  karşısında   medeniliği anda tartışılamaz  kalabalıkla  birlikte yuhlayıp,  çocukluktan  itibaren hayatın bir anında,  illa ki bir katliama şahitlik edildiğinden ; asırdır  tek farkı ismi  değişmiş  Başbakanlarına, liderlerine göre öznesi değişen   defalarca  atılmış  “katil İktidar…katil; …, Erim.., …, Evren, …, Demirel…, …, ”   sloganını  “katil İnönü”yle    tekrarlarken; dünyanın herhangi bir yerinde  bombalı saldırılarda, katliamlarda, faili meçhul cinayetlerde, savaşlarda, polis, erkek şiddetinde öldürülen tanımadığınız, karşılıklı bir bardak çay içip sohbet etmediğiniz, genellikle de yaşadığı memleketin azınlığının,  göçmenlerinin  (Martin Luther King, George Floyd ) başlarına getirilenlere  duyulan  üzüntünün,  düzenlenecek gösterilerle verilen tepkilerinin nedeni;  olayın mağduru  azınlıktan, düşünceden, gruptan, mezhepten, kökenden  olunmasından kaynaklı, maruz kalınan  öldürülmeli vahşetin  o aidiyet yüzünden  gelip   sizi bulmasıyla; ecel vakti denilen yaşlılığa varmadan hayatını kaybetme ihtimalinin varlığını hep korumasının gerçekliğinde, katılınan   tören, gösteri  sonrasında o katliam,  o mağduriyet  için sokaklara dökülen, gözyaşı döken kişi  değilmişçesine;  mağdurların  neler yaşadıklarını ,  mağduriyetlerinin  giderilmesine yönelik neler yapıldığını, hangi yasaların çıkarıldığını   merak etmeyip, takipçiliğini de   miting, gösteri, panel, oturum  alanında bırakarak, içindeki öfkeyi, nefreti  kusmanın rahatlattığı benlikleriyle   evine dönen protestocular, muhalifler gibi   sende akşam ‘ daha kalabalık olur sanmıştım ama nerde ? oysa şöyle bir milyon insan toplansaydı, hep bir ağızdan haykırsalardı  gericiliğe, barbarlığa,  şeriata hayır ! …eşit yurttaşlık diye  bak bakalım ! bir daha insan öldürmeye, yakmaya  kalkışılır mıydı? İnönü’ye ne demeli? hiç sorumluluğu yokmuşçasına,  utanmadan kalkmış, gelmiş  törene, suç mahalline dönen katiller gibi. İyi oldu yuhalanması, az bile yapıldı… yahu sen başbakan yardımcısısın nasıl emir veremezsin Vali’ye,  Jandarma Komutanına…nasıl emrini dinlemezler.Sözün, emrin geçmiyorsa  o koltukta niye  oturuyorsun, ne işin var ?Ama biz Aleviler, hep yalnızdık değil mi? Kaç siyasi katıldı, neredeydi Demirel?Niye katılsınlar ki  cenaze törenimize. Onlara göre bir şey yok  bu memlekette,  canları yanmıyor nasılsa… öldürülmüyorlar.’ –‘Sosyal demokratlar  ne zaman iktidara gelse hep böyle olur Aleviler, Kürtler tırpanlanır, katliama uğrar da ne olur ? Katline aşıklar, yine onlara oy verirler. İşte bu yüzden, hep çantada keklikliklerinden, hep böyle de ölecek, öldürülecekler’ – ‘ kızım,  kızım Sivas, koca Pir Sultanı astı, ne beklenir onlardan’   konuşmalarıyla,  ana haber bülteninde katıldıkları  cenaze törenini ya da  mitingi  seyrettiklerinde televizyon  ekranında,  katledilmiş  evlatlarının fotoğrafını taşıyan  anneyi  görünce  ‘vah… vah, vah ananız öleydi sizin, bir değil iki yavrusu birden gitmiş. Yasemin, Asuman;  ne yandım ben, ne yandım  bu iki kız kardeşe. Allahım kimselere verme bu acıyı’yla gözyaşlarını tutamayan  dünde, devrim, sosyalizm, özgürlük, eşitlik,  komünizm uğruna mücadele edenlerle,  karşıtı devlet, beka, milliyetçilik mücadelesine girişenlerin  gözünde; ölüm yoldaş, ülküdaş  kılındığından kavga, çatışma, savaş ve mitinglerde;  bir yoldaşın…bir ülküdaşın   öldürülerek hayatından edilmesi  ‘ölen ölür,  kalan sağlarla kavgaya  devam’la normalleştirildiğinden; o  mücadelelerin  dışında akrabalarının, tanıdıklarının ya da  adını sanını bilmediklerinin, tanımadıklarının  hayatın rutini bozan  deprem, sel, çığ,  trafik, iş, tren, uçak  kazasında, ölümcül bir hastalıkta,  operasyonda, savaşta ki trajik  ölümünü, intiharını  gazetelerde, şimdiki zamanın  gözdesi  sosyal medya da  okuduklarında, duyduklarında, TV’de  izlediklerinde  ‘nasıl üzüldüm anlatamam, yüzü gözümün önünden gitmiyor…ne kadar da genç, güzelmiş, çok ağladım. ‘ –‘Koca bir aile yok oldu gitti; emniyet kemeri tak be adam ! bu ne hız, kaç kişinin hayatına mal oldu sarhoş araba kullanman.’ –‘İnsanın başına ne geleceği,  ne olacağı belli değil dün malı, mülkü, ailesi vardı bugün deprem, sel evsiz, kimsesiz, mülksüz bıraktı .’ –‘Kim bilir ne derdi vardı da intihar etti….’ –‘Bu gece hiç uyuyamadım üzüntüden, kahroldum , annesi babası…”  hissiyatında,  anlık olmasa da ki,  genellikle  anlıktır,  haftalık…aylık matem, üzüntü; bir iki saat bilemedin bir, iki gün  çoğu zaman ölenin toprağa verilişinden sonra yerini hayatın akışı  da gerektirdiğinden,  rutinine, dinginliğe terk ettiğinde; yaşadığı mekanda kullandığı her şey; elbiseleri, ayakkabıları, kitapları, cep telefonu, tableti,  yatağı, su içtiği bardağı, açtığı buzdolabı, radyo,  televizyon, dolap  yerli yerinde duruyorken, hayatını paylaşanları geçmişe kelepçeleyerek müebbette  mahkumlayacak, en ufak bir şeyin, bir su sesinin,  bir kahvenin, bir çiçeğin, bir parfümün kokusunun  çağrışımıyla saldırıya geçecek anıların; dünde yaşananları, geçmişi bugüne taşımasıyla, hissedilen özlemin, çaresizliğin;  her gün duyulan  ‘ haydi ama çık banyodan geç kaldım okula, işe, servise’; ‘kahvaltı yapmayacağım, yolda bir simit alırım’ ;‘çıkıyorum ben, geç kaldım’ ; ‘bugün börek yapsan… ‘ ;‘akşama bir şey istiyor musun’ ; ‘ çörek yapsan’  sesini bugünde duyamamanın;  ömür boyu kullanılan  öldürmeyip süründüren  kortizonlu  ilaçların  tek çare olduğu,  iflah olmaz otoimmün, kronik bir hastalığa dönüştüreceği; yerine getirilmesi imkansız, aklı delirtecek  sıfır ihtimalli  sarılma, saçını okşama, konuşma, görme, dokunma isteğinin  “böyle yaşamaktansa, insan ölse daha iyi” dedirtecek, bir insanın varlığının yok oluşu, ölümüyle, bedende  hep  kanayacak açık bir yaranın dinmeyen  ağrısı…acısıyla ömrü  tüketmenin ne demek olduğunu;   rahatlarının bozulmasını da  geciktireceğinden  ‘ gelmek istemediyse zorlamayalım, daha acısı çok taze, elbet  geçecek.  Koca Nazım  bile  “ en fazla bir yıl sürer yirminci yüzyılda ölüm acısı” dememiş miydi ? Şimdilik ellemeyelim’ telkinleriyle, yaşanan faciayı…trajediyi bulunduğu yerde hapsederek, dışarıya yansımasını engelleme alışkanlığıyla belki   öyle görüldüğünden… öğretildiğinden… yaşandığından tahmin edemeyecek, etmeye  de kalkışmayacak; o kahrolası ölüm evlerini ziyaret etmediğinden    bilmeyecek herkes gibi sen belki bende; “katiller bulunsun, hesap sorulsun”, “ ……. unutmayacağız” sloganlarını  attırtan yaşananın…olanın   sonrasını  silmiş   hafızaya sahiplikte, hiçbir şey olmamışçasına; belki bir gün bir yerde bahsedildiğinde,  paya düştüğüne  inanılan  görevi yerine getirmenin huzuruyla  ‘aaa evet nasıl unuturum o katliamı, cenaze törenine, protesto mitingine bende katılmıştım’ la;  yaşla, genetiklikle  ilintilisiz hayatların kaybedildiği  – savaş çıkararak, darbeler, faili meçhul cinayetler düzenleyerek,  işkencelerden geçirerek ,  kadına ve çocuğa şiddette,  iş,  trafik, tren kazalarına, afetlere göz yumarak – önlenecek  ölümlere  geçit, meydan  vererek;   düşürdükleri    ateşin  yaktığı sıradan evleri,  bir anda cenaze evine dönüştürenlerin  bulunarak, cezalandırılmasının peşini bırakıp unutuşa terk etmeye de   meyilli…hazır ve  de nazır  olunduğundan;  cenaze evlerindekileri; orada, öylece acılarıyla, anılarıyla baş başa bırakmayı yadsımayan kabullenmeyle; cenaze töreni dönüşünde  okuduğun; yeniden yeniden okunacak  kendisi ve eserleri hakkında  başta Samuel Beckett  “ Proust”  Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir” le de   Alain de Botton,   düzinelerce yazının, incelemenin, araştırmanın   kaleme alınmasının nedenlerinden biri;  yaşadığı dönemde, 1800’lerde  hayatında  yer edinmiş Fransa burjuvazisine,  aristokrasine mensup dedikoduyu seven, eşcinselliklerini gizleyen,   Dreyfus davasındaki tutumları,  arzuları, hazları farklı onlarca kişiden ya da bir kaçının karmasından yarattığı yüzlerce sayfalık  romanlarının kahramanlarından her birinin – ikibinonaltı yılının Mart ayında   modacı  Fortuny’nin tasarladığı, 50’ye yakın   elbisesi,  Paris’te Palais Galleria’da sergilenen  ince belli, zarif  Greffulhe Kontesi Elizabeth ‘in    Guermantes Düşesi  Mme  Oriane’ de  yaşatması gibi– yaşayan  bir karşılığının  bulunması kadar,  uykuya geçişi otuzsekiz,   uyanma sırasında düşündüklerini, yaptıklarını   üç sayfa da  tanımladığı ;belleği yönlendiren; gündelik hayatta pek çok insanın fark edemediği, dikkate almadığı sonsuz sayıda ayrıntıyı yakalayıp; hatıraya indirgenmiş  geçmişi; şimdi ve yarının iç içeliğinde bilinç akışıyla;  her an… her hisle ilgili duygusal, gerçekçi  tespitlerini  kelimelere  döken, bugünkü yazarların  yazmayı kolaylaştıran  teknolojik olanaklarına bakıldığında, o koşullardaki çabasına, zekasına, yeteneğine müteşekkir kalınarak  hayranlık duymamanın imkansızlığında   Marcel Proust’un –takipçi sayısı  kendisini kat be kat geçmiş  kültür, turizm elçisi  Şeyma Subaşı’nda   aşkı bulacak  bir  Orhan Pamuk  nasıl herkesi demeyelim de pek çok insanı hayal kırıklığına uğratıp , pek çok kişi o ilişkiyi anlamdıramayacaksa, aynı şekilde hayatındaki kadın, erkek sevgililerden  biri olan,  fotoğrafına uzun uzun bakanın  sadece  seyretmek için yanında bulunmasını  isteyeceği yetenek ve  yakışıklıktaki besteci  Reynaldo  Hanhn dururken– romanında “Ayrıca, entelektüel ve duyarlı erkeklerin daima duyarsız ve düzeysiz kadınlara teslim olmaları, onlara bağlanmaları, sevilmedikleri ……” ifadeleriyle bahsettiği,   hayret uyandıracak,  belki de hayıflandıracak tutkulu ve  takıntılı ve uyutmayan kıskançlıklarla dolu ; aşk denilen  duygunun insanın kendi kendine yarattığı genellikle kültürüne, aklına, tahsiline,  mesleğinde ki başarısına, güzelliğine,  gıpta edilen birinin de,  kendinden  her konuda  farklı özelliklerde,  boyuna posuna yakıştırmadığında vücut bulmasının  sayısız örneklerinden, kremasız  sade  kahve kıvamındaki sevgilisi  ( hediye edilen attan düşerek aniden ölen  romanın  kahramanı  Albertine gibi) Alfred Agostinelli’ye  sevdasının; hediye ettiği   uçağın Akdenize düşmesi yüzünden aniden sonlanmasıyla   kimi zaman Marcel adlandırdığı   anlatıcının ağzından   “ıstırap , insan psikolojisine, psikoloji biliminden çok daha derinlemesine nüfuz eder… teselli bulmam için bir değil, sayısız Albertine’ni unutmam gerekirdi. Aralarından birini kaybetmiş olmanın üzüntüsüne tahammül edebilir hale geldiğimde, bir başkasıyla, onlarcasıyla aynı üzüntüyü baştan yaşamak durumundaydım “  hüzünlü satırlara özlemini,  acısını damlatmasına; görmek için can atılan  ama başta ekonomik nedenlerden dolayı   gidilemediğinden sanal  gezinme  imkanı sunan teknoloji sayesinde  Google da, web sitelerinde, gezi bloglarında tarihi, turistik yerlerinin fotoğraflarına bakmanız; saçlarınızda, yüzünüzde rüzgarın okşayışını, sokaklarındaki havayı duyumsayamadığınızdan,  konuşmalarını anlamadığınız insanların el kol hareketlerindeki  canlılığı  göremediğinizden sanki yaratığın sanallıkmışçasına  ekrandaki, yazılardaki Paris’e, Karadağlar’a, Floransa’ya dair  duygular kadar  uzak…soğuk  kayıtsızlığının;  anneanneni, dayını, amcanı onca akrabanı, yol arkadaşını, Aytül’ü , Metin’i, Fevzi’yi, Haldun’u, Can’ı hayatı paylaştığın birilerini  kaybettikten sonra  herkesin  yaşadığının  “peşinde koştuğum şey ise , Albertine’di, birlikte yaşadığımız zamandı, bilmeden izini sürdüğüm geçmişti…hatıra böyle acımasızdı işte”lerle ortaya koymasına duyarsızlığının; ‘ama abartmış’   hadsizliğinin, hafızanın neredeyse her gün dönüp, dönüp geçmişe bakışının…o günleri arayışının  nesnelerinden  ola(cak)n Marcel’in de  Albetine’in ölümü sonrası çamaşırcı kızlarla ilişkisini  öğrendiği  ‘Ahhh o sırlar’ öyle değil mi Haldun? gerek  ‘o mu ? benden hiçbir şeyini saklamaz’ yemini edilecek kadar eminlikte,  mezarına da götürse bir gün   ‘kimden çekiniyorsun, öldü o, bilsem ne olur, bilmesem, seni duymaz bile haydi’ üstelemesiyle  anlatıldığında;  vefatının sonrası da öğrendiğim, nasıl saklayabildiğine inanamadığım  –‘ yok artık bilmiyorum deme tüm Türkiye biliyor gay olduğunu, Nişantaşı’nın, Nevizade’nin, Tunalı’nın yetmedi Sakarya’nın  barları anlatsın kaldırdıklarını,  şu ünlü etçi de  sevgilisiymiş…’; ‘yetenek yoksunluğundan, parayı verene güzelliğini, vücudunu pazarlamaktan çekinmeyenlerdendi o’da herkesin yemek yiyip, yatağını paylaştığı, Kanal D’nin ….. yatağından geçtiği için o dizide rol aldı da adı   artist, sanatçıya çıktı.’;’ Başkası söylese inanmazdım ama meşhur ….. restoranın sahibi arkadaşım anlattı, o “Söylesem Olur”daki  S… var ya onunla bildiğin  para karşılığında otel odasında birlikte olmuş ’ ;‘ boşanacaktı, bıkmıştı ya terk edecekti, gidecekti buralardan, ne kadar  acı, biletini bile almıştı…’ ;’ne yeteneği?  abileri, ablaları olmasa kim gazeteci, müdür, bakan  yapardı ki onu? Ha ! şans da var tabii, bir de..’;’o makama nasıl gelindi…nasıl zenginleşildi biliriz’li, gerekse de bir gün mutlaka  gerçekleşecek herkesin herkesle bozuşmasının, küsmesinin   olmayacağı  aile üyeleri, akrabalar, dostlar arasına kara kediler, dedikodular,  nifak girdiğinde  ittifak yapılıp  iki üç kişiyle çeteleşilenlerden birinin– ki, o birileri de; içten içe sinirlendiği  tavırlarının intikamını alma, duyduğu ama   açık edemediği sinsi nefretini haykırma  fırsatını  kaçırmayan;  ilişkilerin koptuğu  güne değin  hakkınızda  söylenenleri, dedikoduları diğerleriyle  tasdikleyenledir  de– kapattığı şemsiye yüzünden her tarafınızı ıslatan yağmur damlalarını peş peşe  dökmeden, akıtmadan öncenin ritüelli  ‘senin için söylediklerini bir bilsen’–‘ aaaa ne diyebilir ki  benim için, anlatsana, korkma ! söyle zaten konuşmuyorum…’–‘belli mi olur  kardeşsiniz…akrabasınız…eski dost düşman olmaz derler, bir gün konuşursunuz, o zaman yine ben kötü olurum, yemin et öyle…’yle de  tamamlandığında   ‘ gerçi söylediklerine inanmadım ama benden hiç hoşlanmazmışsın, çağırma onu gelmesin dermişsin,  çok çıkarcı bulurmuşsun. Başkana da bütün yazışmaları ben hazırlıyorum o oturuyor diye şikayet etmişsin …’–’ ay güya  sen, Leyla’yla  her gece barlara, çoğu zamanda Tunalıdaki Cafe Bien’e takılıyor, bildiğin koca arıyormuşsunuz.Hatta olan da olmuş ….’–’ kocan aldatmış seni hem de kiminle  biliyor musun? hani evli bir arkadaşın vardı ya adınız bile aynıydı ’ –‘ var ya, senin için öyle kurnaz,   öyle kurnaz ki  numaralarıyla baş edilemez dedi.Haydi bugün dışarıda yemek yiyelim teklifini yapıp canın ne istiyorsa yiyor, hesabı da ona kilitliyormuşsun’ –‘sen ne sanıyordun? değer verip seni sevdiğini mi? arkandan idare ediyorum  maddi olarak yardımına ihtiyacım var  yoksa ne diye çekeyim o manyağı derdi senin için’  –‘biliyor musun kendisi onca erkekle yattı, kaktı kimselerin ruhu duymadı ben de tersine önüme gelene anlattım o tiyatrocu  çocuğu bile,  ne oldu adım orospuya çıktı benim…’ sırlarını  önemsememenin; ölmeden önce en son  nerelere gittiği, ne yaptığı, ne yediği, içtiği,  ne giyindiği,  son sözünün ne olduğu ? zihni sürekli meşgul ederken,  ölümün müsebbibi de şayet bir kulsa  şimdi ne yaptığına, nerde yaşadığına, akıbetinin ne olduğuna dair soruların  cevabını duymayı istemeyenlerin Ortadoğusu Türkiye’de; neredeyse bütün diktatörlerin, katliam  planlayanların, yapanların   cezalandırılmasını  geciktirmiş, engellemiş–  17 yaşında Erdal Eren’i  astırtan  Evren’i  elleri yağda, balda, kaymakta  90 yaşına kadar  yaşatan–  adaletin ilahiliği; adaletsizliği beklenirken, hayatının en kötü günü olacağından habersiz,  her yıl öldüğü tarih  yaklaştığında  geçmişi; o günü  sanki aynı  günmüşçesine,  aynı tazelikte yeniden başlatan makineli tüfekten atılıyormuşçasına acıtan hatıraların söndürdüğü  ‘ben’in iyleşmeyece(di)ğini ;  “iyileşen”nin  sadece  “zaman”lığını   ‘acıyı yaşayan  ancak böyle bir şiir  yazabilir’  sığıntın   Birhan Keskin’in;

“Ben hangi kelimeyi nereye koysam

Bir sonbahar konaklar sesimde.

Ben hangi kelimeyle girsem akşama

Ben hangi kelimeyle nereye gitsem.

Yokluğunun renginde depremler düşer boynuma….”

mısralarının yalınlığını  algılayamamanın, hayatın bir döneminde   tanık olunan (1977’nin  1 Mayıs,  Çorum, K.Maraş, Malatya, Madımak , Roboski ) onlarca katliam, cinayet, tehcir, sürgün  benzeri   sebeplerle evlatlarını, eşlerini, babalarını, annelerini, sevdiklerini kaybedenlerin,  derinliklerinde tutuşan alevi;  kökenine, mezhebine, dinine  bakılmasızın bir insanın hayatını  söndürdüğünden yaşanacak kedere,  çöküşe rağmen  ölümün  keskin bıçaklığını; Madımak  katliamında hayatını kaybedenlerin cenaze törenine katıldığın o günlerde değil de  çok sonları Albertine Kayıp’ı okuduğun da kavramanın  nedeni,    gün gelecek de ailen dahil  insanlardan uzaklaşmayı istetecek duygu patlaması yaratacak ‘ kanser olacaksın, kız kardeşin  evlenecek, bir çocuk dünyaya getirecek,  o çocuk senin  dünyan olacak   sonra Madımak katliamının gerçekleştirildiği gün   hayatını kaybedecek’ olaylarını yaşayacağını  bilmeden katıldığın cenaze töreninde yirmibirinci  yüzyılda bedenleri ‘Tekbir !…’  temposuyla yakılmış gençlerin , sanatçıların  isimleri tek tek anons edildiğinde “burada”  diye bağırdığında, bir gün aynı günün, ölüm günün olacağını  daha doğmadığından  aklının ucundan geçmesinin   imkansızlığında, meğer  o lanet…o zalim…o ihanetçi Temmuzun ikisinde;   Can…Can  ! seni,  öncesinde  Haldun’u, O’nu kaybetmediğindenmiş. Onca  kitap alışverişine, yazarlarıyla ilgili konuşmana karşın  Haldun’la   Proust hakkında  hiç sohbet etmediğinin ayrımına da vardıracak kaybedişten…kaybedişlerden  sonra;  Arkadaş  da  dahil mahalledeki D&R’da, Kızılay Konur sokaktaki  Dost, İmge  kitapevlerinde   bulamayınca mecburen ‘kadere razı’ tiplemede  boş verip,   Swann’ların Tarafı’yla başlayan Yakalanan Zamanla biten  yedi  ciltlik Kayıp Zamanın İzinde serisini beşinci sıradaki “Mahpus” hariç  tamamladıktan  epeyce  sonra  bir gün yine  Dost kitapevinde bulduğunda  “ aaa  Royale sokağı kulübünün balkonunu gösteren Tissot tablosunda ayakta duran kişi  (anında  her detayını inceleyeceğin  tabloyu Google da  aratıp, uzun uzun baktığın) Swann’mış, Bergotte ölmüş… düşes  Mme Guermantes’ın giysilerine hayran Albertine metresi olmuş …. ”  nidalarıyla bitirip, yeniden gözden geçirdiğin    Albertine Kayıp’da “Ah ! bir daha asla bir ormana adım atmayacak, ağaçların arasında gezinmeyecektim” okuduğumda  Can!  ölümün sonrası gittiğimiz parklara, gezindiğimiz sokaklara, alışveriş yaptığımız dükkanlara   sensiz gidemediğimi söylememi  anormal karşılamakla kalmayıp “aklı gitti” bakışıyla deli hissettiren    tuhaflıklar silsilesinde, yirmibir yaşındaki oğlunu kaybetmiş işyerinde ki Elmas için , üzüntüsü arşa varanlar  için bir zamanlar katıldığım  ‘ yazık, ağır geldi ölümü,   kafayı yedi sonunda’  tespitini benim için yapacak  aile efradımda, arkadaşlarımda varlığını bildiğim  baskın düşünce;  evinde bir elde kahve,  şarap, viski diğerinde kumanda  maç,   Survivor , Yasak Elma, Bay Yanlış izlemek, Facebook, Twitter, Instagram’da like  için yatağını, şortunu, göğsünü, saçını, kalçasını, kaslarını, sevgilisini sergilemek varken depresyona düşürüp, moral bozacağına inandıklarından  acısı, sorunu, derdi, tasası olanlardan uzak durma,  bir araya gelmeme istemi olduğundan; ‘şimdi işin yoksa uğraş dur, yanlış anlamayın  insan ister istemez etkileniyor, odasını, eşyalarını gördükçe üzülüyor, başıma ağrılar saplanıyor, Migrenim azıyor’la cenaze evlerinde geçirilen saatleri vaktinden, ömründen  çalan boşa geçirilmiş an sayan ahret, öbür dünyaya hazırlanmak  için dünyaya getirildiğine de  inandırılmış Müslüman Ortadoğulu toplumlarda varılmak istenen   hedef “cennet” için yapılması gerekenlerle bağdaşması olanaksız  “sen dünya mülkündesin, öyle!” yergisinin   abes kaçmayacağı ortamda; özü; acıyla, kasvetle iç içe hayattın sonu;   sadece  kavramlarda  yaşatılan (idrak ettirtecek olayları daha yaşamamışken sen,)   insanlığın varlığını; sahtekar, aldatıcı  “dostluğun”, “kardeşliğin”, ”evladın” vicdandan,  merhametten   yoksunluğunu, kendilerini ayakta tutacak  tek şeyin paranın gücü, mevki, makama sahiplik olduğunu  anladıklarından  ‘çok şükür a, o birkaç kuruş var  bankada’ yla  sevincinde eğer gidemeyecek kadar hastalarsa  ‘bak ! hepsini çekme bıkar birazını’ talimatını verdikleri  eşlerinden, evlatlarından daha çok düşkün olduklarından  bankamatik, banka gişeleri önünde saatlerce kuyrukta beklemeyi göze alarak çektikleri maaşlarını, paralarını avuçlarında pincik pincik saymaları,  yastık, çarşaf altına, gardroptaki giysilerin, kütüphanedeki kitapların arasına saklayıp ‘sende bozuk var mı ? bir kuruş lazım ekmek alacağım, ben emekli bir memurum biraz indirim yap’  dilenmeleri ‘; ‘aybaşına kadar bir tek  bu yüz lira var, ona göre harca‘yla   canlarının istediği meyveyi, sebzeyi , gıdayı almayıp ŞOK, BİM,  A101, Yunus, …,  ucuz marketlerin indirimlerini, kampanyalarını kovalayarak; seksen, doksan yaşında ne işlerine yarayacaksa  ‘Cuma günü  üç çelik tencere 200 TL’den satılacakmış , matkap gelecekmiş bana  ayırsan  ha  kızım ! be oğlum ‘; ‘ krediler ucuzlamış çekip bir ev alsak’;  ‘yazlığa pergüle yaptırsak’la  hala  ev, eşya almaya,  para biriktirmeye çalışırken ‘elden ayaktan düşsek kim bakar  biraz harcamaları kısalım’ planlamalarından geri kalmayacakları;  bükülmüş bel, kataraktlı göz, titreyen, yamuk  el,  bacaklarıyla vücuda ‘ben’e  ihanet ederek  onsekizlik delikanlı saydıran belleğin yönetiminde, gün be gün yaklaştıkları   ölümle yüzleşmeyi yaşlılıkta dahi reddederek  “sonsuza kadar yaşayacak, ölüm hiç yokmuş’lu bir  yaşam güdüsünde kendini var etmesi  değil miydi   Can ! seni kaybettiğim o sancılı günlerde , çoğu kez cenaze evlerinde suratlarına sahtelik akan üzgün  emojiler  yerleştirmiş otururlarken  akıllarından   ’Allahım çok şükür yaşıyor’u geçirerek  yakınlarının  ölmediğine  sevindiklerine inandığımdan    “gerçek acıyı  çekmeyenler tarafından yazılan makaleleri okumaya tahammülü olmayan “ Marcel gibi, acıyı yaşamadıklarından, yıkıklığımı, anıların gün boyu  resmi geçit yaptığı kederli  dünyamı  anlamaya çabalamaktansa  ‘ahh mahvoldular ailece,  onu öyle fotoğraflarına bakar, okuduğu kitapları seyreder, atletine, oyuncaklarına sarılır görmek beni çok üzüyor,  bu kadar üzülmek iyi değil, bir yerime bir şey olacak, yarından sonra bir süreliğine gitmeyeceğim, hem bu gidişle zaten akıl sağlığını yitirir” kategorisine  terfi ettirecekleri ‘ben’im de onlarla zaman geçirmek istemediğimi, onlara  katlanamadığımı  düşünememelerine  dayanamazken hem!  yanımdakilerden  kim,  ölüm sonrasının   unutuşa da varabilecek  aşamalarını, düşündürttüklerini, hissettirdiklerini  betimleme güçlüğü çekmeden somutlaştırdığı nesneler, eşyalar, kokular, tatlar ve yemeklerin çağrışımını, anıları  Vinteuil sonatı eşliğinde; öylesine    içten; acının tek   karesini atlamadan  anlayabilir…anlatabilir… yazabilirdi ki ’yle ayrıntıların efendiliğine, büyük yazarlığına toz kondur(t)mayacağın  Proust’un  satırlarında ki  “…Albertine’in hatırasıyla ayrılmaz bir bütün oluşturdukları için, sırf ilk ve sonbaharları , kışlarıyla zaten yeterince hazin olan … hayatta olsaydı bu benzer havada,şüphesiz ….gezintiye çıkardı..Son olarak ta , bu mevsim değişlilikleri ve farklı günlerin her birinin , bana başka bir Albertine’i geri getirmesi…” izdüşümler,   ‘O’nu, Can’ı ve Haldun’u kaybettiğimde   aynı şeyleri  yaşamış, aynen böyle düşünmüştüm. Marcel’in  her kadında Albertine’i görmesi gibi ben de   parktaki çocuklarda seni görmüş hatta sen  bile sanmış , ardından  seslenmiştim Can!’ Etrafında hiçbir apartman bulunmayan evin  salonunun, odalarının baktığı  parkı , pencerelerden sürekli gözetlediğinden  ‘görüyorsun değil mi?  parkta tek bir çocuk yok çünkü hava soğuk, kar yağıyor, az güneş çıksın ’la zor zap ettiğin Can’ın   bir çocuk görür görmez ‘ haydi, çabuk çabuk  biz de gidelim, işte çocuklar çıktılar dışarıya ‘  mızmızlanmasına fırsat vermeden ‘haydi bakalım’ üşütme diye ağzını burnunu atkıyla sarıp, başına geçirdiğiniz  yeşil montu, yeşil, mavimsi çizgili  beresiyle gidilen  parkta, ilk iş yapımına başlanan  kardan adamın gözlerine koymak için siyahımsı küçük  taşlar bulunamayınca, diz boyu karın ortasında  ‘ icat edeni… elime geçirsem…bıktım ya rahat yok  nereye gidersen git, tuvalette bile   rahat, huzur yok  ,  hayır bakmasan ya önemli bir şey olduysa diye yanından ayıramıyorsun da, bu nasıl görülmemiş   zulümdür ’ siteminin baş rolü, o günü, o anları fotoğrafladığından  bugün  minnet duyduğun  cep telefonunla arayıp,   verdiğin  talimata uygun anne(nin)annenin  mutfağın penceresinden fırlattığı  siyah zeytin konulmuş buzdolabı poşetini havada yakalamak için gerisin geriye gittiğinizden   düşüp  içine gömüldüğünüz karlı her kış gününü;  pencere pervazına çıkarak caddeyi seyrederken  düşmeyesin  diye arkanda geçerek kollarımla sarmış ‘ Can !  şuna bak ! sel bu,  su nasıl güldür güldür akıyor cadde göle döndü ’ derken yeni öğrendiğin hoşuna giden bir kelimeyi ya da cümleyi konuşmanın ardından tekrarlamayı huy edindiğinden ‘bak! güldür güldür akıyor’una gülümseyip ‘yağmur yağıyor, seller akıyor…’u söylediğimiz Nisan yağmurlarını; ‘seviyor, sevmiyor aaa sevmiyor çıktı’ kederini ‘   ama yavrum  oyun bu, seviyor çıkana kadar yapılır’ falına baktığımız papatyaların  ilkbaharlarını;  kulağımıza küpe yaptığımız kirazların, alır almaz sokakta yediğimiz dutların tezgahlarda göründüğü  yazları;  videoya çektiğim birbirlerinin üzerine yığılı  sonbahar renkli yaprakları avuçlayıp bana doğru attığını Kasım aylarını Can ! sende,  Haldun’da  bulduran  ölüm  sonrası yaşanacak  sanrıların   olmazsa olmazlığındayken,  gizli gizli    mutfakta, balkonda, banyoda ‘bir psikologa mı götürsek acaba? Dur,  dur şuralarda  bir yerlerde  antidepresan, verelim de azıcık uyusun’  kör konuşmalardaki   tanıdıklar;  bir bardak suyla   ’aç bakalım ağzını’  komutunu  verdiklerinde  ‘ne bu?içmem ben bunu’ itirazına ‘iç rahatlarsın’ kolaycılığını öne sürerek; ‘akşamları ‘uyamıyorum,  başım da çok ağrıyor ‘ diyen  evladına;  kendindeki migren semptomlarını yükleyecek  bilgiçliğin öngörüsünde ‘kızım ben sana dememiş miydim, uykusuzluğuna çareyi  bulacağım.Bugün Güven hastanesi nörologlarından  üstelikte profesör Çiğdem  hanımla konuştum, sende de benim gibi strese  bağlı migren varmış.Laroxyl yazdı 10 Mg’ müjdesini  verdikten sonra  yalnız kalındığında ‘ böyle şey olur mu? muayene etmeden, MR çekmeden nerden biliyor çocukta migren  olduğunu da ilaç yazıyor? Ne o görüşme yapıldı, ne de reçete yazdı Çiğdem hanım. Bariz yalan söyledin çocuğuna, teşhis de, tedavi de senden, ama yapma ! 22 yaşında antidepresana alıştırma, yazık ediyorsun’ dediğinde; aldatmayı ortadan kaldırmadığı halde, niyeyse affedileceğine kesin gözüyle bakılan, belki de İslam da takiyyenin günah sayılmayacağı  yer bulduğundan   ‘kimsenin canını yakmayan pembe yalan…’  bahanesine sığınan; her yalancı gibi   yalancılığının bilinmesini utanma vesilesi görmeyip, yüzüne  vurulmasına aldırmayan  pişkinlikte  ‘ne var bunda? Kız,  her akşam, her akşam  başım çok ağrıyor diyor, öyle görmeye dayanamıyorum ne yapayım?’–‘ madem kararlısın antidepresan vermeye bari   Pasiflora içir. Hiç olmasa bitkisel, bağımlılık yapmaz .Hem niye bu kadar  abartıyorsun baş ağrısını, uykusuzluğunu çocuğun? Hepimizin bunaldığı zamanlar oluyor. Çocuk  yeni döndü Fransa’dan, zorlukla iş buldu, evde hala   el bebek gül bebek, dışarıda herkes gibiliğe alışmadı. Baş ağrısı  sorun mu?Ya ben  kanser oldum,  göğsüm alındı, bağırsaklarımın yarısı yok …kanser olduğumu öğrendiğimde doktorum Semih bey,  biliyorsun alanında çok iyi bir cerrahtır  ‘ bir süreliğine kullan, şimdi anlamazsınız ama sonraları sorgularsın niye ben dersin  o süreci atlatmana yardım eder’ dediğinde  bildiği bir şey var, başlayayım dedim  üç ay zor dayandım lanet Cipralex’e ! Güya akşamları uyutacaktı beni mışıl, mşıl… tersine etki, cin gibi ayaktaydım her gece,  mahvoldum uykusuzluktan. Bunlara  sende  şahittin, şu yaptığın iş mi? Bu ilaçların yan etkisini de düşün’ itirazlarını, sigarasının dumanını gözleriyle takip ederek  dinleyerek öğretilmiş abartılı anneliğin gereğini yerine getirip kıçına saymayacağını anlatan kimyasına müdahalenin mutsuzluk iletilerini azaltarak uyuşturacağı benlik   ehlileştirildiğinden, karşı çıkışı iteleyip  her şeyi  ‘evet’leyerek  istediğini yaptırarak sorunsuz bir yaşamın kapısını açtığını bildiğinden    bağımlılık yaptığını  bile bile  sırf rahatsız edilmemek, ‘veletlerle’  uğraşmamak için;  hayatın evrelerinden ergenliğe adımda sorumluluklarının, ilişkilerin komplikeliğinin  yeni yeni farkına varan, içini dolduracağı  kavramlar; dedikodu, ihanet, aldatma, yalan, iftira, torpil, katliam, ölümle, aşkla tanışan;  karşılaşacağı sorunlarla  (ders çalışma, sınavlara girme, gönül koyma, arkadaşlarla  gezip tozma, arayı bozma, küsme, ebeveyne karşı çıkma, kimseyi beğenmeme vs.) başa çıkmakta zorlanan  evlatlarına, güçsüz gördüğü  tanıdıklarına; yarattığı bir nevi alkol etkisiyle  vücudu pelte haline getirip bebekler gibi uyutan tatlı pembe hap’’lar; yasal eroinman, esrar ve  uyuşturucular; Lustral, Prozac, Efexor, Cipram, Selectra, Seoxat, Lyrica’ları; avuç avuç kullandırmaktan çekinmeyen kız kardeşin gibi;  iyi, kaliteli bir hayat sürmenin yanında toplumca değerli kılınmanın servetinle  doğru orantılı olduğu  gelişmemiş ülkelerde; Türkiye’de, ilaç firmalarıyla aralarındaki maddiyatçı, ahlaksız ilişkiler nedeniyle doktorlar tarafından kullanım alanı dışında   “kız arkadaşım beni terk etti”, “annem öldü”, “kardeşim beni çok üzüyor, cep telefonumu bile karıştırıyor ” , “ babam dışarı çıkmama izin vermiyor”,” annem Whatsapp mesajlarımı okuyor”, “prostatım var”, “kocamı kıskanıyorum”, “karım mini etek giyiyor” temalı rutin problemlere dahi deva diye reçetelendirilen antidepresanların  etkisinde, dünya yansa ‘bana yakınlarıma bir şey olmadı’ umursamazlığında, ecelini bekleyene bile  sevinç çığlıkları attırtarak dans ettirtecek sanal mutlulukta etrafında, toplumda  var olan  yalanı, iftirayı, yolsuzluğu, adaletsizliği, eşitsizliği ‘sen mi düzelteceksin, etin ne budun ne? Tek akıllı sen misin?  otur oturduğun  yerde,  keyfine bak’  adam ‘sendeciliğinde’,  bireyi   kendisi olmaktan çıkarıp apayrı bir karaktere  dönüştüren,  öyle ki çocuğunu hayatından eden katilin yargılanmasını istemeyecek boş vermişlikte,   en anormal olguyu, olmayacağı  normal, normali  anormal  saydırtacak uyuşmalı,  allak bullak– pek çok olumsuzluğu tetikleyeceğinden, kullananlardan  uzaklaşmak, ilişki kurmamak yaşam ve akıl sağlığınız  için  elzemdir uyarısını  yapmayı zorunlu kılan–  antidepresan mantıkta , detayların labirentinde  kaybolan zihnin  yeni şeyler keşfettiğini sanıp ‘diğer insanlardan farklıyım, meğer ben ne kadar da  mükemmel   biriymişim, bu ilaç iyi geldi bana, almaya devam’   düşüncelerine  batıp çıkan zamane ebeveynlerinin; anne ve babaların çoğu kez   isteklerini, arzularını, yaptıklarını yerdikleri, hoşlanmadıkları  karakterlere bürünmelerini seyrettikleri çocuklarının giderek kendilerine benzediğini gördüklerinde niye o denli şaşırdıklarını da manalandıramadığından  yanlış anlaşılmasın demeyeceğim  yanlış  anlayan da anlasın hocam,   herhangi  kötü bir olayda,  özellikle de birinin kaybında, ölümünde,  acıyı yaşayanlara  içirilmek için acilen – kafayı kazan yapmaktan başka bir işe yaramayan ikibinli yılların popüler çerezi; patlatılmış mısırı, çitleği  çevrede neredeyse  kullanmayan  insanın kalmadığı  küçükken anneme mide ülseri için doktorun verdiği diazemden başkasını bilmezken şimdilerde ‘ay şekerim sen ne kullanıyorsun ? yaa yapma onu bırak bunu kullan, hem bu sersemletmiyor, baş ağrısı da  yapmıyor, acayip rahatlıyorsun ? sabah müdürle tartıştım attım iki tane Lustral, pamuk oldum pamuk…’  sohbetlerinin konu başlığı  –  antidepresan aranması o kişi, kişiler için  endişelendiklerinden, gerçekten daha iyi olmasını…olmalarını…olmanızı  istediklerinden falan değildir, iyi vakit geçirip,  tad alma  peşindeyken  karşılaşılan acı duruma ait  kendilerinin de tutmak zorunda kalacakları    matemin uzun sürmesi depresif anne, baba, evlat, kardeş, kanka, arkadaş, amca, yeğen ve  sevgiliye  müsamahada son nokta ‘elimden geleni yaptım…geldim, gittim, sarıldım, ağladım, hizmet ettim benden bu kadar’ tahammülsüzlüğü ucunu gösterdiğinde, göz önünde yaşanan yeisin  büyüklüğünü gidermesinden dolayı gayet  insani, anlaşılır biçimde ellerindeki   –ki acıyı, keşmekeşini  dindirdiğini sanılıp  bir gün dindirmediği de anlaşılacak–  antidepresanı   Can’ın, Haldun’un  vefatını öğrendiğin gün  ‘aç’ komutuyla ağzına dayayanlarda  mideni bulandıran şey,  duymanı istedikleri için artık gizli değil açık açık bıkkınlıklarını dillendirdikleri  ‘tamam acısını bölüşelim de, kardeşim  nereye kadar?  O’ da biraz gayret etsin   canım,  kaç gün  oldu, nihayetin de bizim de işimiz gücümüz, çoluğumuz çocuğumuz var ’ konuşmaları değildi;  madende grizu patlaması, kalp krizi geçirme gibi  sonu ölümlü olayları  ‘hayat bu ne yapalım’,   ‘madenciliğin…yaşlılığın kaderinde, fıtratında  vardır’a  sığdıran şefkatsiz, bencil kişilikler  dışında pek çok kişi kendini olayın  mağduruyla  eşleştiren  bir şey  bulduğundan  evet  ! gerçekten de  üzgündür  ama  velakin  ‘acımın kalbimi acıtan kısmı bu al sana, ciğeri deleni de bu,  bu da sana’ üleştirmesinin imkansızlığında nasıl paylaşılacağının  muamasında   safsatadan  başka bir şey  olmayan; neden böyle söyledikleri, hissettikleri, ilk kimin bu işi başlattığı da bilinmediğinden cidden merak ettiğim kendilerini mecbur  bıraktıkları ‘bir süre yalnız  kalmasın. Acı bu paylaşılmalı. Sıraya koyalım  bugün sen uğra, giderken bir şeylerde götür,  patatesli  börek sever, kete de, yarın da sen, baştan söyleyeyim,  ben pide yaptıracağım, kimse yapmasın’dan önce;  üstelik de keder içindekinden uzaklıklarının farkındasızlığın da;  kullandıkları  ‘acını paylaşıyorum’  ağdalı  söz öbeği  yok mu ! kaybedilenle belki   hiçbir hatıraya sahip değilsin, neyi ve niye paylaşın? ölmediğine inandıran onlarca nesnenin  ortasında gevezeliklere katlanmasını engelleyip acısını yaşamasına, yasını tutmasına  izin verip tek başına bırakmakken acıyı paylaşmak, tersine  cenaze evinde;  sanki herkes aynı şeyi düşünmek zorundaymış ve  düşündükleri doğruymuşçasına ve de  savaş  çıkarmış, katliamlar yapmış, bir başkasının hayatını karartanlardanmışçasına hayatı yitene dair ‘ her gün onca genç şehit oluyor, ne güzel bir ölüm, Allah herkese nasip etsin, yaşını başını almıştı, bakalım biz o kadar yaşayacak mıyız? ‘–‘ahh  düşünsene ya sakat, yıllarca komada kalsaydı. Şimdi diyebilirsin de   ömür boyu bakardım ama insan yükü ağırdır’ – ‘ çektiği acılar dindi, kurtuldu’ –‘yaşasa yaşasa kaç yıl yaşayacaktı ki’yle  belirlenen  sınırın kaç olduğu söylenmeden genç saydıklarının  ölmesindense  birlikte yaşlanıldığından gözünüze nasıl gözüküyorsa yaş alsa dahi hep o  yaşta  göreceğiniz yaşlı, sakat ya da  hastaların yaşam haklarını önemsemeyerek ölmelerinin  hayırlı, sevinilecek  bir durum olduğunun  tebliğindeki insanlıktan nasip almamış acımasızlık; şüphe barındıran ‘ sen ölseydin acaba rahmetli bu kadar üzülecek miydi, sende biliyorsun ki ’ nifak  barındıran   varsayımların sıralanmasına ses çıkar(a)mamak var ya Haldun !  düşündüğünü, hissettiğini gizlemeden  beyan ettiğinden,   keşke diyorum keşke, ne vardı  benim de,    ağabeyinin  cenaze yemeğinde ‘ defolun gidin!  yalnız bırakın beni, saçmalamalarınız,  bir boka yaramayan tesellileriniz, acıyı paylaşma saçmalıklarınızı da alın yanınıza, hepsi  sizin olsun’  tepkini koyacak  cesaretim  olsaydı. Ama hep olageldiği üzre; iş işten geçtikten,  güzele dair   ne varsa ona geç kaldıktan, kalındıktan  sonra  başa gelen akılla, o gün  tepkimi gösteremediğim mülayimliğime mi? hayır,  edepsizlik sayılacağına eminliğimden  ha varsın edepsiz denseydi  ama işte o an… öyle kızgınım ki, yanında olmasa da varlığı hayatı dayanılır kılan, başına bir şey geldiğinde ‘ keşke senin yerine bana olaydı’  diyeceklerden  Haldun,  bugün  o davranışın yüzünden sana çıkışmamın gözüne nasıl  aptalca, nasıl anlamaktan,  derinlikten yoksun gözüktüğünü düşününce, kendimi nasıl  suçladığımı, kötü hissettiğimi sana açıklayamadan; küçücük dünyamı anda durduran ölüm haberini almanın  şokunda   çatlamayın , az  müsaade edin! Biz bilmiyor muyuz? Elbette hayat devam edecek, elbette  yemek yenecek, su içilecek, işe gidilecek, yemek yapılacak, yaşlanacakken  sanki bunlar bilinmiyormuşçasına, ölenin  varlığını, hatıralarını anda silme teklifi “hayat devam ediyor” da  saklı ‘ölen öldü, olan oldu, ya ölen sen olsaydın? ne şanslısın sen yaşıyorsun‘ merhametsizliğinin  itirafı  “başın sağolsun”lar sağnağının sıkıştırdığı kalbin,  krizle tanışmasına ramak kalmışken  avaz avaz   ‘ hayır ya,   neyi anlatmaya çalışıyorsunuz? başıma yıkılmışken dünya,  demeyin başın sağ olsun deyin ki başını vur  taşlara, duvarlara…demeyin ağlama deyin ki  ömrünü kaybettin  ağla ağlayabildiğin kadar ‘  haykırışından  beni neyin alıkoyduğunu hiç ama hiç bilmiyorum…hiççç bilemedim… bildiğim teselli sanılan ama acıyı  hafifletmeyip  katmerleştirdiğinden  dileyenlere öfkelenilirken,  anlamsızlıkların, boşlukların  bakışlara yerleştirdiği  anlık  parıldamanın nedeni  hemen  hemen her gün “sanki, tıpkı hayattayken olduğu gibi, zihnimizi meşgul etmeyi sürdürür. Seyahate çıkmıştır adeta…”yı  yaşayan  Marcelmişcesine; daha İlkokula başlamamıştın sabahları baban bıraktığında ya da  ben gelip seni aldığımda eve girer, ayakkabılarını çıkarır çıkarmaz annenin yedek giysilerini bazen de  aldığı organik meyveleri, hastaysan ilaçlarını koyduğu bana göstermek için   şeyini ; yap-boz, oyuncak, kitap, resim, bazen  yiyecek  ve de tabletini;   getirmişsen,  önce onları göstereceğinden  anneannenin odasına   ( onlarca çocuk kanalına sahip  Tele Dünya  dedektörü sadece  yatak  odamdaki televizyona bağlı olduğundan son aylarında   gelir gelmez hemen  yatak  odasına giderdin)  taşıdığımız (getirmemişsen  antredeki beyaz, kare sepete bırakacağımız) küçük koyu mavi renkli sırt çantanın fermuarını açıp içindekileri  yatak örtüsünün  üzerine  döktükten, ev giysilerini giydirdikten; iki üç yastıkla sırtını destekleyip  yarı uzanır vaziyete  yalnızca TRT çocuk kanalının  çıktığı anneannenin televizyonunu açıp mutfağa sana kahvaltı hazırlamaya gittiğim  günlerde, Pavlov’un köpeği alışkanlığında  sütlü kakao, bazen de  her sabah içtiğinden  ‘ seni gören  Varto  Kasman köylü  değil de,  İngiliz Kraliyet ailesi mensubu sanır’ taşlamasına  girişmeyenini de görmediğim anneannene  sütlü çay,  kendime  sade Türk kahvesi  hazırladığımda,  saat onu gösterdiğinde ‘haydi gellll‘ sesini  duyduğumu  henüz  birlikte onlarca şeyi  paylaştıkları  birini kaybetmediklerinden delirdiğime işaret sayacaklarından söylemediğim; ‘yazık… düzeleceğine, günler geçtikçe daha kötü oluyor, ’– ‘bu gidişle …’–‘tamam da, yas tutma  altı ayı geçti mi, profesyonel yardım alınmalı deniyor’ yorumlarını tekrarlayan  yanı başımdakilerin  değil de  benden  yüzkırkbeş yıl önce doğmuş  bir yazarın , duygularını, yalnızlığını, acını bulduğun asır öncesi satırlarında;  yaşadığın  gel, gitleri, ruhunun kargaşasını  anlatmakla kalmayıp aynı duygularda, aynı düşüncelerde,  buluşmanın, aynı fırtınaların, durulmaların sebebi acıyı   hissetmenin  yaralıyıcılığında;  sonraları zihni epeyce meşgul ettiğinden; birinin  kaybı, ölümü ya da herhangi bir facia karşısında takınılan tavırda,  matemde; verilen tepkilerdeki naiflik, duyarlılık; olaydan etkilenme, empati kurma,  üzülme derecesinin  yaşanılan ülkede insana verilen değer, saygı, bilinç, gelenek ve göreneklerdeki  incelik,  eğitim,  kültür düzeyinin kalitesiyle  orantılı…ilişkili  olduğu kadar, kanıksatacak  derecede  ölümle haşır neşirliği  payının bulunduğunu  da düşündürecek onlarca olay,  afet ; onlarca hikaye,  roman,   sözlü tarih film şeridi gibi gözlerin önünde  canlanınca;  haksızlık, adaletsizlik barındıran bir mevzu, hak kaybı getirecek bir yasal düzenlemede kendiliğinden sokağa dökülme, protestolarda bulunma refleksi gelişmiş ülke vatandaşlarının, insanı  rahatlatacak  o naif…o duyarlı… o içinde asla ve asla ‘kader, başın sağolsun’ sözcüğünün geçmediği  filozofvari  teselli sözcüklerine, içten sarılmalarına, kaybedileni  birlikte  anma isteklerine…öylesin zarif davranışları, düşünceleri sen nasıl   beklersin; senin  deyiminle bir baştan bir başa memleketi sarmış  yetiştirildikleri  naiflik yoksunu;  evlerin, okulların,  ülkenin, toplumun; kabalığı, nobranlığı,  cahilliği  duygularına, davranışlarına sirayet  etmiş, kanaatkar  taşralığını bir türlü aşamayan daha doğrusu siyasilerin, düşünürlerin, yönetenlerin işlerine geldiğinden  aştırtılmayan, kentli olması istenmeyen Türkiyelilerden; durakta bekler, pazar yerinde alışveriş eder, okula giderken, bombalı bir  saldırıda, katliamda; balkonda oturur, parkta oynar, sokakta yürür, asker uğurlarken  bir maganda kurşunuyla; trafikte yol verdin vermedin kavgasında; madende, fabrikada bir patlamada,  savaşta,  çatışmada,   iş kazasında;  selde , depremde , çığda, bir afette, bir başka ülkeye göçte, bulaşıcı bir hastalıkta; onlarca insanın, çocuğun, gencin, askerin,  gerillanın ölmesi, öldürülmesiyle  göz önünde hayatların bozuk para  kolaylığında harcandığı, daha da  harcanacağı  ölümün de  ‘kaderiydi’yle olağanlaştırıldığı; Manakis kardeşlere ait filmin kayıtlı olduğu üç bobini arayıp bulmak üzere, savaş  ortasında   Balkanların boydan boya geçecek  yolculuğun bir noktasında, ellerinde kadehleri  yarı karanlık  sokakta , iki arkadaşa  ‘Hadi içelim … Françoise’ya, Helga’ya, Michelle’e, Monique’e. Yok olup giden bütün umutlara. Kurduğumuz tüm hayallere rağmen hiç değişmeyen dünyaya……” gerçeğini haykırtan bir tanecik yönetmenlerinden  Théo Angelopoulos’un  Ulysses’ Gaze (Ulis’in Bakışı) vari  yüzleşmeli bir dönem filminin çekilmediği –hoş  çekilseydi de, gişede büyük hüsrana uğrayacak kadar az  izleneceği kesin – ‘aklın almayacağı her şey olur, hiçbir şey değişmez’in  Ortadoğusunda yaşayanlardan.

Nezaketten, duyarlılıktan muaf Ortadoğu’da hayatı abluka altına alan her an karşılaşılabilinen çoğu  önlenebilir ölümlerin “şehit oldu” ,  “kader”, “ne yapalım” sıradanlaştırılmasının yüzyıllara   dayandığına dair düşüncelerini iyice pekiştirense annenin biteviye karın yağdığı  bir kış günü,  anlattıklarıydı. O kış yine  kar yağıyordu Ankara’da, yatağımda uzanmış;  hayvanlara özellikle de aslanlara ait belgesellerin her gün ,  her kanalda yayınladığı yıllardan biriydi; seninle birlikte  Can, Discovery Channel   kanalında   seyrederken aslanları   ‘aaa rengi değişmiş’le leylak rengi kumaşla döşettiğimi  fark ettiğin Tunalı Buğday sokakta bir antikacıdan aldığım  koltukta oturan anneme hani hiç ortamla, konuşulan konuyla ilgisiz (Freud’a göre de açığa çıkan illaki bilinç altında gizlenmiş) bir şey hakkında birden nereden akla estiyse bir merak hasıl olur,  sorulur ya  işte onun gibi  televizyonun sesini kısıp annene ‘teyzem Sare’nin  kaç çocuğu öldü?’  diyorsun. ‘Ben iki tane biliyorum, hele bir Hasan vardı; çok güzel bir çocuktu dedesine benziyordu,  saçları sapsarıydı, gözleri mavi.Biz Van’dayken her sene köye gidiyorduk ya  depremden önce valla yalan olmasın belki sonra da olabilir, görmüştüm ondan bu kadar net hatırlıyorum yüzünü  ’–‘Depremde ölmediğine göre sonradır ölümü, kaç yaşındaydı’ –‘ kocamandı’ eliyle  boy gösteriyor ‘bu kadardı , tabii ya  yedi  sekiz yaşlarındaydı.Sene 1965, yol yok bizim oralarda her taraf dağ, taş orman. Babam   ben doğduktan dört yıl sonra bir şiir kitabı yayınlamış, hakim dayının sana fotokopilerini gönderdiği işte o  kitabında dağlarla ilgili  en az altı yedi şiiri var, o kadar çok severdi dağları. Çünkü sabah kalkınca pencereden ilk gördüğümüz yüksek dağlar, tepelerdi’ –‘ o şiir kitabını hatırladım “Bingöllerin Sesi”  .  Dur ! alıp geleyim’  kitaplıktan fotokopi halindeki kitabı getiriyor ‘bak! bu işte’ çeviriyorsun sayfalarını ‘gerçekten  dağlara aşıkmış. Dinle, şiirin adı Dağlar;

 “Burcu, burcu kokar gider yaz faslı.

  Sizden mi geçmiştir Kerem’le Aslı,

  Ağlamıştır sizde aşıklar nesli,

 Öter bülbülleri kafeste besli,

Yollarda yolcuyu ağlatan dağlar,

Garip bülbülleri dağlatan dağlar”

bu da Bingöl dağları şiiri

“ Yüce Bingöl şirin yurdum.

 Yaylasına çadır kurdum.

Suyunu içene yok ölüm

Cennet gibisin Bingölüm

Aras çayı senden akar,

Murat nehri senden çıkar,

Yüce başın göğe bakar,

Sevdim seni doya doya,

….

hangi dağdır senin eşin “

susuyorsun ‘ okusana ’ diyor annen, fotokopileri yatağın üzerine bırakıyor ‘anne !   teyzem Sare’yı anlatıyordun,  sonra okursun,  günlerdir orada duruyor, okumadın da şimdi ben getirince mi?..’ –‘şimdi taksiyle yirmi dakikada gidilen Gımgım’a , Varto’ya o şartlarda  ya yürüyerek ya atla ya da öküz arabasıyla gitmenin dışında başka çare  yok. Tek, tük araba demezdik biz taksi vardı ortalarda. O da kırk yılda bir köye gelen  hükümette, jandarmada.Neyse  hani bir hastalık vardı  boğazla alakalı ,  kuşun bir şeyi  deniyordu’  gülüyorsun  ‘kuşpalazı, boğmaca ’ –‘hah işte o, boğmaca, o yıl köydeki çocukları tuttu’ –‘salgın?’ –‘  eniştemde  Hasan’ı sırtına vurup, kara bata çıka, yaya Varto’ya götürüyor’ –‘ Yayan öyle mi?’–‘gördün sende, eniştem çam yarması gibi uzun, babayiğit, hastaneye yetiştiriyor  ama kurtarılamıyor,  geç kalınmış’ –‘yavrum ! kim bilir kaç çocuk gitti öyle sahipsizlikten’–‘ sırf bizim evde bir  ay içinde beş çocuk öldü kızamıktan,  beş kardeş mezarlığı derdik, hepsini bir mezara yan yana gömdüler. Sene 1953’tü Mengî Cele, Ocak ayıydı  net hatırlıyorum  çünkü  bir yıl sonra 1954 yılında  babaannem öldü. ‘ –‘ hani şu..’-‘ evet o !  kız  ! öyle  zalimdi,  yıllarca babamın öldürülmesinden ‘başını sen yedin’  diye diye  annemi suçladı, ölüm döşeğinde ‘ Eeemine, sen güldün ama gübrede yetiştin, ne yazık ki değerini bilmedik.’ dedi.  O sene Piro’nun karısı  amojın Hanesli’de    bizdeydi,  ben hep derim ya   lojının, adircanın,  ateşin önünde oturur parmaklarını böyle koparırdı,  bende onun önünde  oturur ‘daye derdim senin bu parmakların niye kopuyor’  –‘ nasıl yani? nasıl kopuyordu?’ –‘böyle’ diyor gösteriyor parmağın boğum  yerini  ‘böyle bu kemik buradan tak diye kopuyordu, oraları  sanki  ateşe düşmüş yanmış gibi simsiyahtı… simsiyahtı’–‘morarmış, eğilmiş desene anne ! belli romatizmal bir hastalığı  varmış’ –‘doğru diyorsun, ama o bana demişti ki Seys Sılıman (Seyit Süleyman)  bana beddua etti.’ Seys Sılıman pek çok anekdotu    çağrıştırdığından –‘kimdi o?’ –‘ Sana çok defa demiştim, benim babam,  deden çok seviyormuş bu Piri’ derken işaret parmağını dudağına götürüp öpüyor ’Her işini ona danışırmış,  her davaya girmeden önce ona sorarmış. Çok büyük inancı, büyük itikadı varmış ona. O ne derse onu yaparmış.  Ölünce çok üzülmüş. Şiir yazmış arkasından’  fotokopilere uzanıp  dedenin Seys Sılıman için yazdığı şiiri sohbeti bölmek istemediğin  bakmıyorsun, sonrasında

 “Bahar bağlarında bülbüller öter.

Dostumun hasreti içimde tüter

Mezarın üstünde sümbüller biter

Gitti bu illeri viran eyledi

Yaktı ciğerimi püryan eyledi

         …

Mezarında nice günler inledim.

Sesini duyarım diye dinledim.

Gece gündüz ona niyaz eyledim.

Dostum bu illeri viran eyledi.

                      …”

 mısralı “Ameranlı Süleyman Uluyol, Sayın dost’ başlıklı  şiiri  okuyorsun ‘İşte bu Seys Sılıman, Hanesli’nin kocası  annem gibi Bingöl’ün bir köyündenmiş. O köydeki  Tekyadan (dergahtan) ayrılan  dedelerden  biriymiş o da, gelip  bizim Onpınar’a Ameran’a yerleşmiş. Erkek kardeşi ölünce  de karısının adı Şerife’ymiş, Seys Sılıman onunla  evlenmiş, Hanesli  karşı çıkmış evlenmesine. O bana öyle anlattı ‘niye evleniyorsun’ demiş’ –‘elinden öpmek lazımmış Hanesli’nin, o berbat…o saçmalığın dibi…ensest geleneğe karşı çıkmak o devirde, ne kadar cesurmuş. Belki o evlilik olmasa, anneannem de zorla evlendirilmeyecekti  amcanla, peki nasıl bir bedduaymış’ –‘demiş ki Seys Sılıman  ‘ dilerim kendi ceddimden  parmaklarının hepsi kopar, tek tek düşerde insanlara muhtaç olursun, sakat kalırsın, Hanesli, o bana, öyle dedi’. Tanrıya bak sen ! üzerine kuma getirmekle kalmayıp,  duasını da kabul eyliyor, suçlu zavallı Hanesli’ymişcesine. O an yıllar sonra o günde ayrımına varıyorsun    annenin ‘o bana öyle dedi’, ‘hiç unutmam’  cümlelerini çok  sık  kullandığını   fark ediyorsun ‘Neyse , Hanesli’nin bizde kaldığı  o yıl,  altı çocuk… Ben,   sekiz yaşındaydım, okula başladık. Okul dediğim bir eğitmen geldi köye adı Remzi,  çeşmenin yanında bir  ev verildi, biz çocuklar  okul diye o eve giderdik;  ben,  teyzen Hanım, Fazıla, Süleyman, Abbas…okul tam gün, sabah gidip akşama doğru eve  dönüyoruz, civar köylerden de çocuklar geliyor. Amcam kızı Fazıla çok  da güzel bir kızdı, annem de çok severdi onu. O  kadar sessizdi ki tabii   annesi döve döve… öyle sessiz,   eğitmen onu alır getirir böyle  koltuğunun yanında oturturdu’ –‘niye, çok mu severdi eğitmen onu?’-‘  demek ki.. hepimiz çok  yaramazdık  bir çeşit ödüldü eğitmenin yanında oturmak, akşam dönüyoruz, diz boyu kar, çeşmenin orda baktım ki…’ –‘ üzerinde dedemin adının yazılı olduğu  çeşmenin suyu, buz gibiydi…’ –‘  O su Çepanik yaylasını çevreleyen  dağlardan gelir de ondan o kadar soğuktur’ –‘ bu bahsettiğin eski çeşme nerdeydi ?’   dedenin şiir kitabına  göz gezdirdiğinde   annenin bahsettiği Çeşme’ye ait

“Asırlarca akıp akıp ta çoşmuş,

Derinden derine çağlayan çeşme.

Su yüreklere su vermiş koşmuş,

Derinden derine çağlayan çeşme

        ….

Bir fasıl koşmuştur şairle sâze,

Bir dem varmış hakka nazu-niyâza.

Ermiş hak sırrına ezelki râze.

Kaç bin kervan geçti yoldan saydın mı?

Kocamışsın, bilmem gözler aydın mı?

Kaynak mısın yoksa dağdan kaydın mı?’

 şiiri  görecektin ‘ bizim eve , çe Talu(o)ya 200 metre uzaklıkta yeni çeşmenin az ötesindeydi, beton borularla şimdiki yerine çekildi.Neyse, eski çeşmenin orda  baktım ki  Fazıla çok ağladı dedim ki  ‘niye ağlıyorsun?’ dedi ‘ başım çok ağrıyor’. Eve geldik, kapıdan içeri girer girmez  ‘Daye!’ dedi ağlamaya başladı,  amojın (yengem) Zehra kalktı, bir tane attı… bir tokat attı, beni gösterip  ‘seni Turna mı dövdü?’ dedi. Şimdi düşünüyorum da o  kadar  nefret edermiş ki annemden, bizden de. Hep suçlayacak bir şey bulmak umuduyla dolaşırmış, etrafımızda. Yazık, amcam kızı Fazıla  ‘daye…daye o beni dövmedi. Benim  başım çok ağrıyor ‘dedi. Yengem aldı onu odasına götürdü. O zaman  üç erkek kardeş, üç aile bir evde  birlikte kalıyordu.  Herkese avluya açılan bir oda düşüyordu. Sabahleyin  kalktık,  biz çocuklar hepimiz  hastayız. Kızamık tutmuşuz’ –‘kızamık olduğunuzu nasıl anladınız?’ –‘başımız ağrıyor,  vücudumuz dışarı atmıştı kırmızı lekeler.   İlk gün amcam kızı Fazıla , ikinci gün kardeşim  Leyla, ben, diğerleri  sonra Fazıla’nın kardeşi Süleyman, memedeki altı aylık amcam oğulları Hüsnü Cemal,  Abbas. Şimdi diyorum ki hep cahillikten öldü bütün o çol çocuk. Bizim orası,  dört bir yanı dağ, orman , dağlardan esiyor buz gibi rüzgar, tipi,  kış ki ne kış.Babamın , kış  şiiri  de var,

 “Şu orman ağaçları

 Soyulmuş kuşa benzer.

Dumanlı yamaçları

Korkulu düşe benzer

her tarafı bem beyaz

Bütün ovalar dağlar

Gök ayazdır, yer ayaz

 Altı aydır halk ağlar”

soğuk buz kesiyordu

“Bağırdıkça karlı kışın

Senden bezdim doya doya”

denecek kış. Bunlar sobaya mazgal, kalın meşeler koyuyorlar,  sobalar kızıyor  kızgın, kırmızı alevler gözüküyor  tenekelerinden, saclarından, demirlerinden… ateşimiz var yanıyoruz, odaların içi  hamam, su vermiyorlar. Soğuk su üşütür diye sıcak çay veriyorlar.Ateşimiz daha da çıkıyor.Benim annemin odasının bir masası var, böyle (kollarını iki yana açıyor, elinde metre varmışçasına gösteriyor) tutuyorlar bir metre, adamın birisi yapmış anneme tahtadan. Ali Usta diye biri. Bizim köyde bir tane de kirve var, kirve Hüseyin. Baktım kapı açıldı,  odaya girdi kirve Hüseyin,  elinde   Amerikan bezi böyle tuttu ölçtü ‘ –‘anladığım anneannemin masası köyün metresiymiş’  gülüyor ‘meğer Fazıla ölmüş, ben bilmiyorum. Babası  amcam  Hüseyin de  o zaman  bu pisliklerle uğraşıyormuş,  Varto’ya gitmiş, 1953 de araziyi almış diyorlar ya işte o zamana denk geliyor. Sordum dedim ki ‘kirve ne ölçüyorsun?’ dedi bir şey yok.  Fazıla  da  ölmeden  önce Hanesli’ye  ‘daye , dakılamın bana klam, ninni söyle’ demiş. Hanesli’nin  öyle güzel  sesi vardı… öyle yumuşak…öyle içli…yavaş yavaş söylerdi, hep de dert yüklüydü klamları.Fazıla’yı odanın iki duvara çakılmış çivilere , mıhlara asılı halatlardan yapılmış beşiğe koymuşlar, bizim orda o beşiklere bir de  kalın  ip bağlarlardı;  böyle oturuyorsun o iple çekiyorsun beşiği kendine sonra bırakıyorsun öyle sallayarak ninni söylemiş Fazıla’ya,  belki de öyle  beşikte sallanırken öldü bilmiyorum. Şimdi benim annemin odası evin  arka,amcam  İbrahim’in odası  ön tarafta bakardı ,  kızı Hanım  görmüş’ –‘neyi görmüş, Fazıla’nın öldüğünü mü?’ –‘yok yıkarlarken görüyor. Cenazesini kapıya koyup yıkıyorlar ya, onu görmüş. Dört bir yan

 “ Altı aydır şu kargalar

 Dağdan kopan kasırgalar

Önünde yere serili

Karlara gömülür kalır

Altı aydır bu illerde

Karlı dumanlı bellerde

Nasıl yaşarlar şaşarım

Ben olsam dağlar aşarım

Uçar giderim sahile

Karda çekilmez bu çile “

 kar,  altı ay çekerdik bu çileyi. Dedi ki amcam kızı Hanım; karların üzerine uzun tahta bir masa koydular, yanında kara bir kazan içindeki sudan buharlar çıkıyordu.Siz bilmezsiniz bizde kilerlerde , ambar derdik biz,  koca kepçeler vardı sütü, haşlanan  buğdayı karıştırmak için. Baktım Fazıla’yı kucakta getirip o tahtanın  üzerine serdiler,  gözleri kapalı, elbiselerini çıkardı amojın Zehra  ‘ daye , daye ‘ ağlıyor, işte o zaman ölmüş dedim Fazıla, korktum bende öleceğim.Hanım öyle dedi ama ben hiç bilmiyorum neyse akşam oldu ikinci günü ’ –‘bir dakika, bir dakika dur ! hiç  merak etmedin, sormadın mı nerede bu Fazıla diye.Aklım almıyor çünkü  her sabah birlikte yediğin, içtiğin, okula gittiğin arkadaşın  aniden ortada  yok, sormuyorsun kimseye?Kimseler de bir şey demiyor, bir açıklama yapmıyor mu? Ölümünü niye  gizliyorlar , ne faydası var? sanki ölen bir tavuk…bir inekmiş gibi  davranmışlar.Eminim o yıllarda köylüler  süt, et verdiğinden ölen bir inek, manda, koyun, keçi  için daha çok üzülmüş, daha çok ah, vah etmişlerdir’  –‘ aynen öyle,  soruyorum tabii; anneme sordum bir şey  yok diyor, herkes bir şey yok diyor.İki üç gün sonra  ben ve Hanım yavaş yavaş ayağa kalktık ama nasıl halsiziz, Fazıla’nın kardeşi Süleyman’da beni ‘baba odasına götürün’ demiş.Annemin odasına demeyeyim  zira erkek çocuklardan  kim evlenirse,  ev damında ona bir  oda verilir, o ailesiyle birlikte o odada ( öyle çocuklara ayrı; büyükle ayrı oda nerde? ) kaldıklarından, bizim tek odalık evimize çe  Talu(o)  ’baba odası ‘ diyorlardı, babamdan dolayı, evin büyüğü, babası ya. Getirdiler arkada böyle bir sedir vardı, Süleyman’ı sedire yatırdı amojın  Zehra, ama kadın çok kötü, Fazıla’yı kaybetmiş ağlıyor. Benim kız kardeşim de beşik diyoruz ama  bu kadar, karyola kadar büyük’ ne önemi var, yine de  soruyorum  ‘ tahta mıydı beşiği’ – ‘ tahtaydı evet, çok büyüktü. Leyla 48 doğumluydu, 53’de öldü, kaç yaşında altı yaşında mı ’ –‘beş’ –‘beş yaşındaydı değil mi  ? kocaman kızdı , çok güzeldi bemrad. Öyle uzun kirpikleri vardı ki buraya kadar.’  elmacık kemiklerinin yerini gösteriyor , inan buraya kadar uzundu kirpikleri, sarışındı… o zaman Leyla’da orda karyolada yatıyor iki de bir anneme “ben çok hastayım daye, sen beni ne yapıyorsun” diyordu. Annem de “ben seni ne yapayım yavrum, yavrum” diyordu.  Leyla orada, o da burada, ikisi aynı anda, aynı o odada  öldü. İkisi de  aynı dakikada öldü’ –‘Süleyman kaç yaşındaydı?’-‘ Süleyman da 46’lıydı benden bir yaş küçük’ –‘ yedi yaşındaymış.’ –‘böyle parmağını (işaret parmağını ağzına götürüyor) ağzına koyardı  emerdi, demek ki onda tik varmış, yazık… biz de ona Sılı Musi dın’ der, kızdırırdık, o da  arkamıza verip bizi kovalardı. Sılı Musi diye  yaşlı bir adam vardı, hep parmağını  ağzının içine sokar dolandırırdı. Süleyman da  onun gibi yapıyordu,canım benim, nasıl güzeldi nasıl…   Hiç unutmam gece öldü ikisi de,  bizim yanımızda, benim yanımda öldü ikisi de’ –‘öldüklerini nasıl fark ettin sen  ?’ –‘ Hiç unutmam Süleyman  annesine  ‘daye,   bak dedi pencerede bir tane adam var bana elma uzattı’, Leyla  bir şey demedi. Leyla  o  kadar dedi  ‘ben ölüyorum daye.Onu öyle duydum’ derken aktı akacak gözyaşlarını engellemeye çalıştığı  o anda neden kalkıp annene sarılıp da onunla ağlamadığına  anlam veremiyorsun, gözleri televizyon ekranında  görmediğin teyzenin ölümünü anlatırken , anlık  dönüp  ‘ ne kadar da  yaşlanmış’  düşündüren, çizgileri artmış yüzüne bakıyorsun.Niyeyse; annesini, babasını hep anne, baba  doğmuş sanarak; evlenmeden, çocukları olmadan  önce başka, bambaşka  hayatlar yaşadıklarına akla getirmeden yıllar,  yıllar geçiyorsun; illaki agresif davranılıp eleştirilere boğulmuş  annenin , babanın şüpheci, sevgisiz, açgözlü  ya da tersi duygusal, verici,  fedakar davranışlarının  nedeni anlayarak ona göre davranmanın artık hiçbir yararının olmayacağı; anne babanın yaşlandığı, evlatlarının da orta yaşa eriştiği  vakitte yani yine iş işten geçtiğinde  birden peydahlanmış bir  merak sarıyor insanı,  soruyor da soruyor, bilmek istiyor geçmişi. O an belki de yaşanan trajedinin etkisinde kalkıp gözyaşlarını içine akıtan annene sarılmasan da  birlikte teyzen  Leyla’ya ağlamasan da  küçücük bir çocuğun “ben ölüyorum anne” demesindeki o titreyiş…o korku nasıl bir şey olduğunu bilmediği ölümden kurtulamamamın çaresizliğindeki  o masumiyet,  iç parçaladığından kendiliğinden akan gözyaşlarını göstermeden geceliğinle silerken; ekranda ceylana saldıran aslan’nın görüntüsünde takılı gözleri, titreyen sesiyle  ‘kızım, kızım  niye açtın  bu mevzuyu,  bırak öyle kalsın bu dertler burada’yla elini kalbine bastırıyor  ‘Leyla  öldü, annem o güzel sarı saçlarını ördü, bir tutam kesti bir beze sardı teyzen Sare’ye uzattı ‘çene, bunu sakla !.Ben ölünce gözlerimin üstüne koy’ ağladığını görmesin  diye sesimi çıkarmadığımdan   ‘teyzem Sare  öldüğünde anneannemin vasiyetini yerine getirip,  Leyla’nın saçlarını…’ sorusunu itelerken geriye  ‘öyle de oldu’ diyor ‘ kaç yıl sakladı; elli , elli beş yıl…annem öldüğünde çıkarmış, o günkü gibi duran saçlarını, gözlerinin üzerine koymuş.’ –‘  Leyla’ya kim benziyor?’ –‘Kimse, başka bir güzeldi o.Hiçbirimiz de ona benzemedik, çocuklarımız arasından da benzeyen yok. Ben orada, “baba odasında”  ayakta öyle  bakıyorum yani bende şaşırdım birden öldü iki çocuk. Feryat, figan kucağına aldı annem Leyla’yı, amojın Zehra babasının adını koyduğu Süleyman’ı, odanın ortasına bir döşek attılar, ikisini yan yana uzattılar, ahhh çok küçüklerdi.Hiç unutmam, şey geldi bu Vaide’nin annesi senin halan Elif, geldi.O iki çocuk o gece… o  halan Elif  yanımızda sabaha kadar oturduk. Tabii ağlıyorum bende; aynı  ev damının çocuklarıydık,  beraber oynuyorduk. Bir de karınlarının  üzerine büyük tepsiler koydular hiç unutmam, şişmesin diye evet. Sabahleyin  onları da götürdüler etti üç ölü’ – ‘anne! tepsinin içine, bir şey  ağır bir taş  falan koydular mı?’ –‘yok,hayır… hayır,  tepsi bakır ya ağırdı zaten. Sabahleyin onları  götürünce yıkamaya  o zaman ben de dışarıya çıktım. Bildim artık dediler Fazıl’a da ölmüş.  Leyla’ yı gıle Kurmanj yıkadı annemle. Leyla’nın boynu böyleydi (yana eğiyor) şöyle olmuş, gıle Kurmanj’ın kocası, apo Hasanê İbrahimê Talo geldi cenazeye baktı ‘neden Leyla’nın boynu büküktür, niye düzeltmedin’ dedi karısına. İkisini götürdüler a o yukarıda, tepede  beş kardeş mezarı  var ya  Fazıla’nın  yanına  gömdüler.Bu sefer de hasta  Abbas ağırlaştı. Amojın Zehra  doğum yapmıştı altı ay önce Hüsnü Cemal diye bir kız,  memedeydi…meme emmiyordu  o da öldü, ama Abbas ondan önce öldü’ –‘bu amojın Zehra kaç çocuğunu verdi kızamığa?’-‘Üç tane, bir ayda üç tane; Fazıla, Hüsnü Cemal,  kendi babasının adını koyduğu Süleyman.Çok güzeldi, hiç unutmam bu   babayiğit ya maddi mirasını değil, ailesini işbirlikçi hain ilan edip soyadını  değiştiren Almanya’da ki …, amcaoğluna  benziyordu. Benden bir yaş ufaktı,  yedi yaşındaydı. Bunlar, ev damındakiler dedeyi, bizim Piri çağırdılar’ –‘niye?’ –‘dediler gel Abbas’ı Şehidi Mergé götürelim. Amca oğlu Abbas’la, Hanım kardeş, aynı oda da hasta yatıyorlar. Hanım bir gün dedi ki  ben babaannemi  sevmiyorum, Abbas’la hasta yatıyoruz, babaanne girdi odaya  elinde bıjıki d(t)orak ( peynirli gözleme ) Abbas’a verdi, benim de canım çekti, istedim vermedi. Kızlar insan değildi onun gözünde, oğlan torunlarını  severdi onun için sevmedim babaannemi. Neyse Abbas’ı kızağa koydular tamam mı?  Abbas’a  bir şey olmasın  diye biz de dua ediyoruz, üç tane çocuk ölmüş, biz de çocuğuz, tabii üzülüyoruz. Ondan sonra kızakla götürdüler Seyidin  üzerine, niyaz da pişirip yanlarında götürdüler… karı yara yara,geri dönüp getirdiler Abbas’ı, Piro’nun sırtına verdiler.Piro sırtına aldı , ahırda etrafında öküz çevirdiler   dediler ki ‘ ne kadar senin hastalığın,  kadan belan varsa hepsi bu öküzün üzerine, sırtına gelsin.’ –‘Öküzü kurban mı ettiler ?’- ‘ Bilmiyorum, Abbas’ı içeriye aldılar, uzattılar…  Abbas öldü. Hiç unutmam; benim annem de Bingöl’den  yirmi gün önce, yeni  gelmişti, babasıgil şey vermiş ,böyle güzel renk renk  yemeni, elbiselik kumaş falan, annem  ölünce Fazıla’nın  başını o yemenilerle süslemiş’ – ‘Şimdi ben sana yoksa biz Hıristiyan mıyız? desem kızarsın, iyi de anne öleni böyle süslemek Hıristiyanlarda var’ –‘ Her kılığa, her dine koydun bizi,  bu da üstüne olsun. Annem  Fazıla’nın  başını yemeniyle sarmıştı ya    amcam Hüseyin  Varto’dan  geldiğinde gömülmüştü Fazıla, düşün bir geliyor çocuğu ölmüş.Yan yana gömdüklerinden  mezar açılınca tekrar Fazıla’yı çıkarmış, ağzını, yüzünü açmış’ –‘çocuklarının öldüğünden sonra mı haberi oldu?’ –‘ yok Fazıla o yokken ölmüştü, diğerleri öldüğünde evdeydi. O zaman Fazıla’nın yüzünü açmış babası, görmemiş ya. Annem diyordu ki sanki yeni uykudaydı.Sanki  ağzını burnunu kapattığımız o  yemeniye…o leçeğe buhar vermişti.’ –‘Yani nefes mi almış, belki de ölmemişti,  kim bilir ki?’ –‘Annem hep anlatırdı derdi burnunu kapattığım yemeni ıslaktı . Çok güzel kızdı   hakikaten güzeldi, sessiz sedasız bir kızdı. İşte hepsini gömdüler orada…biz  diğer hasta çocuklar ayaklandık  ben, Hanım, ablam Hatun, Selvi  hepimiz hastalanmıştık. Amojın Zehra,  o kadar hasetti, o hep benim derdime düşmüştü ‘ –‘düşse ne olur?  evladını kaybettikten sonra.İyi kadın delirmemiş’ –‘çok fena oldu, hep benle Selvi’yle uğraştı, ilgilendi. Nasıl sen yeğenlerini seviyordun öyle. Allah var kadının bizim üzerimizde emeği çoktu, oğlu Selvi’nin, kızı benim yaşımdaydı. O bizi var ya… her hafta,  çocukları öldükten sonra her hafta; o kadın bizi yıkadı… saçımızı yıkıyor, iki örük yapıyordu. Nasıl sen düşkündün Can’a, Bella’ya  kadın da bize düşkündü. Bir yıl bizimle uğraştı, en sonunda partiyi (yolunu) şaşırdı’ –‘ Kolay değil,  üç çocuğu bir anda kaybetmek’ –‘ne zaman amcam İbrahim  annemi aldı,  kadın zehir oldu anneme yapıştı, bize de ama emeği bizde çok’ –‘ kadın korkmuştur benim kocamı da elimden alır  diye’ –‘kızım,  annemin kaynıyla zorla evlendirildiğini en iyi o biliyordu.Sonra hamile kaldı ama bu defa da sıtma geldi köye.Kinin içti. Sağlık memuru gelip köylerde geziyordu,  bulaşıcıdır  diyor kinin dağıtıyordu herkese içsin diye.İşte o zaman 1954 yılıydı, yok yok  yani 53’ün kışında  onlar öldü,  o çocuklar,  53’ün ilkbaharıydı. Tamam,  bu kinin içti, hamileydi ya  meğer   ikizmiş  çocuklar, ikisi de erkek, kinin yüzünden düşük yaptı. Böyle resmen…o düşmüş  çocukları bende gördüm, böyle her şeyleri belliydi, ondan sonra da bu  Leyla  oldu ’ –‘şimdi anladım teyzem Leyla farklıydı demek  kinin iz bırakmış.Zekasında gerilik vardı sanki, eee onca kinine dahi olacak değildi ya’ –‘zavallı  amcam kızı Leyla !  amojın Zehra, dünyaya gelince,  kız kardeşim Leyla’nın adını  koydu.’–‘ Allah… Allah amcan Hüseyin  ne biliyordu ki Leyla’yı, ne kadar tanıyordu, ne kadar ilgiliydi ki  kızına adını veriyor, laf olsun işte’ –‘ Amcam Hüseyin  pislik yapmasaydı…o zamanlar tabii yaptıklarını bilmiyorduk, çocuktuk, babamız yoktu.Ben onun kucağında büyüdüm…ben var ya öyle sanıyordum babamdır, anladın?’–‘ yıllarca öz  dedemiz  bildiğimiz amcan Hüseyin her şeyiyle yüzü, bıyıkları, görüntüsüyle  Hulusi Kentmen’in ikizi gibiydi’ –‘gerçekten de çok benziyordu Hulusi Kentmen’e .Akşam olunca çe Talu(o)da, ev damında misafir odasında toplanırlardı,  böyle sedirler vardı,  sobanın arkasında her zaman amcam Hüseyin otururdu, ben de her zaman onun kucağında uyurdum.Mesela çağırırmış annemi ‘gel dermiş götür kızı’,  amcam İbrahim’de Selvi’yi çok seviyordu. Selvi, amca olarak ona düşkündü, bende buna. Amcam  Hüseyin öldüğünde  ben çol çocuk sahibiyim daha haberim yok babamın arsasını üzerine geçirdiğinden, hoş o arsa da Ermeniler yollanınca Varto’dan Hazineye intikal edilmiş ordan da  ihaleye çıkarılmış. Sende gördün tapuyu, ne yazıyordu….’  gördüğünde  kahrolmuştun; hiç yere…hiç yere evinden, yerinden, yurdundan sürülüyorsun;  bin bir emekle aldığın içine  ağaçlar diktiğin, duvarını ördüğün, özen gösterdiğin  evine başkalarının  kendilerinmişçesine el koyuşunu da   “11295 metre …. Tarla ermen milletinden Simo Korki Veladanı hovikden hazineye intikalı hasebile tapu 24,5, 1959 tarihi ve  sıra no, da hazine maliye namına kayıtlı iken bu kere mezkur tarla hududu asliyesi ışbu hudutaamahdut 11295 metre murabbain mahalli bilifraz Varto ilçesi Kasıman köyünden Ali oğulları M….. F’ye sekizyüz lira bedelleri satıldığından ve parası tamamen teslim vezne edildiğinden namına tescilli malmüdürlüğü ifadesiyle Varto kaymakam 6,4,1949 günü ve 59458 sayılı müzekkerısı ve tarafından……” ibareleriyle yasallaştırıp devletin resmi evrakına  tapuya yazmaktan çekinilmediğinden,   onlarca mazlumun “ ahı” alındığından işte lanetlendi bu topraklar…bu yüzden huzur yok…hep kavga, hep savaş, sadece mallarına  mülklerine mi? Kadınlarına da göz koyuyorlar, tehcirde kırıma uğratıldıkları  uçsuz bucaksız göç yollarında saldırıp altınlarını, paralarını çalıyorlar. Sonra da savaştaki başarısızlıklarının sorumluluğunu  Ermeni milletinin üstüne yıkıp tehcire zorlayan, Hitler’in, Mussolini’nin örnek aldığı Padişah Mehmet Reşat, Enver, Talat, Cemal Paşalar, atalarımız  pürü pakmış gibi neymiş Hitler Yahudilere neler , neler etmişmiş soykırım uygulamışmış da…geçişini  yapan zihnin anneni  ‘ çok ağlamış çok üzülmüştüm’ de yakalıyor ‘amcam Hüseyin öldüğünde,  annem  de  İstanbul’dan gelmişti, bizdeydi.Ben çok ağlayınca  ‘eree çok mu  seviyordun?’ bende  ‘evet anne  ben amcamı çok seviyordum’ dedim, baktım o da başladı ağlamaya.Bu son zamanlarda  bu pislikler…demek ki ben, şimdi düşünüyorum  53’de o kış zamanı, babamın Hazineden aldığı arsayı üzerine tapu etmeye, geçirmeye  gitti, öyle olmasa karda, kışta  Varto’da ne işi vardı? Sonra amcamla, karısı yaptıkları iyiliklerin içine sıçtıkları kaşığa koyup önümüze bıraktılar.Oyyy  amojın Zehra,  az yapmadı hepimize; beter kadındı !  ben hep derdim ki ‘ bokuyla oynasın’, hakikaten bokuyla oynadı .Kız kız kız…(bu yapılır mı ? şaşkınlığındaki  yüz  ifadesinde de)  Zehra’nın annesiyle benim annem, çene Küçükağa  amca çocuklarıydı, annem onun teyzesi gelirdi, ayrıca babaanne Fidan’ın  abisi Süleymané Alibegé’n da kızıydı. ‘–‘ anne! hala, yeğen desen daha kolay anlayacağım’ –‘kızım ben  ben onlar kadar birbirine düşman iki insan görmedim, güya hala, yeğendiler. Aynı  kızı,  hala Rukoş’la   ablam  Ceylan gibi. Babaannem senin gibi vericiydi, her şeyi verirdi;  köylülere bal, ekmek, un.Amojın Zehra’da o verince çok kızardı. Yani ne bileyim ben,   aman! her şey geldi… geçti ama çok güzeldi babaannem Allah için ’–‘anne!  teyzem Sare’nin oğlu Hasan’ı  anlatıyordun, ne oldu sonra?’ –‘İşte Hasan ölüyor hastanede, enişte ölü çocuğunu sırtına  vuruyor   karı yara yara  getiriyor köye, dewa ma Kasman’a’–‘ yuh ya hükümet verseymiş ya bir taksi?’–‘Hükümetin gemi değil, derdi bitti de ölü Hasan’ı taksiyle yollayalım mı diyecekti,  öyle mi kızım?Kızım…kızım  kim; kime o zaman, her gün o köylerde onlarca çocuk ölüyordu, her gün. Neyse   ablam Sare’nin kocası İbrahim’in  annesi Kurmanj’ı sen hatırlıyor musun?‘– ‘hatırlıyorum, kapısının  önünde otururdu, etekliğinin içine koyduğu ekmekle yoğurdu, mastı yerdi. Ama çok yaşlıydı, yüzündeki, elindeki  çizgiler kalemle çizilmiş gibi  kalındı,  bir de alınmadığından gözlerini kapatan kalın siyah kaşları vardı. Adı  niye Kurmanj’dı ?’ –‘ dewa ma Kasman’a  gelen ilk Kürt gelindi,  adı  Gulé ’ymiş de   Kurmanj kaldı. Eniştenin babası Hasanê İbrahimê Taloê köye getirdiğinde hiç Zazaca bilmiyormuş ama kolay öğrenmiş’–‘ öğrenir tabii Kürtçenin bir lehçesi Zazaca’–‘ alakası yok biz Türk’üz. Zazalar Türk’tür’ odayı terk etmesiyle sonuçlanacak teyze oğlu Hasan’ın başına gelenleri   öğrenmemene sebep olacak  bam teline bastığını cümleni tamamladığında    fark ettiğinde, annenle   tartışmanın kıyısından atlamayı tercih edip ‘tamam anne ! sen Türk ol, ben Kürt sonra’–‘Gıle Kurmanj çok sevdiği torunu Hasan’ın öldüğünü görünce…’–hep dram…hep trajedi… ölü oğlunun  kaskatı kesilmiş bedenini taşımak saatlerce…karda, kışta. İyi karşısına ayı, kurt falan çıkmamış ’–‘ çıkardı da,  öyle çok olay oldu, a o İbi Rısk’ın oğlunun burnunu kopardı ayı, ormanda odun keserken’  hep rastlanılacak, rastlanılmış olaylardanmışçasına ayının  insan burnunu koparmasını hızla geçip,  devam ediyor ‘ gıle Kurmanj, çok ağlamış. Teyzen Sare önüne çökmüş, demiş ki ‘ niye ağlıyorsun daye, dakıla,  bu kadar ağlama, bak geride dokuz torunun var, yetmiyor mu sana?’  aynı evde bir ayda ölen beş çocuğun, burnu ayı tarafından koparılmış kan, revan bir yüzün dehşetini hazmedememişken ‘ yetmiyor mu sana dokuz çocuk’la hançerleniyorum ‘bunu benim teyzem Xale(m)  Sare mi söylemiş? Yapma anne!’  ilkokul  iki ya da üçüncü sınıftayız yaz  tatilinde  ‘baba odas’ında  üzerine kilim serili yüksek tahta sedirde yatıyorum, hastayım yanımda annem;  titriyorum,   baş ağrısından gözlerimi de açamıyorum , üstü midemi kaldıran  süt kokan biri yaklaşıyor elini alnıma koyuyor ‘ kalk! diyor anneme; waye (m), wardı pay; yanıyor , kalk!  Kucakladığı gibi  deré  Mengelî’n  kenarındaki otların üzerine  bırakıyor, elbiselerimi çıkarmaya çalışıyor,  debeleniyorum ‘ anne kurtar,  yapmasın’ . Bakıyor ki bırakmayacağım,  vazgeçiyor  kucakladığı gibi çırpınan beni, elbiselerimle  suyun içine daldırıyor, donuyorum ‘kêna (m)…çenik  eza vana, vındı;  kızım,  kıpırdama dur! vındı!’ söylediklerini anlamıyorum ama  çocuklara karşı kullandıklarından en çok duyduğum kelime  ‘vındı’nın dur demek olduğunu biliyorum,  suya her batırılıp,  çıkarılışımda   bacaklarımı birbirine vuruyorum. Gözlerimi açmaya kalkıştığımda güneşle parıldayan sular süzülüyor saçlarımdan, elbiselerimden  dereye,  teyzem   Sare, kurtulmama  fırsat tanımadan tekrar daldırıyor  ‘ eree vındı, vındı !   şimdi geçecek, iyileşeceksin’ dudaklarımın morardığını  görünce dayanamayan annem  ‘ abla, a o  Hz.Ali’yi  seversen bırak kızı, nefesi kesildi, boğulacak’  alıyor   ellerinden, kucaklıyor    yer süpürecek uzunluktaki  elbisesinin eteğiyle  sarıyor, sırılsıklamlığa anne kucağı rahatlatmışken  sanki bir mucize olmuş ağrıdan açamadığım gözlerim, saçlarımdan damlayan dere sularının ışıltısıyla açılmış başımın ağrısı da geçmişti. Beni deré  Mengelî’n  serin sularına daldırmakla hastalıktan  kurtaran, alnıma koyduğu elde anne şefkatini hissettiğim   teyzem Sare’nin vicdanını, anneliğini, merhametini sorgulatan oğlu Hasan’nın ölümündeki tavrının şaşkınlığında  yataktan doğruluyor yüzüne  bakıyorum annemin ‘ bir anne, nasıl der bunu? Canavarlık bu’ burnu ayı tarafından koparılmış yüzü görmüş, çocuk ölümlerine alışkın anneme göre basit mevzuyu, konuşmayı  abartmama şaşıran bakışlarına baka kalıyorum  tabii ya diye düşünüyorsun bu  teyzem Sare’yla  ilgili duyduğum ilk vaka değil ki,  annem de,  teyzeme dair ilginç  olayları bildiğimden tepkime şaşırıyor otomotikman. Orta okulu bitirinceye kadar  yaz tatillerini  geçirdiğin  sonrasında çok uzun yıllar  sonra  ikibinli yılların ortasında gittiğinde Kasman’da, odanın bir duvarını kaplayan uzun tahta sedirin üzerinde yan yana otururken   ‘bu annem var ya bu annem, senin teyzen’   kızgınlığında ‘ öyle  vicdansızmış ki’–  ‘ niye ne yapmış ki?’ nin sonrası,   bir  tek isminin geçtiği kısımları  anladığından  ‘ne anlatıyor’ bakışıyla teyzen kızı  Nade’nin Zazaca,  Türkçe karışımlı , hızlı,  ‘iki buçuk yaşında kız kardeşim varmış benim adı Saime. Çok hastaymış çokk… öyle inliyormuş ki  artık neresi ağrıyorsa, öyle de ateşi varmış, babam gece kucağına almış  odanın içinde gezdirmiş,  çocuk ağlıyor, yanıyormuş. Bu da ‘ teyzem Sare’yi  gösteriyor ‘ uyuyormuş.Babam kucağında Saime eğilmiş  ‘eree Sare, uyan, kalk ! haydi uyan! Çenek,  kız,  çok hasta,.ölüyor’ gözlerini aralamış  ‘çok uykum var’ demiş,  uyumaya devam etmiş gıle Sare.O uyurken ölmüş, kardeşim Saime’ konuşmasını kulakları da az işittiğinden   tepkisiz dinleyen,  biraz Türkçe bilen teyzene, Nade’nin söylediklerini  Zazaca’yı tam konuşamadığından elinden geldiğince  bağırarak tane, tane anlatma çaban ‘teyze, maye mı, dayé  kızın ölüyorken, nasıl yatabildin?’   sorusuyla  nihayetlendiriyor, söyleyeceklerini anlaman için kelimelerine  vakıf olmadığı  Türkçe konuşması gerektiğinden, yardımınla tamamladığı  ‘ çene ma, o o zaman ev damında, çe Hasané’da   en az 300 koyun, keçi,  yirmi inek; mal vardı . A o Allah seni inandırsın, sabah gün ışırken kalkardım,  yazın ata atlar  malları sağmaya giderdim, dönerdim dokuz çocuk , dünya kadar iş,  çocuklara, tarlada çalışan marabalara yemek hazırla. Öğlen ata atlar tekrar yaylaya, süt sağmaya.’ –‘ Doğru,seni hep at üzerinde hatırlıyorum, bir keresinde beni de önüne almıştın, korkmuştum,  indirmiştin hemen.Rüzgar gibi giderdin atla, bir bakardım  pencereden yaylaya giden yol üzerindeki tepeyi çoktan aşmışsın, yoksun öyle hızlıydın’ –‘severdim ata binmeyi, babam dedende  severdi .Yayla dönüşü süt kaynat, ayran çal, yoğurt ,çökelek, peynir, yağ yap, ekmek için hamur yoğur, lojını yak  ekmek yap. Akşam tekrar malları sağmak için düş yollara ….kızım kızım sen bunlara, bu çocuklara  ne bakıyorsun? Hal mı kalır insan da?  Köpek, a o babamın kapısındaki Bozo  bile, benim kadar koşmazdı…yorulmuştum uykum vardı, gözlerimi açıp kalkacak halim yoktu ama bunu şimdi , bu devirde kimse anlamaz’ savunması,  hayal kırıklığı yaşatsa da,  kalbini sızlatan, dehşete düşüren   çocuğu ölürken yorgunluktan, uykusuzluktun ayağa kalkamayacak kadar iş yapmak zorunda bırakılan bir kadının payına düşürülen şefkatsizlik, sevgisizlik  niyeyse bu kış gecesi, annenden duydukların kadar  canını yakmamıştı. Bir filmde seyretmiş, biri anlatmış  olsaydı  belki ‘yok canım, bu kadarı  olmaz’la gerçekliğini  sorgulayacağın senaryonun    hayal öteliğini, vahşi batıyı bile geride bırakan  arkaik dönem   yaşanmışlıklarıyla büyüdüğünden,  kardeşi ölürken  annesinin  uyuduğuna şahitlik ettiğinden miydi; gördüğünü tekrarlayıp  sonrasında da ‘ arkama bakmadım, dönmedim.Nasıl  döneyim?Nereye götürecektim? Evim mi ? işim mi vardı. İlkokul mezunu  değildim. Gel yanımıza,  iş bulalım, ev tutalım, oğlunla seni yerleştirelim diye kim el uzattı bana? Bende babamın, annemin, abimin yanına sığınacaktım, onlara muhtaçtım. Her gün küfür, hakaret, dayak ya bildiğin dayak  canıma tak etmişti, boşanıyordum, Ankara’dan köye dönüyordum, abim dedi ki ‘eğer arkanı dönersen, çocuğu  almak zorunda kalırsın. Ben de seni bırakır giderim, haberin olsun .Babamgil ancak sana bakabilir.Senin yanında ser sefil olacağına, babasının işi gücü var, devletin memuru, daha ne olsun, hem çocuk onun, baksın.  İstemediler oğlumu,  ne yapacaktım? İnsan çocuğunu bırakmaz hizmetçilik yapar, tek göz bir oda tutar akıllarını verenler acaba hiç hizmetçilik yaptılar mı? Acaba çaresizlik ne bildiler mi?’ avukat hitabetinde,  müdafaasını  veren  teyzen kızı  Nade’nin; Dikmen’ deki  beş katlı asansörsüz apartmanın dördüncü katındaki evinden elinde bavuluyla  çıktığında ardından koşan,  kapı önünde babası tarafından zapt edilmeye çalışılan  altı yaşındaki oğlunun  ‘anne ! beni bırakma , beni de götür’ feryadına kula tıkayıp,  merdivenlerden inmeyi sürdürmesine ‘zalımın kızı…nasıl ya nasıl ciğerin  parçalanmadı o figana, nasıl geri dönüp de  almadın  o çocuğu  sitemin büyük bir haksızlıkmış. Yaşananları yazarken , kalbinin anlatıldığın andan daha çok sızlaması    nedendir biliyor musun ? Çok sonraları öğrendiğin olaylar olurken daha  bir çocuğu Can’ı kaybetmemiştin;  masal, çizgi film  kahramanı hayvanların en asili, en masumu; çocuklar sevdiğinden  seveceğini düşünüp okuduğun, tepkilerinden  hoşlanmadığını görüp vefatı sonrası bile  nedenini hâlâ  anlayamadığın  badem gözlerini çevreleyen  uzun kirpiklerini kırpıştıran “ahh ne kadar nazik, ne kadar zarif, ne kadar kırılgan” övgülü “Bambi”leri; aç karınlarını doyurmak için  saldırıp parçaladıktan sonra afiyetle  mideye indiren  hayvan  belgesellerini “doğanın Kanunu, yaşamak için öldürmek zorundalar ” umarsızlığında seyredenlerin, belki de onlardır doğrusunu yapan ‘aman Allahım bu nasıl  merhametsiz bir anne’ eleştirisine tutacakları  teyzen Sare’den  bin kat daha  acımasızların  cirit attığı diyarda;  bir araya gelmek istenmeyecek  düşünce, tavır  ve kişiliktekilerle mecburen çalışılan devlet kurumlarında, methiyeler döşeyerek kendine  en az iki üç teröristi öldürdüğü de tanık olduğu gaddarlığı   ‘Kuzey Irakta operasyondaydık. Bu bacağımı (protezli sol bacağını kaldırıyor ) kaybettiğim çatışmada  gördüklerim…yaşadıklarım  insana inancımı  yıktı, geçti niye biliyor musun? Ölüm kalım çizgisinde kader birliği yaptıkların  eğer öyle davranıyorsa  artık kimseye güvenemezsin. Yanı başında ölen arkadaşlarının kolundaki saatini, parmağındaki yüzüğünü, cüzdanındaki parasını cebe indireni görmek…bir insanın daha soğumamış cesedinin başında , arkadaşının bunu düşünebilmesi, yapabilmesi akıl yitirtir insana. Diyelim ki öldürdüğün düşmanın malı ganimetin, al koy cebine ama birlikte yarım saat önce siperde sigara içtiğin,  aynı şey uğruna savaştığın, kaygılandığın  arkadaşına, düşmana yaptığının aynısını yapmak. Sanma sadece bizimkiler yapıyor, karşımızdaki gerilla dedikleri   o teröristlerde yapıyor, bunu. Ölülerini olduğu yerde bırakıp kaçarken üzerinde ne var, ne yok alıyor, soyuyorlar‘la dile döken  Görkem’le,  onlarca konuda uzlaşmaz  farklılığına rağmen  ‘tiksiniyorum insanlardan…uzak durmak lazım  bu yaratıklardan’ ortaklığında  buluşturan  biçimi değişse de  gördüğünün, yaşadığının  aynısı yapma, aynısı yaşatma, aynısını düşünme peşinde; belki görmediklerinden haz etmedikleri felsefe, bilim, sanatla uğraşma yerine kavgayı,   gaddarlığı miras bırakırken,  neler döndüğü az çok tahmin edilen  kapıların ardında yaşananları  da gizleme yarışında , kardeşi Leyla’yı dört amca çocuğunu gömdükten sonra sanki hiç var olmamışlar  gibi  geride kalan çocuklarla oyun oynamaya devam eden annene  de  kanıksatılmış ölümü hayata katık yaptıran toplumda, asırlardır devam eden, açgözlülüğün, gaspın, şiddetin, öldürme, iftira, yalan  ve  acımasızlık dürtüsünün  içselleştirilme yaygınlığına  sebep; bir hata…bir  yanlışlık… bir şeyler  var  ortada bilmediğimiz  yoksa nasıl olurda  aynı acı , kaybediş karşısında  onlarca değişik  tutum kol gezebiliyor, etrafındakilerden anlayış  bekleme; Marsa seyahat  uzaklığında  bir hayale dönüşebiliyor. Duyulan acıyı, bunalımı  antidepresanla  uyuşturmayı iyilik algılayan, algılatan tanıdıkların  yerine  ‘ahhh  Marcel  Albertine ( Alfred ) öldüğünde, yanında bir tek  hizmetini yapan uşağın Francoise’nın bulunmasının,  uşağını göndererek evde olup olmadığını kontrolden sonra saat kaçta geleceklerini ya da eve kadar gelip müsaitsen görüşmek istediklerini bir notla ileterek  rahatsız etmeyecek saygı ve  anlayıştaki  sosyal çevreye sahipliğin ne kadar büyük bir şans olduğunun farkında  mıydın acaba?’  iç geçirmeleriyle okuyup , teselli bulduğun  Proust  amcadan,  minnacık feyz almış  birileri bulunsaydı yanında,  ‘daha mı katlanır kılınırdı hayat’ diye düşündüğünü düşünüyordum ki, okumayı, gözlemeyi, araştırmayı  ‘boşa geçirilen zaman’ sayan tembellikte;  görgüsüzlük addedilecek viskiyle  lahmacun yeme, atletle dolanma, sosyal medya da  bedenini  sergileme, aptal tik toklar; kopyala, yapıştırlar, fotoshoplar başka ülkelerde yayımlanan ilginç trend videoları bulup taklit  eden Youtube, Instagram fenomenlerinin peşinde koşma  faaliyetini çalışkanlık gören, çırpındığı bir üst seviyeye ulaşma sevdasında önüne geleni  harcayan  Tanpınar’ın deyimiyle  ” oturup beklemenin yeri..” taşralılıklarını bağdaştırdıkları kentleri,  kasabaları  ele geçirmiş  köy kökenli küçük…pöti burjuvazinin,  kentli olma uğraşında, o hiç bitmeyen iç çalkantıları…bunalımları… yersiz  korkuları,   her an ortaya çıkaracakları  törpüleyemedikleri  çiğlikleriyle ‘ben’i , başkalarını   delik deşik eden; enteresanı üniversite bitirmeyi kültürlülük  tanımlayıp  entelektüel  payesi vererek kendilerini barizce  halktan  üstün   yerde konumlandıran  senin… benim  sosyal çevremiz de ki,  itiraf et senin de rutinliğinden önlenebilirliği kesin ölümlerde yakınlarını kaybedenlere söylediğin; Haldun’u, Can’ı ve O’nu kaybettikten sonra  olandan…yaşanandan  kopuk sanallık içerdiğinden nefret ettiğin;    “kader, zaman her şeyin ilacı …sabır sabır” telkinli ve de    Thomas Bernhard’ın   “ zamanımızın  gerçek iblisleri” dediği  psikiyatrlarla, kişisel gelişim kitaplarının uydurması, nevrotik  belleklerin   safrası niyesi belirsiz   “hayata tutunmak lazım” la  fırtınalar  yarattıklarından habersiz  seviyeli, kaliteli  insanlardan  fersah fersah uzakta,   bir  dağ köyünde, bir deniz kenarında nehre, denize  daldırdığın çıplak  ayaklarının üstünden,  minik dalgalı serin sular akarken ya da alabildiğine ağaç, çimen,  gelincik kaplı  tarlalara bakacağın bir tepede, Palaka’da  rüzgar tozu dumana katmışken öyle tek başına kaybettiklerine,  hıçkıra hıçkıra ağlamak…ağlamak istedim  hep,  o samimiyetsiz kalabalığı gördükçe, kendime de acıyarak. Hiç kendime ağlamadım ben, kanser olduğumu öğrendiğimde bile, ki  gaipten bir ses değil, bir falcı  onca doktordan önce söylemişti; DSP-MHP koalisyonu döneminde hep   olageldiği üzre liyakatı bir kenara atacak   MHP li bakan da;  maddi,  manevi ranttan, partilisi, adamı faydalansın diye olup, olmadığı tartışılacak sosyal demokrat daire başkanını  görevden almasına,  Danıştayın  da  sürekli göreve iade kararı vermesine kızıp , kamuda her zaman başvurulan ‘bezdirelim de  şu cadı kadını da  emekliliğini versin, çeksin   gitsin’i  devreye sokup,  koca Başkanlığı  çalışanlarıyla Etlik’te kullanılmayan  eğitim tesisine (sürgün edince) taşıtınca,  her  an koridorda denk gelinen üst düzey bürokratlardan, gözlerden, baskıdan  uzak  kamp hayatını iş yerinde yaşama mutluluğunda,   bir gün mesai  arkadaşlarından  birini   ziyaretine gelen – kısa  boy, göbekli beden,  turunculu sarıya çalan  boyası akmış kabarık saç, sürekli etrafındakilerin yüzlerini tarayan çipil gözleriyle,  belki tuhaf görüntüsü  yüzünden,  bazen şahsınıza hiç bir şey yapmadığı, kötülüğü dokunmadığı  halde, birinden durduk yerde huzursuzluk duyar  ‘ne diye geldi şimdi bu , bir an önce gitse ‘ denir  ya işte öylesine  bir his uyandırdığından– konuşmalarına katılmayıp işinle meşgulken     lafın  lafı açtığı,  her zamanki gibi nerelisin muhabbetiyle de  Alevi’liği de öğrenildikten  sonra; için gitse de ,  devrimciliğinle bağdaştırılmadığından  salakça nitelendirip, yurtta kızlar birbirlerine baktıklarında  ‘ bak bakalım, bugün faşistler saldıracak mı? İzmir’e mitinge gidebilecek miyim? 1 Mayıs’ı kutlayabilecek miyiz?  ha ! bir de acaba Cansu bugün  altında mercedes  yakışıklı bir “boy”a rastlayacak mı?’ alaylığındayken, ileride  niyeyse ??? müptelası olunan; “haydi, bir kahve söyleyin de size fal   bakayım, ben çok iyi bakarım”    önerisine balıklama atlamama isteksizliğini geleceğe merakını alevlendiren  “iyi bakarım” kırdığından  ‘madem öyle, bende alayım’ ….

…Ellerini yanaklarına dayamış ‘acaba dediği kadar mı iyi mi bakıyor, şimdi anlarız’la  önündeki sandalyede oturduğu masandaki ters döndürülmüş kahve fincanına  parmağıyla dokunup ‘soğumuş bu’ diyerek fincanını açmasını beklerken ‘tamam, soğumuş, haydi bakalım’la  fincanı eline alıp   ‘ben gördüğüm her şeyi söylerim, korkmaca yok, sen ciddi  hastasın, kanser bile olabilirsin, bir doktora  git’ anında  ölümcül ‘kanser’ kelimesinin irkintisiyle  ellerini masaya koyup ‘aaa daha yeni tahlil yaptırdım, bir şey  çıkmadı.Doktor tahlillerin normal, aksi bir durum  yok ‘  itirazını   ‘sen bilirsin ben öyle görüyorum’la  iteleyen,  adını  hemen o gün  unuttuğundan üç yıl sonra  kanser teşhisi konulduğunda  , aramana rağmen  bulamadığın – bir gün  ‘ iki Temmuz’da çok sevdiğinin birini  kaybedeceksin deseydi sinirlenip   ‘bu kadar abeslik… bu kadar saçmalık olmaz’la kahve fincanını, tarot kartlarını, suyu, taşları   yüzüne fırlatacağının kesinliğinde, bazen iyi ki de bulamadın diye sevindiğin ;  o falcının  dediğini yapıp doktora gitseydin kanseri başlangıç noktasında yakalayacağından sol göğsün alınmayacak; halini göreceğinden çok korkacağı kansere yakalanma ihtimalini sıfırlamak için kim demişse artık  ‘çocuk yapanlar yakalanmıyor’a  inanıp  bir an önce çocuk doğurma  peşinde  kırk yaşında  ‘ayrılmak istiyorum evden  ama,   kemoterapin bitmedi,  sana ayıp olmaz mı?’ dillendirmesiyle evden ayrılmak  isteyen  kız kardeşin Leyla’yı   ‘git, hakkındır ,  kendine bir hayat kur, benim gibi olma, düşünme sen , beni’yle   cesaretlendirmeseydin, İsmet’ le tanışmayacak,  Can doğmayacak, vefatı  sonrasında ailede yıkıcı  olaylar gelişmeyeceğinden, hayatın, bugün çok farklı bir yerde olacaktı. ‘Falcı bana böyle dedi doktor bey ,bir baksanız’ diyemeyecek  mantıklılıkta,  doktora gitmek bir yana, iş dönüşü sigara içerken mutfakta  annene ‘karar verdim,  bizim bu Alevilerin dillerinin kemiği yok,  çoğu da deli.İnsan aklına geleni tartıp, ölçmeden niye söyler? Hiç mi düşünmez  söyleyeceğim  karşımdakini ne hale getirir diye? Bugün Hülya’nın   arkadaşı kadın, işyerine geldi, bana da fal baktı,   tak diye sen kansersin‘ …– ‘ayy sus, Allah korusun, a o nerden çıktı?Deli resmen,  olmasa öyle şey der mi? Ne kanseri olacak sende, inanma sakın, her gün doktordasın hiç biri görmedi, falcı mı gördü.Gülerler adama. Asabını bozma’ –‘ yok canım, niye  bozayım , her fala  inansaydık öyle değil mi Can!    yaşasaydın  belki şiirlerini elinden düşürmeyeceğin,  belki   ‘harflere  cambazlık yaptırıyor’ küçümsemesinde ‘ hayata, yaşanmışlıklara dair ayrıntılara sevdalıymış Proust gibi’  hakkını da  teslimleyecek vicdanda,  aynı cinsel tercihtekiler ABD‘de,  Avrupa’da  orduya alınır, evlenirken,  “sapkın”, “hastalık” ithamıyla suçlayacak marjinal, despot Türkiye’nin;

 “zaman ki sana hasta olmuş,

  incelikli haytasın”ın;

sıska, narin bedeninin, kırık duygularının üstüne toprak atılacak  vefatını okuduğumda Twitter’da; ‘ ahhh…ahhh’  dedirtmiş,  açık yaralarla dolu yüreğimde “ahhh ince sözlü şair ahhhh…’ sızılı   bir  yara daha yerini alırken;  bulunmayacak olsa da ki,  biliyordun   bulamayacaklarını,

 “ en derin yaralarımıza gizleyeceğiz onu

   rüzgar güllerimizin kokusunu duyacaklar sadece,

anlamayacaklar…”la  doldurduğun “kara kutunun” yokluğunda;  göz yaşlarıyla mahremiyetlerinde,  mahremiyetini  saklamanın  belki de öfkesiyle hayatına aldıklarının ‘ kimseye tuz bastırmadığı açık yaraları vardı, zaten kimsede de  tuz yoktu’  düşüncesinde; naif, ince  bünyelerin cehennemi bu dünyada;  bir an önce  bir  av  yakalayıp, parçalamak için sürekli  tetikteliğin huzursuzluğundan  bıkmayan,  her ‘leşe’ üşüşen ‘Akbaba’lıkta;  doy(urula)mayan    iştahtakilerin  ‘hiç’liğini  göstermek için dahi,  kara kutularını  ortalara saçmak   lazım’la taslak romanının yatağı Sen9.word dosyasını açtığın;  ölümünün üçüncü yılının ertesi günü,   üç Temmuz’da, bugün;  “rakı şişesinde balıklığımı” unutacak  kadar  içesim   var;  benim şairim  öldü diye… çok mu? Benim kendini, bile isteye  tüketmiş   şairim; diyorlar ki  Orhan Veli, Ahmet Haşim’in

 “akşam, yine akşam, yine akşam

 göllerde bu dem bir kamış olsam”

dizelerine gönderme yapmış “ rakı şişesinde balık olsam’la. Bir diğer rivayete göre de, yaşadığı dönemde, bir devlet adamı – 1950 yılında öldüğüne göre muhtemeldir ki İnönü ya da  Hasan Ali Yücel olabilir– belirli aralıklarla  önemli sanat adamlarını  sofrada toplayıp,  rakı eşliğinde sohbet eder, yemek yermiş. Bu sofraya hiç bir zaman çağırılmamış Orhan Veli’de bayağı  içerlemiş. “Sokak kedisi”nden  sofranın “ciğercilerine”  veryansın etmiş  “bir de rakı şişesinde balık olsam…” .O masada içilen rakı şişesinin üstünde “balık” figürü basılıymış. Burda koptun işte,  herkes gibi oku geç değil mi, ama nerde? balık figürlü  rakı şişesi hangi markanın da acep? .Google hazretleri  ahanda  orda ! haydi  date çıkalım, tara da tara,  nihayet  “Cumhuriyet’in ilk yıllarından 6 rakı markası ve hikayeleri “ Demitreopula rakısı, Bilecik rakısı, Aliyül Âlâ Arakı Türki Hususî (Âl-ül-âl Arakı Türki Hususî), Üzüm Kızı Rakısı ,  Dayıbey Rakısı, Bahçe Rakısı , Zibib Türki; balık figürlü şişe hak getire .Hayır ne işine yarayacaksa,  çöp bak hap değil, çöp  bir  bilgi için, bu kadar uğraşmaya, saatler heba etmeye… sonunda  “Kulüp Rakı”nın şişesiymiş….

Bugün, hayatının  da didikleneceği  öldüğün gün , ister bir apartman katı,  villa, köşk, gecekondu; ister  ofis, okul, karargah, mağaza,  hastane, bakanlıklar; ister bar, sinema salonu; ister  AVM,  işlevi aynı  duvarlar arasında… kuytularda ömürlerini tüketenler,  algısızlığı tavan,  ötekileştirdiği kim var , kim yok herkesi  canından bezdirmiş,  sapmış Türkiye’nin  çiğliğini; açığa çıkması istenmeyen korkuları, sıradanlıkları, cinsel tercihleri, gizli kapaklı sevişmeleri “sözcük aralarına, sözcük oyunlarına,  gizlenme ve oradan çemkirirken” çürüdüğünü, çürüttüklerin göremedikleri yaşamlarına batıracağın  kılıcın; düşündüklerini, duygularını yazıya dökme, istediğini söyleme özgürlüğünde; bir zamanlar  lanetlendiğin, horlandığın Beyoğlu’nda, kendine siper ettiğin ‘gay’liğinin, deyiminle ibneliğinin  ‘O mu ?  rahat bırakın, ne yaparsa yapsın  marjinalin ( ki oysa ne çok  da işine yaramıştır bu  yafta) ayyaşın, otçunun tekidir’  kalkanını eline tutuşturanların; yaptıklarına, yapacaklarına  sınırsızlık tanıdıklarının  farkına varmadıklarını bilmenin keyfinde, derin  uykudayken mahalleli ’uyanın salaklar ! hayat kaçıyor’  şamatana  ‘terbiyesizlik etme gecenin bu vakti’ karşılığını verdikten sonra    yatağına uzanırken  ‘doğru söylüyor  ’ onaylı  ahhh benim kışkırtıcı  Şairim ahhh ! şiirlerine taşıtırken yaşamını,  bazen  ‘ yaptım oldu, yaptımsa doğrudur’  tavrın sinirlendirse de, amme hizmeti “uyarılarından”  geri durmadığın  bu  hayat,  cidden de arabeskmiş be! Tanışıklığımız  da;    bakışlarında bir şeyleri, her şeyleri  unutmak, başka şeyler hatırlamak istemenin sıkıntısı ; bir coğrafyanın işkenceden geçmiş, tecavüze uğramış,   nafile çırpınışlı bir mahkumun boncuktan kuş yapması gibi  yerimize tükürdüğün, tutunmak  belki de tutunmamak için sövdüğün,  saydırdığın, dövdüğün, dövüldüğün “sonunda….sürprizlerine  yenildiğin”  arabesk hayattan; kazandığımızı sandığımız anda kaybettiğimizi; üstelik  kaybederken de hep, kazanmanın kirlenmekle eşliğini bilmeyenlerin vicdansız  merhametinden kaçmanın, uzaklaşmanın uçarı güzelliğini   bilmemizdendi.  “ Sarhoş olun”  haykırışıyla hayatı en güzel yerinden yakalamış flaneur  Baudailer,  Rimbaud ,…,..Neruda, Lorca…,Borges,…, Bukowski, Nazım, …,  Orhan Veli, …, Cemal Süreya, …, …, Ece Ayhan, Atilla İlhan, Yılmaz Odabaşı mısralarında dolanırken;  sabahın kör vaktinde, ezan okuyan müezzinlerle birlikte  şiir yazmak  için  ayağa kalkan “gezegende bir şair daha öldü salak. O nedenle bu masal kahramanı uysallığım. Yoksa ben de bilirdim bir Peugeot’ya binip ters istikamete gitmeyi ” sitemli

bugün vefat eden şairin  Erotika kitabını  “ Ben ölürsem ….küçücük ömrüm hep rüzgâr gülleri kokacak…küçücük kabrim bir çocuk gibi haylaz olacak…” mısralarını okuyacak, duyacak yaşa gelmediğinden, hiç şiir karalamamış ama  masal yazmışken, top oynadığın, yürüyüş halısında koşturduğun, papatyalar topladığın Lozan Park  dönüşü, Kahire caddesindeki  şimdi yerine ŞOK’un açıldığı Hasanoğlu  bakkallının  önünde sergilenen, ilk defa gördüğün   kağıttan, plastikten  rüzgar gülleri  dönerken  ‘aaa ne kadar güzel’ dediğin   o an kim bile bilirdi  ki, gün gelecek vefat edeceksin ve ben de sana…. ‘rüzgar güllü bunlar’–‘ ne garip, bir çiçek ’ hayranlığının   satın aldırdığı   önce  balkon demirine  monteleyip sonra   bir saksıya  iliştirdiğimiz “dönmesi” için  esmeyince gazeteyi savurarak  sanal rüzgar yarattığımız,  tuttuğun takım  Galatasaray’ın renklerinin bulunduğu  her biri farklı renk, şekil, desendeki küçücük kabrinin  dört bir yanına yerleştirdiğim, her gelişimde mezar çalışanlarının bazen hepsini, bazen insafa gelip bir ikisini bırakıp diğerlerini çaldıkları, rüzgar, yağmur, güneş ya da karla bozulduğundan yenisiyle değiştirdiğim  rüzgar güllerinden   illaki  biri, ikisi  çocuk sevinciyle döndüğünde  ‘ Can, bildin mi yavrum… sen, bildin mi kuzum geldiğimi ’  ağıtlarını Karşıyaka  tepesinden şehre  savuracak  rüzgar güllerine sadece içimdekileri değil, içimi, kendimi   bıraktım, rüzgar gülüne tutundurulan bir   hayatı da. Can! Ahhh yavrum… ahhh… yedi yıl, ne kadarda kısaydı  ömrün; yıllar, yıllar sonra karşılaştığımda adının; yüzünün,  kumu küreğinle kovasına boşalttığın, kaydırakta kaydığın, salıncakta sallandığın  arkadaşlarının hafızasında  yer edinmediğini  göreceğimi, bildiğimden, seni bilen, tanıyan etrafındaki üç, beş yaşı  kemale ermiş  yakınların  da göçtüğünde dünyadan,  adının anılmayacak,  hatırlanmayacak olması, her giden…her ölen…her terk eden için değil,  senin gibi  ömrü kısa  çocuklar…gençler  için söylendiğine inandığım,  “bir insan, onu hatırlayan son insan, öldüğünde gerçekten ölür”  gerçekliğinin ortasında;  Proust’un “ölüm kelimesini kolaylık olsun diye kullanırız, oysa ne kadar çok insan varsa, yaklaşık o kadar da …. vardır…”la   tanımladığı;  sorgulamayla geldiğinden illaki  suç hissettirecek bir şey buldurup  “keşke.. “ yükleteceğinden, masumiyetin celladı ölümün kiracılığını yapan hayat  nerden…nereye kadar beyaz, mavi, turuncu? nerden sonrası siyah, griydi? ve yağmur nerde başlıyor… nerde bitiyor’un   kaybettireniydi de. Ölüm nedir, ne değildir bilmediğinden, ardında bir vasiyet bırakmayacak  miniklikteyken, yaşlıların  geri dönüşüm kutusunda beklettikleri  çocukluklarındaki, gençliklerindeki  kaçkınlıklarını, canlarını  acıtsa da  karşı çıkma,  istediğini yapma huylarını,  zihinlerine   geri yükledikleri  görmediğin; her defasında  değişik, farklı bir şekilde ama neredeyse aynı olaylar eşliğinde tekrar eden hayata; dair her şeyin; ölümün, öfkenin,  benciliğin, yalnızlığın,   aptallığın, aşkın, kırbacın, martının, marketin,  futbolun,  Galileo’nun pergel’inin teğet’in, sigaranın, esrarın, Porche keşkül ve narkozun,  iyinin kötünün  yerleşik  algılarını, bilindik mekanlarını darmadağın eden,   sarsan,  benim zehir kusan Şairim;  her yıl  utancından kızaran sıcaklığıyla  dünyayı  yakan,  kahrolası  Temmuz’un üçünde  vefat etmeden   aylar, aylar önce , bıraktığın vasiyete  uymak içimden gelmediğinden,  eğlenmedim,  gitmedim  dansa, partiye    “….simsiyah bir gece giydim yüzüme!” iyi ki  böyle bir şair yaşadı…geçti  bu yaşayanını bedbaht eden Türkiye’den, dünyadan;  senin gibi  bir  çocuk  da dedim, Can….

…. neden diye düşündün sonra, neden  on yedi yaşındayken  “…. ilk kez ailemden ayrı olarak arkadaşlarımla tatile çıkmıştık,  birinci durağımız Datça’ydı, bir tahta iskeleden denize bakarak ‘söz’ diye mırıldanmıştım, bir gün, öleceğimi hissedecek olursam buraya geleceğim!” sözünü yerine getiremedi benim çılgın  Şairim?  tutamazdı…tutturmazlardı  da; nasıl ki  sen, Can’ı, Haldun’u ve O’nu kaybettikten sonra  seni, duygularını, düşüncelerini   anlamadıklarını fark ettiğinde,  vazgeçtiysen anlamalarını beklemekten; gerçeği tabutlayan radikal  yandaşlıktan, doğmalardan,  özgürlüğün hiçleyen herhangi bir şeye biattan uzak ”kimse, kimsenin olmasın”  boşaltımını  algılayamadıkları şairin ölümünden sonra belki  ‘şiirlerimi beğenirdi, çok yakın dostumdu’ faydacılığıyla, ölü bedenlerden  nemalanmaktan  geri kalmayanlardandı ?  sosyal medyada  hakkında ”Bir de Flu’es romanının kapağındaki onca fotoğraf karesinden birinde Galatasaray formasıyla poz vermişliği vardı. Bunu niye giydi hiçbir fikrim yok. Zerre sevmiyordu Galatasaray’ı. Bir gün bana “gel Fener’in maçını izleyelim” dediğinde “Galatasaraylıyım ben, sıkılırım orda” dediğimde, üç dört saniye yüzüme baktı sonra da “nasıl yani ya? dedi”  entrysini girmiş birlikte maç izleyecek kadar yakınının “nasıl yani ya?” tepkine  şaşırmasına şaşıracağın  etrafını kuşatmış  benzer bir olayı yaşamamışlarsa, duygularının, tavırlarının, hislerinin  farklılığını   anlamadığı halde duyar kasan,  kent kültürünü ayak altında ezdirdikleri taşralıklarını  entelektüel  kibirle kapatan dostları,   peşini  de bırakmadıklarından,  öleceğini tahmin ettiği halde  Datça’ya   gidemedi   diye mi düşündün?  Ah be! benim   dağınık sözlü, serseri özlü  Şairim  ahhh !!! hani hayatını şekillendirecek kararı  yerine verdiklerine bir kez olsun, bir kez olsun   ‘sen ne düşünüyor…ne istiyorsun…ne yapalım’ sormayan; karşı çıkışlarını umursamadıkları  çocukları, kendilerinden yaşça ufak aile bireyleri, işyerlerinde astları   adına neyin doğru olacağının kararını  vermiş  büyükler; ebeveynler,  üst makamdakiler  gibi,  ölüm  kilitsiz kapından elini kolunu sallaya sallaya  kanserle evine arz-ı endam ettiğinde  ‘İstanbul’un  kirli havasından, bu çat kapı herkesin postu serdiği, girenin çıkanın belli olmadığı, hijyenden yoksun evinden, sağlığın için bir an önce uzaklaşmalısın, pek çok  İngiliz, Avrupalı   akciğer dahil her kansere  havası iyi geldiğinden Bodrum’a yerleşmiş…miş…miş…’ telkinleriyle,  o dakikadan itibaren nasıl yaşaman  gerektiğini de planlayan,  daha uzun  yaşatacaklarına,  keyifli, mutlu bir son hazırlayacaklarına inanan o entelektüel hoppalar sözünü tutmana izin vermeyeceklerdi;  olmamak için dirensen de   sonunda,   olunan  kimsenin… olduğun kimselerin avuçlarına bırakacaktın sende,  kansere yakalanan herkes gibi  iplerini elinden kaçırdığın hayatını. Meçhul de hep yanına kattığı merakla  geldiğinden   “ Rimbaud’ya akıl notları”yla seslenmiş sen, benim şairim ! aynı hazlar peşinde  koştuğunuzdan, aynı tutkularla kavrulduğunuzdan yazdıklarında kendini bulacağın  Proust’a  dair tek kelime yazmamanın; nedenini  artık öğrenmeyecek olsak da  bugünde… yarında herkesin,  yaşadığın günlerdeki düşüncen,  yazmasaydı, yazılmasaydı   belki  senin yazacağın  “hayatta daima sevmediklerimizle, bir kadına, bir memlekete veya bir memleketi içinde barındıran bir kadına olan dayanılmaz  aşkımızı öldürmek için  – bu satırlarda    bahse konu yaşamını paylaştığı  kişiler  Reynaldo  Hanhn, Alfred Agostinelli,  Albert Nahmias, Albert Le Cuziat, Henri Rochat ve belki  Marie de Chevilly ve Marie Finaly’dır. Yazdıklarını  okudu  diye okuyucuna çektirdiğin azaba bak!  Şimdi işi gücü bırakıp ‘kim bunlar?’  onu mu ’ araştırsın? Relax,  telaşa mahal yok. Yaşadığın toplumu bilmezmişsin gibi,  inan ki   araştırmaya girişecekler  bir elin parmaklarından  azdır–   bizimle birlikte yaşamaya mecbur ettiklerimizle; bir arada yaşarız”  geçip giderken dönüp de bakmadığımız  gerçekliklerden sadece birisi değil midir? “Elbette bir gün ‘Açık Waliz’i bulacaktır evime girenler; tamamlanıp kapatılamamış olan son Waliz…” yazan sen  “hangi ağaç büyüyünce ormana katılacağım diye boy atar ki”yle ters köşelerinden birini yapıp, hepimizde, sende, bende barınan; sergilesek   dünyayı yerinden oynatmayacak, kimsenin umuru olmayacakkrn, niyeyse hep de  saklama gayretinde,  büyük efor sarf ettirtip,  akan  saniyeleri boşa harcatan, güçsüz gösterdiğine  inanılan korkular,  arzular, sırlar – ahhh, o sırlar değil mi Haldun?– endişeler, söylemek isteyip söylenemeyen  “kendini bir bok sananlarla aynı kanalizasyonda olmak zor”,  “en basit yalanları gözümün içine bakarak söyleyen aptallar tanıdım”   düşünceleri “bi s.k gidin”li   küfürler,  kırılganlıklar ‘ aynı evde yaşıyoruz madem, hayatı birbirimize mutlak surette zehir etmeliyiz’ mantalitesinde –keşke yalnızca sevmek zorunda kalınsaydı – gökten  leyleklerin getirdiği kan bağı olanları  korumak,  üstüne  hep  fedakarlık, biat beklemenin dışında  hiç bir paylaşımın olmadığı  insan topluluğu; ailenin, sistemin,  çevrenin, başkalarının dayatmalarına boyun eğmekle dolu  kara kutuları;  kendininmiş… seninmiş gibi ulu orta, bağıra çağıra açarken,  kim bilir ne çok eğlendin, ne de  çok dalga geçtin sen !  hayatla,  biz okuyucularınla. Seni kışkırtan hayata, yazdıklarına  ihanetin,  açmadığın  kara kutunu, evine gireceklerin  bulmayacağı  “Açık Waliz”ini “… ilk aşkıma döndüm ben. On yedi yaşındayken burada sahilde bir gece tek başıma oturmuş, denize ‘sana âşık oldum, bir gün geleceğim sana, bekle beni’ demiştim. Sözümü tuttum sonunda…” bahanesiyle kapatıp; sözüm ona  kalabalıktan kaçan –eğitimli, gelir düzeyi  yüksek  genelli beş yıldızlı asker,  işadamı, doktor, dişçi , avukat , bürokrat, sanatçı , …, …,–büyükşehirlilerin yaşadıkları yere rahmet okutan kalabalıklar yaratmak uğruna; bir zamanların ormanı, tarlası, zeytinliği  yeşil alanları  yakarak, doğayı katlederek  meltem  esintisinin, rüzgarın, yağmur damlasının yüzlerini okşamasına engel betondan evlerini, otellerini övdükleri; yaz ekranlarının değişmez magazin mekanı, her beş  kişiden dördünün “ tatile nereye gideceksiniz”inin   adresi; bir gece konaklamaya burun kıvıran, en az iki, üç gece konaklama şartı koyan,  göt kadar otellerin  geceliğine onbeş bin, yirmibeş bin,   lahmacuna ikibinbeşyüz ,  yarım litrelik bir şişe suya ikiyüz Türk Lirası  ödenen uçuk fiyatlı, hijyen yoksunu işletmelerin  müşterilere köpek muamelesi çektiği;  Barlar sokağında  on ikiden  sonra laf atmakla yetinmeyip  her an üzerinize atlayacak kız, oğlan  avına çıkan

”….ardıma bakmadan kaçtım onlardan….şimdi onları unutmak için terapi gören kuşlarla bir olup menfaatlerine tükürüyorum! ölseler cesetlerine yok. yaşasalar manasızlar”

mısralarının muhatapları;  teşhircilikte dipsiz,  yalancılıkları, iki yüzlülükleri ile  o beyaz çatılı saflığı bir şekilde kirletip,  duygunun “d”sini dahi  bırakmadıklarından ruhsuzluğa, ‘leş gibi’liğe mahkumladıkları;  “ her yeri boyamışsın, çok güzel, ama burada biraz kan kalmış, zincir kalmış, kırbaç kalmış…”  paçoz Bodrum’unda, yaşayanın bileceği,   mecalsiz   bıraktığı bedenine  söz  geçiremeyeceğin  kanserli zamanlarında; başlarını  mineli, gümüş kumlara sokan devekuşu vizyonlu  “olduğun kimseler” yüzünden bekledin ölümü… beklemek zorunda bırakıldın kimsenin duymadığı sessizliğinde, dilinde ‘“mutlular,  ölüleriyle mutlular“;  belki  bundan sonra hayat böyle olacaksa, salak sersem kanser; ciğerimi, her uzvumu; sırtımı, kollarımı, bacaklarımı dermansız bırakacak ağrılara  boğacaksa, böyle  Ulan İstanbul’suz,  pezevenk Beyoğlu’suz  kalacaksam, neye yarar ki yaşamak? İyisi mi,  bitsin artık  şu yaşam dersinde kaldığım hayatla beraber  kıçına kına yakacaklar da yaksın, ben  Zozi’nin, Uzay’ın yanındayken diyerek,  o s.ktiri  boktan  kasaba da,  Bodrum’da ‘nerde kaldın ey sevgili ölüm’ü istedin, aklından  “…sonrasında ne yazılabilir” dedirtmiş  aylaklığın, küstahlığın   elebaşı  Rimbaud, sadece altı yıl şiir yazdığı ömrüne  otuzyedisinde  ‘veda etmedi mi’yi  geçirirken, ömürleri hep kısadır  ya serserilerin, aylakların, dalgacı  şairlerin, sen;   benim kışkırtıcı Şairim, o hastane odasındaki  hasta yatağında  illaki bir  gün  “hayatımın sonuna yaklaştım işte”yle “sessiz sessiz ağlar gibisin, vay aman. Zaman geldi gideceksin, vay aman.” mırıldandığında kalk, haydi ! in   Beyoğlu’na , ver elini  İstiklal;  duvarlarında asırlık geçmiş izi, hep tütsü kokan   eskiden ” ucuz, güzeldir” imajını şimdilerde  Terkos pasajından üç katı fiyatına sattığı mallarına karşın  bir kere  uğranılmışsa, hep  uğranılan  her çeşit dükkanın bulunduğu,  evim hissettiğin “ Çalıntı’ya uğradım, Suat kapının önüne posterler yığmıştı, fakat diğer posterler Kurt’un ismini örtmüş. Sadece sarışın, onlu yaşlardaki bir delikanlının resmi. Ben resme baktım, baktım, çocuğun gülümsemesini, gözlerini, saçlarının rengini çok beğendim. Ne bileyim, çocuğum olsun gibi mi hissettim? Bir yandan da tuhaf geldi. Çocuk resmini niye duvara asayım? İki-üç tur attım, sonra geldim, önündeki poster düştü ve altından Kurt Cobain  ismi çıktı. O ânı hiç unutmuyorum. Kaldım. Üstümde para yoktu. Dükkanın sahibi Suat’a üstümde para yok, sonra veririm dedim.O gün bugündür duvarımda asılıdır ”   anılarının da  mekanı   Atlas pasajında giriş katının sonunda çok güzel t-shirtler,  figürler satan mağazaya da  bak bakalım !  cırtlak sarı, yeşil  ya da gri, beyaz çizgili  renkli bir tişört , bordo, sarı, mavi  bir pantolon var mı,  dörtyüz Liraya? Sonra   belki, Atlas Sinemasına  da uğrar,  hangi film oynuyor diye bakar,  kafan eser bir bilet alır, film  de seyredersin, belki.  Kalk haydi ! kalk!  vazgeçemediği haşarı çocuğunu , seni bekliyor Beyoğlu;  beklemesin  mi diyorsun? Bu  beni horlamış,  ötekileştirmeyi hep sevmiş devletin hastanesinin yatağında pencereye kadar, zar zor adım atan bedenimi taşıyamıyor titreyen  bacaklarım; halsiz, yorgun…çokkk yorgunum,  iki cümle kuracak, iki cümle yazacak takatim  yok,  artık  ne içki, ne de sigara çekiyor canım tam istedikleri  uysallıkta ;  isteklerim yerine  istenenleri yapacak durumdayken  gelemem sana puşt Beyoğlu…gelemeyeceğimi biliyorsun  boşuna bekleme beni mi  diyorsun? Nihayet şimdi, bitik…geçmişi yitikken anladın mı  beni Beyoğlu mu diyorsun? Bak ! yatak odanın kapısı,  sevişmek isteyen  delikanlılara açık  koynun gibiydi, karşında yine  el değmemiş gencecik bir beden,   keşfet haydi, sevişsene,  her zaman ki  fütursuzluğunla ama…ölüyorsun çünkü. Çok zor, en zor işmiş, hiçbir nesneyle tarif edemediğin,  hiç bir duygu, olguyla da imgeleyemeyeceğin ölümü yaşamak,  anlatmak yazmaya  hiç benzemiyormuş değil mi?  zormuş be hacı !!!!   son dakikalarını yaşadığını bilenlerin   gizlediklerini sandıkları acıyan  bakışları altında bir o kadarda yorucuymuş  öleceğini bilmek…ölümü beklemek. Oysa, muhtemelen artık tükenmiş bedenim, çarpmayacak kalbim, süzmeyecek böbreklerim, sindirmeyecek midem,   bağırsaklarım makinelere bağlı  yoğun bakımda kapanacak bilincim sayesinde,  öldüğümü bilmeyeceğim ki diye düşünmüş müydün o hastane  odasında;  “ulan olm blym” ben de, kalbimi bıçakladıklarını unutup, her ölenin arkasından ilk gün  yaptıkları gibi adımın önüne ölünce  Beat kuşağının, Underground edebiyatın,  alt kültürün Türkiye temsilcisi,  post modern hayatın ağzı,  Türk şiirinin Rimbaud’u vesaire, vesaire onlarca övücü çok az da yerici   sıfat koyacak  sonra çekilecek  belgeseller de  şiir okuduğum videoların yanı sıra ‘huzurluydu’  sanki başka bir yol varmışçasına ‘olgunlukla karşıladı ölümü, bir gün  dedi ki’ yle anlatacaksın sen de son anlarımı, yanımda olmanın belki de ilk defa  yararını  görerek. Halbuki, farkında bile değildiniz hiç biriniz, hasta yatağımda, baş ucumdaki   ’ bebek gibi niye öyle yapıyor? Ne demek istiyor ? acaba niye elini açıp kapıyor ? ‘ konuşmaları algılamaya çalışarak manasızca,   yabancıymışçasına  bakıyordum  puştluk etmiş hayata; yazacağımı  yazdım,  otuzbir yılda altmışdokuz kitap; deliler gibi içerek, çalışarak, sevişerek, bağırarak  el atılmadık ne bir nesne, ne bir duygu, ne bir kavram , ne  alfabede bir harf, ne de bir sözcük  bıraktım, söylemek istediklerimi söylemek için.Evet…evet sen ! benim anlaşılmamak için her şeyi yapmış  Şairim,  madem Proust gibi; el atmadık, yazmadık  bir şey  bırakmadın, yazacak bir şeyin  de kalmadığı gösterin   bitti işte,  şimdi  artık perde zamanı. Nedense hep  bu boktan  hayata katlanmak zorundalığına son verip, finalini intiharla süsleyeceğini   düşündüğünü düşünürken yapmanı  engelleyen kanserin  ibneliği yok mu ? Geç kalmışsın olm, hem de çok geç… geç kaldın; Tanrı’nın elinden hayatı  tehdit ettiği ölümü alan Nilgün  Marmara gibi,  James Dean gibi,  Uzay gibi, Junkie  Can gibi, gibi, gibi…, evinin duvarında ki  “benim o yaşlarda  öyle tebessüm eden fotoğrafım hiç yok, evdeki en temiz poster odur, çerçevelidir. Sürekli temizlenir…” sürekli silinen , Kurt Cobain’in  asılı fotoğrafına bakıp  “….Avrupa Yakasında Burhan Abi gibi o duvardaki ağlayan çocukla konuşuyor, ben de bazen onunla konuşuyorum. Kurt Cobain’in resmi bana her zaman hüzünlü bir umut verir. Hem zekiyim diye bakıyor, hem gülümsüyor ve sonra da intihar edecek. Filmin sonunu biliyorum ama yine de seyrediyorum. O bakışlarda, “ben her an çekip gidebilirim” var. Bu adamın “ben öleceğim” dediği zaman koluna yapışmamak lâzım. O zaman sinirlenir…”  gezintisinde,  belleğinin bir yerinde, sırasının gelmesini  beklettiğin “intihar” değil miydi? Bu kadar ağrı, acı çekmeden sen vurmalıydın hayata; sen vurmazsan  balyozunla işte böyle başlangıcını belirleyemediğin,  ömrünün sonunu   belirleme hakkını   da elinden alıverir; indiriverir   tek  yumrukla, nakavtının farkına vardığında  da zaten ya her şey bitmek üzeredir ya da bitmiştir. Olmadı işte, olmazdı da…belki sende, bindokuyüzdoksandört yılının sekiz Nisan’ında yirmiyedi  yaşında ”sönüp gitmektense yanıp kül olmak daha iyidir” mottosuyla, kanında üç  tane iğneyi peş peşe vurmaya denk yaklaşık 1,52 mg eroin bulunan;kotunu, gömleğini, ayakkabılarını giymiş,  sırt üstü uzanmış durumda, göğsünün üzerindeki yirmi kalibrelik  tüfekten attığı  tek  kurşunla suratını dağıtan Kurt; dokuzyüzdoksanaltı’nın  yedi  Mayıs’ında   onyedi yaşında,  otopsi raporunda   düşme sonucu öldüğü yazdığından;  rivayete göre de öldüreceğini bile bile aldığı  overdose uyuşturucuyla fenalaşınca, öldüğünü düşünen arkadaşlarınca uçurumdan atılan, Rumelihisarı’nda boş bir arsada  cesedi bulunan, pek çok insanın,  hatta Kurt Cobain’nin    “inandığım hiçbir ideoloji yok. değerlerin hepsi yapay. Gerçek değerlerin hepsi yok olmuş, inanacağım insanlar yok. riyakar ilişkiler, düzenbazlıklar… bunlardan hangisinin içine girip beraber olabileceğimi bilemiyorum., hiçbirine ait değilim…”  düşüncelerini savunan annesinin  “yanlış bir dönemde, yanlış bir dünyada doğurdum ben o’nu…”,  seninse  “olmayan kurdun ayağıyız biz seninle!” dediğin  Junkie Can; dokuzyüzdoksansekiz yılı dört Nisan’ında  “İstanbul kötü ya, tek istediğim sevgiydi” haykırışının yankılandığı  Beyoğlu sinemasında cesedi bulunan Kanat gibi,   lanetli dokuyüzdoksanlı yıllarda intihar edenlerin en güzel, en uygun  zaman saydıkları  aşikar   bahar mevsiminin üç ayından  birinde; eğer kanserle kalleşlik etmeseydi hayat ;  “Sen de biliyordun ….. bu hikaye böyle bitecekti; istesen de istemesen de!” yazman gibi sende biliyordun hayatının;  diğer insanlar gibi öyle dümdüz… öyle kavgasız, gürültüsüz…  öyle acısız, hüzünsüz…öyle fırtınasız…öyle huzur içinde  seksen,  doksan yaşında sonlanmayacağını; hikayene son noktayı koyarak  bitirenlerden   olacak sana kalsaydı; benim senfonik yaşamış Şairim zaten  kanserden ölmektense, asırlarca    yapıla geldiği   gibi; bir zamanlar adını ağza almanın işkence, hapiste çürüme sebebi Che Guevara şapkası, tişörtü, kupası, …, …,. nasıl  ulu orta satılır hale getirildiyse , vitrine koyduklarının  ideolojik duruş sergilediğini  bildikleri halde,   politik tavır işlerine gelmediğinden imaj kısmından etkilendiğini bilen  uyanık  işadamları  mağazalarını pahalı  postallar, haki renk çanta, yırtık kotlar, salaş hırkalarla   doldurduklarında;  yağlı saç, hafif ter kokusu, omuz düşük yürüyüş, ölü balık bakışıyla kombinlenirse   optimum yarar sağlar,  mutlu mesut depresyona gireriz haleti ruhiyesine  nail,  maddi,   manevi  doygunluktaki   gençlerden mütevellit Türkiye’deki temsilcileriyle,  hiç karşılaşılmadığından; dokuzyüzlü yılların Seattle menşeyli bunalım takılmayı meşgale edinmiş, dağınıklıklarının dezavantajları; düzensiz sakal, darma duman saçlar, bileklikler, bol, lekeli; kot pantolonlu, kazaklı, oduncu gömlekli giyim kuşamlarını avantaja çevirip,    ‘kime ne’  ideolojili  bir   tavrı da üstüne yükleyip,  tarza çeviren “Grunge”ların  simgelerinden; The Manhattan markalı iki cepli,  düğmeli yün, likra karışımı yıllarca giyinilen hırkanın, benzeri değil neredeyse aynısı Kurt Cobain’in üzerinde görüldüğünde; içeri sızan soğuk  rüzgarları kesmek için pencereleri kalın, şeffaf naylonla kapatılan, duvarları sıvasız gecekondularda  annelerin çocukları  üşümesin  diye,  mahalledeki tuhafiyecilerden aldıkları ucuz yeşil, haki renkte  yumaklar, dört, dört  buçuk  numaralı şişlerle ördükleri, içinde kaybolunacak    geniş (large) dökümlü, her sonbahar kışlıklar çıkarılınca görüldüğünde ‘aaa canım’la  sarıldığımız, sonraları  apartman katlarında  kışın elde kahve, çay yada bir kadeh şarap ;  battaniye altında saatlerce kitap okur,  film, dizi izler, ağlarken yakalarına, kenarlarına tutunarak gel gitleri, kahkahaları ilmeklerine iliştirdiğimiz ‘ bazen  yüzüne  bakmadığımız bu eski püskü, kırk yıllık hırkalarımız yerimizde sayarken biz, meğer meşhur olmuş, bir isim de verilmiş  “depresyon hırkası”  hayretimize, evine gelen gençlerden birinin uyarmasıyla   üzerimdeki hırkaya Cobain hırkası…” dendiğini  öğrendiğinden, belki sen de bizim hayretimize katılmış,  belki de asıl   “Grunge”lardan  habersizliğe şaşırmışken bile  üzerinde “depresyon hırkası”, Nevermind’i dinlediğin  ânda aklını, vücudunu  uyuşturacak, Nirvana’ya yükseltecek ne varsa elinin altında kullanarak, kendi elinle  sonlandırmak isteyeceğin,   emeğimin kadrini, kıymetini  bilmeyip önüme kanseri koyan nankör  hayatına’ ‘ulan puştun da puştusun ! ‘ deme hakkını  kullandığında,  her şey  buraya kadarmış… buraya kadar da  biraz tekrar, biraz dağınıktım ben, şimdi içimdeki beni  ordan oraya savuran fırtınalar,  öldüğümü bildiğinden duruldu sanki dalgalar da… yaşadıklarım, hoyratlığım, kırdıklarım,  dert saydığım, saymadığım  onca  şey nasıl  da,  manasızlıklara , anlamsızlıklara büründü Nazım gibi, Can baba gibi, Ece gibi, onlarca yazar, şair  öldüğünde  benim de yaptığım gibi ardımdan yazılar, yüz kırk karakterli Twitler, Facebook, Instagram mesajları… mesajlar… mesajlar;  sık gittiğim bir  barda, meyhanede, Cafe de  bir masada beni anmak üzere toplanıp dibine vurana dek  içip  ‘rahmetli rakıyı sevdiği kadar sevmedi hiçbir şeyi, haydi  onun  şerefine’ seslerini bastıramayan  ekranda şiir okuyan  ölmüş ben. Haydi kalk! bak!  vazgeçemediğin  “terbiyenin sadece çorbada bulunduğu” arenasından beslendiğin, şiir gecelerinde haykırışlarınla yerini  göğünü inlettiğin  uçarı  sevgilin Beyoğlu bekliyor seni, lakin hani iş için, gezmek  için, bir akraba ziyareti  ya da bir cenaze için  ayrılmak zorunda kalırsın da  birkaç gün geçtikten sonra sanki sevgilinmişçesine hatta sevgiliyi  sollayan  özlemde, kavuşmak  istediğin; yokuşlu, loş koridorlu, ufak pencereli, yerde  müzik seti, masada kitaplar; buzdolabında, sandalye, koltuk üstlerinde, kenarlarında her yerde bira, rakı şişleri, kadehler; memleketin  sanatçılarında, yazarlarında,  şairlerinde eskiden çayken yurt dışına özellikle de Paris’e gide gele filizlenmiş, sonrasında alıp başını gitmiş; nedeni  rutine kayıtlı   kahve içme modası ki,  günde 40 fincan içen Balzac kadar olmasa da  hizmetçisi Céleste  Albaret’in  “Bu bir ritüeldi.İlk olarak, sadece Corcellet kahvesi kullanılabilir ve taze olduğundan ve aromasının hiçbirini kaybetmediğinden emin olmak için kavrulduğu on yedinci bölgede Rue De Lévis’teki bir dükkandan satın alınması gerekiyordu.Filtre de Corcellet olmalıydı.Küçük tepsi bile Corcellet’teydi” anlatımına konu Proust gibi,  kahvesiz (rakını da  atlamadan) yapamayanlardan olduğundan  bardakta koyu nescafe;    Pulp Fiction, Sürü film  posterlerinin, ara sıra  konuştuğun Kurt Cobain’in  fotoğrafının, gitarının  asıldığı duvarlar;  yirmi dört saat açık TV, salonda Fenerbahçe forması, nerdeyse Türkiye’deki bütün şehir takımlarının atkıları; köşe bucakta  küçük notlar, karalanmış şiir parçacıkları, senaryo, sergi, konser tasarımlarınla tıka basa  dolu; öpüşen, sevişen,canı sıkılan, muhabbet, etmek, gecelemek için yer arayan evsizler, düşkünler, parası olmayanlar,  dışlanmışlar; gay, lezbiyen, Kürt, Türk, Çerkez, Arap,.., ..,la   kaynayan;  ara, arka  sokaklı  canlı, parlak bir o kadarda kirli, küfürbaz  Beyoğlu’nu, mekanlarını taşıdığın  evinden; ayrıldığın kıstırıldığın Bodrum’da,  ilk günlerde durgun da değil karmakarışıkken sen !   İstanbul’un kalbinin atışını duyduğun kaldırımlarında; sabahların erkencisi çöpçülerin, fırıncıların, polislerin, simitçilerin, otobüs, dolmuş şoförlerinin, apartman görevlileri kapıcıların;  gecenin müdavimi   evdeki eşini , lokantadaki Ayşe’yi, caddede ki  Nurgül ‘ü de kapsama alanına  dahil ederek  “sokakta hanımefendi, mutfakta asçı,   yatakta orospuluğunu”  isteyen  iki yüzlü erkek egemen toplumun abazan  erkeklerinin, işin acınası o  erkeklere istediği hizmeti vermek için çırpınan kadınların  ayıplanarak  dışladığı; para karşılığı seks  mesleğini icra edenleri tanımlamasına karşın  daha terbiyeli, kibar   sanki bir kadının gelebileceği en üst mertebe imajlı 1950’ler de, 60’ lar da köyden kente göçün hızlanmasıyla, dönem romanlarında çalışan kadın için kullanılan sonrasında 80’lerde 90’larda; bilmem neredeki, bilmem ne ? fuhuş  baskınında  yakalandı haberlerinin  çocuk, genç akılda;    kısa kollu danteli, abiye elbiseler  giyen, şapka takan, makyajlı bakımlı,  zengin algısını bıraktığı  “hayat kadını “ tabirli orospuların, sarhoşların , hayatın sillesini yemişlerin;   hayallerin gezindiği;   otuz dakikada beş bira  devirip kayışını kırdıktan sonra “hapşurduğun” da “çok yaşa!..” diyene,  burnunu silip  kırmızı gözlerinle  “baş başa!..”, “… birinin kız arkadaşına ‘bu çocuğu bu gece yalnız bırakma, alırım elinden”le cinsel tercihini açık etmekten çekinmediğin aksine açık etmek için el kaldırdığın; gündüz, gece fark etmez Chelsea kaşkollarıyla ellerini  bağlayıp evini soyacak hırsızların, her an çantanı gasp edecek kalpazanların  cirit attığı; mikropları öldürecek sıcaklıkta kaynatıldığından çorbadan başka bir  şeyine ki,  çorbasına da  el sürülemeyecek ufaktan pis  mutfaklı,   gecelik avunmaların peşinde koşulan; kafaların sigara, içki, ot, esrar, hapla tütsülendiği; şarkıların söylendiği, sevdaların  tazelendiği; arayışların, doyumsuzlukların gizlenmediği arka sokak meyhanelerini kutsadığın; Pazartesi, Salı, hafta sonu şiirlerini okuduğun Deli, Veli, Redrock, Meis …, …,Lovel,  Taksim Roxy barlı; Leman Kültür Merkezli annenin de doğduğu, yaşadığı  sana  şiirler yazdırtan  katedralin Beyoğlu’ydun ; biraz Gümüşsuyu, Taksim, Cihangir,  çokça İstiklal’in ara, te arka sokaklarıydın; Küçükparmakkapı, Nizam Pide’nin karşısındaki köhne birahane, St Antoine’ın  az ötesindeki  muhallebici, melek resimli Emek Sineması,  Beyoğlu ,  Pera gettosuydun.O paçoz…o hoppa  aydınların aldatma, ihanet kürsüsü, her şeye aç kasabasının  Bodrum’unda;   annesinden ayrılmak zorunda bırakılan,   yatılı okula gönderilen  bir çocuğu nasıl eritmişse  hasret…gurbet, yalnızlık gün be gün;  içine itildiğin “kanserin” yüzünden  yaşaman istenen  temkinli ‘hayat’  öyle…öyle  hızla erittiğinde; estin, gürledin, ihanete uğradın, ihanet ettin, aldattın, aldatıldın, harfleri, sözcükleri ters yüz ettin oynayabilirmişsin sandığın  hayatla  oynuyormuşçasına oynadın, ölsün  diye yapmadık tek bir şey bırakmayıp  “ölmüşüm, kendime gelmişim“ güzellemelerine ek  “İskender’i ben öldürmedim” yazdığında, biliyordun ki,   insan  doğduğu coğrafyaya, ait olduğu neresiyse oraya az biraz mı? bayağı  benzer ya Türkiye gibi…Ortadoğu gibi…Türkiyeliler gibi  altından kalkamadığın  hırçınlığının, hoyratlığının  yarattığı fırtınalara; bedeninden geçirdiğin karasal, ılıman, step, Akdeniz, Karadeniz, Okyanus, Ekvator, Muson, Çöl   iklimlere;    dört, beş  mevsime;  yaza, kışa, bahara,  sonbahara, hüzne, aşka   boğdurup, en çokta anneni  öldürdüğün şiirlerinle   öldürmüştün, senden başkası da zaten öldüremezdi  hiç benim olmayan Şairimin;

“pencerelerden sarkıtılan

kaçık erkek çorapları.. aaah!olum!

içeceğim anasını satayım

kusacağım da! her yere bakan gözlerimle…

tut elimden istanbul!

tut elimden pis orospu!”larına  tutkun Haldun’da  ‘aslında vermeye dünden razılığı bilinmesin triplerinde  ki kadınlar gibi  ‘vermem de vermem’ nazında  “ne derler sonra…? sonra ne olacak?  ne yaparım  mesela hamile kalırsam…ailemin yüzüne nasıl bakarım”la   bin dereden su getirmezler çünkü  orospuyla  sevdiğim tabirle yosmayla  ilişkide, biz erkekleri ürküten sonra yoktur. Bakma sen,  orda burada hayat kadınlarını  ayıplamalarına. Mahalledeki en mutaassıp  kadının  bile, içinde.  o aşağıladığı yosmalara  on basan fettanlık kaynar’  gülüyor  ‘tabii sen nerden bilecen ki, hem  niye  mesleği, işi  başkasının değil kendi bedenini kiralamak olan hayatını yaşayan kadın niye kötü olsun?Hayat verir, rahatlatır, çeker gider işte, güzel değil mi? Gidince ardından bir sigara yakmam, tek kadeh atmam, düşünmem ‘ne olacak şimdi diye’  memnuniyetini gizlemediği kadın, erkek ilişkilerinin günümüzde yalanla, dolanla, maddi çıkar gözeterek yürüdüğü,  ekranlarda kelli felli  adamların, kadınların  “üstüme ev yapacak mısın ?”,  ”kaç tane evin var?”, “ne kadar paran var ?” , “ söyle evleneyim senin..”le birbirine  bağırdığı; takıldığı, flört ettiği kişiyle sevişmeyi evliliğe kapaklanma yöntemi görerek seksi  trajediye, duygu sömürüsüne alet eden kadınların; önüne geleni becerme,  evlenmek içinse  bakire  kadın isteme  saplantısında milletin, tanıdıklarının  bedenini  sahiplenmiş erkek devletin  yönetenleri, politikacılar, aileler kadar kimseye   zarar vermediklerinden kim oldukları, ne yaptıkları açık seçik, fazlaca yalana dolana girişmeyecekleri  kadın, erkek ilişkisinde takdiri  hak ettiklerinden  bir gün ‘sonuçta ben de  geçinmek için işe gittiğim Plazaların, Towerların, devlet  kurumlarının,  AVM’lerin, bir  dairenin, ofisin  büronun,  mağazanın , ev damının emrine verdiğim bedenimi haftanın 6 günü, günde 8 saat  kiraladığımdan  sırtım, dizlerim  ağrıyor, kollarım uyuşuyor, çoğu zaman bilgisayar önünde gözlerim yanıyor, uyuya kalmıyor muyum yorgunluktan? Vücudun neresini feda ettiğinin önemi var mı? Hayat kadınları da, biz de; ikimiz de bedenlerimizi kullanıp cebinde parası olana, başkasına hizmet vermiyor muyuz? Tek fark belki onların gece,    benim  gibilerin gündüz  çalışmasıyken  üniversite bitirme,  meslek edinme  toplum açısından  fark   tanımlansa da, yok öyle bir şey üstelik ,  hiç olmasa  onlara   “nasıl düştün? buralara” diye soran var,  bize   kimse sormuyor da ‘niye, düştün ki buraya?’  Şayet mesleği de  beden üzerinde yarattığı tahribata göre  değerlendiriyorsak  yıprandığımın, kullanılmış hissettiğimin apaçıklığında;  ben, diğer kadınlar  aynı yolun yolcusu “hayat kadınının”  üzerinden erkekler, benim üzerimdense    hayat denilen ‘pezevenk’ geçiyor’  akıl yürütmelerinden kendimi alamayıp nasılsa geldim, gidiyorum dünyadan ama her şairin, yazarın  yazılarının, şiirlerinin iham perileri  – tek istisna Thomas Bernhard’mıdır? belki – orospulara düşkünlüklerinin nedenini hâlâ    çözemedim diye az  hayıflanmadım da değil. İyi de aklın o kadarına bassaydı  ne işin vardı  burada’   tıka basa dolu bu otobüste,  terlerine karışan işportadan alınmış  ucuz parfüm  kokusuyla ağırlaşan   havada  nefes almaya çabalarken yanında oturan da  kulaklığını çıkarıyor; bol dıptıslı şarkısını açıp kafayı geriye yaslıyor;  “sesi kısa bilir misin?” diyorsun, öfleyip,  pöfleyerek kısıyor. Tam çok şükür atlattım gerginlik çıkmadan  derken,  canları sıkılmasın diye  bindikleri duraktan, indikleri durağa kadar; ayda elli bin dakika konuşma süresi veren !  mobil operatörlerine  küfrettirecek  cep telefonlarıyla  abartısız yarım saat sevgili, kanka, iş arkadaşları, patron ve akrabalarıyla yaptıkları bazen  tartışmaya dönüşen  boş muhabbetlerini, özel sorunlarını herkese  duyurmaktan hoşlanan nomofobiklerle  mecburiyetten birlikte olunulan  ortak yaşam  alanlarında; nasıl davranılması gerektiğini bilmeyen yahut  da  bildiği halde  ‘bu yaşlılarında bu saatte, orada…burda   ne işi var ? ondan bin kat daha yorgunum, dikildi başıma gitmiyor, yer vermemi bekliyor,  pencereden bakıyormuş gibi yapayım’; ’kıro bir amca, kibarlıktan anlamaz , üzülme yerini  vermedin diye, inan  ayıp ettiğinin farkında bile değildir’ ;’ bundan böyle adamına göre muamele’  kulpları taksalar da,  ‘bir toplu taşım aracında bir hanımefendi ayakta, siz de  bir genç  olarak oturuyor, yerinizi vermiyorsanız, bir centilmen değil, nobransınız’ denilse onu da  umursamayacakların  eğitimin, kültürün, aile terbiyesinin, nezakettin göstergesi , adab-ı muaşeretten yoksun  magandavari jestlerin, mimiklerin kol gezdiği, istedikleri manada “kent”lilerle rastlaşmadıkları  ; kimse incinmesin,  kimseyi yaralamayayım  diye temkinli davranmaya çabalamayacakları ortamlardan uzak,  yaranmak için birilerine kendilerini paralamadan, ruh ve bedenin karşılıklı ve  kisvesiz çırılçıplaklığı;  her şeye ota, boka  kullanıldığından anlamını yitirmiş aşk oyunlarının Chanel  parfümlü, acı Truff soslu  canım, cicim , aşkım, bir tanem, sevgilim’lerindense ; darılmaya,  gücenmeye de  yol açmayacak  ‘sen nasıl da işveli bir kaltaksın öyle’, ‘sende iyi  pezevenkmişsin ha’ yla   birbirlerini  tahrik eden  ‘ haydi bakalım…. ..k beni’li, “kaçma a..mına koyayım’lı  açık saçık cümlelerle seks ihtiyaçlarını karşılayıp, partnerlerinden istemeyecekleri içlerinde ukde kalacakken sayelerinden denemek istedikleri her türlü   cinsel  fantezilerle  hazzın dibine vurdurma  karşılığında  vizite ücreti, iki kadeh içki dışında ne mücevher…ne  çiçek…ne de başka bir hediye, hiçbir şey beklemeyip rahatsızlık vermediklerinden,  canları istediği anda da  ulaşacak el altındalıklarından olsa gerek diye düşündüm sonra yazarların , şairlerin orospulara düşkünlükleri, belki  yanılıyorumdur da ama  seninde  içinde;

  “tut elimden pis orospu!

   tut ki elim sana bir mektup gibi kanasın”

 ”Siz Orospular !

 Aşkı sex sandığınız için, erkeklerin adı piçe çıktı…”,

”sağanak halinde seviyorum bütün orospuları“

geçen onlarca mısraya imza attığın,  bazılarının içki ve seksten  aldığı zevk sonrası  aklından geçirdiği,  bazıların   gizli homoseksüelliğinin “erkekçe” itirafını sağlayan  ama istisnasız tüm  erkeklerin;  bir gün ağzından dökülen (müş), dökülürken de  dünyanın en ilginç şeyini ilk kez o söylüyormuş havasına girdikleri  oysa, pis Moruk Bukowski, Kadınlar’ında  bahsetmeden önce de yazılmış, kullanılmış dünya kadar eski ;  içinde  kesinlikle ‘ ah keşke tüm kadınlar doğruluğunu kavrasa da, alayı bize verse’  fikrin de “cin”liklerini yatırdıkları  klasikleşmiş erkek incisi “kadın olsaydım orospu olurdum”u;  ”Orospu olsam eline su dökemezdim belki de”yle revize ettiğinde; istediğini,  cinselliği kendisine,  orospu kadınlara hak gören erkek  mantalitesine  kadınların da “erkek olsaydım çok çapkın olurdum”  tepkisi ‘kızım, kızım dil orospularından kork sen, asıl’ uyarılı anneannene rahmet okutup ‘asıl   işin orospuluğu…işin orospu yanlığı ‘ budur ki  nasıl bir psikolojiyse   artık,  hem orospu olmanızı istemezler,  hem kadın olsalar orospu  olurlarmış…hem çapkın olmanızı istemezler,  hem  erkek olsalar çok çapkın olurlarmış; arzularına bakıp da  kapitalizmin “kazan kazan (win-win)”,  pazarlanan arzu her şeydir” kültüne  harfiyen uygun, cüzdanlardaki paraya el koyma peşindeki  şimdinin V, Y, Z, Alfa   kuşağı  orospularını,  fahişelerini, eskortlarını, tele kızları  gördükçe; 18.inci, 19.uncu yüzyıllarda    “Kötülük Çiçeklerinin”, “Kayıp Zamanın İzinde”lerin ilham perilerinden Odette karakterini şekillendiren Léonie Closmesnil ile romanı okuduğunda kendini tanıyınca –bırakın okumayı Sabahattin Ali’nin adını duymamış  yurdum fahişelerinin yurtdışı versiyonu  Proust, Baudalaire, Balzac, Kant okuyor–Proust’a  öfkeli  mektup yollayan Laure Hayman’lı;  Fransız İhtilal’inden sonra giyotin ve kanın ve frenginin başkenti Paris’in birbirini kesen dik sokaklarında, sisli  geceye şiirsellik katsın diye öylesine konulmuş ürkek, titrek, kendini bile aydınlatmayan bir sokak lambası altında, yırtık jartiyeri, beyaz baldırı arasında sıkıştırdığı, kedi çevikliğiyle çıkardığı bıçağıyla hakkını arayan; Baudalaire’ı Baudalaire;  Proust’u Proust   yapan Fransız yosmalara, fahişelere duyulacak minneti pas geçmeden bunları  yazıyorum  benim bağrı hep açık  Şairim, sen!  Baudelaire’in “durmamacasına sarhoş olmalısınız,  ama neyle? şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz ama sarhoş olun” anlayışına canla başla riayet etmekle kalmayıp,  yeşil peri absent, afyonu da menüye ekleyen gueer  Arthur Rimbaud,  Paul Verlaine, Bukowski gibi  “alkolle bağım sabittir, ancak narkotik maddelerle ilişkim süreli ve zaaf çerçevesinde olmadı… insanoğlu, ona sunulan bütün tabiatı kullandıkça mutlu olur…”la merkezine  koyduğun,   süngermişçesine çektiğin, ömrünün sonuna kadar sadık kaldığın tek sevgilin… eşin içkiyle  “sigara çok içerim. Tok içimli sigaralardan hoşlanıyorum. Her zaman içerim ben, yalnız çalışırken falan değil. Uyurken bile içerim mesela. Bırakmayacağım. Her sabah uyandığımda bağdaş kurup, yakarım. Bıraktım diyen insanların karşısında bir (tane) yakıyorum hemen, sırf içleri geçsin diye”  övündüğün, rakı bardağını dudaklarına götürdüğünde  parmaklarının arasında her daim  tütecek kadar bütünleştiğin sigaranla , yine de iyi dayandı say ciğerlerin; çalkantılı, aldatmalı, aldanmalı  marjinal Türkiye’ye,   eşeleye , eşeleye kendini  öldürmene; rakıyı, birayı da   bırakmamış gibiydin  o Allahın cezasının  Bodrum’un da ; Halikarnas Balıkçısı’nın, Zeki Müren’in  şerefine bir kadeh kaldırmasaydın olmazdı ki. Proust’un “Albertine’in içimde taşıdığım sureti, her yerde karşıma onu çıkardığı için, kızların hepsi bana birer Albertine gibi görünüyordu”   ilizyonunu yaşatan Haldun’u , Can’ı kaybetme acısı  nasıl içinde bir şeyler…çok şeyleri  öldürüp, gömdüyse ta derinlere;  etrafındakilerin edepsizliğini, ihanetini fark ettirerek hayal dünyandan  çıkarıp,  yeni bir benlik doğurduysa; ortaya saçmadığın  karakalem çalışmaların vardı ya tükenmez kalemle çizdiğin yıldızlı göklere   “Uzaaaay!..”  bağıran adam siluetinde karaladığın Uzay,  Kazancı Yokuşu’ndaki evinin perdelerini kapatıp üç gün yas ilan ettiğin Zozi vefat ettiğinde belki  senin de içinde  ölmüştü çok şeyler;  sevmek ve kaybetmek nasıl da değiştiriveriyor her şeyi bir kere sevmezsen birini,  alemi cihanda olsa  o kişi, değil kırk, yüz yıl da geçse sevmezsin düşüncesinde, Şark’a, zihniyetine, orda yaşananlara dair izlenimleri  Binbir Gece Masallarıyla sınırlı sevgili  amcacığım Proust,  izninle buraya bir mim koyuyorum “aynı olayın farklı insanlarda farklı izlenimler uyandırması, zihinlerin arasındaki farkla, bizi sevmeyen birini ikna etmenin imkansızlığın da duyguların farklılığıyla açıklanabilir”  tespitine  katılmama engel olmamakla birlikte ,  çoğunlukla kayıplarından  sonra anlaşılır; aynı olay karşısında etrafındakilerin, kişilerin  farklı  yorumları yalnızca zihinlerin, duyguların çeşitliliğiyle    ilişkilendirilse bile yetişilen, yaşanılan  ülkenin, toplumun,  ailenin   medeniliğinin, ilkelliğinin ; geleneklerinin, dininin, Kitabının  aklı paravanlayan  buyrukların etkisi de   yadsınmayacağından,   her seferinde,  sanki insanlar daha daha vursun kan revan içinde bıraksınlar diye sere serpelediğin açık yaralarından akan irinlerinin,  vücudunu zehirlemesini,  izlediğin hayatının son demlerinde belki de, belleğin bir şey algılayamaz,  ruhun da yavaş yavaş uyuşurken;  özelini yaşamana  izin vermeyen, paçalarından   taşralık akanlar ziyaretine geldiklerinde, hasta yatağında sana, karalamalarını gösterme,  şiirlerini  okuma  pejmürdeliğine katlanıp, gider ayak hoşuna gitmiş gibi yapma sahteliğine  soyunmaman, vaz geçemediğin alışkanlığın  sürekli saate bakman da, her günün, insanın  son günü olabileceğini bildiğinden miydi ?   zaten kimsenin sevmediği  “vedaları” da sevmediğin  zamanlarında   daha ,adın Derman; daha , seni şair k.İ.   yapacak,  epigraf dizeli  “her Rimbaud büyüyünce Verlaine olur”  patırtısında şiirler yazdırtacak Baudelaire, Rimbaud,  Verlaine, Nazım Hikmet, Edip  Cansever, Foucault, Spinoza, Bataille, Allen Ginsberg, …, ..,   yazarı okumamış; daha, beğendiğin şairlerin şiir kalıplarını aklında tutup,  onlara benzer şiirler yazarak şairliğe adım atıp kendi üslubunu yaratmamış;  daha, yaşamını idame ettirme kapısı, geçim kaynağın olacağından periyodik  halde çıkarmak, satmak, söylemek  zorunda değilken şiir kitaplarını, dinletilerini; daha,  hakkında sosyal medyada,  sözlüklerde  ergenlik çağında erkeklere düşkünlüğünü sezeceğin cinsel dürtülerini ifşa etmekten imtina etmediğinden  “gizli bahçede otururken garsonun gelip “bu kağıdı size vermemi söylediler” demesinden sonra benim kağıdı açıp içinde yazanı okumam, arkadaşıma “ohaa olum kim bilir hangi hatun yazdı bunu” demem, garsonu çağırıp kim verdi bunu acaba diye sormamın ardından “şurdaki bey verdi” cevabıyla camdan atlamaya çalışırken arkadaşımın kurtarması… yazları her gün Neviza’de de rastladığım bahçıvan içine cırtlak turuncu, cırtlak yeşil, sarı  gömlekler, bordo pantolonlar giyen, masamızda erkekler varken hoşsohbet olabilen, erkekler yokken kafasını çevirip bakmayan kişilik “ entryleri girilmemiş, hoşlanmayacağın anılara,  yazılara  muhatap olmamış;  daha,  sen ve ben, biz;  yağmur damlalarından, sabahın “sağır vaktinde” yapraklara düşen çiylerden  gökdelenler yapmamış, çizmemiş; kimseleri  de baharlarda, Temmuzlarda toprağa gömmemişken  vefatınla başkalarının rakı, benim de kederle dibe vurma hikayemi de kaybedeceğim bugün, Temmuzun üçünde, üç yıl sonra  açtığım  ‘sen9.word  dosyasındaki  şimdi konusunu, kurgusunu, ne yazdığımı  dahi  hatırlayamadığım,  bildiğin  unuttuğum  taslak  romanıma  ait   satırları, paragrafları  sanki ben değil de bir  başkası yazmışcasına okuyorum….

….‘Oysa ki’ diye başlamışım romana; daha karşılaştığın, karşılaşacağın ‘bu kadar  olmaz, bu da  yapılmaz ki, hep kötüler kazanır’ teyitli, alçaklık  karşısında;  darbe  yapan, gençleri astıran generallerden, yargıçlardan   ‘ah’ların, ‘ah’ın  çıktığını şu güne kadar  hiç görülmediğinden  zaten sonrasında da  görülmeyeceğinden yaşanan ‘yapanın yanına da hep kar kalmış ‘ kötülüklerin, haksızlığın, ahlaksızlığın,  keskin bıçak; ötekileştirmenin  arkasında sadece insanların değil Tanrı !!! nın, Allah !!! ın  olduğuna inanıp, şayet yazmasaydı; M.Ö 341’de  bol Tanrılı antik Yunan’da Epikür “Tanrı kötülüğü engellemek istiyor da gücü mü yetmiyor? öyleyse o güçsüzdür, gücü yetiyor da kötülüğü önlemek mi istemiyor, öyleyse o iyi niyetli değildir; hem güçlü hem de iyi ise bu kadar kötülük nasıl oldu da var oldu?”; 1800’ler de  “ yarattığınız ‘Tanrı’ öldü, buyruklarını dayattığınız kitapları da”   yazmasaydı Nietzsche,  belki de senin, onun yazacağı;  ailede, okulda, işyerinde, partide, sivil toplum örgütlerinde her yerde; illaki   herkese ne yapması, nasıl davranması  gerektiğini söyleyen  alfa kişiliklerin,   başta kendileri   ‘kime güveneceksin ondan başka’ dokunulmazlığını  bahşettikleri  kötüleri,  başatlayıp, bireyi  körelttikleri  algılanamayan  kimi zaman devleti yöneten liderler, siyasetçiler, başkanından müdürüne şefine bürokratlar, generaller, yargıçlar, hakimler, öğretmenler; kimi zaman da babadan anneye, kardeşe, arkadaşlara uzanan geniş bir yelpazede Tanrının yeryüzü temsilciliğine soyunan; kurdukları  sistem, kural ve beğenilerine göre programlayıp bir biat… bir  adanmışlık…  bir  hizmet beklediklerinin iliğini emerek  bireyselliklerini  ezerek  özgürlüğe  ulaşmalarını  da   engelleyen pompalıkta,  hasta ruhlu  lüzumsuz efendilerin başkası söylese belki üzerinde durulmayacakken,  söyleyen o  günlerde  büyük sansasyon yaratan Prens Charles’ ın elinden ödül  alan olunca, bugün sorsan iş peşindeki senin için önemi büyük  ama o görüşmeyi yoğunluklu ilişkiler arasında anında  çöp tenekesine atacak önemsizliğinden  hatırlamayacak  ”herkes beni bu devasa  kooperatiftin   imparatoru sanıyor ama yanımda  99 imparator var’  söylemiyle  her olumsuzlukta, her yanlışta,  suçu başkasına  devreden , bulundukları yerde kendi  mikro iktidarını kuran cevval  tosunların, samimiyet kisvesi altında çürümüş dişlerini bileyleyen iblislerin diyarı, buram buram taşralı toplumsal yapıda; ‘daha iyi’si gelmiyor, daha güzel’iyle  de karşılaşılamıyor’ günleri, yılları ardı ardına akıp götürürken; ağzınızla kuş tutsanız ilk önce ailenin sonra  ilişki kurulanların sizi ta başında  konumlandırdığı yerden kıpırdayamadığınızı  fark edip Camus’e  “dünyanın derin anlamını duyar gibi olduğum her seferde, onun basitliği şaşırttı hep beni”  selamını gönderten sıradanlığını keşfettiğiniz  ‘olmamalıydı, yapılmamalıydı, yapmamalıydım’ın arka cephesi ‘aman sen de’  kanıksanacak; filozofların, yazarların, şairlerin üzerine tonlarca yazılar, şiirler döşediği, olağanüstü, büyüleyici anlamlar yüklediği; sonuna yaklaşılan  yaşta ‘ne kadar  da gereksizmişsin, değmezmişsin’  denilen hayatta; daha kiraz…ayva ağaçlarının hangi renk çiçek açtığını bilmeden; daha, ihanetini yaşamadan yoldaşlığın, kardeşliğin; daha,  Proust’un okumamışken “ …siyasal tutkularda tıpkı diğer tutkular gibi kalıcı değildir’”ini, kucağına atlanan devrimci  isyanın gölgesinde, sırf bu şehirde dinlediğinden şarkıların,  dilendiremediğinden  muhatabının haberinin olmayacağı  platonik,  imkansız sevdaların  bir  anlamı varken daha, Osmanlıdan bugüne ,  her  mekanda  biattın  ‘nedir o sokakta kıkır kıkır kıkırdamalar,    gülmeler’, ‘ seni orospu, ibne sanırlar’ denildiğinde bile kapalı gişe oynatıldığının ayrımına varmadığından ‘öyle içimize işlemiş ki boyun eğdirme,  sokaktakilere  dikkat et ! memlekette  herkes  boynu eğik, kambur, gülmeden, çatık kaşla yürüyor’ denilmeyen; işin garip yanı zavallılığına, çaresizliğine  bakmadan  ahlak polisi kesilmişleri de kapsayan;  dayatılmış, dayatılan, dayatılacak  bir hayatı başkası için yaşamanın kimselere faydasının olmadığını, olmayacağını sonuçta herkesin   yalnızlığında  kendi sınavını verdiğini; hafızanın, kalbin bir yerlerinde unutulduğundan gün ışığına çıkmayı bekleyen ;  “annem birini gönderip, küçük madlen denilen, bir tarak midyesinin oluklu çenetleri arasında biçimlendirilmiş gibi görünen o kısa , tombul keklerden aldırdı. Az sonra, o kasvetli günün ve iç karartıcı bir yarının beklentisiyle bunalmış bir halde, yaptığım şeye dikkat etmeden, yumuşasın diye içine bir parça madlen attığım çaydan bir kaşık alıp ağzıma götürdüm…..sonra ansızın o hatıra karşımda beliriverdi. Bu  tat, Combray’de Pazar sabahları  Leonie halamın günaydın demeye  odasına gittiğimde,  çayına ya  da ıhlamuruna  batırıp bana verdiği bir parça…”  hatıralar silsilesindeki  Madlen  “tadı”nın  Combary’i , safiye kasabası; Balbec’i ,   Akdikeni, bir çiçeği; nergisi, anımsatmakla kalmayıp   Proust’u  “kayıp zamanların”ın  ardına düşürmesinin nedenini de  henüz kavrayamadığın; annenin, babanın, aile üyelerinin, arkadaşların hep bildiğin, tanıdığın kişilik ve  yaşta kalacağını sandığın, ummaktan yorgun düşmediğin vakitlerde, zamanda  olduğundandı  belki de ; her şey ama her şey anne, baba, kardeş kucağıymışçasına  öylesine    sımsıcacıktı ki henüz içinde döndüğün, döndürüldüğün  bir film, bir dizi; Bülbülü Öldürmek, Kramer Kramer’e Karşı, İstanbullu Gelin, The İs  Us, Bir Aile Hikayesi;  izlendikten sonra bulunmadığını bildiğinden  diğerleri gibi  ‘ahhh öyle Meryl Streep  gibi bir  annem, Ted  gibi bir babam ,  Yağmur Adamda ki Tom Cruise gibi bir kardeşim olsaydı keşke, hayat çok daha kolay olurdu’ temennisinde  özlenen, istenen, hayal edilen aramaya kalkışamadığın “ aile”nin karşılığı bende  yok çünkü,  bize  rehberlik eden anne, baba,  aile, öğretmenler, arkadaşlar, Yoldaşlar, Hevaller, yöneticiler, sanatçılar,   hep  eğri, büğrü,  çürük çarıktı. Ondandı işte  ölmeden önce yapılacaklar– Bucket List’in  kabarıklığı, ”to do list”in  bomboşluğu. Elde maus,  kalem, doldur evde ne varsa , kahve, viski, şarap, votka, Baileys, Amarula  ; bir sigarada  yak , iyi gider… kesmedi mi?  bit tane  daha yak…bir daha, haydi  bakalım, yap  bir liste de sem;  içine sığdırılmadığından, gün gelecek  nefretini kazanacak  aile, ülke, toplum,  sahip olamadığın evlat ya da  öyle olmadığını, olamayacağını kafanı vura vura, kalbini kanata kanata öğreneceğin  evlat yerine koydukların…söylemek istediğin söyleyemediğin sözler; kalp kırıkların… kapatılması, açılması  gereken hesaplar, hesaplaşmalar…yarım kalanlar… yamaların… öncelik vermen gerekirken ancak  listenin sonuna yazacağın fırsatını bulabilseydin yapacakların; okuyamadığın kitaplar,  seyredemediğin filmler, gidemediğin konserler, tiyatrolar, sevdiğin yazarların, ressamların yaşadığı yerler…tatmadığın yemekler…ilişki kurmak, dinlemek, katlanmak  zorunda kaldığın aptal,  bireyi anlamaktan Everest uzaklığında  dar görüşlülükte  milyonlar;  kocaman bir   boşluk, ne yaparsan yap doldurulamayan. An’dan kopuveriyor, söylenenleri anlamıyorum   eksik  olan  ne ? Aradıkça üşüyorum. Belki de eksik  kendimim,  bilmiyorum,  yoruldum; ortamlarda  dışlanmamak için herkes gibi, onlar gibi  olmaya çalışırken, yüzeysel konuşmalar, davranışlarla  tatmin olmadan günleri bitirmekten yorgun, ‘bitik’im. Bütün sorunları, etrafımdakileri yok sayıp  kimseyle konuşmak, görüşmek istemiyorum ya,  tam da  bu aralar, yok saydıkça inadına o sorunların…o kişilerin    gelip,  tekrar,  tekrar buldukları  ben,  olmaktan uzaklaşan ben,  meğer yıllardır ‘o ben’ değilmişim. Evet, buldum !!!! eksik benmişim; içimdeki zavallı, mutsuz  ‘ben’e   acıyor, sarılmak, teselli etmek istiyorum. İnsan,  hepimiz hep,  bir  farklılığımız olduğuna inanmıyor muyuz? kaç kez ‘beni  başkalarından  ayıran, farklı  kılan yönlerim bu kadar çok ve  ortadayken  değerimi   nasıl anlamıyor, görmüyorlar  bu siktiri  boktan herifler, kadınlar’  iç sayıklamalarıyla   sitem etmedik mi ? Acaba,  bizi farklı yapan yönlerimiz gerçekten bizi farklı kılıyordu muydu? Yoksa  kendimizi, kendi gözümüzde biz mi büyüttük, farklı kıldık? Sonuçta; hiçbir şey değiliz, statümüz, paramız, işimiz, başarılarımız, başarısızlıklarımız, ismimiz, kavgamız, sevdamız, yazdıklarımız, hayallerimiz bizi   hiç bir şey   olmaktan  alıkoymadı düşüncelerini,  içselliğini birine, birilerine  açarak  yüzleşmediğin – ne kadar da zavallı, acınası bir haldir; her insan  nefret ettikleri de dahil sevilmek, övülmek  istese  de,  her zaman da çokk, çokk sevilmek istediği  o tek  kişiye  her geçen gün  daha çok  bağlanmasına, sevgisinin büyüklüğüne sinirlenirken daha çok, daha çok sevdikçe, sevdiceğince de  daha , daha, daha çok sevildiğini, önemsendiğini  bilmek   ister  ama  zamanın hışmına uğrayıp illaki yıpranacak, belki bitecek sevginin  kalıcısızlığını  göremediğinden, değersiz, boşlukta sallanıyor,   hissettiği kendine ‘neden?’ diye sorup  ‘buradayım’ demek için  attığı  taşları  isabet ettiremediği  hayatın(ın)  o  noktasında, geriye dönüp baktığında başlangıçtaki; yuvasından , ailesinden,  o  zamandaki duygularından, düşüncelerinden  uzaklığını  görüp içinin sızlamasına, ürpermesine  neden – kimse  evlenip yuvadan uçmamış, tanıdık herkes de bazen  hasta ama  sağlıklıyken,  şairin “kimse bilmez be canım,  bir yara bir ömrü nasıl kanatır”ını  yaşatacak  ‘meğer girdiği her yeri, ocağı  dağıtıyormuş’  dedirten  hayatı,  aileyi,  kendini  ters yüz eden ölümle,  asıl  evin bir   mezarla tanıştıran kimsenin ölmediği,  yere kapaklandığında sıyrılan, bazen  kanayan dizleri, bacakları görünce çığlığı basıp ağlamanın ardından ”tamam geçti, geçecek”le yaraya kapanmış bir daha  kimselerde de bulamayacağın  hesapsız, saf, şefkat yüklü  sevgiyi duyumsatan dudaktaki ıslaklıkla avutulabilinen her şeyi, sımsıcak  kucaklayan o vakitlerdeydi  işte, gidenlerin  geri döneceğini sanıp da kurttun midesine indirebileceği  Kırmızı Başlıklı Kıza yanmamak; arayanın her engeli aşıp  bizi bulacağına; kötülerin illaki cezalandırılacağına Külkedisi; burnu uzayacağından kimsenin yalan  söylemeyeceğine Pinokyo  sayesinde  inanmanın  da  miraslığı yüzündendi işte,  terk edinceye kadar nasıl bir  ceninin dünyası, yuvasıysa ana rahmi,  yedi, on yaşlarına kadar; dünya diye bilinen  ev, mahalle, köy, kasaba ve şehrin ve ailenin ve   hayatın; sadece on yaşına kadar kurulabilecek bir hayal olabilecek olması da….

….şu an; sen9.word dosyasında yazdıklarımı, üç yıl sonra okuduğum şu an,  ne kadar inanılmaz, ne kadar  garip geliyor daha  yaşıyorken sen; vefat edenin arkasında bıraktıklarının  hayatını allak bulak  edeceğine ‘kesin’ gözüyle bakarak,   ölümle  dair   satırlar yazmış olmam. Şimdi beni şaşırtan bu satırlar; yaşasaydın  bir gün sana da anlatacağım,  sen doğmadan yirmibeş belki otuz belki  daha   önceki yıllarda okulda, işyerinde, kışlada, partide, dernekte, örgüte, cemaatte   ailenden  daha çok vakit geçirdiğin; mekanları, güncel, ailevi, sevdasal sevinçlerini, dertlerini paylaştığın,  teneffüste koşturduğun,  ders notlarını değiş tokuş ettiğin, şakalaştığın, tartıştığın, sunum hazırladığın, yemek yediğin, elini tutuğun, sarıldığın,  müzik dinlediğin, benimsediğin ideolojinin ”Faşizme karşı omuz omuza”, “ Bağımsız Türkiye” , “Kahrolsun Faşizm” sloganlarını attığın, ırkçılığa,  HES’lere  karşı eylem yaptığın, sinemaya, tiyatroya, konsere gittiğin, mektuplaştığın sonrasında mesajlaştığın, Whatsaaplaştığın onlarca Yoldaşın, Hevalın arasında; ilk karşılaşılan her şeydeki  gibi  aylarca etkisinde kalacağın  ismini, hatıralarını ölene dek unutmayacağını sanırken yaş ilerledikçe – Haldun’dan sonra  kimi kaybedersem edeyim  canımı  bu denli  yakmaz diye  düşündüğün  acının, çaresizliğin  kat be kat fazlasını Can’ı, babanı  kaybettiğinde yaşadığında o günlerde  hiç unutmayacağım dediğin Haldun’u dahi aklına getirmeyecek– sıklıkta   karşılaştığından;  her defasında sanki o güne değin  hiç bu kadar yakın birini  kaybetmemişsin hissini yaşatan;   ilk  adını hatırlamadığın bir çocuğu,  amcan kızı Leyla’yı sonrasında onca  Aytül’ü,…, …,  Haldun’u, Can’ı, …, babanı  …,  toprağa verme; vefatını kabullenme süresiyle  duyduğun   acının derecesinin; kan bağı yakınlığına, kimliğine bakmaksızın  ilişkideki emeğin, paylaşmışlığının  azlığına, çokluğuna göre farklılaştığını algılattığında;  yaşarken vefat edenle sonsuza dek  beraber  yaşayacakmışsın  gibi geldiğinden  sonrasında  yaşanacaklardan  haberi olamayacağından, sanki onu terk, ihanet etmiş incitmişçesine   sızlayan kalbinle bir başına   “Guermantes tarafını tekrar görme arzusuna kapıldığımda, Vivonne Nehri’ndekiler kadar, hatta onlardan daha güzel nilüferlerin olduğu bir nehir kenarına giderek … bana bir akdiken çalısını…”  okumasında,  gelmiş geçmiş en bilgili, en kültürlü üstelik  bilgilerini  hizmete sunarken ücret talep etmeyen ve başa  kakmayan  mütevazilikteki baş öğreticin, danışmanın Google’da,  Combray  sayfalarda  gezinmeyle,  doğasına hayran kaldığın  Combray’ın Illiers köyü, Vivonne nehrinin  Le Loir  ve çok merak ettiğin acaba hiç gördüm mü diye akıl yokladığın Akdiken çalılığı, ağacıyla da hiç rastlaşmadığını gördüğünde, her ülkenin kendine özgü,  hayran bırakan  doğal güzelliğie sahipliğini, hiç yurtdışı görmeyenlerle  yurtdışına  çokca seyahat edenlerin belki de  vatan hainliğine eş sayılacağı korkusuyla bile bile  “tamam memleketimiz güzelde, dünyada  daha da güzel yerler var efendim, gördüm ben. Edinburg mesela uçsuz bucaksız kırlar…keza Karadağlar, Kotor, Viyana, Paris’ demekten kaçınıp   ‘her yeri gördüm memleketimizden  güzeli yok’ böbürlenmelerine tok karnınla,  Guermantes tarafında Le Loir nehri üzerindeki köprüden geçerek,  iki yanı ağaçlı  Proust yolunda yürüseydin de,   attığın her adımdan birinin boşluğa geleceğini… neyle uğraşırsan da uğraş; ister dünya kadar kitap oku, ister yaz, ister şirketin bütçesini, yatırım planını çıkar, ister arkadaşlarınla otur bir Cafe’de;  ne kadar meşgul  ve nerede olursan ol, derinlerde tam olması gereken  yerde, kaybettiğinin   bıraktığı boşluk,  eksiklik olmasa, hayat nasıl da  ‘tam olacaktı’yla,   ordan oraya  savrularak   yaşayacağın,  bir daha dönmeyecek yola, ‘miş’li geçmiş zamana uğurladığının ;   ne bir  umut…ne yaşam sevinci… ne  gelecek…ne devrim…ne özgürlük hiçbir şey bırakmayıp,  bugüne, yarına dair  de ne varsa hepsini, hayatı katlanılır kılan gerekçelerini de yanına   katıp götürmesiyle,  herhangi bir ölüm… bir felaket  karşısında hiç bir Jung, Freud analizinin açıklayamayacağı;  görülme olasılığı yüzde %50 den fazla  ‘ben gencecik oğlumu…kardeşimi  yitirdim bana ne… derdim, tasam bana yetiyor, ben kendime ne yaptım ki sana…ona yapayım? daha yeni kaybettim hayat arkadaşımı, babamı, annemi, kardeşimi, evladımı,  ölmüşse ölmüş ne yapayım’; ‘her şeyim evim, eşyalarım,  ailem bir gecede  yok oldu gitti, o beğenmediğim hayatım meğer nasıl da güzelmiş, anlamlıymış’   duyarsızlıklarıyla dolu tavırda, eskisinden farklı belirsizliklere, tahmin edilememeye gebe bir kişilik…bir ‘ben’   armağan ettiğini,  bunu da yalnızca o   boşluğu dolduramayanların bildiğini, bildiğindendi  belki de, daha   Arapça “gece” anlamına geldiğini bilmediğin; üç aydır hiç  eve uğramadığından ‘ nerde?’–‘ çalışıyor,  çarşıda arkadaşıyla ortak  otel aldı. Sevin kız, babanın  oteli var Kartal Palas, zenginsiniz artık’  açgözlülüğündeki   amcanla,  evin ihtiyaçları karşılansın diye  para yollayan babanın,  durumuna ilişkin  ‘ne yapabilirim ki, nereye giderim ki bu çol çocukla’  naçarlığında,  elinden hiçbir şey gelmeyeceğinden ‘iki, üç aya kalmaz doğum yapacağım, bu herif  gece gündüz hiç    gelmiyor ki  eve, bir şey var?  ne var söyle bana ? diyorum   kardeşine, hep  bir şey  yok, otel’de iş çok diyordu. Sonunda dayanamadı  anlattı bir  kadın varmış, Leyla’ymış adı, Ankara’dan gelmiş  bir dansöz, odasında onunla yaşıyormuş. ‘ dertleşmesinin  ‘komşum üzülme ! öyle kadınlar eninde sonunda bir gün çeker giderler, o da geri döner .Ne demişler  tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer yuvasıdır, sabret, erkek değil mi? hepsi yapıyor‘  karşılanmasıyla,  aldatmayı  ‘kabullenme zorunlu’  yol yordam gösteren komşu  kadınlara, çocukları duymasın diye yavaş sesle anlatan  anneni kederiyle  Mahsuni Şerif, Ali Ekber Çiçek, Mahmut Erdal, Feyzullah Çınar, Muhlis Akarsu’lara  sığındıran pikapta,  çalmak için, sadece adını duyacağın  Kartal Palas’dan  üç ay sonra  yıkık ruh halinde,  elinde bir plakla eve dönen babanın, defalarca  çaldırdığı,  “bas bas paraları Leyla” öncesinin şimdi kimin söylediğini hatırlamadığın “su ver Leyla’m yanıyorum”, “Mecnun’um Leyla’yı gördüm”,  “dertliyim Leyla”   şarkılarından, türkülerinden, yaşlılardan, amca çocuklarından dinlediğin  masallar, hikayeler yüzünden  mavi gözlü olması mantığına  ters, etrafındaki  siyah,  yeşil gözlü, uzun  saçlı,  esmer tenli,  mahcup  bakışlı  kız  çocuklarının çoğuna; annelerinin dışındakilere  mecnunluğundan babaların koyduğu  isimlerden ( daha  küçükken vefat etmiş  sarışın teyzenin  adının da öyle olduğunu bilmiyorken) Leylâ’yı her   duyduğunda; öncesinde  ebeveyn sonra haki  postala  tekmesiyle yokuş aşağı yuvarlanılan yaşadığın coğrafyada  ölümsüz tamamlanmayacak bir çocukluk, bir gençlik de  bahşedilmediğinden kayıp  bir Özge Can olarak uzaklarda kerpiç bir evin pencere pervazında oturmuş sessiz, sedasız gözyaşı döken,  gitmek için gelmişler  de  bu diyara, kalsalar  sanki  ‘Leyla olmayacaklar’ı  ruhuna   kazıtan  eksik kalma  duygusunu  yaşattığından,    beleğinde niye   silinmeyen iz bıraktı demeyeceğin  oyun arkadaşın amca kızın Leyla’nın kaybıyla,  altı yaşında tanışacağın ölümün sıradanlığını  içselleştirilmiş; dünya da dijital devrim tavana vursa, Mars’ta yeni keşif  Europa’da koloni kurulsa da;  kötülüğün MasterChef’liğinde kalpleri   pas tutmuş;  başkasının, komşularının  evlerini, işyerlerini  yağmalama, talan etme suçunu işlediklerinden taltiflendirilen pek bi “masum çocukların”   6/7 Eylül’ün , …, …, Maraş, Çorum, Madımak, Roboski katliamlarının planlayıcısı   “katiller“e  dönüştüren  sistemin  ürünü  Türkiyelilerin,  asırlardır neden  değişmediklerinin,  her nefretin, her öfkenin   nasıl linçle zincirlendiğinin, hüküm süren…sürecek  karanlığın kanıtıydı da.

 

 

 

II.BÖLÜM

Amcan oğlu Talo’nun  bahçedeki  evin çatısını kapatmış kocamanlıktaki asırlık  çınar ağacının   kalın dallarına halat bağlayarak  kurduğu  salıncakta,  önce beyaz yaka siyah okul önlüklü kız kardeşini sonra seni salladığını anımsadığın;  annesinin akrabası anneannenin  ‘ismini ben koyuyorum Bad-ı Saba olsun ’  isteğinin bir şey ifade etmediği, babanın anlatımıyla  Gımgım’da;  ilerde sırf ‘hırboydu,  kiminle ilişkisi vardı da bu kız doğdu’ densin, başına bela olsun diye bilerek nüfusuna kaydettiği ancak  iki binli yıllarda vukuatlı nüfus örneğinde fark ettiği biri 1956 ( annenle evli bile değilken)  diğeri 1965 tarihli aynı isimli,   farklı doğum tarihli  iki kız çocuğundan sanal olanının –ölümü halinde miras işlemlerinde  sorun çıkaracağından–yokluğunu ispat için tüm aileyi, iki de şahidi   mahkemeye hakim karşısına çıkaran;  Cumhuriyetin  ilk yıllarında  1930’larda , 40’larda,  50’lilerde  hatta   60’larda   önceleri iki, üç  sonrasında yılda bir kez;    baban dahil   onlarca köylü çocuğun  doğum tarihinin   31 Aralık  olmasından yola çıkarak muhtemelen baharda;  doğanları, ölenleri kaydetmek için  köydeki   evleri gezen; taşrada özellikle de  resmi ideolojinin   Doğu ve Güneydoğu Anadolu adlandırdığı Kürdistan’da devlette, hükümette çalıştığından yaptığı işe bakılmadan Başbakanmışcasına hürmet gösterilmekle kalınmayıp kendilerinden akıllı gördükleri annenin amcasının kızı Zozan’la evli bacanağı Reşat gibi,  nüfus müdürlüğünde çalışan memurların;  ‘giderse tarlada kim çalışacak? çocuğu askere almasınlar,  sorarlarsa ölen var mı diye ağzınızı sıkı tutun,  Abbas’ın öldüğünü söylemeyin,  yerine bunu saydıralım, nerden bilecekler’ kurnazı köylülerin ‘bunu yazmış mıydık? Yazmışız, peki bu ne zaman doğdu?’–‘beyim dere taşmıştı, sel önüne ne geldiyse katmış, götürmüştü zanımca bahardı’ –‘bizim  amcalardan apo Sofi  hastaydı, köy başına toplanmıştı, ot biçme zamanı Haziran’dı’ –‘deprem olmuştu apo Rıza  ev damının altında kalmıştı, sıcak çoktu Ağustos’ du’–‘ en tavlı inekti baktık bir gün ahırda  ölmüş,  kar kıştı; o esnada, bizim   kız; çenek de doğum yaptı, bunu doğurdu’ beyanlarını dikkate almayıp boyuna, posuna bakıp  akıllarından geçirdiklerine, ideolojilerine göre genellikle de  kendi ailesindekilere, çocuklarına, kardeşlerine  ait  isimleri  köydeki çocuklara yazmalarına, doğum tarihlerini  belirlemelerine ses çıkarılmadığından,    Bad-ı Saba  yerine  adı  Leyla yazılan üç yaş büyüğün amca kızından; babasını mahpusa   düşüren    başlı başına  bir  film hikayesi kadınlara zaafına dair  vukuatı sonrası  aynı mahallede oturduğunuz Van’dan bir ayağı sallanan  iki sandalye, döşek, yorgan,  iki, üç kap kaçaktan ibaret eşyalarını  kamyon arkasına yükleyip, Zazaca (Gümgüm) Gımgım’ın yerini Ermenice “Vart=Gül”den  türetilmiş  Varto’nun alması gibi Türkçeleştirildiğinden Badan (Bada)  yerine Teknedüzü demek zorunda kalınan köydeki büyükbabanın evine (çe Resul) geri dönmeleri yüzünden  ayrılacaktın.Aynı topraklarda, coğrafyada asırlardır  yan yana yaşadıklarından olmamasının mümkün olmadığını düşünemeyecek çapsızlıkta; çok uzaklarda  Kürdistan’ın  dağ köylerinde İstanbul’dakilerden daha önemli kıldıklarından okur yazarlığı, çocuklarını yatılı okullara gönderdiklerinden evlerinde  klasik romanların  bulunmasına  şaşırılmayacak zanaatkarlıklarından; örfünden  adetlerinden; dillerinden, dini ritüellerinden;  dik kenarlı, yuvarlak tepeli, içi astarlı  fesi  andıran ortasından kenarlara doğru siyah püskülün sallandığı bir nevi şapka  “keçe”yi başlarına  takan kadınlarının  yöresel  giyimlerinden; küplerde  pancar,  kışın donmamaları için tepeleri açıkta kalacak şekilde toprağa gömülmüş lahanalardan turşu, sarma, dolma,  kavurma, yoğurtlu bulgur, buğday çorbası ,  kurut, sulu köfte, sir, şir, siron   belki onların belki de değil  Babuko ( Zerfet) …, ..,  onlarca yemeğin yapıldığı  mutfak kültürlerinden etkilenmemiş;  bugünde otların altında kaldığından üzerinde çocuklarının  oyun oynadıkları  kalıntıları, güç bela fark edilen viran eylenmiş kiliselerde ilahiler okuyanların kederli  yakarışlarını  duymamış, tehcir sonrası ilk sahibini   kendileri saydıkları, üzerlerine tapuladıkları, üstüne  evlerini  yaptıkları arsalarda, tarlalarda birlikte  ekin biçmemiş,  bostanlarda lahana, pancar, patates yetiştirmemiş, kavak ağaçları dikmemiş; çoğuna el koydukları içerisine girildiğinde bazen kapılı, bazen  kapısız  holün  mutfağa, misafir, yatak   odalarına, mahzene,  üst kata çıkan merdivenlere  açıldığı, yemek pişirilecek  ocağın da içinde bulunduğu geniş mutfakta  çocukların  etrafında dolanmayı, koşmayı, birbirilerini yakalamayı sevdikleri  ev damını taşıyan,  destekleyen  kalın tahta  sütun “danik” lerin kullanıldığı genellikle  iki katlı, üst katında derenin, ormanların, dağların, tepelerin, yakın köylerin seyredildiği balkonlu mimarisini beğendiklerinden annenin çocukluğunu geçirdiği   depremde yıkılan  konak  dahil benzerini yaptıkları   evlerde sacda,  bazen de depo  kullanıldığından odunların da istif edildiği, ekmek, balık,  bıjıkı dorak, güveçte et pişirilen  tandır evinde lavaş, yufka ekmek  pişirmemiş ayran içerek ‘baoo bu sene zor geçecek, ekin az tarlada, vergi boyun bükecek’ muhabbetini etmemiş  deré  Mengelî de    yıkanmamış,  dedenin evindeki gibi bahçe duvarının üzerine  yatay biçimde yerleştirecekleri  hasır, çalı söğüt dallarından örülmüş  kül, toprak, saman ya da    tezek, kül  karışımı çamurlu harçla sıvanan arıların gireceği kadar delik bırakılan  sepetler, oyma kütüklerle bal ticaretine girişilmemiş; Gımgım ‘ın sokaklarında dolaşmamış, çarşıdaki kahvede oturup kağıt, tavla oynayarak  çay içilmemiş,  şarapla demlenmemişçesine; hâlâ  kullandıkları  Amaran, Bodan , Dodan, Gümgüm,…,  köylerine, kasabalarına adlarını  veren, yabancılarda,  filmlerde, dizilerde , kitaplar  da    rastladığından  ‘nasıl oluyor   da köydekiler asır öncesi yabancıların kullandıkları Sare,  Benevşa, Hanese  isimlerini  çocuklarına   koymuş ’ merakına ‘ne bileyim?’ kaçamaklı cevapların da nedeni; her  Dudu, Diran, Nazgül, Gülizar, Rozin, Azad, Elli seslenmelerinde  bilmeden  andıkları,  geride bıraktıkları kimsenin ziyarete gitmediği mezar taşlarının  barındırdığı hüzünlü geçmişin  izlerini  silmek için düşmanlaştırılmalarına  göz yumup, katkı sundukları  halbuki  1915 li yıllarda Rus işgalinden yaşlıları,  kadınları çoluğu çoğu kurtarmak adına Kârir dağlarına, ordan 1916’da Malatya Engüzek köyüne ulaşmak için çoğunluğu yaya , hastaları, yaşlıları  yatırdıkları kızaklar,  kağnı arabası, at, eşek üstünde sarp geçitleri, tepeleri  aştıkları, o kuş uçmaz, kervan geçmez taşlı , topraklı  yollarda,  ayaklarda çarık,  lastik ayakkabı;  rüzgar, tipi, fırtınada,  sağ  kalma mücadelesinde, açlıktan hiç yapmayacakları  dilenciliği denedikleri, hayatını kaybedenleri   mezarın bulamayacaklarını  bile bile öldüğü  yerde, yol, dere kenarı y da tepelere, dağlara  gömecek, her an kadınlarına   tecavüz edecek, hoşuna gideni  alıp kaçıracak  korkusunu hissedecekleri  çetelerin, eşkıyaların tehdidi altında  ‘bizi bu hale düşürenler hiç  gün yüzü görmesin’  lanetinde,   ocağını, malını, mülkünü arkada bırakarak bilinmedik diyarlara gitme  zorunda bırakılmanın  facialığını, ‘düşmeden askerin, eşkıyanın, çapulcunun eline ölsek de kurtulsak şuracıkta’   yılgınlığını, nasıl bir zulüm  olduğunu bilmelerine rağmen, empatiyi bir kenara fırlatıp  ganimet için göç yolunda  yanlarına altınlarını, paralarını, mücevherlerini almış Ermeni konvoylarına saldıran  Türklerin, Kürtlerin,  Çerkezlerin, …., …., Sünnilerin, Alevilerin, Hıristiyanların  birlikte yaşamamış, bir bardak çay içmemişçesine    kendilerini haklı  çıkaracakları yarattıkları  tonlarca  bahaneli Kaf dağının  ardına sığınıp; dilinden kimsenin anlamadığı acının biçareliğinin, kalp sızısının fotoğrafı  kiliselerinden, evlerinden  getirtilmiş   taşların, mozaiklerin;  onlarca Lara’nın, Lena’nın, Angel’in   yemek yaptığı kap kacak, kara kazanların,  ellerini  sürdükleri saatlerin, lambaların; David, Adom ve Nurhan’ın  su taşıdığı bakraçların hatırlatacağı oturdukları  masalar, sandalyeler  kadar  yakın geçmişlerinden kurtulmak istediklerinden   Ermeni komşularının  kayboluşuna  sanki büyük bir tufanda  yer yarılmış, toprak yutmuş yaklaşımlı  Alzheimer’lı  toplum , sülale ve  aile bireylerince;   93 Harbinde olduğu gibi kaybedilen toprakları, Kars’ı alma,  Ruslara  darbe vurma amacıyla başlatılan; 90 bin Osmanlı askerinin donarak öldüğü  Sarıkamış Harekatına !! dair  haber, bildiri, yayınlar Enver Paşa tarafından sansürlenip saklandığından,  Osmanlı tebaasınca savaşla  ilgili gerçeklerin  uzun süre  bilinmemesi misali,  her devlette…her ailede…her kökende…her dinde, mezhepte…her örgütte olacağı…yaşanacağı üzere güzellemesi bol  resmi; devlet, din, köken, aile…, …, …,  tarihlerinde, kitaplarında yer aldırılmayacağından,  kimse de  dillendirmeyeceğinden,  pek çok konuda aralarında ihtilaf bulunan köken, din, mezhep, …, …, sülale, aile üyeleri  beraberce  faydalandıklarından geçmişte, dünde ve  yarında   ganimete konma, yakma, yıkma, yerinden etme, taciz, tecavüz, hırsızlık , ötekileştirmeli  aynı, ortak  suçlarını örtbas için  ‘kol kırılır, yen içinde kalır’ absürtlüğünde aralarındaki defacto sözleşmeler, anlaşmalarla  gizlenen;  gençliğin devrimci başkaldırısının büyüleyiciliğinde, Marx’ın “Kapital”inin, Lenin’in “Ulusların  Kendi Kaderlerini Kendilerinin Tayin Hakkı”nın altında bıraktığın, bu kadimliği menkul  vahşi coğrafyanın, geçmişinden, tarihinden;   ötekileştirilenlerin  acılarından, kayıplarından;  hayal meyal hatırladıkları belki de  gaddarlığın utancından  belleklerinin bir köşesine ittikleri  ‘ bizde bir kazan vardı beş teneke su alırdı, beş teneke… onda çorba yapar, yağ eritirlerdi. Onların,   40 kişiymiş bir evde,  bizim evle bir dostluğu varmış, falan… Onlar şey ederken, o kazanı bize verdiler, bu son senelere kadar da vardı o kazan. Beş teneke büyüklükteydi. Onlar gidince arazisi  olan da , olmayan da,  köylüler,  gitti sahip çıktılar arsalarına, öyle ellerinde kaldı.Sonunda, kadastro gelince de tapu ettiler. Bizim köyde  Ermeniler yok idi  ama Ameran (Onpınar) o köy onların elindeydi.’–‘ Bir gün amcam bana dedi ki Ermenilerin köyü Ameran’da   Çarbuhar ‘ın kollarından deré Mengelî’de bir kom, gome  (ahır) vardı, belki sende gördün köye gittiğinde. Sey  (Sılıman)Süleyman’ın mezarına giden yolda,  köprünün hemen altında, işte  devlet bunlarla ilgili  ferman çıkarmadan önce bizimkilerin  Malatya’ya göç ettiren Ruslar  Varto’yu, Gımgımı işgal etmişler, savaş var yani. Eeee bu Ermeniler de tabii Ruslardan yana olmuşlar hemen .Neyse  Ameran’da  ağalardan ; o zaman, bizim zamanımızda  birini tanıtınca  önce isim sonra baba adı söylenirdi  Ali’nin  oğlu Veli demezdik,  Velié Alié (Veliye Eli) derdik. Amcam İbrahim , ağalardan,  Velié Alié’nin başkanlığında Ameranlılar   kırka yakın  Ermeni erkeğini esir  alıp   Kom’a hapsediyorlar. Sonra kom’un kapısı önünde  bir camışın (manda) üzerine gazyağı döküyor, yakıp içeriye gönderiyorlar, tabii içeri dolu saman,  camışla birlikte komda  ne var, ne yok yanıyor….’  bu nasıl bir canavarlık… gaddarlıktır, Allahım, bir hayvanı canlı, canlı yakanların yapmayacakları zulüm yoktur, her şey beklenir…kimse kusura bakmasın, hiç kimse benim kaşığım ak demesin,  bu toprakların mayası gaddarlık, vahşet düşündüren; yıllar, yıllar sonra  çok geç dile gelen   aile büyüklerinin su yüzüne çıkardıkları yaşanmışlıklardan,  anılardan  “bizim yoldaşlar, iyi eş becerdi” heyecanını  yaratacağından, uluslararası öneme haiz     proletarya diktatörlüğünü kurma, devrim yapma peşinde, hiç   arkana dahi bakmadan dolu dizgin koştuğundan, doğduğun köyde bir zamanlar Ermenilerin evlerinin, kiliselerinin bulunduğundan;  annen dahil  pek çok akrabanın  da    miras davası sırasında   ‘Ermen milletinden Simo Korki Veladanı Hovikden hazineye intikal … ‘ yazılı  tapuyla  tehcirden sonra  dedenin aldığı arsanın  Ermeni bir  vatandaşa aitliğinden çok çok sonraları  ikibinli yıllarda   haberdar olunan  koşulların varlığında,  ne hazindir  ölümü sonrası,    istemeyerek  ağzından  kaçıran, annenden  öğrendiğine göre  amca kızım Leyla’dan, seni ayıran, amcanın mahpusluk  vukuatı  da şöyleymiş ‘ baban Karayollarında tabldot memuru,  Nuri bey diye birini   göndermişler Ankara’dan, Van’ da, İskele köyünde TRT’nin  radyo evini açacak. Baban  rica ediyor ‘köyde bir abim  var, işsiz, odacı olarak alsan’ adam  tamam diyor.Tamam deyince, baban haber yolladı  amcanı köyden getirtti, işe başladı  sonra gitti   yengeni,  üç çocuğunu da aldı, geldi. Yanımızda  ev kiraladık.Yazın  yengen okullar tatil olduğunda  çocuklarıyla  köye gitti kışlık yiyecekler hazırlamaya; peynir, kavurma, çökelek, yağ.Gitmeden de iki üç tane  böyle eldiven’–‘ eldiven?aaa yaz günü???’–‘ Şehirli ya artık, fors atacak  köylü kadınlara, akrabalara; iki tane  jarse, pamuklu siyah, beyaz renkte eldiven, bir de  manto aldı. O sıcakta köyde eldivenli, mantolu dolaşıyor, başörtüsünü de  köylü kadınlardan farklı boynunun altından bağlıyor şehirliler gibi. Bizim kadınlar fes takıyordu daha, bir de başlarını beyaz leçekle  bağlıyorlardı. Yalan olmasın Yoğurtçuoğlu mahallesinde oturuyorduk,  evlerin yanında ahır,  bağ, bahçeler vardı, komşu kadınlardan biri  adı Makbule’ydi,  sütçüydü, mahalleli sütünü ondan alırdı. Amcanlarla yan yanaydı evi Makbule’nin. Yengen kadına “ben köye gidiyorum, kocam burada tekdir, sana zahmet her   sabah bir bardak  süt kaynatıp versen” – ‘yok artık, olacak şey mi?’ –‘Aptal Makbule’de  yengen gidince köye, sütü kaynatıyor amcan öyle diyor günahı onun boynuna, dedi  ki sütü kaynatmış içine de şeker atmış, getirmiş ben  zannettim gönlü bendedir.’ –‘Amcama  bak sen !  süte atılan bir şeker neye kadirmiş’ –‘neyse, amcan gece vardiyasında çalışıyordu. Akşam radyoevine gidiyor, gece yarısı araba getiriyor bırakıyordu  eve. Bu  sinyal almış ya her gün arabadan inince  kadının evinin kapısının, camının önünde  bekliyor, duruyor, kadını gözlüyor. Hiç unutmuyorum,  kocası da  çok şerefsizdi  Makbule’nin. Adı Ali’ydi,  kendi annesini kaç kere dövdü, yaşlıydı yanlarında kalıyordu  yok yemek döktün, yok altına kaçırdın, yok  bilmem ne yaptın, ölmedin gittin diye, diye dövüyordu. Bende  kalktım…’  bir  olayı anlatırken birden bağlantıyı kaybeden annen  yine  son söylediği cümleyi (niye kalktığını) havada bırakarak  anlatmaya devam ediyor ‘ondan sonra Ali yeğenini  çağırıyor  ‘gel , bu gece biz bu adamın hakkından gelelim diyor’–‘ anne ! dur, dur adam mı fark ediyor, Makbule’mi söylüyor amcamın kendini gözetlediğini, rontgenlediği?’–‘kadın söylüyor.Kadın bir gün değil, iki gün değil, bir hafta  gözetledi beni diyor.Artık kadının burasına (boğazını gösteriyor)  tak  ediyor, söylüyor kocasına.Ondan sonra bende…tövbe, tövbe…Amcan yengen gittikten sonra baktım bir hafta bize gelmiyor   bende diyorum ki ‘niye gelmiyor bu?’ meğer adam meşgulmüş. Ali’yle yeğeni bir plan yapıyorlar, kapının arkasında, amcanın radyo evinden dönmesini bekliyorlar. Bu nasıl ,  kapının önüne gelir gelmez,  birden kapıyı açıyorlar amcan içeri  düşüyor. Vay ulan!  sen misin, namus ırz düşmanı? vur da, vur. Eeee amcanda iri yarı, durur mu? O da adamları cırmalıyor, dövüyor.’ aniden    gözünün önünde hayal meyal  bir görüntü; beliriyor;  yoksulluğun aktığı 60’lı yıllara ait, Van’a geldiklerinde bebekliğini geçirdiğin annenle, babanın ilk oturdukları tek göz odalı evde çekilmiş; çocukların sabaha kadar kaşınmalarının, faresiz, tahtakurusuz, sineksiz hayat yok sanmalarının, yatağa yatıldığında tavanda bir o yana, bir bu yana patır patır koşturduklarından  ‘oyun oynuyorlar’ düşüncesinde   ölesiye de korkulan farelerin gürültüsünü duymamak için  başa yorgan çektiren  tavanı, tabanı tahta, ahşap  evlerde; bugünkü kadar yaygın olsaydı   üç dört seansa bağlayıp  Ümit köyde, Çay yolunda,  Beykoz konaklarında, Mavi Şehirde  bir villa daha  alsam çırpınmalarındaki paragöz  – çok şükür Bipolar bozukluk isterken, bazı   eksiklikleri  olacak normallikte  çocuklara muhataplıkta, bir Beat, X kuşağıyla karşılaşmamalarının izahı  merak  edilen  –  psikiyatristlere götürüldüğünde  gözlerini fal taşı açtırtacağından ‘bildiğin cehalet. İnsan hiç küçük bir çocuğa bunu der mi? Ne yaptınız siz biliyor musunuz? Hayat karşısında sağlam durduracak benliği  dinamitleyip, ürkek  çocukların varlığına neden oldunuz’ çıkışmasına ‘iyi de  sanki mutlu sonla biten Yeşilçam filmleri Küçük Hanımefendi, Tatlı Meleğim, Vesikalı Yarım, Şöför Nebahat, Senede Bir Gün,  Ah Nerede,  Hababam Sınıfı  izletilen, peri masalları öyküleriyle büyüttükleriniz  psikopat çıkmadı  mı?  Hoş  içinde bulunduğumuz koşullarda psikopat olmamak mümkün mü?’  karşılığını vermekten  aciz,  ebeveynlerin  ‘kapatın  gözlerinizi yoksa şimdi gelip ısırır, hart diye kopartırlar burnunuzu’  korkutmalarını çoğaltan;  komşu evden diğerine  seyahati de seven,  arka sokak otellerin, Hostellerin,  evlerin sahiplerinden  huylanıldığından yatağa girmek istenilmeyen,  geceleri  ışıklar söndüğünde  fareymişçesine  harekete geçen, yan yana çakılmış iki tahtanın arasına girecek  yassılıkta, ezildiğinde vücutlardan emdiği  kanın fışkırdığı, ısırdığı yeri  kaşındırdığından habire yataktan kalkıp ışığı yakarak ortalığı kolaçanla kırım , katliam yapacakken,  ışığı görür görmez hızlıca  kaçan, kaldırılan yatakların altında tespih tanesi gibi dizildikleri de görülen, çocuk   uykularının düşmanı hayvancıklardan kırmızı renkli tahta kurularıyla, mutfakta süt tenceresinden  süt içen  yılanlarla  geçen çocukluğu aratacak,  on basacak  kötü olaylarla yarında  karşılaşılacağını öngördüğünden belki de  yer açmak için kapsama  alanını daraltmış   dimağlar (ımız)  çocukluğa ait o ürperten günleri sildiğinden, hep  eleştirilen ama  değişmeyen, değiştirilemeyen  gelişmemiş toplumların karakteristik özelliği “ balık hafıza”nın  çoğunluğu psikiyatristlere düşürmemiş işe yaramışlığına şükran duyarak ,  her gece, masal  kitabıymışçasına bakarak uykuya daldığın ve  her defasında da farklı bir  versiyonunu denediğin ‘şimdi o kırmızı elmaları bebeğe uzatacak’ kurgulu hikayelerin, masalların  dayanağı;  kireç boyalı duvarda asılı ressam titizliğiyle hiçbir ayrıntının  atlanmadığı ;  bir kadın kollunda açık  beyaz örtüde çıplak, tombik bebeğin önünde diz çökmüş,  beyaz bir  kuzunun boynuna elini koymuş bir adam, yerde bir  tabakta kırmızı elmalar, bir devenin yalnızca  bacaklarının göründüğü  duvar halısının yer aldığı siyah beyaz  bir fotoğrafta,  annenin ayda bir mikroplar, tahta kuruları ölsün diye plastik kutuda jöle kıvamlı   Arap sabunuyla köpürttüğü leğendeki suya  daldırdığı   tahta kıl fırçayla sildiği  halısız, kilimsiz   tahta zeminin, üstüne atılan örtü kısa geldiğinden  demir ayaklardan birinin   gözüktüğü  somyada  kanaviçe işli  yastık  uzunluğunda  kırlentlere yaslanmış,  tekmil verilmişçesine yan yana oturan  siyah saçları kısa kesilmiş yengenin , amcanın, Leyla ’nın ,   Talo’nun yanında  buluyorsun kendini  ‘ben köydeydim amcan mahpusa  düştüğünde.Dişim ağrıyordu önce doktora gittik ,  okulda tatil olunca aldım çocukları doğru ev damına, çe Resul’e.Bu Makbule her sabah  süt sağardı.O da benim gibi ufak tefekti’ diyecekti  bir gün yengen –    yanında mutsuz olduğu, davranışları, konuşmaları artık rahatsız ettiğinde,  tahammülsüzlük  had safhaya ulaştığında ya da  zevk , keyf için    aldatmaya kalkışan erkeklerin,  eşini, sevgilisini, flörtünü;  aynı fiziksel ruhsal özellikleri taşıyanlarla  aldatmasının nedenini çözme görevini şimdilik siz okuyuculara devr ederek –  amcanın  vukuatına geri dönelim  ‘ kırmızı mantosunu böyle (derken sırtını geriye yaslayarak vücudunu sağa sola evirerek taklide  yelteniyor) giyinir,  kuşanırdı.İçsin diye  süt  getirdiğinde amcana  ‘akşam  Muazzez Türüng hangi saatte türkü söyleyecek radyoyu açayım’ diye sorarmış. Bilmiyorum artık kim doğru söylüyordu Makbule mi? amcan mı?’ Güneşin batarken gökyüzünü hafif kızılaştırmasına yakın radyodan yayılırken çağıldayan öylesine  billur  bir sesti  ki,  geceler  annenin dilindeki  ninni  “kışlalar doldu bugün” , “geçti dost kervanı”  çocuk yüreğini tarif edemediğin,  nedenini  bilmediğin  hüzünle dolduran Muazzez Türüng, bir gün ayağında sallarken Can’ı gayri ihtiyar dudaklarından dökülendi de.  Amcanın Ankara Ulus’ta bir hanın alt katındaki kasetçinin “amca öyle bir sanatçı mı var?” gülüşmesine sebep  Muazzez Türüng  kasetini aramasını aklına getirdiğinden Makbule’ydi doğruyu söyleyen diye düşünmüştün yengen konuşurken ’ Makbule’nin kocası Ali şantiye de çalışıyordu; bir giderdi on, on beş gün bazen bir ay yok. Zaide vardı,  komşumuz. Bu olay olmadan önce  bir gün bana dedi ki ‘Makbule, kocanın yolunu gözlüyor dikkatli ol, kocanı elinden alır ha’. Amcanın dediği gece işten geldiğinde bu Makbule ekmek bırakırmış bahçe duvarının üzerine, kocam evde yok manasına. Kocasının annesi de bunlarla kalıyordu Eze.İşte bu Eze oğluna diyor ki “senin bu karın orospu,   komşunla her akşam bahçede aşna, fişne…”Sonra işte yeğeniyle amcanın  gelmesini bekliyorlar, yakalıyorlar…’–‘yengen ne bilir? Köydeydi o sıra, olayı amcanın anlattığı kadarıyla biliyor. Ben kocasına Makbule söyledi biliyorum o annesi diyor. Sonuçta  bunlar birbirlerini bir güzel dövüyorlar.Polis geliyor alıp götürüyor bunları, tecavüz.Dünyada herkes bana  öyle kazık attı ki… ben o kadar onun o çol çocuğunu yedirdim, içirdim… ‘bir kopma anı daha ‘sabahleyin  kahvaltı yapıyoruz, ben kapının önüne çıktım bir baktım postacı Mehmet var, bak o adamın adını hatırlıyorum, Karayollarında çalışıyor ‘yenge hanım, eşin  evde mi?’ dedi ,  evet dedim. Dedi ya yenge,  ben yolda gelirken, onun abisini iki polis alıp götürüyordu. Bende bilmiyorum ne oldu?  tek bir şey bana dedi ‘git kardeşime haber ver’. Hallah hallah dedim  ‘bu ne yapmış’ dedim, valla bilmiyorum dedi.Baban vey, vey  kör olaydım abim, abim  dövüne, dövüne giyindi, çıktı gitti.Gitti ki mahkemeye götürmüşler. Hiç karakola falan değil direkt, hemen cezaevine göndermişler. O zaman annemin akrabası Küçükağaoğullarından   avukat  dayım lajı Teyfiké Hasané Küçükağaé ’nin Mustafa diye bir hakimi varmış, amcanın davasına bakıyormuş.Baban gitti dayı Teyfik’le konuştu, tabii  Teyfik dayı çok üzüldü. Neyse amcan altı ay cezaevinde kaldı, yok üç ay.Dayı Teyfik babana demiş ki ‘altı ay cezaevinde kalabilir abin .Ama demiş benim tanıdığım arkadaşım hakim. Yıl 1965 tamam mı? Baban geldi amcanın evine, yataklarını götürdü; döşek, yorgan, yastık cezaevine.Ya biz diyoruz ne oldu? Baban gitmiş sormuş ‘ula  Usen,  eroo, eree sen ne yaptın?’ demiş böyle, böyle ama ben hiçbir şey yapmadım.Sen nasıl bir şey yapmadın? kadının gittin penceresinden, kapısından baktın, adamlar da seni yakaladılar, sen demiş ceza çok yiyeceksin.Sonunda  dayı Teyfik, ben hakimle,  Mustafa  beyle görüşürüm, hele bir üç ay içerde kalsın diyor .Üç ay sonra bunu bıraktılar.Bize geldi, dedim amca sen bir hafta nerdeydin? Sen, her akşam bize geliyordun, yemek yiyordun Cumartesi, Pazar  geliyordun, sen o hafta nerdeydin? Dedi eree,  hiçç…Ben  böyle bir kuyunun içinde çamur, pislik  vardı dedi, ben o  çamurun içine düştüm, nasıl kendimi kurtardım onu da  bilmem.  Çünkü dedi kadın ,  her sabah sütü kaynatıyor, içine şeker atıyordu. Ben dedim amca olacak şey mi? Kızım,  zaten,  sen bilmiyor musun? Doğu’nun insanı saf.Hani yengen,  çene Hüseyiné Alié Sormemedan  Nace  “süt götür”  öyle demiş ya bu da hani karısına jet (jest) olsun diye. Sonra, bir gün  yengen bana dedi ki ‘ waye, bacım, köye, dewa ma badana gittim ya  Van’dan, gece bir rüya gördüm, oturuyorum , böyle arkamdan tak diye bir kurşun geldi omzuma saplandı. Öyle bir fırladım yataktan, Talo, Leyla yanımda yatıyorlar, onlarda kalktılar, o kadar korktum.Sabah hemen a o veyvi Adile’ye gittim, daha gözünü açmamıştı, lojını yakıyordu anlattım ‘ bir ses gelir’ dedi, roja (o gün) geldi haber Usen , hapse  atılmış…böyle dizlerim kırıldı…’saçlarına aklar düşmese vaktin hep aynı yerde durduğuna inandıracak, bir  akrabasına benzettiğinden resmini gösterip adını söylediğinden aşinalığını bildiğin  için ‘kendi kendime annem herhalde Sophia Loren’le  ilgili bir şey duymuş  anlatmaya  çalışıyor diye düşündüm ‘oğlum Sofialora içsene’ sesini duyunca. Bir  baktım elinde Pasiflora şişesi karşımda, yıkıldım ya o an, bir de “tam bir Nazi” diyeceğine, ailece  şifresini zor çözdüğümüz  ‘Nazili, Nazili’ deyişini unutamam ’la yer edinmiş    konuşma sırasında bazı  kelimeleri telaffuz edişindeki  komik harf hatalarının torunu Duygu’ya banka ajandasında bir sayfasına alt alta   yazdığı ‘Gergadan Gerdanger, meşhur peynirci meşuru peynirci, kokarca koparca,  lazanya larzany,  kipa kitama,  Mc Donald’s Mek Denisıl, Roksi Rosi, hamburger hamurger, MSN meser, radayatör radyosan, jest jet, Trump Tiborg, Macron Marko, English Home Ingılışov’ kelimelere  ‘ Rukiyenin rekorları’ başlığını attırtırken,  dumura uğratan  –yanıldın  okuyucu demedim kaç kere içimden geçirsem de Associated Press’i,  acaba nasıl telaffuz eder diye ama yapmadım– hiç  kullanılmadığından mutfakta, bulunmayan ’sabahtan beri arıyorum, sehpanın üstüne koymuştum mayonezi , gördün mü? nereye koydum‘  dört dolanmasını, sonunda ne çıkacak  merakıyla izleyip ‘Allah beni kahretsin, buradaymış gözümün önünde buldum sonunda’ elindeki Magnezyum Plus tabletlerini görünce‘ gel sultanım , gel anacım, çok şükür buldun mayonezi’ sevecenliğiyle kucakladığın annenin   ’amcana dedim ki kadın sana sütün içine şeker atmış getirmiş, jet yapmış, dememiş ki gel benim kapımın, penceremin….Peki senin yatakların nerde? Dedi ki cezaevinde bıraktım. Güzelim bir kat yün yatakta öyle gitti mi?Ondan sonra bu, çıktı gitti köye. Gitti gitmesine de,   yengen alıştı bir kere şehre, durmak ister mi köyde, sürekli çalışacağı bir saniye dinlenemeyeceği kalabalık ev damında. O kış,  köyde durdular, ailenin büyüğü, Leylanın babası gibi  babanın anne bir babaları ayrı ama  kardeş  amcan(Hesene) Hasané Halilé de istemiyordu ki bunları, erzakını,  çe Resul’ü paylaşmak hoşuna gitmiyordu….’

 ….Ortaçağ Avrupa’sında şortla gezecek bir kadının,  bugünün Türkiye’sinde göreceği  tepkinin, linçin  aynısıyla karşılaşacağını dışlamayarak, sosyologların  yasaklanan her neyse , onun  kişiyi tahrik ve   cezp ettiği tespitinde;  yüzyıllar öncesinin Apollo Belvedere (Belvedere Apollo), Knidos Afrodit (MÖ 4. yüzyıl), 1500’lerde Michelangelo’nun  Davut  heykellerinde (Osmanlının İstanbul’unda, sergilenseydi  başta parçalamak  heykelin  başına nelerin getirileceğinin,  nedeni de herkesçe  tahmin edildiğinden kapatıyorum parantezi) tablolarda, resimlerde  giyinirken, soyunurken, otururken, kitap okurken, ata binerken resmedilen   vücudun tamamlayanı, ayrılmaz parçası  (penis, vajina)  her uzvun Rönesans, Aydınlanma çağının etkisiyle çıplak  gösterimini, cinselliğin  ayıpsız, günahsız  doğallığını kabullenmiş Avrupa’da, eğer ruhsal  hastalıktan muzdarip değilse,  şortla gezen bir kadına  en fazla bakılır, belki  bakılmazken “kaldır da amcalar, ağabeyler görsün, göster oğlum”   övüncünün  nesnesi  “çükün…pipi”nin  evde, parkta, sokakta  değil de  meydandaki heykellerde, tablolarda  sergilenmesinin ‘ayıp, günah’  nitelendirildiği  abes  Ortadoğu’da; süte şeker atmıştı kaltak, gönlü olmasa niye atsın’  diyecek, beyninde kurguladığı  olmayan, olmayacak  sanmalar, basitliklerle yüklü erkekler değil  kadınlar  suçlanacaktı öyle ki  bugünde bile,  yazın  Avrupa’da,  Küba ‘da  ya da başka bir ülkede bazı kadınlar sadece şortla dolaşır, sutyen  takmazken bunu  vatanı Türkiye’de yapmaya kalkışsa bir kadın, iki  adım yürüyemeyeceği gibi hemcinsi  kadınların  da  “böyle dolaşırsa…tabiii“yle her türlü tacizi, tecavüzü , laf atmayı hak görmeleri, yalnızca rakamların değiştiği bir şeymiş de yıllar ; zaman, coğrafya,  toplum, ülke,  bireyler  hep aynı  yerde kalakalmış  hissini yaşatırken  ‘geceleri yatağa girmeye, yatmaya kokuyorduk.Odalara serilen yer yatağında,  kız çocuklarını, akraba diye aynı yaşta ya da kendinden üç,  beş yaş büyük oğlanlarla yan yana yatıran akıl; başta annelerimiz  dayın…kuzenin…amcan böyle bir şey yapmaz iftira atma diyeceklerdi.Kime söyleseydik, inanmayacaklardı.Kardeşini, amcasını, yeğenini kısaca ailenin  erkeklerini  korumak adına, kendi kız çocuğunu kötüleyerek  feda ettirten aşiretin, sülalenin, ailenin, toplumun  ‘kol kırılır, yen içinde kalır’  zihniyeti  ‘çocuk bu, ne söylediğini bilmiyor, yalan söylüyor’ dedirttiğinden,  vahimi   yaşamın doğal parçası kabullendiklerinden olsa gerekti ,  yoksa niye bizleri  erkeklerle yan yana yatırsınlar.  Onbir , oniki yaşlarında başımıza gelenleri biz kızlar birbirimize bile  itiraf edemezdik,  sustuk hep… iğrendiren koca bir elin göbeğin üstünden külotunu aralayarak,  mahrem yerini  bulacağını bileceğin geceleri yatağa girmemek için direnirdik,  kızardı anneler ‘eee, uyumayacağın tuttu,  uyu artık, lambayı söndüreceğim elektrik boşuna yanmasın’ baskısında,  yatmış numarasında yer yatağında   yanlarına yatırılmamızı  bekleyen, yaşça büyük,  iğrençler mahluklar … hayır !  şu an yazarken   ürperiyorum, düşün  çocuk ruhlara  dehşet  yaşatıldığından  yetişkinliği de  darmadağın eden – tesadüfen ortaya saçıldığından  sanki ülke de  ilk defa  yaşanılıyormuşçasına hiç duymamışlar, karşılaşmamışlar   rolünü kesen  herkesin   “kanının  donduğu”   “Palu ailesi”  hikayeli– ensest ilişkileraile içi istismar karşısında, bilindik suskunluğa gömülerek  aşikar etmediklerinden, edemediklerinden   süregidecek kadına  yönelik her türlü ayrımcılığın, tacizin, cinayetin   bin kat daha fazlasının yaşandığı – şimdi de cep telefonuna kayıt edilerek  kamuoyuna, gündeme yansıtılabilinirken – “mülkün temeli” adalet  mekanizmasında tanıdık ya da rüşvetçi  bir   hakimin,  yargıcın  ‘iyi hal’e sığdırıp işlenen suçu yok saymasıyla dünün tacizcilerinden amcanın cezalandırılmayıp, beraat ettirilmesi;  her nerede olursan ol…ne kusur, ne halt, ne suç  işlersen işle,  eğer  yüksek mevkilerde bir  tanıdığın, adamın varsa  sırtın  yere gelmemesinin , hayatın kolaylaşmasının her yılda, her  devirde devamı medeniliğin, kültürün yana yana durması söz konusu olamayacağı yandaşlık ve tarafgirlikte kimselerin ellerine su dökemeyeceği sığlıkta; kültürlü tanımlanmaları  için   üniversiteyi bitirmeyi yeterli bulan; laik, dinci, muhafazakar, solcu, sağcı çığırtkanların, sırf destekledikleri  liderlerin, iktidarların ,siyasilerin  zamanını, dönemini  ululaştırma, kutsama  hedefli  “bizim zamanımızda; adalet, özgürlük, eşitlik, saygı, sevgi vardı,  düşün enflasyon dahi sıfırdı, yoktu böyle şeyler.Kadına şiddet, taciz,  yolsuzluk  falan hiç duymadık” gerçekliği;  “her şey kısıtlıydı, fakirdik  ama daha mutluyduk”un  olabilirliği  sanallıktan öteye geçmediğinden,  ispatı  için uğraşmaya değmezlikte ; hay Yarabbim!  Az ya da çok ulaşma imkanı bulunacağından;  başkasının, yediğine, içtiğine,  Malboro sigarasına, son model  eşyalarına özenmenin rüya sayılacağı  yirmibirinci yüzyılda  “bir tirpoda, bir kameraya yenilecek” koşullar sayesinde  Emine Bulut, George Floyd cinayetlerinin “kim vurdu”ya gitmesini engelleyen – eğer o günlerde keşif edilseydi  kameralar  kaydedeceğinden Sinan Suner’in öldürülmesinin protesto edildiği Ayrancı Hoşdere Caddesi’ndeki  eylem sırasında  çıkan  çatışmada  er Zekeriya Önge’li  vurmadığı ortaya çıkacağından Erdal Eren  tutuklanmayacaktı–iletişim araçlarından kameralardan, telefonlardan, internetten, televizyonlardan,  sosyal medyadan  yoksun kele koltukta gezilen,  rüşveti, yolsuzluğu, haksızlıkları, hakareti, linçi mahalle baskısını, yalanı, iftirayı anında  kanıtlayacak   bir kameranın, kendini, kimliğini ifade edeceği  bir platformun bulunmadığı,  darbenin ayak izlerinin  görülemeyeceği   karanlık  bir kenara bırakılsa   bile, tabak, çanak  her dakika elde yıkadığından zıvanadan çıkılacak  bulaşık makinesiz  dünün   ‘ahh nerede o eski günler’ özlemiyle anılması acaba  “yaratıcı beyin”in   Ortadoğulu versiyonunun sonucu  muydu?  Bir yaştan sonra eninde, sonunda herkes, ebeveynlerindeki  bir,  iki ,üç  beş kuşak öncesi akrabalarındaki  huyların, duyguların, davranışların, hastalıkların kendilerinde  zuhurunu  ‘annem gibi bende bir şey atmaz, her şeyi biriktirir …babam gibi aniden öfkelenir oldum.Oğlan tıpkı  büyük dayı, özgürlüne pek  düşkün… anneannem de elini böyle sallar ‘heyvaho hey’ derdi. Ayyy bir inatçı…bir inatçı , tembel ya bıraksan hep yatar,  demez ki kalkıp iki şey yapayım’ belirlemesinin ardından yürürlüğe konan  ‘kime çekmiş bilmem ki’ hayreti,   genleriyle   bağlantıyı koparıp, kabahati bireye atan “gerçekten kaçış”ı rutine bindirenler gibi, dediğim dedik yeni yetmeliği, asırlardır  üzerinden  atamayan Türkiye’de “o güzelim eski günler nerde?”yle kast edilen    İmparatorluk  dönemine  hasret olduğundan söze “bizim zamanımız da…” başlayanların aksine,  hayatı çekilmez kıldığından, değiştirebilinecek  bugünkü  müesses nizamın, statükonun tarumarlığına taraftarlığın pekişirken  Avrupa,  Amerika kıtasındaki ülkelerin; başka türlü rahata,  refaha,  kaliteli  yaşama  ulaşmaları imkansız olduğundan  hayatın, evrenin mazotu, dinamiği  sanayi devrimiyle atağa kalkıp, yeni icatlara odaklanarak her alanda yaşadıkları-  Jardin des Tuileries’de ilk  fuarı düzenlenen  1898 yılında    Paris   sokaklarında,  otomobilin  atlı arabaların yerini almasına,  telefonun icadına, elektriğin, uçağın  kullanımına  tanık Proust’un   “Françoise, telefonu kullanmayı öğrenmemekte –sanki aşı kadar tatsız ve uçak kadar tehlikeli bir şeymiş gibi– ısrar ettiği…Paris çevresinde, kısa bir süre içinde, gemiler için limanlar neyse uçaklar için aynı işlevi gören uçak hangarları inşa edilmişti;… Albertine sevinçten kabına sığamaz, uçak havalandıktan sonra geri dönen teknisyenlere sorular sorardı…. Aynı şekilde, bir zamanlar, yarattığı mucizelere şaşırıp hayran kaldığımız, doğaüstü bir aygıt olan telefonu da şimdi hiç düşünmeden, terzimizi çağırmak veya dondurma sipariş etmek için kullanıyoruz …” satırlarındaki – gelişmelerin  matbaanın icadındaki  gibi Ortadoğu ülkelerine arzı endamının yönetimlerce geciktirilmesiyle önceki neslin; ebeveynlerin,  gençliklerine, orta yaşlılıklarına denk geleceğinden ‘bizim zamanımızda yoktu ki böyle şeyler’ yakınmasını  ciddiye almayan  sanki öncesi yok  hep varmış sanılan şayet  tahta, çamurdan  bebeklerin, konuşan  Barbie’ lere;  elde dikili bez çantaların    sünger Bob, örümcek adam, araba baskılı okul çantalarına;  radyoların   televizyonlara,  merdaneli çamaşır makinelerinin  otomatik makinelere, ev telefonlarının  internete, cep telefonlarına yerini bıraktığı teknolojik değişime paralel – eskiden  kadının meziyeti , üstünlüğü  kabullenilirken  ‘bu yaşa kadar biriyle birlikteliliği olmamış, ne bileyim  kesin bir şey vardır’  şüphesinde bakireliğin yerildiği ; ‘hamile kalan  banka mensubumuzun  evlilik dışı gayri meşru  çocuk doğurması genel ahlaka örf ve adetlerimize  aykırıdır diye işine son verilmişti. Şimdi kimliğini bilmediğin erkeğin spermini alıyorsun  sperm bankasından hamile kalıyorsun. Kimse de çıt yok’la  ahlaksızlık  sayılanın  ayıplanmadığı– düşünsel, zihinsel gelişim de uzunca bir süre , asır sonrası değil de  bilgisayardan   laptop ‘a  geçen  hızla ilerleseydi ‘ ay öyle sevindim ki anlatamam. Ermeni’ymiş biliyor musun? Pek  zanaatkardırlar, o yüzden  duyguları  da pek bir  incedir, zariftir. Dolmabahçe Sarayını bir Ermeni yapmış, bu ülke çok şey borçlu onlara ’ övgüsüyle ;   yıllar yıllar öncesinde ötekileştirilenlere  hak ettikleri  itibarları iade edilirdi  düşüncelerinde,  içinde yanında götürdükleri çocukluğun, gençliğin bulunduğundan çıkarsız “nerde o her şeyi sımsıcak kucakladığımız günler” üzüntüsünde,  ama ve lâkin “nerede bizim zamanımızdaki….” okunu fırlatanların yaşadıkları  toplumdan habersizliklerinin,  ilgisizliklerinin   “biz hiç bilmezdik kim Kürt ? kim Ermeni? kim Rum? kim Alevi ” söylemiyle çarpıklığıyla yaratılan;  resmi ideolojinin kendisinden saymayıp,   çizdiği  sınırların dışına ittiği  kökeni, dini, mezhebi farklıyı,  muhalifi   mahkum eden Türk müesses nizamına muktedir  akılın önce başörtüsü yasağı  ardından “Türkiye İran olmayacak”,” Mollalar İran’a” sloganları eşliğinde  28 Şubat darbesiyle yaşatacağı mağduriyetle, budamayla  köpürterek güçlendirdiği AKP eliyle  iktidara taşıdığı siyasal İslamcı,  muhafazakar, mütedeyyin,  milliyetçi, az biraz da liberal kesimin  kendinden öncekilerin  söylemlerini kendilerine uyarlayıp  “biz eskiden kim  Sünni, kim Alevi, ateist, kim deist  bilmezdik. Bizim de Gayrimüslim arkadaşlarımız oldu ama saygılarından Ramazanda yanımızda ağızlarına  lokma koymadılar. Din derslerinden  muaflardı  yine de  girerlerdi. Herkesin dini de, dinsizliği de kendindeydi, saklıydı. Şimdi öyle mi ?  yok inanç ayrılıkları,  yok ben Aleviyim, ateistim,  oruç tutmam da  vıy vıy da  vıy”  adaptasyonunu  öne sürmeleri yok mu ,   tam evlere şenliğiydi  Türkiye’nin. Hayır,  yaşamasan, tanık olmasan sanacaksın ki  ‘ kimsin?e ‘ içinden geldiği, hissettiğin gibi her türlü aidiyetten uzak ‘ne, kim  olmak  istersem o’yum bugün Ermeni, yarın Türk’üm’ dendiğinde bireyin düşündüğüne, davranışına, eylemine   hoşgörülü, yaftasız yaklaşan  toplumsal olgunluğa  asırlar öncesi eriştiğinden; tehcir,  6/7 Eylül, Maraş, Çorum, Madımak, Roboski  katliamları,  onlarca  Taylan Özgür, Vedat Demircioğullarının  öldürülmesi, Deniz Gezmişlerin, Erdal Erenlerin  darağaçlarında asılması, faili meçhul cinayetlerin kol gezmesi Sierra Leone’de yaşanmış da,işkencenin, şiddetin hiçlendiği,  kadına saygının tavan yaptığı, darbenin ‘d’sinin, rüşvetin ‘e’sinin  bilinmediği, demokratik, insan haklarına saygılı  ‘ ayyy eskiden de  pek bir güzel,  pekkk bir hoş  memleketimiz vardı’’  haklılığında   bir Türkiye, bir  memleket  var ortada da, o  yüzdendir “ bizim zamanınızda yoktu böyle şeyler, eskiden buralar bağ bahçe, tarla dutluktu” hasretli,  gurbetlik. Heyhat ! yıllar yılar öncesi de özel, resmi bir kurumda  işe girmek   ya da hastaneden randevu alma gibi herhangi   kıytırık bir iş için bile gerekli torpili, adamı bularak, rüşvet vererek kayrılarak   hak yemeyi  ‘ yapmasam , etmesem, bulmasam  da  o kadroyu, ihaleyi  almak, o arsayı kapatmak  için  başkası uğraşacak, rüşvet verecek torpil ayarlayacak ’ normalleştirilmesine herkes gibi  babanın, amcanın, etrafındakilerin de yetenek, liyakat gerektirmediğinden balıklama dalmaları;  uzağa gitmeye ne hacet  güya güvenilmesi istenen  FETÖ’cülere verildiği ispatlandığından  mahkemeye taşınmış ÖSYM den çalınan sorularla yapılmış  KPSS, ÖSS,  komiserlik, askeri okullara giriş, görevde yükselme  sınavlarının binlerce mağduru göstermiştir (teknolojinin bu kadar gelişkin olmadığı yıllarda neler yapıldığını kimse bilmek istemez) ki  “bizim zamanımız da her şey başkaydı …”  dillerine  pelesenk edenler; değiştirilemeyen mevcut sisteme egemenlerine – merkezi ya da yerelde  iktidar partisinin   MYK üyesi,  bakanı, milletvekili, belediye, il  başkanı, meclis üyeleri ya da onları tanıyan partili  biri ve de  hâlâ iş yaptırmada  en etkili  güvenlik güçleri ya da medya  mensubu kişiler vasıtasıyla –  sözünü geçiren birini bularak ucundan kıyısından kuracakları ilişki sayesinde akla gelen her türlü işlerini rahatça halledip, çoluk  çocuklarıyla  yaşadıkları “hayatın bayramlığını”  sonlandıran bir iktidar  değişikliğiyle karşılaştıklarında  düşecekleri    bunalımda kıvranacaklardır….

….heyvaho hey !  benden söylemesi,   üç yıldır elini sürmediğin sende9.doc Word dosyanda kurguladığın roman taslağının, taslaklıktan romana dönüşmesi, her satırda  ardına düştüğün  “istemsiz belleğin” belleksizliğinin hışmına  uğramak üzere. Bak, haberin olsun, seni  ölümle   tanıştıran amcan kızı Leyla’nın açtığı   yaranın peşindeyken, aniden konudan yan yollara sapıp,  okuyucuya bir önceki paragrafta yazdıklarını unutturacak uzaklaşmalar, çağrışımlar romanı içinden çıkılmaz  metin haline dönüştürmek üzere. Dur ! hemen  savunmaya geçme,  ben  söyleyeyim sen yine de  bildiğini oku,  tamam… tamam… sustum. Ahlaktan, kuraldan  bi  haber, kabile yaşamı  cinselliklerin   yaşandığı,  erkek çocukların evlendirilmesiyle çoğalan   hane halkının  derebeyine çalışır gibi  ev damına, ocağa  çalıştığı feodal  aşiret, sülale  ilişkilerinde,  çocuklar da aynı soydan, kandan  geldiklerinden, aşirettin  ortak malıymışçasına muamele görecek her kadın, her erkek , ev damındaki çocukları kendi çocuğu; amca, teyze, dayı, hala çocuklarını da   kardeş bellettiğinden,  herkesin  o kadar çok dedesi, nenesi,  teyzesi, dayısı, halası, amcası, kardeşi   olurdu ki ‘aaaa teyzen mi? aynı yaştasınız nasıl oluyor?’ şaşkınlığındakilere, şaşırmanın sıradanlığında; tarlanın, tapanın, malın, mülkün yeme, içme, giyinme gereksinimlerini karşılayamaz hale gelmesiyle,   ‘çekirdek aile’ kavramının duyulacağı köyden şehre göç  günlerinde; bono ma’nın, çe Resul’ün  aile reisi  büyüğü amcan Hasan , üç aylık mahpusluk sonrası dewa ma  Badan’a  geri dönen Leyla’nın babası  Üseyine ‘ bi sıtar olmadın ( duramadın, geçinemedin) Van’da. Laooo burada ne yapacaksın? Bu arazi, bu üç beş davar  geçindirmez  hepimizi. Almanya’ya işçi alıyorlar. Akile, çene Haydar  (Haydar ’ın kızı) da gitti; kadınların şansı erkeklerden  fazlaymış, hemen alıyorlarmış. Önce veyvi,  Nace gider, iki üç ay sonra sende gidersin  yanına. Çocuklar, bizim çocuklarımızdır, gül gibi bakılır. Durumunuz düzelince alırsın yanına. Hem  tırpan çekmekten, ot, buğday  biçmekten kurtulursun’  aklını vermesi, şehirde yaşamaya dünden razı çene Hüseyiné Alié Sormemedan Nace’nin  de  ‘ Çe Resul’ün kalabalığının hizmetini yapacağıma, giderim, çalışırım oralarda, paramı da atarım cebime.Hem çocuklar için de iyi olur, okurlar. Apo Haydaré Zeynelé’n çocukları okudu dava vekili  oldu, Turna’nın abisi  hakim çıktı  ama yanı yaşta olan çe Resul’dekiler ne oldu? Maraba’  atılmasıyla   Ankara’ya gidecek babasıyla, annesinin yeni doğmuş üç dört aylık kardeşi Burhan’ı   emanet ettikleri amcan kızı Leyla, üzerinde kalın hırka (depresyon ),  serin   ilkbahar  sabahında  toprak köy yolundan   ana  caddeye   kadar  birlikte yürüdüğü  ‘çene ma,  kızım, çene dön,    uzaklaşma köyden, köpek vardır’– ‘daye, maye mı ne zaman  gelirsin ? ’ – ‘ korkma , ölmeden gelirim‘ diyecek  annesi Nace’nin ardından  bütün gün, hava kararana dek  ağlayacaktı. Onlarca başvuran arasında  Almanya’ya güçlü, kuvvetli, sağlıklı işçi götürmek istediklerinden, alacağı hayvanın incelenmedik yerini bırakmayan  celepmişçesine,  ağızlardaki 32 dişten birinin eksikliğini ,bedenlerdeki ufacıcık bir çiziği  bahane eden  Alman yetkililerin,  sağlık raporuna  baktıkları amcan kızı Leyla’ nın annesinin, 46’daki  Varto depreminde,   ev damında ortadaki  kalın tahta kolonun ( ustunun) altında kaldığından  – gulamın,  yazık  başı böyle sallanırdı, elleri de titrerdi, şimdi benimde öyle sallanıyor ya çok üzülüyorum. Babam, piyimi, Hüseyiné Alié Sormemedan çene ‘hele bana bir kahve pişir.’  Lojında közün üzerine koydum cezveyi, pişmesini bekliyorum, o kadar bildim altımdan yer kaydı, a o koca  ustun, direk  boynumun arkasından vurdu beni..Allah yardım etti de ateşin içine düşmedim. Enkaz altındayım, toz, toprak, abim Reşaté Hüseyiné Alié Sormemedan, sesimi duyuyor, o zaman evler böyle beton değildi, taş, tahta karışık,  baktım ‘Nace, Nace’ bağırıyor,  valla hatırlamam, ses verdim mi, vermedim mi? ama abim, geldi  ne yaptı etti bilmem , karnımın altına elini koydu, çekti taşın toprağın arasından, utsunun arasından çekerken böyle kaşımın ortasından, başıma doğru yırtıldı derim, kan içinde kaldı yüzüm, gözüm. Acısını  nasıl anlatsam, nasıl….A o kaşımın ortasından  başlayan,  alnımı geçip başımın arka tarafına kadar yol olmuş yara izini–gördüklerinde  ‘uzaklarda, dilini bilmediğim bir yerde, tek başıma ne yaparım diye sıkışıyordu  göğsüm, o  sarı kafa Almanın söylediği söz onca yıl geçti,  hala aklımda  “fan, fun”…  anladım, beni almayacaklar‘  sevincini açık edemediğinden hayalinde  havaya uçan  veyvi  Nace, büyük amcan Hasan’ın   Almanya  hayalini   söndürürken,  yetkili birinin  görür görmez  direkt Almanya’ya  yollayacağı  güçte, kuvvetteyken    Almanya için niye müracaata yeltenmediğini  sormadığın 1.90 boyunda,  iri cüssesiyle  manda, at, öküz (Camış, astorı, ga) yerine kendini koştuğu sabanla tarlayı süren,  bir oturuşta su, bulgur, unla pişirildikten sonra üzerine sarımsaklı yoğurt, tereyağı koca bir tencere (haşılı) Xaşıla’ı ‘Eroo Uso, bu yaptığın ne senin? suyun başını tutuyorsun  önce benim tarlam  sulansın diye, diğer köylülerin tarlası ne olacak? suyu bırak da biz de tarlalarımız sulayalım ’ eften püften onlarca,  bilhassa da  ‘buraya koyduğum taş benim arazinin sınırıydı, sen niye alıp bu tarafa koydun. Gör bakalım şimdi’  hıncıyla  kucaklanan  kaya büyüklüğündeki   taşı az öteye bırakıp ‘madem öyle arazimin sınırı işte buradır’   tarla, arsa, yayla, mera  anlaşmazlıklarının, kavgaların eksik olmadığı, bugün   traktörle yapılan ağır fiziksel işlerin   beden gücüyle yapıldığı,  çoğunlukla da  günde  bir, iki  kez yemek yenilen dağ  köylerinde;  Batıdaki gibi  yılda iki üç kez mahsul alınmasına sebze, meyve yetiştirilmesine izin vermeyen iklim koşullarında, hem enerji veren, hem besleyici, hem  lezzetli, hem de  her zaman evde bulunacak malzemelerden yapıldığından ucuza mal edilen,   misafirlere de sunacak bir şey bulalım derdinin,  fakirliğin keşfi  ‘öğlene, akşama hazır olur’ dendiğinde  akan suların, işin gücün durdurduğu utanmanın, düşmanlığın  kenara itilerek,  kanlı bıçaklı olunanın  evine bile gidilecek  mühimlikte  bazı yörelerin Bafko, Babuko,  kilora sîr’i ,   bir tepsi  Zệrvet’i (Zerfet’i)  kaşık yerine baş, işaret ve orta parmaklarını birleştirilip kaşıkmışçasına  kullanarak  yiyen amcan kızı Leyla’nın babası Üseyin’in ‘ eree bu  Zerfet var ya… bir keresinde, biliyorsanız, anlatmayayım? büyük büyük dedelerden birisi bu Zerfet’le idare  lambası sayesinde..…’ hey gidinin günleri heyyy ! sonrasında   lüks (lüküs, löküs)’ün, elektriğin pabucunu dama attığı  köylerdeki,  gecekondu mahalleleri, gettolardaki yoksul , eziyetli yılları akla düşüren; küçük, titrek, yarı karanlık  ışığında   yazılanları görmek  kitabın içine düşülecek,  bir  neslin en son Kıbrıs Barış Harekatında Ankara’da gece karatma  uygulandığında mumla birlikte revaçtalığından  haberdar oldukları,  yazın   sinek, böcek, cinsi haşereleri  anında ortamına teşrif ettirten,  kış akşamlarında soba, kısa dalga çeken radyo eşliğinde, evin dedesi, ninesi yoksa anne, baba, amcası  tarafından cinli, devli, dört başlı yılanlı masallar, hikayelerle  mükafatlandırılan çocukları,  geceleri  dışarıya çıkamayacak  tuvalete gidemeyecek,  korkağa dönüştüren,  hafif siyah dumanı,  yaydığı   buram buram  gazyağı kokusuyla   solunum sistemine ince, ince zarar verdiğinden akciğer hastalığının yoldaşı, ev kadınlarının da onca iş arasında vakit bulup el işi, göz nuru  örtü diktikleri, ördükleri;  yakılmadan önce   azlığı gecenin   derdi, kızgınlık sebebi;  azalmışsa gazyağı tenekesinden huniyle gaz  ikmali sağlanan bakır, porselen,  cam  haznesindeki  şayet  kömürleşmiş, erimişse   ucundan az kesilen, fazla yükseltilirse gereğinden çok ısı verip şişeyi çatlatacağından kibrit çakılarak uygun ışığı yayması için fitilin   ayarlandığı, yandığında  çıkan duman kolayca  is, kurum  yaptığından her gün  temizlenmeden  büyük bir dikkatle yerinden çıkarılan kimi zaman küllü su, kimi zaman ince kum, sabun, deterjanla  yıkanıp, yumuşak   tülbent,  bezle kurulanıp  “hoh” nefesiyle parlatılan   –  kırılmadık hanenin bulunmadığı   –  uzun, ince şişesinin  (şuse) yerine oturtulup ya  hemen yakılacağı odadaki duvara çakılı çiviye  asılan ya da hava kararıncaya dek  hep  bekletildiği    yere konulan sayısının, ekonomik durumuna göre değiştiği ev damlarında; şöminevari ocağın; lo(c) jın’ın   yer aldığı  mutfakta, antrelerde, hollerde  çıra; odalarda  gazyağı lambaları yanar  eğer   geç kalınmışsa,  erkeğin gür   ‘eree bir bakın hele! kimse, hiç kadın  yok mudur orda? zifiri karanlıkta az kaldı kapıya…sedire…sobaya  çarpıyordum, önümü göremedim  düşüyordum  lamba  nerde   kaldı’ sesi  korkular  karanlığı yardığında,   lambayı elinde taşıyan kimse  onun  eteğini tutarak, ‘gece karanlıkta bir şey yapılmaz, uyunur ’ öğütlü aile büyüklerinin oturduğu   odaya giren, gündüz dağ, bayırda  koyunların peşinde çobanlık yaptıklarından,  yorgunluktan  genellikle birinin – annenin amcası Hüseyin’in – kucağında ya da odasında  uyuyakalan   ya da     odanın en uç kısmına çekilip varlığını unutan büyüklerin konuşmalarını dinlerken  ressamışcasına duvara yansıyan ışığın gölgesinde elleriyle hayvan şekilleri çizen, avuçlarındaki kuru yufka,  elma, salatalık, mısır, kavrulmuş buğday, çedeneli kuruyemişleri yiyen çocukların  bazen birbirlerini de korkutmalarını sağlamış şehirlilerin  gazyağı, köylülerin idare  lambasının  ‘karanlık ışığı sayesinde’  derken  Zerfet’en koca bir  lokmayı da ağzına atığında,  dudaklarının kenarından akan tereyağlarına aldırmayan amcan kızı Leyla’nın babası  ‘ öyle akıllıymış ki büyük  dedemiz’ diyordu ‘ altın şeklini vererek  kestiği  – Zệrvet’in kızarmış sert, sarı kabuk parçaları– kırtıkları alta ,   üstüne  büyük bir, iki Reşad altını  yerleştirdiği bez bir kese hazırlıyor, komşusu, cirané piyimi  Seydalié Alié (Eliyi) de,  Zerfet yemeğe çağırıyor. O zaman ağızdan çıkan söz  senet, çek  tamam. ‘Eree Seydeli   bak ! anlaştık değil? Kesede   Reşad   altınlar var,  şahitlerin huzurunda sana veriyorum. Uskül sen ve sen Piro Kamer,   huzurunuzda   tekrar soruyorum, Seydeli’ye Kortagul’de ki  tarlayı  bana sattın değil mi?’ şahitlerin önünde aldığı keseyi açınca en üstte  yarı karanlık  ışıkta  parıldayan altını görünce, bir de  büyük dedenin en azından komşusuna bir numara çekmeyeceğini, kandırmayacağını düşündüğünden,  güvendiğinden değil ha,  zavallı  Seydeli, gözleri  kamaştığından saymadan ‘sattım gitti’ diyerek keseyi alıyor, evine gidiyor ki, ne gitsin, duman Seydaliyi almasın,  keseyi açıyor,  döküyor örtüye… vay ki  ne vay…. soluğu çe Resul’de  alıyor  da,   ne fayda !  itirazını ‘baoo iyi valla, şahitlerin hem de  Piro’nun önünde el sıkış,  altınları al git. Sonra altın değilmiş, beni  kandırdın, ortalığa düş,   ne kadar akıllısın’ çevirmeli büyük  dede,  civarın  en iyi ekin veren tarlasını böyle almış’ büyük dedenin; tarlaya çökme, konma   sahtekarlığının ‘o kadar akıllıymış ki’   pazarlamasıyla sunan  aile,  içinde  ‘oyun bozandır, tüm dengeleri değiştirir’ deyimini eklettiren;  ayda en az bir kez  ‘ anne! hafta sonu yapsan, dayımları da çağırsak, güzel olmaz mı? ’ siparişi verildiğinde, Romatoid Artritin  eğri büğrüleştirdiği elleriyle zorlanarak piyasadaki tam buğday, çavdar, siyez, kara buğdaydan  en az iki kilo unu tek başına ya da karıştırarak su, tuz ekleyerek  yoğurduğunda  her seferinde  ‘hiç unutmam, bir gün Zerfet yoğuruyorum,   abim Ali’nin  eşi yenge Saadet   benim yaptığım  Zerfet’i herkes çok beğeniyor,  çok güzel olur dedi. Bende yenge un, su, tuz  başka bir şey koyulmuyor ki, niye seninki  bizim yaptığımızdan güzel olsun dedim. O da eree ben sizin gibi değil, çok yoğuruyorum dedi’  diyen  annenin, yuvarlak  bir ekmek şeklini verdiği  hamur,  en az iki,  üç saat  fırında –ki, makbulü sac altın da yavaş yavaş– pişince,  ellerini yıkayacak, kolları sıvayacak   aile üyelerinin çevrelediği masaya  tepsiyle   konulan, Zerfet’i yemek için meşakkatli yolu  kat etmek için, büyüklerden birinin kesme işlemine başlamasıyla  ‘aklıma ne geldi, geçenlerde  daire de… ofis de… okulda  konuşuyorduk. Herkes memleketinin gözde yemeğini anlatıyordu, bana da sordular  sizin  oranın meşhur yemeği ne ? ’yle  sofraya buyur edilen anekdotların vardığı son; hayatının her anında , her evresinde yaşadığından ayrımcılığa uğramışları yöresel  yemeğini tarifinden alıkoyan, çekindirten; ülkenin neresine gidilirse gidilsin karşılaşılan bir Isaac Newton, Edison, Dostoyevski, Debussy, Faulkner, George Orwell, Maria Callas, Obama, Bill Gates, Mark Zuckerberg, Aziz Sancar , Oğuz Atay olsa bir nebze  katlanılacak, tolerans tanınacak, olmadıkları halde Jane Austen  deyimiyle “Hiçbir şey olmamalarına rağmen kendilerini bir halt sanan…” öyleymişçesine ortalarda racon kesen her şeye karşı çıkmakla yetinmeyip Fatih Portakal, Selçuk Tepeliymişçesine her şeyi dizayn etmek istediklerinden  ağızdan  çıkan her şeyi  ‘aaa’yı bile  yorumlamaktan da   usanmayan;  sağcı, solcu, demokrat, otoriter, laik, mütedeyyin, İslamcı,  fark etmez herkeste, her şeyde, her alanda, her yerde  kökleştirilmiş, kökleşmediğini  gördükleri  nüvelere de  kök hücre nakliyle  enjekte edildiğinden  düşüncesini, dinini – madem Tanrı tek ve hepimizindi;  neden her biri, bir öncekini ötekileştirecek, buyruklarını , ayetlerini çöpe atan dört Peygamber, dört kutsal Kitap  yollayıp “hayatı tamamıyla kaydedilen tek peygamber Hz.Muhammed ve ne güzel dindir İslam ve onun kitabı  Kuran, gerisi…” kutsaması yapan  kullarını  birbirine düşürdü sorgusuzluğunda– mezhebini, inancını, ibadethanesini,  kökenini,  dilini, zevkini,  giydiğini, yediğini, içtiğini, müziğini, sanatını, modasını, cinsel tercihini bir başkasına…diğerine dayatan tahammülsüzlüklerini tonca   ‘Çankırı’dan, Yozgat’tan, Çorum’dan adam çıkmaz. Senin yaptığını Çorumlu yapmaz’; ‘bu kırolardan Kürtlerden adam olmaz’; ‘bakma sen onlar Müslüman değiller, inkar etseler de resmen  başka bir din  gibi Alevi’ler’  vari   kırıcı, aşağılayıcı yapıştırmalarla kimseleri geçtik,  illeri, ilçeleri, köyleri, ülkeleri  beğenmemezlik   ‘genç kız dediğin dinç olur,  sabahın köründe kalkar ayağa, uyumaz ‘  uykusunun  haram edildiği  ‘boş bırakırsan orospu olur’  izlemesinde “kadından şöför mü olur?”,  “kadın dediğin erkek işine karışmaz,  evde oturur, çocuk bakar”  cinsiyet ayrımcılığı   yüklü ; o güne değin işin düşmediğinden, öyle tek tip  düşünen, protiplerle dolu  ortamda bulunmadığından,  bireylerin  inanılmaz  derecede kötü niyetli olabileceğini  de öğretecek öyle bir soruyla da karşılaşmadığından ,  ortaokul sonundan itibaren gitmediğinden  gerçekten  bilmediğin ‘sadece Varto’yu biliyorum  ama akşam annemlere  sorarım’    masumluğunu  delen  ‘ sana direkt Alevi misin, Sünni misin  soramadığından,  aklınca kibarca sormuş ama  kimse o, boktan biri belki MİT’dendir, uzak dur ‘ açılımını  getiren ,  ayrımcılığını akıttığı  ‘nerelisin? Öyle mi ? peki aşağı, Doğu  Varto’dan mı? Yukarı, Batı Varto’dan mısın?’ cinliğindeki,  daha sen ‘ bizim oraların meşhur yemeği  Zêrfet..’  der demez ‘dur,dur hele adı ne dedin ?l “mim”ini  kondurup  ‘ Zerfet’ –‘ayy   o ne öyle ayol, nasıl bir isimdir o, zeret, zerved, zerdi mi?’  on kafadan çıkan on değişik isimlendirmedeki çıkan küçümsemeyle kendini ele verdiren faşist yaşam kültürüdür. Şayet dünyada  da popüler  Ermenilerden, Rumlardan, Lazlardan esinli baklava, sarma, dolma, börek, döner gibi yemeklerden olsaydı Zerfet,  üstüne atlayıp  ‘şu Yunan’ın, Rum’un, Ermeni’nin , Gürcü’nün yaptığına  bak ! tarih boyunca bizim olan her şeye sahip çıktıkları gibi buna da    sahip çıktılar,  kıçımızdaki donu sahiplenmediler ya ona dua edelim’ nefretini kusacağın; bir arada yaşayan toplulukların, halkların yemeğinden, dininden, dilinden, inanışlarından, geleneklerinden, müziğinden, kültüründen etkilenmemesi,  kaynaşmaması doğanın matematiğine ters olduğundan  ‘Türk, Kürt, Yunan, Ermeni, Rum mutfaklarının kıyısından, köşesinden katkı sunduğu  baklava, lokum, börek, çörek, yufka,  hepimizin ortak değeri,  ne güzel,   nam salmış dünyaya’ cümlesini kurmaktan aciz  mantığına   sonuçsuzluğundan  usandığın ‘yemeğin isminin  Kürtçe olması mı,   faşist kulaklarınızı tırmaladı’ eleştirisi sonrası olacakları  deneyimlediğinden  dışlanmışlığını daha da  artıracak tartışmalardan kaçınmak, o “mim”li  safhayı bir an önce geçmek  için  ‘ anlatıyorum  tekrarı yok  ona göre’  –o günde youtube, internet  yaygın olsa aç “ https://youtu.be/hi8ZCq-XdNc?si=0SnodDvR62TMaKJs sarımsaklı geleneksel zirfet, sir, babuko yemeği nasıl yapılır” linkini kurtul–iyi de şimdi nasıl tarif edilir  bu yemek’    karaları bağlarken, ortada  pişmiş bir (hamur) ekmek, ufaf ufak parçalanacak  “kırtık” denilen, pek değerli  kızarmış üst kısmı kapak gibi kesilir, kenara bırakılır, içindeki pişmiş hamur tabağa alınmak üzere yavaş hareketlerle  kaşıkla,  makbulü  ağza girecek lokma  büyüklüğünde   çıkarılmasıdır yoksa elle  ufak, ufak bölünür ,  bu işlem  dikkat ister zira derine dalacak bir kaşık hamlesinin, tabak işlevi görecek alt kabuğu  parçalaması,  pişmiş hamurla yama yapılmasını gerektirecek.Bu önemli görev ifa edilirken,  ağzın, dilin yanacağı bilinmesine  rağmen   bir parça  yenilmeden durulamaz…odadakilere  demedim tabii, geçtim orayı. Efendime söyleyeyim sonra o altta  tabak hali aldırılmış  sert kabuklu kısım sarımsaklı yoğurtla sıvanır, ufaltılmış hamurlar  üzerine de kırtıklar yerleştirilir ki ‘  –‘ yoksa ??? büyük büyük dedenin hikayesini de anlatın mı’ –‘ daha neler…adımız çıkmış dokuza, anlatsam sanki kendi ailelerinde yokmuş gibi ne düşünecekler ‘bunlar mangalda kül bırakmayan, dürüstlük abidesi geçinen  Alevi’ler, şu yapılana bak!. ‘ ister Alevi, ister Sünni ol, bu toprağın adamı, kadınısın, söz bitter. Herkesin hamuruna konmuş maya aynı bunu düşünmez bile. Sahi  herkes anlatıyor da, sülalenin akıllısı  büyük  dedenin ismini duyduğumuz yok, adı neymiş? Baba?’  sofradakilerin  şaşkın bakışları, sorunun  babaya sorulmasının, kesinlikle  bir anlık  boş bulunmanın  eserliğine  inançtandı.Zira herkesin yaşadığı halde yapmaya devam ettiği, birini kaybettikten sonra  illaki bir gün  ardından söylenen  ‘oysa ne kadar haklıymış, ne kadar da iyi tanıyormuş  herkesi, şimdi anlıyorum ‘  itirafında  gizli pişmanlık içinde,   ilişkilerini hep  asgaride tuttuğu, evine gidip gelmediği  akrabalarının yeğenlerinin ve daha pek çok yakınının  isimlerini   bilmeyen   nerede yaşadığını, kiminle evlendiğini,  kaç çocuğu olduğunu merak etmediği, görüşmediğinden çocuklarını  tanımadığı üvey kız kardeşi, halan hakkında  ‘pek fena bir kız değildi, evlenip göndermişler,  ben  Badan’da mıydım, değil miydim ? hatırlamıyorum sonra da…  ne merak edeceğim, evlenmiş işte’ izahını yapan;   muayeneye götürdüğü   daire doktorunun ‘ nasıl bir babasın ya, çocuğunun doğum tarihini bilmiyorsun‘ öfkesiyle,  annene  dönüp ‘bu kimin çocuğu’ çıkışına üzülmeyecek  vurdumduymazlıkta,  ne zaman doğduklarını, doğum tarihlerini bilmemesini  ‘ne olmuş , bilsem ne olacak?’ savunmasıyla çocuğuna, çocuğunun  ‘eree, Ayşe kaç doğumluydu?’ diyebilen,  yaşadığını   ‘öyle değil de böyle yapsaydım…yapmasaydım keşke’ geri dönüşsüz  geçmişe  uğurlayan,   kimseye hesap vermeyip, hesap soramadığı başıboş çocukluğu yüzünden belki de,  tek  bir gün hayata dair ‘insanlara böyle davranmak lazım, şöyle yapmalı’  tavsiyesini  duymadığın ama ‘ sırf yemek… yemek  yemek için yoksa beni sormak için  gelmiyor. A o yok mu az mı kopardı benden para…paracı adam,  gözü paradan başkasını görmez.Ha nedir gideyim de yanına,  iki üç kuruş koparayım, atayım cebime. Ben bilmez miyim onu,  bedava ya  kaçırmaz, illa ki  gelir buraya… aman ha’ yinelemeleriyle kimseye güvenmemek gerektiği ihtarını, akrabalarından, çevresindekilerden  hep bir olumsuzluk, bir kötülük beklentili   düşüncelerini aktarmayı unutmayan, 12 Eylül darbesinde Kastamonu’ya sürgün sonrası kırkaltı yaşında resen emeklilik dilekçesi veren babanla tamamen zıt, çocukluğunda    yaşadıklarını  hala  hafızasında canlı, capcanlı bekleten, sülalesine,  tarihine meraklı annen, her zamanki gibi, babanın yerine  geçmişe dair konuşacaktı ‘  babanın tarafının tam bilmem (babasının babasıyla, kocasının babasının kardeşliğini atlayarak)  o yüzden büyük dedenin adını bilmiyorum. Ama çok önceleri olmuş  bir olay. Bizim dedeler akıllarına  eseni de yaparmış  belki de  o akıllı dededir  bir gün başını alıp giden. Bir daha ne  gören olmuş onu, ne de akıbetini bilen var, gidiş o gidiş, ismi Selim’miş, galiba. Babanın dayısı Yusuf’un ,  Yusufu Naze’nin  oğlu Alié Yusufé araştırmıştı, bana abla dedi dedemin izini  bulamadım demişti…ama‘ information’nu (bilgisini)   yemeğe düşkünlüğü tartışılmaz babanın ‘de haydi,  rahat bırakın dedeleri, adamlar ölmüş gitmiş.Tereyağını getirin’ sesi tamamlatmayacaktı   hikayeyi ‘ ve final   tümsek haline getirilmiş pişmiş  hamurların  yan taraflarına   sarımsaklı yoğurt,  en tepeye de tereyağı dökülür, elde    kaşık yumulur tepsideki Zerfet’e’ tarifini bitirdiğinde donuk bakışları altında,  araya   zorunlu kamu spotu girme gereksiniminde  ‘tek bir tabaktan yemek belki şu an kötü gelebilir ama ne   göze batar, ne mide bulandırır  öylesine  damak çatlatan bir lezzettir ‘ –‘ onu boş ver, tarifi gözlerinde canlandırmamışlardır senin o işyerindeki mal kafalılar, ertesi güne anlaş kavrarlar. Bence uygulamalı anlatmak lazımdı’–‘anladılar, anlamasına da o anda  hepsinin  kafasından geçen ‘kırolar ne olacak, yemeklerinde kullandıkları malzeme hep aynı; un, tuz, yağ, yoğurt. Nerde bizim  zeytinyağlı tabaklarımızın, enginarımızın, şevketi bostanımızın, rezenemizin  asaleti…nerde bunların Zerdo mu, Zerdi mi,  daha isminde meymenet olmayan yemeği’ düşüncesinin  sözcülüğüne de soyunan her  dairenin, odanın her ofisin demek yetmez, her  evin,  her yerin  olmazsa olmazı Alfalarından, tahrikçilerinden   Emine ‘söze bir yemekte’ diye başladı ‘sarımsaklı yoğurt ve tereyağı varsa…bu ikili  hangi yemeğe girse,  o yemek zaten şahanedir . Benim anlamadığım niye pişmiş hamurları çıkarıyorsunuz, sert kabuğundan başlayıp ekmek gibi ufak ufak parçalayın, açın herkese bir servis, koyun ayrı ayrı  tabaklara, dökün üstüne tereyağını, sarımsaklı yoğurdu  mis gibi yesin herkes’ Tam isabet !  nihayet  varılacak son ! buyurun, buradan yakın.Haksız mıymışım  Zerfet’i  tarif  etmek istememekten? Şimdi Zerfet ya  aile bir araya gelince ya da ağır  misafir geldiğinde yapılan bir yemek olmasının yanında,  kültürümüzde  topluca yenirse tadı çıkan bir yemektir de. Yoksa  bacım, bilmiyor muyuz biz,  herkese servis açmayı. Ayrıca reytinglerde ilk ona  giren ayıla bayıla seyrettiğin Hint dizilerinde,   elle yemek yiyen Hintliler, İranlılar, Araplar  senin yediğin tarzda yemiyorlar  ‘ayy  pislikler ya elleri, gözleri yağ içinde ’ dediğin için  öldürülmeyi mi hak ediyorlar?  Etçi avcı toplayıcı, göçebe toplumdan  yerleşik  topluma evrilerek gelinen  günümüzde;  gelişmiş, gelişmekte olan ve     bir kap yemek olsa da karın doysa gelirine haiz vatandaşlarının makarnalı, patatesli, bulgurlu karbonhidratlara, kuru bir ekmeğe talim ettiği  yoksul ülkelerin; sanayi, tarımla ilişkisine, gelir düzeyine, iklimsel, kültürel durumuna, tükettikleri geleneksel gıdalara göre  değişkenlik gösteren;  yapımında, pişiminde kullanılan teknik, yöntem ve  malzemeyle bütünlük arz eden biyolojik ihtiyaçlık  dışında;  bugünde proteine dayalı  sağlıklı, organik beslenmeyle alakalı  tezlerin  yazıldığı  gelişmiş ülkelerde,  güzellik müptelası  erkek egemen  küresel kapitalist sistemin yaratıp,  dayattığı  1.70-75 arası boy,  90-60-90 beden ölçülerinde güzellik koordinatlarına uymak için çılgınlar gibi  Paleo,  Atkins , Dukan, Optavia,  Ketojenik diyet  listelerini ele tutuşturan diyetisyenlere  koşan,  yoktan var edilen “anne yemeklerinin” yapımcıları kadınları  “akşama ne pişirsem” sendromunda öğüten,  sunumu, yeme biçimleri  farklı   yemek kültürleri  hem ülkelerin, hem de insanlığın  ayrılmazlarındandır, hal böyle olunca da  daha  hiç tatmamışken,  denesen belki de seveceğin, hep yemek isteyeceğin bir yemeği ‘damak tadıma uymuyor’la sevmemek  başka bir şey;   ‘midesizler, ayyy iğrenç,  öyle yapılacağına falan,  filan’  yergisiyle  b.k atmak, karşı çıkmak başka bir şey.Yeme usulüyle  UNESCO’nun Dünya Mirasını Koruma listesine girseydi Zerfet, o zamanda böyle eleştirecek miydin haspam,  yoksa denemek içi kalkıp ta Varto’ya mı giderdin merak ettim? Duyan da; dünya mutfaklarını sallayan  yemeklerin çıkış noktası bir  ülkede yaşayıp, 80’lerden sonra  küreselleşmenin etkisiyle Hint mutfağı baharatlarının Fransız yemeklerine entegresiyle hayat bulan  “bırakınız karıştırsınlar” mottolu; tabloyu andıran sunumu bozmaya kıyılamazken minik porsiyonları doyurmadığından aç bir karnın haz etmediği gastronomik akım ‘fusion cuisin’,  “fine dining’  yaratan Michelin yıldızlı şeflere,  restoranlara,  özgün, farklı  yemeklere, tatlara  aşinalığından   diğer  mutfakları, yemekleri beğenmiyorsun  sanacak ‘ Emine  diyebilirdim, demedim…demedim.Çünkü sadece Zerfet’i  değil  hava alanlarının yurt dışı dönüş kontuarlarındaki   “hiçbir şey yiyemedim Barcelona’da, ne o öyle hep tapas, hep tapas, Allahtan bir dönerci bulduk da …”–“ne kaz ciğeriymiş be hocam, bi dünya da  Euro.Bildiğin tereyağı kıvamında bir şey. Midem kalktı, sittin sene yemem artık”–“ayyy  İtalya dediler geldik, Rönesans falan iyi hoş da her yer pizza.”–“Domuz, çok pis hayvan ne bulsa lüüp götürüyor. Biz Müslümanlara   boşuna günah yazılmamış,

domuz eti, jambonu, salamı hepsi kokuyor.Zaten  ağzıma sürmem, aç kaldım oralarda. Yanımızda birkaç paket bisküvi vardı da… yok onların kurabiyelerinde, bisküvilerinde de domuz yağı kullanılıyor”–“Ya yemin ediyorum kahvaltı bilmiyor bu adamlar, bir kere çay yok çay.Hep kahve… hep kahve.  Beyaz peynirle zeytin, mumla ara “ –“aptal, aptal çörekler, kuru Hasan bir de. Gülme, Kuruvasan dedikleri (zordur da yapımı; hazırlanan hamur buzlukta dinlendirilir, çıkarılır yağlanır, tekrar buzdolabına konur bu işlem belli aralıklarla tekrarlanır ki en az iki, iki buçuk saat sürer) bizden çalınma ay çöreği, üstüne reçel. Nerde benim simidim,  gevreğim, beyaz peynirim, zeytinim, domatesim, yumurtam”–“ bizde tek kahvaltı da görünen yumurta maşallah  onlarda her yemeğin ana kahraman ” –‘ ben yedim , Fransa ‘da hangi restorana gitsen bulacağın  pek bir şeye benzemeyen bir tatlı Creme Brulee.”li    konuşmalara  yansıyan,   seyahatten döndükleri  ülkelerin kültürlerinin parçası   yöresel  yemekleri yerin dibine batırmaktan kendini alamayan; sızlanmacılığı da bol  mevcut faşist yaşam kültürüne ait;  bakış açısının altında; artık, ne söylersen söyle, ikna etmek bir yana,  günümüz dünyasında her insanın istediği, merak ettiği her konuda bilgiye ulaşabileceği,  fikir oluşturabileceği en başta Google’ın yer aldığı mecra ve  teknolojik olanakları yok sayan  ‘ayyy maşallah her konunun da uzmanı, her şeyi de biliyor mübarek, bir şeyi de bilme be adam…be kadın,  ne olacak ’ dövmeli, psikolojik  rahatsızlığın yattığına inandıran delilerin yeterliliğinde;  Emine’yle hiçbir yere varmayacak  tartışmaya girişmektense  savunmasını yarıda kesen  avukat edasında; aynı dayatmacı düşünce sistematiğinin ürünü psikiyatristlere  de jüriymişçesine   “tanık sizin” diyerek aradan sıyrılmak daha akıllıca geldi bana. Şöyle ki  her gün  duyulan   “Zerfet dedikleri bu muydu ? ‘– ‘ay o ! neydi öyle, damak tadımıza uymak bir yana…’–‘ahhh, ahhh eskiden ne güzel bir hırka, bir tas çorbayla yetinirdik. Şimdi öyle mi ya,  bildiğin tavuk sandviçin Chicken Royal, pişinin  pankek  yutturulduğu  garip garip Sushi Maki, yok  Risotto, Paella yok o, yok bu isimler konulmuş yemekler her tarafta .’ –‘Çoluğun çocuğun elinde hamburger paketleri, lezzette  bizim Türk kahvesinin yanına  yaklaşamayacak kağıt bardakta bir değil bin bir çeşit  filtre kahve; latte, Espresso, Mocha, Cappuccin, Macchiato bir de cep telefonu’ muhabbetlerinde  asl olan, olanakları el verdiği halde  yaşadığı ilin, ülkenin  dışına çıkmayı istemeyen elindekiyle yetinmeyi istikrar, tutumlu, prensipli adlandırarak kendine bir paye de  veren, tutucu taşralıkta;  yeni bir fikre, düşünceye,   davranışa, yemeğe, ürüne  açık olup denemektense,  alıştığı  ‘kuru fasulye, pilav,  turşu, soğan’  kalıbının  dışındaki  gıdalar, sebze ve meyvelerle değişik   mantarlı, zerdeçalı kuru fasulye ya da  çikolata soslu kadayıf  sunma gafletinde bulunanı   ‘kırk yıllık Kani olur mu yani, kaldır gözüm görmesin. Farklı,  değişik bir şey  yapmak istemiş. Ne yaratıcılık ama  çikolata sos, kadayıf üzerine. Bir de yeni bir kahve çıkarmışlar, benim gibi Türk kahvesi  tiryakileri için berbat.Türk kahvesine çikolata, zencefil, tarçın aromaları yakışmıyor, sallama çay nasıl  demleme çayın yerini tutmuyorsa, makinede Türk  kahvesi, cezvede – hemfikirim ama velakin onca iş, telaş, arasında kimin cezve başında on, onbeş dakika geçirmeye zamanı var?– pişenin yerini tutmuyor’   linçlemesiyle  yemediğini,  içmediğini, yiyenleri içenleri   “ığğğğ iğrenç, Taylandlılar  çiğ balık yiyorlar,  Çinlilere ne demeli? Önlerine ne gelirse hoop mideye… ”  aşağılamalı Narsist söylenmeli depresif  kişilikler ; tavırlarında, düşüncelerinde ufacıcık bir gedik açılmasına izin vermeyeceklerinden   Emine’yle   girişilecek  bir  düelloda  yaralanmaktansa ‘ bir gün Zerfet yaparsan sen,  herkese   servis açarsın  canım benim’ dileğiyle   konuyu kapatmanın mutluluğunda ‘Zerfet’i  kahvaltıda yemeyi daha çok seviyorum, çelik tavada kuru kuru ısıtılınca tadı başka oluyor’–‘ yani bitirmeyin mi diyorsun?’–‘yok canım ! geçenlerde benim de başıma seninkine benzer  bir şey geldi. Öğretmenler toplantısına gittim, Tuna’ın  öğretmeni Simay ‘ Gilda hanım, bir şey soracağım Zerfet nasıl bir yemek? ‘demesin mi ! dünyanın en iyi mutfağına sahip Fransa’da Tartare de  boeuf, Chateubrıand, Croque Monsieur ,  Makaron  yemiş  biri sorunca tabii, az daha  küçük dilimi yutuyordum. Telaşla ‘bir şey mi oldu?’  –‘ yok anket  yaptık, okulda. Çocuklara sevdiğiniz yemekleri yazın dedik. Herkes köfte, patates, tavuk, hamburger, nutella, dondurma…  sizin oğlan Zerfet yazmış. Sordum,  nasıl bir yemek bu Tuna ?  anlatamadı. Duymadığım  yemek olduğu için de…’–‘ Simay hanım, bizim yöresel  yemeğimizdir, restoranlarda  bulunmaz, evde yapılır.  Nasıl desem bir tür kıymasız mantı. Tarifini şimdi versem size  açıklayıcı olmaz. İyisi, anneme yaptırayım  videoya çeker, yollarım size. Sevinirim dedi Simay hanım. Yaparsın değil mi anne?’ sohbeti eşliğinde,  taş kadar sert kırtık  çiğnendiğinde kırılan dişlerin hesabının tutulamadığı onbeş günde bir bir tepsi Zerfet’i yiyen ‘gavur oğlu gavur, öyle de yerdi,  böyle eve gelip sofrada beş, on tane ekmek yerdi, yemin ederim,  çok çalışıyordu,  yoruluyordu.  Allah var tırmık, ot biçince   kardeşi amcan Haydaré Resulé Memilé  arkasındaydı, yardım ederdi amcan  Haydar’ı  ev damındaki  yengeleri de seviyordu, kimseye karışmıyordu ya. Mesela onlara karşı çıkmıyordu, ne derlerse yapıyordu’–‘  evin önündeki taşı kim atmıştı  sana a?’ –‘kim, hatırlamadım ne diyorsun?’ –‘ amca Cemal?’–‘aa ben böyle oturu…ben  hiç bir şey yapmadım ki, niye gitmiyorsun…Rukoş gitsin.. o da dedi ki ‘eree Rukoş niye gider ?Gitmez, bırakmazlar çünkü Doğuda öyle bir şey yok. Bir de benim annem beni vermiş, ben  küçük yaştayım ,  onun için çok seviyorlardı tamam, yani kırmazlardı, annemi çene Küçükağa’yı seviyorlardı’–‘hayır,  onu sormuyorum ben kuzuları çayıra mı götür dediler?’ –‘eree,  kuzular çayır,  önü var ya evin önünde bir çayır  var  oraya götürecekler, otlasınlar. O  şimdi  o yeni ev var ya , eskiden ahırdı, gomeydi. Evet,  bu amcan kızı Hasanê  Halilê ’n kızı Cemile’nin bu sene  tamirini yaptığı ev var ya orada kümes vardı tamam, koyunların,  kuzuların ahırı ordaydı. Depremden önce.’ –‘oraya Kartal niye gelsin? Nasıl geliyordu? oraya kadar gelip şey mi yapıyordu?’–‘ bizim orada kargalar var’–‘ karga oraya gelip…’–‘karga değil ya Kartal diyorum Kartal. Kartalın  nerede duracağı belli değil ki, böyle uçardı, tamam,  gelirdi koyuların  arasına girerdi yavrularını alıp giderdi. Kartal dediğin  iri kartallar vardı. Böyle küçük Kartallar yoktu.Öyle büyüktüler.  Ne bileyim aman, öyle  bir zaman geldi, geçti anılarını bırakıp gittiler. İşte öyle aklımda kalmıştı, amcan Hüseyin Van’a falan geliyordu , geldi ya işe girdi,  o zaman ben her zaman derdim, her zaman. Derdim apo, amca,  o Allah varsa derdim,  o Cemal’in ahı senin burnundan getirir. Sen nasıl  can veririsin derdim,  ben merak ediyorum. O da  gülerdi derdi ‘eree  öyle güzel ölürüm, sen görürsün.’ Çok güzel öldü çok. Karısı Nace’yi de  kıskanırdı, onun bir akrabası vardı. Sabri diye. Şimdi  köyün ortak çobanı vardı, benim 30 tane,  60 tane  koyunum varsa ona göre 60 gün, bir hafta bakıyorum çobana. Az olan az bakıyor,  çok olan çok,  onun o akrabası da bizim çoban,  yani bizim değil,  bütün köyün çobanı. Veyvi  Nace’de sıra bizdeydi  o gün,  öğle zamanı yemek pişirip götürdü  biraz geç geldi. Vayyy sen onun dostusun diye, aahııııh,  o kadını aldı böyle urganla var ya, hiç unutmam  o şeye bağladı  oyyy  gavur,  o kadına ne ızdırap yaptı  tamam. Biz korkudan yaklaşmıyorduk ki hepimizi döverdi. Manyağın tekiydi ya onun oğlu Talo’da  öyle değil miydi?  Şey de öyleymiş…pis bir temelin üzerine güzel bir şey inşa edilemez. Allah aşkına,  benim çocuk sanki Oğuz  normal mi ? Elin kızının ağzına sıçtı. Normal  miydi,  kızını dövdü. Baban ne  yaptı  o da aynı şeyi yaptı. Dedim ya Oğuz’a, arkadaşı Özgür’ün yanında hem de, senin baban, senin yanında beni o kadar beni dövdü, erkek evlattın, bir kere hakkımı aramadın be!  arkadan söylüyormuş, sen dedim  arkadan niye söylüyorsun? Önden   söyleseydin bende duyayım. Arkamdan babasına söylüyormuş, git Allah’ını seversen,  Boş ver sen, Kemal amca diyordu ya  geldi… geçti,  boş ver, ne yapayım ? gün gelecek  çe Resul’deki erkeklerin hepsi dayakçıydı ‘ yakınmasında  büyüdükçe  pek çok vukuatına  tanıklık edeceğin amcan kızı Leyla’nın tacizci babası,   yengen Nace Almanya’ya gidemeyince,  onca yolu kara trenle  gerisin geriye kat ederek köye dönmektense Ankara’da kalıp iş aramaya karar verecekti ‘Huylu huyundan vazgeçmiyor, amcan Hüseyin, iş ararken biliyor musun ne yapmış? Kendisi anlattı; bir gün Ulus’ta bir yerde, asansöre biniyor,  bir kadın da biniyor. O yukarıya basıyor, çıkıyorlar, amcan aşağıya basıyor, iniyorlar. Böyle in çık, in çık bırakmıyor ki kadın insin. Sonunda kadın  sinirleniyor diyor ki ‘ senin paran var mı? sen ne istiyorsun?’ o zaman, o, kendisi anlattı onu da bilmem günah, yalan  ben görmedim. Diyor ki cebimde beş kuruş yoktu. Yakın akrabalardan  derezası Enveré Alié Haydaré,  Ankara’da avukatlık yapıyordu, onun evine gidiyor. O zaman ayıptı, ağza  alınmazdı, küs nedeniydi  şimdiki gibi “müsait değiliz, kabul edemem” denmezdi, kim gelmişse kapıya baş, göz üstüneydi çünkü hem  otel azdı, hem  insanlar fakirdi,   para yoktu,  hem de  misafiri, akrabayı evine  kabul etmemek  geleneğimize aykırı, utanç verici  bir şeydi. Enveré Haydaré Zeynelé’ n  annesi yaşlı Mayk’da  Ankara’da. Karısı da  hemşire çalışıyor Hacettepe’de.  Hızır gibi imdatlarına yetişiyor yengen Nace;  Mayk’a bakıyor, evin  işlerini yapıyor’  Allahtan o günlerde   memlekete azıcık okur yazarlığı bulunanların memur, ilkokul mezunlarının müdür  görevlendirildiği devlette  iş bulmak kolaydı,   iş yapacak adama  ihtiyacı  had safhadaydı da bir süre sonra bir  Çimento fabrikasında  işe giren amcan kızı Leyla’nın babası,   bir göz oda  kiralayınca köye, Badan’a   haber göndermiş ‘çocukları hazırlayın,   Hese Alık’a verin   trenle Ankara’ya getirecek’. Geçinemediği halde  maaşını her çektiğinde ‘ Allah razı olsun  devletten, bu maaş iyidir ya olmasaydı ‘ duasının ‘yapma Allah aşkına, aç, açık bırakan bir maaş bu’yla  sinirleri hoplatmasına ‘olsun ben razıyım’ tamahlığında Karayollarından emekli olduğu , başına onca şey getiren devletine  ömrü boyunca   sadıklığını hiç yitirmeden yaşayan baban yıllık izninin bir kısmını  –herkes erkenden  tarla, tapana gitmiş, yaylaya  yollanmışken çok sevdiği uykuda yakalandığı depremde ölen büyükbabanın evinde –  Badan’da, kalanını da  annenin köyü (Köprücük) Xasıma, Oasima’da geçirdiğinden; Türkçe bilmeyen Zazaca konuşan akrabalarınla iletişimini sağlayan tercümanın amcan kızı  Leyla’ya kavuşma heyecanını solduran, seni çocuk dertlerine salan,  yaptığın tatili kabusa çeviren….

…. ağaçlık bir yerde, çubukla  küçük bir kuyu kazılıp dışkı bırakıldıktan sonra üstünün toprakla kapatıldığı ya da dere kenarlarında, çayırlarda dışkının yapıldığı günlerde  doğmadığına sevinsen de; ev damına en az  50, 100 metre   uzak, kuytu  bir yere   bazen  sebze ekili bahçe,  tarla içine kondurulmuş, ayağa  kalkıldığında köy ahalisini görebilecek yükseklikte üstü açık manzaralı, başını  eğerek  tahta  kapısından içine girdiğinde  öyle ki Anadolu’nun  sıcağında  yukarıdan güneş vururken, dayanılmaz kokusunu bastırmak için tütün yakıp içildiğinden  Osmanlı devletinin “günlük def-i hacet miktarı kadar tütün içmek caizdir”  fetvasını çıkardığı pis, keskin bir kokunun derhal burun deliğini yaktığı,  açılmış  derin, geniş lağım çukurun  üstünü kapatan direk, kalas ya da kalın  odunlardan az yüksek  iki kalın tahta, yassı taş, kerpiç sonraları betondan yapılma ortasında bir götlük delikten her an aşağıya   düşüp  bok içinde boğulup ölme, popoyu zıplayacak  bir fare mi,   kurbağa mı, yılan mı ısıracak endişelerinde; gerili  ip üzerinde   dengesini sağlamaya çalışan  akrobatmışçasına, ip  cambazıymışçasına  ayaklarını güç bela yerleştirdiğin hela taşına; olma olasılığı yüz binde bir görülürken,  bir keresinde  o mahrem yerini soktuğunda canhıraş çığlığını duyan  ‘ ne olduuu’  paniğiyle koşan  annenin ‘ dereye, dereye git,  çamur sür’ acıdan ağlayarak, bacakların arasından aşağıya düştüğünden  koşmanı engelleyen külotu bir çırpıda çıkararak (Allahtan  yakındı da ) yetiştiğin  deré Mengelî’n soğuk suyu, eğilerek içinden çıkarıp sürdüğün taşlı, kumlu  çamur acısını alsa da,  yumru şişkinliğinden  yamuk yürüyüşüne kuzenlerinin ‘valla kaç yıldır sıçarız, böylesi başımıza gelmedi, nasıl soktu anlat hele ’ alaycılığının,   gülüşmelerinin baş rolü  arılar yüzünden korka korka çömeldiğinde; rivayetten öte odur ki  henüz ortada adabı yokken Güneş Kral  XIV. Louis’in yaptırdığı Versailles   sarayında, ortalığı kaplamış bok, çiş kokusunu gizlemek için parfümün  kullanıldığı  Avrupa’da,  gündüz, gece  demeden insanların  dışkılarıyla  dolu lazımlıklarını pencerelerden sokağa, bahçeye boşalttıkları  ancak 18’inci yüzyılın sonuna doğru yasaklanmış “oturak terörünün”,  hijyensizliğin   binlerce insanı öldüren veba,  tifo, kolera, tifüs salgınlarını önleme arayışları sonunda,  1855 yılında  III. Napolyon’un  Baron Haussman’ı yetkilendirmesiyle  inşa edilen, 1871 yılında doğduğunda en azından adabı yerleşmiş, 1894’de gurur kaynağı görüldüğünden  ziyarete açılmış kanalizasyonlu Paris’te,  23 yaşında “Hazlar ve Günleri”le  meşgul  ‘‘o sırada, neredeyse mendireğin ta ucunda, şaşırtıcı bir lekenin hareket ettiğini gördüm; ilerlemekte olan beş veya altı genç kız…Karşımda, denizin önünde gördüğüm, Yunanistan’ın bir sahilinde, güneşin altında sergilenmiş heykellere benzeyen bu figürler, insan güzelliğinin soylu ve dingin örnekleri değil miydiler? Öyleydiler ….’yazacağın  koşullardan yüzonbir yıl sonra  1966’da,  canımın içi Proust’cum , daha nerede, nasıl dışkılanacağı  sorunsalını çözememiş Balbec yerine dewa ma Badan’da,  mendirekte değil deré Mengelî’de  buluşan sadece çocuklukta değil, gençlikte, orta yaşlılıkta taş, toprak, tozu yollar; tahta, kerpiç, taş yapılı elektriksiz  evler; karanlık   sokaklı;  etraflarındaki  büyüklerin  yaşamlarında iç içeliğine  hala da haberdar olmadıklarından  yerleşik “Roma hoyratlığı…Bizans riyakarlığı” deyimlerini kullanmadıkları  ‘ya insan hiç köy dolmuşunda kapıya yakın  oturan daha önce  görmediği  birine elindeki erzak dolu çuvalı  ‘bra, sen bir bak buna,  ben şuradan şekır alıp geleyim’ teslim eder mi? iyi oldu sana, adam  almış gitmiş  işte beş kilo pirinci’ kızgınlığını ‘bu oğlan Lolıj, ancak bir Lolıj yapar bunu’, ‘eree sen Lolıj ‘mısın?’ Gestemerd (Çobandağı), Zaçek (Acarkent) köylerindeki haz etmedikleri  Lolan aşiretine yakıştırdıkları   saflığa, aptallığa  bağlayacakları  ötekileştirici; savaş ortamında karşılıklı yapılacak canavarlıkların hepsini  yükleyecekleri yıllarca aynı  köyde yaşadıklarını  söylemedikleri mallarına çöktüklerinden Ermenilerin tehcirini destekleyip devletin  resmi söylemine  paralel  ‘ Ermeniler, Ruslarla birlikte işgal ettiklerinde Varto’yu  önlerine kim  gelmişse zulüm etmiş,  bizim köye kadar gelmişler benim iki teyzemi öldürmüşler. Kara Ermeni  çetesi dehşet salmış. Bu melun çete köye geliyor, iki teyzem evde yalnız, teyzemler bunları görünce birer  sepi alıp dama çıkıyorlar, Kara Ermeniler de peşlerinden, sırt sırta çarpışıyorlar, direniyorlar sonunda Kara Ermeniler   silahlarıyla delik deşik ediyorlar.  Silah seslerini duyup gelen köylüler ne görsün ! Memilé Faki’nin  kızı Elif kanlar içinde, son nefesini verirken   ‘namusumu korudum.. ağlama’ diyor kocasına. Bizimkiler çok güzel olan iki teyzemin intikamını  alıyorlar,  Bingöl dağlarında pusu kuruyorlar Kara Ermeni çetesini paramparça ediyorlar’  söylenceleriyle düşmanlaştırıcı; ‘Kulan köyündekiler Sünni, kanımızı içseler doymazlar,  bak ! onun için sana  bir bardak çay bile vermemişler, Alevisin diye’ li öfke nöbetlerine  alışık çocuk dünyamızda; görmediğimizden, duymadığımızdan, rastlamadığımızdan Yunan, Gotik mimariden esinli antik çağ,   Roma, Rönesans dönemi  heykellerine  benzetemeyeceğimiz biz “çiçek açmamış”  genç kızların birbirlerine  ’sana söyleyeyim   dikkat et !  Oğlanlar tahta aralıklardan kızlara bakıyorlar ‘ uyarsından  önce de;   elinde  tırpanla tarlaya  gideni, Monet’in At Les Petit Dalles tablosundaki toprak yolu andıran yayla yolunda, omuzlarında  heybe  bazen de  eşek  üzerinde ilerleyen  çocukları, indirim yapılan mağazalara  girmek isteyenlerin birbirini ezmeleri gibi,  sabahın ilk ışıklarıyla kapısı açılan kümesten çıkan tavukların didişmelerini  seyrettiğin,  özenle  kimseye göstermemen istenen   mahrem yerini ilk  gören akrep, kertenkele, örümcek, hamam böceği,  arılar ve sineklerin  gezindikleri  aralarında en az iki parmak boşluk bulunan tahta  duvarların arasından kara, yeşil  bir  çift gözle karşılaşmaktan korkarak doğal yaşam parkında dışkıladığın,   küçük bir fırtınada  uçacak,  yıkılacak   eğrilikte derme çatma  tahta kulübe; adabı bilinmeyen  tuvaletin, varlığıydı….

…. hele de gece, hava karardığında belli bir yaşa kadar tek başına gidilmeyeceğinden çişin gelmesi bir çocuk için  felaketlerin büyüklerindendi ki bugün hala  onca  eziyeti  çekmektense  geceleri çocuklar içine  çişini yapsın diye bir plastik kovanın, leğenin ayrılmamasına, lazımlığın  alınmamasına akıl sır erdirmekte zorlanırken, idare lambalarının  ancak kendisini, küçük  bir odayı aydınlatan cılız ışığı pencereleri aşıp dışarısını gündüze çevirmediğinden  zifiri karanlıkta; her akşam değişen ev damdaki  çocukları yatmadan tuvalete  götürme sorumlusunun   ‘çişi gelen, haydi bakalım’ komutuyla  iki, üç, beş  kişilik turların  düzenlendiği  tuvaletin  kapısı  açık iş görüldüğünden,   piyano dersine yeni   başlayan  birinin ilk derslerinde  tuşlara  tek parmakla her basışında   bir saniyelik  es vererek çıkardığı  do, re, mi, fa,… notalarına  benzeyen; çişin tahtaya,  taşa  çarpması, delikten kuyuya akarken çıkardığı tıp..tıp..şıp..şıp seslerinin resitalliğinde, ay ışığında   sıranın kendisine gelmesini  bekleyenler,  gözcülük görevini  ifa edeceklerdi  tabii eğer  tuvalete yetişemeden yol üzerinde bir yerlere çiş yapılmadıysa.Eldeki gazyağı lambasının fitilini bazen yakılan kibriti, çakmağı  söndüren, ürperten kurt, ayı, köpek, domuz, at, …, …, hayvan seslerine karışan,   dedenin yazdığı

 “ta şafaktan gürlerdi,

 Fırtına kopmuş yeller hızla eserdi.

Yaylalar yel altında titrer giderdi.

Bu yüce dağ başından,

Deniz gibi kudurmuş,

Ufuklarda dalgalanır gezerdi”

 şiirine  ilham vermiş  birbirlerini tüketen… parçalayan bir aşka ev sahipliği de  yapmış İngiltere’nin soğuk bozkırları,   uğuldayan  tepeleriyle aşık atan;

 “İnliyor uzaktan pek korkunçtur sesi,

 Kızgın ağır hasta gibi çıkıyor nefesi,

 Onu inleten bu korkunç rüziğârdır,

 Dağların başında kuzgun yeller vardır.”

esintili Bingöl  dağlarının  kaçık  rüzgarlarıyla dalgalanan  ağaç  hışırtılarının,  gizlemeye çalışsa da  uykundan uyandıran çişini yapman için tuvalete götüren  onbeş yaşında seni doğurmuş çocuk gelin anneni de   korkuttuğunu gördüğünden  daha da artan kaygın, ev damından  az biraz   uzaklaşır, uzaklaşmaz  kimse var mı, yok mu diye etrafı şöyle bir kolaçan ettikten sonra   ‘çene, haydi  çabuk çişini yap, buraya’ demesiyle azalsa da  ‘anne! ya biri gelirse, görürse ’ huzursuzluğunu, çocuk olmandan dolayı  kâle almayıp   ‘çene, burdayım ya konuşmayı bırak, oyalanma ta oraya gitmeyelim şimdi. De haydi…çabuk , indir külotunu da yap çişini. Buraya.Bende yapacağım’ annenin toprağa, yere bıraktığı idare lambasının  söneyim mi, sönmeyeyim mi kararsızlığında  rüzgarın etkisiyle bir o yana,  bir bu yana devrilen, oynaşan  ışığına  ‘cici…güzel  lamba sakın sönme’ şefkatiyle bakarak çişini yaptığında, 1388 yılında İngiltere Kralı II.Richard’ın göllere, derelere  def-i haceti yasaklamasından 572 yıl sonra,  evlerde  tuvalet bulunmadığından  gezdikleri  yerlere dışkısını bırakan primitif topluluklar,  hayvanlar  gibi köylülerin de  ihtiyaç duydukları  anda deré  Mengelî’n  kıyılarına,  bulundukları yere çekinmeden,  çömelerek yaptıkları   dışkılarıyla, hayvan dışkılarından yayılan  ’anne !!!!  iğrenç,  ne bu? her taraf çok   pis kokuyor… midem bulandı, yemeyeceğim, süt de kokuyor, içmiyorum ’ kazanını kaldırdığın her şeyin, sence köylülerin üzerine, genzini yakan  teneffüs ettiğin havaya bile sinmiş, gide gele oda spreyimişçesine  alıştığın (dewa  ma ra boya tezekan éna); şehirde ‘bu nasıl bir sorumsuz yöneticilik? Bu  geri kalmışlık, başka bir şey değil   her yer hayvan  b..k’ yaygaralı  kurban  pazarında  köy yolunda çocuk geçmişinle yürürken bulduran gübreli köy kokusuna; anneannenin  sacda, tereyağında kızartırken ‘bu tadı  şehirde bulamazsın’ övgüsünü eksik etmediği günümüzün  moda deyimiyle gezen  hindi, tavuk ve  yumurtadaki  zengin proteinin  otlandıkları, yemlendikleri  tuvaletlerle; köyün her yerinden kürekle toplanıp el arabasıyla  götürüldükleri açıklık alanda  saman ve  suyla  karılıp  çamur halindeyken koparılan bezeler elle yassılaştırılıp  güneşin altına serilip   kuruyunca  da,  o zaman görseydin resmini bir kitapta benzeteceğin   Mısır piramitleri gibi üst üste yığılarak kışın sobada yakmak için bir kenarda bekletilen tezekten, tarlalara, bağ  bahçelere atılan gübreden karşılandığını bilmenin  komediliğinde, dayanılmaz kılan   banyo yapmak , tuvalete gitmek   sorunlarına rağmen seni pencereden  dağlarını  seyrettiğin köye çeken;  Osmanlı öncesi, sonrası kurnazlık, dolandırıcılık  akıllı olmayla  eşitlendiğinden  Zerfet’i altın  yutturan  büyük dedenden  asır sonrası; sırf Motorola’yı dolandırdı diye “koca ABD’yi dolandırdı ya adam, helal olsun,  işi biliyor” öykünmesinde   neredeyse  üstün hizmet madalyasıyla onurlandıracakları,  1992 genel seçimlerin de %7,25 oy alan Cem Uzan’ı  Başbakanlığına yakıştıran  kitleye sahip toplumda, yetişkinliğe doğru adım, adım ilerledikçe;  bir dağ köyünde  edindiği daktiloyla şiir yazdığı  için büyük dedenden çok daha saygın bir yere oturttuğun annenin babası Efendi; Mehmeté Şerifé Alié’ nin,  keçileri gözlemleyip zehirsizliğine kanaat getirdiklerini toplatıp  pişirttiği  – şükür ki hâlâ Vedat Milör’ün, MasterChef Mehmet Yalçınkaya, Somer Sivrioğlu’nun kapsama alanı dışında kaldıklarından  kolayca bulunan–  şehirde hiç rastlamadığın otlardan; rayihası, kokusu bilindik ebegümeci, ısırgan, madımak, kara hindibaya   on basacak,  karların  erimesiyle kopartılacaklarını  bilmediklerinden belki de bildiklerinden her yanı,

 “Çayırında tatlı gözler akardı

  her yanı yemyeşil birer lâlezârdı” lı

 bahara boğan hệlig (çiriş otu),  kardun, so, jağ=Jalik, kenger, wındık, mendik; lezzeti tartışılmaz mantarlar ve de Van’da Süphan dağı eteklerinde  “Poppies At Argenteuil”  tablosunun canlı  izdüşümü   gelincikli tepelerin,  dağların eteklerindeki  kardelenler,  ters laleler; yanı başlarından  geçerken kokusunun  baş döndürdüğü  isimsiz çiçeklerle  bezeli  doğasını  özlemekten çok;  acılarına, sevinçlerine bakmadan kaygısızca akıp gittikleri  coğrafyalarda yaşayanların – Nil, Tuna,  Seine,   Murat ,  – en güzel isimleri  vermekle kalmayıp

“Fırat’ın sevdiği ey nazlı dilber

 Alem deli olmuş aşkınla inler

 Fırat ulu bezirgândır

 Gönlüm bir gevheri kandır

 ….

Fırat gibi deli deli söylersin

İnip deryalara umman boylarsın

Fırat der ki benim mülküm servetim

Fani dünyadaki pazara benzer”

mısralarını döktürdükleri; etrafındaki kara çam, meşe ağaçlarına tünemiş,  suskun kuşların arkadaşlığında kıyısında saatlerce  oturup öylece bazen usul usul, bazen taşlara çarpıp köpürdüğü akışına baktığın giderken  birlikte götürdükleri  kederleri, mutlukları, kayıpları, sırları çağıldayarak okyanuslara açılan  denizlere,  göllere  bıraktıklarını ‘nereye gidiyor böyle, sonu nerde bitiyor ki’ merakında,  tatil süresince hemen hemen her gün ayaklarını,  ellerini daldırdığın, çıkardığın  kaygan ufak beyaz, siyah bazen parlak  mavimsi, pembemsi taşları  gerisin geriye  attığın; çamaşırları,  bez parçalarını, bulaşıkları kil, çamur ya da  bugünkülerin yanında dev gibi görünecek kalınlıkta sabunla  yıkamaya gittiğinde ‘  ben de’yle peşine  takılıp,  çalışırken  ‘susadım, açım, bu ne’ mızmızlığıyla rahatsız ettiğin ;   ardından akan suların –kenarında,  içinde görüp  tiksindiğin bokları–  alıp götürerek  temizlediğini gördüğünden,   tereddüdünü ‘a bak, ben de  içiyorum, kirli değil, bak ! gördün ne kadar  temiz,  iç, bir şey olmaz. Bırak iş yapayım, eree haydi’yle  boşa düşüren   annenin, teyzelerinin, amojların;  belki  senin yaptığını yapıp, saatlerce akışını izleyip, her defasında üzerinde yaprak, çer çöp, bez , pamuk parçaları, yün yıkayan kadınların ellerinden  kaçırdıkları yünlerin önünden  geçip, gitmrdini   “aynı nehirde, aynı suda iki kez yıkanamazsın” demiş  adından, keşfinden  habersiz  Herakleitos’la aynı sonuca ulaştığını  yıllar yıllar sonra  fark ettiğinde   nasıl da rahatlamıştın,  onları  dinleyip buz suyunu avuçlayarak içtiğin   deré Mengelî ‘ n varlığıydı da.

Niye’sini uzun yıllar sonra anlatmalarından çok önce  algıladığın, telaffuzunda “nerelisin? Doğu’lusun değil mi? meali; Kürtsün değil mi?” sordurtmayacak derecede mükemmel s Türkçe konuşan; Türkiye’deki asimilasyon lobisinin  ailedeki işbirlikçisi, konumdalığından habersiz  anneannen çene Küçükağa, annen, baban,  akrabalar öğrenmesinler diye ev damında  çocuklarla  Zazaca yerine Türkçe konuştuklarından, ergenliğinde  hâlâ  ana dilin olduğunu  bilmediğin,  iki farklı dille  haşır neşirliğin izahını  ‘ şehirde başka, köyde başka dil konuşuluyor.Biz de şehirdeyiz,  bizim köy diliyle konuşmamızı  istemiyorlar’ çerçevesine oturtarak ya da çoğunluk gibi durumun olağan dışılığını normal sayarak az, biraz da konuşmaya başladığında tutuklu, kaba telaffuzunla  alay edildiğinden, tam manasıyla öğrenmeye çabalayıp,  konuşmaya yeltenmesen de yine de köyde, şehirde  akrabaların, annen, babanın aralarında  konuştuklarından ne dendiğini anladığın  bazen   mecburen (nan, aw  mı rê’)  ekmek, su istemek , bazen  büyükleri  güldüreceğini bildiğinden  ‘erooo, eree Memooo ? Ez şona Gımgım (ben Varto’ya gidiyorum’)’   ‘namệ şıma çiyo ?( adınız ne) ‘  taklidini yaparak  konuştuğun, asıl şehir de  kimsenin anlamadığını  bilmediğinin  rahatlığında kızdıklarına Zazaca küfür etmekten keyf aldığın; “Orda bir köy var uzakta” kartpostallarının canlı  hali;    dört yanı dik dağlar, tepeler,  ormanla  çevrili , ortasından  üzerinde her geçişte sallanan tahta köprülü  Bingöl dağından doğan deré Mengelî’n geçtiği; yazın tatile girdiğinde okullar  şehre göçmüşlerin, dışarıda okuyanların da gelmesiyle bir   araya toplanan…  offff hiç benim olmayan Şairim offf !    herkesin  ailesi vardır  ama geniş bir akraba ağı olmayanın  teyzenin kaynının, görümcesinin oğlunun, kızının ya da eşinin kardeşinin çocuğunun; yalnızca  teyze bağlantısı yüzünden tonlarca  neden –okumak, işe girme, hastaneye, tapuya, bakanlığa , DSİ’ye, Karayollarına, …, …,  gitme  –     ileri sürerek ,  eviymişçesine,   çat kapı  misafirliği   olmaz ya yine de ‘bıktım ya, ders çalışacak yer, başımızı dinleyecek an yok ‘la   şikayet edenin başta  ‘eree, ma ne olmuş? Ne olmuş? Nereye gitsin, akraba… akraba,  benim akrabam bana gelmeyecek de kime gidecek’ aklamalı ebeveynlerce  yerin dibine konulduğunu,  sadece misafire  değil,  ailesindekilere de  hediyeler alınarak uğurlandığını  bilmeyeceği; kocası öldüğünde  dul kalan, ailesinin yanına gitmek isteyen kadınlara   ‘ev damından tek çıkarsın,  çocuklarımızı  götüremezsin, onlar bu damın çocuklarıdır. Kaynınla evlen,  çocuklar ortada kalmasın’ dayatmasıyla; şehirde  çalışan, az çok durumu iyi olanın, ev geçindirdiğini akla getirmeyip   maaşına, kazancına  ‘  1000 TL. ayır…yolla ’,  ‘altın al şu yengene’, ‘ borcum var öde’, ‘ bir ev al kardeşine ne olur ki’  genişliğinde  ortak çıkmanın  garipsenmeyip hak görüldüğü;  onlarca  karmaşanın ortasında; sev sevme, sadece kan bağından dolayı  katlanmak, görüşmek zorunda kalınan  birinci, ikinci, üçüncü, yirminci dereceden değişken dinamikli, tiplemeli, karakterli  akrabalarla dolu,  hayallerin  de dalgakıranı  – eğer  aynı evi paylaştığı  hatta marazi bir ilişkisi olan annesi Jeanne  Clemence Weil,  1905 yılında hatırı sayılır bir miras  bırakarak  ölünce,  vefat edeceği elli bir yaşına  dek yalnız yaşamış özgürlüğüne düşkün apo  Proust’un da   olsaydı  kim bilir Kayıp Zamanın İzinde,   bir nehirde,  kaç bin sayfayla  yol alırdı  düşüncesinde – bir sülale içinde bulunma  bireyin ”özel”liği  darmadağın ederken  geleceğinin sınırını da çizdiğinden; Osmanlı tokatlı ellere sahip, kız çocuklarının büyüdüklerinde garip bir şey  ama  ‘babam gibi biriyle evleceğime, yüz yıl bekar kalırım’ iddiasındayken, benzeriyle evlendikleri, karakteriyle uyumlu  evlere sahip babaların reisliğinde; hır gürün, şiddetin eksik olmadığı, ebeveynlerin birbirine bırak aşkla bakmayı, ufak bir mevzu ‘çocuk okula gitmese bugün’ de  bile   ortak  karar alınamadığı, hiç sonlanmayacak  ‘aybaşı gelse de et alsak. Erciyes bakkala veresiye yazdırmaya artık utanıyorum. Ha adamcağız ‘yenge hanım bir şey olmaz, nasılsa abi, devlette çalışıyor,   maaşınız var, ödersiniz’ diyor ama’  kaygısında, onlarca olumsuzluğun  başlangıç yeri;  her evladın bir gün duyacağı   ‘18’ime geleyim bavulumu, pılımı pırtımı  toplayıp gideceğim’ dedirten “bunun gibi salak değil, o  daha akıllı”–“pek umudum yok bundan”– “ölme eşeğim ölme.Sen! okuyacaksın da  bana adam olacaksın öyle mi? “– “bıktım yaramazlığından, azıcık da şu abin…ablan gibi uslu dur be evladım”– “bazen şüphe ediyorum seni, ben mi doğurdum…?”– “bu da fena değil ama  asıl sen  bunun küçüğünü gör  çokk güzel”–“Allahtan erkek, güzellik önemli değil yoksa…” – “bunu en aptal çocuk çözer ama nerde sen de o akıl? “ –“geri zekalı gibi durma karşımda, ne demek anlamadım?” – “ama sen tabletle oyuna devam… İsmail’in oğlu, kızı maşallah her sınavda ilk ona giriyor ya benimkiler?”– “NATO kafa , NATO mermer; na to kefari,na to mermari”– “dinle evladım dinle,  sen bu  Rock mudur , tak mıdır onu. Sakın çıkarma kulağından  kulaklığı çünkü  yarın sınavda bu şarkıdan çıkacak  sorular” – “ayyy sen nasıl bir kardeşsin hep ben, hep ben…bir de sanki boyun varmış gibi   aldığım güzellim elbiseyi  giyip, içine etmişsin…”–  “ucube, abla değil ucube”– “Fatodur  bu Fato, her şey bekle…”– “kim alır seni bu halinle, evde kaldın işte” tabirleriyle kişiliğinin, özgüveninin, karakterinin ezim, ezim ezileceği bireyin  ilk ötekileştirilmeyle karşılaştığı; ister kabul,  ister reddedin, yaptığı iddia edilen dişi kuşun itilip kakıldığı, kendini  üstün gören kibrini, baskısını  fıtratta var sunan ülkeye,  topluma  muktedirliğinden ‘aman çocuktur sümüğünü yese doyar, ama  erkek  öyle mi? yemese güçsüz kalır, çalışamaz, eree para girmese bu haneye ne olur? o yüzden önce onun karnı doyuracaksın,  yemeğin etli tarafını ona vereceksin, çay demeden çayını önüne koyacaksın’  hizmetinde, leb demeden leblebilerin önlerine  serildiği  ayrıcalıklı , üstün erkekler sınıfı – dede, baba, amca, dayı, abi ve sonunda  kocayla–  tanışılan, ilk sosyal çevresi ; barındırdığı olumsuzluklara ”benim gibi olsan keşke” istemli    ebeveynler, yakınlar sevsin, takdir etsin diye onların  istedikleri  gibi davranıp, onlar  gibi olmaya çalıştığını  unutarak, uzaklaştıktan  sonra  ‘kimsenin huyuna gitmek, gönlünü yapmak zorunda kalmazsınız neyseniz o’ sunuz dur, kimse de sizden sızlanmaz,  şikayet etmez…  ah şimdi orda  olsaydım” ,   şablonlu yalanlarla kutsanan,  başa kötü bir şey geldiğinde, can yandığında, iyi hissedilmediğinde sığınak;    ilk  görme, yaşama deneme yerliğinden sahip olunan her ilki  eşsiz kılan,  ‘gerçekte neydi, ne yaşadım ben orda ???’yı kenara attırtıp kulunç altı çocuklukta ömür  boyu taşınacak  kişiliğin, karakterin  yaratıldığı öyle olmasa, yaşanmasa da içinde  bir sıcaklık, sevgi  barındırdığı  sanrısında özlendiğinden,   güzellemelerle maruz  ama  ardında  kurnazca  gizlenmiş  her türlü ayrımcılığın,   battın, iyiliğin, kötülüğün,  naif ya da kaba duyguların,  faşist ya da demokrat mantığın mayasının atıldığı, “evimiz, yuvamız”  yerine, çirkin, cinsiyet ayrımcısı erkek hegemonyasını, egosunu okşayan söz öbeği  “babanın evinden”  ayrı eve çıkma, başka şehre gitme, okuma,  evlilik  sebepleriyle bir gün  gidilse de, hep  orada kalındığının  geç idrakın da,   ‘gittiğim yerde eminim her şey buradakinden kat kat  güzel olacak’ değişikliğiyle  gelecek sanılan  özgürlüğün sarhoşluğunda, cidden de  önceleri  her şey istendiği, düşünüldüğü gibi yolunda giderken, yaşanan illüzyonda,  huzuru bulduğuna inandığından, inanmak  istediğinden….

….kendini halkından üstün sayan devletin kadir-i mutlaklığının hane içindeki temsilcisi; ev damındakilerden  yukarıda konumlandırıldığından  hesap  vermek zorunda kalmadan, her şeyin doğrusunu da bildiğinden, sebebini açıklamadan dövmek, şiddet uygulamak, nasihat etmek ve de sevmek hakkını elinde tutan ; birbirlerini besledikleri devleti  gibi  ne pahasına olursa olsun, ailenin varlığını, bekasını, namusunu  her şeyin üzerinde tutma  saplantısında;  istediklerini yapma, davranma gücünü de eline geçirmiş yönetici, reis her kimse ona  herhangi  bir maliyeti olmayan; tüm zararın her zamanki gibi  “devletin, ailenin  bekası için”in ardına sığınıp demokrasiyi katlettiklerinden  özgürlükleri elinden alınan bireye yazıldığı, cahillik  dağ olsaydı zirvesi; hem sevip, hem dövme ritüeli olacak  korkulan figür, mikro iktidarını kurmuş “baba evinden”  bir üst level    “yuvamız”a, ”yuvam”a  terfi edilen mekanda; can, gönül ne istenirse yapılır, istemezse  yemek  bile  yapılmaz   kahvaltı akıllıca gelir mesela, kitap okunur, yatak toplanmaz, ev işi önemsenmez keza yeme, içme de. Partiler düzenlenir, arkadaşlar çağırılır,  çağrılmaz,  hoşça vakit geçirilir. Bir süre sonra  “baba evi”ndeymişçesine sıkılınır, hem iç dünyasını, hem de “yuvam”ın  kapılarını açacağı özel birilerini  katmak ister hayatına; işte o andan itibaren “yuvama”  kafasını uzatanlardan biri şöyle bir bakar geçer, birileriyse konuk olur bir süreliğine, yine gider…bazılarının gözünün içine bakılır  bir an önce gitsin ya da biraz daha kalsın diye…tüm bu isabetsiz denemeler, atışlar, ne istediğini bilememenin…bilmenin  yorgunluğunda; dili olsa da konuşmayacak duvarların, bir dünya kişinin ağdalı yüzleri, izleri arasında dönüp de  kendine baktığında görürsün ki sende,  artık umut yüklü ayrılığın meyvesi “yuvam”ın yavaş yavaş dönüştüğü  “baba evi”ndekilerden  herhangi birisin; hayat dedikleri de belki bu döngüde dönüp durmaktı  değil mi benim kendine de  hoyrat Şairim!  Bunları niye yazdım ki şimdi ?!?!? insanın hayallerinin uçsuz bucaksızlığının, karakterinin, narinliğinin    kaynağı içine  doğulduğundan  orda  bulunup , bulunmamayı  isteme, istememe  hakkının olmadığı  “baba evinin“ az, biraz olsa da  taşralığından ödün vermemesine isyan yazdırdı belki de bu satırları  Haldun, yanımızda, kıyımızda, köşemizde Proust’un ebeveynleri gibi  ;  sanattan, edebiyattan zevk almanın ötesi  geniş  vizyonlukta daha çocukken  Sarah Bernhardt’ı izlemeye tiyatroya, Debusy’nin,  Reynaldo Hahn’nın,    Beethoven’in  eserlerini  dinlemeye operaya,  Monet’in, Tissot’un  tablolarının   seyretsin diye  galerilere götüren, duvarları Raphael, Boticelli, Roselli, Signolli, tavanı Michelangelo’nun  freskleriyle süslü Sistine şapelini görmesi için Vatikan’a,  Rönesans şehri Floransa’ya,  Venedik’e seyahate  çıkaran,  iyi   bir gelire de  sahip   kimseler bulunmadığından;  şu anda nerden aklına düştü diye kızma, ultrasonun keşfinden önce hamile kadınlar çocuklarının  kız mı , erkek mi olduğunu  nasıl anlıyorlardı ki gerçi annem  ‘ ‘cildin güzelleşirse erkek, çirkinleşirse kızdır,  benim yüzüm kızlarda  hep lekeyle doldu, Fazıl Çil  kremini çok kullandım.Birde erkek bebek de karın sivrileşir, kızlarda yanlara doğru genişlerdi.Bende erkek çocuklar  yılan gibi alt tarata, kızlarda  tam tersi  karnın her yerinde dolaşırdı,  yaramazdınız’ demişti–‘ niye kızayım? Öbür dünyaya hazırlık, çok iyi yapmışsın annene sormakla.Eminim, Tanrı’nın sorgu listesinde  ’ hamile kadın erkek mi, kız mı doğuracağını nasıl anlar ?’ sorusu da yer alıyordur.Öğrenmeden ölseydin maazallah…Tanrı katında  cahil, kültürsüz  bellenecektin.’–‘yaaa merak ettim ne var bunda? Kadın,  erkek pek çok akrabanın  ‘Allahım, heko, hego bu sefer oğlan olsun,  olmalı yoksa a bu gördüğün  mal, mülk sahipsizdir.Tarlayı sürecek, ekecek, biçecek, evlenip  soyumuzu devam ettirecek bir oğlan nasip eyle. Arada  bir de tabii süt sağacak, peynir, yağ yapacak, evlenilecek, çocuk doğuracak  kızlar doğurtmayı da unutma’ dan ; “bebek, sağlıklı doğsun da  kız mı, erkek mi önemli değil” anlayışına varıncaya  kadar , kadınlar neler gördü ya.Son iki kardeşin doğumunu hatırlayacak yaştaydım. Bakma yüzüme öyle ilk üç kardeşimle aramızda birer, ikişer yaş farkı var,  üç kız doğurduğundan babam annem doğum yaptığında yine mi  kız doğurdu diye sormuştu,  ben evet deyince çekip gitmişti, annemin yanına  uğramadan. Kadının o ağrıyı çekerken sanki kız doğurmak elindeymişçesine   kocanın suçlamasına  maruz kalacağından kız doğarsa  korkusunu düşünsene.Ne zalim şu erkekler? Hayır Haldun! öyle bakma, bir gün  gaddarlaşırsan,   şaşırmam  çünkü, bu toplumun ürünüsün sen de. Hele de Mine Leyla doğduğunda…’  ah o sırlar değil mi Haldun?  Mine Leyla’nın adı geçtiğinde gözlerini kaçırıp  parmaklarını kıkırdatman o zaman dikkatimi çekmiş olsaydı…  ‘ ne diyordum ha, Mine Leyla kız doğunca dört kız , bir erkek babası olma  moralini bozmuştu babamın,  son çocuk erkek doğdu da, annemin  yakası  babamın elinden  kurtuldu . Bir gün sabah kalktık  nasıl bir ağrı  kızlar hepimiz kabakulak, o zaman  Oğuz  tek erkekti daha Mustafa  doğmamıştı tabii    Oğuz’a da bulaştı. Van’dayız, kış,  kar diz boyu.Oğlu  hastalanınca evdeki  hastalığı anladı,  bir çuval portakal getirdi.Has arkadaşın Oğuz sayesinde  alınan  C vitamini ayağa kaldırdı hepimizi.Bu kadar düşkündü ne oldu, Oğuz’un ne hayrı dokundu babama?. Bir şey diyeyim mi, ben  babamın gözünde kız çocuklarının  değersizliğinin ispatı o  bir çuval portakalı  hiç ama hiç unutmadım.’ –‘ baban devlette memur daha aydın olması beklenir değil mi? Demek köyde kalıp  çiftçiliğe devam etseydi  annen gibi on iki yaşında başlık parası için satacaktı kız çocuklarını. Tek vizyon, amaç  aç kalınmayacak bir hayatı  sürdürme  olunca  yufka ekmek arası peynir, soğan, çökelek, yumurtayla  karın doyurulan   köylerden geldikleri  şehirlerde,  şayet iş de bulmuşlarsa  bir anda  gördüklerini, istediklerini sayın alacak her ay ellerine geçen düzenli maaşla kendilerini;  eline ancak buğday, yağ, peynir, bal, koyun sattığında para geçen,  kıt kanat  geçinen köylü akrabalarından  üstünde  görecek, tanışmadıkları  edebiyatın, sanatın, resmin, sinemanın eksikliğini önceki kuşaklar  nasıl hissetmemiş, önemsememişlerse,    ebeveynlerimizin derdi, sorun da olamayacaktı  donanımlı, kültürlü, naif, duygulu, dürüst, nazik, ayakları yere basan çocuklar yetiştirmek? Bir iki kişinin otomobil  sahibi olduğu zamanda, rant paylaşan, ihale kapan,  alenen  rüşvet alan aç gözlü bürokratlarla, işverenlerle tanıştıkları; biriktirme aracı gördüklerinden harcamamak için  parayı  ticarette ilgisiz,  onca kişiyle paylaşılan ev damlarındansa, kendine ait  tek gözlü  bir odayı; yufka değil  beyaz fırın ekmeğini, ayran çorbası yerine – zengin değilseniz ölen hayvanın eti dışında  kırk yılda bir önemli bir devlet memuru, yetkilisi,  aile büyüğü  geldiğinde  ya da  kışlık kavurma yapmak için hayvan  kesildiğinde  yedikleri ama  kasapta her an alabildikleri etle yapılan–   patates, kuru fasulyeyi,  lastik yerine kösele  ayakkabıyı  lütuf sayıp,  bir arabaya, eve,  buzdolabına kavuşma sığlığında ki hayalleriyle, çocuklarına avukat, öğretmen, devlette memuru olmalarını  aşıladıkları  şehir yaşamına  alıştıkça,  yeni şeyler gördükçe, ülke de ulaşım, altyapı, gelir ve fikri düzey   geliştikçe yavaş yavaş  hayalleri de; tek göz sobalı odadan gecekonduya, kaloriferli, merdaneli çamaşır makineli apartman katına,  sinemayla da tanıştıracak mesai  arkadaşlarının, Ediz Hun’un, Türkan Şoray’ın  giyindiği elbiselerden, çanta ve  ayakkabılardan edinmeye,  modayı takibe,  yılbaşında sofraya  Hindi koymaya, baloya katılmaya, kuaförde saç kesmeye, boyatmaya geçiş yapacak ebeveynlerimizin  yetiştirdiği  çocuklardan senden…benden herhalde  bir  Tolstoy, Oscar Wilde,  Virginia Woolf,  Rembrandt,  Orhan Pamuk, Tezer Özlü,  Gilles Deleuze,  çıkacak değildi. Dua et  ellerinde kitap görmememize rağmen  en azından okumayı sevdik ‘  öyle ya  rastlantıyla karşılaşılan bir insanın, bir peyzajın, elle tutulur bir nesnenin, bir koku, tını,  tadın,  müziğin irade dışında belleği,  hayal gücünü devinime geçirdiği 19 yaşında oyun yazarı Rene Peter’in evinde Debusy; Paris’te seçkin sanatçıların, edebiyatçıların beş neslini bir araya getiren Dreyfus yandaşlarının merkezi de olan ünlü edebiyat salonları sahiplerinden arkadaşı Gaston’un annesi   –Proust’u yazı yazmaya iteleyen, ilk kitabı Hazlar ve Günlere,  önsöz yazmasını sağladığı – Anatol France’ın sevgilisi Madam De Caillavet; Geneviève Halévy  (Georges Bizet’in  eşi) ile Robert de Montesquiou’nun güllerinin   imparatoriçesi Madeleine Lemaire’in Salı, Çarşamba, Perşembe  (Les jeudis de Ludovic ) günleri düzenledikleri onca yazar Emil Zola, Guy De Maupassant, Ludovic Halévy, Paul Bourget, Robert de Flers’ın onca ressam Alphonse Daudet’in oğlu Lucien Daudet, Whistler, Helleu, Turner’ın;  katıldığı edebiyat toplantılarında zaman, mekan konusundaki düşüncelerinden  etkilendiği  felsefeci Henri Bergson’la da  tanıştığı   bir gençlikti  belki de  Vatikan da Sistine Şapeli’nde  yer alan Boticelli’nin Freskinde Jethro’nun kızı ve Musa’nın karısı Tsippora’nın çalışma masası üzerindeki reprodüksiyonunda “Odette bu haliyle, İlkbahar tablosu ressamının kadın figürlerini her zamankinden çok hatırlatıyordu “  betimlemesiyle  Odette ile Tsippora’nın çehresine atıfta bulunacak  M.Swann’ı, Odette aşık ettiği,    Madam De Caillavet, Geneviève Halévy, Madeleine Lemaire’den  Çarşamba toplantıları düzenleyen  Madam Verdurin’i; Robert de Montesquiou’den  eşcinsel Baron de Charlus’ı;  Kontes Élisabeth Greffulhe’den  Guermantes Düşesi’ni; Sarah Bernhardt’tan  Berma’yı,  Anatole France’dan yazar Bergotte’ı,  Whistler’le  Helleu’n   adlarının anagramından  da Elstir’ı   yaratıp ; Tissot’un  Le  Cercle de la rue Royale’in de   kapıya yakın kişi  diye  belirttiği (Charles Haas)  M.Swann’ın   arabacısı Rem’i  Antonio Rizzo’nun dük Loredan büstüne; bulaşıkçı kızı Giotto Di Bondone ’nin Mercy’i heykeline; arkadaşı Bloch’u Gentile Bellini’nin Fatih Sultan Mehmet portresine benzettiği sayısız tabloya, heykele, büste göndermelerle bezediğinden, yanlarında cep telefonu, laptop, tablet  bulundurup her iki sayfa da bir Google’da   yazar, ressam, felsefeci, besteci, tablo, portre  araması  yaptırtacak Kayıp Zamanın İzinde nehir romanı okuyucularının  gözünde  roman  karakterlerini   kanlı canlı   siluete büründüren,  Proust’un yaşadığı  zamandan çok sonra;  1960’lar da tek tük sinema salonunun  bulunduğu, tuvalet sorunsalını çözememiş gecekondu mahallerinde;  tiyatro, opera, bale, resim, heykel  dimağlarda soyutluğunu  aşamamışken, zaten de ismini duymadıkları   herhangi bir ressamın tablosunu, heykellerini, gravürlerini   görme için müzelere, galerilere götürülme,  gitme; operayı, baleyi, klasikleri  merak etme, kültürünü, yaşayışlarını, geleneklerini, doğasını, yemeklerini  keşf  amaçlı farklı bir şehre,  ülkeye Van’dan  İstanbul’a, İzmir’den  Muş’a , Milano’ya, Atina’ya, Fas’a   seyahat, onca çocuğa bakma,  geçinme uğraşında baş sokacak  bir ev  edinme duasında;    tek kanallı radyodan mecburen  Müzeyyen Senar, Safiye Ayla şarkılarını  öylesine dinleyen  ama asıl  bugün nostalji sayılan, onca yükle kamburlaşmış sırtın ağrısında  ‘yaşasan ne olur bu rezil dünyada’  umutsuzluğunu  katmerleştiren baba evinde  her gün  Kerbela’ya  döndüren  Ali Ekber Çiçek, Davut Sulari,  Aşık Daimi’ in plaklarından

“aslan yavrusu yiğitler,

su içemeden öldüler

deniz derya dolu iken

su içemeden öldüler”

“illa dostun bir tek gülü yareler beni, beni”; “bilmem şu feleğin bende nesi var”  deyişlerini  dinleyen  ebeveynlerimiz,  adını duymadıklarından, habersizliklerinden

akılarının  ucundan geçmezdi Bach’lı, Mozart’lı klasik  müzik,  nasıl bir şey olduğunu bilmedikleri  bale, opera, Gotik heykeller, resimler,  Jane Austen, William Shakespeare,  Lev Tolstoy’lu klasik romanlar. Soyutluğundan  zihinde canlandırılamayan   ‘asırladır etrafımız çeviren düşmanların tek amacı…’ hamasetli  nutuklar  ’tek başına daldı arasına, Allah, Allah diyerek salladı kılıcını’   kahramanlıklar,  ‘uğruna ölmeli  öldürmeli vatan, devlet , millet , din, mezhep  …’  yüklemeli    şehit hikayeleriyle  aşık atması,  yarışması imkansız varlığının,” ben”in , “töz”ün  değersizliği, çöplüğü  yanında,  kaderini belirleme yetisini elinden alan bitmeyen fırsat eşitsizliğinin parçası, farelerden, tahta kurularında korkacağı;   yaz kamplarına görevli gitmek için çırpınan devlet memuru; dansöz  Leyla’nın ardına düşen ‘bakma öyle durduğuna,  dairedeki Yüksel; hin oğlu hindir, aklınca beni yerimden edip kendi oturacak şef  koltuğuna’ kurgulu  asılsız astarsız   düşmanlıklarda kıvranan,  işin kaybetmemek için üstlerine yağcılık  yapmak zorunda hisseden belki de   kalan bir  baba da yoksa onbeş  değil   otuzlu  yaşlarda  denizi görecek  ancak  kırk yaşlarında  bir otelde tatil  imkanına kavuşulacak  koşullarda  yoksul, köylü ozanların keder, dert akıtan   türküleriyle büyütülen; ister köyde, ister şehirde nerede yaşarsa yaşasın  en az üç , altı çocuğuna bakmakla görevli yalnızca ailenin değil sülalenin bedava hizmetçisi…bedava aşçısı…bedava çamaşırcısı…bedava dadısı…bedava sucusu… kapı önüne dökülen bir ton kömürü elde kürek el arabasıyla kömürlüğe tek başına  boşaltacak bedava hamallık  da  yetmediğinden, yatılı  kalmaya gelmediğinden, hizmet etmekten mahrum kaldığı, dedesinin amcasının oğlunun oğlu   dereza Rıza’ya  ‘oyy amca, apo  ben senin kızın değil miyim? Kızının evi  burada dururken,  sen kalk dereza Şükrüé Kamerîé  Sofué ‘nun   evine git,  çok üzüldüm’   dargınlığını   ileten, ‘kokla hele, mis gibi kokuyor, bembeyaz’ çamaşırlarıyla övünen; bütün gün ayakta   iş yapmanı, yorgunluğunda  değil  roman, gazete  okumak   ‘ bu ne, yeni mi, ne zaman yapıldı? ‘  merakı  için  dahi vakit bulamayan Türkiyeli bir annenin himayesinde ki bir çocuğun;    elle tutulur hayallerine ulaşabileceği fırsatların eşitliğinde kaderini kendisinin   çizeceğine    inandırılacağı… inanacağı    duyguların, düşüncelerin etkisindeki ailesel, toplumsal yapıda  büyütülecek; kaygılarını, sevgisini   Madame de Sévigné den alıntı sözcüklerle anlatan  bir büyükanneye;  sadece  ülkesinin  yazarlarını değil diğer  ülke yazarlarını  Puşkin’i,  Dostoyevski’yi  okuyan  bir anneye, babaya; avukatına 500 sterlin ödeyen  Whistler’in resmine hakaret ettiği, itibarını zedelediği  gerekçesiyle aleyhine açtığı  davada sadece bir çeyrek peni tazminat ödeyen sanat eleştirmeni John Ruskin’in  Susam ve Zambaklar’nı çevirecek kadar iyi derecede  yabancı bir dile; kendisine  Hz.İbrahim’i andıran Benozzo Gozzoli gravürünü hediye eden,  Hz.İsa’ya ihanet edecek sakallı figür Yahuda’yla diğer havarilerin sadece  ekmek ve şarap  konulu dikdörtgen masada yedikleri Son Akşam Yemeği tablosunda   tempera boya kullanıldığına ilişkin  detaylara sahip  sanat eleştirmeni  aile dostlarına sahip çocuklardan;  Marcel Proust’unkinden  farklı,  hayallere,  kurguya, vizyona,  bakış açısına düşünce sistemine ve  gelecek algısına sahipliğinden daha doğal  ne olabilirdi ki? Proust’un “uykusuz gecelerimde görüntüsünü kafamda en sık canlandırdığım odalar arasında Combray’nin odalarına en az benzeyeni, Balbec’te ( betimlemesiyle  tatillerini geçirdiği Normandiya kıyısındaki  Cabourg’da ) Grand-Hôtel de la plage’daki odamdı…” çağrışımını keskinleştiren, sonsuz  kırları önüne serdiği  okuyucusunun  gözlerinden,  zihninden geçerek  benliğini yolculuğa çıkartan ” tıpkı arzuladıkları bir şehri gözleriyle görmek için seyahate çıkan ve hayalin büyüsünü gerçeklikte tadabileceklerini zanneden insanlar gibi,…” sözcüklerinde, Cabourg’u, Floransa’yı,  Venedik’i, Norman  Gotiği kiliseleri, Rönesans tablolarını, heykellerini  çocukluğunda, gençliğinde  görmenin etkisini görmemek mümkün değildir. Doğumundan 89 yıl sonra hâlâ, 1960, 70,   80 ve  90’larda  Ortadoğu’da doğmuş nesillerin her anlamda  Proust’un olanaklarından mahrumluğu; İbn Haldun’un  çağı  aşan “doğduğun coğrafya kaderindir” saptamasının  tecellisi miydi    Rimbaud, Zola, Balzac okuyan, Claude Monet,  Paul Cézanne, Edgar Degas tablolarına    hayran, Bach, Debussy dinleyen Fransız  yosmaları da. Olabilir miydi? kendisinin değil ailesinin  seçimi;  dünyaya geldiği, coğrafya kaderi… şansı… şansızlığı mıydı bireyin? genler de  bir nevi kaderse eğer  , şimdi bu  ikisi birden hayatı  mıydı bireyin? IQ ? kaderle bağlantısı ???? ya Kristof Kolomb’un keşifleri, coğrafyanın kader olmadığını tersine kaderin coğrafya olduğunun kanıtıysa ? ya da coğrafyan   kederin, hüznündür  mü, demeliydi İbn Haldun? Offf ya “her yeri boyamışsın çok güzel, ama burada biraz sonbahar kalmış”ın  Şairi,    sence ne denmeli !  işin içinden çıkamadın,  kader olan  ne ? coğrafya… aile…ana dil… kültür… din…gelenekler… köken… gen…IQ’ mü?   Ne…ne??? Doğduğun yer mi kötü, iyi  kader yoksa benliği, aklı  gerileten körü körüne kabullenilmişlikler; bağnazlık, biattı kökleştiren yönetenlerin, egemenlerin  yönetim tarzına yansıyan zihniyetleri mi? Hele, bir dakika izin ver, bi dur !   bu arada  biattın  İslam dininin,  Ortadoğu’nun  Müslüman   toplumlarının et, tırnak  ayrılmazlığını da atlama, bir de Lucien Fevbre’in  “coğrafya imkandır” aforizması var, haydi bakalım şimdi ne diyeceksin sen! eyyyy  bu romanı bitiremeyecek  kadın ! söyle bana kim haklı Lucien Fevbre’mi, İbn Haldun’mu ? Sıkıldın değil mi bu sonu gelmeyecek saptamalardan, üşendin de  yazmaktan, kokusunun ruha sineceği doğulan  toprağın kimyasal bileşimi,  coğrafi ( fay hatları üzerinde olma ) ve iklimsel konumu,  kültürel, dini, medeni, feodal   yapısı, tükettikleri   gıdalara, yaşayış tarzlarına, iyi ya da kötü, duyarlı ya da duyarsız   psikolojiye   kadar her şey  belirlediğinden  ey oğul  !  eğer yapıcı, yumuşak  bir coğrafyada doğmuşsan  olumlu bir seyirde pek çok şeyin gelişimine katkı sunma üzerinedir eylemlerin, düşüncelerin yok  savaş, ihanet, şiddet, çalma çırpma  yüklü her güzelliği yok etmeye yeminli bir zihniyetin kol gezdiği  bir coğrafyada  Ortadoğu’da doğmuşsan mesela,  hiçbir şeye musallat olamamışsan,  bu defa  da uğraşacağın kendini, benliğini   yerden yere vuracak eylemlerinin, düşüncelerinin  hepsi  yıkıcılık üzerinedir  diye mi  düşündün, tam da Kültür Bakanlığınca yapılan   restorasyon  çalışmasında  700 yıllık  Osmanlı Tuğrasının bulunduğu,  duvarları hitli ile   yıkılan Galata Kulesi’nin görüntüsünü izlerken haberlerde; Paris’te Arc de Triomphe (zafer takının) restorasyonunda böylesi  bir yıkım  vuku bulsaydı, Parislilerin ‘tarihimize, değerlerimize  yapılan bu saygısız saldırının  sorumluları derhal cezalandırılsın’la ayağa kalkacağı muamma değilken’  çağrışımı;  bir ülkede demokratik bir sistem söz konusuysa  sorumluluk doğru iş yapmadığında beğenilmeyecek yönetimde ısrar eden toplumun üzerindedir. Onun içinde İbn Haldun’un  yaşadığı döneme, bölgeye bakarak, 14. yüzyılda  “coğrafya kaderdir” tespitinin   doğruluğuna  kanaat getirip  ‘buna, söylenecek sözüm yok ama  alkışlayanlara sözüm var; 18 yaşında  üniversiteye giden,  kendisini diğerlerinden bir adım öne taşıyıp, donanımlı kılacağından  Pursaklar’daki evinden  yoğun trafiğe takılmadan  İngilizce kursuna  yetişmek için  her gün saat 5.30 da uyanıp, saat 17’ye kadar kursta, okulda kaldıktan sonra  uzunca bir yolculukla tekrar evine dönen birinden,  beş adım öndeliğini  sağlayacak olanakların  önüne serildiği  İsviçre’de doğan,  aynı yaştaki  bir genç de   5.30 da kalkacaktır ama spor yapmak, ata binmek belki de yüzmek için. Ana dili seviyesinde İngilizceyi konuşacak eğitimi daha kreşte aldığından Londra’ya gittiğinde isteklerini ifade edeceği dili konuşacağından yabancılık çekmeyecek, kültürel faaliyetlere girişecek elektronik müzik partilerine, müzelere, galerilere, operaya, baleye  giderken,  mesleği ile ilgili stajını da yapacaktır. Bu durumun farkına vardığından kendini geliştirmek, yeni bir dil öğrenmek için çabalamaktan, yorulmaktansa  ‘ uluslararası  piyasada  yetkin  İsviçreli  bir gençle rekabet edebilir miyim?  ne yaparsam yapayım bir şey değişmeyecek, kaderim bu coğrafya da,  bu kısır hayatı yaşamak’ bahanesi işine  gelen Pursaklı gencin   havlu atması kolaycılığa, bedavacılığa tutkun toplumda  garipsenmeyecek tersine onaylanacaktır. Oysa, gözleme, deneye, yeni keşiflerin gücüne dayanan bilimin, akılın kaderci yaklaşımları reddini gerektirecek dünya tarihinde yerini almış onlarca olay göstermiştir ki; bataklıkta bile güzel çiçekler açtığını; atılan tohumun GDO’suz olması gerektiğini de unutmadan; coğrafya sadece istenilmeyen bir hayatın yaşanılmasının  mazerettir;  Abraham Lincoln’un “’köleliği kaldırma” kararı ‘ ne yaparsam yapayım köle öleceğim’ umutsuzluğundaki Afrika kökenli bir siyahiye; Hitler’in akıldışı yönetiminin ülkesini savaşa sürüklemesiyle  oğlunu savaşta,  komşusu Yahudileri Nazi kamplarında yitiren bir Alman’a;  çizdikleri  kaderin coğrafyayla ilgisizliğine bakıp… Almanya’  ya ,  başka  bir  ülkeye göçenlerin ülkelerinde  edindikleri yaşayış tarzını, alışkanlıklarını, düşünce yapılarını   devam ettirdiklerinden de yola çıkarak; tamam , belki  doğrudur da; doğulan coğrafyanın mevcut sisteminin, geleneklerinin,  dininin;   farkına  varılmadan hayatı, mizacı şekillendirdiği  kalıptan kurtulmak  sanıldığı gibi kolay da değil ama  bugün küçük bir ekrana sığan istediğinle  ilişki kuracak  küçülmüşlükte ki  küresel dünyada,  refahını,  güvenliğini, özgürlüğünü artıracak önlemleri alarak, Latince  “quis custodiet ipsos custodes? koruyuculardan kim koruyacak?” ekseninde, korunması gereken güçlü devlet  değil,    karşısındaki güçsüz bireyken;  hukukun üstünlüğünün,  yargı bağımsızlığının devre dışı kaldığı   Ortadoğu’nun iktidardaki ne hikmetse  hepsi de otoriter, diktatör hevesli  liderleri, siyasileri, yozlaşmış bürokratları, güç odakları yönettikleri iliğini sömürmekle kalmayıp “devletimiz var olsun, Allah zeval vermesin” kadir-i mutlaklığı  zikrederek,  içinde  kendilerini gizledikleri kavram  devlet için, aile için  var olduklarını telkin ederek üstünlüklerini  kabullendirdikleri halka, bireylere    utanmadan kendilerine, yerinde olmaları imkansız  baba, ana  da  dedirtirler.  Tebaanın,  halkın, bireyin   kutsallığı temelken Osmanlı’dan,  monarşiden kalma  bu kadir-i mutlak hikmet-i devlet, hükümet, aile zihniyeti, alışkanlığı Cumhuriyeti kuran kadrolar uzaydan gelmediklerinden,  toplum düzenini sağladığından o dönem için  gerekli bu söylemi sonradan ilelebet  şiar edinip  reforma, Rönesansa, aydınlanmaya yönelmeyince her  “demokrasi” talebi  hem seven, hem döven babanın  ağır  tokadıyla sersemletildiğinden – benzeri Avrupa ülkelerinde, Amerika’da yapılsa yer yerinden oynayacakken–  kimsenin  çıkıp; bu adamlar  neden vergilerimizi fabrika yerine   bilmem kaçıncı sarayını yapmak, mal kaçırmak  için harcıyor, niçin bir arabaya geliş fiyatından çok daha fazla ÖTV ödüyoruz ?  acaba neden her şey kur farkını hesaba katsak bile yurtdışında daha ucuz?  diye sormadığı gibi  aklına da  gelmez çünkü devlete dolayısıyla o mekanizmayı çalıştıranlara  taptığından,  kaderlerini belirlemelerine suskun, ne veriliyorsa onunla yetinen bir kitlenin  varlığında  zaten de  aynı coğrafyayı paylaşan  Güney Kore,  Kuzey Kore (Güney’de  kişi başına milli gelir 30.000$, Kuzey’de 1,000$ dolar) Türkiye, Bulgaristan, Yunanistan, Rusya, Irak, İran, Suriye, Yemen’de kişi başına düşen gelir, refah düzeyi  verileri,  eşit yurttaşlık yaklaşımında gözlenen  farklılıklar teyit ediyor ki ideolojisi, yaklaşımlarıyla  hem döven, hem seven  ‘devlet baba’nın, yöneticilerin    kaderleri  belirleme yetileri İbn Haldun’un  sözünün  anlamını yitirtiyor. Tabii bir de Warren   Buffett ‘ın  geleceklerini garantileyen  gelir düzeyinin,  servetin sahibi  olarak  dünyaya teşrif eyleyen   zengin çocuklarını kast ettiği  “şanslı sperm kulübü üyelerin” den biriyseniz,    sığ Sierra Leone’de,  Liberya’da  doğulsa  da,  çevresini yenileyecek, sosyalleşecek, yoksul ülkesinden gelişmiş bir ülkede okuma şansını yakaladığından kaderi de…. ….‘mola’…’mola’ hocam ’mola’ ! rica ediyorum, bir dakika ara ver yazmaya, söylemeyeyim, söylemeyeyim diyorum ama çığırından çıkarıp  başlangıçtaki temasından uzaklaştırarak günlük bir gazetede,  sosyal medyada bir internet sitesinde  köşe yazarı tarafından yazılan izlenimler, görüşler, yorumlarla  dolu  makaleye döndürdün romanı,    nasıl bir kurgudur bu ? Bunları  niye yazıyorsun? Bak ! yazmasan sen,  kimse bilmiyor zaten bunları küçümseyici  bakışınla,   yazdıklarımı,  önemsediğini yine de  ‘yazdığı bu muymuş’ eleştirisinin üzüntüsünü yaşamamı istemediğini  hissettirerek  yaptığın bu yorumla,  herkesle aynı  dayatmacı,  faşist tavırda birleştiğini göstermediğini sanarak. Tamam acemiyim, bilmiyorum işte roman yazmayı ama madem dostumsun neden herkesten önce sen kırıyorsun beni? Başkalarından farklı bir tavır takınıp  eleştiri okunu ilk atanlardan olmayıp yazma coşkumu   kırmasan…  azıcık bekleseydin   belki düşündüğünden  çok daha iyi bir yola evrilecekti romanım. Her zaman ki gibi yarardan çok zarar,  hayır, araya girmekle, ne  yazacağımı da unutturdun…

….evet ! elinin tersiyle Satre’ın  “var oluşumuza karışamayız ama ondan sonrasının sorumluluğu, kaderi oluşturmanın yükümlülüğü bize aittir”ini  iten; daha, daha iktidarda kalmak  gelişimi, ilerlemeyi  durdurmakla mümkün olduğundan  din, mezhep, tarikat, cemaat, etnik köken temelli  savaşlar, sanal düşmanlıklar yaratıp,  özgürlüğünün kısıtlanmasının, yoksulluklarının sorumluluğunun faturasını kesecekleri  beceriksiz, iş bilmez  damgalayacakları  bireyi,   kitleyi; yönetiminde  her şey şahane yalanını yineleyerek daha iyisi gelmez , bulunmaz düşüncesinde oyalama, kullanma  uyanıklılığında ki  o coğrafyanın…o toplumun egemeni, yönetenleri; isyansızlığı, mücadelenin faydasızlığını, kabullenişi yerleştirdiklerinden  kaderi  doğulan Coğrafya kılan zihniyetin de baş destekçileridir. İşte sen ! şayet var idiyse  Tanrının kırk yılda bir de olsa iyi bir şey yaptığına inanacağın daha yeryüzüne …, …,    Marx,  Schopenhauer, Monet, Renoir, Rilke, Joyce gibi onlarca yazarı, sanatçıyı ve de  kimi zaman bir çocuğun  annesinden “iyi geceler” öpücüğü alma arzusunu,  kimi zaman uyku, uyanıklık arasındaki muğlaklığı,  kimi zaman etnobotanik dalına hizmet peyzaj, çiçek izlenimlerini  Rönesans üslubunda yansıtan,  sınır kapısını istediği zaman açan…istediği zaman  kapatan apo Proust’u  göndermesidir’ demediğin,  Ortadoğu’da doğmanın   gözyaşı, keder, acı, savaş  getirdiğini de bilmediğin,  duyumsadığın kokuların, tattığın yiyeceklerin, gördüğün çiçeklerin, böceklerin, dokunduğun insanların,  hayatının içinde  genel, geçer  sınırsızlıkta  ilerlediği  zamanda; günde o da bazen tek bir taksinin, dolmuşun, cemsenin geçtiği, hem  geçim kaynağı hem karınları doyurduğundan; koyunlara, keçilere,ineklere, tavuklara, camışlara (manda), atlara, süte,  yumurtaya, salatalığa, sebzeye, buğdaya;   çocuklardan  daha fazla değer verilen, itina gösterilen   dewa malarda, köylerde; yaşamadıklarından  şaplaklı, çimdikli, saç çekmeli  kabalığı sevgi sanan; on, on iki yaşındaki kız çocuklarını  ‘bu oğlanın eşekten yalnız iki kulağı eksiktir ama amcan oğludur, akrabandır  evlen bununla…’  ilişkilerine   zorlamalı,  başkalarına göre  eften püften ama oradakilerin hayatını etkilediğinden  sonsuz öneme haiz birbirini kıskanan eltilerin, yengelerin, kaynanaların,  amcaların, yeğenlerin, gelinlerin  ‘bütün gün çüçe anam çüçe…anca otursun,  biz bu  öküz gibi çalışalım neymiş, şehirde çalışıyormuş , tatile gelmiş ama iş ot, kavak  parası almaya gelince başta o koşuyor‘– ’a o mergệ Seterıj’de çayırı tek başıma tırpanladım, otları  bağ yapacağına gitmiş uyuyor ‘– ‘şu münafığa bak hele ! eline çay bardağı, yanına  pırıka Hasena’yı almış, ma,  a o lojının önünde konuşup duruyor  sabahtan bu yana.Hamur kabarmış taşıyor tekneden, çoluk çocuk aç  ekmek geç kaldı, sofra kurulacak, ne gam’lı; bazen  yanından su geçtiğinden ekini bol  arazinin kendisine verilmesini   isteyen, bazen   sattığı 100 kavak ağacından aldığı parayı bölüşmeyi istemeyen ev damı erkeklerinin  atışmasına dahil olacak oğlan çocuklarından  Talo’nun,   amcasına  babana,   gözünün   önünde saldırdığını gören büyük amcan Hasané Halilé’n kapı önünde bulduğu  değnekle Talo’ya daldığı,  yumak halinde birbirine girişmeli,  yumruklu, saygısızlığın tavan yaptığı bitmeyen kavgaların  sonrasında, hiçbir şey yaşanmamışçasına, olmamışçasına birbirlerinin yüzüne bakma, şakalaşma, sinin,n etrafında toplanıp yemek yeme riyakarlığını ‘ne olursa olsun akrabayız, aynı kandanız, düşmanlık olmaz…’ yalanına ortak olmanın olağanlığında,  en az yirmi  kişiye ekmek, yemek yapan, sini indiren, kaldıran, dereden çektikleri suyla bulaşık, çamaşır yıkayan, onca  kişinin oturması için sandalye, kürsü, minder  ayarlayan, ev damı çocuklarını koğuştaymışçasına bitiştik nizam  yatırmak için  yer yatağı  hazırlayan, sürekli sıcak su için  ele ne geçerse ocağın üstüne koyup  bir ordunun ihtiyacı kadar iki üç çaydanlıkta, semaverde – yeniden demlenmeyip  ha bire üzerine sıcak su  eklendiğinden   çaylıktan çıkan – çay demleyen annelerin, kadınların ; çocuklarının ‘açım’, ‘su’ , ‘ne giyineceğim’ , ‘her tarafım kaşınıyor ‘ yakınmalarına  ‘ karnım ağrıyor’, ‘İbo,  beni dövdü’ dertlerine  kayıtsız kaldığı,  yetiştirilmesi gerekli onca iş arasında istense, söylense   ‘hele bak, çok önemli bir şey mi bu? Neymiş iyi geceler öpmesi ! olmasa ne olur’la  hafife alıp  ‘a bu benim oğlan, kız ne kadar değişik bir çocuk’ …suçlama, hayır !  annelerinden görmediklerinden akıllarından geçmeyen, çocukluğunda annenden almadığın;  yatmadan önce her akşam annesinden aldığı “iyi geceler öpücüğünü”   eve misafir (M.Swann) geldiğinde  almamasının kıvrandıran sancıya yol açışını; tezek kokularının arasında burna değdiğinden  cennette  yaşanıyormuş  hissi uyandırıp ‘ ey çiçek, yok dünyada böyle mis koku, beni benden alan‘ la  yaprakları okşanmadan, güzelliklerine   ilgisiz yanlarından geçilip gidilen,  ömrü solduğunda ‘elbet farkıma varacaklar’ inadıyla ertesi yıl yine açan, toplanıp , olmadığından  vazo da  değil  su bardağı ya da  şişe de odalara, salona  fresh, taze  koku  vermesi için konulmayan bin bir çeşit çiçeğin, evlerin etrafını saran en sevdiğin reçelin hammaddesi,  üzerine limon sıkılarak kırmızılaşan suyuna kırtlama şeker batırılıp çay içilen Van’ın kırmızı  güllerin, Süphan dağı eteklerini kaplayan gelinciklerin, lalelerin isimlerini    çocuklarına anlatan tek bir ebeveyn çıkmadığından belki inanılmaz gelse de onbeş, ondört yaşlarında ‘aaaa!!! ama…ama  bunların aynısını  dewa ma Badan’da, Kasman’da, Ameren’da   görmüştüm demek adı sümbülmüş ‘ şaşkınlığında nergis,  hanımeli, …, …,’yle   tanışıldığından bir yere koyamadığından “yeşil hortumdan çıkan su damlaları gibi serin ve sert olan  Gilberte adını, yaseminlerin ve şebboyların üzerinde yankılanırken duydum”  harflerine resim yaptırtıp, ilk aşk tomurcuğunu  bir çiçeğin renginden alınan  ruhani doyumla; yumuşacık yastıklar üzerinde, ipeklere sardığı sözcüklerle anlatan  duygulardan, betimlemelerden  fersah, fersah uzakta; olması  için öncelikle   gidilecek bir memleket, gidildiğinde   hepsini tanımanın imkansızlığında isimlerini bilemediğin elli teyze, bir o kadar amca çocuğu arasında kaybolan varlığının, benliğinin erimesine alışılan; birbirlerine  saydırdıktan sonra gülüşen…haydi bunlardan   dostluk, insanlık  bekle ! ha oldum olası akrabayı “ağcın kurdu” sayarım,  dedikoducu, etrafındakileri  parçalamaya hazır akbabalar. Eninde sonunda herkesin  ‘yok ya, yok yedi kat yabancı,  el   kardeşinden, akrabandan  daha can,  el uzatan’ da buluşacağı  yeni çevre, fikir ve bireylere aralanmayan kapalılıkta;  bazen iyi, bazen kötü, bazen canından can,  bazen  candan bezdiren kabile yaşayışlı topluluğun;  akrabaların  dimağda yerini aldığı çocukluk sonrasında;  duyumsanan tadın, kokunun peşinde sürüklenerek  yaz tatillerini  geçirdiği Combary çağrışımını  tetikleyecek  unutulmayacak  tad bırakan bir yiyecek yemediğinden, hiç hediye alınmadığından, tezek  kokusu, küflenmiş dorak tadı, koyunların boynundaki çan sesi, bağrış, çağrış, kavga dışında  yenildiğinde, karşılaşıldığında  tatilini geçirdiğin  ev damına, dewa ma  Badan’ı hatırlatmayacak  güzel bir an  ‘çaya batırılan  madlenli kek (kurabiye) parçasından’  bunca duygu,  cümle nasıl fışkırdı’ imrenmeni   mutluluğa dönüştüren   apo ‘Proust  ki gibi   kayıp zamanlarını dürtecek cinsten gözlemci hatta hazcı bir yaşam sürdürmeyenlerden biri olarak;  ”bırakınız yapsınlar, bırakınız üzerinden geçsinler” yaygınlaştırıldığından, sorumluluktan muaf erkekler gibi “saldım çayıra, mevlam kayıra” düsturlu  çocuk yetiştirme, büyütme tekniğini benimseyen ev damı kadınlarının; kendileri de aynı yoldan geçtiklerinden  üzerine  tereyağı sürdükleri, arasına çökelek, şanslı günse bal kaymak bazen  soğan, yumurta  koydukları  yufka ekmeği,  bir parça  niyazı, çöreği  ellerine tutuşturarak başlarından savıp, günün geri kalanında kendilerini rahatsız etmedikleri müddetçe ne yaptıklarını, ne halt ettiklerini  merak etmemeleri  ev damı çocukları için sorun teşkil etmese de,   yine de ‘ bugün  Çepanik yaylasına gittik, yolda Nade kenger sakızı yapacağım, size göstereyim dedi. Toprağın üzerine  çer, çöpleri, otları  yana yana dizdi sonra  kengerin sert, kartlaşmış kısmını çat diye ortadan böldü , böyle süt gibi akan  şeyi  otun  üstüne döktü, çer çöple kapatıp gizledi, bir gün burada kurusun bu, alır, çiğneriz dedi. Sonra koca bir taşa, kayaya yapışmış  sarı, siyah,  kahverengi toprağı yanındaki bıçakla kazıdı, azıcık su döktü  bakın   kına  bu diyerek avucumuza buraya sürdü, orda bulduğu  çaputla   da bağladı. Ben istemiyorum, yıkayalım dedim,  rahat dur, bekle  az dedi, derede yıkadık sonra. Bak !  o kadar yıkadım daha da çıkmadı…‘ keşiflerinin sevincini  kıran  ‘kızım, kızım  adamlar kapıda çay bekler, çekil önümden, sonra anlatırsın’ koşturmasında ‘ evlat mecburen bakıyorsun, atsan atılmaz ha satsan kim  alacak’   sızlanmasıyla katlanılması gereken  nesne muamelesine muhataplıkta,   ‘ne yaptın bugün, nerelere gittin’  meraksızlığı; büyükbabanın dokuyüzkırkaltı yılındaki depremde altında kaldığı yerde  yeniden aynısı yapılmış ev damı Kasmanda çe Taloda,  çe Resulde Badan’da  ki   yaz tatillerini  eğlenceli,  gizemli   geçmesinin   nedeniydi de….

….Harvard,  Oxford, Bogaziçi, ODTÜ mezunu da olsa, hayatlarındaki herkes  hizmet beklediğinden ‘haydi kalkın, güneş doğdu çoktan, ne duruyorsunuz, çabık, çabık ‘ guguk kuşlu  çalar saat yaşlıların,  uykuyu haram ettikleri,  şafaktan   gece yarılarına fabrikadaymışçasına   bitmeyen  iş akışında fırsat bulurlarsa  ‘eree  ne olmuş, ne? biri de dese yazıktır, günahtır  bu kadın,  öldü açlıktan…waye,  insaf   bir  çalkama (ayran) yap , ben  de ekmek getireyim de yiyelim’  çöküntüsünde, bir bardak  kırtlama  çay içerken  çocuklarıyla konuşacak yazgılarının;  eziyet, fakirlik, horlanma, değişmeyen  mansplainingle  eşitlendiğini gözlemlediğin  ilk yer  dewa ma Kasman’da,   Badan’da  a o  yüzdendi işte, çocuklarıyla ilgilenmesine izin vermeyen, bekletilemeyecek sağdığı malların sütünü kaynatma  işlerinin  önceliği yüzünden  kızı Saime ölmekteyken  yorgunluktan göz kapaklarını açamamasını  anladığından   acıdığın teyzen Sare’nın, kadınların peşinde mala gitmek; oturduğu görülmediğinden ‘niye bütün işleri hep sen yapıyorsun?’la üzüldüğün  tamamı akrabalardan ibaret  köyde  zayıf mı zayıf, kızıl saçlarıyla  gözüne hepsinden  farklı görünen elinde  bakır,  alüminyumdan   bakraç,  sırtında deri tulum ( meşk)le yola revan annenin amcasının kızı Fikriye’nin, diğer kadınlar gibi; onlarca hayvan varek, bızek, beran, tükş’ün arasında ev damına ait  keçileri, koyunları tanımasının hayretinde   ‘çene, çeniii, şu kulağı yırtık sarı bızek var ya  o da bizimdir, bıjı bere ( hadi getir), korkma bir şey yapmaz’ komutuna uyup yakalamak için düşe, kalka  peşinden koşulan  keçileri, koyunları ağızlarını   büzülerek çıkardıkları ‘şışşşş, bırrrr, bürürü’ sesiyle  bir bacağından tutulup önlerine çektikten  sonra  kalçalarına     şaplaklar  indirip  ‘sakin, sakin ol, benim güzelim, yaramaz  kızım’  sevecenliğinde  sağdıkça bakraçta köpüren süte bakmalı;  Nade’nin ‘hayvan deyip geçme, onlarda kendi evlerini tanırlar’ önermesini  haklı çıkaran sayıca az olduklarından;  samanların, ot bağlarının da depolandığı evin biraz ötesindeki “kom”larda kalan   koyunlar, keçiler gibi  yaylaya götürülmeyen,  çobanın sabah alıp akşama doğru geri getirdiği büyükbaşların; inek, dana, camışların (manda)nın ahıra, “gome”ye   yaklaşıldığında kendiliğinden sürüden ayrılmasını izlemeli;  bazen akşama doğru, bazen sabahın kör vaktinde evin önünde,  lo(c)jınlı mutfak da  tavana  asılı  kalın halata,  bir ağaca ya da üç ayaklı (Sepi) Sêpik’e   içine  yoğurt, soğuk su doldurulduktan sonra bağlanan –  keçi,  koyun  derisinin  sıcak suyun içine  daldırılarak kıllarının yolunduğu,  yağlarından arındırıldığı  zahmetli  işlemler sonrasında ortaya çıkan kızıl,  siyah renkli– tulukun ( meşkin)   ya da   tahta  yagukun kapağı  kapatılır kapatılmaz ileri, geri  hareketlerle iteklenmelerinden  çıkan,  çalkalama sesi duyulur duyulmaz yataktan fırlayan ya da   neredelerse  ordan  koşarak yayık yayanın yanında biten çocukların   ‘ben yapayım’ isteğine ‘çenei…çenei , laoo, lacek rahat durun, işim çok benim, bırakın da bitireyim, eğlemeyin beni, gücünüz yetmez yorulursunuz’ direnmesine  ‘yorulmayız, bak gör,  sen dinlen, a o taşa  otur, oturun biz yaparız, sizin yerinize, yerine ’ yalvarmasına  ancak on dakika  dayanamayacağı  bilinen  ’errrr, yakamı kurtaramayacağım elinizden, tamam’ havlusunu  atan  büyüklerden genellikle de Fikriye’den koparılan izinle yayığın başına geçilen anda;  ayranın çalkalanmasının “tık, tık, tok tok” ritmine  karışan  dere Çor’un,  Mengéli’n, köpeklerin, tavukların, ineklerin sesi “oooo, eroo memo, memo’ bağrışları,  senfonik  konser veriliyormuşçasına köyü inletirken, teknolojik devrim sayesinde her şeyi somutlaştıran görselliğin; dimağı tembelliğe iterek düşünme, yaratma, hayal etme yetisini azaltıp, duyguları ifade edecek yeni sözcüklere, betimlemelere ihtiyaç bırakmayacak 21.inci  yüzyılda dewa ma Badan’da, Kasman’da  sülalesiyle  yaşayacak Proust’un ;  kalabalıkta hiçlenen benliğin  devinimini, acıyı, aşkı, ölümü, umudu nasıl ve  hangi  sözcüklere,  betimlemelere sığdıracağının hevesinde,  kim bilir , belki  bu yüzyılda  imgelemeler, izdüşümler, sözcükler arasında debelenmenin alemi de  yok?  Boşuna yormayayım kendimi; vereceğim  linki tıklayarak görün işte neyi betimlediğimi, anlatmak istediğimi,  hissettiklerimi de   arada sırada blog’umda  yayınlayarak yazma arzumu tatmin ederim, bitti gitti işte.Hem istediğini  fotoshoplayacağın  görsellik  aslında yazında betimlemenin, imgelemenin, mecazın  sonunu  getirmedi mi?  düşüncesinde multiculture de;  yukarıda yazdığın cümlelerle nasıl yapıldığını, ne olduğunu, şeklini şemalini  tam anlatamadığım  meşk, yaguk  mevzusunu http://galeri.netfotograf.com/fotograf.asp?foto_id=40832;http://www.erzurumgazetesi.com.tr/haber/yayik-geleneğiyasatiliyor/56519;http://rojnameyannewroz2.com/emekci-kadinlardan-bidemet-yayla-kadinlari-ve-asiklar-14364.html şu üç  linki tıklayarak  görebilirsin ey  okuyucu diyerek kestirip atmayı mı  denesen ?? heyezanında şayet  yazınla uğraşanlar böyle bir yol izlese, kitap okunan ülkeler listesinin sonlarındaki  Türkiye’de popülaritesi yükselecek  bu yazın türü sayesinde, ortalık   20, 30 sayfalık romanlarla dolup taşacağından, buyurun  edebiyatın cenaze namazına…bu  tembelliğe serenatlı uyanık aklına ne diyeyim? Uzaklaşmasana, yaz yazacağını be kadın!  ‘çocuklar, bir bakayım hele,  oldu mu?’  yiğitliğe zeval getirmemek için  sızlanmadan   yaymaya devam edildiğinden yorulan  kollara , bacaklara azıcık  nefes aldıracağından, molayı çocukların dört gözle beklediğini  anlamamazlıktan gelip  kapağını  açtığı  meşke, yaguka  parmak daldırıp  ‘eh olmak üzere’, ‘az kaldı, beş on dakika daha, haydi durmayın’ acımasızlığına yatan büyüklerden  ‘olmuş bu’ duyulur duyulmaz,  içten bir ‘offf bitti nihayet, yoruldum, fenayım’la  köşeye yığılındığında ‘ nasıl, kolaymış değil?’ alaycılığına prim vermeden ‘hiç  yorulmadım’  ayaklanmasıyla  köpük köpük  ayranın  döküldüğü,  çamaşırın  kaynatıldığı, suyun ısıtıldığı, yemeğin yapıldığı çok amaçlı kara kazanın üstünde toplanan yağın ( ronu teze’nin) elle topak, beze  yapılarak  bakraçtaki  soğuk suya  atılma sonrası,  odun ateşinin  üzerine konan kara kazanda çürümeye bırakılan  ayranın  tülbentlerden, kevgirden süzülmesiyle  kışın, yazın  yenecek çökeleğin (t)dorakın) deri  tulumlara, posta elle iyice hava almayacak biçimde  bastırılması  bazen de   araya tereyağı konularak ‘hoş dorak’ yapımında bulunulmalı;  yer yer paslanmış, emayesi, kalayı dökülmüş  tencereye konmuş buğday, mısır,  yemek artıklarıyla  yemlemenin  ardından  kovalanan tavukları yakalamalı; kümese girip  toplanan sıcak  yumurtaları      kirlenmesin diye elbiseleri  önlerine önlükten geniş peştamal takan Kasmanlı  kadınlardan farklı, hiçbir yeri kirlenmesin diye  elbisesinin  üzerine lastik geçirilmiş etek giyen, muhasebeciler gibi kolunun  yarısına kadar çektiği siyah  bez kolluklar kullanan, isterse bir küçücük iğne olsun malına, tavuklarına düşkün anneannenin  eteğine  koymalı toprak, saman, su karıştırarak yapılan harcın döküldüğü uçsuz bucaksız  geniş   alana serilmiş dizi dizi kerpiç kalıplarının  üzerinden atlayıp, labirentli kerpiç  yollunda koşmalı faaliyetinin, onca etkinliğin içinde  kimse karışmadığından, akla esen  her şeyin  yapılıp dağ, tepe, çayır, orman gezilir,  susuzluk  çeşmeden,  kıyısında ya da ortasındaki  taşa oturup ayakların daldırıldığı dereden giderilir,  açlık da   kenger, yemlik, elma, yabani armut, erik, alıçla bastırılırken   saatlerin, zamanın su gibi aktığının  habersizliğinde;altı , yedi ay kar, kış altında  geçirildiğinden, babanın  yıllık izni; pek bi  kıymetli   salatalığın (hıyarın), sebze ve meyvelerin  ancak yenilecek kıvama ulaştığı, başakların olgunlaştığı harman zamanına, Temmuz, Ağustos aylarına denk geldiğinden ‘(ma şérére cıwéna ser) haydi gidelim, dövene bineriz’ eğlencesinde  dibe vurmak için, harman alanına uğramadan akşamın edilmeyeceği çocukluk zamanlarında; taş köprüyle karşı kıyısına geçilen  deré Mengelî’ye  bir, iki ağaçlık mesafede  neredeyse bitişik harman alanına; öküz arabası veya insan, at, eşek  sırtında taşınarak getirilmiş  ekinlerin  tanelerini,  iş bitimi iki erkeğin sazlık kamışlarını  bükerek yaptığı kalın ot halatlarıyla bağlanacak sapından, samanından ayırmak için, altına kesici çakmak taşlarının çakıldığı, boyunduruğa koşulu, ezecekleri ekin buğdaydan ( usareden)  mısırdan   yemesinler diye ağızları kalın  bezle bağlanmış iki öküz, manda, atın  çektiği önü hafif kalkık tahta dövende  ( moşene de )  arabadaymışçasına uçurulmak; kendisi de on iki yaşında evlendirildiğinden, ölmeseydi teyzen Leyla,  onun da diğer  beş kızı gibi on iki yaşında “kocaya” verilmesine engel olamayacak, kız çocuğu için evlenmekten başka bir alternatifi varsaymayan, ele tutuşturulan ibrikle sulanan toprak zeminli odaları, evin etrafını Palakaya kadar süpürmeyi iş saymayan çene Küçükağa’nın ‘bahardır. Murat yükselmiş; çağıldıyor, gürlüyor, yıkıyor geçiyor; her yeri, köprüler  sel altında,  kimse geçemiyor karşıya, Turna kuşu bakmış  yükseklerden insanların acizliğine seslenmiş  Murat’a  ‘suyun coşmuş yine Murat, Turna’nın umrunda mı ? qulıng gotıye, ava Muradệ rabuye xemệ min e”  Siz çe Talo kızların ki de Turna kuşunun hesabı. Evde iş, güç mü var, çeşmeden su mu getirilecek, odalar mı süpürülecek, sofra mı kurulacak? varsa yoksa tıro vıro işler; gez, toz.Yarın, bir  gün gideceğin el evinde, senden harmanda oynamanı istemezler, iş beklerler, iş…’  öfkesine değerdi değmesine de,  altındaki  ekini tanesinden,  sapından ayırmak için durmadan dönen hayvanları  ayakta idare eden büyükler  mola vermediklerinden  dakikalarca döven üstünde dönüp durma, ağza,  burna giren toz, toprak  mide bulandırıp, göz kararttığında  “uygun an”  kollanıp  buğday,  çimen,  çiçek karışımlı  otların arasına, atlanır; bir dakika !  bir tavsiye, yanlış anlama  kurguna müdahale değil amacım, ama okuyucuyu “Eskiden Harman Dövmek (Kovmak)”,” Hey gidi hey…”, “Eskiden harman döğme gem sürme, döven sürme böyleydi”  başlıklı Youtube videolarını izlemeye yönlendirseydin,  dövenle ilgili çok daha açıklayıcı bilgiler sunar, bunca satırı da yazmak zorunda kalmaz mıydın???? işaretli olsa da  ultra post modern yazın bana, mantıklı geliyor, görsellerle destekli  paragraflar süreci hızlandıracağından  okuyucunun  amcan kızı  Leyla’nın vefatına dair merakı da kısa sürede giderilirdi. Bende biliyorum, bilgisayarmışçasına ard arda tık…tık… tık açılan bir çok pencereden her şeyin ;  duygusuzca  “tak…tak…tak”  hızında ilerlemesin, isteyenlerin  fazlalığındaki  bu ultra modern Alfa çağında , uzun satırların sıkılmadan okunmayacağını, üzgünüm her  ayrıntının  önemli kıldığı  geçmiş; belirlediğinden  geleceği; ultra Alfa okuyucuyu  bu anlamda memnun edemeyeceğim zaten  karşılayamayacağımdan  benden hiçbir beklentisi de olmasın. Daye kurbane cane !  sıkıldıysan… yine de  hemen bir kenara koyma, belki ilerleyen sayfalarda kendinden bir şeyler bulacağın  sürpriz satırlar çıkar önüne. Ve  sapından, tanesi buğdayı, arpası, çavdarı ayrılacak kadar dövenle dövüldüğünden kürekle, tırmıkla harman alanının ortasında piramitlere benzer  koni biçimi verilerek  toplanan, bazen ertesi güne bırakılacağından düşecek çiğden,  yağacak yağmurdan korumak için üzerlerine naylon geçirilen ya da  çalı çırpı örtülen  ‘pencereleri kapatın, ortalıkta da  açık  yiyecek, içecek  bırakmayın; şimdi her yer  toz, toprak  dolacak’ uyarısında bulunan ağızlarını burunlarını, başlarını leçek, bez, çaput, kasket, şalla kapatmış erkekler; genellikle hava kararmaya başlamadan  rüzgarın estiği yöne doğru sapından,  samanından ayırmak için buğdayı, daneleri savurma işlemine koninin tepesinden aşağıya doğru inerek  başladıklarında; öksürük sesleriyle  beraber  göğe yükselen kalın,  ince  sarı, bejimsi  toz bulutu köyün üstüne çöküp  karartırken havayı, saman, toprak karışımı çer, çöpün  de her yere; dereye, bostandaki meyveye, sebzeye,  kirpiklere,  saçlara, elbiselere, bakraçtaki suya  konmasının ertesinde  önce iri  delikli  kalburdan, elekten  geçirilerek taştan, topraktan buğdayı, arpayı, çavdarı temizleyen kadınlara, erkeklere   güğüm, testi, bakraçtan ziyade  hafifliğinden taşıması kolay alüminyum   kovalarla  çeşmeden soğuk su taşımayla görevlendirilmiş;  bezlerin, naylonların  üzerine serilecek çiği karnı ağrıttığından arakladıkları buğdayı, mısırı   ordan buradan buldukları teneke, kullanılmayan kap, kacağı üzerine koyacakları iki taştan yapılı ocakta, çalı çırpıyı tutuşturarak  yakacakları  ateşte   kavururken, çuvallara, tenekelere konulan buğdaylar  öküz, el arabalarında ya da sırtta taşınarak çuval çuval un için  değirmenine götürüürken, yıkanıp, kara kazanlarda haşlanan, kalbur, bez üzerinde  kurutulan, azıcık ıslayıp hanenin  demirbaşlarından ‘koca taşlar böyle yuvarlak hale getirilip nasıl üst üste konulmuş’ akılın sırın erdirilmeyen, elle  döndürmekte zorlanacaklarını,  yorulup bırakacaklarını  bildikleri  çocukların denemelerine  izin verilen   taştan  el değirmeniyle, (distaryle) çe (D)Talo(u)da,  kom’un yanında toprağa  gömülü dibekte kaldırmakta zorlanılacak ağırlıkta  ağaç,  taş tokmaklarla bir teneke  için iki kadının ayakta en az  2 saat kol gücüyle  dövdüğü ev damının ihtiyacı için ayrılmış  buğdayın  bulgura dönüştürülmesi hava kararmadan gün ışığında bitirilmesi gerekli  işler listesinde yer aldığından, hiç olmasa  gece dinlenen arılara gıpta edilen, normalden iki kat daha  fazla çalışılan yaz aylarında çok acıkmışlarsa  yanına uğradıkları, ancak, koyunlardan kırpılan yünleri dere de   taş üzerinde tokmakla yıkama keyfi için yardımına koştukları annelerin kendilerini fark etmeyen  ilgisizliğini  “iyi geceler öpücüğü almama “ sendromunda dramatikleştirip ruhlarını yaralamaması, çevrelerindeki  herkesin aynı  tavırla  karşılaşmasıyla yaşamın bir parçası,  doğal bir durum sayıldığı hengameli günlerde  ip gibi arka arkaya dizilmiş  yuvalarına yiyecek stoklayan çalışkan  karıncaları;  peteklerine girip çıkan arıları, duvarda, yerlerde  dolaşan  böcekleri “insanların arasında  yalnızlık duyulur, dedi yılan… Ve geceleyin gökyüzüne baktığında bütün yıldızlar gülüyor gibi olacak… Yalnızca senin gülen yıldızların olacak! ” satırlarını okuduğunda Can’ın  gözlerinin bir o yana, bir bu yana salınmasına   “bu neydi şimdi”  kalakalmış   ifadesine   bakıp  ‘Küçük Prens’i anlayan bir tane çocuk varsa ben taş olayım’ derken,  filmlerde sık rastlanılan yan yana uzanmış iki kişi arasında   ‘görüyor musun yıldızlar nasıl  parlak, bu ben, şu  sensin, aaaa yıldız kaydı, çabuk bir dilek tut’ repliğini tekrarlatacak “gülen yıldızları”  gözlemenin düşünülmediği  Champs Élysées’deki dükkândan satın alınacak akik bilyelerin  hediye edileceği Gilberte’n,  roman okuyan, müzik dinleyen, şık giyinen  zarif  arkadaşlardan, arkadaşlıklardan bir haber; Proust’a  “kuşkonmazların pembe tuniklerinin üzerindeki gök mavisi hafif taçlar, tıpkı Padova fresklerindeki Erdem’in çelenk yapıp başına taktığı, sepetine sapladığı çiçekler gibi ince ince, yıldız yıldız çizilmiş olurdu” göndermeli ucuz bucaksız hayal dünyasının kapılarını aralayan  dimağı, yetisini  geliştiren; dewa ma Kasman’ da  şiir yazan dedenin “baba oda”sında iki  raflı cam kapaklı küçük tahta dolapta gördüğün  birkaç  kitap  dışında köy dışında okumaya gönderilenler getirinceye dek;   kendilerine de okunmadığından, okuma yazma  bilmediklerinden çocukların eline tutuşturulacak Aya Seyahat, Define Adası, Tom Amcanın Kulübesi, Çöplük, Çocuk Kalbi,  Dede Korkut Hikayeleri, Cin Ali kitaplarının  bulunmadığı ev damlarında; devleti gibi hane içinde  amcalar, yengeleri, el kızı, el oğullarını,  üvey baba ve anneleri,  ev dışında diğer mezhep ve etnik kökene sahip insanları düşman belleten   dünde;   Valdermort’u defetmeyi  planlayacak Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu’na kabul edilen Harry Potter, Alacakaranlık’ta (Twilight), kan emen  ama    (oluyor işte) sevimli vampirler Bella, Edward ;  cadı Sabrina, Selena, Spider Man  olunmak istenen Narnia Günlükleri,  Netflix  izlenerek büyülünen bugünde….

….yediklerini, içtiklerini paylaşma görgüsüzlüğünde, kendileri gibi düşünen, hisseden  ama yüz yüze  tanışılmamış Twitter, Whatsapp, Facebook, İnstagram  kullanıcılarıyla yazışmanın, mesajlaşmanın da sosyalleşme algılandığı,  filmleri, dizileri  gerçek kıldıkları sanal   dünyalarında  acı çekmeden, sevgiden, hakikatten uzaklaşıp sorunlu olmayı seçen,  acı çektirmeyi , zalimliği sevebilen,  wampir Edward’a  Justin Bieber, Selena Gomez’e  tutkusundan ağlayan Z, Alfa kuşağının, “Öyle Bir Geçer Zaman Ki”nin Ali Kaptan’ı,  Üvey Baba’da ki Halil Güneşli’nin vicdansızlığını hiç taşımıyorlamışcasına Osman’a, Lamia’ya, ağlayanları eleştirmelerinin  “bal gibi” saçmalığında;   saman kağıda basılmış, imla hatalarıyla dolu kitapların yerini almış televizyonların Lamia çilekeşliğini yükledikleri  Küçük Emrah, Küçük  Ceylan’nın oynadığı   Üvey Baba’nın,  Küçük Besleme’nin bin beteri dramlarla dolu  Prime Time’larını kaçırmamak için gecelikli, pijamalı, eşofmanlı, tepsisine kumandasını yanına çay, viski, likör  bardağını,  kahve fincanını meyve,  çekirdek, kek  tabağını koymuş yaşayamadıkları ama olmasını, yapmayı istedikleri, düşündükleri ne varsa; aşk, zenginlik, patronluk, çete reisliği,  kariyer yapma, iyi bir eğitim, özgürlük ; hepsini   tadacakları  içinde bulunmak istedikleri, özlemini  duydukları  evlerde, konaklarda, işyerlerinde başkalarının yaşadığı hayatlarına odaklanmış Bay Yanlış, Sen Çal Kapımı, Çukur, Aile, Uzak Şehir …, …,   dizilerinin, Esra Erol,  Müge Anlı, Zühal Topal’ların   realite Show’larının sadık izleyiciliğinde   ‘ iyi ki bir  dizi çektiniz;  durmadan sabah akşam tekrarlamazsanız hatrım kalır’  şikayetsizliğinde,  usanmadan on yüz bin kere de tekrarına bakacakları onlarca Geniş Aile,   Aşk-ı Memnu, Öyle Bir Geçer Zaman Ki ‘nin senaristlerinin,  yönetmenlerinin , yapımcılarının  yazdıklarının aynısı diye düşündüğün Kemallettin Tuğcu’ya  ait bir romanın uyarlaması filme, diziye ‘bir eğitici, öğretmen bu tür  psikolojisini bozacak ağlak kitapları nasıl tavsiye eder  şuncağız çocuklara?’ yorumunun acayipliğine dalış yapmadan özellikle taşralı  dar, orta  gelirli sınıfın okumaya meraklı çocuklarını, bir nesli zaten  kederi öğreneceği, yaşayacağı  bir coğrafya karşısındayken; hayata hep hüzünlü tarafından baktıracak   “Tuğcu Sendromu”yla tanıştırıp, gereksiz merhamet gösterisine kalkışmasını sağlamanın gereği vardı mıydı?En… en önemlisi de  kendilerini  kötü hissettikleri  anda bile,   babasını kaybedip, annesiyle şehre taşınan, orada türlü sıkıntılar yaşayan , pek çok tanıdıkları öldükten  seneler sonra döndükleri köyün tamamen yanmasıyla karşılaşan bir çocuğun  başından geçeni anlatan az önce bitirdikleri  romanı hatırlayıp  “her şey bundan daha beter… kötü olabilir”  kanaatkarlığında, kadere, mevcut yapıya   teslimiyeti bellettiğinden  kesinlikle, üzerine en az dört beş tez yazılması gerekli   “her sakat biraz üzüntü içindedir ve içine kapanıktır… Ben onun (annem) için iç acısı idim. Beni sakat doğurduğu için gizli gizli ağlardı” üzüntüsünde, ölgün ruh halinde   camdan seyrettiği oyun oynayan  mutlu çocukları  görmeye dayanamadığından belki de  Öksüz Oğlan, Ana Hakkı, Kolsuz Bebek, Sokak Çocuğu, Baba Evi, İçler Acısı, Yavrucuk , Yetim Malı …  acıklı isimler koyduğu hemen her romanını “daha, daha  da acı çekmeli” fikrinde   temellendirerek;   annesi babası hasta ya da annesinin , babasının ölmesi yetmezmiş gibi fakir  yavrucaklara üvey anne ya da baba tarafından yapılan eziyetlerle doluluğundan  tek satırına  değil,   her birine yüzlerce gözyaşı dökülen; ilk okulda  öğretmenlerin “ okuyun” tavsiyesine uyup,  yatağa uzanıp    gözyaşlarını sile sile ard arda onca kitabını okumanın  etkisinde kendilerine kızan, bağıran , tokat atan   annelerinden  ‘üvey anne misin? kötü davranıyorsun? bohçacı kadından alınan üvey çocuk muyum?’ şüphelenme dışında,  gaddar  acımasız  büyükleri  taklit ettikleri  ‘çocuk acımasız’lığında;  AP’den senatör  akraba vasıtasıyla tayinini Van’dan Ankara’ya çıkaran babanın da  gecekondu yaptığı mahalleye, iki, üç  kilometre  ya var, ya yok uzaklıktaki  Ulucanlar cezaevinin avlusunda kavak ağacının altında, 6 Mayıs 1972 tarihinde   sabaha karşı saat 03’de idam edilmelerini  %98 ‘inin sevinçle kutlayacağını bildikleri Türkiyelilere  müjdelemek  için yıldırım, ikinci baskı yapan gazetelerin neredeyse hepsinin ortak  “ Gezmiş, İnan, Aslan idam edildi”  manşetlerini ‘oyyy ananız ölseydi ! Allahım, gece yarısı  asmışlar’ gözyaşlarıyla karşılamasını  ‘ teyzen Selvi bugün  bana  ne dese ? abla, waye nasıl geziyor bu insan denizde? inanması zor ama… ben  Deniz’ in isim olarak  bir insana takıldığını  bilmediğimden, Deniz, Deniz diye duydukça adını, sanıyordum ki  denizin üzerinde dolaşıyor, ilahi Selvi’  her gün sabah,   öğle, akşam ajansında  aranan “anarşistler” listesinin bir numarasında adı okunan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yakalanıp  tutuklandıklarını yine radyodan öğrendiğinde  ‘  vah…vah… tühhhh, yazık,  çok zulüm yapacaklar, öldürecekler  bu gençleri’  kederini kafanda bir yere oturtamadığın,  ilkokulu, beşinci sınıfı  bitirdiğin yılda  söylemlerini, yaptıklarını, işleyişini  onaylamasa bile ‘ ne yapayım Partimdir, vereceğim oyumu, şimdi Baykal’ı beğenmiyorum diye koca partiyi mi gömeyim? ’le hiç  vazgeçmeyeceği  ‘babadan, atadan CHP’liyim ben’ gururuna sabitli  fanatikliğini ‘ geç git kızım, rahat bırak  ben vermem, vermem  oyumu senin istediğine’ kızgınlığına dökmesine gülümsediğin,  tam hatırlayamadığın ama  dur…dur  hiç unutmayan annene sorsan ?? ‘ evi öyle yapmışım çiçek, tertemiz,  tamam.Ben dışarı gittim,  geldim ki evi öyle yapmışsınız karıştırmışsınız, çocuktunuz tabii, oyun oynamışsınız.Dedim yazık günah, ben sabahtan akşama temizliyorum tamam, kızdım. İbrahimé Velié Taloé’nun kızı, biz ona  Hakife bacı diyorduk, işte onunla oturduk çay içiyoruz dışarıda, bahçe de  o kaysı ağacının dibinde.Biraz kaldık sen geldin beni çağırdın gel dedin, dedin evin tertemizdir, geldim ki kapının önünde boş arsada kum dökmüştü komşu,  eteğine koymuşun, getirmişsin halıların üzerine bir ton kum koymuşsun.Hadi dedin şimdi git, temizle..’ –‘bunu, ben mi yaptım? hatırlamıyorum’–‘ben, çöktüm yere nasıl ağladım, Hakife bacı, Allah rahmet etsin o da benimle ağladı, dedi ki sen hiç moralini bozma,  benle sen , şimdi birlikte bu halıların hepsini çırparız…çırptık ondan sonra temizledik getirdik, serdik.Bir de  sabahleyin temizliyordum böyle çiçek gibi yapıyordum, süpürgeydi ya neydi?Dışarı çıktım geldim ki,  böyle her taraf alt üst, yere atmış yastıklar, a o  yataklar darmadağın ‘ulan’ dedim  bağırmamla,  bir de  baktım yoksunuz; ‘ulan  nerdesiniz mahvettiniz beni.’ diyorum çıt yok, herkes girmiş somyenin altına, hiç unutmuyorum Mısto’yu da taşımışsınız.Bir gün sordum dedim tamam siz saklanıyorsunuz somyanın altına,  Mısto’yu niye götürüyorsunuz ?Ama dedin tabiî ki götüreceğiz o bizim kardeşimiz ya sen onu döversen?  Doğum yapmışım Oğuz’a küçüktü daha kundaktaydı bende helva yaptım, siz helvayı çok seviyordunuz bende helva yaptım…sana’yla , Ayşe’ye. Van’da Karayollarının lojmanındayız, hazırladım  önünüze koydum dedim yiyin. Bende  bilmem neydi, dışarı, bahçeye  çıktım geldim ki bebeğin başına oturmuşsunuz, helvayı  ağzına koyuyorsunuz…le..le, le, le  bebekti, bebek, yeni  doğmuştu.’ gülüyorsun  ‘büyük  fırsatı kaçırmışız, öldürseydik üç yaşında ben, iki yaşında , Ayşe kim ne diyecekti ?’ –‘hele bak ! duyan ?Nasıl düşkündün kardeşlerine. Başucunda oturmuşsunuz ben dedim  ‘ayyy kız ne oldu? kız ne yapıyorsunuz?’  Çocuk böle aaa boğuluyor. Sen dedin ki  biz helva yedik,  ona da  verdik.Ya yavrum bu çocuk bebek, helva yemez,  olmaz kızım olmaz dedim. Damağına yapışmış helva, böyle çıkardım aaa bu kadar (bir lokma yapıyor parmağıyla) iyi boğulmamış’ –‘ boğulmadı da ne faydası oldu memlekete, ailesine, karısından başkasına?’ –‘ ben anlamadım; böyle  yerde sürükleyip götürüp koyuyordunuz Mısto’yu, yatağın altına çocuk küçüktü iki yaşında var ya da yoktu o da hemen peşinizden geliyordu, emekleyerek.Niye yapıyorsunuz bunu, eee bizim kardeşimizdir, döversin. O kadar tutkundunuz birbirinize , ne oldu? Allah şahittir ben çocuklarımı dövmedim.Niye öyle diyordunuz bilmiyorum ama babanız dövdü, çokkk.. Yalan söylemeyeyim, ben bir çocuğuma tokat attım.O da her zaman edepsiz  Gilda’ya.Bir gün a o beter Gilda yine  sabah babanın peşi sıra çıktı, akşam döndü eve.Telefon yok, yol yok, otobüs yok , başına bir şey geldi  diye deli oldum.Ben baktım bu geliyor  nasıl rahat, sallana,  sallana   ‘nerdeydin bu saatte kadar?’ –‘hala kızı Vaide’yle Kızılay’a indik, gezdik’–‘madem öyle, bunda ne var haber verseydin istediğin yere gitseydin’ geçti gitti  önümden ama anam  bu Gilda,  baş edemezsin yine giyinmiş, kuşanmış ya ortaokulda daha, nereye gidiyorsun?söylemedi . Öyle bir tane vurdum ki  yine de arsız,  çantasını omzuna attı  gitti, hadi defol  dedim arkasından. Gilda kadar beter bir çocuk,  dofandı, belaydı bacı bacı ooooy oyyy  kız sen benim hakkımı nasıl ödeyeceksin? Yine bir gün beni kızdırmışsınız valla sebep neydi  şimdi hatırlamadım ‘  durun hele ben sizi  döveyim artık’ dedim, a ordan   sandalyeyi elime aldım  tabii yine patır patır somyanın altına, baktım sen karşıma dikildin ağlıyorsun ‘ben küçüğüm, beni, kardeşlerimi  değil  gücünün yettiğini döv’  böyle kaldım, hiç beklemezdim böyle bir lafı – ‘o muhtemelen seni döven babama suskunluğuna itiraz etmişim’ –‘ bilmem kızım,  o günden sonra ne zaman pataklamak geçse içimden, senin sözün aklıma gelir , vazgeçerdim.’ çocukluğunu,  ergenliğin savrulmalarını büyüteceği çocuklarının yanında geçireceğinden  ‘hiçbir çocuğum beni anne görmedi, hep onların, çocuklarının hizmetini yapan biri oldum’ derdinde,  üniversite sınavlarına hazırlanan dayılarının, annenin  amca oğullarının, annei destekledikleri farklı  sol örgütlerin  sempatizanı yapmak için yarışırken anlamını bilmediği ‘şimdi abla bu faşist diktatörlük koşullarında….duymasın eniştem, yatsın öyle anlatırım… ‘  sessizliğinde ki, gizli  konuşmalarından,  okulda kötülenen anarşistlerden taraflıklarını, kavrayamadığın  nedenlerle  askerden  korktuklarını  çocuk kalbinle hissettiğinden  ‘bemrad,   canımı yedi  bu kız, rahat durduğu yok anam’  kızgınlığındaki  mutsuz  çocuk gelin  annenden intikam almanın yolunun ondan daha güçlü gördüğün askerlere şikayetten geçtiğine kanat getirerek; sıcak havalarda,  sarkıttığın ayaklarını  geceye, rüzgara emanet ettiğin,  altına konulmuş  somyanın, yatağının  üzerine çıkıp açtığın pencere camından baktığında gözüken  dar caddenin karşısındaki  Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayının nöbet tutan erlerine  ‘askerler, buraya bakın,  dinleyin! annem anarşistlerin,  Deniz Gezmiş’in arkadaşı ‘ çığlığını duyduğunda alı  al, moru mor  suratıyla koşup , kolundan tutup  camı kapatmasına engel için debelendiğinden kan, ter içinde  kalarak , elinden kurtardığı  kulpuyla pencereyi  kapattığın da ‘veyyy  ya Hızıro Galo,  nedir bu başıma gelen.Hiç  mi demedim ya Ali? Kızım sen, deli misin? Ya  duydularsa… bırak askerleri ya komşular duyduysa…ne olur halimiz, babanı alıp götürürlerse’ çırpınışları yaptığının çok, çok  kötü, bela getirecek  bir şey olduğunu anlattığından,  bu seferde korkudan, üzüntüden  ağlayacak hale gelmiş  pişmanlığın bakışlarına yerleştiğinde;  olayın şokunda başını yumruklayarak  dolaan   ‘ ahhh Allahım, ya Bozatlı Hızır  yetiş, yardım et …ne yaptın? Ne yaptın? ya gelip beni alıp götürseler, hapse atsalar.Vudayy  kim bakar size’;    ‘kim bakar size’  vurgusu dayak yemediğinden değil babanın eve getireceği   üvey annenin   acıtacağını sandıran  ispiyonlamanın sebebi hikmetlerinden ; yaşamın hüznünden, acısından, zalimliğinden düşmanlığından  soyutlayarak  pembe bir dünya  sunmanın  abesliğinden belki de,  her evrede karşılaşılacak  ” hiçbir zaman iyiler kazanamaz, her öyküler  mutlu sonla bitmez” mesajıyla,  adeta “hayata hazırlama rehberi” övgüsünde okunmasında beis görmeyeceğin   Kemalettin Tuğcu’yu;  ayaklarını daldırdığın,  kaya  büyüklüğünde parlak ve ıslak taşlarının  üzerine basıp düşmemeye çalışarak  karşı kıyısına geçtiğin,  köylülerin dinlenme, gençlerin elle ya da dinamit patlatarak  balık avlama, sevgilileriyle buluşma yeri, onlarca  aldatmanın, kaçamağın sırrını gizleyen    deré İn’in,  deré Mengelî’n  sesine karışacak hıçkırıklarla  okuma zevkinden  azat edildiğin, uzak tutulduğun     ‘amcam kızı Leyla’yla öldüğü , o sene vedalaştık mı, ne dedik birbirimize son kez, acaba Ankara’ya gideceğinden bahsetti mi?’ sorularını   karanlıkta bırakan, o günlere ait  silik, bölük pörçük  birkaç anıdır işte; bugüne kadar getirdiğin, çocukluğundan.

  III BÖLÜM

Ahhh ! benim  yüreği hep yangın yeri  Şairim; bazen de yarıda bıraktırdığından, birlikte oyun oynamanızı sabotelediğini inanıp ‘ uykusuzluğuna çare  bulacağım’ diye Gilda’nın, 22 yaşında  antidepresanlardan  Laroxy’e alıştırmaktan çekinmediği,  İstanbul’dan ziyarete  gelmiş  –büyüdükçe, inkar etse de herkes gibi,  fotokopiliğini içinde taşıdığı annesini,  küçük Gilda’lığını ortaya serecek–  Bella’yla   sohbetinizi engelleme adına; minderlerini, halıya attıktan sonra tepesine çıkıp  üzerine atladığından,  iskeletine oturmak zorunda bırakıldığınız koltukta yanına gelip elleriyle saçlarını yüzüne doğru  dağıtıp,  kulağının dibinde avaz avaz  “lailaiii laii”  bağırmalı,  anlık dikkatsizlikle düşüp kolunu, bacağını kıracak, kafasını yardıracak tehlikeler barındıran  Nirvana  yaramazlıkları bezdirdiğinden   ayaklanıp ;   yere saçtığı minderlerini toplayıp koltuğa yerleştirirken  ‘ama yeter artık! ‘  kızgınlığında   ‘otur bakayım şuraya !  azıcık da çizgi film izle ‘ kucaklayıp televizyon karşısına oturttuğun  Can’ın, cep telefonuna  fotoğraflarını çekmeyi de unutmadığın günün  akşamı, yastığa başını koyar koymaz ‘niye kızdım…bağırdım ki ? çocuk nihayetinde, Bella yüzünden…   ’ düşüncelerinin etkisinde ‘annesine, babasına ‘ bana kızdı gelmesin,  istemiyorum’ derse’ kaygısında, yaptığın hareketin  intihar etmeye yol açacak   üzüntüsünde, derdini birine anlatarak rahatlama ihtiyacında  ‘ böyle böyle oldu… kendimi çok kötü  berbat hissediyorum, uyuyamıyorum…perişanım….intihar bile edebilirim’ telefonunu açtığım  Gilda’yla olayın tanığı Bella’nın  ‘ama teyzeciğim, kendini bu kadar da kahretme,  o da  bugün çok yaramazdı, dayanılır gibi değildi, kim olsa, hele teyzem Mine Leyla olsaydı,  o kadar da dayanmaz çoktan patlardı’   sakinleştirmesine  ‘ inandım, sen ! cidden delisin,  bunda üzülecek ve var ? dövdünse… kızdınsa… bağırdınsa… ceza verdiysen  ne olmuş ?   bunlar sana da yapılmadı mı? hangimiz dayak yemedik… evden kovulmadık… arkamızdan atılmadı terlik, tekme ama  şimdi  çocuklukta, ergenlikte başımıza gelenlerin, yaşadıklarımızın  kaçını hatırlıyoruz,  o da bizim gibi unutur gider’  deneyimine  sığınman  uykuyu getirmediğinden kendini suçlamaktan  vaz geçememen ‘ ortada anımsatacak hiçbir şey, veri yokken… durduk yerde’ denir ya  benim  kafası dağınık yazarım  ama değil, Türkiyelilerin ölüm, yas  karşısında takındığı kaderciliğe, umursamazlığa isyanının doğal seleksiyonunda Ankara’da,  karın yağdığı bir kış günü annene sorduğun  ‘ teyzem Sare’nın kaç çocuğu öldü?’ sorusuyla,  Varto, Kasman, Badan, Van, Ankara  hattında radarına takılan; şu an içinde bulunduğun, bulunulan  dünya vatandaşlığına  uzak,  küçük, bireysel cehennemimizin, cehennemlerin  yaratıcıları,  ebeveynlerin “uslu çocuk olur, bizi…büyüklerini dinlersen her şeyin yolunda gider”  yalanına  uyulmasına  karşın,   suratta iz bırakan; yaş ilerledikçe yalnızca bırakmakla kalmayıp, tesadüf etmediyse de sana, yaşayanı da vardır ama çoğunlukla,  güzel olmayan belki öyle olmadığından  yıllarca  yanda taşınan “serkeşliğimizin, iplemezliğimizin, sessizliğimizin, itliğimizin, yiğitliğimizin, kopukluğumuzun” karakterimizin, insanlığımızın, saygısızlığımızın, ötekileştirmelerimizin, sevgisizliğimizin,  itaatkarlığımızın mayası; akla her düştüğünde  soğuk terler döktürten, bazen  irkilten  bazen  de; İlkokulun bitirildiği  Van’dan Ankara’ya gelindiğinde; komşunun rahatsızlanan eşine takılan serum şişelerinin lastik kapaklarının silgi  kullanıldığını bilmeyen kardeşler  arasında ki  silgi kavgasına ara verilip, naylon  bulunmadığından  gazeteyle kaplanan defterler, kitaplarla  orta kısmına  gittiğin Çankaya Lisesinde  özgüvenini iyice parçalayarak,  hayat boyunca her şeyden çekinmenin, her yerde kendini yabancı, itilmiş hissetmenin nedeni;konuşmanın, düşüncelerinin, ten renginin benzemediği yaşıtlarının ‘anlamıyorum ki, ne diyorsun’ vurgulamalı farklılığının…farklılıklarının  utancıyla,  hediye  alacak para olmadığından Emel’e   “ ne zaman mendil görsem, ilkokulda doğum gününde arkadaşıma hediye  götürdüğüm mendili hatırlarım”  üzüntüsünü yaşatmış doğum günlerine katılmadığın, ailece hiç pikniğe gitmediğin; ”fare kulağımı yer, burnumu ısırırsa” endişesinde yer yatağında  büzüşerek yatılan  sobalı;  kavganın, dövüşün ve kalabalığın  eksik olmadığı  mutlu yuvanda  ‘ tam şurada karşımızdaki gecekondunun sahibi    İsmail önce  Malatyalı birsine kiraya verdi,  taşınıp gidince onlar, Sivaslı  kiracı  Ada moda evinde çalışan Sakine geldi,  gelinlik, nişan , sanatçıların, pavyonda çalışanların  giydiği elbiseleri getiriyordu, hem çalışıyor, hem de  götürü iş alıyordu, bize de veriyordu, üç beş kuruş kazanalım diye, çok fazla bir para değildi ama.Geceleri önlerine, yakalarına, kollarına boncuk işliyordum, dikiyordum. Bir tanesini unuttu bizde giderken , a o dolabın üstünde bohça içinde duruyor yeşil tuvalet, üzerine gri gümüşi pul işlenmiş, neye yarayacaksa. Babanın  tek maaşıyla  geçim zordu, sen şehir dışında  okuyordun,  götürü işten  aldığım parayı sana gönderiyordum. Ayşe’de  yardım ediyordu. Gilda’nın umurunda değildi geçim, meçim derdi ’– ‘ev işi, yemek, çocuklar, babamın istekleri ne çok yoruluyordun…’  –‘yorgunsam…yorgundum, ne yapacaktım? Ben yapmasam kim işleri yapacaktı. Şimdikilere kolay geliyor, üç leğen su değiştirip çamaşırı elde yıkardık, en az üç saat sürerdi , evde onca insanın çamaşırını yıkamak.Bulaşık da bir saat, yemek yapmak üstüne.Kıt kanaat yaşıyorduk tatlı istediğinde çocuklar  un helvası kavururdum. çocuklara zaman mı kalıyordu. Şimdi koy bulaşığı, at çamaşırı  makineye, söyle dışarıdan yemek ohhh’  anneye yardım için küçük yaşta  temizlik,  yemek yapma, çamaşır yıkama,  kardeşlere bakma görevlerinim ifa edildiği  Eylül ayında  traktöre yüklenen bol çekirdekli  ucuz  Hasan Dede üzümlerinden kasa, kasa satın alınmasına sevinildiği,  uğranılan istismarın, tacizin üstünü kapatıp, olmamış farz edilen mevsimlerin buğusundaki  akan  zamanlar da  ‘istemiyor olsa da,  adaletli olduğuna kanıt gösterilsin diye bir kerecik mutlu olma fırsatını tanıdı işte Tanrı sana da, geride bırak her şeyi ve yürü!’ denilen  beklenmeyen  bir  ‘merabaaa, beni hatırladın değil mi’   hareketi, bir ses, bir gülüş, bir kokuyla geri gelip ortalığın  altını üstüne getiren yaşama bakışa, ilişkilere  yön veren; kimi an  tökezleten… kimi an  koşar adımlatan ama  hepsinin   iç burkan olduğu, olacağı  öyle söylendiği, nasihat, tavsiye edildiği  gibi  unutulmayan…geçip gitmeyen… kapatılamamış nice  hesapla dolu   içeren,  Freud’un  “karakter oluşumunun depolama süreci”  üzerine;  hepsi melek doğan,  bir kenarda ebeveynlerini, etrafındakileri, olan, biten  her şeyi sessizce izleyen bireyin, yetiştiği şartların, kendine biçtiği  rolü  uygulayarak şeytanlaştığını öne sürdüğü “psikanaliz”ini  inşa ettiği  çocukluğa dair, yüreğe, dimağa  ömür boyu yerleştiğinden  bugüne  getirilen, onlarca berbat  hatıranın da  peşi sıra sürüklendiğinde,    kaybettiğin yoldaşlarının, Haldun’un değil de   barizliğine  karşın nedense diye yazmaktan,   kendini alıkoyamadığın şeylerden biri de,  yaşasaydı herhangi bir yerde… sosyal medya platformlarında “çocukluğun iç burkan anıları”  # hashtag’i  göründüğünde  acaba;  ömrünün kısacıklığını –kimse düşünemezdi, paralama kendini–  düşünememe, tahmin edememe aptallığıma kızgın; öğlen uyku uyumak  istemediğini ama  öğretmen kızdığı için gözünü kapayarak uyuma  numarasına   yattığını anlattığında, küçücük kalbinin  üzüntüsüne dermansızlıkta, gözümü  kırpmayıp sabah erkenden   yönetici Gülay hanıma  ’çocuğun  psikolojisi de dikkate alınmalı,  uyumuyorsa zorlamayın, oyun odasına götürün, başka bir şey yapsın’ uyarısıyla, hiç olmasa   son yıllarında isteğini  yapmanı sağlamanın  huzurunda  artık severek gittiğin  Minik İzler  kreşinde geçirdiğin zamanlar mı? annenin de, öğretmenine ilettiği sadece birinci sınıfını okuyacağın ilkokula dair ilk kırgınlığın   ‘kalbim acıdı’ şikayetin; Ege’nin koluyla karnına vurması mı ?  A4 kağıdına eğri büğrü  el yazınla mavi, sarı,  gri   Can,  Nil,  muz 20, 19 rakamlarını, benim de  ‘11.01.2016 tarihinde Can ….,  Kayra’nın Melis’e “karpuz kafa” dediğini duymuş ve çok üzülmüş .Can bir daha karpuz kafa diyenleri asla afetmeyecekmişşşş ‘ yazdığım  gün mü ? Teoman Erel parkı oyun arkadaşlarından Berk’in istediğine uyarak dikenle topunu patlattığını fark eden  annesinin elinden tutarak getirip  senden özür dilettiği Sarp  mı?  yoksa etkilendiğin ama anlatmadığından bilmediğimiz  başka bir   hatıran mı  aklına  gelecekti ? bilseydim de yaralara merhem olamayacağını   öngördüğüm  halde cevabını öğrenmeyeceğimi  bile,  bile merak etmemse; Bahman Ghobadi’n Niwemang’ın da  ki tanımadığım bir köyün, tanıdığım dewa ma Kasman’ın, Badan’ın, Ameran’ın her defasında başkaldırısı engellenen kadınlarının;  ellerindeki  herhangi bir yerde;  bir ilahinin huşusu,  bir ölümün yası  ya da bir  zafer kutlamasında sesi duyulacak  erbane’lerinin,  sağ el darbesiyle birbirine, derisine çarpan zillerinin feryadı,  çığlık çığlığa  dağılırken âleme, gök kubbeye çarpan avazı; neşeli başlayan  hüzünlü bir  şarkıdan bin beterlikte,  geri dönüp böğre saplandığında,  sol yanın da akşamın sönen güneşi gibi hitama erdiğinde, yaralarının, çektiklerinin yapamadıklarının, özlemlerinin, hayal kırıklıklarının cerahatinin  cûş u hurûşun da  benlik; bir o yana, bir bu yana devrilirken; girişi güneşin doğuşu,  yükselmesi   gümbürtülüyken bitişi hazin, solgun ve fakat  yine de rengârenk bir gurûba benzeyen; bazen uzayan, bazen kısalan  içinde çokça kaybolunan  iç burkan anılar  yeise itmekten, insana güveni, inancı sarsmaktan başka hiçbir işe yaramayacak, kırılganlıkları yok edemeyecekken, belki de  içinde  çokça  yer alınan  yaşanmışlık da,  daha, daha yaşanacakların sekteye uğramasının, yarımlığın tamamlanmasını   arzuladığımdan mıydı Can !  bilemedim….

….inatla Ömer Seyfettin kurgulu  projelerini önüne koyan, erbanenin derisine vuran her biri, birbirinin aynı  minik zillerin seslerin örtüğü her mazlum’un  bir Hüseyin,  her zalimin  bir Yezit olduğu hayat, sen !  ufak bir dalgayla yıkılacak deniz  kumu kullanılarak  inşa edildiğinden, her an  tuzla buz  olacak  ‘hiç birimiz için iyi değildi’ denilecek  dünün,  geçmişin masumluğundan… günahlarından… yaralarından sızıp suikast düzenleyen çocukluğun yaz tatillerinin mekanı; Emin Alper’in “Kız Kardeşler” filmini seyrettiniz mi? İlk sahnelerden birinde  Havva’nın geri döndüğü kapısını açıp içine girdiği evi duvarlarını, eşyalarını görür görmez sahneyi dondurarak    seslenmiştin  ‘ anne ! çabuk gel,  bak !  evler   Kasman’daki , Badan’da ki  evlerin  aynısı; taş, aralarında tahta serpilmiş duvarlar,  çatı; sac, şu  odaya bak!  köydeki mutfağın ‘bon’un  aynısı,  ortada  Lojın, süpürge değil mi o , yanındaki? o bile aynı, biri bana anlat deseydi , böyle  anlatamazdım köyü, yollarını, dağlarını,  köylüleri de’ sinemanın büyüsü, sahiciliği   bu işte’  diyorsun ya  boş versene, yetersiz betimleme kapasitenin,  kelime dağarcığın, yazındaki yeteneksizliğin kurtarıcısı, bu film? Köyünü doğasını, yaşayanlarını tasvirlerken çok  zorlanacakken şimdi okuyucuya,  çocukluğunun  geçtiği yer, akrabalarının yaşadığı,  yetiştirildiği  ortam  aynen   böyleydi, az biraz fark olsa da,  köylülerde bunlar gibiydi diyerek  belki de otuz, kırk sayfalık anlatımı on satıra sığdırın,  tabii Alfa, Mars yok, yok Beta  çağının aklı bu. Gulamın, taşlamalarının eskisi gibi  etkili değil zira bir birey olarak var olamamayı, konumlanamamayı; taciz, tecavüz, istismar sınıfsal çelişkiler arasında dal budaklaşmış organize kötülüğün normalliğini,  klasik beyaz yaka stoikliğinden beslenen; sosyolojideki anlamıyla kent kültürünü özümsemeyip sadece biçimselliğini, görünürlüğünü  yaşayan ki, emin ol   yeğenlerin  Bella’nın, Duygu’nun, Tuna’nın çocuğu,  torunu bile olmayabilir; en az üç, dört  nesil sonra  biattı, yandaşlığı, ötekileştirmeye özenmeyi bir kenara bırakmış medeni,  kentli bireylere, nesillere ulaşacak bu toplumda;  aydın, entelektüel vs..vs süslü sıfatlarla anlamlandırdığı   kendine has feodal, burjuva karışımlı ahlaklı imparatorluğunda,  sürekli    ‘ ne güzel artık   köyde; yaşamalı… yerleşmeli…ver coşkuyu’ sendromunda doğaya dönüş güzellemesi  yaptığı köyüne geri dönmeyen, okumasının, mesleğe sahipliğinin kazancı; çalıştığı devletle ortak muktedirliği iş bulma, torpil ayarlamalı velinimetlikte beye,  Efendi’ye, ağaya, ,  patrona dönüşüp,  kavakların satışı, havasına  dair her konuda beyan ettiği fikirleri dinlenen, yerine getirilen, eşlerine hizmet için götürdükleri  çocuk yaşta akraba besleme kızları geceleri odasına kapatan, bazen  “mide bulandırıcı bir hümanizmin sözcülüğüne” ,  bazen  abartılı şefkat gösterisine soyunan köyden,köylüden hep bitmeyen isteği, beklentisi olan onlarca  doktor Necati’lerin dewa ma Kasman, Badan, Zengen,  Darabi’deki temsilcileri Velié Ağaé’yı , Memilé Talo , İbrahimé Talo’yı; Haydaré Zeynelé, hakim Mehmeté Şerifé’i;,  devrimci Hikmeté’ İbrahimé,  Selimé Hüseyiné’ni  bir   Emin Alper  kamerası kadar saçamazdım ortalığa ( yapan varsa da, o ben değilim) keza çatışmaların, bunalımların, yıpranmışlığın dinmeyen  deviniminde, akıl, akıl dışılıktaki düzlemde  git gelli hikayelerin , olayların  merkezi “Kız Kardeşler” in o tek odasına, annenlerin  mutfak ‘bona ma’ya  sıkıştırdıkları geçmişleri, sakladıkları sırlarıyla yüzleşmeye açık görünmelerine rağmen,  hep yarım bıraktıklarından topaç gibi  sürekli etrafında dönüp durdukları bastırdıkları duygularının, özlemlerinin ardına düşemeyecek  kadınlar; öksüz Reyhan, Havva  gibi çocuk gelin çene Küçükağanın, teyzen Sare’nin, Selvi’nin,   doktora götürülmeyi beklerken son nefesini veren ortanca kız Nurhan’la aynı sonu yaşamış Leyla’nın, Belkıze’nin geleceklerini belirleyen  kucaklarında buldukları mutsuzlukta belki aradıkları değil ama ufacıcık  mutluluk bulacakları   sonsuz tekrarlı “size üç nankör kız kardeşin hikâyesini anlatayım mı? anlat demekle olmaz”  fıkrasını anlatan, şehirde bir kapıya kızlarını besleme atmayı amaç edinmiş;  kendisini herkesten  akıllı  gören    “ baba Şevket “ in    muadilleri  başlık parası   hesabını yapan   Memilé Talo’ların,  Velié Ağaé’ların,   Alié Hüseyiné’lerin,  İbrahimlerin, Hasane Halilé’’lerin; “Kız Kardeşler”in köyündeki  yıkılmış, kapanmış  madenden kömür “tırtıklayan” köylüler gibi odun için ormanlarını kesenlerin, erkek  muktedirlerin  sohbetinin  ortasına dalan münasebetsiz misafirin sofradaki herkesi kızdıran saplantılı ısrarda   iş isteyen   dillendirdiği doğruları “deli işte”  damgasıyla  çöpe atılan  çoban Veysel’lerin, Haticelerin  dewa ma Badanı ,  A(E)meranı, Zengenası,  Darabisi, Kasman’ında;  geliri  iyi olanların iç,  dış cephesini temizlik havası katan   kokusuyla gecekondu  klasiklerinden; tenekede, alüminyum kazanda,  leğende ya da   oracığa açılan küçük  bir  çukurda  söndürülmüş  kireçle badana;  diğerlerinin çimento  niyetine de kullanılan, kışın soğuğu geçirmeyecek tuğla şeklinin verildiği tahta  kalıplarda kurutulan kerpicin de hammaddesi  saman,  sazlık, kamış, ot  bazen de kalitesini arttırmak  kilin eklendiği suyla  karılan toprakla  sıvadıkları, idare  lambasının, günlük kullanımdaki  kap kacağın,  maşrapanın, kepçenin, tahta kaşıkların,  ıvır zıvırın  konduğu bugünde niş, oyma denilen çıkıntıların, rafların da bulunduğu; genellikle ev damındaki kız çocuklarına toz kaldırmasın diye önce  plastik ibrikle sulatıp, ellerine  ne geçmişse ondan yapılmış  ot, çalı , hasır  süpürgeyle süpürtüldüğünde öksürtecek toz bulutuyla  birlikte kokusunun odayı dolduracağı   toprak zeminli; el uzatılsa bulunacak  fazlalığından inşaat  malzemesi yapılmış  birbirinden farklı ; aralarına pencere, kapıları da destekleyen yatay  biçimde konmuş  birkaç sıra tahtanın üzerine döşenmiş kesme taş,  kerpiç ya da tahta duvarlı… –karışmayayım dedim, dayanamadım , madem yazacaktın köydeki  evleri,  ne diye okuyucu Kız Kardeşler filmine yönlendirdin  “nerden baksan tutarsızlık”, he baoo, he tutarsızlık,  ne  yapayım?Onca tutarsızı her haliyle  kabullendiniz bana gelince  itiraz, –  fay hattı geçmeyen Mezre’de  devletin yaptığı depreme dayanıklı kırk evin bitimiyle yeni köye taşınma sonu eski köyün  hayvanların  içine  girip, çıktığı   tek, bazen  iki ,bazen  üç oda,   misafirlerin ağırlandığı geniş  salonlu; çoğunluğu düz,  sac   çatılı  enkazı;  yıkık…dökük ,  otuz  belki de  kırk  hanede  yarı sağlam birkaç odanın kaldığını bilen bir  çobanın,  bir evsizin,  belki çatışmadan,  askerden kaçan bir gerillanın  gecelediği Bingöl, Cepanik, Şerafettin dağlarının donduran, ten karartan rüzgarından, soğuğundan korunmak için sönmesin diye bir duvar köşesinde  yakıldığı yeri karalaştırmış  ateş külünün…kırık bir  cam parçasının…‘içinde kim bilir  kimin resmi vardı’  düşündüren kenarı kırık  kahve renkli ince  tahta çerçeveli bir  fotoğrafın…her taş, her kerpiç, her tahta,  her yerinden sökülmüş çivinin bıraktığı izin  ip uçluğuna bağlı hayatların sesini  bastıran metruklukta;   bir zamanlar uğruna ‘kardeştir,  akrabadır’ demeyip  adam öldürdükleri şu an  ine,  cine terk eylenen,   ineklerin, koyunların,  keçilerin otladığı arazilerde, bahçelerde arada  önüne çıkan  kaya büyüklüğünde  taşların da üstüne basa basa ilerlediğin dar, toprak yolda; ıslak  yeşermiş yosunlu taş duvarında “M.Ş ARMAGANI 1950” yazılı çeşmenin paslı demir borusundan gece , gündüz akmasının  ‘eree, a o  Mengel köyünün oradaki   dağlardan,  geliyor bu su, kesilmez’ açıklaması  çok…çok  uzaklığından o  dağı hiç göremeyeceğini anladığında ‘baoo  hayret ! bilmiyorsun  Mengel değildir artık Alabalık köyü diyeceksin’ düzeltmesi; orta yaşlarda sorulara alakasız cevaplar verdiren, nereye koyduğunu unutup  yarım saat aranan  TV kumandasını mutfak tezgahında  bulduran  “bu kaçıncı soruşun bugün Perşembe” zılgıtı yedirten, sağ olsun koca Türkiye Cumhuriyeti devletinin  en büyük  başarısı   tarumarlığın… bilinmezliğin içine çektiği  çocuk dimağ; Gımgım’ı, Gümgüm’ü Varto’dan,  Badan’ı Teknedüzü’nden,  Kasıman’ı  Köprücük köyünden  farklı köyler, yerler  sandığından ‘yarın Gımgım’a gideceğim, piyimle (piyemi) baba’yla ‘ kasıntısına  ‘babam da beni Varto’ya götürecek’  restine teyzen kızı   Nade’nin  ‘ wıdayy …ma…eree a bu çenek Lol(u)ıj’a , Lolıj…hera her, Varto’yla, Gımgım…hayret bo ! şehirli güya,  aklı  fıncık’a’ alaylı  benzer onlarca anının silikleştiği zamanlarda; bir web sitesinde “Berivanların At Sırtında Zorlu Yolculuğu; Kasman köyünde az sayıda kalan Berivanlar (süt sağan kadın), yüksek rakımlı yaylalarda otlayan koyunlardan süt sağmak için at sırtında zorlu bir yolculuk yapıyor….” haberini gördüğünde,  Ali’nin El;, Hüseyin’in Uso, Usen; Hasan’ın  Hesen, Haso;  Haydar’ın Heyder , Heydo, Güllenin Gılo; Lütfiyenin Lüto, Mustafanın Mısto, Mehmetin Memo  telaffuzuna alıştığın  ev damında çe Taluda;  çobanların ikindi vakti köyün dışında bir yere, mezreye; süt sağmaya ( beriye)  getirdikleri  malların sağım seanslarını kaçırmamak için  telaşlı   ’beppooo  geç kaldık, haydi gidelim (be! maşıma)  beri’ye’ sesleri duyulduğunda, çene İbrahimé  Alié   (Ali ağanın oğlu İbrahim’in kızı)  teyzen Fikriye’nin, çene Resulé Talu; amojın Fatma’nın,  peşinde koşan sen, çeneni yorup Fikriye’ye, çene Mehmet Şerifé  Alié Hatun ve Sara’ya,  çene Kamerî  Sofué İbrahimé Benevşa’ya,   teyzeli (xalı), halalı (Emıke (a) ) sesleneceğine hepsine– dağ çiçeği ismi olarak kullanıldığını da duymadığın– ‘Berivan ‘ demek  işine geleceğinden,  günlük konuşmada yer alsaydı  hayatta  unutmazdım  düşüncesinde; kimsenin aklında değilken varsa yoksa para,  satın alabileceği şeyler, arzulandırma, arzular  üzerinde yürüdüğünden  artık ne public, ne de halkla ilişkisi kalmamış inanılmaz  bir PR (public relations ) çalışmasıyla !!!! rahatsızlık verdirmeyeceği  resmi ideolojiyle  uyumlu, Türkiye Kürdistan’ına otantik bakış açısı denemesine girişen  arabesk piyasasının; Sibel Can’la ülke  gündemine arzı endam ettirdiği, sesi güzellerin ‘hadi patlat bi….. dinleyelim’ kabusu, popülerliği sonrasında; ‘süt sağan kadın’ dışında, Google’da görselini göremediğin ama    “kayalık yerlerde yetişen ve etrafında hiçbir bitkinin yaşamasına izin vermeyen bitki türü”yle   tanımlanmış  Berivan ’nın anlamıyla ilgili   spekülasyonlara ‘ ben ne etrafımda, ne de ev damında tek kişiden duymadım,  biz Zazaca da hiçbir zaman süt sağmaya giden kadına  Berivan demedik, Kürtler demiş olabilirler’le ömür boyu dertleneceği  dışlanmayla kendini, sülalesini  Kürtlerden  virgülle ayırmayı  ihmal etmeyen annenin beyanı  karşısında;  yıllardır birbirlerine en fazla 300 metre uzakta yan yana yaşadıkları, ortak pek çok kelimeye sahip aynı dilin farklı lehçelerini konuşanların bile aralarında  bir kelime ve  anlamıyla ilgili  mutabakata varamadığı bu topraklarda; dünya kadar mesele orta yerde durur ve de hiç gereği  yokken tehcir  öncesinde 15 hane de 80 Ermeni’nin yaşadığı , 1900’ler de  10 Ermeni,  30 Kürt hanenin varlığından bahsedilen, 1965’de 464 nüfusa sahip,  Emeran, Ameran, Amaran, Amoran,  Hamaran da  denilmiş, kayıtlarda  1912 yılında Amarak, 1928’de Ömeran yazılı köyün,   1967 sonrası Onpınar ; Kalamaki’nin Kalkan; Makri’nin  Fethiye;  Nif’in Kemalpaşa; Parsa’nın  Bağyurdu olarak   değiştirilmesine bakıp,   Batı dan Doğuya, Kuzeyden Güneye,   genellikle de  Kürt  yerleşimlerinde; köylerin çoğunun   Ermenice  isimlerinin; bir coğrafyanın haktan,  adaletten, geçmişe, değerlerine  saygıdan, sevgiden  habersiz acımasızlığını,  yıkıcılığını, demografik yapıyı  alt üst etmesini  karakteristik özelliği yapacak kibirli ulus devlet  yönetenlerinin, destekleyicisi yazarlarının, medyanın sürekliliğini  kesintiye uğratmayarak, mensubu olduklarının dışındaki her milletin, dinin, mezhebin folklorik zenginliğine,  türkülerine, geleneklerine,  kültürüne, yemeklerine, isimlerine uyguladıkları  “Güneş Dil Teorisi (1935)” perspektifinde  ırkçılık, tehcir, asimilasyon yüklü  anti demokratik, anti vicdani politikalarından “Türkçeleştirme”yle,  Onpınar gibi on farklı ismi olmasa da, bir köyün en az üç isimle anılmasının çocuk akılda yaratacağı bulanıklık tabii ki umurlarında olmadığından, sırf Türkçeye benzesin diye eğitim, kültür düzeylerine, hoşlarına giden kafiyeli ses uyumuna ya da ailelerinden duyduklarını harf topluluklarına dönüştürerek uydurdukları, Türkçede bile anlamı bulunmayan isimlendirmeleri büyük  marifet, devrim sayanların,  onca yaşanmışlığı bir anda  sıfırlayan,  her  isim değişikliğinde yerleşim yerlerinin bir kez daha… yine…yine…  yeniden fethini  zaferle taçlandırmanın  resmi  geçitliğinde;  ölümün, tecavüzün,  acının, vahşetin, tekerrürüne…Vandallığına karşı durmak herkesin  boynunun  borcuyken; ümmetin ümmetliğinden hesabını sormadığı; savaş, salgın, kıtlık, pahalılık, seçim, darbe, göç  vari herhangi bir sebep öncesi, sırası ve sonrasında; bozulan siyasal,  ekonomik koşullardan ötürü toplumda  karmaşa,  boşluk, düzensizlik hakim olduğunda, işler iyiye gitmediğinde, sistemin  egemeni güçler sorumluluğu üstlerine alıp gereğini yapacaklarına, çözüm üreteceklerine; başı sıkışan tüm otoriter, faşist yönetimlerin başvurduğu   belirli bir etnik köken, dini inanç, ideoloji sahiplerini hedefleyen militarist, hamasi söylemlerle kışkırttıkları kitleye  taşlı, sopalı  saldırı, yağmalama, linç,  talan, yakma, yıkma  içerikli her türlü öldürme, maddi hasar verme kastıyla şiddet  uygulattıkları   dünde, bugünde ve dahi yarında geçerliliği yitmeyecek  yöntemlerden, kayıtlara geçen tarihin  ilk pogromunu;  1881 yılında İmparator II.Aleksandr’ın öldürülmesiyle  tahta çıkan,  beceriksizliğine karşı oluşan  öfkeyi, hoşnutsuzluğu kendinden, yöneticilerinden uzaklaştırıp dikkatleri başka kesimlere yönlendirmediği takdirde tahtını,  gücünü  kaybedeceğini hesaplayarak yarattığı hayali  düşmanı…düşmanlığı   ete kemiğe  büründürmek uğruna – tıpkı 34 yıl sonra meydana gelecek İstanbul’un güzide, elit  Beyoğlu, Florya, Nişantaşı  semtlerinde ve  Anadolu’da yaşayanları  galeyana getirerek  yıllarca içten içe zengin yaşam biçimini kıskandırtan  duyguları köpürterek aynı işi, apartmanı, bahçeyi  paylaştıkları komşularını katl ettirten, mallarına el koydurtan,  ibret olsun diye  meydanlarda  sallandırtan, kadınlarına taciz, tecavüz ettirten Ermeni Tehcirini, 6/7 Eylül olaylarını, Aşkale Çalışma Kampına sürgünü tetikleyen –siyasi, ekonomik başarısızlığını üzerlerine yıkarken,  geçmişte  İsa Mesih’in çarmıha gerilmesinde sorumluluk da  atfettikleri,   ticaretle uğraşmalarından,  zenginliklerine irriteliklerinden  dolayı  da  geçim sıkıntısındaki  fakir,  sivil halkın desteğini kolayca alacağını da  bilen saray ve çevresinin gazete manşetleri, el altından yaydıkları asılsız rivayetlerle; II.Aleksandr’a suikast yaptıkları söylentisine; atılan yemi gagalarken arkasından  yumurtası alınan tavuk misali hiçbir şeyden şüphelenmeden inanıp, sonucunu düşünmeden,  devlet mekanizmasının arkalarında duracağından emin kitleyi harekete geçirip  700’ e yakın köyde, kentte kadın, yaşlı, çocuk demeden onlarca  Yahudi’nin  sistematik   katlini III.Aleksandr’ın  planlayıp  gerçekleştirdiğinden Osmanlı İttihatçıları bilmiyorlar mıydı ??? İttihatçı borazanı haline getirildiğinden,  askerlerin başına gelenler Payitahtta duyulmasın diye gerçekle alakasız,  ordunun Kafkasya’ya  muzafferce  ilerlediğine dair yalan beyanda bulunan başta Tanin,  gazetelere, mecmualara yayın yasağının, sansürün  uygulandığı I.Dünya Savaşında, Sarıkamış Harekatında  80 bin askerin donarak telef edilişinin bahanesi,  izahı için yaratılan suçlular, düşmanlar; Müslüman olmayan azınlıklar; Rumlara  sonrasında tehcir  edilen Ermenilere, Süryanilere yönelik “Memalik-i Osmaniyye’de Ermenice, Rumca ve Bulgarca, hasılı İslam olmayan milletler lisanıyla yad edilen vilayet, sancak, kasaba, köy, dağ, nehir, ilah. bilcümle isimlerin Türkçeye tahvili mukarrerdir”le “özgürlük, kardeşlik,  eşitlik” şiarını iteleyip, terör dönemini örneklediği Jakobenciliğiyle gururlanan kendisini; ‘yaratmasaydın’direnciyle işin içinden çıkılacağından,  otoriterliğini, egemenliğini yalnızca yaratmanın sağlamayacağını tahminlediğinden, üzerlerinde sonsuz güç kuracağı bir nevi Anayasa işlevi gören Kutsal kitaplarıyla  belirlediği kurallarına, ayetlerine uymayanlara yağdırdığı cezalarını‘istediğim gibi olsan… davransan,  kitabımda dediklerimi uygulasan…yapsaydın, sınavımdan geçer, başına bu kötü olaylar  gelmez, mutlu mesut yaşardın’la  kılıfıyla,  haklılığını da savunduracağı onlarca katakulliyi, kötülüğü, entrikayı  piyasaya arzdan   geri kalmayıp böylece  başlarına gelenlerin nedeni gördükleri yaptıklarından, davranışlarından dolayı kendilerini suçlu hissederek, bunalıma düşecek kullarını ötekileştiren,  düşmanlaştıran  Tanrı’sının  yeryüzü temsilcisi sayan çağına damga vuran  müesses nizamların  egemeni  yönetenlerinden  Padişahların , Sadrazamların onca ittihatçı Enver Paşanın dokuyüzonaltı yılı ( askeri yazışmalarda  karışıklığa meydan verdiğinden  altı ay sonra yeni bir emirle iptal edilerek durdurulan) talimatnamesi yayınlandığında,  Kraldan çok kralcı kesilip “Ülkemizin sahibi olmak istiyorsak, en küçük köyün adını bile Türkçeye çevirmeli ve Ermenice, Yunanca veya Arapça biçimlerini bırakmalıyız. Ülkemizi ancak bu şekilde kendi renklerine boyayabiliriz”  yazarak, yaşadığı memlekette, kendinden  önceki;  medeniyet…bir kültür kurmuş devamı nesillerle, atalarıyla o toprağın…o şehrin…o kasabanın…o  köyün  geçmişi, tarihsel dokusuyla, yaşanmışlığıyla bağını kesen  hoyratlığını, gelecek nesillere  sirayet ettirerek Türk, Türkçe,   Müslümanlık, Sünnilik  dışındaki  uluslara, dillere, dinlere, mezheplere, kültürlere,  ibadetlere daha pek çok şeye  karşı azdırılan  düşmanlık, nefret tohumlarını diye  devam edersen şayet  yazmaya sen; dini bilgiden yoksunluğuma karşın, herkesin bildiğini bildiğim,  bir  kadına  vahiy gönderip  peygamberlik vermeyerek halife, imam seçilmelerini de   önleyen cinsiyet ayrımcılığında; önce Adem’i, kaburga kemiğinden de  Havva’yı yaratan ötekileştirmesiyle ataerkil,  erkek egemen toplumun temelini atan…kuran…yaratan; yönetimindeki  cennette sessiz, sakin oturan Adem’le, Havva’yı cennetten kovdurmak için sadece kendisinin  bildiği bir gerekçeyle belki de rutinine, can sıkıntısına aksiyon, heyecan katmak amacıyla, bugün olsa elma bahçesi sahiplerinin  diğer ; narenciye, nar, muz  bahçesi sahiplerini piyasayı ele geçirmek için  işbirliği yapıp  komplo düzenlemekle suçlayacakları;   ‘ ağacından koparıp  sakın  tatmayın  yoksa’ tertipli yarattığı elmayı  yasaklama  tuzağının tarafı da yaptığı; muhtemeldir ki kolayca baştan çıkardığından tüm meleklerden  daha güzel, çekici  olma olasılığı yüzde yüz;  kapsama alanı dışında bırakıp sonrasında  kötülüğe  sevk edecek caziplikte  onlarca nesneyi, şeyi önlerine sermekten geri durmadığı bu dünyada,  sürekli tetikte kalmalarını gerektiren  sınavlı, büyük ödülü cennet olan  öbür dünyalı yaşamı dayattığı kullarının; Kutsal  kitaplarına  uymalarını,  isteklerini yerine getirmelerini sağlayacağından, yaratması  gereken bahanelerden  “Demokles’in kılıcı” şeytanın  “sana sonsuzluk ağacını, çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?” sözlerinden Havva’yla sınanacakları değil cennette yaşayacakları algısıyla kuşkulanmayan, kırmızı kabuğunun güneşte altınmışçasına  parıldamasının sihrine kaptırtarak yasaklı  elmayı  yemeye teşvik edip sonrasında  Anayasası Kutsal  kitabına, ayetlerine itaatsizliğini ‘elmayı  yedin, uymadın yasağıma’yla sorguladığında, mızmız çocuklar gibi Havva’yı gösterip ‘valla, billa  benim suçum yok…o verdi, ye dedi, ne yapsaydım’  saflığında   “eyyy  Adem’e”  ilk  ispiyoncu kul ödülünü takdim eden Tanrı sayesinde; yüzyıllarca ta  Ortaçağ’da  din adamlarının “kara lekesini tüm kadınlara geçiren….tüm kötülüklerin anasıdır”  karalamasıyla Havva’yı öne sürerek istediklerini yapmalarına duvar ördükleri bir  yaşama, ayrımcılığa  maruz bırakılan,  mansplaining uygulanan kadınlara  ‘alt tarafı bir elma yedik bilader,  onu da  boğazımızda dizip, zehir zıkkım ettiniz ‘ fırsatı  da tanınmadığından   ‘nefslerine hakim olup da yemeselerdi, her şey çok güzel olacak mıydı? adaletinden sual olunmaz bilirim  de, ama elmayı bir erkek Adem yedi, bizim suçumuz neydi ki hâlâ dünyadayız? Sonrasında vuku bulan kötü cadının elmayı Pamuk Prensese de yedirilmesiyle gizli bir bağlantı mevcut muydu? İşlenen günahın yanında  önemsiz ayrıntı olsa da  yine de,  yenilen  elmanın cinsi de  merakımı celbetmedi değil; Jerseymac Summerred, Galaxy Gala, Golden, Fuji, Amasya’mıydı?’yı  sonsuza dek açıkta bırakacak kalıcı  durumun varlığında;  bu esna da okurlarından bir #aynachallenge bekleme hakkımı  da muhafaza eyleyip; bir gün kanepe de yan yana sohbet ederken öylesine, nerden aklıma geldiyse ‘ bal da aksa o ağaca  dokunma, aman ha yeme, sakın yapma’  ültimatomlu  diktatörlük  karşısında,  bence  Adem’le, Havva; tersine şeytan gibi dayatılana, totaliter bir yönetim anlayışına bayrak açmış, zincirlerini kırmış, isyan etmiş ilk devrimciler’ dediğinde Haldun’un ‘sen var ya, sen  pek  bi akıllısın… bu düşündüklerim günah, yerim de cehennemse  bunu düşünmeme sebebiyet veren beni, aklımı yaratan da Tanrı değil mi ?’yle cennette giriş biletini  yakmamış oluyorsun… ‘ alaycılığının nedeni,  akıllarında yokken allayıp pullayarak   gözlerinin önüne koyduğu ağacındaki  elmayı yasaklayarak tırmandırdığı  merakın işlettirdiği  günahı, bahane edip cennetten kovduğu kullarıyla gemlenemez kötülüğün, şeytanlığın,  arzunun, nefretin ilk tohumlarını da yeryüzüne eken, yaratan Tanrı’yı atlamış olacaktın ki müdahale ederek   hatandan  döndürdüm seni, eyyy benim daha şimdiden Alzheimer belirtileri  gösteren  yazarcığım !  medeni, kentli davranışın göstergelerinden okkalı bir yüzleşmeyle, karşılaşılandan özür de dilenmeyeceğinden; tehcirli, etnik temizlik politikalarını katmerleyen taşralı devletin   tehdidi altında kalan güçsüz  bireyin, kentin, kasabanın, köyün hakkını savunacak,  illaki bir  muhalifliği barındırması gerekli içeriği   Osmanlı’da   boşaltılarak   resmi  ideoloji dışına taşması istenmeyen   aydın, entelektüel  kesimin oluşturulmasının  sonuçlarındandı işte,  1928’de Latin harflerine geçilmesiyle  uluslararası kullanımda adı İstanbul’la dönüştürülmeden önce  1927 yılında  Konstantinopolis’in geçmişinden geleceğe köprüsü sokak, cadde ve meydanlarına ait  6.215  ismin değiştirilerek Türkçeleştirilmesi de. Oysa  dini argümanlarla halkın  sömürülmesine katkı sunan  kilisenin, asillerin Ortaçağından; ilmin, doğa kurallarının dinle, sezgiyle çeliştiğini fark ettirdiğinden  sempati beslediğin her şeyin  şiirmişcesinei geliştiği; coğrafi keşifler, matbaa, Rönesans, reform derken bireyi, aklını, duygularını geliştiren  bilimi kutsayan Voltaire, Diderot, hümanist Rousseau’lu düşünce sisteminin  etkisinin yabana atılmayacağı Fransız İhtilali’nin, on ay süren kanlı terör dönemi ertesi gücünü kaybeden  kilisenin, soylu sınıfın  feodalist ilişkileri  sanayi devrimli, burjuvazili   kapitalizme evrilirken “inancıma hakaret edemezsin” direngenliğiyle  tarihe gömüldüğü sanılan  dogmaların,  yerini ne yazık  yeni, başka doğmalar alırken,  aklın, bilimin  öncülüğünde  her şeyin mükemmelini isteyen insanoğlu, kendini idealize ederek Nietzsche’nin “bütün tanrılar ölmüştür şimdi istiyoruz ki üstinsan yaşasın” muştusu  “üst insan”lı,  “ari ırk”lı  Nazizm  kisvesine girmeden, Yahudilere uygulanmadan çok önce, toprak  edinme ve  kaybettiğini  geri alma vizyonlu Osmanlı’da, 1908-1918 yılların da devleti yöneten   İttihat ve Terakkiden gelme Cumhuriyeti kuran kadrodan bazılarının da bilerek… bilmeyerek altına imzasını  attıkları, bu coğrafya da yeşertilen,  dünyanın da yapılanı    “faşizm” nitelemesinden önce  etnik  kırımın ilk uygulamalarından birine şahitlik edeceği Ermeni Tehcirini yaşatan  ideolojisi gereği   ancak  mizah konusu isim  değişiklikleriyle,  yasaklanan eski isimleri kullananların da bölücü,  terörist, hain   ilanıyla tutuklanıp, cezaevlerine  konulması,  20.yy da  başbakan yardımcısının  akıl çürümüşlüğünün  ötesi  “kadınsa o da iffetli olacak. Mahrem namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak, bütün hareketlerinde cazibedar olmayacak” konuşması…Noel yılbaşı kutlamak caiz mi? heykel günah mı?  kızla, erkek aynı okula gitmeli mi ???  sorgular bile hâlâ yalnızca öznesi değişen, hep yapıla gelen  “Van‘ın Çatak ilçesinde tarlalarında çalışırken operasyona çıkan askerler tarafından tartaklanarak bindirildikleri  helikopterden atılan Servet Turgut ve Osman Şiban  …” manşetli  işkence, katletme haberleri…eğitimli, mastırlı okur yazarlar,  koca koca paşalar, doktorlar, yöneticiler ve iş adamlarının tarikat lider(ler)ine himmet parası verecek biattın devamlılığından kurtulmayan vatanında, oniki yaşındaki kız çocuğuyla ilgili her haber, her on iki yaşındayım diyen kız çocuğuna bakış ‘ aman Allahım ! annem bu kadarcıkmış evlendirildiğinde daha göğüsleri çıkmamış’ kahrını yaşattığından, 12 yaşındaki kız çocuğuna cinsel istismarda  bulunan tarikat liderleriyle fotoğraf çektirmiş siyasetçileri, devlet adamlarını  gördükçe insanlık Ortaçağ’ı deneyimlemedi mi? bedbahtlığında,  farz et ! keşmekeşinden  kaçırdığın, yetişemediğin güzelliklere hasret Kant’ın aydınlanma çağı parolası “ kullanma cesaretini göster”le vurguladığı     “akıl”la; içine atıldığın, tutulduğun  karanlıktan çıkarak,  kendinin,  ülkenin kaderinin  daha güzel yapılabileceğini gösteren  onlarca örnek, olgu, olay da duruyorken  karşında, karşısında   akılı, bilimi, felsefeyi  bir yana bırakarak Ortaçağa dönüşten  zevklenen yaşadığın coğrafya  Ortadoğu’nun otoriter yönetimlerinde… toplumlarında  her şey bu kadar mantık, akıl dışıyken yine de mantıklı bir neden aramadan duramayanlardan biri olarak,bunca korkutuculuğun…zalimliğin, yoksunluğun ortasında;  daha  ooof of neden ? neden ? Youtube’da  orda burada  yayınlanan Podcast videolarda dilendirilen onlarca felsefei kavram “Stoacılık, Panteist, Sofist, …, “  özümsenerek; uşağından sık sık kulağına “memento mori; ölümü hatırla.” fısıldamasını istemiş İmparator Marcus Aurelius’un olabilecek en kötü senaryoya kendini hazırlamak amacıyla her sabah uyguladığı “gün ışıyınca kendi kendine şöyle de: bugün meraklılarla, vefasızlarla, kaba, kıskanç, bencil kişilerle karşılaşacağım..” üzerine inşa edilen  ya her şey ters giderse? “ negatif görselleştirme”  tekniğini uygulamaya çalışan  milyonların tersine akşama kadar aile dahil  dört bir yandan saldırı altında;  yaşamın ayrılmaz parçası kılınmış;  en olmayacak – polis kapında “buyurun karakola”– uç  kötülüklerle  karşılaşılabilindiğinden kimsenin kurgulama, senaryolaştırma zahmetine girişmeye gerek duymayacağı bu diyarda, Varto da değil de mabedim Proust’cumun  Paris’inde doğmamışım “sanki” yi düşünmediğin günlerde; dört,üç,  elinde  “dört, üç, iki dil, bir bavul”;   aynı mekanlara, aynı şeylere, nesnelere, hislere ait onlarca farklı  ismi, kelimeyi, sıfatı  anlamlandırıp  bir yere oturtmaya çalışırken, suyu hiç kesilmeyen dedenin çeşmesinin  başında ‘Nade, Lol(u)ıjlar çok mu kötü, ne yaptılar ki’ konuşmanı gülerek izleyen  teyzen Fikriye,  anneannen;  çene Küçükağa (çéna axayé gıjî) güneşte ışıl ışıl parlayan alüminyum bakraca,  güğüme su   doldururken  sırasını bekleyen kadınlardan bazılarının seni işaretleyerek ‘waye…vaye, pirika, maye mi, gıle çene Küçükağa  a bu kimdir ?’  ya da ‘mala geç kaldım’ın  hızlandırmasıyla yürüdüğünden, yetişemeyip arkasından koştuğunu görenin ‘eree güneko (yazıktır), dur biraz, yavaşla’  ihtarına aldırmadığını görünce,  rüzgardan, suya girip çıkmaktan yanmış morumsu, çatlak derili eliyle, elini tutup  ‘çenek, dayemi, yavaş, ben  götürürüm, koşma ’ tavsiyesine  nefesin kesildiğinden uyup  birlikte gittiğin “beri” de  beklemediğine kızdığın teyzen Fikriye’nin yanına uğramayıp, bazen tam sağarken o zamanda  iltihabi bağırsak sendromu belirtilerinden  olduğunu bilmediğin keçinin, koyunun  leblebi tanesi  dışkısıyla doldurduğu köpüklü  sütü yanındaki, plastik yoğurt kapları çıkana kadar gün yüzü görmeyen  bakracın üzerine örttüğü tülbentten, leçekten  geçirerek temizleme işlemini yapan adını bilmediğin  ama ‘nasılsa köydeki herkes gibi bu da ya teyze, ya hala, ya gelinlerden, akrabalardan hatta kuzenlerimden   biridir’  güvenindeyken  ‘ çeneka, dakıla  hele sen, kimlerdensin ?’ merakını  konuşmaya dahil olacak  üçüncü kişinin   ‘çéna Kemalé Resulé ağaé …’; ‘ toruna Efendi(é) ye… beğe’  ya da (çene waye  ma ) benim kardeşin kızı, teyzem  kızı’ açıklamasının yerine  bir gün kendin  ‘çene Küçükağanın  torunuyum… çene Turnaé, çene Kemalé’yle kendini  tanıttığında  ‘keşke öyle bir yer olsaydı’    insana, haklarına biçtiğin değerin, sevginin, saygının, başarının, başarısızlığın,  iyi niyetin kriter alındığı uygar, medeni  ilişkiler ağında kimsenin sallamayacağı ama  maalesef  ülkenin gelişmişliğine göre  ömür  boyu muhatap olunacak –niyeyse  birbirine sıkı bağlarla bağlı  bir topluluğun, toplumun, bir ailenin   ancak milliyetçilik, ırkçılık, din, kardeşlik, kan bağı   tutkalıyla   sağlanacağına inandıklarından  sistemli  bir şekilde her safhada iyi  insanlığı, vatandaşlığı özellikle  “din” ve “vatan” sevgisine etiketleyip “çarşı pazar pahalı , asgari ücret artırılsın”, ‘resmi işlemlerde bu nasıl bir karmaşadır her şey sadeleştirilsin’ istemlerine dahi  “dikkat !!! fazla konuşuyorsun,iş  vatan mevzusuna gelir o zaman yanarsın…” abası altındaki sopa da oldurulacak koruması kollanması, parçalanmaması  adına sistemlerine muhalif onca Sabahattin Alilerin, Mumcuların, Üçokların, İpekçilerin , Özgürlerin, Aydınların, Dursunların  öldürüldüğü, Adnanların, Denizlerin, Erdalların asıldığı; sağcısından solcusuna, darbe yapanların, destekleyenlerin de  iteleyici güdüsü   Hrant Dink’in katili Ogün Samast’ın eline Türk bayrağı tutuşturan polislerle birlikte çekilen fotoğrafın  ana teması “… toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez”; “mevzu bahis … gerisi teferruattır” aforizmalarında ki  “vatan” kavramında yok edilişi yetmezmişçesine bu defa da –bir kere bile gitmese de,   yaşamasa da doğduğu yer,  sülale, aileyle tanımlanma, konumlandırmayla kendisinin, kişiliğinin, karekterinin   değil, kimlerden olduğunun önemsendiğini  yüze vuran “nerelisin ???? kimlerdensin ????”de  ki “ler” çoğulunun içinde artık ne  özneliği, ne  nesneliği,  ne de özgürlüğü kalmamış; uğruna savaşılmasını sevdiğini bildiklerinden olsa gerek Tanrı’nın vereceği  düşmanı yenecek  iman gücünü çanta da  keklik sayıp,   yöneticilerin kararını verdikleri savaşlarda ölen evlatlarının “vatan”ın yanındaki   ‘teferruatlığıyla’  övdüren,  anda artık uyarladıkları  “mevzu bahis paraysa vatan teferruattır” cıngıllını rehber edinmiş silah, cephane yığan, faili meçhul cinayetler işletmekten çekinmeyen, haraççı, gaspçı, şantajcı, tarikatçı mafya, ihale  çetelerin ciritliğine susmayı; Sakarya’ya fındık toplamaya giden mevsimlik tarım işçilerine Kürt kökenlerinden dolayı  “it sürüsü” hakaretini edenlere, telefonu  Kürtçe  müzik çalanı ya da Kürtçe konuşanı  “burası Türkiye, burada Türkçe konuşulur”la  linçleyenlere  dokunmamayı;  teknolojik, bilimsel gelişmelere adapte de zorlandıklarından “ne güzeldi bizim zamanımız’ yalanında değişimi…değişmeyi reddettiren  zihniyetin yaratıcıları inanmayacaksınız ama –zaten ne yapıldıysa, yapılıyorsa hep bu inanılmayacağa inanılması yüzündendir– böylece  Cumhurbaşkanından,  Başbakanına , tüm siyasi parti liderlerinden  genel kurmay başkanlarına, yüksek yargı mensubuna, üniversite profesöründen,  gazeteci, yazar, düşünür, sanatçı  kimliği taşıyanların, herkesin büyük ihaneti;   daima referans aldıklarını iddia ettikleri,  Atatürk’ün   hayali,  isteği  “fikri, vicdanı hür” bireylerin yetişmesini , ülküsü “muasır medeniyet”e ulaşılmasını engellemeleri;  yalnız vatanla sınırlı kalmayıp aile,  sülale içinde  de sirayet ettirilen  her kesimce biteviye tekrarlanan – var olduğu söylenen  Petrolun; yardığı dağlardan, tepelerden, ovalardan, yollardan, akışını değiştirdiği nehirlerden  akmadığı,  her 20,30,40,50,100 yıl sonrası şehirleri, kasabaları, köyleri, binaları yıkan, on binleri enkaz altında bırakıp, öldüren, hasarı  önlenebilecekken önlenmeyen 7.8’lik yer sarsıntılarını, depremleri meydana getiren fay hatlarıyla sarılı– dört bir yanı “ düşmanla çevirili”, “hiç dostumuz yok” –hoşlandıklarını gördükleri yönetenlerini pohpohlayıp,  isteklerini yaptırma da araç kıldıklarından   büyük devletlerin stratejik önemsizliğini rağmen  bile bile öyleymişcesine muamelelerine –  “ önem arz eden jeopolitik, stratejik  durumu gereği Türkiye’yi parçalamak, bölmek, Sevr’i dayatmak  için ” ,”dünya lideri olmayalım”  diye “her şeyi yapar doları yükseltir,  kredi notumuzu düşürürler“li  üst  seviyede kırmızı alarmlı tehlikeli bir  durumun  varlığından bahsettikleri  söylemlerinin sürekliliğinde bir korkutmayla, paranoid halde panik ataklaştırdıkları, sorgulama yetisini kaybettirdikleri bireye sonsuz biat telkiniyle de; kendilerini hukuktan üstün tutan  her şeyin, her sıfatın, her tanımın, her olgunun üstünde bir yere  koyarak putlaştırılan liderlerin gölgesinde,  her zaman , her dönemde  egemenliklerini sürdürmenin keyfindeyken; dewa ma Badan’da, Kasman’da, Emeran’da, Zenge(na)l’de  yalnızca erkeğine, erkek akrabalarına hizmetle mükellef yaşayıp yaşamamasının, haklarının  teferruatlıktan öteye gitmediği  sülale, aile  içinde  kimliği, kişiliği eritilen kadınların varlığından habersiz;  çocuklarından, eşlerinden, dostlarından daha çok parasına, evine, arabasına, değer veren pek saygıdeğer  “Hatırla Sevgili”li beyaz Türk elitler ’yahu sene olmuş bilmem kaç, onlarca badire, savaş atlatılmış, faşizm geçmiş dünya üzerinden koca İmparatorluklar, SSCB  yıkılmış hậlậ ekonominin  siyasetin odağını  insanın kendisi,  hakları, refahı,  eşitliği değil de;  deden kalma vatan, ülke, din, etnik kimlik yapmışsınız. Bugün varlığınızdan  hoşlaşmayan  siyasal İslamcı  AKP’yle, lideriyle, kadrolarıyla egemenliği, kastı, iktidar olanaklarını paylaşmak zorunda kaldığınızdan yerdiğiniz dünde size gösterildiğinden  üzerine laf söyletmediğiniz ülkeye armağanınız biatçılığın “şunu da yap ölmezsin ya!” cümlesiyle aynı  manada, her alana sirayet ettirilen ‘söz konusu; mevzu bahis olan sağ, sol fark etmez  örgütse…dernekse…tarikatsa… İslamsa…  Müslümanlıksa… Türklükse… aileyse… aşiretse… sülaleyse sen bebeğim ! hiçsin… ayrıntıdan mütevellit  teferruatsın ama bak  Türkiye Türklerin ha !  sen de ömrünün adaklandırıldığı,  arzularını yerine getirme,  derdini çekme, dayattığı  hayatını yaşama  mecburiyetinde getir, götür, dur, kalk‘ komutlu lüzumsuz efendilerin; makamlı yönetenlerin… liderlerin…. patronların… sülalenin…ailenin erkeklerinin  tahakkümünde  ‘öyle yordun… öyle bunattın… öyle yerin dibine koydun ki  beni’ bıkkınlığında  farkına varılamayan, keşfedilemeyen benliğin, yeteneklerin,  kıymetlerin de katili; her şeyin  bekleneceği  kötü kötü kazaklar, çoraplar, hırkalar örüp başdan  aşağıya geçirecek  yığın…yığın…yığınlarla dolu çevrede;  ‘kalabalık yurt ortamında;  geride bırakılan pisliği katmıyorum, ortak kullanılan bölgelerde ihtiyaçlarını aynı anda görme eğiliminde  herkesin  akbaba misali  tuvaletten, banyodan, mutfaktan çıkmanı  gözlediği  anlarda dahil,  az kaldı göçüyorum  dünyadan; bu yaşımda hala  tek bir gün  yalnız kalmadım, yaşamadım,  özlenir mi demeyin, ayna da yüzünün “nasıl”lığına bakacağı, yan odadan televizyonun sesini duymadan, kendini dinleyeceğin  sessizliği, tek başınalığı istemez mi insan? Ama, şimdilerde  gereksiz, boş trend  ‘sosyalleşmek  lazım azizim’  diye, diye  sürü halinde  ordan oraya,  AVM’lere gitmek, yemek yemek, kahve içmek, bowling oynamak, birbirine laf yetiştirmeye koşturmaktan helak edilirken,  evli olsan da partnerinin  özelini, sınırlarını, yaşam  alanını özgürlüğünü kısıtlamayan üzmeyen, daraltmayan, incitmeyen sevgi  ve saygı yüklü  sade ilişkileri ara ki bulasın’  iç sıkıntısında ‘Ayyüce ayrılmış ya’ – ‘saçına ne yapmış öyle, bu kaçıncı sevgili?’– ‘maaşı Euro alıyormuş …’– ‘yatakta çok iyiymiş…’–‘kocası tapuladı o makamı, her şeyi bedavaya getiriyorlar, görsen duba gibi olmuş ye,ye ,ye …’–‘Allahaşkına Youtube da şu parçayı dinle … sana attım şu tiktoka, videoya bak,  eğleneceksin ’– ‘akşam haberlerinde büyük bomba,  mafya babasından, iktidarı sallayacak  itiraflar’ –‘ ne değişecek?  yüzsüzlülükte tavan bu iktidara işlemez  top da, tüfek de ’   sesleri,  baş ağrıtan  uğultuya dönüştüğünde, saçma sapan  şeyler  anlatan durmadan açılıp kapanan sonunda aslına rücu edecek çoğu dolgulu dudağın; botoxlu, lazerli, silikonlu liposuctionlu  derinin çatlayacağı el elde, baş başta kalınacağı, ilk söyleyeni  bulsan, ele  geçirsen yeminlen  boğup hapis yatmamım  göze alınacağı; niye gerek duyduysa kişinin  kendisini  iyi, hoş, güzel hissetmesi için söylediği – niye mi gerek duymuştur? “ne kadar çok para döker, harcarsan, en güzel sen  olursun”la  dolgun, silikonlu, ıslak, nemli, şuh, davetkar’ özellikli gökkuşağı renkliliğinde çeşit çeşit  rujlar, farlar , BB’ler, yapay tırnaklar, kirpikler ( yakında yapay göz piyasaya sürülürse şaşma!),  saç boyaları, parfümler  üreten  kozmetik,  giyim, kuşam  şirketlerinin  pazarlama stratejisinden başka ne olabilir? – olmamasına mantıklı açıklama getiremeyecekleri söylemekten utanmadıkları en büyükkk yalanlardan ‘ çirkini yoktur, bakımsız kadın, erkek vardır’ motivesiyle  ‘elbet bir gün  beni bu kaşımla, gözümle,   seven bir kişi de  bulunur’  gömülerek  iyi hissetmek, beğenilmek, beğendirmek, beğenmek  için ‘ amanda bakım da bakım yapmalı’ koşumunda  kuaför, spor  salonu, estetik, güzellik  merkezleri  arasında  coşa da bilen,  bütüncül bakamadığından  ölesiye nefret edeceği  ya da  ölesiye seveceği bir ideale, ideolojiye, örgüte,  tarikata,  lidere, çevreye, kişiye ya da başka  bir olguya, şeye  inanan biatçı benliğin;  Karl Marx‘ın artı-değeri, emek sömürüsü cephesinden dünyayı algılamaya çalışan  gecekondu bebelerinin, soylularının ergenliklerinde,   gençliklerinde devrimci kimliklerinin kara sevdası; hiç bir katkısı yokmuşçasına gereksiz bulup   yıkılması, yok edilmesi için kıyasıya mücadeleye giriştikleri, bugünde   ‘keşke, gerçekten var olsaydı’ talepkarlığında   burjuvazinin, kültürünün, demokrasisinin hayata kalitesine, tarihe, çağlara  olumlu katkısının farkındasızlığında; hoş Osmanlı’da dini ulemanın da engeliyle her olumlu şey gibi  bilimsel, sanatsal, toplumsal  gelişimi  hızlandıracak  bir aristokrat kültürün (var idiyse de  sarayla,  İstanbul’la sınırlı kalmış) mimarı  Rönesans da  atlandığından, Cumhuriyet sonrası da; gözümün nuru Proust’cumun elimde veri olmamasına karşın kendisinden nefret ettiklerini bildiğine  inandığım  zarifliğinden, modayı takipleyen giysilerinden etkilenip  roman kahramanı Odette de Crécy ve Albertine’ nin giyim  tarzını benzettiği Kontes Greffuhle, “petit Marcel” seslenişiyle Proust’u sevmediği sır olmayan Kontes Laure de Chevigé, Clermont Tonnerre Düşesi Elisabeth de Gramont (yazar Natalie Clifford Barney’in sevgilisi), Madam Emile Straus esintili Guermantes Düşesi gibi  devrim sonrası isimlerinin önünde bir çok unvanı taşıyan, bazen ceplerinde  beş kuruş bulunmayan topluluk haline gelmiş aristokratların sosyeteye dönüşmesi öncesinde,  kendini aristokrasiye eklemlemeye çalışan James Watt’ın buhar makinesini geliştirdiği teknolojik gelişmeler ışığında üretim ilişkilerinin değiştiği,  fabrikaların kurulduğu,  ticareti kolaylaştıracak  demiryolu ağının genişlemesiyle feodal düzeni tamamıyla alt edecek  “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” güdüsüyle hareket ederek; Haussmann’ın yol, kanalizasyon, su şebekesi  inşasıyla  kasaba  Paris’in şehre dönüşmesine paralel bilim adamları, yazarları, müzisyenleri, ressamları, maceracı gezginleriyle bir bütün olarak her konuda egemen sınıf haline gelen; değişimden,  ranttan, moderniteden koca  pay alırken , çalıştırdıkları emekçilere uzun çalışma saatlerini  dayatarak sömürüde sınırsız  kapitalizmin  hırslı, aç gözlü ve de  gözü kara girişimcisi burjuvazinin; baskıcı,  sefahat düşkünü monarşiyi temsil eden Ortaçağ Kalesi Bastille hapishanesini 14 Temmuz 1789 da basan  98 ölü, 73 yaralı veren  Parisli isyancıların,  öldürdükleri monarşi yanlılarının  kelleleri takılı süngülerini havaya kaldırarak “hainler böyle cezalandırılır”la resmedilmiş bir çatışmada bedel ödeyeceği devrimini gerçekleştirip feodal değerlerinden kopamadığından kangrenleşmiş  ırkçılık eksenli bitmeyen baskı, sansür, savaş, ötekileştirme, ölüm  temelli  otoriter müesses  nizamı,  darbeleri destekleyen demokrasiyi, insan haklarını yerleştireceği tarihselliğini yaşamadığından  kendisini geliştirmeyip deforme olmuş, çarpık Avrupa aristokrasisine ait kültüre yamanarak medeniyet saydığı batılılaşmayı da giyim, kuşam  yüzeyselliğini  tarz algılayarak  yaşayıp giderken,  karşısında bulduğu batıya tezat yaşam tarzını benimsemediklerinin temsilcilerinden    Emine Erdoğan’la, Melania Trump’un  aynı karedeki fotoğrafını ‘ bak ! şu resme o da Cumhurbaşkanı eşi, bizimki de; kıyas kabul etmez biri Anya, diğeri Konya. En çirkin, en sakil kıyafet bizimkinin. Ne giyinse yakışmıyor,  olmuyor işte, silemiyor rüküşlüğünü . Bizimkinde Melania’ deki asaletin, inceliğin “i” sini bulamazsın  . Onun yerine ben  utandım… orta çağ, geri kalmışlık akıyor üstünden, rezil etti  bizi dünyaya…’  sızlanmacılığında,  partilerin makarna, kömür, kahve,  bez alışveriş  torbası, liderlerinin oyuncak, top, balon, şal, atkı  dağıtarak, çay atarak  oy toplamalarına öfkelenen ama devlet ihalesini, kömür, altın madeni işletimini nepotizmle, rüşvetle kapmanın, makarna, kahve almayla eşliğini,  aynılığını göremeyen çapsızlıkta;   edebiyattan,  sanattan, siyasette yenilemenin anlamından   bir haber ‘sadece zengindir, paraya para dememektedir o kadar işte’ tanımlı; resmi ideolojisini üzerine inşa ettiği  etnik köken, dine mensup, biatçılığından   makbul vatandaşlarına katlettirdiği,  vatanlarından kovdurduğu gayrimüslimlerin mal varlığını milli piyangoymuşçasına   dağıtan devlet  eliyle beslenip,  teşvik, kredi, vergi muafiyeti, ihalelerle  büyüdüğünden kendini var eden mekanizmaya    bağımlılığından  bir türlü ilan edemediğinden özgürlüğü kısıtlı,  sınıf olamamış,  Hawaii  desenli ,sonradan görme  Türk burjuvazisinin; bedavaya servet edinmesini sağlayan devletini biteviye kuralsızca soyma – hayır ! hayır  benim   dikkatli  okuyucum,  açığı yakalayamadın  aynı şey değil galiba 2008-2009 global krizindeydi,  Avrupa’da devlet desteği  alan burjuvazi sayesindedir sosyal devlet, demokrasi, fırsat eşitliği , Türkiye’yle karıştırma !– bilinen, bariz yeteneğiyken, aracılık, komisyonculuk hizmeti sunduğu küresel işbirlikçileri nereyi işaretliyorsa oraya doğru eğilen çoğunluktan ayrılıp; servetini riske ederek sınıfına ait değişimci  bilinçle gelir adaletsizliğini törpüleyecek eşitlik, kardeşlik, özgürlük ve  hukukun üstünlüğünü sağlayacak, tonca eşitsizliği gidermeye yönelik ekonomik, siyasal adımların atılmasına ön ayaklık etmek isteyen Osman Kavala, Cem Boyner, Sakıp Sabancı, Özdemir Sabancı gibi temsilcilerini de öyle,  böyle  bir yolunu bulup   devre dışı bırakan, devlet yönetenlerinin bürokrasiyle birlikte, menfaati için  muhafazakarlığı, mütedeyyinliği,  batı karşıtlığını savunarak kitlelerin gözünü boyayan; geçmişte ve bugün ve yarın evrensel  değerlerinden   yoksunluğundan  sınıfsal işlevini yerine getirmemesinin  Türkiye’nin başına neler açtığını…açacağını hậlâ anlamamakta direnen Sermaye Piyasası Kurulunu kınamakla kalmayıp,  sonrasında öyle olsun istediği için oldurulan ama cahil nitelemeyle yerdiği halkına da maddi, manevi tazminat ödemeleri gerektiğini bildiren İsveç’li  bilim adamı değil  İsveç’li  düşünür  hiç değil ; İsveç, batı (tendency) tandaslı – değişik dillerden etkilenip daha zengin bir dille konuşma, yazma  aynı anlamı farklı kelimelerle  ifade etmenin kimseye zararı dokunmayacağından,  böylesi   süsleme ya da espri  amaçlı, yabancı kelimelerin anlatımı güzelleştirmek için  değil de entelektüelliğini, kalitesini ispat amacıyla kullanma görgüsüzlüğü de tavandayken– herhangi  bir tanınmış sıfata sahipsizlikten düşündükleri, yazdıkları gaile alınmayacak Türkiyeli  isyancıların elebaşı olması  muhtemel aday  adaylarından  bu satırları yazan, düz mantıkla ‘ülkenin ayakları yere basmayan, öyle ki Facebook da kadın ayarlayacak  seviyesizlik ve vizyonsuzlukta ki  hoppa burjuvazisi   sanatsal, siyasal derinlikten uzak ve   kopuk lümpenlikteyken onu örnek alan, resmeden diğer sınıfların, kesimlerin, meslek erbabı; hamalın, berberin, bakkalın, öğretmenin, profesörün, albayın, milletvekilinin, fahişenin hoppasızlığı, lümpensizliği,  seviyesizliği imkansızdır önergesine onlarca yazar, besteci, ressam, fotoğrafçı, tasarımcı, heykeltıraşı etiketlediğini gören  edebiyat, sanat dünyasına katkıları inkar edilemeyecek  – dahi diyeceklerden değilim – roman    yazmış Fransız fahişelerin ??? şaşırmış  yüz ifadesini kelimelere dökmektense tam buraya iki elini de yanağına koymuş şaşırmış yüz emojisi koyup, yazında betimlemenin, imgelemenin yerini alacak  görselliğe bir kez daha  şans tanıyıp,   hatta romanın  bundan sonrasını yazmaktan vazgeçip  bilginin hap vari tüketildiği gelecekte…yarında  kimseler de kitap, blog okuma isteği…sabrı kalmayacağından belki sende bu romanı yazmayı bırakıp ‘güneşin soluk ışıkları karanlığı delerek girmeye çalışırken penceremden uyandım bu sabah’–‘bugün markete gittim, baktım bir kadın  peynir alıyor ama birkaç paket meğer 2 alana bir bedavaymış ‘– ‘Starbucks’taydım’ –‘arabam bozuldu’– ‘insanlar pek bir yavan’– ‘dolar  yükseldi’ – ‘Acun uçak, Hülya ada aldı, Ağaoğlu da adasını satışa çıkardı ama neden???’– “bak bu elbisemi Trendyol dan  aldım”–“ Zara’da, Morhipo’da %70 ucuzluk vardı halbuki’  falanlı, filanlı arka plan dağınık çalışma odan, kaloriferin yanına çöküp elde sigara, kutu bira “dışarıda yağmur değil, deli kar yağıyor” günlüğünü okuyormuşçasına; depresifliğin dibinde; sen üşüyorsun , ben üşüyorum; sen gülüyorsun, ben gülüyorum hissiyatında yaşanılanların, düşüncelerin, tanık olunanların on, onbeş dakikalık videolara sığdırılmasından ibaret log çeşitlerinden video-log çekerek Vlogger’liğe,  You Tuberlığa  taşı   diyemiyorum   zira handikabın teknolojik özürlülüğün bunu yapmana engel ayrıca her şeyden çabucak sıkıldığından her gün, her gün… absürt konu bulup, video çekmek ….hayır…hayır sana göre iş değil You Tuberlık, Vloggerlik…

…o yüzden sen !  devam et yazmaya, son ne yazmıştın? evet “fahişe”… önceki paragrafların birinde   “Baudalaire’ı Baudalaire;  Proust’u Proust   yapan Fransız yosmalara, fahişelere duyulacak minnet”  yazdığını hatırlayarak,  yok artık yine mi fahişe,  alıp veremediğin nedir?   anlamadık fahişelerle ? takıntı, başka bir şey değil  belli  ama niye ??  diyene bak sen, totale yönelik ; gözleri kısık, “boşuna dönüyorsun dünya ! okeyin ikisi de bende’ soğuk duruşunu “cool” sanan  yarı çıplak erkeğe tabi  salak kadın modelli;  Senden Daha Güzel, Bay Yanlış, Sen Çal Kapımı, Emanet, Aşk Mantık, İntikam, Esaret; sapkınlığının son kertesi Yalı Çapkını  türü;  orada yaşananlarla, o figürlerle  yoluyla  hiç  kesişmeyecek     dizileri izleye izleye sersem salağa yatmış;  benim TV’lerde trend topic (TT)  dizilere göre eğilimi,  algısı, tavrı değişen  okuyucum !!  az sonra   ‘fahişelere’ ilgimin nedenini öğreneceksin fakat ve  lakin;  klavye başında, başrol oyuncusunun inciği, cinciği, saçı başı  yanında; final yapıncaya kadar  az da olsa seni  psikoloji, sosyoloji konularında  araştırmacılığa  yönelten  “gerçek yaşam hikayeleri”  logolu popüler dizilerden   Kırmızı Oda, Masumlar Apartmanı ve  Netflix ‘in  “Bir Başkadır”ını  görmezden gelemem; ebeveynin ekonomik, kültür düzeyinin, aile  ilişkilerinin  çocuğun  kişiliğini  belirlediğini,  geçmişin ruhta bıraktığı yaralayıcı ya da mutlu  izlerin kolayca  silinmediğini; aynı ortamda,  aynı odada bulunmalarına rağmen aile bireylerinin konuşmayan, konuşamayan; görmeyen, görmezden; anlamayan, anlamazdan; duymayan duymazdan gelen  “bir başka” dünyaya sığınmalarına; istersen git dünyanın öbür ucuna master yap, bilimsel yeterliliğin, üç yabancı dilin olsun dön, gel memlekette, otur  bir lokantaya,  kendinden aşağı seviyede,  eğitimsiz gördüğün servis yapan  garsonla sıradan bir olay hakkında  ‘gördün mü yaptığını? adam değil ki’– ‘yok yok bizden bir şey  olmaz’  yılgınlığında  aynı  ortak yorumda,  düşüncede buluşturan,  birbirimizden   farklı, bir o kadar da aynılığına, kahramanlarından en az birinin televizyon seyredişini, oturuşunu, uyuyakalışını, temizlik yapışını  kendin  ya da yakınlarınla eşleştirip aynı ben… aynı sen… aynı bizim kız, oğlan…aynı komşum…arkadaşım… aynı babam aydınlanmasına izlenen bir dizi, film   sayesinde ulaşma, mevcudu  kavrama  garipliği  artık nasıl bir gerçeklikten kopma…nasıl bir yaşamı algılama… nasıl içinde yaşanılan koşullara, topluma yabancılaşma, kayıtsızlıktır  da deme sakın ! on yıl çalışsa alacak parayı biriktiremeyeceği  bir otomobil;  donuna kadar Avrupa’da üretilip, gemiyle getirilip üstüne   vurulan  “made in Turkey” damgasıyla  sergilendiğinde; Türkiye’ye de üretilmediğine    ortada fabrika  temeli  yokken bile  inanmayıp Türk zekasıyla gururlanan yoksullar da bir başkadır ama budur! Öylesine budur ki geçmiş de yaşanmış pek çok nahoş, gaddar, vahşet içeren   olayları  perdelemek için üstün çaba harcayan  çoğunluğun gerçek gördüğünü, algıladığını gerçek kabullenme,  ‘algılama’ yla tatmin  olduğu  mevcut sistem ve ilişkileriyle çatışmadan,  sürü içinde kaybolmanın  konforunda  ‘görüntü, gösteri, imaj her şeydir’  kazandırmasının bilincinde değer görenin  modern kıyafetler, modern mekanlar, sokakta yürürken elde taşınan bilmem ne marka kahve bardakları, sosyal medya profilleri, paylaşımları   yeterlidir de yine de – Kate Middleton, Bill Gates, Obama hatta Roger Penrose, Ivanka Trump taca atacak – en modern, en akıllı, en kültürlü, görüşlerine değer verilen, takip edilen  benim…biziz   yaklaşımda;  Kerem Bursin, Hande Erçel, İrem Derici,  Enes Batur, Danla Bilic, Dilan Polat, Jahrein’in  Oğuz Atay, Orhan Pamuk,  Genco Erkal, Spinoza,  Proust’cumdan,  Bach’dan daha popüler olduğu ortamlarda  kendisinin başarı saydığıyla övünen, beğenmediğini,  görmek, bilmek  istemediğini sosyal medyada engellemek,  onunla bir  araya gelmemekle  faşizmin başkasına  tahammülsüzlüğünü uygulayan, bir kez kendilerine, ebeveynlerine, ailelerine dönüp bakmadıklarından,  kaynağına inmeden sorun…sorunlar hakkında ‘bu Avrupalı çocuklara nasıl imreniyorum,  düşseler de ağlamıyorlar,  yemeğini bitirince tabağını  lavaboya koyuyorlar,  uyumlular da, havuz başında, kumsalda büyüklerini rahatsız etmeden sakince oturup oynuyorlar.Bir de bizimkilere bak!!!   incelik,  nezaket  hak getire,  her biri tek başına bir çete; her yerde bağır bağır, zırıl zırıl ağlıyor, küfür  ediyor tutturuyorlar; yok su, yok mısır, yok dondurma isterim, çözemedim bu işi ’  yüzeyselliğinde, doğru  teşhisten uzak  değerlendirmeler, paylaşımlarda  bulunurken  # “Avrupalı çocuk ve Türk çocuk arasındaki farklar “hastag’ini  açan da  bugünün post truth Türkiyelilerdir işte. Tamam,  nasıl bir anne babanın eline düşüleceği  şans, kısmet  ama Hesburg’un “bir babanın çocuklarına yapabileceği en büyük iyilik onların annelerini  sevmektir”, Nietzsche’nin “erkek evlat, babanın eksikliğini taşır” yorumlamasını tartışmaya açmadan devam edeceksek şayet, içinde yaşanılan  despot, erkek egemen anti-demokratik  devletin kadına davranışının, konumlandırmasının aynısının aksedeceği aile  ilişkilerinde de ; genellikle   görücü üslü  ve  çocuk yaşta  evlendikleri;  kendilerinde hatasız gördüklerinden her olumsuzlukta  ‘sen yaptın…senin yüzünden bu çocuk böyle, sen çıkardın tepemize bunları’yla suçu üstüne attıkları,   varlığını  görmezden geldikleri    psikolojik şiddet; sevgisizlik, iteleme, dayak uyguladıkları kadınların;  içi, dışı yıkık  dolaştığı huzursuz evlerde tatmadıkları sevgiyi, saygıyı, mutsuzluklarını yansıttıkları evlatlardan  huzurlu,   sakin , mutlu, uyumlu, nazik   olmalarını  beklemek; ancak  yüzleşmekten kaçınan  Ortadoğulu   birey düşüncesidir ki, yolun ta en başında hayal kırıklığına uğratmayan bir babaya tesadüf etmemiş, baş koyacak omuzu bulamamışken Ey Okur, gelgelelim senin  roman yazamaya kalkışmış bu pespaye yazarının takıntısı  Fahişe mevzuna; başı açık, türbanlı, çarşaflı, eğitimli, eğitimsiz ya da başka bir kategoride bulunmasının  paspas, temizlik  bezi   muamelesi görmesine engel olmayacak İslam coğrafyasında ki, hangi ülkede yaşadığının da önemsizliğinde, birlikteyken ”hayatımın anlamısın sen… senden önce hiç yaşamamışım ben…”i’  sarf eden, ayrılık sonrası  ”hocam,  nasıl yenge?  afiyettedir inşallah…”– ”bırak Allasen, çoktan unuttum o orospuyu… o fahişeyi”  yapıştıran yalnızca erkeklerin değil, Azerbaycan Ermenistan arasındaki çatışmada Azerbaycan’ın savaş propagandası için sosyal medyayı bloke ettiğini öne süren Ermeni  Kim Kardashian’ın paylaşımlarını, savunma hakkının olmayacağını bile bile ana haber bülteninde  “Kim Kardashian’ın kameralara göstermeye alışık olduğu büyük bir kaynağı var, yine aynı kaynağı mı referans aldı acaba?” seviyesinde !! çiğlikten uzak,  entelektüel üsluplu kadınların da  aralarında  bulunduğu çok…çok  geniş bir kesimde; ailede, işyerinde, okulda, partide, örgütte babası, annesi,  kardeşi, abisi, ablası, amcası, kocası,  arkadaşı  tarafından  yüzüne  söylenmese de  arkasından  bir kez olsun “orospu”, “fahişesin”    sıfatı  yakıştırılmamış,  hakaretini , küfrünü yememiş tek bir kadın yoktur, “varım” diye el kaldıran sen hanımefendi , sen  kesinlikle hünerli bir  yalancı… cidden de bir yosmasın. Bu arada naçizane bilgilendirme özellikle  19. yy Avrupa’sında  ev işi, çocuk bakımı, kendilerine  hizmet  dışında herhangi bir konuyla ilgilenmelerini  istemeyen –zaten de yüklenen  sorumlulukların altında dewa ma Badan, Kasmandakiler gibi  ezilmekten, yorgunluktan,  başka  şeylerle  ilgilenecek vakit  bulamayacak –  temiz  aile kızlarını, kadınlarını  eve kapatan erkeklerin;  birlikte  zaman geçirip, fikir alışverişinde bulundukları artı  cinsel ihtiyaçlarını giderdikleri  sanatla, politikayla ilgilenen, tiyatroya, operaya, baleye  giden,  kitaplarını hatmettikleri  Proust, Zola , Maupassant,  Fils’in  katıldığı edebiyat toplantılarını düzenleyen, pek çok yazarın, bestecinin, sanatçının hayata dair    derin  fikirlerinden de  etkilendikleri ilham perileri   adab-ı muaşerete haiz  kentsoylu fahişelerin edebiyat, sanat dünyasına katkıları takdire şayanlığını bildiğinden olmasın ‘yosmayla ilişkide  biz erkekleri ürküten sonra yoktur. İnsanların orda burada ayıplamalarına bakma !  dili  suskun ruhu,  bedeni diri  daha çok  tinsel kaynaklı bir karakter bence  yosmalar, hayat kadınları. Sadece şuh,  güzel olmak  yetmez,  farklı bir görüş, tecrübe de  ister yosmalık,   şayet çirkinse de   hal, hareketleriyle bir şiirle, basit bir sözle   ‘bir adam vardı bir zamanlar bana gelen,  böyle hiç konuşmayan ama bir ahhh derdi, anlardın derinlerdeydi  ’  hüznüyle    kapatır eksikliğini. Erkeklerin ne mal olduklarını, ne istediklerini bilirler ama sevgililer, eşler   gibi  zayıf yanlarını, istismar etmezler;  o yüzden vazgeçilmezlerdir,  düşkünlüğümün sebebi birincisi  “imkansız”  ya da “elde edemezsin beni” numarasına yatan kadınlar olmamalarındandır, ikincisi diğerleri gibi hemen sahiplenip ‘iki kişilik bir ilişki de  tek kişi yaşıyorsun o zaman niye benlesin’ triplerine girip ‘ acaba yanlış mı anladı? keşke demeseydim öyle… aklında  ne vardı, uğrasam mı’ düşüncelerine daldırıp  yormadıklarından  zaman da  farklı akar sanki yosmaların yanında;  yavaşça, demlenerek.Öyle bir bakar ki  içine  işler duygular; yıldızların  arasında umarsıca uçuşan kuyruklu yıldızlara benzetirim ben;  baki kalmazlar  insanın hayatında, dönem dönem girer, habersizce de çeker  giderler, illaki de. Belki  efkara  sebeplikleri de, bu coğrafyada ki  duygusuz, pislik erkeklerin varlığı..’ serenatlı, !  hiç bir şeyini saklamaz benden  diye yemin üstüne yemin edeceğim ahh be   Haldun; çenemiz yorulmasın diye kısaca  Li diye hitabımıza  ‘evden çıktım size gelene kadar karşılaştığım beş genç kızın en az ikisinin adı Leyla, erkeklerin mecnunmuşçasına, kızlarına bu ismi vermeleri de Allahlık bir muhabbet.Bendeniz şu anda bir kadına daha aynı isimle seslenemeyeceğim o yüzden  Mine’yi kullanacağım ki, bence bu isim sana daha çok yakışıyor,  ev halkı da teessüflerimi sunarın,  böylesine güzel bir isim dururken  it çağırır gibi “ Li” de ısrar etmeniz….’–‘ devam et, söyle söyle,  şahtır şahbaz eyle Li’yi, kışkırt , aile faciası yaratma durduk yerde’ çıkışına muhatap  muzipliğinin – ölümün sonrası öğrendiğim sırının yüzünden –  hiç de öyle yansıttığın  gibi olmadığını  anlayan  belleğimde,  sohbetlerimize ait anların netleşmesi; acaba yosmalara tutkunluğuna kendin gibi beni inandırdığından mıydı?….

….arkadaşım, kardeşim  dediğin, duygularını, düşüncelerini, sırlarını paylaştığın,  güvendiğin, sevdiğine, aldatmayacağına  inandığın kimse onu, her şeyini sen saftirik gibi açıkça ortaya sermediğinden   izin verdiği  ,  anlattığı ölçüde  tanıyacağını, kişiliğini , karakterini bileceğini ‘seni bilmez miyim?  tanımıyor muyum ?  iddiasının çürüklüğünü ve de  en yakın gördüğün  için  bile hep bir soru işareti, her şeyi yapabileceğine dair bir açık kapı  bırakmak gerektiğini Haldun’u kaybettikten sonra anlaman okkalı hesap sormayı ortadan kaldırdığından,   dertleşmek için kapısını çalıp ‘inanır mısın  yeni öğrendim. Yıllarca “aklı fikri yatakta, bir erkekle  tanışmaya görsün  sapık, hırsız, uğursuz  çıkabilir  düşünmeden, korkmadan hoopp yatağa atan seks düşkünü, hep de, problem,  problem ”  eleştirisini yaptığı   Çağla’yı tanırsın, evin kızı gibiydi  çok yakın arkadaşlardı Li’yle. Şimdi araları bozulunca  sırları dökmeye başladı meğer Li,  Çağla’nın bin beteriymiş. Hayır, ne bok yaparsa yapsındı  ‘neden kimse benimle birlikte olmak, yatmak  istemiyor , niye benim flörtüm yok ‘ karaları  bağlamasını da anlarım ama bunun için ağlamak ? ağlamış ya kimse beni istemiyor diye işte o beni çok… çok …şaşırttı  bizim  sesiz, sakin Li’mizin istekleri, düşünceleri konuştuklarıyla ne kadarda alakasızmış. Bin tane psikiyatrist, bir araya gelse de  Lise yıllıklarında  arkadaşların kişiler hakkında  yapıtığı  tahliller, tespitler kadar gerçeği yakalayamaz. Neden biliyor musun ? masumluk vardır ortada, art niyet yok,  gördüğünü, kişiliğinin ayrılmazı davranışını gizlemeyi akıldan  geçirmeden yazıyorsun. Geçenlerde bir şey ararken Li’nin, Lise yıllığını gördüm,  o günlerde  okula gidecek para bulamazken ‘ şuraya da, buraya da seyahat ‘ edeyim  aklımızdan geçmezdi onun için de    bir günlük bir tatil olmaya görsün bavul elde yollara düştüğünü görmedikleri halde ne yazmışlar biliyor musun  “ Evliya Çelebi soyundan geldiği de iddia edilmektedir. Sakin görünüşün altında canavar gibi bir mizaca sahiptir. Tek gözünü kapatmakla neyi ima ettiği hala anlaşılamamıştır.” İşin ilginci babam da tek gözünü kapatarak konuşur. San gıcık olmuşsa, beğenmiyorsa öyle bizim gibi eşeklik edip pat diye yüzüne söyleyip ilişkiyi zedelemez;  akrep gibi bekler…bekler en acıtacak anı bulduğunda sokacak gaddarlığını ta Lise’de  fark etmiş arkadaşları ama bennn…ooooo Çağla     ‘güya ben, ona göre kıskancım, bencilim,  takıntılıyım ya  acaba  bana yalan mı söylüyor diye çıktığım oğlanı  oturduğu Cafe de hiç basmadım ama Li yaptı.Az düşüp, kalkmadı  niyeyse oynak, erkeklerle  dolaşan hep Çağla, namus abidesi hep Li oldu. Demem o ki, sinsiydi, derinden giderdi, duygularını, düşmanlığını  belli etmezdi  ne düşündüğünü anlamazdın (içinden babam gibi diyorsun).Bana da  ansızın,  beklemediğin anda vurdu. Düşün Hasım’ın,  ki adam bildiğin gaydi’ –‘nerden bileyim,  Li ‘gecikeceğim  iş çıkışı Cafe Bien’e gideceğim, Hasım bekliyor’  derdi  o kadar, hiç oraya  gitmedim, tanımıyorum adamı.‘ –‘Doğru, sen hiç gelmedin oraya. Hasım’ın annesi vefat etmiş ikimizde evliyiz, daha boşanmamışım,  başsağlığına gittik. Adamın annesi ölmüş senin Li dönmüş  herkesin içinde ‘bu var ya bu  sevgililerine şiir yazardı’ diyor ‘özel’imi paylaşıyor ulu orta. Allahtan  Tekin  yanımda değildi . Tepem attı, öyle sinirlendim  ‘peki sen ne yapardın , onu da anlatsana?’  dedim. Kocası İsmet,  atıldı  ‘ Li ne yapardı ki?’  –‘kendisi anlatsın  ‘la  kapattım konuyu. Bildim ben, o an çizdi beni, kendisi başkası  hakkında konuşunca kötülük barındırmayan iyi niyet,  başkası onunla ilgili konuşunca  anında kara defter…aramız da düzelmedi o günden bu yana’ demese küsmelerinin nedeni de bilmeyeceğim zira Li ‘manyak ya , insanın peşini bırakmıyor, rahatsız ediyor, ruh hastası uzak durmak lazım, bir daha görüşmeyeceğim’ dediğinden, üstelememiştik bizde. Aslında;  ne iş yapıyorsun  dendiğinde  ne olduğunu, neyi  kapsadığını bilmemesine rağmen kimsenin de  dönüp  ‘ne yapıyorsun  mesela’  demeyeceğini bildiklerinden işsiz güçsüzlerin sığındıkları  afili mesleklerden ‘grafiker’ titrli;  kulağında küpe,  sonbaharda,  kışın sırtında parka, boynunda puşi,  koltuğunun altında okumadığına kalıbımı basacağım  Michel Foucault “Kelimeler ve Şeyler “, elinde Ludwig Wittgenstein “Defterler”  kitaplarıyla gezinen İsmet’le, Li’nin tanışıp  iki ay içinde evlenmeye karar verdikleri ancak Can’ın  ölümü sonrası  bir  gün sırf  ‘nasıl bir yerdi, acaba’ merakı için  gittiğinde  kimse  görmesin diye mi ?  sarmaşıklara sardırıldığından girişini, tabelasını görmeyip  önünden geçip az ileride birine sorduktan sonra tekrar geri dönüp bulduğun;  ortamdaki  namından, hayatında, ailende   estirdiği kötücül rüzgardan habersiz  salaş  biraz da tuhaflığından  büyülü atmosferinde pahallı  menüsüne rağmen;  peynir tabağı, özel sunumlu Akdeniz tostu,    seçeneği  fazla şarabın  memnuniyetinde,  erkeklerin %99’unun “karı, kız “,  kadınlarında “ cool erkek” kesme, bulma   için geldiğine yemin edilecek;   müptelalığı olası  New Order’den

  ‘How does it feel to treat me like you do?

  Sana senin davrandığın gibi davranılması iyi oluyor muymuş ?

  When you’ve laid your hands upon me

  Ellerini üzerime koyup,  Kim olduğunu söylediğinde’

 Blue Monday çalarken ‘aha ! ben bu simaları her gittiğim ortamda görüyordum bu vesileyle arayı  da soğutmadık ama kimseyle yarım yamalak  bir, iki laf bile edemeyeceğim’ duygusunda,  masa kapma yarışındakilere bakıp ‘Ankara’da başka bir seçenek  olmasa tamam, ama 50 metre yakınında zibille,  kaliteli konsept mekanlar;  Old Mariner Pub, Koala, Cafe Kish karşısında ışıl ışıl geniş ferah Bomonti Brasseri’e varken’ rahatsız demir sandalyeler üzerinde, doğru dürüst ısıtma mekanizması da kurulmamışken  buz gibi  bir o kadar  uyku  getiren,  loş  kıç kadar izbe  bahçesine tıkışma ısrarına anlam veremeyip, diğer mekanların ergenliğine tezat olgunluğa erişmiş bir duruşta,   gecenin geç saatlerine kadar  birbirini yıllardır tanıyan otuz yaş üstü  kemik kadrosunu ağırlarken, kırılan bardak seslerinin de duyulacağı,  sağlam miktarda  gay’e  ev sahipliği yapan, Konur’da  ki Mülkiyeliler Birliğine de giden ağır entelektüel abilerin, ablaların, hocaların  takıldığı  Bülten sokağın belki en eski, en köklü ve  en kuytusundaki barı – pencereden kızlarının yolunu gözleme alışkanlığından hiç vazgeçemeyen gecekondu zamanlarında  yaşansaydı  ‘geç kaldın… geç geldin’ öfkesinde    dayak  atıp ‘nerden geldiysen oraya git’le  kapıyı yüze kapatıp, eve almayacağı, her birine  bir dörtlük yazdığı altı çocuğundan   Li hakkında; haftanın en az üç günü gittiğini bilmeden;

 “ Birisi var Fona Bakar

   Sık sık bara, saza gider

   Aklına estikçe İstanbulla gider

   Sıkıldıkca pencereden parka bakar”

dörtlüğünü yazarak  sıkı fıkı olmadan  sadece  gözlemleyerek evlatlarını  annenden daha iyi tanıdığını kanıtlamış babanın,  yıllar, yıllar sonra  can ciğer kuzu sarması arkadaşı Çağla’yla arası bozulmasa senin de haberinin olmayacağı  Li’nin – Cafe Bien’de ki   maceralarını, dünde öğrendiğinde  ‘benim kardeşim bunları nasıl yaptı’   infialiyle karşılaman, bugündeyse  yalnızca şaşkınlık  uyandırması, sanki ‘yapmaz, yapamaz’la yüzde yüz kefilliğini üstlendiklerinin artık her şeyi, en olmayacak denileni yaptığını gördüğümdendi’ hüznünde olanları  anlattığında haklı olarak ‘ yahu, haydi diyelim Haldun’la  her dakika dip dibe değildin  o yüzden  yanıldın  ya  Mine Leyla (Li) ? yıllarca aynı evi, aynı odayı paylaştığın halde seni ayakta uyutan birinden bahsediyorsun, olacak şey mi.Hem bir dakika…bir dakika  bu düpedüz bir vizyonsuzluk, gözlemleyememe eksikliği,  otuz yıl aynı odayı paylaştığın kardeşinin arzularını fark edememiş, tanıyamamış sen, bu toplumun  nesnel ve öznel şartlar oluştuğundan ayağa kalkıp seninle devrim yapacağına inanmışsın nasıl bir ironidir bu ? Kardeşini tanıyamayan hiçbir şeyi doğru tahlil edemez ki, bu saatten sonra  Çağla’nın anlattıkları   hayatına ne katacak? Hiç,  olacakları  da değiştirmez   aptallığına yanmandan başka’ demiş yaşamında yer almasının  Haldun’un arkadaşlığıyla aynı tadı vermediği İlhan’a  itiraz edecek bir şey bulamaman  ‘önemli olan ben, değildim. Önemli olan koca, çocuk, torun,  akrabalar,  onların rahatlığı, mutluluğuydu, Kendimin hiç  değeri yoktu. Şu lekelerle dolmuş, buruşmuş, romatizmadan yamulmuş ellerimin  şekli şemali nasıldır, parmaklarım uzun, kısa  mıdır? yüzüm, derim kurumuş, çatlamış mı,   krem sürmek lazım mı?  diye bir gün ne baktım, ne de düşündüm. Kolay mıydı altı çocuk ? Lep demeden, leblebinin önlerine serildiği   bugünün anneleri  bunca kolaylığa bir çocuğa  bakamazken. Onlar hasta oldu, ben onlarla yatardım, hasta olayım, kızamık, kabakulak  oldum onlarla. Veliler toplantısına giden ben, hastaneye götüren ben, kuyudan su çekip getiren,  keseleyen yıkayan ben., yemek yapan, okul önlüklerini ütüleyen , yatakları toplayan , seren ben. Zaman mı kalıyordu yüzüme, ellerime, bacaklarıma bakayım. Hep insanların ihtiyacını karşılamak, babana, amcalarına, dayılarına, çocuklarına, evlenip gittikten  sonra da  onların çocuklarına;  torunlara  bakmak zorundaydım. Ne içindi bunca çalışma…emek,  bu kendini boşlayan  hizmetçilik? Boş emekmiş hepsi boşşş; çocuklar, torunlar yesin diye, seviyorlar diye  beş kilo undan gözleme, su böreği yapmış, lahana dolması sarmış, mantı açmış  bu eller,  şimdi kavanoz kapağını açamaz, dizlerim  merdiven çıkamaz halde. Ben insanlara hizmet ettiğimde; saçlarını taradığımda, boklarını temizlediğimde,  çamaşırlarını yıkadığımda, çayını demlediğimde, elde börek açtığımda, Zerfet yaptığımda; çocuklarına baktığımda, evlerini temizlediğimde, lavabolarını, yerlerini sildiğimde anaydım… ablaydım… yengeydim, Amojındım yapamıyorum ya artık ne anayım, ne ablayım, ne de yengeyim, hiçbir şeyim. Keşke yıllar evvel,  Mesut  bey gibi  biri çıkıp da ‘insan  vücudu  para gibidir, tasarruflu kullanmak lazım, ne kadar çok harcarsan o kadar erken bitirirsin, kıymetini bilmeli çünkü zaman öyle bir zaman ki , yaşlandığında emek verdiğin, hayatını adadığın çocukların, torunların, hiç  kimse yüzüne bakmıyor, yük kabul ediyor’ deseydi, uyarsaydı ya da ben; yetmişsekiz  yaşında dewa ma Kasman’dan şehre göç zorunda kalan  ‘yuvasız kuşluğuna’ ağıdına  üzüldüğüm çene Küçükağa’nın  başına gelenlerden ders çıkarsaydım. Halbuki  beni ikaz etmiş, anlamamışım. Hiç unutmam  Bella  doğduğunda annem bizdeydi,  ben Gilda’nın yanında, İncirli’de onların evinde kalıyorum,  bir hafta geçti  telefon ettim annemi banyo  yaptırın, sizde bana telefon açtınız   dediniz ki anneannem demiş ki ‘ Turna, gelmeden  başımı yıkamam’ . Bende yarın gideyim annemin başını yıkayayım dedim Gilda’ya. O gece,  sabahleyin gelecem, biz hastaneden eve gelmişiz,  kayınvalidesi de  gelmiş Gilda’nın,   omuzlarına  böyle  şal atmış, kuruluyor, kıkırdıyor.Akşam bir de bakım Gilda’yla kocası tartışıyor.  Gilda, kocası, Bella  aynı odada yatıyorlar ben de diğer bir odada, kızım doğum yapmış yardıma gitmişim ya annesi olarak. Tartışma niye? Cem bey  tutturmuş  Zere koyacağım kızımın adını. Babaannesinin adı mıymış ne. Gilda ‘da ben o adı istemiyorum, Bella koyacağım demiş.Tabii  Cem ne bilsin benim kızımın  istediği olmazsa hemen sinir kriz geçirir, genç kızlığından beri bu böyle. Gilda kriz geçirmiş yine  elini, ayağını, ağzını böyle sımsıkı  kapatmış. Girdim odaya öyle görünce  dedim ki ne oldu?. Bir şey yok dedi,  o bana dedi ki  annemlerin apartmanında bir doktor var,  çağırayım. Ya bunların yaptıkları… güya gazeteci üç gün olmuş eşin doğum yapmış, lohusa kadına bu söylenir mi?  sırası mı şimdi. Ailesi de geldi, doktor da  Gilda’yı  muayene etti, ellerini, ayaklarını zorla… dedi ki doktor ne oldu dedi bu bir şeye üzülmüş ki böyle. Kızım,  ben eşeğim o zaman dönüp desene böyle, böyle…Ben hiç sesimi çıkarmadım,  neyse doktor avucunu açtı, dilini açtı,  ağzını açtı  Gilda kendine geldi.Bende sabahleyin eve geliyorum, Gilda dedi ki gitme. Ben dedim anneanneni banyo yaptırayım, geleyim.Ondan sonra ben kalktım eve geldim, annem oturuyor gittim elini öptüm, böyle önünde oturdum, diz üstü… ellerini öptüm, ovdum  anne dedim kurban olayım  ben bu ellerine ama dedim ben seni üzdüm ama bir haftadır dedim,  bak dedim,  böyle de yaptım (bir tutam saçını tutuyor) gösterdim, bak  bembeyaz olmuş, ben daha yeni torun sahibi oldum.O  zaman kadın  bana hiçbir şey demedi şöyle saçımı okşadı ‘he yavrum he’ dedi ‘ sana bir şey söyleyeyim, biliyor musun  zaman her şeyin ilacıdır yavrum,  bekle de gör ‘.O kadar , başka da bir şey değil, bir  kelime ‘ zaman her şeyin ilacıdır yavrum dedi bekle de gör!’ o kadar.Ben elini öptüm, götürdüm banyoya koydum.Gördüm işte, annemin bir sürü torunları vardı görmüş, geçirmiş kadın tabii,  açıkça bana sonunu bekle dedi.Yavrum bu kadar sevinip  duruyorsun ama sonu da b..k demeye getirmiş ben anlamamışım  har…har… har tahtaları fırçalayacağıma, halıları kilimleri çırpacağıma korusaydım ellerimi, kollarımı, dizlerimi   en azından  şimdi elimi attığımı tutacak haldeydim. İnanmayacaksın belki  ama inan, sanırdım ki hep öyle kalacağım; el yok, ayak yok…bel yok her tarafım ağrıyor ya şimdi , bu hale geleceğim hiççç aklımın ucundan geçmedi; öyle hay- huy, hır-gür arasında, ne zaman bitti  çocukluk, gençlik ? ne zaman orta yaş oldum, ne zaman yaşlandım  fark edecek zamanım da  olmadı, bir baktım yetmişdördümdeyım..’ buralarda birinin mutluluğu bir diğerinin mutsuzluğuna bağlandığından, sahipleri erkeklerin; özgürlük getireceğini bildiklerinden ekonomik açıdan kendilerine bağımlı kılarak, pasifize  ettikleri  ev hanımlığında; pencere sildirip, çamaşır yıkatarak, beş saat  sürecek su böreği, mantı, içli köfte, yuvalama, analı kızlı, yaprak sarma yaptırtarak, lahana sardırarak ömürlerini tükettirdikleri; kırk yıl geçse ‘ elde bulaşık yıkayacağıma, bir makine olsaydı koysaydım  o yıkasaydı  bende kahvemi içip, azıcık rahat etseydim’i düşünemeyeceği biçilen rollerindeki nefes aldırmayan hizmetçiliğe adanmışlıkta dünyanın her yerindeki kadınların aynı şeyleri yaşadığını sandıklarından – cidden  malmışsınız kendiniz için kol kıpırdatmamışsınız’ zılgıtını çekecek ‘ne yaptın bu  güne değin’in sorusuna da  ‘çocuğa, kocaya, toruna   baktım;  ev işi, ütü, salça, konserve yaptım, hamur mayaladım, tutmaç, erişte kestim, turşu kurdum, dolaba kış için domates, fasulye, biber, bezelye, barbunya, sebze attım;  dolma biber, patlıcan kuruttum’  cevabını vermeyecek– nispeten özgür  Avrupalı, ABD’li  pek çok hemcinsinin varlığından    dahi   habersiz, dayattıkları  kalıpların dışına çıkışlarını da   yasakladıklarından  yeteneklerinin keşfini, gelişimini  de stabilleştirdikleri , kitleleri, farklı kesimleri  her konuda  razı edeceğini  bilen  toplum mühendislerinin çok sevdiği, hep başvurdukları   “vatan, millet,  devlet, din, Kutsal Kitap, Allah, Peygamber”  kavramının ardılı  “kutsal”a monteleyecekleri   “anne”likle, gözlerini  bağlayıp, kulaklarını tıkattırarak itirazsızlık ve memnuniyetlerini sağlayacakları kadınların, annenin ; emeğinin, göz nurunun    ‘annesin…anneydin doğurdun  tabii yapacaktın…’ değersizleştirilerek ‘yapmasaydın ben mi yap dedim’ şımarıklığıyla heba edilmesiyle sını içinde bulunduğu durumu eğer okutulsaydı ‘bir çok rotasında, isabet ettireceğim yerde  ıskaladığım hayatın genelde bana yaptığı bir eylemdi, teğet geçerken sıyırıp sonra “gel hadi yaşa” demesi’yle   ifade edeceği kırılganlığını, ötelediği arzularını bitmeyen…bitirilmeyen  hamallığını  ‘anne oldum diye günahkar mı oldum’ serzenişinde  yetmişdört yaşında,  anlamasına eşdi .Ellerini, yüzünü inceleyecek fırsatı bulamamasını ‘biri karnımda,  biri kucağımda, biri elimdeydi…ilk çocuğumu seni,  on beş  , ikincisini  onaltı, üçüncüsünü onyedi buçuk yaşımda doğurdum.Kırk günlüktün sen, dewa ma Kasman’dan Van’a geldiğimizde. A o baban işe gidiyor; sabah çıkıyor, akşam geliyordu,   amcanı da  getirmişti yanımıza okusun diye. Benden başka kim vardı ki evi temizleyecek, işi,  yemeği yapacak, çocuklara bakacak hazır çocuk bezi mi vardı? Çocukların boklu, kakalı  bezlerini yıkamak, kaynatmak o kadar zaman alırdı ki, gün doğmadan kalkardım işleri yetiştirmek için…’ büyük hedefin sosyalizmi kuracak devrimci   mücadelenin cevvalliğinde  atlayıp,  proletarya diktatörlüğünün altına  gömdüğün;  mevsimlerin  penceresinden  akıp gidişinin  şahidi  çocuk gelin annenin, büzülmüş ağlamaklı dudaklarında, gözlerinde birikmiş yalnızlık dolu  üzüntüsünü, yorgunluğunu annen  yetmişdört yaşındayken anlaman neyi değiştirir? Hani  ‘zeka denilen şeyin derecesi

hayatı, insanı etkileyen böylesi basit görünen oysa etkisi büyük durumları ayrıntılarını gözlemleyebilme, erkenden algılama  seviyesinde   fark edilir. Annenin  ezilmesini  biçareliğini göremeyecek kadar aptalmışsın, biraz  ağır oldu , safsın evet safsın sen ’ diyordun ya tanıdığından diyormuşsun Haldun ’ harbiden gözümün önünde  olanları göremeyecek,  kardeşim   Mine Leyla hakkında yanılacak kadar safmışım, ikisi de gizlemişler kendilerini benden, hem  hiç de  gereği  yokken, sanki ne yapacaksam ? Tamam da, neden  saf, iyi niyetli  olmamalıydım  ki? Biliyor musun kızım demişti hastane koridorunda saatlerdir sonuç göstermek için  doktoru beklerken yanına oturmuş annenin yaşıtı teyze ‘sen iyiysen insanlar da iyidir?’ –‘ teyzem, artık o öyle değil.Sen iyi olunca da, olsan da insanlar kötü ‘  iki saniye önce  dediğinin tam tersine yol alarak ‘ haklısın kızım, o zaman seni saf sanıyorlar, üstüne biniyorlar.Benim oğlan bazen bana kitap okur, bir yazar demiş ki insanoğlunda üç özellik vardır bir; yılan gibi sinsi, iki; kedi gibi nankör, üç; tilki gibi kurnazdır ‘  dediğinde, bak işte bugünde yapılana, olanlara  şaşırmayacağın  tecrübeye erişmeden çok önceleri yazmış yazarın biri…‘biz, biraz sonbahara benzemiyor muyuz?’  biraz bahar, biraz son, açılmış  kasımpatılar, yeşermiş çimenler  yanında dökülmüş, hayatı sonlanmış yapraklar, çiçekler,  birasını yudumlarken  yüzüne bakıp ‘bir  seni tanırım, bir de Meryem Ana’yı ama senin ’ bu  fahişeleri, pardona de mua  (Pardonne moi),  yosmaları anlatsana’ demen yok muydu? Bu yosma   merakın cidden  incelenmesi gerekli bir vaka. Tanımayan sanır ki sabah, akşam piyasada  iş kovalıyorsun’   kahkahalarının ardından ‘ ‘ne de iyi olur, bu işe alınsan, sayende dünyayı gezeriz’ sevincini açık ettiğin  turizm şirketin de iş görüşmesine gittiğimde..’ ahhh yaşanmaz denilen  bir dünyanın, ülkenin   varlığının   yaşanabilir  bir dünyaya, bir ülkeye bağımlılığında; belki  maddi durumu bizim aileler gibi  kötü olmadığından, harçlık veren meslek sahibi  ağabeylerinin bulunmasındandı Haldun’da ki ‘ daha içeri girer girmez ısınmadım, o kendini bir bok sayan, s.ktirli, göz kenarı çapaklı patrona, işe alsaydı da, iki güne kalmaz kavga ederdim.Ulan sen kimsin be! hasbelkader  paralı ,  sağcı bir ailede  doğmasaydın görürdüm seni,  diyecektim de, neyse, iyi ki almadı beni işe’ genişlikten, rahatlıktan eserin bulunmadığı 12 Eylül sonrası “ sakıncalı…anarşist…komünist“ damgası vurulan ‘devrim yapıp ülkeyi yönetecektik ya evim, arabam şunun bunum, peşinde koşmadık da ne oldu? halimize bak! açlığa ‘ iş olsun da ne olursa olsun’a mahkum edildik kimsenin umuru olmadı’   yıkılmışlığını  yaşayan biz, gecekondulu,  solcu  gençler ne çok iş aramış, ne çok  ‘yine olmadı…almadılar’  hüsranında  dibe vurmuş,  ne çok da  nefret etmiştik   sonucu hep  ‘biz size haber veririz’ bitmiş iş görüşmelerinden. ‘Bana kalırsa Asıl mevzu senin  çalışmak  istememen.Karl  Marx’ın “herkesten yeteneğine göre alıp herkese ihtiyacına göre verme ” kuramından çok önce İtalyan felsefeci Tommaso Campanella’nın  1602’de yazdığı  “herkesin ihtiyacı neyse sadece onu aldığı ”  ütopyası (Civitas Solis)  Güneş Ülke’sinde  doğsaydın,  yine de mutlu olmazdın çünkü  orda bile “herkesin çalışması esastır…her insanın günde sadece dört saat çalışarak geçirmesi yeterlidir ” kuralı geçerliydi. Annenler günlük sigara, bira paranı  verseler, poponu  kaldırıp da iş aramaya çıkmazsın sen ! Gülecek ne oldu  şimdi?’ –‘ ayyy nazik olayım diye kıç, göt yerine popo deyince, Turna teyzenin, annenin  pipiye blo deyişi geldi aklıma. Sünnet olacağım diye korkudan ağlıyor Mustafa,  annen ‘oğlum blo’ndan azıcık kesecekler’ diyordu, Oğuz’a dedim ‘bu blo ne?’ garip garip baktı suratıma ‘ blo işte ‘ anlamadığımı   görünce ‘çük, oğlum çük’ dedi.’ –‘  doğru, evet bizim evde  ‘blo’ diyorduk.  Yine konuyu değiştirmek için  işine geleni,  araya kaynak ‘blo’yu ekledin. Sadece sayende dünyayı gezeriz demedim ki’ –‘ doğru, şansa bak! dört ayağının üzerine düşmek diye buna denir, işyerin de  tam yosmaların piyasa yaptığı  cadde üzerinde. Artık akşamları iş çıkışı  ne olur bilmem de ‘ demiştin ama bilirsin ben fahişelere, travestilere  mekanlık etmeseydi de; seksi giyinen birine  ‘ne o Cinnah’a  mı çıkacan aksam ehe…ehe”  ya da parasız kalanlarla “Cinnah’a çık olm”  muhabbetlerinin odağındaki; sağında, solunda biz  gecekondu soylularına,  oturma hayali kurdurtmayacak, erişilmez gözüken dış yüzeylerine hayranlıkla bakılan   apartmanların, villaların; alabildiğine geniş, çim kaplı bahçe içinde farklı mimaride bir kaç büyükelçiliğin  ( favorim Almanya, İsveç’di);  ilkbaharda  Çevre sokak girişinde tomurcuklanan iğde, ıhlamur ağaçlarından, leylaklardan yayılan kokular getiren akşamın ılık esintileriyle  sersemleten, göğe yükselen envai çeşit ağaçlar, etrafındaki binalardan gizlediğinden, okulu kıran Çankaya  Liselilerin kapak attıkları,  ortasındaki   artık ne su,  ne de kocaman kırmızı balıklarının olmadığı havuzun kenarında  heyecanlı, coşkulu günlerin geçirildiği, 12 Eylül ‘de kapısı kapanmış,  çiçekleri terk edilmiş, serası metruk  cam kafese dönüşmüş bir daha da kendini toparlayamamış, simitçi, helvacı, gazozcu işgali altındaki çocuk parkının eklendiği kısmında bir zamanlar  Amerikan subaylarının  gittiği orduevinin bulunduğu,  Atakuleden girildiğinde  aşağıya inildikçe  hâlâ sessizliğini,  sakinliğini koruyan, geceleri  ıssız, karanlıkta  hangi yönden geldiği anlaşılmayan köpek havlamalarıyla adeta  korku film setine dönüşen sevdasız’ –‘ ufak bir katkı da benden,  sevgilisiz dolaşılmayacak’ –‘ Hayır ! Haldun beyciğim hayır ! sevgili, yavuklu  değil,  neden hemen aklına sevgili geliyor sevda denince…sevdasız diyorum, sevda devrim olur…özgürlük olur…yalnızlık olur …hüznün olur….simit olur… tatlı olur…Proust’un romanı olur…benim Şairimin;

 “De gülüm! De ki: ela bir günde geleceğim

 İstanbul darmadağın olacak, saçlarım darmadağın.

 Hepsi, darmadağın! üzülme gülüm! Toparlanacağız, birlikte, ayağa da kalkacağız, yürüyeceğiz de gülüm “

şiiri olur…olur da olur… Kuğulu,nun  Seğmenler’in  abartılmasının anlamsızlığında Ankara’nın Central parkı  Botanik parkının da  yer aldığı;  yabancıların, zengin bebelerin 70’li yıllarda Amerikan arabalarıyla  darg race’ler yaptığı, sonbahara yenilmiş ağaçların sarı, kırmızı, yeşil yapraklarıyla kaplanan ya da kışta yağdı mı kartpostallık görüntü kar kapatmışken yollunu, karanlığa direnen aydınlığın içinde Kızılay’a doğru duraklayamadan  yokuş aşağıya şehrin manzarasına bakarak yürümenin, koşturmanın zevkine doyulmayan öyle ya da böyle  her Ankaralının  belleğinde bir anı…bir fotoğraf  bırakmış adı hayat kadınlarıyla anılmış Cinnah caddesini severim.Bir keresinde öyle bir kar yağmıştı ki Ankara’ya, iş çıkışı  Kızılay’da tek bir araç  yokken ortalıkta otobüs,  dolmuş,  taksi, araba ne  bulsan binmeye razılıkta,   eve  ulaşmanın   yürümekten başka bir yolu kalmadığından… onca insan dökülmüş caddeye  konvoy halinde  dağa tırmanır gibi nefes nefese tırmanıyordu,  Cinnah’ın soluk kesen  dik yokuşunu. Karşıdan yüzümüze yüzümüze  vuruyor kar, tipi, göz gözü görmüyor’–‘ o günü unutmam, nasıl bir kardı o, ben de yürümüştüm, eminim o gün evine yürüyerek gitmeyen tek Ankaralı bulunmazdı. Kar beyazının  aydınlattığı,  lambaların akseden ışıklarıyla adeta gündüzü yaşayan cadde , sanki  bata çıka yürüyen onlarca  kardan adam, kadın tarafından istilaya uğramış, rüzgar da inadına kamçılanmış vuruyor da vuruyor kirpiklerimi, yüzümü acıtıyordu. Ayak, el  parmaklarımı hissedemiyordum, soğuktan,üşüyorum, atkı kar etmiyor, kulaklarım donmuş, morarmış. Karın  ağırlaştırdığı  ayaklarım gitmiyor, arada durarak, mola vererek, silkeleyerek, yere vurarak botlarımı    ilerlemeye çalışıyorum, tepeye  Atakule’ye  ulaşabilsem(k)  sonrası kolay da…‘tamam artık çıkamayacağım, yürüyemeyeceğim  burda bırakıyorum’la yılamıyorsun da,  Botanik parkının oraya gelmiştim ki  bir taksi durdu,  arka koltukta  yaşlı bir  bey  ‘Yıldız’a  çıkıyoruz çocuklar, gelin sizde’ taksici atlıyor hemen ‘söz veremem arabanın gideceği yere kadar gideriz ama atlayın, birazdan hiçbir araba bu yokuşu çıkamaz.’ Yokuşu birlikte çıktıklarımızdan iki kişi daha biniyor taksiye.Mantom da  biriken  karlar  eriyor, ıslanıyor taksinin koltuğu ‘kusura bakmayın… elim, ayağım buz kesmiş, Allahtan yetiştiniz, gücüm tükenmişti, çok teşekkür ederim’ zar, zor konuşuyorum, kelimeler  doğru düzgün dökülmüyor dişlerimin sızısından, kamaşan dilimden.Her güneş battığında düne katacağı  günün yaşananlı da kendisiyle birlikte götüren zamanlarda  defalarca gelip geçtiğim Cinnah caddesi ne garip  en çok da o geceden  ibaret oluyor hafızamda.  Haldun !  dinlemedin değil mi?’ –‘ olur mu güzelim ? ben en çok seni dinledim  bu hayatta. Hep sen konuştun, ben dinledim’ –‘duyan  gerçek sanacak,  olan tam   tersi oysa’  –‘ hani turizm şirketinde iş görüşmesine gittim ya, çok güzel bir  Rus kadın  vardı,  yan yana oturmuştuk. Rus kadınlar  cidden güzel,  yaşlanınca o güzellik kaybolsa da, taş gibiler, Türkçe’si de bayağı  iyiydi, tercümanlık için başvurmuş, Katerina’  –‘pek güzelmiş ismi’ –‘bu güzellikle, Türkiye’de  ömrünün sonuna kadar onu kraliçeler gibi yaşatabilecek zengin adamlar bulabileceğini ’ – ‘söylemedim de! olacak şey mi şu, gereksiz patavatsızlık? İlk defa gördüğün bir kadına, bunu söyleme ihtiyacını hissetmen garip? Aynı kadroya başvurmuş olsanız bir nebze anlar rakibini ellemek için söyledi derdim  ama sen pazarlama departmanı için başvurmamış mıydın? A, a unuttum tabii, biz kadınlarhiç aklımızdan çıkmamalıyız  erkeklerin beyinlerinin pipilerin de, ‘blo’ların da   olduğunu ’ – ‘Abartma! Feminist damarın kabardı, sadece amme hizmeti sundum. Katerina, ne dedi biliyor musun? Tahmin et ? edemezsin, bu söylediğin  “fahişelik  “dedi’  – ‘  Biz de peynir ekmek  giderli deseydin ya? Türkçe de  önce  fahişe kelimesini öğrenmek zorunda kalmak, tek kelime; korkunç !’ –‘trajediye bağlama, gündelik konuşmada günde kaç bin kez kullanıyoruz bu kelimeyi, tahayyül  edemezsin. Öyle zengin, fakir eğitimli eğitimsiz ayrımına girmeden. Demin dedin işte  pipi…blo beyinli, sapık toplum bizim ki, Katerina’nın söyledikleri  o ân aklıma; eleştirdikleri  “fahişe”liği  yaparak para, ev, araba, mücevher sahibi olan, spor, güzellik, kuaför  salonlarından çıkmayan, yüzlerinde, giyimlerinde  modernlik maskesi uzatılan mikrofonlara ahlak dersi veren, konuşmaları hayranlıkla izlenen, yazıları  Twitter , Facebook, Instagram da paylaşılan,  karşımıza TV yıldızı manken, şarkıcı, oyuncu, köşe yazarı, sunucu, iş kadını   çıkartılan türbanlı,  açık  no problem; cafelerde, barlarda, meyhanelerde, fakültelerde, AVM’lerde,  sosyal medyada  onca  mekanda;  dört açılmış gözleriyle koca avcısı, ilişkisini  ‘koynuna girsem, bakireliğim yitse  mecbur evlenecek sonra bir de  çocuk,   çalışmasam, yiyip, içip, gezsem’  mantığında   para, zenginlik, güç, tembellik stratejisi  üzerine kuran,  geliştiren, ahlaksız nitelenecek her haltı  işleyip,   Rahibe Terasa kılığında dolaşan,  günümüzün  kan emici  erkeklerine özenmiş kan emici kadınlarını   getirdiğinde, kim fahişe,  kim değil karışıklığında  hep kadınlar mı suçlu ? mobbingden, baskıdan uzak hayatını idame ettireceği pozitif ayrımcı  yasaların geçerli kılındığı bir düzen  yaratılsaydı; erkeklerin o altında hep bir günah, suç  barındıran çalıntı, kirli paralarına el süreceklerine  emeğiyle çalışıp, kazanarak  şimdikinden bin misli iyi bir yaşam kuracak kadınlar  yanlarında bir erkeğin bulunup, bulunmamasının  kararını da kendileri verebileceklerdi. Ama yok… yok, önce mahvedebileceğini gösterip uysallaştırdığı vatandaşı uşaklığına devam etsin diye  bazen  el uzatıp,  yardım ederek  iyi, müşfik, düşünceli “baba” imajını güçlendiren  devletini taklit etmiş erkek profilince muhtaç bırakıldığından  kendini, arzularını unutup hizmetçilik ettiklerinin rahatı, mutluluğu içindir  kadınların başına gelen, getirilen  her şey. Genelev çalışanlarının, seks işçilerinin hakkını koruyan  sendika başkanı, üyesi edasıyla (keşke  zevk için) yapmaya mecbur bırakıldıklarını, suratlarının tam ortasına hayatın sillesini kaç kere yediklerini, hangi zor şartlar altında çalıştıklarını anlattırdıkları  – erkeklerin koyduğu kesin, tanımlama –  “orospu” ları  “kader“ mahkumu edebiyatlıyla ağlamaklı, acınası  halde gösterdikleri; parasını ödeyerek  cinsel ilişkiye girdiği,  girmediği ama herhangi bir sebeple öfkelendiği  kadını, bazen  kapsama alanına giren “jigolo”  erkeği de   “fahişe” niteleyenler , eğer   ahlaksızlıksa  asıl  ahlaksız  fahişelik müessesini canlı tutan  fiilin gerçekleşmesinde  “fahişe” kadar emek sarf eden; yüzyıllardır tacizi, tecavüzü sürdüren müşterisi erkeği niye  “fahişe”lendirip, yerin dibine sokmuyorlar?  Kuran-ı Kerim’de  bir surede, bir ayette cinselliğin konu edilmesinin değil de, günlük hayata konuşulmasının  ayıp sayılmasını  muteber ahlak anlayışı dayatmasında, başlangıçta, özellikle de tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışında  tabulaştırılarak ahlaksızlık etiketi yapıştırdıkları ama düşkünlüklerini gizlemedikleri seksi, cinselliği abartıp beğendikleri, istedikleri  kadınla  birlikte olacakları çok eşlilik (poligami),  kuma müessesini olağanlaştıracak dince de   caizlenecek  “onlardan (hanımlarından) dilediğini geriye bırakır, dilediğini de yanına alırsın. bıraktığın hanımlarından arzu ettiğini tekrar yanına almanda, senin üzerine bir günah yoktur..“ ayetli  “Ahzap suresinin”indiğini anlatınca ;  habire yeni eş, cariye alıp öyle ki  kölesi Zeyd’le  zorla evlendirip, boşattırdıktan sonra Zeyneb’le, Cüveyriye’yle  evlenen  Kureyş kabilesi  erkeklerinin, bugünde Kırmızı Oda’da  masaya yatırılması gereken psikolojik soruna delalet; hoşa giden her kadını  mahiyetlerine, haremlerine alacak  cinselliğe   tutkunluklarına, kadınlığı   yüzünden  maruz kaldığı baskılara “ yâ rasülallah! vallahi bana öyle geliyor ki, rabb’in (kadınların değil) ancak senin arzunu/rızanı, hoşnutluğunu tahakkuk ettirmek için böyle çabuk davranıyor dedim” (Buharî, nikah,29; Müslim, reda’ 49). Türkçe meali  ‘bakıyorum da senin efendi Tanrın, yalnızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor. (kaynak: Buhari, hadis no: 1721)” la  karşı çıkışı ve  “yalnızca Allah’a şükretmek için ayağa kalkarım; sana değil” dediğinden  Hz. Muhammed’e  inanmayanların önde gelenlerinden  olduğuna,  deistliğine kani olup dik başlılığını seveceğin  Hz. Ayşe’ye ‘ üzülme bacım ! senin de başına geldi bilirsin,  dünyayı yöneten  bu pipi, blo  beyinliler  var ya illaki bir neden bulup ‘kancık…kahpe…kaltak…orospu’ yaftasıyla aşağılayacakları –  bazen para da verip birlikte oldukları– kadınların  yanına koşmuşlardır  çünkü kendileriyle yatmayı isteyecek, sevecek kadınların, gayse  erkeklerin varlığına  inanmamışlardır’ diyebilseydin gördüğünü  görmemiş  davranmanın  imkansızlığında, dinin  göz boyacılığının üstü erkeksiliğinin parlaklığını yitirtdikleri akıl,  felsefe ve sanatın  her yere sıçratacakları  kıvılcım; her yeri, her şeyi  evi, mahalleyi, vatanı,  dini, imanı, kutsal anneliği  yakarak özgürlüğün geleceği  güne kadar herkes,   hepimiz– ki yapmayan yoktur–  her zaman  acayip, adaletsiz ve karmaşık   bir yol tutturup karşıdakini, birini kirletecek yaralayıcı söz , aşağılayıcı bir sıfatla  haklılığımızı  ispatladığımızı sanıp, iyileştirdiğimiz  kendimizle   pürü pak dolanmadık mı ortalarda? Erkek diliyle   birileri düşerse  çıkılacağından,  inerse  yükselineceğinden benliği  dibe çeken vicdansızlık,  şefkatsizlik ve sevgisizliklerini boşaltıp rahatlamalarını sağlayan  kadınları, erkekleri “fahişe”yle fişleyeceklerine,  cinselliği, yaşanmasını tabuluktan çıkarıp ‘boşanmak mı? aklından geçirme’ tehdidiyle mutsuz hayat sürdürmelerindense mutlu olacaklarının  yanına gitmelerine ön ayaklık edilseydi    bu denli  dolambaçlı yollara  başvurarak kendilerini,  eşlerini, sevgililerini, arkadaşlarını aldatma, aldatılma ve  yalanda kaybettirmeyeceklerdi’  düşüncelerinden  silkinip ‘Haldun ! bir kez bile olsa,  müşterisini seçme hakkını elinde tutan  fahişeler kiminle çalışacağını seçme hakkından yoksunlardan daha iyi şartlara sahipler gibi geliyor bana?  ‘ dediğinde gülerek ‘ ya kusuruma bakma da bir an seni, offf ne dersen de, ne düşünürsen düşün, her şey kabulüm ama düşündüğümü saklamayacağım   söylüyorum işte, velev ki fahişeydin,  serde devrimcilik, halktan, yoksuldan yanalık var ya;üreteci değil tüketici bir devletin başkenti  Ankara’da,  var olan sanayiciden ziyade taşralı  zengin  bürokrat, müteahhit, galerici, toptancı, esnafın cebinde ne varsa söğüşleme planlarıyla (bunun için gerekli çevreyi yaratma, bulma becerisini de yabana atmayalım)  istemedikleri erkeklerle birlikte olmak  zorunda kalan Bent deresindeki, Rüzgarlı, Çankırı caddesi, Ziya Göklap’da  ki  orospularla  aynı işi yaptığı  halde Monaco Prensesi Grace Kelly , Caroline, Prenses Anne’ni  takip eden, Dior, Guess,  Valentino, Hermes  markalı giyim kuşam,  Box Bag çanta, Chanel parfüm satın almasına, lüks restoranlarda  yemek yemesine,  yurtdışına  tatile, yurt içinde kayağa gitmesine, tek başına bir evde kalmasına yetecek meblağdan çok daha fazla para kazanan, Bilkent’te,  Başkent, Atılım ya da başka bir özel  üniversitede  okuyan   Pretty Woman filmindeymişçesine Richard Gere, Julia Roberts sendromunda eskortluk, tele kızlık yakıştırmasını ‘ seviyorum …gönül bu, kim ne dersin’le bertaraf edenlerden olmazdın sen ! Topuklu ayakkabı giymekten hoşlanmayan, giydiğinde de  ‘mahvoldu ayaklarım; şık , kadınsı gözükeceğiz  diye parmaklarımızı ezen, tabanlarımızı delen şu lanetlere..nalentlere  bir saniye daha katlanamayacağım‘  sızlanmasında, eve girer girmez ayağından çıkardığın orospuluğun  raconu;  giymen gereken  cam topuklu rugan ayakkabıları ayağına geçirip sokaklara fırlamak zorunluluğu olmasaydı, gece yere düşer düşmez dapdaracık payet pembe eteğin üstüne, inci askılı turuncu dekolte bluzunu giyen,  siyah file çoraplarını bacaklarını sıvazlayarak geçiren kulağında çakma taşlardan yapılma uzun, kristal yo…yo çember şeklinde küpeleri salkım salkım, kirpikleri boyadan gözlerini örtmüş, dudakları ateş kırmızılı yangın yeri, başında,  cilveli  parmakların okşayacağı  sapsarı peruk, envayi çeşit tokayla süslü,  işportadan alınma parfümü bastıran alkol esen nefesinin kokusuyla sendelerken bile kırıtarak Taksim’e, Beyoğlu’nun arka sokaklarına, Tunalı’ya, Cinnah’a,  Alsancak’a, Kordon’a inmiş bile;böyle giderse ta kavşağa kadar  tıkayacak trafiği de; iki araba şimdiden birbirine tosladı. Tosladılar ya, kimsenin ne arabalardan indiği var,  ne de birbirini dövdüğü; arabalardaki erkekler sol camdan yarı bellerine kadar aktılar önüne…dilleri tutuştu… gözleri kaydı… istemiyor işte…, istemiyor bu gece sadece yürüyecek. Bu gece kimseye vermeyecek kendini. Mal onun değil mi? keyif onun değil mi? hem güzel kadın da, vermeyecek, inletecek milleti tavrında  fahişelerden, orospulardan olurdun  sen….’

….belki “orospu” erkeklerin estirdiği fırtınanın sert rüzgarlarının kaldırımlara düşürdüğü  bir peridir, kimsenin  itiraf etmediği, çoğu kez bahçedir mekan, herkes toplaşmıştır. Bahçelerin tadının hafiften kaçmaya başladığı,  güneşin  ısıtabildiği kadar ısıttığı yaz sonudur. Kalabalıktır  aile, konu komşu,  misafirler, fotoğrafa  bir türlü sığmamanın stresiyle kıpır kıpır ‘ayyy yeter çek, çekk artık varsın güzel çıkmasın’–‘çekerim de,  yarınız çıkmaz, sen  ablaaa! sen görünmüyorsun az daha yaklaşsana Ayşe’ye. Kolunu at omzuna abimin, oldu nihayet, kıpırdamaydın çekiyoruuuum’un   siyah beyaz fotoğrafının bir yerlerinde göze çarpan köylülükte  ‘sendeki havaya,  şu hale, şu poza bak, orta halli ailenin kötü yola düşmüş ortanca kızı sanki’ kahkahalarının ardı, erkeğin elin kiri,  kadının namussuzluğu, ahlaksızlığıyken,   toplumun, başkalarının kendisi  için ne düşündüğünü hayat memat meselesi haline getirmiş sürü psikolojisinde, iffetine laf söyleteceği kaygısının paranoyaklığın da  ‘ailemizin başını öne eğdirmeyeceksin, Tansu’nun kızı Yıldız gibi adın çıkarsa, oy, oyyy konu komşuya rezil oluruz’ ihtarını  ne yaptığını , niye kızıldığını  bilerek, bilmeyerek  haksızlığı düzeltme   –‘ama anne Yıldız,  öyle bir kız değil’  itirazına ‘öyle  kız değilmiş, sen nerden biliyorsun öyle bir kız olmadığını,  geceleri birlikte miydin ?  Ateş olmayan yerden duman çıkamaz kızım. Bak git, gel okuluna oyalanma orda burada.Bu erkekler kötü yola düşürür sonra da  almazlar kızları. Erkeklerden uzak dur , adını çıkarırlar “orospu” diye,  evde kalırsın,  kimse bir orospuyla evlenmek istemez, çocuk doğursan “orospunun çocuğu’ derler. Dün  filmde bir adam vardı hani, sarı , nursuz oğlan (Nuri Alço ) güzelim, masum kızcağızın  suyuna, çayına, gazozuna ilaç atan işte erkeklerin aklı fikri hep ordadır…orda’   korkuları  salmalar kesmezdi   ‘baban…abin… deden…amcan…dayın… kuzenin duysa, görse aman Allahım, düşünmesi bile korkunç, sakın ha ! sakın ola….’ devamıyla sonsuz  söylenmeler  kızının orospu  görülmesi kötüdür  de,  daha kötüsü  aileye laf gelmesidir ‘kodlanmasıyla’ büyütüldüğünden kuşaklar, duyulan ültimatom sağanağının  aynısını 1950’lerde anneannenin kendisine yağdırdğını mutfakta kahvaltı sonrası tabakları bulaşık makinesine yerleştirdiğin sırada,  yemek masasını silerken  ‘ o kadar laf eder yetmezdi, çıkardı güneş doğduğu  zaman, böyle,  hep derlerdi  annenin duası kabul olur…böyle göğsünü açardı  güneşe doğru derdi  ‘a bu Muhammet  Mustafa’dan dilerim yavrum, sen gün göresin ama senin çocukların   ateş olsun senin canına yapışsın’ aynen öyle oldu, gün  görmedim, çocuklarda ateş olup yapıştı canıma. Yemin ederim günde kaç kere  böyle beddua ederdi’yle  anlattığında  annen,  bazı bilgilere, tariflere kolayca ulaşayım diye hiç kullanmayacağını bilerek annenin cep telefonuna yüklediğin  Whatsapp’dan kendine yolladığın Youtube da Nefis yemek tarifleri (Pastane Usulü Poğaça) videosunu açıp poğaça yapmayı düşünürken  ‘ anne ! bir şey mi yapıyordun, ne yapıyordun da  böyle beddua ediyordu anneannem’  – ‘ A o Hazreti Hüseyin,  hiç… bir şey yaptığımdan değil, çok beddua ederdi, arada da  ‘çéne, çeni,  yıldızın güzel olsun, başkasına güzel gözükün ki rahat edin’ derdi ama  daha çok beddua. Amcam kızı Hanımı dövüyordum,  kızıyordum, o da beni dövüyordu. Çe Talu’da babam, zamanın çoğunu geçirdiğinden  ‘baba odası’ dedikleri annemle, biz çocuklarının  kaldığı,  tek odalı evimize  ‘eliniz ayağınız kirlidir  girmeyin, kirletirsiniz ’ diyerek bizi  bırakmadığından annem, biz de Hanım’ların odasında oynardık,  amcamla, yengenin yatağının içine girerdik, onların odası  küçüktü,  böyle karyolada amojın Fatma,  çocukları da yerde yatıyordu. Bizim ‘baba odası’ büyüktü, kocaman bir sedir vardı, iki kat yatak seriliyordu üzerine, burda benle Selvi, o tarafta da geniş karyolada  Hatun’la, annem, Leyla’da kocaman bir beşik vardı orda yatıyordu. Babam öldürüldüğünde ben dört, Selvi  üç,  sağır dilsiz Hatun ablam da beş yaşındaymış. Annem her akşam,  güneş batmadan bizi alır  ‘baba  odasına’,  girer, kapıyı da kapatırdı. Babam öldürüldüğünde galiba iş görüşmesine –kimine görede o gün  tapu dairesinde  Varto merkezdeki arsayı almak için imza atmaya –gidiyormuş ki üzerinde takım elbise, beyaz bir gömlek varmış, annem  üstünde babamın kanının kuruduğu,o gömlekle kanlı elbiselerini çıkarır  Zazaca  ( Hardê Vartoyî hardo raşt o, min hinî zana ke no ap nê birazeyî de raşt o..)

 Anne kurban , Varto’nun yeri,

 Düz bir yerdir.

 Aslanım , Paşam içinde dükkan kurmuş.

 Ben öyle sandım ki bu amca ,yeğeniyle ilişkilerinde dürüsttür.

 Ben ne bileyim ki onu öldürür.’

bir de Kürtçe (Germê havînê Germê havîn gij gij e, hêk dêyne hêk dipije, Gelê der û ciranan, ki dîtîye, ap birazayê xwe kuştiye)

Yazın sıcaklığı kavurucudur,

Yumurta koysan pişer.

Kimin aklına gelir ki,

O kavurucu sıcakta,

Dostlar, komşular,

Kim görmüş ki,

Amca kalksın, yeğenini öldürsün

 (wayî, wayî, kes çîno ke ez mektube binîvisnî biruşnî Husnî birayî, text û payê çêna axayî şiknayî)

Waye waye, bacım bacım

Kimse yok ki, ben mektup yazıp

Kardeşim Hüsnü’ye yollayayım.

Diyeyim ki o Yezid yıktı geçti,

Çene Küçükağanın tahtını.

Elini kolunu bağladı.’

ağıtlarını söyler ağlardı…ağlardı  o ağlayınca biz çocuklar da durur muyuz?  annem ağlıyor diye ağlardık. Hiç akşam yemeği yemiyorduk, ağlaya ağlaya uyuyorduk. İki, üç  sene hep böyle geçti  sonra Kurmanj geldi, anneme dedi ki ‘waye, bacı, a bu  böyle olmaz,  yazık bu çocuklara,  böyle yaparsan deli edersin,  babalarının kanlı (entarilerini) elbiselerini bunlara niye gösteriyorsun?’ –‘koca dewa ma Kasman’da  Kurmanj’dan başka akıllı, gün görmüş biri  yokmuş, aferin kadına’ –‘Biz bilmiyorduk ki baba ne? Annem ağlayınca, biz, ondan daha çok ağlıyorduk. O duruyordu bu sefer de biz durmuyorduk,  ondan daha çok ağlayınca bu defa da bize ‘ niye ağlıyorsunuz’ diye kızıyordu. Suç bizde değildi ki? Çok ağlıyorduk be! isyan ediyorduk benle  Selvi, annem ağlıyor diye. Kanlı gömleğini görünce babamın, çok ağlardım. 25 yaşına kadar her gün  görmediğim babama ağladım durdum.’ –‘ çocuklarını ağlatan anneannemin kendisi   ağlıyorsunuz  diye  beddua mı ederdi?’ –‘ağlamayın derdi, gitme derdi ben giderdim; apo Yusuf’un evine, arkadaşım  Naze’yle oynamaya. Bırakmazdı bir yere gidelim. Su getir derdi çeşmeden, arkamdan bağırırdı ‘çocuklarla, kimseyle oynama, doldur hemen gel !’ . Düğün olurdu, genellikle de kışın yapılırdı tarla, mal davar işleri biter, düğünler başlardı, böyle koca bir halka olup, zazaca  “nereye gidersin hanım kız”

Dağda kırarlar meşeyi

Hanide gelinin döşeği

Vallahi biz Kasmanlıyız

Billahi biz Kasmanlıyız

Vallahi biz Vartoluyuz

Billahi biz Vartoluyuz

Dağda kırarlar meşeyi

Hanide gelinin çeyizi   klamları, davul zurna sabaha kadar halay çekilirdi,  ben çok seviyordum düğünü, herkes böyle oynardı bakardım… gidip bakardık Hanım’la,  Selvi’yle o kapının önüne çıkar bağırırdı ‘  çene, Turna, Hanım, Selvi  eve gelin ,hemen! ‘ bırakmazdı  o düğünü seyredelim. Bende derdim ki niye bırakmıyorsun?O da gitmeyeceksin, bakmayacaksın, babanız ölmüş sizin,  bu ne düğündür? size düğün ne lazım?’– ‘Sadece kendi çocuklarına değil çe Taluda ki kız çocuklarını terbiye etmeyi üzerine vazife aldığından bize de yasaklardı. Gulamın, biz gençtik, yerimizde durmak istemezdik.Baharda a o uzağa deré  Mengelî’ye üstten bakan (teğet)  Kozik’ın  o taraflara  ormana gittik  mantar için.Ara, ara bulamadık, her ağacın, her meşenin, her taşın  altına baktık, bulamadık döndük, eve yaklaştıkça birbirimize yaklaşıyoruz Turna’yla, el ele tutuşuyoruz, korkuyoruz nasıl, çene Küçükağa’dan , dört açılmış gözlerimizle etrafı tarayıp çe Taluya girdik , doğru ambara, kilere yani,  orda oturduk, saklandık, bir müddet sonra ordan çıkıp hiçbir şey olmamış gibi  ‘bon’a lojının yanına çömeldik. Bizi görse ‘Hanıma hanım, Turna ! utanmıyor musunuz, dağlarda, çöllerde geziyorsunuz. Siz ağa kızısınız niye geziyorsunuz ? Ne işiniz var, mantar yemeseniz ne olur? Ölürsünüz? ’  ağa da ne ağa ortada kimse yok ağalık var. Nasıl ağalıksa, çe Taluda bir teneke unla ekmek pişirirlerdi,  a o Kasmanlılar gelir, götürür yerlerdi,  biz hizmet ederdik köylüye.Köyün içinde birinin düğünüydü, tabii yine ‘anne’ den gizli gittik, annemin üzerine kuma gelmişti sevmezdim hiç,  çe Talu’ da daye değil “anne” derdik biz çene Küçükağa’ya, . Anam bir korktuk… bir korktuk; oynadık geldik ama ödümüz kopuyor hemen yatağın içine girdik  görmesin bizi  çene Küçükağa, “anne”  kızmasın diye ya düşün yani,  düğüne gitmemize izin vermediklerinden uzaktan seyrederdik, damın üstüne çıkar ordan bakardık  yine  kızardı, sevmezdi düğünü, oynamayı sevmezdi, gezmeyi sevmezdi, zıplamayı sevmezdi. Çocuktuk ya saçmalamayın,  nasıl karşı çıkacaktık?’ –‘Bu nasıl usul, gelenekmiş, ağa kızları oynamaz, bizimkilerde tuhafmış.’  Öyle deme demişti Şerifé Sevişé, bizim Karer’de, de öyleydi,   Sünnilerden geçme bir adetti ‘ağa ya da köyün ileri gelenlerinin, zenginlerinin kızları oturur, düğünlerde falan  oynamazlardı.Ayıptı, bir nevi taş yerinde ağırdır’  Annem, çene Küçükağa; hep karamsar, hep kızgındı  gülüyorsun niye gülüyorsunuz…  oynuyorsun  niye oynuyorsun…  niye düğüne bakıyorsun,… niye rahat durmuyorsun…  niye çocuklara  karışıyor, dövüşüyorsun. Arkadaşlarla oynuyorduk , kavga çıkıyordu, haksızlık yapıyorlardı mesela elimdeki leblebiyi alıyorlardı. Eee ben onları dövünce onlarda beni dövmez mi? Bir gün apo Yusuf’un kızı Naze’nin annesi emıka , hala Benevşa  geldi anneme  ‘ bilmem senin bu kızın bizden ne istiyor? Senin kızın  Rukoş, Naze’yi  çok dövüyor’ –‘Rukoş mu? Rukoş nerden çıktı?’–‘Babam, halam Rukoş’un adını koymuş bana, annem ‘gökyüzünde bölük bölük …’  türküsünü  ve de İmam Ali’nin sesi diye  sevdiğinden Turnaları, Turna derdi bana, akrabalarda Rukoş.’–‘eee sen niye dövüyordun Naze’yi ’–Hiç. Emıka  Benevşa’nın  beni şikayet ettiğini duyunca koştum gittim çayıra, bildim annem bunun acısını benden çıkarır. Benim annem var ya bir kere yapma dediyse tamam.Düşünmezdi bu kız durduk yerde dövmemiştir ya Naze’yi. Mutlaka bir şey yapmıştı ki onu dövüyordum,  o da beni dövüyordu, Naze’nin de  eli bağlı değildi ya.Onların dövmesi değil benim ki göze batıyordu.Yazık Naze’nin kardeşi amcaoğlu  Zeynel’ de bizimle oynamaya geliyordu, biz kovuyorduk ‘sen git’ diyorduk. Böyle boyu da ufaktı babası apo Yusuf gibi. Yazık, Allah rahmet eylesin ne kadar da iyi bir adamdı apo Yusuf, biraz sinirli olmasaydı çok iyiydi. Çok sinirliydi çokk’ –‘nasıl iyi olabilir,  hanımını Benevşa’yı, çocuklarını döven biriymiş’ –‘ne yalan söyleyeyim, döverdi. Hiç unutmam, babaannen Zelhan –kardeşiydi apo Yusuf, babanın öz dayısı–  yün getirmiş emika  Benevşa‘ya, onlara halı örsün diye; ev damında. Emıka Benevşa halıya başlamış, örüyor ,  böyle şu kadar yer kalmış ( bir metrelik bir alan gösteriyor)  halı bitecek, tamam. Biz de okuldan geldik  Cumartesiydi gittik halaya yardıma, halı dokumayı  öğreniyoruz ya. Tamam mı? Amca Yusuf  geldi dedi ki ‘eree  Benevşa   ben açım’. O da dedi ki ‘hele, hamur ekşi olmamış. Rukoş kalkıp gitsin çene Küçükağadan  4-5 ekmek borç getirsin ondan sonra…sonra ben de ekmek olunca, ekşiyince yapayım.’ Annammm  bu ‘ senin babanın ağzına sıçayım’ dedi aldı eline makası kıtır… kıtır… kıtır… kesti  halıyı, böyle hepimiz donduk. Nasıl üzüldük ağladı ya  kadın. Bu kadar kalmış bitmeye, koca halı.  Ondan sonra ikinci günü, biz oturduk o ipleri var ya kestiği ipleri tek, tek, tek  birbirine bağladık. Kadın yeni asma yerini yaptı, bizim böyle duvarda değil, hazır tezgah yoktu, dört tane kalın ağaç, ortada da bir ağaç ipler geçirilirdi. Kadın yeniden ördü  halıyı. Bak benim yanımda yaptı, onun kızı Nazlı, Naze de ordaydı,  bendim, amca kızı Hanım abla da vardı. Hanım  pek gelmezdi amca Yusuf’lara,  ben  çok giderdim halı yapmaya, severdim halı yapmayı. Anam… anam benim yanımda kesti ya o halıyı. Yazdı,  kızının, Naze’nin  günü kesilmiş, nişanlamış, onbeş  sonra düğünü  olacak.Biz Hanım’la  de evin üzerinde o  cün var ya Palaka’nın altında bizim saman yeri, geniş boş bir yer,  biz “cün”  diyorduk.Hanım abla ile orda oturmuş böyle onların evine doğru   bakıyorduk. Bir de baktım  Naze koştu,  apo Yusuf’ da arkasından öyle bir taş attı, a o kızın  şurasına (alnına) değdi. Hele (hala) o  yaranın izi durur.’ – ‘Allahım! Şiddet, şiddet,  Naze’nin suçu neymiş?’ –‘ İnek  gelmiş çayırdan,  yavrusu ineği emmiş.Niye emiyor? Niye bıraktın emsin. Koştuk,  ben bağırdım ‘mayemi, daye, daye anne… anne… anne’,  Naze yere düşmüş,  gittik, kızı kaldırdık  bak şöyle şurası yarık olmuş. O  öğ(y)le  yaralı, düğün yapıldı, gitti. Bir de…bir gün  annem   git dedi,  bizim çay demi  bitmiş,  misafir gelmiş dedi,  git dedi emika Benevşa’dan biraz çay getir sonra Varto’dan gelince veririm. Ben de gittim,  işte yoğurt koyuyor  şeyin içine (meşkin)  ayran yapacak ya dedim  emika…hala  ben geldim sizden çay isteyeyim. O da dedi ki ‘Rukoş,  az dur, sonra veririm ‘. Amca Yusuf’ da orda, kürsüde oturuyordu, hama öteden uzandı  öyle bir tekme vurdu kadın ‘ay’ dedi yere döküldü (düştü).  40 gün, o kadın öyle yatakta  yattı. Ben buna şahidim, hepsi gözümün önünde oldu,  gördüm.’–‘aaa niye tekme attı, hala Benevşa ayakta mıydı?’–‘yok, kadın böyle  çömelerek oturuyordu,  dizleri üzerinde,  böyle  bir tane attı burasına kadın yıkıldı ya’ – ‘omuriliğini  mahvetmiş  amcan Yusuf’ – ‘ee tabii kadın, öyle bir darbe alınca,  ondan sonra yaşlandıkça omuriliğinden kaç kere ameliyat oldu  yerlerde sürüne, sürüne gidiyordu ya böyle otura otura , yan yan gidiyordu. Oturarak yürüyordu.Öyle dövüyordu ki vallahi, kadının kalçası, beli hep kırıldı’ – ‘Amca Yusuf niye tekme attı, hala  yalan konuşuyor diye mi?’– ‘ Yok, yok emıka Benevşa ‘şu anda işim var sonra çay veririm’ dedi, yok demedi ki, benim işim var şu anda sonra  ben vereyim’ dedi. Apo Yusuf  da ‘ vayy, sen niye hemen kalkıp vermiyorsun’ diye tekmeyi attı’ – ‘offf sanki Allahın adaleti mi var? Amca Yusuf, herkesten iyi yaşadı, herkesten de  güzel öldü değil mi? nasıl öldü?– ‘öyle güzel öldü ki… bir görsen, kanser oldu. Ne güzeli, akciğer kanseriydi. Deliydi ya deli, herkes ‘Yusuf ‘a heğo’ derdi. Benim yanımda kendi kız kardeşinin halısını kesti ya. Emıka  Benevşa,  apo Yusuf’dan sonra epey  yaşadı’  –‘ seni o zaman babamla  nişanlamışlar mıydı?’ – ‘Ben nişanlı değildim, on yaşında falandım o zaman, yardıma gidiyordum. Cumartesi, Pazar  tatil ya biz de  halaya yardıma gidiyorduk ‘ –‘Kasman’da iyi dedikleriniz amca Yusuf gibiyse …’– ‘kız çok mertti, insanlara karşı çok iyiydi, kimseyi şey yapmazdı. Bir lokma ekmeğini kırk kişiye verirdi. Allah var şimdi bacı !  insan konuşunca bir de iyi yanını konuşur. Hep kötü yanı konuşulmaz. Ne yapayım dövüyordu, kızını da dövüyordu. Herkesi de dövüyordu. Dövüyordu ondan sonra pişman oluyordu. Kökünden dal verdiğimiz, dedemiz  Mustafaé Zeynelé Kasman köyüne geldiğinde yerleştiği,    sonra  oğlu Talo, torunu  apo Yusuf’un babası Zeynel  tarafından  yenilenen ev;  çe Mustafaé Zeynelé,  köye giriş  yolunun  üstündeydi ya,   gelip geçen herkesi    ‘baoo ! bra, Keko, laoo,  waye, Amoj  hele dur, geçip gitme. Bir çay iç , bir yemek ye’ diyerek kapının önünde  çevirirdi.  Yoldan geçen de ‘apo, hak razı bo, sağ ol ben  size gelmedim ki,  başkasına, şuraya  gidiyorum’–‘ Olmazzz, mümkün değil. Sen mutlaka  burda oturup yiyeceksin, içeceksin sonra gidersin. Benim oğlanlarda  Oğuz’la , Mustafa’ya  Mahalledeki  çocukları toplar eve getirirlerdi  o zaman bende  onlar  diyordum ‘amca Yusuf… amca Yusuf gibiler, yoldan geçeni toplayıp getiriyorlar, mertti, çok mert adamdı.Ama öbür taraftan  çok sinirliydi, aşırı sinirliydi.Bir semah giderdi  ayakları havadaydı’ –‘Anne! müsaade et de ayakları havada olsun. Adam Hint keneviri ekiyormuş tarlasında, esrar yapıp içiyormuş sobanın üstünde. Esrar içip semah gidince tabii ayakları havada olacak. Komiksiniz ya. Yahu bu apo  Yusuf    katil değil mi? İlk karısı Hakife bunun yüzünden kendini asmamış mıydı? O olay nasıl olmuştu?’ –‘Şimdi mi? Bir gün anlatırım. Ne bileyim, hayat böyle bir şey. hallerini  sormak için çok sık  Badan’a  çe Resul’e giderdi, yeğenlerini, babanları severdi…’  annenin cep telefonunu eline alıyorsun,  yolladığın bağlantıları geçiyorsun nerde bu? Hay Allah ne çok tarif yollamışım, pastane poğaçasının tarifini bulamıyorum.Hah işte ‘kızım, kendi kendine ne diyorsun?’ –‘poğaçanın tarifini arıyordum, buldum, bir yumurta kır anne. Bu tarifte süt,  yoğurt yok…’ –‘Biz köyde de süt, yoğurt koymazdık, yağ, un, az  su bıjık , çörek yapardık. Amcam kızı Hanım çok güzel yapardı bıjık. Çe Talu’da  kızlar arasında hanım sessizdi ama  suyun altından saman yürütürdü, ben öyle değildim her şeyim açıktı. Çok tembeldi akşam kadar bıraksan uyurdu;  çe Taluda,  bizim yaşlarda erkek çocuk yoktu, olanlar kızamıkta ölmüştü,  benle,  Hanım’a iş yaptırıyorlardı, harman dövüyorduk, öküzlerin üstüne biniyorduk böyle, öküzleri döndürüyorduk. İş bitince  öküzleri çayıra götüreceksin bırakacaksın, gidiyordum ki hanımefendi o saatte  odasında  yatağa uzanmış,  kafasına yorgan örtmüş uyuyor. İnek o kadar çok ki, 17, 18 tane  inek var, çamış (manda)   var, evin  kadınları  amojın Zehra, annem, amojın Fatma,  üçü de sağardı , malları. Çe Talu’da  apo Musa vardı, bizim evde çalışıyordu,  çobandı. Bir gün gitmiş,  bakmış amojın Fatma süt sağıyormuş, tamam.İneği sağmış ama inek süt vermemiş .O da sinirlenmiş demiş ki ‘ be mübarek niye süt vermiyorsun?’ bırakmış, gelmiş. Amca Musa’da  “bon”da otururken ‘daye, dakılama ‘ dedi ‘sen gidip ineği sağıyorsun kuru, kuru konuşmuyorsun, a böyle usul usul  okşarsın memesini, şarkı söylersin, türkü söylersin ki sana süt versin. Sen öyle yapmıyorsun, onun için vermiyor’ Hakikaten öyleydi sessiz dururdu amaa….Amcam İbrahim  bana dedi ki… her gün gidiyorum koyunları otlatmaya, öküzlere bakmaya çayıra, annem bana yağ, dorak karıştırıyor, ardada yumurta haşlıyor ‘git, .gidersin çayıra ama’ diyordu,  biz gidip bir şey yapmıyoruz, çimenlere uzanıyor, öküzlere, mallara bakıyoruz. Bir ağaç vardı koca bir ağaç belki de kesmemişlerdir daha, o ağacın dibinde uzanıyorduk. Annem diyordu ki ‘bak gidiyorsun diyordu, bir tane erkek çocuğu yanına gelse kovacaksın tamam mı? Yanına almayacaksın’.Bir gün, iki gün, üç gün, dört gün, on beş gün hep ben, tek başıma  çayıra gidiyorum, koyunlara, öküzlere bakıyorum. Eee,  artık  isyan ettim dedim ki ‘ben de gitmiyorum’, a o  amcam İbrahim geldi ‘ niye gitmiyorsun ?’  –‘’ben her gün giderim, senin kızın Hanım, hanım olmuş orda yatıyor. Senin kızın gitmiyor biraz da o gitsin.’ Amcam tuttu beni böyle iki kolumdan…canım neydi ki çok zayıftım, şu iki kolumdan tuttu beni,  kaldırıp şöyle  yere vurunca, bende sinirlenmişim zaten, burnumdan kan boşaldı.Hiç unutmam annem,  inekleri sağmayı  bıraktı geldi beni tuttu, elimi yüzümü yıkadı, burnumu temizledi  ‘çene, kızım, kızım sen hak ettin,  ben sana bir şey söyleyeyim mi? niye konuşuyorsun, karşı çıkıyorsun ?  aha gidip geliyorsun, sen niye öyle dedin ki amcana?’ ben  ağladım dedim ki  ‘daye, bir gün değil, iki gün değil ben hep çobanlık yapıyorum, onun kızı  oturuyor.’ Sonra ben gittim odaya, uyumuşum baktım annem ‘kalk, kalk Hanım harman döndürüyor, git yardıma’  Gittim, Hanım öküzleri getirmiş harman döndürüyor.Neyse işimiz bitti, dereye indik, amcam kızı Hanım,  şeyin üstüne oturmuş, derenin kenarında kozık var ya’–‘bu kozık dediğin nedir?’–‘kozık ??? biz çocuklar böyle taşları yığar, dört duvar… evcilik oynamak için  oyuncak ev yapar içinde ateş yakar, otlardan yatak yapar uzanırdık üstüne. A o kozık’ın az ilerisinde  bir taş  vardı, üstüne oturmuş, yazık elini yıkıyor. Ben bir tane tokat attım sen dedim  ‘eşek oğlu, eşeğin kızı, yine oturmuşsun, sen az değilsin’ babasına küfür ettim  ya o da  benim babama küfretti ‘sensin eşeğin kızı.’ Bu defa da ben tokat attım ‘sen, benim babama küfür edemezsin’  diye, haydi bir daha birbirimize giriştik. Birlikte babamın  Kasman deresi dediği  deré  Mengelî’ ye  düştük, ıslandık, kalktık, eve  geldik üstümüzü değiştirdik sonra tekrar  hiçbir şey olmamış gibi beraberce harmana gittik.’ –‘küçük kız çocuklarına  harman döndürtülüyor,  kimse yok muydu?’ –‘erkek çocuk yoktu dedim ya iki tane, üç tane biz artık çoban demeyelim, yardımcı diyelim vardı, ot  biçerlerdi. Buğday, öyle çoktu ki,  sen gördün kilerde, tavana yaklaşan uzun tahtadan  un ambarı,  ağzına kadar un dolardı. Allah bir vermişti…bir vermişti… ekiyorlardı,  marabalara veriyorlardı, biçiyorlardı payımızı getiriyorlardı, biz  usare diyorduk, şimdi senin organik diye aldığın tam  buğday, esmer un  yapıyorduk. Deré Mengelî’den, Bingöl dağlarından  arkla getirilen suyla dönen değirmen bizimdi, amcamlar  buğdayını un yapamaya getirenlerden para yerine; bir teneke buğdaydan bir ölçek, on tenekeden  on ölçek buğday  alıyorlardı. Mısır da çoktu, çoktu çokk. Bizimkilerin maddi durumları çok iyiydi, gerçekten iyiydi.  Koyunlar, öyle çoktu ki 300,400 koyun vardı, bizde  keçi pek yoktu. İlkbaharen çobanlar  koyunları dereye koyar yıkarlardı, yününü kırparlardı,  dışarıdan insanlar  gelir, yün alır götürürlerdi, Diyarbakır dan gelir;   yağ alırlardı,  bal alırlardı,  biz onlara çerçi diyorduk tamam mı? Bize de Diyarbakır dan pirinç gelirdi, öyle güzeldi her bir tanesi böyle iri iriydi, kahve alırdı annem,  kahveyi kavururdu değirmeni vardı,  misafir gelince çekerdi. Sadece bana değil, bütün kızlarına beddua ederdi. Selvi çok yaramazdı, annemin canını yedi,  çok ağlıyordu, hep peşindeydi, anneme taş atıyordu,  annem de ‘nereye gidiyorsan git günün hep kara olsun,  yüzün hiç gülmesin;  lokma ağzında gözyaşı gözünde olsun,  kızın da sana yapsın ’ diye  beddua ederdi  Selvi’ye‘–‘ahh Çene Küçükağa ahh ‘–‘ anneme diyorum , daye, köyde düğün var, sakın o tarafa gitmeyin. Anne  davul sesi? sana ne? Bu evin bahçesinden dışarı çıkmayın diyor  ya  zaten köy bu kadar bir şey, tövbe yarabbi.’–‘Çıkmadın da ne oldu?’–‘ Ne oldu? Ben de onu diyorum, evin dışına çıkmadım ne oldu ? Ya  küçük bir köy ya,  hep akraba , Allah Allah,  tövbe yarabbi. Bedduası tuttu.  Bana da tuttu, Selvi’ye de tuttu. Çok ağlardı Selvi, yaramazdı.’–‘Ne yaramazlık yapacaktınız ki anne? –‘ ne yapacaktık,  konuşurduk’ ­­­­ – ‘sizde ne kadar akıllıymışsınız, defterin yaprağını şey yapıp ‘– ‘neee? diyorsun’ –‘diyorum ne kadar akıllıymışsınız,  defteri kesip …içine koyduğunuz ot,  ne otuydu?’-‘ Hiç.ya kızım, sen  tabii ki akıllıyım, sigara… sigara neyle yanar? Tütün var mı bizde? Tütün vermemişler ki’–‘ ne yapıyordunuz? ‘–‘Defterin  yırtık parçası var ya , onu aldım, ot getirmişiz ot…’–‘ kış mıydı?’-‘kuru ot,  kuru ot, saman. Yaz değildi, Allahaşkına. Ateşin önünde oturuyorduk,  ocağın önünde… ya tamam…şşşt 6, 7, 8….9,10 bırakmıyor ki bu kız, ben hareket , egrersiz yapayım, sabahın köründe nereden aklına geliyor bunlar?’–‘ geldi işte, şey vardı nerde o?egzersiz lastiği  vardı? Nerde?’-‘Eree bacı, şimdi demişler her horoz kendi çöplüğünde öter, tamam canım. Sizin zamanınızda bilgisayar var, sizin zamanda cep telefonu var.Bizim zamanımızda ne bilgisayar var,  bizde radyo bile yoktu. Tamam,  sen alay ediyorsun bizle. Tabii ki  ben akıllıymışım. Ne olacak, ot,  orada şey vardı,   tütün de ota  benziyordu. Biz de kendimize şaka yapıyorduk,  oyun oynuyorduk, büyükler gibi sigara yapıp içiyorduk.. Hoş yakmıyorduk ya oyun oynuyorduk. Amcam Hüseyin  geldi dedi ki Rukoş, ne yapıyorsunuz? Dedim  apo biliyor musun, sigara sarıyorum. Dedi ki,  Rukoşum  biliyor musun, yalnız bir eşeğimiz kaldı o da içse tam olur. Annem içiyordu,  amcam İbrahim içiyordu,  tamam mı?  O da, onları eşek yerine koydu. ‘-‘oo amcan Hüseyin de  az değilmiş.’–‘uffff amcam, onlar benim annemin  canım yediler. Ben biliyorum. ‘–‘ o içmiyor muydu ?’–‘Kendisi hiç içmezdi. Ben hiç görmedim.’–‘Senin baban, dedem  içer miymiş?’–‘Bilmiyorum,  babamın sigara içip içmediğini bilmiyorum. Ne bileyim kimse bana dememiş, ben de bileyim, bir Ceylan ablamdan sorayım. Ablam Ceylan’ın da kafası yerindeyse…’–‘Whatsapp’a bakayım. Offf Erdal Bey yürüyüşe gelmeyecekmiş, Çarşamba gününe kadar yokmuş anne,  mahvoldum’–‘ Ne yapalım Çarşamba gününe kadar yoksa yok’–‘anne ! yürüyüşe gidemem ki tek başıma köpek çok o saatte, Çağatay’a söyleyeyim de erken gelsin bari’–‘ ne olmuş  mahvoldun,  sende 6 ‘da git. yani sabah saat beşte  şart mı? 6’da geliyor herkes. Tövbe yarabbi.’–‘aaa nasıl yağmur yağıyor nasıl, bir görsen !’–‘ Ben de camları açtım sen yürüyüşten  gelmeden kapattım,  korkundan’–‘ Niye? Anlamadım korkacak ne var?’– ‘Dedim gelir der ki ben dışarıdan geliyorum, camları açmışsın sen, soğuk üşüyorum. Haksız mıyım? Benim annem derdi,  eşek bir bataklığa battığı zaman, bir daha dikkat eder batmasın, yazık.  Boş  anbar, boş ölçek,  ha ölç , ha ölç, kafada olmayınca. Ha diyim, ha diyim, bir şey değişmez’–‘Hem öyle diyor, hem de babam, seninle evlendikten sonra  hep oraya Kasmana gidiyormuş, anlamadım  niye?’–‘Açtı.Karnı açtı. Orada seviyorlardı annemgil, annem  para vermişti,  geldi bir tahta karyola , tahta böyle somaya yaptı bize.Ne yapsın?’–‘kendisi mi yaptı, yaptırdı mı?’–‘yaptırdı, para vermişti annem, tamam… annem bana sabun gönderirdi,  bana başımı yıkamak… tarak gönderirdi,  bana çorap gönderirdi annem, yazık. Ağlaya, ağlaya ‘annem ! ben seni nasıl bırakırım diye diye evlendirildim ben. Oyyy çok zalımlerdi. Annemin üzerine çay dökülmüş, yanmış. Demiş ki Allah’ını seversen, Turna’yı benim yanıma getirmeyin. Kimse beni annemin yanına götürmedi, bırakmadılar gideyim, aynı evin içinde. Ben de ağladım ‘ay annem… ay annem,  seni nasıl bırakıp gideyim  annem. A o Hanım ablam, evlenmişti 15 gün önce,  bana  dedi ki sana elbise kesiyorlar, gelinlik.Ben dedim ben istemiyorum, gitmiyorum. Ablam Hanım’ı  çağırdılar, geldi durdu ayakta, ölçüsünü aldılar. Ona  göre elbiseyi, gelinliğimi kestiler. Şeyin annesi  Fazıla’nın  annesi, amojın Zehra dikti, bana giydirdiler. Gittiğim günde gene  geldi, yazık, ablam Hanım, geldi, birbirimize sarıldık,  nasıl ağlıyoruz perdenin arkasında, yazık…’–‘Bugün hep yağmur yağacak’–‘ yağsın su yok su,  yoksa kuraklık başlayacak ’–‘gene apartmanı öyle pisti?’–‘yoo’–‘ kim yıkamış?’–‘ Ben ne bileyim anne!,  temizdi. Haberin olsun,  teyzem Ceylan’ı aradım ‘babam sigara içmezdi, annem de içmezdi o zaman dedi. Ne zaman ki o Yezid babamı öldürdü, ondan sonra annem sigaraya başladı.Annem bana beddua etti mi hatırlamıyorum, ama diğer kız kardeşlerime etmiş ’–‘ Gulamın ! aynen annemim, çene Küçükağa’nın  dediği  gibi de oldu, hiç gülmedi yüzüm, hep ağladım, öyle çok ağlardım ki çe Taludakiler beni susturmak için kara reşanı (siyah urgan) damda bir kova, tencere vardı onun üzerinde  getirip götürüyor ‘bak bu Tilki’nin kuyruğu, eğer daha da ağlarsan seni alır götürür’ diye korkuttuklarında, hele duruyordum.  Ben  bilmişim ya daha küçükken başıma gelecekleri de çekeceklerime, dertlerime ağlamışım. Çe Taluda amojın Fatma amcalarımı ‘çene Küçükağa   arazileri  oğullarının üzerine tapu ediyor’  diyerek kışkırttırdı.İki yenge, amojında  anneme hınçlarını bizden çıkarıyorlardı;   dövmüyor, onlar da beddua ediyorlardı. Amojın Fatma  çift (ikili) oynuyordu, yüzümüze kurban heyran, can;  arkamızdan, amcalara ’Efendi’nin kızları çok yemek yiyorlar, yetiştiremiyoruz  hem artık evlendirin gitsin, orospu olmadan’  şikayetini ediyordu. Kasman’da ev damlarındaki  kadınlara  bol keseden  ‘orospuluğun, kaltaklığın’ dağıtıldığını   annenden, teyzen Selvi’den  dinlemenin öncesinde daha çocuklukta;   uğruna  “Nisa ve Nur süresi ” nin indiği Kuran-ı Kerim’le iffeti korunan,  bir anda, bir dakikada üzerine atılan iftiralar, yalanlarla ahlaksız ilan edilen kadına, istendiğinde   aynı hızla  masumluğunun  geri yükleneceğini gösteren bugün vuku bulsaydı Reality Showcu  Esra Erol, Müge Anlı, Didem Yılmaz’ın   anında çözecekleri ; elde edilen ganimet yanındakinin  sayıldığından ekonomik  kazancın müstakbel sahibinin belirlenmesi için  eşleri arasında çekilen  kura  gereği, Yahudi Mustalıkoğulları  aşiretine düzenlenen,  zaferle sonuçlanan   sefere birlikte çıktığı  “ beni nasıl seviyorsun “ merakına  ” kördüğüm gibi” cevabını veren kocası Hz. Muhammed’in,  Mustalık kabilesi reisinin kızı İbn-i Kays’ın savaş ganimeti,  ismini  küçük kız, kadın anlamına gelen Cüveyriye’yle değiştireceği   Berre Hatun’la para  ödeyerek evlenmesinin; hoşuna gitmesi beklenilmeyeceğinden  kindar, kıskanç duygulara yenik   düşmesi de garipsenmeyecek;  hacet gidermek için ayrıldığı mola yerine   kaybolan kolyesini  aradığından gecikince,  ordunun kendisini almadan çekip gittiğini gören bu sırada  karşılaştığı; sonrasında işin içinden çıkamayınca,  kendisini bir şiirle hicveden şair Hassan bin Sabit’i kılıç darbesiyle yaralayacak, hakkında “gay” dedikodusunun çıkmasını dahi göze alıp  “ya Müminler, ben hasurum zaten” deyip konuya bambaşka  mecraya çekecek  Safvan Bin Muattal’ın  devesinin  üstünde Medine’ye dönünce,   hakkında çıkarılan   kocasını  aldattığı dedikodularını   çürütemediğinden  kovduğu,  ama  ayrılırsa babasının desteğini yitireceğini, itibarının da sarsılacağını  düşünerek geri getirmek için gittiği  kayınbabası Hz.Ebubekir’in  evinde,  Allah’ın müdahilliği sonrası,  minderin üzerine inen  vahiy; Nur süresi 11- 20  ayetlerindeki  iftira atan “münafıkların” cezalandırılacağını –tüm bunlar yaşanırken  bugünde  rastlanmayacak   kadın dayanışmasına parantez açıp; rekabet ettiği  Hz. Âişe için  görüşüne başvuran Peygambere “yâ resûlallah! ben işitmediğimi ‘işittim’ demekten, kulağıma gelmeyeni ‘duydum’ demekten kulağımı; ve görmediğimi ‘gördüm’ demekten gözümü korurum. Vallahi, ben onun hakkında hayırdan başka hiçbir şey bilmiyorum.” (Müslim, 8:118.) diyecek Hz. Zeyneb ‘i anmadan geçmek olmazdı – Hz.Muhammed’in ümmetine açıklamasıyla aklanan Hz. Ayşe’ nin, maruz bırakıldığı; niyeyse kaybedilince İslam dininin yeni ayetlere, yeni geleneklere… yeni temizlenme usullerine (teyemmüm abdesti) kavuştuğu  “ İslamiyet’te  kaybolan kolye, gerdanlık”  İFK hadisesi için  bile ayet gönderirken,  karalama, asılsız  itham, iftirayla karşılaşan  kadınlara yönelik , tek  bir ayet gönderip de rahata erdirmediğini,  ayrımcılığına son verdirmediğini bilmek istemediğin Tanrı’nın  makbul, dokunulmaz kulları  erkeklerin adını, işlevini tanımladıkları ilişkiyi sıkıntılı hale sokan  ‘ bil bakalım kadının teki yolda yürüyormuş ayağı tökezlemiş soora oruspu olmuş nie…??? ‘  –‘ayıp ya bu nerden çıktı şimdi?’ –‘bugün okulda Enis,  sordu’  –‘ konuştuğunuza şeye bak,  kadınlardan başka konu yok muydu? Cevap neydi?’  –‘kötü yola düşmüş de ondan’ sohbetlerinin faili  Ortadoğu’nun  ‘çiçek açmalarına  fırsat  tanınmamış’ kadınları;  bu hayatta; hep ve her zaman, en çok   isimlerimizin ‘orospu’ya çıkarılmasından, kötü yola düşmekten…düşürülmekten korktuk…korkutulduk. Daha, hayat, toplum, vatan, din  hakkında bir fikre, deneyime  sahip değilken, önce ebeveynler sonra çevresindekilerce kız çocuklarının  beyinlerinin en…en dibine kazınan;  şahit olunana bile “acaba yanılıyor muyum?”  sorgulaması gerekirken; görmediği, başkasından duyduğu  şeyler  için  peşin hüküm; biri ya da bir şey  hakkında bir şayia çıkmışsa,  gerçek olma payı yüksektir saçmalığının, “beynim yok, somut  delil olmasa da  iddiayı doğru kabul ederim, çünkü malım”   mealinin de üstü cahilliğin, önyargılılığın beyanı, söyleyen  –sanki hiç  olmamışı olunmuş yapmamış, iftira atmamış, günahsızmış  gibi  ortalığı karıştıran  kör olasıca ve pişkin trol–  bir atanın  dedikoduculuğunu  kapatma uğruna ; haklı, haksız herkesi zan altında bırakan, “çamur at izi kalsın”ın tamamlayıcısı,  yargısız infaz  “ateş olmayan yerden duman çıkmaz”a güvenip yürütülen mantığın ‘Tansu’nun kızı Yıldız’lara, masumlara zararının tiksindiriciliğinde ‘aman kızım, ben diyeyim erkeklere güvenme,  tek istedikleri yatağa atmaktır, onun için peşinde koşarlar.Bir kadına baktıklarında,  konuştuklarında  – olmayanlarda mevcuttur; medeniliğin ayracı da bu noktadır– düşündükleri,  arzuları, merakları etek, pantolon altındakidir ‘ söylemli  genellemenin gölgesinde, diğer hazlardan daha çok  sevilmesi eleştirilecek bir durum da değilken, başta sosyolojik açıdan  istediklerini az çok elde edecek ekonomik güçteki eğitimli beyaz yakalılar; hazlarını, biyolojik  gereksinim cinselliği  mutluluğun aracı edip doğallığını bozarak;  kapalı ortamda  anda kendini gösteren şehvetin karanlık yüzü  inlemeli, bağırmalı bilemedin en fazla yirmi dakikalık hazzı, dünyanın merkezi; tecavüz, taciz, cinayet nedeni yapıp, hayat kaydıracak  kadar önemse(T)menin, abartmanın ayıplığı  ilan edilmiş  kadın, erkek üreme organının başrolü paylaştığı “a… koyum, siktir et ”lerle  başlayan küfürleriyle her günün  vajina-penis diyaloglarının akarlığında, varoluş  amacını üreme, seks ile anlamlandırmak,  işte tam bu noktada, burda; ortaya sürülerek  bireye, topluma empozelenen refah düzeyi yüksek, adaletli, özgür, kaliteli bir yaşam  için değil  de   ‘insan çoğalmak için vardır, onun için  yaşar’  tezinin  amaçlığının  manasızlığını kendimce ispat için  ‘ Homo Sapiens  “modern insan” soyu  da kaçınılmazdır,  Arkaik Sapiens,  Neandertal’ler  gibi,bir  gün yok olacaktır,  varlığı sonsuz  canlıya rastlanmamıştır’  dememek için frene basmak zorunda kalındığım şu an, acaba diye düşündüm  bunu bilmelerinden …yüzü  ölen dedesine benziyor… amcası gibi yalancı, annesi gibi ruhsuz, babası  gibi sinsi, halası gibi inatçı, anneannesi gibi eli açık, dayısı gibi  cimri, teyzesi gibi  hayalci, babaannesi gibi duygusal   tanımlamaların kökeni genetik  pek çok özelliğini, karakterini, huyunu , suyunu,  göz rengini, yüzünün ifadesini,  güzelliğini, çirkinliğini, boyunu posunu  belki zekasını da  atalarından alıp   sonraki nesillere devreden insanoğlunun,  genetikle  pek de ilintilenmeyecek  çevresini algılama, ayrıntılara dikkat,  sorgulama,   sanatla, yazınla   haşır neşirlik benzeri sosyal yönü;  dünyadaki 8 milyar bireyin   birbirine benzemeyen parmak izine sahipliği gibi kişiden kişiye değiştiğinden  ‘babasının…annesinin oğlu hiç değil…iki kelimeyi yan yana koyamıyor şu kadarcık babasından annesinden  feyz almaz mı insan? bu kadar mı farklı olur’ yakınmalarını duymalarından…kendisi gibi düşünüp yazmayacağını, çizemeyeceğini, üretemeyeceğini tahmin edip ‘aman da  soyum devam etsin , benden bir parça kaldın geride telaşına kapılmayıp’ ya da ‘beni tüketen  iç sıkıntılarım, takıntılarım, umutsuzluğum, dur durak bilmeyen merakım, uçluklarım genetikle başına bela olmasın,   hayatı mahvolmasın’ diyerek ardında bir çocuk bırakmamış onca  Schopenhauer,  Michelangelo, Kant, Nietzsche, Beethoven,  Descartes, Proust, Thomas Bernhard, Franz Kafka, Edgar Degas, Sait Faik  ve…ne? Yaz haydi? Çekinme, yanıldın yine ‘ve kendim’ yazacağımı sandın değil ? ve  sen   benim  ”Kaldır başını…Aşk belden yukarıda sevgilim !”ci Şairim, cidden ve de eğer kitleleri etkileyen roman, şiir  yazma, resim çizme, heykel, beste yapma,    farklı , reformcu, radikal düşünceler öne sürme,  yeni şeyler icat etmeyi sağlayan   kişiye özgü yetenekler kendinden sonrakine devr edilseydi, bugün  Karl Marx, Victor Hugo, Ernest Hemingway, John F. Kennedy, Martin Luther King , Che Guvera  Marie Curie, Steve  Jobs; Nazım Hikmet,  Tezer Özlü, Vedat Türkali  gibi onca yazar , besteci , ressam,  felsefeci ve siyasetçinin;  aldıkları telif ücretleri sayesinde  kimseye muhtaç olmadan rahat bir ömür sürdüklerinden el-hak şanslılıklarına diyecek  söz  bulunmayacak  çocuklarının, torunlarının; en az onlar kadar kitleleri peşinden sürükleyen  eserlerinden, düşüncelerinden  söz ediyor olacaktık diye  düşünmeye sebep bu konuda, öyle tez hazırlamak için yazarların , sanatkarların, düşün adamlarının soyunu, sopunu  araştırmaya, gözlemeye de gerek yok, her gün ekranlarda seyredilen, kitapları okunan,  müzikleri dinlenen  yazar, şair, felsefeci, sunucu, gazeteci, besteci, oyuncu, ressam ; onca Mehmet Ali Birand, Ulus Baker, K.İskender,  Oruç Aruoba, ,.., …,  Müşfik Kenter öldükten ya da Sabahattin Ali, Uğur Mumcu, Tarık Dursun, Abdi İpekçi öldürtüldükten,  Deniz Gezmişler astırıldıktan  sonra illa ki ‘ yolu yolumdur…ondan çok şey öğrendim, mirasını devam ettirmek borcumdur‘ militanlığında   fikirlerini, davasını sürdüreceğini  ayan beyan eden kan bağı olan, olmayan  tonca mirasçının,  kısa sürede söylediklerini  unuttuğu, ölenlerin eline su dökemeyecek sıradanlıklarını, eserlerini, davranışlarını sergilediği her yinelenen gerçeklik…aldanış gibi orospuların peşinde koşan caddede, otobüste, dolmuşta karşılaştığın asık, memnuniyetsiz suratlar tabu saydırıldığından konuşulmasından  hoşlanmadıkları, utandıkları cinselliğin eşleştirildiği  başka bir dilde  dürüstlük anlamına gelen namus da,  öğretilenin aksine –her  ne kadar bazı insanlar için hâlâ öyle olsa da , bir gün herkes değişecek– iki bacak arasıyla  ilişkisiz, kendin olmadır ki, demokrasiyi işletmeyen otoriter yönetenlerin yalanlarını, üç kağıtçılıklarını kapatmanın; çalıp çırpmayı,  ahlaksızlığı, çapsızlığı, nepotizmi felsefesi  yaptıkları rejimlerini ayakta tutmanın ‘ne yapsak, ne bulsak  da   uğraşıp dursunlar,  peşinden durmadan koşsunlar sunduğumuz hayatın rezilliğini, zehirliğini fark etmesin, anlamasınlar ‘  derdinden kurtuluşu dinini de kullanarak, istendiği anda  piyasa sürecekleri esneklikte, olağanüstü, abartılı  anlamlar yükledikleri  s, onur, şeref, vatan, namus, benzeri kavramlarının, argümanlarının yanına  yerleştirdikleri  uyuşturucu   obje  “kadın”ı  geçici  rahatlama, haz almadan öteye   gidemeyen  cinsellikle de   tamamladıklarında  sen !

“Bizi sevmiyorlar hayta sevgilim

 Bizi sevmiyorlar

 İstemiyorlar bu gezegende.

 Ne erk, ne demokrasi, ne muhalefet, ne de aşırı uçtakiler” le

kaleme dökmeden de  benim  sevdalara aç Şairim  bil  ki,  evladın uğruna ölcek kadar sevdiği ama evladını öldür(t)meyecek kadar sevmeyen, evlatlarını sevmeyen bir  memlekete kimse de seni,  sadece sen olduğun için sevmeyecekti ‘dünyanın para, cinsellik, seks üzerinde döndüğü bir gerçek’ diyenlerin gerçeğinin paradan, seksten başka bir şey olmaması  nedir Allahaşkına? da demedim ben. Evet ! çocukken  bakkala şimdilerde markete ekmek ya da başka bir şey almaya gönderildiğinde parayla (muadili kredi kartıyla  tanışmamıştık) isteneni alındıktan sonra belki de etraftaki çocuklar da  öyle yaptığından, bir nevi kendine ait olmayan, güvenildiğinden  emanet edilen  paranın üstünü kullanarak,  daha o  yaşta  anneler çalışmadığından  “baba malına” çöküp sakız, tüpte çikolata, şekerleme, bisküvi, lokum alınarak alıştırıldığı vurgundan  haz alan, ailenin, komşuların   ‘çocuktur ne olacak, canı çekmiş’ korumacılığında kötü bir şey yapılmadığına inançla  yola devamda , bir gün,  hayatın odağında yerleştirildiği  keşfedilen  para ve seksin birlikte hareketlendiğinin (parası olan sekste de profesörlüğe uzanırken, olmayan  “el”izabeth’le idare ettiğinin)  farkında  bile  değilken sen,  başkasının hakkına saygılı, sevgi dolu  iyi  bir insan olmanın, bilimle, teknikle, finansla içi içe  Mary Anderson, Grace Hopper, Lisa Su, Marissa Mayer, Demet İkiler, Berna Akyüz,  Bill Gates, Mark Zuckerberg, Jeff Bezos, Elon Musk ve Aziz Sancarlar gibi aklını, yeteneğini  kullanarak para kazanmanın teşvik edilmesinin yerine değerler  silsilenin en tepesine ‘uyuşturucu mu satarsın, kara para mı aklarsın, zaman zaman devletin desteğiyle şeytanlaştırılanların kayyumla  malına mı konar, mafyatik usullerle Paramount oteline mi  çökersin, 750 milyon dolar kredi kullanıp devleti mi dolandırırsın; ne yaparsan yap, nasıl olursan ol yeter ki’ zenginleşerek çok para kazan =  güç & güç + seksi kadın, yakışıklı erkek kondurulduğu andan itibaren de; dirsek çürüterek sınavlara hazırlanıp, kazanmanın köküne kibrit suyu eken %60  dilimdeki bir öğrencinin  her şehirde mantar gibi türetilmiş  özel  ya da devlet üniversitesine  para bastıran, YKS ‘de ilk bine, beş bine girmiş  öğrenciyle   aynı  “elektronik elektrik… bilgisayar yazılımı… tıp” bölümünde okuma başarısızlığını a büyük bir ihtimal   torpille, rüşvet vererek  dolgun maaşlı  işe girerek iyi bir maaş = seksi  hatun=  para, seks döngüsünde  – bakmayın siz,   kişinin dış görünümden önce zeka, entelektüel ve kültür seviyesinden etkilenildiği iddiasında  sapyoseksüel kadın, erkek tercihimdir  geyiğine.  Playboy dergisine kapak pozu vermesini eleştirenlere “kadınların kendi bedenleri üzerinde istediklerini yapma hakkı her zaman ve her yerde savunulur. İkiyüzlülerin ve gericilerin hoşuna gitse de, gitmese de” diyecek  Fransız bakan Marlene Schiappa’danlardansa; Osmanlı İmparatorluğundaki gibi  akşam Padişahın, Sadrazamın, Paşanın, Efendisinin  yanına çıkarılırsa, götürülürse  gözdeliğe, Valide Sultanlığa, hanımlığa  atlayıp, bir veliaht da doğurarak  sarayda, hanede  söz hakkına kavuşmak amacı olduğundan,  tek  işi, tek düşüncesi süslenip, püslenip  seçilme bahtına erişmeyi  bekleyen cariyelerden yana oy kullanacakların çoğunluğunda – kola takıp cemiyete sokulan  güzel, bakımlı bir kadına, bir erkeğe sahipliğin başarı sunulduğu  noktada; tarih boyunca bulunduğu her ortamda  rahatını sağlama,  hizmetini görerek hoş tutma  misyonu yüklenilen, kadınların da  şuh, güzel, bakımlı görünme gayretinde,  cilveli kadınlıklarını kullanarak – ki, yoksa  bir halı içinde  sarayına girerek  sevgili olduğu  ( sonrasında yakın müttefiki Marcus Antonius evlenen)  Roma diktatörü Julius Caesar   hükümdar ilanı edip arkasında durmasaydı  ne  Kleopatra Mısır Kraliçesi, ne de 1711 Prut Savaşında  tarihçilerin hepsinin olduğunu kabullendikleri çadır ziyaretiule  Osmanlı Sadrazamı Baltacı Mehmet Paşa’ya kuşatmayı kaldırtan,   Çar I. Petro’nun da “  çıkardığı emirnamede kurtarıcılığından söz ederek” 1712’de  evlendiği Katerina Rusya’da  Çariçe olamazdı – istediklerini elde etmelerini  sağlayan yumuşak karınları sekse zaaflarını bildiklerinden erkeklerin, te ortaçağ öncesi kabile yaşamında  bile başları sıkıştığında işlerini yoluna koymak,  rakiplerini alt etmek hatta  istihbarat örgütlerinin faaliyetlerini yönlendiren – I.Dünya savaşında Alman Gizli Servisi’nden  30.000 Mark aldığına dair senedin delil gösterildiği, Almanya yararına kullanmak için pek çok  kara, deniz ataşesine metreslik yapmış sonra idam edilmiş Mata Harilerin’ varlığının  Sedat Peker “…Acarkent’teki bekar evinde yaşanıyor. Cihan Ekşioğlu; o eve davet ettiğin, alem yaptırdığın, kafan güzelken padişah kaftanı giyme..” ifşası  öncesinde de herkesin haberdarlığında,  failleri gizlenen, istisnasız her partide, örgütte, şirkette, aşirette ‘fakir  kızlara burs verip okutuyorlar. Hem kendileri, hem de yakın çevrelerine bu kızlardan sevgili ayarlayan’ Esenyurt Üniversitesi sahibi Orhan Özyurt gibi, onlarca Aliye Uzun, Korkmaz Karacanın;   Deniz Baykal, Burhan Kuzu, uyuşturucu patronu Zindaşti’ye,  belediye başkanlarına, siyasetçilere,  iş adamlarına servis ve hediye “kadın sunulması” törenlerinin şaşasında   güneşin etrafında döndüğü unutulup “dünya para, altın, petrol, pırlanta, bitcoin  ve seks üzerinde dönüyor” zihniyetine yol verildiğinden Afrika’da üstsüz dolaşılan bir kabilede kadınların memelerini kapatmasını isteyenin ‘yüz yıllardır böyleyiz, kadın memesinden tahrik olunur mu?’  “sapıksın’’la suçlanacağının yüzde yüzlüğünde ‘bakma sende ! kafanı çevir ! yürü yolunda ‘ seçeneklerini dışlayan;  cinsel obje saç ise saçla; gözse gözle; simsiyah bir örtüyse örtüyle; 6-8 yaşındaki bir çocuğun duru teniyse  o tenle; sakızsa sakızla; gölgeyse gölgeyle  hareketlenenlere “ yeter ! hiçbir şeyimi değiştirmeyeceğim, etek giydim diye aranıyorum sanan sen, kafanı değiştireceksin. Evli değilim “başımda bir erkek yok” diye gece eve geç geldiğimde perdenin arkasından ‘cık, cık’ la  gözetleyen komşum sen, perdeni kapatacaksın. Denizde kadını süzen sen önüne döneceksin çünkü ben, denize girmekten vazgeçmeyeceğim Artık seninle olmak istemiyorum dediğimde üzerimde hak iddia etmeye çalışan sen, yoluna gideceksin; çocuk doğurmuyorum dediğimde “aaa ne demek çocuk yapmam” diyen politikacı işine bakacaksın. İnsanlara kadın işi, erkek işi diye rol biçenler, eşit paylaşımı, yurttaşlığı  öğreneceksiniz’ isyanlı  Emel’in ardında ‘saç telinin, ayak bileğinin, poponun, göğüslerin, gözlerin, dudakların, ellerin bir taraflarınız şişirmesine, bikini, dekolte, mini etek, pantolon  giyinilmesine  ‘tahrik ediyor…oluyorum “ bokunu atmayı artık bırakın zira,  son durağı  burkadan göz gözüksün mü, gözükmesin mi? kara çarşaftan burun çıkmalı mı, çıkmamalı mı’ olacağı kadına,  gözünün üstünde kaşın var  bahaneli yaklaşımla  tahriksiz bakmayacağını bildiği erkeğin nefsini  köreltmek için kadının kendi  bedeni üzerindeki  kullanım hakkını ‘tesettüre gir, örtün, saç telinin gözükmesi  Allah’ın gazabını çeker’ tebliğleriyle elinden alan, ayıp saydırdığı cinselliğin nasıl yaşanacağını,  Gusül  abdestini, zinanın tespiti için  yeterince tertibat almasalar da paçayı yırtacakları asgari şahit  sayısını 4  ( why not four ?) belirleyen Kuran’ın sure, ayet ve hadislerle konulmuş yasaklardan, kurallardan konuşulan konuların, yakıştırılan sözlerin sıradanlığından,  seviyesizlikten,  muhatap olunan  bakış açısından, anlayıştan  haz etmediğim kaba sabalığından ısınamadığım  İslam coğrafyasında….

….anlayamıyorum  da, çıkış yeri  aynı coğrafya olmasına karşın büyük absürtlük  Hz. İsa’nın bakire Meryem’den doğmasını  kabullenmiş  Hıristiyanlıkta,  İncil’de  bu derece yer almayan  gündelik yaşam,  değişim,  akıl ve    bilimle  çatışan,  çelişen yasakların kaldırılması, güncellenmesi  –Galileo ve Engizisyon mahkemesi  –  dünde; dinle, tabularıyla kıyasıya mücadeleye  girişilmeden mümkün olmadığı dünyada, bugünde; ne kadar ötelenirse ötelesin Suudi Arabistan örneğinde  görüleceği üzere,  durdurulamayan teknolojik  gelişimle  tezatlık arz ettiğinden  mücadele edilmeden  de dini açılıma yönelerek kurallarında   değişik yapma zorunda kalınsa da  dönüp dolaşıp sürekli kadın, erkek doğmanın yol açtığı sorunlara  demir atmaktan da  artık bıkkınım. Öyle  ilahiyat eğitimi almış, prezantabl sofu, soft irticalığını, medyatikliğinin arkasına  beyaz Müslümanlığını da  gizleyen mantığının gereği “cennette erkeklere kadın verileceği gibi, kadınlara da erkek verilmeli” müjdesini   ihmal etmeyen, ilahiyatçı profesör   tavrında  dini,  İslam’ı yorumlayacak ne bilgimin, ne de halimim  olmadığını  baştan bildiriyorum ki kafa karıştırmaktan öteye gidemeyen   ‘yok o ayette şu vardı , yok bu süre de bu deniyor’  tartışmasına bulaşmadan aklıma  yatmadığından –eğer  Kuran’da yazılmasaydı örtünmenin isteneceğini öne sürebilir misiniz? Ki Tarının kulu kadının ( niye ilgilendirsin ki) zinetlerini söz konusu etmesi, Ayet göndermesini de– mantıksız bulduğum yasakların tartışılmasını, sorgulanmasını  ‘günahla’,’münafıklık’la  niteleyen cinsiyet ayrımcısı –Allasen, en nefret ettiğim şeyi yapıp,  ordan ‘başka dinlerde de öyle, şöyle’ diye laf sokup durma, olabilir…muhtemelen de öyledir ama muhatap olduğum,  hayatımı biçimlendiren kendi dinimle ilgili  sorunum, sorularım   var benim,  ha sende farklı düşünüyorsun madem,  savunmak için  yaz bir  roman, elini tutan biri yok nasılsa – baskıcı, erkek erkli  İslam dininin – bugünde  onca  Hiranur Vakfı kurucusunun  6 yaşında  kızının (H.K.G.’yi), 29 yaşındaki talebesiyle (  K. İ’yle)  dini nikah yapılarak  evlendirildiği bu  toplumda, çağdaş olduğunu söyleyenleri bile etkisi altına almış–  ‘benim malım’  zihniyetinin kadınların başına belası  “Küçük yaştaki kızlarla evlenilmesi sünnettir”ine binaen; yaşananı, gelişimi, değişimi incelendiğinde bilinen hiç bir medeniyet , çağ  masum değildir insanoğlu  gibi diyerek, günümüzde Sudan’da kadın sünnetleri, Afrika’da sihirli  uzuvlarına sahip olanlara şans,sağlık getireceğine inanılan Albinoların  uzuvlarını satmak için kaçırılıp öldürülmesi, Uganda’da eşcinsellere ömür boyu hapis cezası verilmesi gibi  yöresel “kültürel” farklılıkların cinsiyetlere, ırklara yönelik hak ihlalleri,  vahşeti, gaddarlığı nasıl mazur görülmeyecekse; apolojetik yaratıcılığının eline su dökülmeyeceğinin, apologist kanıtlarından; Peygambere, Halifelerine  sübyancılık yakıştırmalarını bertaraf için yaş ergenlikten sonrası sayıldığından  aslında 18 yaşında genç kızlarla evlendikleri söylenip zamanın Arap toplumunda diye başlamadan evvel Hz.Aişe’nin evlilik yaşıyla ilgili   copy paste “onlar beni bezeyerek öğlen olmadan Resulullah’a teslim ettiler. Ben o zaman dokuz yaşındaydım.”( Sahih-i Buhari, c. 5, s. 70 – 71) “ben Resulullah’ın huzurunda oyuncak bebeklerle oynardım; benimle oynayan arkadaşlarım da vardı. Resulullah içeri girdiğinde onlar utanırlardı, ama Resulullah onlara iyi davranır, onları benimle oynamaya teşvik ederdi; onlar da benimle oyuna devam ederlerdi.” (Sahih-i Buhari, c. 8, s. 37)   içerikleri aynı hadisleri Buhari, Müslim ve  Ebu Davud    yanlış aktararak gaflete düşmüşlerdir diyorsanız şayet,  İslam’ın  önemli hüküm kaynaklarından “sünnet”i de inkar edeceğinizden  susma hakkımı kullanıp; M.S 600 yıllarında  6 yaşındaki Hz.Aişe’yle nişanlanmış  Hz. Muhammed’in iki kızından;  sekiz ya da  on yaşlarında evlendirdiği Rukiye’nin ölümü üzerine diğer kızı    Ümmü Gülsum ‘ü de  verdiği Hz.Osman’ın; Hz.Ali’nın  on bir yaşındaki kızı Ümmü Gülsum’ün Hz.Ömer,  ölümünden sonrada  ağabeyi  Cafer’in oğlu Avn’a, Avn ölünce, kardeşi Muhammed’e, o da ölünce yine Cafer’in bir başka oğlu Abdullah’la  çocuk yaştaki evlilikleri;  kadın erkek arasındaki  ilişkilerde “seksonormatif” likleri  ayyuka çıkmış; akışı içinde tarihin özellikle  de bireyin özgürlüğünü reddederek,  güçsüz ve  zavallı kadına  her türlü eziyeti  reva görmüş  dinlerin, sistemlerin arkasındaki ataerkil,  sınıfsal  iktidar yapısı görmezden gelinemeyip, Ortadoğu coğrafyasındaki  erkek familyasında da; 1400 yıldır değişen hiçbir şey yok demek ki;  diyenlere içten  kalp emojisi yolladıktan  sonra,  iradesiyle  istemesinin mümkünatsızlığında 6 yaşındaki  kız çocuğunun (Hz.Aişe) yeni kurulan bir devletin başkanına verilmesinin evrensellik, bilgelik iddiasını  yerle bir ettiği Kureyş ve diğer kabilelerin dışında dünde ve bugünde   İmparatorluklar da, Krallıklar da, çok uluslu  şirketlerde, aşiretlerde , ailelerde  görülen  çıkar ve iktidar uğruna kadınları; ana malları, kapitalleriymişçesine takaslamalarının, evlendirmelerinin, berdellemelerinin  yüzyıllardır  kız çocuklarının  kaderi oldurulan çocuk gelinliklerin; ölünce kocası , karısı; kardeşi, baldızı, eniştesiyle  evlendirilme geleneğinde saklı ensest ilişkilerin yaygınlığı yadırganmadığı sorgulanmadığı müddetçe “her kadın (artık ne kadarını kapsıyorsa) bir parça  orospu’durun tezahürü ‘her erkeğin bir parça orospu çocuğu…pezevenk olması’ tartışması karşısında sanırsın dünya orospu…orospu olmayanlardan ibaret bir yer ve  ataerkilliği sorgulatacak, şaşırtacak  düzeyde bazen  erkek çocuklarına bile  ‘saat kaç biliyor musun? nerdeydin ? bu saatte kadar, kiminleydin’  copunu elinde sallayan  babaların  dayağından kurtulduktan sonra bu defa da;  ’aptallığın dibi’ gördürecek  medeni birinden  algılamasını istemek, ötenin ötesi bir gerçeklik olacak   ‘ sana demedim mi ben baban bi duysa, başın önde  git gel işte’  öfkesinde  saçı, kulağı  çekip, tokat atarak erkek ayarı   verecek  annelerin, kızlarının ‘kendi haline, gönlüne bırakırsan Cumhurbaşkanı Özal kızı Zeynep  gibi  davulcuya, zurnacıya kaçmasını,   orospuluğunu önleme çabasında ki çoğu  çocuk  gelin annelerin, boş egolu kocaların,  abi ve  ablaların  ‘insanın, ailesinden başka nesi, kimi  var, insan ailesi için  (hani hiçbir karşılık beklenmemeliydi her şeyi yapmalı ’ manipülesi “kutsal aile”nin ‘ iyi  evlat,  anneyi, babayı, atayı  üzmez –birilerinin üzülmemesi,  birilerinin üzülmesine bağlı ise buradaki hakiki üzüntü nerededir ? –ders çalış, geç kalma, yaramazlık yapma, otur, kalk,  ye, iç, dolanma, açık saçık  giyinme, o küpe ne öyle oğlana yakışır mı? ‘lı  psikolojik tacizini, baskısını hak gördürme anormalliğini  kabullendirerek yetiştirilen itaatkar  çocukların  özgür bireyliği  fark etmeleri   “kutsal ailenin”  yalanlığının  idraki  gibi  ömürlük   zaman alacağından,  acaba ? ebeveynlik ruhsatı uygulamasıyla, anlayıştan sevgiden uzak, çağa uyumlu çocuk yetiştiremeyecek karakteri tespit edilenleri kısırlaştırarak   topluma  büyük bir iyilik edilmiş olmaz mı? Hey ! gülüm heyyy !  senin bu “üst insan”, “ari ırkı”  çağrıştıran “ebeveynlik ruhsatı” düşüncen  çoktan tarihin çöplüğüne yollandı  üstüne  İsrail’in , Filistinlilere   insanlık dışı  ihlalleri; sırf dininden,  kökeninden dolayı  Nazi kamplarında, savaş alanlarında milyonların  yok edilme canavarlığını, savunacak derece  şirazeyi kaydıranlara  “Hitler,  Yahudilere az bile yapmış” dedirtince;  bir gün  herkesin  faşizm barındıran  bir düşünceyi  akılından geçirebileceği…bir tavırda bulunabileceği  önermesi de böylece  doğrulandı.Oooo sen,  eyyyy ne yazacağını şaşırmış yazarım , birazcık gergin misin,  ne ? Amca kızı Leyla’nın ölümünden iki, üç yıl sonra neydi o derenin adı, hani Oğuz’un sel suyuna kapıldığı’  –‘ eree ! ben vakit bulup da  sormuş muyum acaba ? buranın adı ne, nerden  geliyor bu su diye? Adını bilsem ne, bilmesem ne.Bizim oralarda, nereye baksak bir dere, her yerde  dağ, ormandı. Benim için, aramızda  a burdan Lozan Park’a  bir mesafe uzakta Şamran altı dedikleri;   kilimlerin, yünlerin, bulaşıkların, çamaşırların  yıkandığı deré Mengelî  gibi suyu yazın azalan, ilkbaharda coşan bir dereydi, o kadar’ – ‘tamam senin vaktin yoktu ya diğerleri? Anlayamıyorum koca sülalede kime sorsam ne sen, ne teyzemler, ne amcalar, ne dayılar; bir Allah kuluda  yaşadığı  Kasman’nın, Badan’nın , Muskan’nın, Emeran’ın, Van’ın, Muş’un  etrafındaki dağların, su taşıdıkları, çamaşır yıkadıklar  derelerin, gittikleri yaylaların, evinin karşısındaki ormanın, tepenin adını  bilmiyor ? İnsanın çevresine karşı bu ilgisizliği… on bir yıl yaşadığın bir şehir’de en az bin kez gördüğün bir derenin adını merak etmemek  tuhaf….?’ –  ‘tuhaf mı? tuhaf sensin? Ne kimse bize anlattı, ne de biz kimseye sorduk. Zaten niye soracaktık ki; şimdi aklıma geldi mesela deréyi Efendi derlerdi babamın vurulduğu yere,  eğer dere bizim evin önünden geçseydi  büyük dedenin adı verecek  deréyi  Talu diyeceklerdi,  Deré Mengelî ‘nin adı  Kasman’da   Kasman deresi,  Badana  varınca  Badan deresiydi, ne bileyim ben. iş yapmaktan  boş fırsat  bulduk da sormadık mı ?   derenin adı ne, nerden geliyor  diye; hem köyde hem şehirde  hep çalış, hep çalış. Misafirsiz tek gün yok, köyden ipini koparanın;  işi için, gezmek için, hastane için,  okul için,  alışveriş  için, olmadı nefes almak için, canı sıkıldığı için; geldiği, ne diyordu senin arkadaşın Emel “ nohut oda, bakla sofa”  bir ev, aslında ‘Kemal Otel’ onca çocuk; amcan Haydar yanımda okuyordu,  Leylanın babası geldi  sonra amcan Cemal, deliydi ya deprem sonrası büyük amcan apo Hasan, hafta sonu evci çıkan  yatılı bölge okuluna okuyan hepsi akraba bir dolu  öğrenci, Lise’de okuyan dayın, Piro Kekil’in oğlu Cemal; her şeye yetişecek, hizmet edecek tek ben. O hengamede hiç akla gelir mi bu derenin adı nedir?’ cep telefonundan  Google bakıyor ‘‘Akköprü deresiymiş’ duymuyor bile, üstelemiyorsun sende , bu saatten sonra bilmesi hayatına ne katacak ki  ‘ilkokul üçüncü   sınıfa geçtiğinde sen, ikinci sınıfa giden Ayşe’nin elini tutar üstündeki tahta  köprüden  karşıya, beş dakika yürüme mesafesindeki  İskele caddesinden    geçip  babanın işyeri Karayollarına,  ordan da   2 Nisan İlkokulu’na giderdin.’ Şimdinin servis kapıya dayanmadan okula gidemeyen çocukları gördükçe, annenle, babanın ‘başına bir şey gelir mi? gelmez mi ‘ kaygısızlığında evden kilometre uzaktaki  okula  göndermelerindeki rahatlıklarını,  itimatlarını aklın almasa da,  tek başına yanında aranda bir yaş fark bulunan  kardeşinle  gittiğin  ilkokulun  yolunun üstündeki kavşağın  köşesinde,  önünde babanın kışın  evden hiç eksik etmediği  içine parmağını daldırıp  büyük iştahla yediğin tahta kutuda  pekmezlerin, bakliyat dolu çuvalların, samanların  arasında yumurtaların saklandığı sepetin dizildiği  her gün uğradığın, şeker, bisküvi, sakız aldığın  bakkalı;  yıllar, yıllar sonrası bir keresinde de  şaşkın bakışlarına gülerek,  boynuna ‘kolyen pek güzel oldu.Aman yavrum, bunun içinde çok çekirdek vardır, bir de minicik bir kurtçuk, böcek de da çıkabilir, dikkatli ye’ uyarınla asıp, bir tane koparıp, elindeki peçeteye silip, çekirdeklerini çıkarıp  ağzına verip çiğnemesini bekleyip, merakla  ’nasıl güzel mi?’ –  ‘çok güzelmiş’ beğenisini  aldığın Can’la,   yiye yiye eve geldiğiniz, Ankara’da ne zaman yol kenarında, kaldırımlarda, parklarda  illaki  de yaşlı bir satıcının önünde, elinde ipe dizilmişini görsen ‘çok severim, iki kuruştu, ilkokulun önünde satılırdı,  tadı, aroması hatta  aurası   başkaydı.Nerde  Van’ın etli, etli  güzelim  alıçları,  nerde bu bozkır’ın susuz, iç geçmiş alıçları’  şalvar, şapık (gömlek)  giysili yaşlı, köylü bir  amcanın el arabasındaki çuvaldan ölçüsü bardaktan  gazetede kağıdından   külahlara  doldurduğu sonbaharın müjdecisi  kırmızı, sarı, turuncu alıçları; mekan, yer ayrımsızlığında hep  dewa ma Badan’nın uçsuz bucaksız tarlalarındaymışçasına  koşuyormuşçasına hızlı, hızlı yürüyen,  genellikle mahalledeki bostanlardan sebze, meyve veya çarşıdan entari, ayakkabı almak, bir yere gitmek için  birlikte çıktığınızda,  istese de yavaşlayamadığından, on adım önünüzde yürüdüğünden yetişmek için ev halkının,  annenin  arkasından nefes nefese kalacağı babanın,  işe gitmek için  evden çıkışını  görür görmez  peşine takılmayı adet   –ki  az daha o çokk istediği   erkek çocuğundan Oğuz’dan  edecek– edinen çocuklarına; bir, iki kuruş  vererek şımartma   huyu  sayesinde, önlüğünün  cebinde hep bakkaldan açık karton kutularda satılan lokum, bisküvi, sakız,  okul önü tezgahta  halka tatlısı, simit , boğduran leblebi tozu, diş kıracak sertlikteki  keçi boynuzu, ayva, alıç, elma, pamuk helvayı alabilecek üç beş kuruşun  bulunduğunu da   hatırlatan  ’Van’da sen, ilkokula gidinceye kadar dört yanı yüksek duvarlarla çevirili, içinde mensuplarına ucuz mal satan kooperatife ait dükkanın  bulunduğu lojmanında oturduğumuz Karayollarıyla aramızda İskele köyüne, Van gölüne  ring yapan dolmuşların geçtiği, iki yanı gökyüzüne yükselen koca  ağaçlarla çevrili işlek İskele caddesi… ‘aaaa Allah…Allah, her şehrin  büyük ana caddesinin adı ya Atatürk ya da Cumhuriyettir, yanlış hatırlıyor olmayasın şaşkınlığını yansıtmaktan vazgeçtiğini bilmeyecek annen ‘eve yakın olduğundan’  diyordu ‘babanın işyerine gitmeyi çok severdiniz; amcan  Haydar’ın  adını Vangül koyduğu  sarı saçları, bira da yüzünü  o zamanın meşhur  çocuk artisti  Ayşeciğe  benzeten komşum Dürdane’nin  ‘Ayşecik, Ayşe’ diye seslenmesine baban da katılınca….

….‘mahalleye, sokağa, çarşıya çıktığında kara çarşaf giydirten; Aleviliğini  açık etmemek için  komşusunun ‘Ayşe’ hitabını kabullendiğini bu yıl olmuş hala itiraf edemiyor. İFK hadisesinde yer almış 100 esirin serbest bırakılması şartını da  ileri süren  Berre’yle  “senin yerine mukâtebe ücretini ödeyeyim ve seni eş olarak alayım.” teklifini  edip mehir olarak da 400 dirhem gümüş vererek evlenen  Hz. Muhammed’e kızgınken   “Ey Allah’ın Resulü, Allah sana darlık vermez. Sana kadın çoktur. Sen cariyene ( Cüveyriye’yenin de Hz.Aişe’nin hamur yoğururken uyuyakalıp hamuru keçilere yedirmek haricinde hatalı hiçbir hareketini görmediğini söylediği ) sor, sana gerçeği haber verir  ” telkinini yaptığından,   “bir adam” diye bahsettiği,  cephe aldığı Hz.Ali’nin Cemel Vakası  sonrası  “ya Ayşe, Resulullah sana ve bize bunu mu vasiyet etmişti?” ikazıyla, etkin olduğu siyasetle, halifeliğin  kime verilip verilmemesiyle uğraşmayıp köşesine çekilmiş, Ehlibeyt’e reva gördüğü haksızlıklarını, entrikacılığını  tasvip etmeyip  erkek otoritesine başkaldırışını desteklediğini söyleseydin şayet,  yüzüne tüküreceği kesin çene Küçükağanın;  Kasman’da, Badan’da   köylülerin, annenin de en çok da Gilda’ya kullandığı  söylenişi  aklına  bir  kadını çağrıştırdığından  Mantorî  adlı kadının, kıçını kırıp evinde  oturmayıp  o kapı senin,  bu kapı benim ev, ve dolaştığını düşündürtmüş en sevdiğin Zazaca atasözü kalıplarından  “(çeneke zé mantorî cérena)  Montera aşık gibi ne  dolaşıp, duruyorsun” demeyi,  unutmadığı ’ Ayşe hıı, eree bu Ayşe nerden çıktı? Bunun adını Ayşe’yi kim koydu?  Benim yanımda o naletin adını anmayın, ağzınıza almayın. Hazretmiş,  ne Hazreti? Kim kaybetmiş de o bulmuş…hindir o hin. A o  Hz.Ali’nin başını yiyenlerdendir. Ehlibeyt’in kanını içse doymazdı, Ayşe’ye  yüzbin kere lanet ’  karşı çıkışına karşın….

…. herkesin,  akrabaların, senin    adını  yıllarca Ayşe bildiğin   ‘kardeşinle, sana çok güzel kısa kollu, yakası dantelli, beyaz elbise dikmiştim.O elbiseyle çekilmiş bir fotoğrafınız da  vardı,  hatırladın mı?Benim  diktiğim ilk elbiseydi, baban memur olduğundan lojmana taşındıktan sonra ordaki komşular sayesinde çok şey öğrendim, Dürdane abla vardı; o bana anne, abla, kardeş, arkadaş oldu; çocuğa bakmayı, giyim kuşamı, dikiş dikmeyi, yemek, turşu, salça yapmayı,  alışverişi, lüzumlu ne var, ne yok her şeyi öğretti. Van’ a ilk geldiğimde  lojmana yerleşmeden önce baban bir oda tutmuş, tek bir oda; yatıp, kalktığımız, yemek yapıp yediğimiz, tek bir oda; tuvaleti de dışarıda. Hiç unutmam, babamın amcasının oğlu  dava vekilliği, CHP İlçe Başkanlığı yapan dereza ma Haydaré Zeynelé ’n eski model bir cipi vardı, baban onu parayla  kiralamıştı, Tatvan’a kadar Haydaré Zeynelé’n şoförü   getirdi, gelmeden bir gün önce,  hakim abim Mehmeté Şerifé benden…kız…kız iki arada bir derede nasıl düşünmüşlerse, amcam Hüseyin’le beraber, babamın mirasından feragat edip , tüm hisselerimi de abime  “ferağ” ettiğime dair  vekaletname aldılar, elimden. Tatvan’da bir gece otelde kaldık, ertesi sabah otobüse bindik amam Allahım sen bir ağlama tutturdun, susmuyorsun yanımda  amcan Haydar ‘eree Rukoş, hele ver bu kızı,  şunu göle atayım kurtulalım ‘ deyince, ben öyle korktum,  öyle bir sıkı sarıldım ki sana  ‘yok, yok’. Annen çok korktu ben öyle deyince niye bilmiyorum yapacağımı düşündü. Geceydi Van ovasına girdik aman Allahım ! onyedi yaşındaydım o zaman,  hiç böyle bir şey görmemiş,  her yer ışıl ışıl, aydınlık, ortalık bir  parlak ki, sanki gündüz mavi, kırmızı, sarı ışıklar oynaşıyor  dedim bu nedir ? bu elektriktir Erzurum’dan geliyor onlarda Rusya’dan alıyorlar. Valla Muş’ta var mıydı bilmem ama 1960’da,  Varto’da elektrik yoktu, görmemiştik .Geldik Van’a, otogarda  baktım baban şey kiralamış at arabası, böyle çadırlı madırlı…fayton. Amcan Hasan  şehre gidiyoruz  çe Resulden  bir kat yatak, bir de cacım (kilim) başka bir şey vermedi, kap kacak hiçbir şey.Halbuki o ev çe Resulde ki her şey, babanın babasının malıymış. Amcan Haydar , Kasman’a beni almaya gelmeden, amcan Hasan’ın  verdiklerini  Varto’ya götürüp  cipe atmış.Van’a giderken Badan’a uğramadığımdan annemin verdiği sandığım da orda kaldı, bavulum mavulum yoktu, ne bavulu?To, lo…lo…lo…to…Ne diyorsun sen? alay ediyorsun , onbeş yaşındaydım seni doğurduğumda,  doğum ne ? bebeğe ne lazım?  bildim mi ki sana bir şeyler yapayım,  kim bana bir parça, bez  verdi  al bunu çocuğun doğunca zıbın yap dedi de ben sana  zıbın yapamadım. Hiç hazırlığım yoktu ne kundak, ne zıbın, doğduğunda birileri  bir bez getirdi, sardık seni sonra   çe Talunun  terzisi   amojın Zehra, çok güzel dikiş dikerdi, çok dikti sana; kundak,  kollu  bir gömlek minacık, bir hırka  ördü, altını bağlamak için bezler getirdi.Van’a gelince pudra var ya, hani böyle  beyaz pudralar satılıyordu eskiden, Amerikan bezi alırdım etrafını makineye çekerdim, bez  kullanırdım. Ben doğduktan sonra kırk gün her gün yıkardım çocuklarımı, böyle çocuk tertemiz pırıl pırıl olurdu,  pudra serperdim nasıl güzel kokardınız. Sümerbank’tan divitin alırdım,  mermer şahin vardı, kumaş,  incecik leçek gibiydi,  bembeyaz,  onu alırdım,  şöyle etrafını dikerdim  uzun kollu zıbınlar,  işte öyle,  ne olacak ?  benim param mı vardı, ben gidip en lüksünü getireyim… giydireyim  çocuklarımı… abimin düğünü için yanımda getirdiğim atlet, don iki  entariyle sana ait iki üç bezi  annemin bohçalarından birinin  içine koydum, bağladım aldım elime o kadar, al sana bavul bohça. Düştük yola amcan Haydar’la. Otobüsün bagajından  eşyaları  alıp, babanın getirdiği  at arabasına, faytona bindik eve geldik,  içeri girdim a böyle   rum rut… çırıl çıplak tek bir eşya,  perde  falan yok , bohçadan   basma elbisemi çıkardım, astım pencereye. Ertesi gün  baban Karayolları demirbaş listesinde yazılı bir tencere, bir gaz ocağı, iki üç çatal kaşık, bardak, tabak aldı getirdi imza karşılığında. Ev sahibi  meğer…biz bilmiyorduk, bir kızı da  vardı, ikisi de şişmandı, bir ay kaldık kalmadık daireden biri babana ’ çıkın o evden  o kadınla,  kızı kötüler, orospuluk yapıyorlar, başınız belaya girer’  demiş, demese bilmeyecektik çünkü hiçbir şeyini görmedim ben kadıncağızın da, kızının da . Bunun üzerine  başka bir ev tutuk, aynı mahallede,  ev sahibinin çok güzel büyük bir bahçesi vardı, hiç unutmam, kadının adı Kevser’di; küçük bir salon, bir oda. Amcan okula gider gelirdi, o olmasa ben delirirdim, arkadaştı bana ‘şöyle yapalım, böyle edelim, okulda şu oldu, bu oldu’ konuşurduk, bebeksin ağlıyorsun, çocuk bakmayı, niye ağladığını bilmiyorum ya ben de ağlıyorum, ne yapacağımı, nasıl susturacağımı ? Amcan kucağına alıp gezdiriyor yine de  susmuyordun. Allahtan sütüm çoktu, bebekken topaç gibiydin,   fakirdik bez yoktu, çamaşır yoktu. Bir süre sonra   lojman çıktı, çeşit çeşit meyve ağaçlarının bulunduğu bahçe içinde tek  katlı müstakil evlerdi öyle apartman dairesi değildi. Büyük bir oda,  arkada  koca  bir kömürlük, varmış gibi  fazla eşyanın,odunun konulacağı. Pahalıydı kimse kömür yakmaz, odun yakardı. Tuvaletler  evlerin dışındaydı ama tuvaletti yani içinde musluk da vardı. Dış kapıyı  açıyordun tuvalet karşında, çok da güzel taşı vardı, betonunu  da güzel dökülmüşlerdi. Tuvaletle, kapı arasındaki aralıkta oyun oynar, ip atlardın çocuklarla.  A bu baban az değildi,  Leylanın annesi veyvi Nace doğru demiş sana,  demek  görmüş,  görmese yoksa  niye anlatsın. Güler vardı baban ona tutulmuştu , onbeş yanındaydı . Hayret etme, on beş yaşındaydı, diyordu ki  ‘Güler, ateşin beni yakıyor ‘ . De boş ver gitsin –‘ niye boş veriyorsun, anlat ’ –’olan oldu geldi…geçti .Lojmanda yedi yıl kaldık,üç çocuğum da lojmanda doğdu, sen  ilkokula orda başladın, önlüğünü giydirdim baban elini tuttu, götürdü. Karayollarının servis  arabası lojmandaki öğrencileri sabah tek tek toplar, öğlen üç gibi  okuldan alır, Karayolların önünde indirir, oradan herkes evine dağılırdı. Okula başlayınca Ayşe’yi ilk sen götürdün.Hükümette, devlette   çalışmak o zaman çok önemli, herkese nasip olmayan  bir şeydi, şanstı, memurların  eşleri, çocukları için  toptan sinema bileti alınırdı, sinemaya ilk orda gittim, seni de götürmüştük. Bir daha tekrarı olmayan ilk ve son sinemaya  ailece gidiş; tepenin arkasına gizlenmiş kameranın kocaman mavi gözlerine zum yaptığı başroldeki kadına, kum üzerinde kıvrılarak  yaklaşan uzun ve iri  yılanı görmenle attığın çığlığın  salondakileri yerinden sıçratmasına, annenin utanarak ‘bağırma kızım, ayıp, korkma, yılan falan yok, gözünü kapat, ben aç deyince aç’la elini sıktığını,  hatırladığın. Uzun yıllar  yılanın kıvrılışını,  mavi  gözleri  unutamadığın ilk seyrettiğin  filmin isminin   bir gün  televizyonda aynı sahneleri gördüğün filmi izlediğinde “Boş  Beşik“ olduğunu öğrenmenle kırk yıllık merakında sonlanacaktı.Ne yazık gençliğinde, orta yaşlılığında ‘acaba neyi olsun isterdi… en çok neyin hasretini çekti… yetimlik kolay değilmiş başına ne geldi,  ya 12 yaşında evlendirilmek çok mu korktu Badan’a giderken, ordakiler iyi davrandılar mı? Ta Badan’dan kalkıp da, arkanda da hiç kimse yokken  Van’da işe girmesine, kim yardım etti? Dedem ne iş yapıyordu ya anneanne , babaanneler’e varıncaya kadar  yaşam hikayelerini ilgi duymadığın, hayallerine, dertlerine kafa yormadığın ebeveynlerinden,  evin, sülalenin  hizmetçisi annene ‘haydi’ demiştin  bir gün,  yaşlılığında ‘sinemaya  gidelim seninle anne kız’  – ‘hayırdır, bu nerden çıktı şimdi?’  –‘Methediyorlar, güzel bir filmiş,  Vizyontele  bizim oralarda, Doğu’da  geçiyormuş.’ Ankara’da Şubat, kış;  kar, sabah ayazında  demir kapısının önünde açılmasını  beklediğini görüp haline acıdıklarından okula  alan hademeler temizliğe girişirken  boş sınıfın, sınıfların koridorların  keyfini çıkarıp tahtada öğretmenmişçesine ders anlatma, resim çizme, şarkı söyleme  aktivitelerinin; iş yerinde odacıların ‘evden mi atıyorlar sizi  …. hanım?  müsaade edin de   odayı temizleyeyim‘ sataşmalarına,  ‘ sabahın yedisinde   ben  yürüyüşten eve gidiyorum , bakıyorum  babam kahvaltı yapıyor ‘ – ‘yok canım’ şaşkınlığına, muhataplığın nedeni okula,  işe başlayan çocuklarını  gün ışımadan uyandıran babanın kulağa ‘haydi kalkın!  geç kalmayın  okulunuza…mesainize; geç kalmaktansa erken gidin’ küpeliğine  ‘aman kalabalığa kalmayalım’, ‘ yapılmayacak mı? gidilmeyecek mi? hazırlanmayacak mı? yazılmayacak mı? erkenden bir an önce yapalım gidelim, hazırlayalım, yazalım  da  aradan çıksın ‘ desteğinin, sabahın köründe  ev temizleme,  randevuya en az yarım saat erken gitme,   açılış saatinde   marketin , bakkalın, AVM’in   kapısında  bulunma  versiyonlu  aile geleneği, huyu gereği, trafiğe, kalabalığa karışmadan yürüyerek  yeğenlerini götürdüğün için sevindiğin mahalleye  yeni  açılmış ilk seansına bilet aldığın  Atakule’nin üst katındaki   Ata On ‘la aynı ayarda yeni açılan ne yazık ki  yedi yıl sonra  kapanan   2 büyük,  3- 4  küçük salonlu Cine Magic’desiniz,  film başlıyor, salon  sıcak ki ne sıcak,  mayışan annen  film arasında bile horul horul   uyuması  ‘ nasıl da yorgun, elleme , bırak uyusun ‘ dedirttiğinden  ışıklar yanıp,  çıkış kapıları açılınca  ‘anne! anne!’ – ‘film? başladı mı?’ duymakta güçlük çektiğinden kulağına eğilip ‘bitti anne, eve gidiyoruz’ gülüşüne şaşırıyor, çıkışa yönelmiş sinefillere  ‘aşk olsun, senin bu yaptığın… neden uyandırmadın?’  – ‘uyuyordun’ –‘ nasıl yorgunsam’ –‘üzülme, yine geliriz’  annelere verilen bir türlü  yerine getirilmeyen boşlukta, havada kalacak  sözlerden biri  oluyor    senin  ‘yine getiririm’ vaadin de.‘Karayollarının olanakları çoktu.Baban yemekhanede tablod memuruydu sonra mutemet oldu, memurlar maaş günü  küsuratını  iki, üç kuruşu bırakıyorlardı, bir, iki  üst üste gelince   epey bir para ediyordu.Bazen  arta kalan yemekleri  getirirdi eve, yemekhaneye  malzemeler toptan alındığından, bakkaldaki  fiyattan ucuza peynir, zeytin, reçel, pirinç, kuru fasulye  falan,  filan da   alırdı. Su, elektrik parası ödemezdik. Elektriğini yaka, yaka  perişan ettik Karayollarını.He valla, aynen öyle oldu.Her şeyi elektrik ocağında, sobasında yapardık; yemek, çay, banyo için su ısıtma, ısınma. Öyle olunca devlette çalışan herkes para biriktirebildiğinden çıkmak istemezlerdi lojmandan. Van’ın önemli ailelerinden Kinyaslara ait Kartal Palas otelini işletti  bir arkadaşıyla,  aslında oranın pavyonuydu işlettiği, orda  vuruldu dansöz Leyla’ya. O sene kardeşi Cemal’i de yanımıza getirmişti, Karayollarında işçi  koymuştu. Baban yok ortada Cemal alışverişimizi yapıyor, ekmek parasını  da koyuyor, Cemal alıp getiriyor, tamam.Bir gün geldi dedi ki ‘sana bir şey şöyleyeyim mi  waye’. Dedim ‘niye? ne oldu?’.Dedi ki  bir tane Leyla isminde bir kadın var dedi pavyonda, abim  onun bacaklarını öyle ovuyor da ovuyor,  ovuyor da ovuyor.’Ero ‘ dedim ‘Cemal sana bir şey diyeyim, sen ne kadar eşeksin, eree bir bacağında sen ov. Niye gelip bana söylüyorsun? bana gelip söyleme oğlum dedim,  bir bacağını da sen ov. 3 ay sonra ne oldu? Gece, kapı çalındı Kim o dedim, babanmış.’–‘pavyon macerası  6 ay değil miydi?’ –‘3 aydı, üç ay. Kapıyı açtım ‘sen buraları  bilir miydin ? bilir miydin? Sen ne kadar edepsiz  bir şeydin’ .Yok kusura kalma. Ne kusuru ya, kusura kalması. ‘–‘ Allah aşkına özür dilerim  dedi mi, babam?’–‘ Evet dedi, ne özür dedim ya kimden özür diliyorsun ve Leyla oldu, onun ismi de ona taktı, ben de kızdığımdan Mine koydum ilk ismini. Adam da pavyonu kapattı, parayı aldı gitti. Birlikte iş yaptığı adam.’ –‘ Babam  pavyonu nasıl açtı?’–‘Ne bileyim?’–‘ Kim geldi dedi gel pavyon açalım?’–‘işte o  Malatyalı İbrahim  diye bir adam. Alevi,  iş yerinden değil. Malatya’dan gelmiş orada bir Astsubay vardı Malatyalı. Hani kızı  vardı,  öldü ya, Mine Leyla’yla yaşıt, Filiz, öldü. Onların akrabalarıydı, adam geldi gelmiş Malatya’dan.Baban bana öyle dedi. Ben olayı bilmem adam Malatyalıymış. Adam uzun boyluydu böyle. Onu anlatıyorum sana,  6 ay oldu para, para. Adam demiş ki , buna bir tane senet vermiş, ben sana paranı altı ay içinde ödeyeceğim demiş. Baktı ki adam senedi ödememiş.  Kemal bey de kalktı, tıraş oldu, bıyıklarını adam çalışıyordu ya, bıyıklarını kesti. Ondan sonra Yenişehire, Yenidoğan şehrine getti.’–‘ Doğanşehir’–‘ Doğru, Doğanşehir’e gitti, parasını oradan aldı,  geldi.’–‘benim anlamadığım bir insan geliyor Malatya’dan bir akrabasının yanına, gel birlikte pavyon açalım diyor, o da olur diyor. O zaman öyle mi oluyormuş.İnsanlar birbirine ne kadar güveniyorlarmış. ‘–‘Onu bilmiyorum, o kadar biliyorum adam Malatyalıydı. Kahve var diye orada bir kahvehane var ya doğulular, Aleviler varsa orada birleşiyor, orada tanışıyorlar.’– ‘Babam sana dedi mi arkadaş gelmiş, ortak olup pavyon  açıyorum.‘–‘pavyon açıyorum dedi.’–İnanmıyorum ya’–‘Şarkı, türkü söyleyen yer açıyorum dedi. Öyle deyince babanın bir musayip kardeşi vardı, o da dedi ki “keko, kirvem,  kara koyun, sonra çıkar oyunu. Bırak bu işleri, yapma’ . Ama baban,  adam çekti gitti ,3 ay sonra döndü adam.’ ‘hele bir çay koy ‘ diyor devrimci dayın Hikmeté’ İbrahimé annenle, mutfak masasındaki konuşmanıza   dahil olup ‘o zaman bende Van’da Atatürk Lisesinde okuyordum. Baban hırslı   adamdı’–‘güldürme dayı, babam mı?’–‘öyle deme kızım,  para kazanmak için hırs yapmıştı. Şimdi anlatayım sana, baban Karayollarında satın alma memurluğu yaparken cebine para atıyor,  alışveriş yaparken eve de alıyor. Kumar da oynuyordu, bir dönem parayı faizle  iş arkadaşlarına  veriyordu.Baban  kumardan eve gelmiyordu, ben hafta sonları geldiğimde size, Kemal abi iki gece evde yoktu, gelmiyordu. Pazartesi günü  bir bakıyordun,  sabah gelmiş, giyinmiş işe gidiyor. Kahvede oyun oynuyordu hafta sonu. Ben abla diyordum hiç karışma, boş ver hayat onun hayatı. ‘–‘ verdiğin akla bak, enişten kumar oynuyor, belki batacak, aç açıkta kalacak ablan, sen hayat onun hayatı diyorsun?’–‘ kaç kere arkadaşları Van gölü yolunda yolda öldü, Engin diye bir arkadaşı öldürüldü, kumar  borcu yüzünden ‘ –abla biliyorum , iki arkadaşını öyle kaybetti. Engin içinde çok ağlamıştı. Sonra ne oldu biliyor musun? kardeşin Oğuz da kumarcı oldu,  o da kahvede kumar oynamaya başladı. Evde de oynuyorlardı, paralarını alıyorlardı birbirlerinin, kavga ediyorlardı.Baba oğulluktan iş çıkmış kumar arkadaşlığına dönmüştü.Daha Mustafa ortaokula gidiyordu, o da oynuyordu. Şimdi eniştem, para için her numaraya yapardı, her  numara vardı işin içinde. Yani ben şuna inanıyorum mobilyacıdan para almıştır.Mobilyacı Yılmaz’dan.’–‘tabii  Güler’i peşkeş çekmiştir,  para almıştır.Kadın çok akıllı kadınmış  resmen  pezevenk demiş babana.Kadını satmıştır yani inanırım. ‘–‘dayı..ne diyorsun sen ! ya bu ailede paraya düşkün olmayan tek bir kişi yok günah keçisi babam mı ?Başta sen  ’–‘gerçek can yakar kızım. Öyle, öyle para topladı baban da.’–‘ Sen  sekiz yaşına geldiğinde, üç yıl oturduğumuz bahçesi,1200 metre kareydi,  büyüktü, serdiğim kilimlerin üzerinde oynadığınız geniş mi geniş balkonlu müstakil bir ev aldık, ayrıldık lojmandan.’ Ahh   diyorsun içinden tahta tavanında çocuk uykularının katili  farelerin cirit attığı  o evi, anımsamamak  mümkün mü ? ‘ Bak, dere gibi  adı neydi diye sor şimdi, bilmem  hangi mahalledeydi ev, aradan neredeyse elli yıl geçti. Aklımdan Suvaroğlu, Selimbey, Yoğurtçular, Polatoğlu , Alipaşa bir sürü isim geçiyor ama hangisiydi  bilemiyorum. Otlu peyniri  küplere koyup gömdüğüm, koca bir tandır odam vardı. Karlar eriyince  ilkbaharda, yaylalardan toplanan tadı  güzel olanlarının dağların Van Gölü’ne bakan tarafında yetiştiği otlar; sirimo, sirik, mendo,  hellizle  yapılan taze peyniri,  biraz da çökeleği, bazen çarşıdan, bazen köylerdeki tanıdıklardan alırdı baban. Tazeyken değil küpte bekletilip   suyunu saldığında tadı,  lezzeti artardı otlu peynirin. On,  on beş kilo taze peyniri leğenlere koyar,  sonra bütün bir yıl yeneceğinden en  az dört, beş küpün içine çökelek, üzerine az kaya tuzu üstüne taze peynirleri sıra sıra  dizer, son sırayı iğde yaprağıyla kapatır, beyaz  bir tülbentle  sıkıca bağlar  kazılan boyu  büyüklüğündeki kuyuya  ters çevirerek ağzı aşağıya gelecek şekilde gömerdik küpleri. Eylül’e, Ekim’e kadar bekletir,   çıkarır, yerdik. Balkon, bahçe  sohbetlerinin, sofrada ister kızarmış  kuzu , ister Confit de Canard, Flemish Stew ? olsun,  sonunda  mutlaka yendiğinden yemeklerin değişmez  partneri, alışkın olmayan, buraya bir mim koy Allahaşkına ! Amsterdam’da  niye yapılmıyor,  otun, peynirin meşhur değil mi senin sevgili Hollanda? Yapsaydın bir  otlu peyniri de ’ sırf ithal diye  ‘Rokfor da hiç kokmadığından (tuu sana,  yaptığın benzeşmeye, güzelim Rokforun kokusuyla kıyasladığına bak ! haddini bil) ayyy kokusuna dayanamıyorum… tadı  berbat  ’   nidaları atanlar, her gün market raflarını dolduran Fransız, İtalyan, Hollanda orijinli  peynirler tükettiklerinden !!! vazgeçemeyecekleri alışkanlıklarıymışçasına lezzetini ballandıra ballandıra anlattıkları Camembert , Gouda , Mascarpone , Gorgonzola, Parmesan  peynirleri gibi yere göğe sığdıramayacaklardı sırf  menşei Avrupa, Hollanda  diye  otlu peyniri de. Küpten çıkarılmış hafif kekremsi, küflü Rokfor tadında hele de tandırdan, fırından yeni çıkmış sıcak ekmek,  yeni demlenmiş çayla, mükemmel uyum gösterdiği  şarapla,  tadına doyulmayan canım otlu peynire laf giydirenler beğenmesinler, hatta mümkünse  merak edip almasınlar da,  böylece eski usul küpte dinlendirmediklerinden hiçbir şeye yaramayan üretimden vazgeçilip,   hakikisine kavuşulacağından, ‘ıııggg tadı berbat, kokusu da, yenecek gibi değil’i yazmadık, duyurmadık sosyal mecrada bırakmasınlar. Biz; naylon beslenme çantasına; haşlanmış yumurta,  patates, börek, Karayolları kooperatifinden  alınma bisküvi yanına konulan  Yılmaz Erdoğan’ın “soğuk ve şehirlerarası otobüslerde vazgeçtim çocuk  olmaktan ve beslenme çantamda otlu peynir kokusuydu babam” mısrasının kokusu  üste sindiğinden   birlikte sıraya oturulan otlu peynirli çocuk bünyelerin,  ellerindeki kulplu naylon kupalarına; ya kuyruk ya da  oturduğu okulun tahta sırasında; yıllar sonra çocuk felci, kalp, karaciğer yağlanması  türü  hastalıklarla karşılaşılınca   ‘meğer  insanın genetik yapısına, beynine  ciddi anlamda zararı varmış,  işte bunlar hep o zorla yedirdikleri, içirdikleri şeyler yüzünden. Mahvettiler bizim nesli, sağlığımızın içine ettiler,  laboratuarda ürettikleri, sentetik, kimyasal  sütü içirdiler .‘Süt içirin çocuklara’ kampanyasının sebebi; içeriğine bakma, şüphelenme  gereği duymayacak  ileri görüşlülüklerine,  vizyonlarına, ABD’ye sadakatlerine hayranlık duyulacak devleti yönetenlerin,  bürokratların, öğretmenlerin, ebeveynlerin  ‘Amerikan çocukları her gün içiyor, onun için  zeki, sağlıklı ve güçlüler’  telkinleriyle; tokalaşan iki el resimli  beyaz çuvallar,  teneke kutular içinde muhafaza edilen, okulda hademelerce kara  kazanlarda kaynatılan sıcak su içine dökülerek eritildikten sonra  doldurulduğu güğümden  dökülerek  içirildiğinde,   ağza gelen  erimemiş  beyaz topağından, kötü tadından iğrenilen – savaş şartlarının bulunmaz nimetliğinden mi ? nedendir, bilinmez  askerlere de içirildiği – 2.Dünya savaşı bitiminde; kıtalararasında  kolayca taşınabilen, uzun sure saklanabilen araç gereç, tank, top, tüfek, buğday benzeri   mamuller gibi elde kalan; şartlarından birinin  ABD’den mısırözü yağı alınmasının da  olduğu,  buna yönelik  ilk margarin fabrikasının kurularak  yüz binlerce zeytin ağacının söküldüğünden habersiz  mutfaklarda bir köşede duran üzerinde “eritilmiş tereyağı koku ve lezzetinde bir mutfak yemeklik nebati margarinidir. Brüt: 2kg net: 1.7kg ” yazan, sarı renkli boş tenekesi  sardunyaların, sarmaşıkların, çiçeklerin  saksısı    “annem kullanırdı” anılarının  assolisti  Vita’yla,  margarinle memleket insanlarını  tanıştıran; 940’lı,50’li yıllardaki karşılığında  askeri üsler, petrol arama  izninin verildiği  Marshall yardımı dahilinde dünya haritasının tepesindeki ABD’den  aşağıya doğru bir hat  içinde onca yol kat ederek son kişilerde sende, onda, bunda nihayetlenen; her ortamda dayatılacak her şeye  itaati sağlayan  “ağacın yaşken eğdirilmesi” gerektiğini  bildiklerinden;  ‘süt tozunu zorla içirme’ uygulamasıyla;  aba altından sopa gösterme yöntemini  benimsemiş emperyalizm ve yerel uşaklarınca – hay bin kunduz!  yıl  ikibinyirmileri de   geçti,  kendini  bir türlü bitirmediğin devrimci mücadele içinde  sandığından  hala 68- 78 lerin sloganvari sözcükleriyle yazıyorsun, no değişim, no  gelişim,   pes! – dünyada, ülkede, ailede, sülalede, okulda, örgütte, cemaatte normalleştirilmiş faşizmin manipülatif  kalp coşturan, ayak koşturan  kelimelerinden ‘ülkenin…vatanın…devletin… vatandaşın… senin iyiliğini düşünüyorum… istiyorum , hoşlanmadığını görüyorum  ama inan  gerekli o yüzden yapmanı istemem, yaptıklarım, yaptırttıklarım yoksa bana ne senin, çocuklarının süt içip içmemelerinden’le,   savaşın   yıkıcılığı karşısında büyük alicenaplığını göstererek batı bloğu, bağlantısızlar harekatı,   aç, yoksul  ülkelere, sağa sola çuval çuval “insani yardım” adı altında dağıtığı, bazen öğretmenlerin cicili , bicili paketler içinde  annelere  gönderdikleri  ‘evde yapıp, içirsin’ hediyesi Amerikan süt tozlarına, Amerikan bayraklı gri kutulardaki  limon sarısı renginde ekmeğe  sürerken ‘acaba domuz yağı  mı? ‘ kaygısındabir  bildikleri olmasa  yapmaz, yemez Amerikalılar’la parmakların yalanarak yendiği margarinlere; yuvarlak teneke kutulardaki turuncu  peynirlere, bisküvilere – yüz bin yıllık devlet geleneği adam kayırmacılık, yolsuzluk mecbur ettiğinden (yoksa vallahi de, billahi de akılların  ucundan geçmeyecek ) eşine, dostuna, akrabasına götürüp, evlerinde zulaladıkları– ABD yardımlarına  kolayca ve tek elden ulaşacak makam, mevkideki devlet yetkililerinin Van’daki temsilcilerinin de  ilk yediklerinde sevmedikleri otlu peynire yıllar geçtikçe  bağımlılıkları söz konusudur ki hâlâ damağının  aradığı küp tadında; delicesine sessizlik, mavi  gökyüzlü bahçelerinden badem toplanan Kız Kulesi hakkında sayısız efsanelerden birinden  antik Yunan Mitolojisindeki Hero ile Leander’in hikayesinden araklanması muhtemel; sevdalısının kapatıldığı adaya ulaşmak için yüzerek aşması gereken mesafenin nefesini kesmesiyle “ahhhh    Tamara…Ahh Tamaraaa… Ahhh Tamaraaa” diye, diye can veren  delikanlının yasından  martılara yüz vermeyecek küskünlükteki  Aktamar adasında; şehrin manzarasına  bakmak için tepeye tırmanırken ayağın  kaymasıyla düşebilinecek   sarp  kayalıklar  üzerine inşa edilmiş  kalesinde; annenin ‘ denize  götürsen Pazar günü de yıksam şu beyaz çamaşırları; atletleri, gömlekleri, külotları, nevresimleri de tertemiz, bembeyaz  olsa’  isteğiyle  gidildiğinde,  onlarca kadını çamaşırları “çiti”lerken gördüğün,  mayoyla falan değil rengini solduracağı elbiseyle içine dalındığında,   boğaza, burna  kaçıp, yutulduğunda  ağızda bıraktığı acımsı tadı kusturan, içinde sık sık yüzüldüğünde saçların rengini açtığı tespit edilmiş sodalı suyunun  bazen turkuaz, bazen açık mavi, bazen lacivert rengine büründüğü,  kışın  tepesi karlı, yazın gelincikli  dağların çevrelediği kumsalında,  ayak , parmak  acıtan taşlarının ‘görürsün sen’ öfkesiyle uzaklara fırlatıldığı Van denizinin, Süphan dağının rüzgarlarıyla kıyıya vuran dalgalarının köpüğünde kaybolan ilkokul günlerinde  henüz; öğlene kadar  okullarda öğretim, devlet dairelerinde mesai yapıldığından,  üç dört saatliğine yataktan kalkıp hazırlanarak  okula gitme zülünü kaldırttığından  büyük sevinç yaşatan 1974 yılında  başbakan  Bülent Ecevit tarafından Cumartesi günü öğretim , mesai yapılmamasına dair kararın alınmadığı zamanda Van’da; yeni mahalleye, eve taşındığınız yıl, okula götürecek servise binmek için  Karayollarına doğru yanında Ayşe, üzerinizde kolalı beyaz  yaka,  siyah önlük, bazen boynunuza, bazen kolunuza  astığınız devlet malzeme ofisi damgalı kahverengimsi kalem, silgi, defter  konulmuş  heybelerinizle  yürür,   tam da  Akköprü deresi üzerindeki  tahta  köprüye yaklaşmak üzereyken,  mahalledeki yaşıtınız  oyun arkadaşlarınızdan  üç, dört kız çocuğu yolunuzu kesip, elleriyle önlüklerinize, yakalarınıza dokunup, saldırgan biçimde heybelerinizi elinizden almaya uğraşır, bir yandan da – kaç yaşında olunursa olunsun, anlamı bilinmese de  ağızdan çıkan iğneleyici telaffuzdan kötülüğü hissettirilen kelimeleri kullanıp – ‘okuyup  orospu  mu olacaksın?‘ derken; olunmak  istenenle, etrafındakilerin olmasını istedikleri, öngördükleri mesleğin  bambaşkalığını da vurguladıklarını anlayıp ‘her orospuyu, orospu yapan bir orospu çocuğu vardır’  savunmasını yapacak kelime dağarcığından yoksunluğundan ve akran zorbalığının korkutuculuğundan  ‘yok ben orospu değil, Teyfik dayı gibi avukat olacağım’ telaşında  itelediğin hemcinslerinizden koşarak kurtulmanın  sonrası   “şarkılar çalmaya başladı, anlayan olmasa da anlatan varmış bizi” dedirtecek  Berfin Aktay’dan  Xwezi Yare’yi, Sasa Serap’dan Ay dîlberê’i dinlemek mi olacaktı? Ey okur ne sen beni, ne de ben seni tanımıyorum, şu an kiminle, nerede, ne yapıyorsun bilmiyorum, emin olmamakla birlikte bildiğim; bu dünyada yaşayan herkes gibi senin de canını sıkan, üzen şeylerin olduğu. Canını sıkan, üzen  her neyse,  geçecek demek isterdim lakin  belki de geçmeyip ömür boyu yanında kalacak bir şey daha,  bahsedilmediğinden  bilmediğin,  anlamadığın, hissetmediğinden zamanı geçirdikten sonra kendinin, hayatının, kıymetini, kadrini algılayamamanın pişmanlığı kavurduğunda yüreğini,  yaşanmışlıklarını  hatırlasan, özlesen, kaybettiklerin, acıların düşse aklına seni kör edecek derecede ağlatacak hüznünü körükleyecek   duru bir ses, bir türkü, şarkı dinlemek, duymak istemenin garipliğinde  Youtube’da açtığın   Sasa’ın , Berfin’in  sesi alıp götürürken kayalıklara;  belki  hemen üst, belki bir sokak aşağıda, belki de  az uzağında her gün Beyoğlu, Tunalı, Konak, bilumum Cumhuriyet  caddelerinde, Atatürk Bulvarlarında rastlaştığın eşlerinden, babalarından, ağabeylerinden , sevgililerinden aldıkları parayla onların istedikleri gibi giyinen,  istedikleri yerlerde yemek yiyen, alışveriş yapan,  gezen   arada  sırada da  kimse görmesin duaları ederek  istediğini yapan kadınlar dayatılanın kor ateşlerinde  meydan savaşını sürdürürken   ‘Allah hepinizi kahretsin, belanızı versin ‘ temennisi yerine  gülümseyerek çevresindekileri aldatma  becerisinde vardıkları  son nokta ‘bunca çaba, bunca katlanmışlık bunun için miydi? Evet ve maalesef  bunun içinmiş’  olacağının kesinliğinde; akıldan geçen ama “İnsancıklar” da  yazıya döktüğünden Dostoyevski’nin  duygulara tercüman “çok tuhaftı, ağlayamadım ama ruhum paramparça olmuştu“suna sarılıp , gecenin bir yarısı ışıklar şehri kapatmışken bir tepeden  son ses açıp dinletesin var  Ankara’ya, Varto’ya, “bû zivistаn-bu sene” gibi   bazı kelimeleri Zazacayla aynı anlamı içeren Ay dîlberê;

  “Li bаxê min bû zivistаn

   (Güzelim) bаhаr zаmаnı

   Ay dîlberê dem gulîstаn

   Soldu bаğım, bаhçem

   Li bаxê min bû zivistаn

  Perişаn oldum, evim yıkıldı

  Ay dîlberê dem gulîstаn

   Ey Dilber, sen inleme

  Ay dîlberê ke menale

  Feqiyê Teyran artık ihtiyardır

  Feqîyê Teyran êdî kal e

 Çok halsiz ve çok hastadır

  Nexweşekî pir bêhal e;

  Bаğımdа kış oldu

Bazen bir kere kesmez, defalarca  tekrar, tekrar dinlediğin  aynı türkünün iç delici yanıklığında – ki Güler Duman’dan “bugün dost yaralanmış” öyle bir ezgidir–  belki  aynı açıdan değil aynı acıdan bakıldığından ağlamak için   şarkı sözlerinin manasını bilme gerekmez; tınısının acıları yerinden oynatıp  depreştirip zaman…mekan…dünya…vazgeçtiklerin…vazgeçenlerini kaybettiren içli, naif  ses yeteceğinden gözünün önünden   babanın, Can’ın , Haldun’un, Aytül’ün , amcan kızı Leyla’nın, imkansızlıklarının, üstesinden gelemediğin gerçeklerin geçip  gözyaşlarını akıtmana  ‘dediği doğruymuş’  onayını vereceğin annenin ‘insanın içi, yüreği güzelse kızım,  sesine, yüzüne, ruhuna  yansır’ına uyarak Berfin’in, Sasa’nın yüzlerine baktığında  roman yazmaya çalıştığın  odayı

 “Xwezî Yаrê tu yа min bа

 Tu j’ber serê min rаnebа;yar ;

 keşke sen benim olsaydın

 başucumdan hiç kalkmasaydın”

 ‘çocukluğum şu an eşiyle uyuyor’ la sarıp, sarmalayan ezgiye ‘hâlâ, çocukluğumla  seninle uyuyorum’ diyebilseydim keşke,  öyle uzun… yüzlerce apartmanın boy vermediğinden  öyle de kısa  bir yoldu ki  babanın tayinini aldırdığı  Ankara’nın merkezinde, kantinin, denge aleti, üzerinde takla atılan koca minder, erkeklerin  atlatıldığı kırık dökük atlama kasası, masası konmuş beden eğitim dersinin yapıldığı   spor salonunun bulunduğu alt  katının yaz mevsiminde bile üşüten  soğukluğunun,  eskiden hastaneyken morg kullanıldığından kaynaklandığına dair  rivayetin dolandığı,  70’li yıllardan itibaren aralıksız meydana gelen olaylar yüzünden  Ankara’nın acayip belalı okullar listesinde  TT (Trend Topic);   , çok paran olduğunda her gün çay içmeye, çikolatalı pastasını yemeğe and içtiğin öncenin Funda sonranın Denizatı pastanesinin karşısında,  baharda, sonbaharda okul kırdırtan  Botanik Parkına  yakın,  6 Fen F’ de derslerde sıkıldığında  penceresinden teneffüs saatindebalkonlarında görülen süslemelerin, bir kaç taburenin  yuva sıcaklığı uyandırdığı sonu pek güzel bir yere çıkmasa da 1,5 porsiyon döner üzerine irmik helvasının yeneceği Mutlu dönere yürümenin keyf verdiği  ismini sevdiğin  sokaklardan Portakal Çiçeği’nin başında Halide Edip Adıvar İlkokulunun bahçesindeki  çocukların  koşuşturmalarına, ip atlamalarına, top oynamalarına,  gelip geçen arabaları seyre daldığın, önceki okulunda gelir düzeyi yüksek,  statü sahibi  siyasetle uğraşan, milletvekili , bürokrat, gazeteci  babasına güvendiğinden arıza çıkardığından herhangi bir koleje giremeyen zengin bebelerinin  ya da bok püsür ocağı reisinin çocuklarının,   oturduğu mahalleye yakınlığından mecburen kabul edilen  gecekondu bebeleriyle hasbihal ettiği, dönemin iyi eğitim veren okullarından;  21. yüzyılda ama ne yazık ki yaşlılığında ‘bu  insanlık tarihi boyunca geçerliliğini hiç yitirmemiş   gerçeği  senden tam iki yüzyıl önce fark ederek 18.yüzyılda  “söz konusu para olunca herkesin dini aynıdır “ keşfetmiş  Voltaire babanın  önünde eğil be ! aptal kız’  kutsamasında; zengin, fakir  ayrımının  belirgin yaşandığı –bu satırda  eminim ki  geleneksel  ‘biz bilmezdik zengin, fakir kimdi? kim değildi, hepimiz eşittik, insanlar  zenginliklerinin belli olmasından  utanırlardı, öyle mütevaziydiler’ yalanlarını yeşillendirenleri mühtezi  bakışlayıp–  ayağında kara  lastik ayakkabılar,  üzerinde (“yemin”len  tam zamanıydı depresyon hırkası giymenin) kalın hırka, en kötüsü  okul çantan , kalemliğin olmadığından kolunda taşıdığın  kitapların, defterlerin arasına koyduğun kalemlerini, silgini, kalem traşını düşürebileceğin   bozkır rüzgarının karı yüzüne, yüzüne vurdurttuğu tipide,  şimdi Kumru Rezidans, Adana sofrası, Park Otel, Nişantaşı  olmuş tarlaları yürüyerek aşıp 3 yıl orta + 3yıl da  lise eğitimini tamamladığın Çankaya Lisesine  ulaştığında, kol derine adeta yapışmış malzemelerinin, hırkanın üzerine birikmiş yürüyüşünü ağırlaştırmış kar tabakasını donmak üzereliğinden hissizleşmiş ellerinle    temizleyip,  merdivenleri çıkacak gücü kendinde  nasıl bulduğunun   muammasında sınıfına girdiğinde;  ıslak saçların, morarmış yüzün, ellerin, konçlarından içine giren  karın gözüktüğü ayaklarınla sıraya güç bela oturduğunda  ‘ne oldu?’,  dudaklarını kıpırdatamadığını, titrediğini gören sıra arkadaşının ‘yardım edin…bir şey olmuş…çok kötü’ bağrışına başına üşüşenlerin  ‘aaa buz gibi elleri,  donuyor, çabuk  mantoları getirin’ sınıf içi askılıktan kürklü, kürksüz mantoların, montların üzerine yığılmasıyla   bu defa da boğulma tehlikesi altında  ovalanan  ellerinin acısını  nihayet hissedip ‘kaldırın…nefes alamıyorum’ durumuna geldiğinde, hal-i pür melalinin  iletildiği müdür yardımcısının direktifine uyup koluna girerek ayağa kalkmana yardım eden  ’kendine gelince  yanıma gelsin,  bekletmeyelim’ diyen  arkadaşlarının arasında  tedirgin vaziyette kapısını tıklattığın ‘ gir’ gürlemesiyle ıslak saçların, kavuşuk  ellerinle karşısına  suçluymuşçasına dikildiğin  Neşide hocanın   ‘ne oldu kızım, ıslanmışsın bu havada, karda tipi de  insan yürüyerek okula gelir mi ? Tamam,  bugün izinlisin, al bunu,  git evine üstünü başını değiştir, hasta olacaksın, haydi çocuğum’ acımasında imzalayarak uzattığı  günlük izin  kağıdın elinde odasından  çıkmak üzereyken  ‘bir dakika çocuğum,  eve neyle gideceksin?  paran var mı?’  ikircimliğine, masa üstündeki  çantasından çıkardığı  cüzdanından aldığı  bozukluğu ‘al bakalım’ la vermek istediğinde, Sakıp Sabancı’nın “hilekarlık ahmaklık, gurur eşekliktir”  aforizmasını  da duymadığından  ayaklanan gururun, yüzüne bakamadığın utancınla ‘ sağ olun, istemiyorum, param var benim’ çıkışıyla arkanı dönüp, hızla odanın kapısını kapatıp,  sınıfına gidip kitaplarını, defterlerini sıradan alıp arkadaşlarına tek kelime etmeyip  tipinin yerini kuru ayaza bıraktığı  havada,  diz boyu kara bata, çıka   yine yürüyerek  evine döndüğünde, artık  takati kalmamış ayaklarından, annenin yam ördüğü yün çoraplarını, ıslanmış önlüğünü, hırkanı giysilerini çıkarıp battaniyeye saran, saçlarını havluyla kurulayan annenin yardımına koşmuş  dört ve bir buçuk  yaşındaki  iki kardeşinin minik çabalarına,  garibanlığınıza  gözleri dolan  devrimci dayın ve sonuç; Okul Aile Birliği yardımından  faydalanacak öğrenciler listesine alınma. Güya psikolojileri bozulmasın, rencide olmasınlar  kimse yardım aldıklarını bilmesin diye son derste nöbetçi öğrencinin kapıyı tıklatarak ‘hocam!  ….. ile Emel müdüriyetten çağrılıyor’ anonsuyla aşikar edilen yardım alan öğrenciler kervanına katılıp ‘çocuklar içinde   çizme, pantolon, kaban, çorap  var  güle güle kullanın’la  yardım torbasını eline   tutuşturan,   sertliği ‘aman bugün nöbetçi hoca  o, ona göre karşılaşmayalım, sınıftan çıkmayalım yoksa…çok disiplinlidir, diğer hocalar benzemez, gülmüyor da’  ifşalı boyuyla uyumlu saçlarını  hep pixie cut,  Audrey Hepburn tarzı kısa  kestiren  Birsen hocanın  odasından ayrıldığında üzerine  giyinecek doğru düzgün bir şey yokken  soğukta üşütmeyecek  yamasız  yeni  giysilere  kavuşmanı  kursakta  bırakan  ‘bunlarla sınıfa gidemeyiz , anlarlar. Ne yapacağız?’ sıkıntısına, Emel’le kafa kafaya verip anında bulunan dahiyane çözüm ‘ kimse görmeden bir yere saklayalım, zil çalınca sınıfta oyalanır, herkes gidince de alırız’ı  zora sokan, saklanan  yerden birileri tarafından görülüp çalınma endişesinin  ‘alırlarsa alsınlar, ne yapalım’ bertarafıyla, yardım poşetlerinin bayanlar tuvaletinde pencereye yakın temizlik malzemelerinin  konulduğu dolabın arka boşluğuna yerleştirip sınıfa döndüğünüzde ‘niye yalnız ikinizi  çağırmışlar?’ kinayesini ‘ya alırlarsa…aldılarsa’  panik ataklığında  son ders zilinin çalışını bekleme önceliği yüzünden   ‘yok bir şey, Birsen  öğretmen  veliniz okula gelsin dedi’ kızarmasıyla   gaile almadan ve de çok şükür ki   kimseye yakalanmadan, kimse görmeden  kazaya, belaya uğramadan  eve yetiştiğinde  ‘okul verdi’ mahcubiyetini silen   ‘bende  giyeyim…bakayım,  sen giymediğinde ben giyerim, ayyy çok güzeller,  sıcak tutuyor’ coşkulu  kardeşlerinin sırayla  torbadan çıkan ganimetleri deneme kargaşasında, annenin bir buçuk  yaşındaki kardeşine çorba diye sıcak su içinde sade şehriye pişirip, ortaya bir yemek koymak için bahçedeki envai çeşitli otu toplayıp  üzerine yumurta kırmasını zengin saydıran ‘ yiyecek hiçbir şey, ekmek  bile yoktu evde, açtık  komşunun bahçesindeki  kazlarının yemesi için  koyduğu  ekmekleri topladık, yedik kardeşimle’ dertleşmeli Emel’in çaresizliğini annene ‘Emel dün kardeşiyle.. yemiş,  çok fakirler, açlar ‘    duyurmalı yoksulluk da; devlet daha ‘imarsız bölge’ye elektrik getirmediğinden,   komşu Kürt Mehmet de ‘Alevi’ diye kendisinin de bir başka Sünni komşudan (sonrasında siz de Alevi bir komşudan…) çektiği  kaçak elektriğin bağlanmasına izin vermediğinden, uzun süre  gaz lambası ışığında ders çalıştığın; ihtiyaç duyulduğunda, var olduğu bilinen okul, mahalle arkadaşlarından  dilenilen “ansiklopedi” yokluğundaki gecekonduda, öğretmenlerin istediği biçimde  yazamadığın kompozisyon ödevinden yine zayıf alınca  ‘herkesin annesi  avukat, hakim, sekreter, öğretmen, babası milletvekili, kuyumcu, bakkalcı. Çocuklarına derslerinde yardım ediyorlar, sen hiçbir şey bilmiyorsun’ gözyaşlarını sicim gibi akıtırken,  yanına gelip saçını okşamak isteyen elini, kızgınlıkla itmene aldırmadan dağarcığındaki sözcüklerin yetersizliğinden hislerini  ‘okutmadılar beni ne yapayım? okumadım değil, okutmadılar.Ben  olamadım kızım; sen hakim ol, sen avukat ol , sen  çocuklarına  yardım et derslerinde, benim gibi cahil kalma’yla açıklayan  annenin, yeşil gözlerini  gölgelemiş üzüntüsünün, çaresizliğinin  etkisinde,  köyde, şehirde farklı dillerde konuşulduğunu,  fakat her şehirde de   Van şivesi ‘gidaĝ oraya… gettim…eve gec kalım…demağ ele… men…görisen.. Ayşe sensen… yıganağğğğ… kağ gideğ… içağ…toğ yedim yemağı…afat yiyasan…ele gözimin…vıle’ telaffuzun geçerli  sandığından  ‘nece, niye  değişik konuşuyorsun? ne diyorsun, konuştuğunu anlamıyorum’ tepkisi  seninde arkadaşlarının, etrafındakilerin   konuşmalarını   anlayamamanın,  ilk başlardaki  özgüveni çöktürüp sonrasında  parmak kaldırıp soru sormaktan, cevaplamaktan caydırtan geldiğin diyarın, senin farklı olduğunuzun   hissettirilmesi, düşündürtmesi yetmezmişçesine gülüşmeler, kıpırdaşmalar, göz kırpmalar, süzmeler  arasında, alı al moru mor yüzle başını sıraya  eğip

‘Giderem Van’a doğru

(valla(h)) Yolum İran’a doğru,

 beni havar zalım yar (oğul)

Kes başım kanım aksın

(valla(h)), Kadir bilene doğru’

 türküsünü söylemeye zorunlu kılan boş ya da müzik derslerinde ‘susalım şimdi arkadaşınız bize Van  türküsünü söyleyecek’ komutlu öğretmenlerin de  “çirkin ördek yavrusu” muamelesiyle,  dört bir yandan  tabii tutulduğun mobbing, ötekileştirme,  ayrımcılık ve tacizin; Güler Duman, Ayşe Durukan sesini çağrıştıran  güzel, içli  sesinle topluluk içinde hala  türkü çığıramamanın  tek başına koca bir orduya karşı  mücadele de ilk yıl nerdeyse tüm derslerde ikmale kalmayla sonuçlandığı zayıflarla dolu bir  karnenin  nedeniyken, Van’a yerleşme düşünülerek alınan evin  bahçesinden 100 metrelik bir alanın, sorulmadan,  izin alınmadan mahalleye  yapılacak cami inşaatına katılmasına karşı çıkan babana “Allah’ın evine,  arsasından pay vermeyen Allahsız Alevi”  damgasının vurulmasıyla baş edilemeyecek düşmanlığı bitirmek amacıyla  koca bir  Isparta halısını camiye bağışlamasının   nefretlerini söndürmediği  Sünni komşuların bostanınızı, ağaçlarınızı suladığınız arkın önünü toprak, taşlarla kapatarak suyu kesme hamlesi,  artık mahallede barınılmayacak ev sattırtacak  noktaya taşınan  ötekileştirme ve  baskılarla ‘Başkent buradaki gibi olmaz, ülke ordan idare ediliyor,  hiç olur?’ fiiliyatında karşı karşıya kalınmayacağına  güvenerek tayin istenilen Ankara’da  da,  aynı tavırlara maruz kalmanın  hüsranıyla, yeni  şehre,  yaşama uyumsuzlukta seni  anlayacak tek kişi olacak  annenin  kapsamını bilmediğin ‘ Van’da konuştuğun dille buradaki aynı, köyde konuşulan gibi ayrı değil. Kızım,  sen  ‘anne yabancı dil diye bir ders varmış, sınıf  öğretmeni birini seçeceksiniz  dedi, ben de ismi hoşuma gittiği için Fransızcayı seçtim’ demedin mi? Demek ki, dünyada daha bizim duymadığımız, bilmediğimiz o kadar çok dil var ki. Okulda arkadaşlarının, öğretmenlerinin  konuştuğu  Fransızca gibi hiç  duymadığın bir dil değil. Sadece konuşurken bazı kelimeleri  böyle “gettim”, “gittim”   söylüyorsun şiven farklı, o yüzden zor anlıyorsun, konuşman onun için  değişik geliyor.İlk geldiğimizde daha kötüydü, şimdi yavaş yavaş onlar gibi konuşuyoruz. Sen hepimizden çabuk  düzeltin Türkçeni, zamanla onlardan bile güzel konuşacaksın. Sen  onu bunu boş ver, üzülme,  derslerine çalış, çok çalış ancak çalışkan bir öğrenci olursan,  arkadaşların  alay etmez sana  yanaşırlar’ motivesiyle sonraki yıllarda  hep  takdir alarak geçtiğin,  iftihar listesindeki  adının Hürriyet gazetesinin Ankara sayfasında yayımlandığı Hoşdere caddesindeki Çankaya Lisesinde  ‘sınıfın çirkini kara kuru bir şeyim,  nerdeyse her hafta  saç rengini değiştiren  Hülya, Alev  gibi  ne kuaföre gidecek para, ne  evde  saç kurutma makinesi olmadığından  hale yola koyamadığım, kıvır kıvır, kabarık, düzleşmeyen – öyle  ki hakkında iki satırlık yazının kaleme alındığı Çankaya Lisesi yıllığında  “…herkesin dikkatini çeker” yazılan– saçlarımın berbatlığına  bakıp, keşke benim de.   Mine’nin   dümdüz, bal rengi  kısa  saçları gibi saçlarım, Handan’ınkine benzeyen, küçük  burnum olsaydı. Bu halimle kim beğenir, kim sever ki beni‘ küçümsediğin kendinle   platonik takıldığın; sınıf arkadaşların Şenol,  Hüseyin, arabasıyla hava atan Levent, Bülent,  jön Kemal’le konuşmayacak içe kapanıklılığında; Eylül’de okullar açıldığında;  “uçaaan baloonn pantolonum, gömleğim, ayakkabım tişörtümmm”  reklamlı, alana üzeri şablonlu cetvel, bir, iki silgi, kalem tıraşın  hediye edildiği, okulla ilgili her türlü ihtiyacın karşılandığı geniş ürün yelpazeli;  en az iki, üç sene yıpranmayacak  dayanıklılıkta, ayakları vurup  yara, bere içinde bırakan  ama yağmurda, karda  su çekmeyen her türlü darpa, kovalamacaya bana mısın demeyen hantal görünüşlü, sert  deri ayakkabılarını  giymekten öte yoksulluğu belli etmesinden bıkmışların  ‘büyüdüğümde, ( herkesin hedefi) okuyup büyük adam olduğumda, Sümerbank’ı kapatacağım’ hissiyatını dilendiren – büyük adamlığından vazgeçtik adam dahi olamayan – Oğuz’a, fırsat tanımadan; ‘devletin işi gücü ayakkabı, basma  üretmek değildir’ haklılığına –haraç, mezat satılıp , arazileri yok yere peşkeş çekildiğinden–  leke sürülerek özelleştirilmiş, Ankara taşı duvarları, basamakları, yüksek tavanıyla Cumhuriyetin ilk binalarından Ulus’ta ki  Sümerbank mağazasına ailecek alışveriş  yapmak için adım atan memur çocuklarının ortalığa yayılmış   kumaş kokusuyla mest olduğu,  püfür püfür, desen desen, top top kumaşları hızla açıp toplayan; babanın  Ecevit mavisi gömlek istediği tezgahtarların hünerli ellerindeki, annenin  kiloyla aldığı makasla dahi  güç bela kesilen  perde, nevresim, sofra örtüsü, el bezi, çarşaf , mendil, çanta diktiği  Amerikan bezini, pijama için çizgili pazenleri, divitinleri, patiskaları, Rahşan Ecevit’in de giyindiği dallı güllü emprime, basmaları,  halıları,  bugün arasan en kaliteli mağazada bulamayacağın sağlamlıktaki havluları, çarşafları almaları için  alışveriş çeki,  istihkakı vererek ; kamunun  ekonomideki azımsanmayacak payını düşünüldüğünde; haksız rekabeti palazlandırdığı kesin  “devlet”in   çalışanlarına taksit de yapılan;  tek  parti dönemi  “tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek vatan” ideolojisini pratiğe döken, nevresimlerin, elbiselerin, pabuçların, pijamaların, çarşafların birbirine benzediği evlerde tek tipleştirilmiş,  bir kalıpta giyinmeye zorlayıp özgürce mağaza  seçme, giyinme  hakkı elinden alınmış herkes gibi sende; SSCB  estetiğinde  Sümerbank’dan  alınma,  pijamanı, Sümerbank çorabının içine sokup, Sümerbank  çarşafına yatıp, lastik yerine  siyah Sümerbank ayakkabın, siyah önlük ve siyah hırkanla  geldiğin  okulunda; kokulu silgilerine, renk renk kalemlerine, kalemtıraşlarına,  parlak  kağıtlarla kaplı defterlerine, kitaplarına, cicili bicili  renk renk tokalarına, çantalarına,  deri çizmelerine,  ayakkabılarına, Dior’dan alınmışçasına parıldayan zarif pilili siyah formalarına, hırka, mont, mantolarına, ince çoraplarına ancak aybaşında babanın verdiği harçlıkla alabilirken,   her gün kantinde  sucuklu tost almalarına  gıpta ettiğin   sınıf, sıra arkadaşların  Handan,  Feray, Neşe ve  Hülya’nın; Denizatı pastanesi üzerindeki apartmanda oturan babası kuyumcu Nilgün’ün imkansızlığından hayalini  kurmaya  dahi çekindiğin kaloriferli  evlerde ki hayatlarını  ‘babalarının işleri iyi, zenginler tabii’  normalleştiren kendine  ‘tamamda sıcacık evde otur  sonra da çalışamadım hocam , mazeretim var, ailevi’ diyerek her gün ilk dersin ortasında kapıyı çalan Ali ,  ‘hocam yani bir kerede göz yumsanız  geç kağıdı istemeseniz, etek boyunu bir daha kısaltmayacağım’ sırnaşıklığında ki  Tülin’in paçayı kurtarma şaklabanlıkları da fazla, biz olsak bize böyle ‘haydi geç geç otur yerine ‘  demez, tolerans göstermezler , sırf fakiriz diye haksızlığa  uğruyoruz, üstelik babaları da üç kuruş ödüyor yanlarında çalıştırdıklarına’ karşı çıkan öfkeli; yönetici sekreter annesinin okuldan  gelince yesin diye  buzdolabına  akşamdan yapıp koyduğu pirinç pilavını, yoğurtla yerken,  yiyenlerin ‘eline sağlık çok güzel yapmışsın’ övgüsünde bulunduğu  annene  ‘pilavı  niye Şule’nin annesi  kadar  güzel yapamıyorsun’  ergen isyanlarında, olumsuzluklarla dolu eşitsiz şartlarda okumanın dokunuşuyla  sol örgütlere devrimci mücadeleye katılmaya hazır ve nazırlıkta üniversite hazırlık kursuna  gitmek için Ankara’ya gelmiş –  annen erkek amca çocuklarının hepsini kardeşi kabullenip  “dayın” tanıttığından –  dayılarının,  çekindiklerinden  geceleri baban uyuduktan sonra  eğitim çalışmasına tabii tutukları  annenle konuşmalarında geçen   içeriğini,  anlamını bilmeden kulağına  hoş geldiğinden  cezb etmiş devrim, özgürlük, eşitlik, kardeşlik,  sosyalizm, yoldaş, paylaşım, emek kelimelerine  aşinalığından ‘bizim kızlarla  tanıştıracağım seni; Canan, Firuzan,…, …, Onlarla birlikte  İlerici Liseli  Derneğinde (İLD) de çalışırsın.Yerli yersiz sorular  sorup da  beni mahcup etme ‘ tekmilli illegal TKP MYK’ sında yer aldığını 1987 yılında TKP, TİP birleşmesiyle oluşturulan TBKP ‘nin  temsilcisi Haydar Kutlu (Nabi Yağcı), Nihat Sargın’ın Türkiye’ye dönüşleri, tutuklanmaları, 1990 ‘da serbest bırakılmalarının ardından  çok sonraları öğrendiğin altı yaş büyüğün,  onlarca sol örgüt arasından diğerlerini değil  örgütünü  seçme (dayatma)   hakkını tanıyacak kadar lütufkar; aa bak yine   aynı şey oldu… ne zaman  TKP’yle ilgili bir mevzu geçse  gömüldüğü yerden  ok gibi fırlayıp; 4 Haziran 1990, TBKP kuruluş dilekçesini gövde gösterisiyle İçişleri Bakanlığına vermek için legale çıkmış komünistler Ankara’da toplandığında, ricasını geri çevirmeyeceğinin eminliğinde ‘abla bir gece, bir arkadaşımı misafir edersin, tamam’ın sonucu , partinin  tüm stratejik metinlerinde  imzası bulunduğunu bilmediğin ama şık giyimi, mütevazi  kişiliğiyle evdekilerin kalbini yarım gecede kazanan Zülfü’nün  misafirliği  sonrası  ‘eree oğlum bak,  ben bir aydır ablan Turna’nın evindeyim,  a bu bir, iki defadır  görüyorum seni. Ma  bu kaç gündür  hiç burada değildin, nerdeydin?’ – ‘daye,  İstanbul’a  gittim, toplantımız vardı. Parti kurduk. Dün de arkadaşlarla birlikte  Atatürk’ün kabrine çelenk bıraktık’  duyar duymaz siyah başörtüsünü eliyle düzeltip  başını iki yana sallayarak  ‘errr, laooo, tı lo, lo, lo…  ula oğul ! sen hiç utanmadın,  Atatürk’ün huzuruna çıkarken? Sen onun devrimlerini yıkmak için çalışmadın mı? devrimlerini yıkacaktın bir de yanına gidip  çelenk mi koydun? ‘ köpürmesine gülerek cebinden çıkardığı Maltepe sigarasını  ‘ daye ! al bir sigara iç , kendine gelirsin ‘le  uzatan elini iterken 12 Eylül darbesinden sonra 1990 yılına kadar arandığı kaçaklığında,  çiftçi babasının  gönderdiği senin de o sıkıyönetim koşullarında, Partizan Lila’ymışcasına  her türlü riski göze alarak kendisine ulaştırdığın paranın  geçimine, saklanmasına yetmediğini örgütün, yoldaşların  yardımıyla  hayatını sürdürdüğünü  düşündüğünden ‘laoo, eree  oğlum,  ben,  senin sigaranı içmem. Kim  bilir ? kimin  parasıyla aldın bunu  haram maldır’ çıkışmasına  cevap vermeden,  küserek evden ayrılan oğlunun arkasından   az önce nahoş olay yaşanmamışçasına, sigarasını yakmakla meşguliyetten çene Küçükağa’nın duymadığı ‘anne, anneannem ne zaman sigara içmeye başlamış? Dedem, biliyor muymuş, içtiğini?’  –  ‘Çok oluyor.A bu annem bana,   hamileyken hep   sigara içtim, beni sigaraya alıştıran  babandı demişti. Bir gün  Gelincik sigarası getirmiş ‘bunu iç Emine ,  bayan sigarası ‘ demiş.  Ben daha Kasman’daydım ,  evlenmemiştim, annemin kapağında gelincik resmi olan Gelincik sigarasının kutusunu   hatırlıyorum. Sigara içtiğimi çe Talu’da bir babaannen  Fidan bilmezdi demişti. Hiç ara vermeden tam yetmiş yıl sigara içmiş annem, değil mi anne?’ dumanını dışarı verirken burnundan  başını sallayan  anneannene ‘Kasman’da, kapı önünde  kürsüye oturur  altın renkli parlak sigara tabakana koyduğun   tütünü çıkarır, ince kağıtlara sararak yaptığın sigarayı içerdin. ’–  ‘ bir ara doğru , tütün hediye getirirlerdi anneme sonra sigara sarmayı bıraktı. Ne sigarası içtin, o zaman?’ –‘ Bitlis sigarası içtim’   oğluna kızmasının  haklılığına inanarak  keyifle sigarasını tütüren çene Küçükağa’ya  bugünde yerini aldıran bir kaç anının ortasında; devrimci dayının önemi tartışılmayacak devrimi yaparken  sana da  güvenmesinin kabarttığı koltuklarınla,  adımını attığın ama  perde gerisinde  ‘lise örgütlenmesi isteğimiz  yolu alamadı, tabanı genişletip, sempatizan  toplayamıyoruz. Liselerde örgütlenmede zayıflığımız, Dev- Yol, Kurtuluş, Rızgari, Halkın sülalesinin üstünlüğünü getiriyor, üniversitelerdeki örgütlenmeyi de etkiliyor. Üniversite sınavına giren üyeler, sempatizanlar  tercih listelerinde örgütlenmede zayıf olduğumuz üniversiteleri yazsınlar.Sempatizan  akışını sürekli kılamazsak aleyhimize olan  bu  durum devam eder’ endişesinin yattığını  bilemediğin örgüt yöneticisi yoldaş ağabeylerinin, ablalarının – doğal süt içmesi gerekli çocuk bünyelere, katkı maddelerinin  konduğunu söylemeyip daha sağlıklı olmaları için süt tozu yolladığını lanse eden   çok mu  alakasız, oldu  yoldaşım? ABD, Avrupa devlet, aile, parti, örgüt, cemaat ya da anne, baba, koca,  patron yapınca  baskı, devrimci sen yapınca,  yön verme adlandırdığın,  farksızlığını, aynılığını gizlediğin iradeyi hiçleyen  “dayatmacı”   –  ABD  emperyalizmi gibi  düşüncelerini, yeteneklerini, karakterini  göz ardı edip aslında gönüllerindeki  okumayı istedikleri bölümü, sahip olmayı istedikleri mesleği   ‘iyiliğin, geleceğinin  parlaklığı için bu üniversiteyi, bu bölümü tercih et’ diye, diye sempatizanlara,  üyelere dayatmakla kalmayıp  kaderlerini belirlediklerinin;  devrim düşüyle aydınlanmış, sakin bir gölgelik arayıp da  bulamayacakları  şu afişte  hayatta; duymayan kimsenin kalmadığı ki sende, duymamış biriyle  karşılaşmamışsındır benim,  müptelası olduğum  mısralarına  hayat bulduran içkine, sigarana  ‘çok içiyorsun… bırak artık…değiştir   hayat tarzını ‘ söylevlerini kimselere  çekmemiş  şairim; ‘ bırak artık, değiştir şunu, yapma’ istekleri, yönlendirmeleri  görünüşte  nasıl da masum duruyor  değil mi  ? kişinin kendisiyle ilgili iyi, güzel şeyleri düşünme yetisine sahipsizliğini varsaydığından büyük bir hazla;  söylediğinin, yaptığının; söylettirdiğinin, yaptırttığının  doğruluğundan emin karşısındakinin yerine neye üzülüp üzülmemesi gerektiğine varıncaya dek her konuda kararlar alma, verme yetkisini  kendisinde gören devletin, örgütün, partinin, ailenin,  yönetenlerin,  kocanın,  arkadaşın,  sevgilinin, ilgili,  ilgisiz herkesin   çizdiği kırmızı çizgileri  aşma,  geçme ihtimaline karşı dağda, taşta her yerden, her kesimden işitilecek   ‘senin iyiliğinden başka ne düşünebilirim? iyiliğin için… mutluluğun için…üzülmemen için söylüyorum, yapıyorum yoksa bana ne’ yle başlayan, ‘kızma ! bu yasaklar vatandaşın…senin  iyiliğin için ’–‘ yapılan operasyon milletin selameti için’ – ‘ Suriye’ye, Irak’a , Libya’ya, Doğu Akdeniz’e, Afrika’ya müdahalemiz ülkemizin çıkarlarının gereğidir’– ‘güç durumdayım seni MYK’da  değil İstanbul İl Başkanlığında değerlendireceğim…’ –  ‘listede yer yoktu ama  seni belediye başkanı, meclis üyeliğine atayacağım merak etme ’ –   ‘bu sefer il delegesisin’– ‘ gitme oraya ne işin var? ‘–  ‘yapma demiyorum , yap ama hobi olarak ‘–  ‘ bak son kez söylüyorum ondan uzak dur! ’ –  ‘yeme bu kadar canım, tut şu boğazını, duba gibi olmuşsun’ –  ‘kıçını kır ders çalış, master yap’–   ‘ayy buna mı üzülüyorsun, berbat biriydi… salla gitsin bebeğim …cehennemin dibine’ –   ‘evladım ders çalış ders,  böyle elde telefon ‘– ‘ annelik öyle olmaz, o dediğin iş öyle yapılmaz’– ‘ ben biliyorum o adamdan koca olmaz’ –  ‘evlen artık, yoksa …’ –   ‘geleceğin dijital dünyası  yazılım üzerine doktorluk ne ki, onca yıl oku sonra bir bilgisayar mühendisi kadar para kazanma. Ya bilgisayar ya elektrik, elektronik ya da genetik mühendisliliğini yaz’–  ‘bak o kızı…o oğlanı  gözüm tutmadı, maddi durumu iyi bir aile kızı bul yavrum, sıkıntı çekmezsin’ – ‘…gitme…gelme…yapma…etme’  klişeli savunma cümleleriyle hayatlara  müdahaleden kendini, elini  alamayan, bunu adeta borcu kabullenen  sonrasında yol açtığı  tahribatın büyüklüğüne  dönüp  de bakmayacakların   “patronizing”liğine muhataplıkta isteneni yapsan da,  yapmasan da   ‘sonunda o beğenmediklerinden, o eleştirdiklerinden  olunduğunu  göreceksin’  realitesinde,    yapmasan… evet !  ‘kötü vatandaş’, ‘kötü evlat’,  ‘kötü kadın’, ‘kötü öğrenci’, ’kötü kardeş’, ‘kötü yoldaş…arkadaş… sevgili’ sayılırdın ama en azından ‘başka bir şey yapamazdım…elimden bir şey gelmezdi’  kılıfını  geçirdiğin  korkaklığının yarım bıraktırdığı arzuların, ukdelerin  olmazdı. İstenen yapılınca, istenen  gibi   olunca  ne oldu, ne değişti hayatında;  mutlu mu oldun?  Özgürlüğünü mü, bireyselliğini mi  elde ettin? Mutluluğunu…iyiliğini isteyen, geleceğini  düşünen  devletin, örgütün, partin, ailen, arkadaşların, sevdalın herkes ama herkes, senin  için çırpınırken bu şeytanın avukatlığı yakıştı mı, sana? Denileni yapmak hep  mutsuzluk…kötülük….üzüntüye mi vesile, nankörlük, vefasızlık bu düşündüğün  utanmazsın ! yav he..he..birine hediye alırken bile hediye aldığın kişiden ziyade duygularını tatmin ederek kendini iyi hissetme güdüsünü de inkar edecek sizler     içinde  özgürlük   bile barındırmayan, tersine büyük   iticilik taşıyan  “ iyiliği…iyiliğin için”    abidik gubidikliklerin;  ‘devlet dediğin…lider dediğin esmese de gürlemeli’  tarzı övgüler ışığında  para,  güç,  başarı, IPhone  imajlı medeniliği dizaynlayan stratejilerin odağında  söylenenler, yapılanlar, yapma(n)m, yapmamız  istenenler  iyiliğin, iyiliğimiz için miydi şimdi? Neden kişiler, kurumlar  neyin iyi, neyin kötü olduğunu söylüyor, dayatıyorlar? Ne vardı bir kez de  benim iyilik halimi belirlemeyi  bir kenara bırakıp da  kendimden olmadı Allah’ımdan ?  bulmam beklenseydi; yapabiliyorsam… sen yapabiliyorsan, o da yapabilir denseydi, işte bebecan !   iyileşmeye, kendini sahiplenip, diri tutmaya  tam da buradan başlanılacak; başka birine tutunmaktan, arkasına gizlenmekten vazgeçilerek,  bu  hemen  bugün gerçekleşmesi  imkansız bir durum zira yılların paternleri her yerden, her duvardan vuracak, eski kalıplarına dönmek isteyeceklerinden  her bağımsızlaşma, her tutunma çaban, hayal kırıklıklarına uğrayacak…aşama, aşama korku döngüsünü, kaygı girdabını zorlayarak iyileşmeye yüz tuttuğunda bileceksin ki,  sana  öğretilmeyen, gösterilmeyen  durmadan iyiliğini düşündüğünü arz eden devletten… baba, koca  evlerinden… parti, dernek, örgüt, cemaat mekanlarından…yanında yörende bıkkınlık verenlerden öte bir hayat da  var(mış) . Ama ne yazık her şeyin, belki de  öte bir  hayatın olabileceğini sanmakla değişebileceğini duymak, çabalamak  istemeyenlerin dünyasındayız değil mi benim huysuz Thomas Bernhard’cım,  yaşasaydın ‘ bokunu çıkardınız dünyanın be! mevcut  çarpık düzenleri beslettiğinizi aşikar edemediğinizden, durmadan  kavramlara – neymiş post-truth’muş– öldürttüğünüz,   algılattığınız ya da ‘ne algılıyorsan o’dura’ indirgetip,  bitter  çikolatalı acı sosta kaybettirdiğiniz gerçeğin yerine yalanı koymak yeni bir şey, post-truth  mu? Yahu dünya hep böyleydi,  hep post-truth çağındaydı öyle değil mi moruk, Bukowski,  gerçek yerine  illüzyonun, ikiyüzlülüğün ikame edildiği, yalanın, manipülenin   kazandığı…’ diyecekti diye düşündüğümde anda tanıyamadığım ‘döktüklerini, eşyalarını, oyuncaklarını topla ’ sesi ‘o kalbini toplamayı da unutma, akşama yeni maskeleriyle  gelecekler’ yoksa  annenin sesi mi duyduğun?    Belki bir gün kalbimi, ruhumu  yormayan birine denk gelir miyim? kim bilir dediğinde  ‘biz ‘ demişti O’da  ‘biz yolları hiç kesişmemesi…tanışmaması  gereken iki kişiyiz   ya da vaktinden önce tanışmış…iki türlü de işin içinden çıkmadık; ne yaklaşabildik birbirimize, ne de uzaklaşabildik, yaklaşsak birbirimizi yok ederdik…uzaklaşsak da kendimizi.’

 

IV BÖLÜM

 

“Uzaklaşsak da kendimizi yok edecektik” demişti, ömür yiyen büyük aşkları tetikleyip, sonrasında bu aşkları alnından vurup öldüren sakinliğinde, gençliğin. Ne büyük huzur, ne büyük rahatlamaymış meğer Haldun gibi  aklından geçeni, hissettiklerini geciktirmeden, zamanında o günde…o anda dile dökmek   annenin, teyzelerinin bekleyip…bekleyip de  müsebbiplerinin vefat ettiği ve de hiçbir işe yaramayacak biz zamanda yaşlılıklarında  anlattıklarını dinlediğinde. Başka  hiçbir yeri görmeden,  hiçbir yere gitmeden on iki yaşına kadar sınırlarında dolaştığı dewa ma Kasman’dan  uzaklaştırılırken sesini duymamak için kulaklarını kapatan  on beş gün önce çe Talu’da lojının önünde oturmuş çay içerken   ‘ bram döndü askerden, gelinimizi alıp götürmek isteriz,  ne  zaman gelelim, hazırlık yapmalıyız.Ben davul zurna da getirmek isterim ama’ dediğinde  amcan kızı Leylanın babası apo Üso, Hüseyinê Halilê ‘benim kızım ne bilir bu yaşta düğün ne ?çocuktur,  babası öldürülmüştür. Davul, zurna benim neyime? Eğer  davul  getirirsen Useyin ,   kızımı  vermem, söyleyeyim’ demesinin üstünde kısa bir zaman sonra  düğün günü gelenlere   hazırlanan  çayı  bardaklara   doldurmak için elini uzattığı  anda  babamın annesi Fidan’ın odasından, çe Talu’yu, ev damını  inleten   ‘daye…daye, dayema,  ben seni nasıl bırakır giderimmm’ figanının paniğiyle devirdiği teneke soba üzerindeki demlikten dökülen çayla  yanmış ayaklarının  acısını bastıran, dinmeyen ağlamalarına dayanamadığından kızı Sara’ya ‘sakın Turna’yı  Allahaısmarladık için benim yanıma getirmeyin, sakın… ‘ diyerek önlemini almasına e rağmen  yine de  ne edeceğini şaşırmış ‘baba odasında’ ordan oraya  gidip gelen  çene Küçükağa  ‘kızım, yakındır düğünün’ dediğinde bile ihtimal vermedim ben,  çe Taludan   gönderileceğime. Öyle, ne bileyim ,  onbeş gün önce evlendirilen Hanım’a, sağır dilsiz ablam Hatun’a gelin elbisesi dikilirken;  Kasman’da  düğünü yapılan hiçbir  kızın üzerinde görmediğimizden gelinlik,  dediğime bakma’ ne gelinlik, ne gelinlik; pazenden, divitinden bir elbise. Düğünüm  yapılacak ya amojlar peşime verdiler   ‘çene gel, inat etme, sana ölçü tutalım’; ‘ olmaz da, olmaz’ Baktılar ölçü vermiyorum,   gittiler amca kızı Hanımı  çağırıp, getirdiler,  ölçü alıp elbise diktiler. Biz çe Taluda gelinliği  hakim abim evlendiğinde gördük, o zaman kadının, gelinin   dudağını, yüzünü boyandığını da… gelin hanımda Erzurum’dan , şehirden geldiğinden yoksa bizim gibi köyden alınsaydı, o da gelinlik bilmezdi.Gelin gözümüze öyle güzel görürdü ki  önünde sıraya dizilip  hayran hayran bakmıştık.Oyyy, oyy eree a onlar, çe Taludakiler, öyle gaddardılar ki  aynı gün iki kızı da  gönderdiler  “el evine” biri de demedi ki ‘yazık’tır.Haydi beni, Hanım’ı evlendirmeye karar verdiniz ya siz a o zavallı sağır dilsizden ne istediniz? Niye evlendirdiniz? Amcalarım evlendirdi, başımıza kalmasın diye  sağır dilsiz kıza koca buldular, annem dedi…dedi  ki ‘bundan ne istediniz? bu kızımı evlendirmeyin, bu sağır dilsizdir, ne bilir evlilik ne? Yazıktır, bırakın benim yanımda kalsın’ ama anam,  a o amojın Zehra,   ateş oldu yapıştı, her önüne gelene  ‘bu evlenmese orospuluk yapar’  – ‘aaaa vicdan ya sağır dilsiz kadını,Hatun’u   orospulukla suçlamak ??? ‘– ‘yemin ederim aynen öyle dedi,  ondan sonra   bizde çalışan bir tane çoban vardı, adı da Hüseyin’di. Lolan’lıydı ? Hanım ‘ın evlendirildiği   Alié İbrahimé Velié Talu,   burnunu koparmıştı Hüseyin’in’– ’bir insanın burnunu koparmak da nedir? Bu ancak neolotik çağ başlangıcı  vahşi bir kabilede yaşanacak şey‘– ’ikisi birlikte bizim evde çalışıyorlardı, çobanlardı. Bizim koyunlar çoktu, a o yukarıdaki mergệ Seterıj çayırına giden yol kenarına  ahır yapmıştı bizimkiler. Bunlar gitmişler  koyunları çıkarmışlar dışarıya, az buz değil   200 koyun. Kışın koyunlar yesin diye  karın üzerine öbek öbek ot bırakılırdı ‘laooo niye acele ettin, bekleseydin de ben otları yerleştirseydim öyle bıraksaydın koyunları’ deyince Hüseyin,  Eli’ye İbrahim de (Alié İbrahimé)   ‘otuz saad oldu,  daha  da ot bırakıyorsun, bütün işleri bana yaptırıyorsun’  kavgaya tutuşuyor, dövüşüyorlar .  Eli’ye İbrahim  sinirleniyor, adamın şurdan burnunu koparıyor’ – ‘nasıl ?’ – ‘Üseyin’in boyu Eli’ye göre kısa,  bu hart diyor adamcağızın burnunu dişliyor, ısırıyor’ –  ‘ Anne! O nasıl dişmiş öyle. Vahşi Batı halt etmiş !  yıl 1952 , dünya aydınlanma çağını döne döne atlıyorken…?’–  ‘ öyle bir figanla çeşmenin ordan  koştu geldi ki a o Hüseyin, yazık,  burnu böyle sallanıyordu, kan içindeydi ‘–  ‘ tabii, hemen köyün profesör doktoru Kameri Şıh (E)Ali ağa çağrıldı değil mi? ’ –’ evet, aynen öyle, babanın burnunu da o yapıştırmış.Adamın sallanan burnunu eliyle şöyle bir  yukarı doğru kaldırdı, bir şeyle yapıştırdı; ince, dövülmüş  et parçasıyla;  burunu hemen  yapıştı ama böyle top gibi kaldı’–  ‘anne, estetik operasyonlarda yüzde  yüz başarı diye bir şey yoktur’–’ sen geç alayını,  Kameri Şıh Eli ağa olmasa ne olurdu bir düşün? Şimdiki cerrahlardan yüz bin kat daha iyiydi. Şimdikiler cerrah mı? O yoklukta, burun yaptı adama; doktor falan hak getire, tecrübeyle ne öğrenmişse onu uygulardı. Saçımız döküldüğünde koyun gübresi sürerdik, çıkardı. Kulağımız ağrıdığında annem ateşin içine soğanı koyar, közler, azıcık soğuduktan sonra  cücüğünü çıkarır,  fitil gibi kulağımıza koyardı, ağrımız kesilirdi. Hiç unutmam, bir keresinde amcam İbrahim hastalandı,  hem de nasıl,  komaya girdi. Şimdi olsa direk yoğun bakıma yatırılırdı. Derezası Tekiné Haydaré Zeynelé köye gelmişti ‘ ben amcam oğlunu doktora götüreceğim’ , amcam kalkacak gibi değil ha öldü, ha ölecek. Evin içi matem. Haber gönderdiler halam Rukoş ‘da geldi Muskan’dan, a bu bal kabağı var ya, ortadan  ikiye kestirdi, böldü, sacın altına koydu, pişince çıkardı, biraz soğuyunca kaşıkla içindekilerin bir kısmını çıkardı, a böyle taç gibi , yok yok bere gibi  amcamın başına geçirdiler, sardılar. Sonra amcam gözünü açtı ‘beni niye uyandırdınız?   bir çadıra götürmüşlerdi beni,  ben diyorum bu çadırda kim var ? diyolar  Hz. Ali,  Hüseyin, Hasan. Ben diyorum; siz beni niye buraya getirdiniz? Hz. Ali,  beni getiren adama  dönüp ‘benim dediğim adam bu değil, yanlış adam getirmişsin,   alın götürün bunu.Bir de bakın bunun günahına ne var?’ dedi. Bir keresinde koyunları suya götürürken biri inat etmişti, bende söyle bir tekme atmıştım, baktım o  koyun dile geldi sen beni dövmedin mi ? dedi. İşte tam o arada beni uyandırdınız.Bırakamadınız hakkımda ne karar verilecek öğreneyim.’ Neyse, annem ‘ulan oğlum  sen bu adamın burnunu kopardın,  ağzına sümüğü bile girdi, sen hiç utanmadın?’ diyerek  Eli’ye İbrahime   çok kızdı. Bir süre  geçti, geçmedi   apo Yusuf kapıda  annemi    ‘ çene Küçükağa ‘ hele bir gel’  diye çağırınca bende arkalarından gittim  dedi ki  ‘senin kızın Hatun bizdedir, Hüseyin kaçırmış getirmiş, bizim evde oturuyor’ . Ev dediğin yan yana, gittik ki oturuyor ,  çok zavallıydı, garipti  öyle sessiz , sağır dilsiz, ne olduğunu anlamamış vaziyette oturmuştu sedirde, böyle etrafına bakıp duruyor.Annem tek bir hareket yaptı, tek…işaret parmağıyla ‘gel’ dedi o kadar, hemen kalktı geldi. Annem çok kızdı Hatun’a,  Üseyin’e de  ‘bırak çobanlığı git buradan’ dedi  adam çıktı gitti. Köyde ne gizli kalmış ki,  bu hadise ortaya çıkınca amojın Zehra durur mu  başladı yine ‘ben demedim mi? bunu evlendirmeseniz, bu orospu olur’. Yalnız bir tane Veli diye yok, Mehmet’ti herhalde Almanya’ya giden  bir çocuk vardı, o hakikaten ablam  Hatun’a gönül koymuştu. Adam aslan gibi ortaya çıktı ‘ben evlenirim bunla’, vermediler. Amcamlar  karar verdiler, amcaları Begoé İbrahimé  Talué’nun  kızının oğlu Hatem’i çağırıp ‘ kızımızı sana vereceğiz gel, al, götür ‘dediler. A o da ablam Hatun’u,  babasıgil zengin diye gelip aldı sonra da burnundan getirdi. Dünyada ablamın, o sağır dilsizin kocasından yediği dayağın  hadi hesabı yoktu, onun için Hatem öldüğünde o sağır dilsiz kadın  kalktı, oynadı. Bizim dilimiz vardı  baş edemedik, her Allahın günü dayak yedik  erkeklerden, kocalardan,  o ne yapsındı? Oda bizim gibi, durmadan çocuk doğuruyordu. Kız kız marifet gibi peş peşe çocuk doğuruyorduk, rahat bırakmıyordu kocalar, biz bilmiyorduk ki nasıl hamile kalıyoruz,  hamile nasıl kalınıyor ? üç çocuktan sonra ancak öğreniyorduk, inanmıyorsun ya ama öyleydi, gerçek buydu, kimse bize bir şey anlatmıyordu ki. Yazık,  ablam  Hatun yanında yatırıyordu çocuklarını dedim ki ‘sen nasıl anlıyorsun onların ağladığında meme veriyorsun?’  elini dudağına götürüyormuş,  ağzı açılınca biliyormuş ki ağlıyor. Ne kadar şerefsizmişler güya  benim hakim abim  vardı ya sen  sağır dilsiz kardeşinin  halini, zavallılığını  görmedin mi? evlenmesine ses çıkarmadın, hem babasının mirasından ettin, arsasını elinden aldın, bari  sahip çıksaydın,  dayak yemesine engel olsaydın, o da yok. Sorumluluk üstünden gitsin de…üstünden atsın da, yanında olmasın, görmesin gözü de, kardeşlerine ne olursa olsunmuş, kendisi çoluğu, çocuğuyla mutlu olsun yetermiş. Hakim abim kendini kurtardı ya yetti ona aslında  ortada aile diye bir şey yok. Annem çok yardım etti Hatun’a evlenince,  fakirlerdi, öyle de güzel kızdı, insan kıyamazdı baksın, annem hiç istemedi evlendirilsin hiççç. Amojın Zehra ne emrederse amcam Hüseyin  onu yapardı, sağır dilsiz kızdan bile başlık aldı. Hanım’ı da evde çalışan çobana verdiler   başlık da aldılar, adamdan. Amojın Fatma’nın kız kardeşi Havse  amcaoğlu  İbrahimé Velié Talu’yla evliydi,  hani şu adamın burnunu koparan  Alié İbrahimé dediğimde,  onların oğluydu, iki taraflı  akrabaydı Hanım’la  teyze çocuklarıydılar’–’ bu sülalede  ben çözemedim  kim kimdir, kim kimin nesi oluyor, kim kiminle yatmış kalkmış ? valla belli değil, hepimiz kardeşiz, gülme , genetik yapı  kırılmayınca yani iç içe evlilikler yapılınca  herkes böyle ruh hastası olmuş. Ortada bir köy var,   o onunla,  öbürü  bununla  evlendiriliyor, olan, yaşanan bu. Sadece iki taraflı mı,  on taraflı akraba olunmuş, saçmalığa dur diyen de çıkmamış, bakıyorsun yan evin kızı, oğlu, akrabası, evin gelini, damadı olmuş’–’ Doğru diyorsun.Biri gelip elini uzatsa  kızları  hemen  ona veriyorlardı. Eli’ye İbrahim de ablam Hanım’ı   sevmiyordu ki, millet fakirdi,  çobandı, evin sahibi kızını verince, ne yapsın zengin aile kızı diye,  alıp götürdü adamlar. ‘ Niye verdiler?’ diye annene sormayacaksın değil mi? adamın maddi durumu, eğitimi iyi,  geleceği parlaktı, kızımıza saygılı,  sevgi duyan iyi bir eş olur, geliştirir  onun için verdik   cevabını bekliyor olamazsın; kız çocuklarını  başı bitli, altında donu olmayan adamlara vermişler  ‘caney, bilmem niye öyle yaptılar.Biz hiç bilmedik  bizi niye verdiler, niye evlendirdiler o adamlarla. Zozan’ı niye verdiler,  yirmi yaş büyük  bir adama? Çeksin gitsin, boğaz eksilsin diye  verdiler başka ne için  vereceklerdi.Amcam İbrahim olmasa kim verirdi kızını Reşat’a, yanında yatılacak gibi değil, ağzı çok pis kokuyormuş. Şimdi düşünüyorum da öyle de fenaydılar,  çe Taludakiler, 50 doğumlu amca kızı Zozan’ı  Hüseyiné Alié Sormemedan oğlu, amcan kızı Leyla’nın  dayısı, babanın okul arkadaşı nüfus idaresinde çalışan Reşat  istemiş,  yaşı çok küçüktü .Evlenmesi için bir kayıt çıkarmak lazım, tabii ne yapalım?  yol araştırıyorlar, Reşat nüfus kaydına bakıyor;  Makbule diye amcamın bir kızı vardı, ölmüştü o kütükten düşülmemiş,  yaşıyor gözüküyor, onun yerine geçiriyor  Zozan’ı. Gulamın demişti bir keresinde  teyzen Zozan ‘ biz ev damında Makbule diyorduk kız kardeşime ama  kütükte  Hüsniye yazıyormuş  hoop hallediyor Reşat, adım cüzdanda Hüsniye’dir. Bir gün hakim oğlunun evine  gelmiş ordan da   bize  geldi bir gece kaldı çene Küçükağa;  yatağını serdim, eliyle şöyle bir vurdu yastığa , kabarık yün ‘ne güzel , temiz kokuyor Turna’nın yastıkları gibi’ sonra ‘ Zozan ! hepiniz  çocuklarınıza iyi baktınız, ellinizden  her iş geldi, fakirliğe ses etmediniz. Temiz, titizdiniz  ama  çe çe Mustafaé Zeynelén (Mustafayezeynelin),  çe  Alibeğin, Talunun kızlarının bahtı, şansı yoktu. Hele de çe Taludan, o evden çıkan hiçbir kızın hayatı iyi olmadı’ dedi, hakikaten de öyle oldu…Kızları gönderirken, gelin ederken de  bir kat elbise, bir entari veriyorlardı o kadar. Ellerinden gelse, onu da vermezlerdi ya eski bir tahta sandık içine biraz sabun koydu annem,  tarak koydu,  lif,  ceviz, kuru yemiş. Beni yolcu ediyorlar ya   bir de yeni sandık  aldılar;  bir eski,  bir yeni sandık. Köyde başkaları, herkes kızlarına  ne verdiyse  onu koydular;  iç çamaşırı, çorap…çorap örmüşler ayaklarım üşümesin, yün çorabı, leçek, çok  leçek koymuştu, kenarları renk ren iplerle oya işli.Sabun da  çok koymuştu,  ben yıkıyordum a o veyvi Selbi kızıyordu ‘niye sen  iki de bir  leçeğini yıkıyorsun? bu adam; baban da ona çok kızdı ‘sen niye bırakmıyorsun leçeğini yıkasın sana ne ? ‘ Annem her zaman bana  sabun gönderirdi. Ben giymezdim o gelin elbisesini,  ablam Sara  zorla giydirdi,  kınadan önce.Feryadımı, figanımı kimse dinlemedi. Her şeyi usulüne uygun yaptılar,   kız almaya gelindiğinde   maddi durumun elverdiği kadar bir, iki, üç   keçi ya da koyun kesilirdi.Tandır yoktu bizim köylerde;  temizlenmiş koyunu, keçiyi koca bir kazanın içinde az suyla  kaynatır,  pişince çıkartır,  tepsiye koyar,  tuzlayıp soğumaya bırakırlardı  “birane” derdik biz,  onu öyle getirirlerdi kız evine, yanına kete yaparlardı.Köyde  kaç hane  varsa, hepsine   keteyle birane dağıtılırdı. Eğer başka köye gelin edilmişse, kızı almaya gelenlerde evlere taksim edilirdi, düğün evine fazla  yük binmesin diye. Akşam da herkes düğün evinde toplanır, gelinin ailesinin hazırladığı  etle,  pilav yenirdi. Dewa ma Badan’dan dört beş atlıyla  beni  almaya gelmişlerdi. Çene, o kadar çocuk yapmasına, karnı dümdüz, dimdik  tahta gibi vücudu annesi Zelhan’a, babaannene   benzeyen,  Mustafaé Velié Talué ‘nun kardeşi Selim’le evli, yaylada ablam Sara’yla evleri yan yana olduğundan kapının önünde  gördüğüm  kadıncağız,  babanın amcası Halilé Memilé’nin kızı Cemile  – geline düğün boyunca  refakat eden, yardımcı kişi, nedimem – berbümdü. Allah rahmet eylesin ne kadar fakirdi, bizim köyde Selimé Velié Talué evliydi  ya,  yazları baba ocağı  dewa ma Badan’a  çe Resule gelirdi .Çocuk çok yapmıştı. Geldiğinde böyle çorap örüyordu, beş şişle  dedim ‘bu ne?’ dedi  ‘ben kocama çorap örüyorum’ ben aldım  elime çorabı, ölçtüm yemin ederim (dizden aşağıya ) şurası bir metreydi,  kocası öyle uzun boyluydu. Bu  Selimé Velié Talué iş için dewa ma  Kasman’dan birkaç akrabayla   Harput’ a (Elazığ) gidiyor.Devlet Demir Yolları’nın, yol inşaatında çalışıyorlar.Çadırda yatıyorlarmış. Her hafta sonu yevmiyelerini  alıyorlar ya, başlarında  bir yol çavuşu var.Bunlar   parayı  kaybederiz , çalarlar falan diye korkup   ‘ al bu para senin yanında dursun, gittiğimiz zaman alırız ‘ diyerek (ustabaşına) çavuşa veriyorlar.Zaman geliyor  bunlar ‘  biz memlekete gidiyoruz, paramızı ver’ diyorlar. Çavuş ‘siz ne  istiyorsunuz,  ne parasıdır? Siz bana para mara vermediniz’– ‘ Keko, ağa sen ne diyorsun ? her hafta o kadar para verdik sana,  bir seneden beri burda çalışıyoruz. Sana itimat ettik,  elimizdekini, avucumuzdakini verdik’adam, ustabaşı  birden yatağının altında bir bıçak, kasatura çıkarıyor ‘defolun gidin.Bu bıçakla kaç kişinin başını yemişim ben ‘  diklenince,  a bu Selim hemen kalkıyor adamın elinden bıçağı alıyor,  adamı yere yatırıyor  ‘ulan kafir , ulan Yezid‘  başını kesiyor.Sonra firar edip, gidiyor. Ondan sonra kaçak vaziyette  gez… gez… gez  sonunda yakalanıyor. Bir müddet Muş’ta cezaevinde kaldı, bir gün  af çıktı, bu köye  geri geldi. O sıralarda babasının işlediği cinayeti üstüne almış Alié Haydaré Mehmeté Halité’de  Muş cezaevinde.  Diyor ki,  bir gün avluda volta atıyoruz, Kürtler koca bir taşı getirip ortaya koydular, dediler ‘bu taşı kim  kaldırıp en yükseğe çıkarır, ona madalya takacağız” yani işin özü, biz Kürtler çok güçlüyüz demek istiyorlar. Neyse, önce bir iki Kürt deniyor, dizlerine kadar kaldırıyorlar, sıra  Selimé Velié Talué  geliyor, tutuyor taşı  omzuna kadar kaldırıyor.Öyle babayiğit, iri biriymiş.Neyse, köye geldikten epey bir zaman sonra Cemile’yi  istiyor, hiç düşünmeden,  a o baş kesen adama veriyorlar. ‘Nasıl olur? Bir katile niye vermişler zavallı Cemile’yi? kim vermiş?’–‘ Babanın babası Resulé Memilé’in ilk karısı Selim’in yeğeni Selvi, çene Mustafaé Velié Talué, ondan iki çocuğu oluyor amcan Veli ve halan Elif. Yani yeğen amcasına Selimé Velié Talué’ ya kayınbiraderinin kızını ayarlıyor. Cemile’nin babası ölmüş yetim, amcası veriyor işte, yoksa  kim verir ? Mevzu, tek,ev damından çıksın, gitsin de   kim alırsa alsın onun için önlerine kim gelirse,  hep de delilere verdiler, kızları.Bir akıllı yoktu aralarında ‘ ne yapıyoruz’ diyecek. Ne olacaktı  köy gibi yerde. Apé (apo) Selimé,   Badan’a ot biçmeye  geldiğinde ‘insanların başını kesiyor‘ diye kimse onunla çalışmak istemezdi.  Benim düğün de…babamın annesi Fidan’ın  odasında oldu her şey,  kocaman, büyük  bir sedir vardı,  bir tarafa soba,  bir tarafta lojun (Lojın) kışın ikisini bir yakardık. Gelinin sevdiği arkadaşları kimse hepsi gelini  görmeye gelir, ev damındaki son  gecesinde yanında otururlardı,  benim de geldi Naze. Hanım’la, ikimiz birbirimize sarıldık çok ağladık. Biz perük deriz, iki duvara;  bir çivi oraya, bir çivi buraya çakılır, incecik bir perde tutturulur, asılırdı,  perde ne gezer,   böyle yatakların üzerine serilen ince dokunmuş cacım (kilim) vardı onu gerdiler,  arkasına beni oturttular,  gelinim ya kimsenin görmemesi lazım beni. Neden öyleydi?  kimse bilmezdi neden öyle olduğunu.Şimdi diyorlar ya uğursuzluk getirir gelini  damat önceden görürse , açıklaması var,  bizde açıklama yok, öyle yapılacaktı o kadar  Kınayı yakacak  berbü ( yenge) de perdenin öbür tarafında  durdu, elimi uzattım böyle, böyle  avuç içine değil, tırnakların  başına,   parmaklarımın da   boğum yerlerine kınayı yaktı. Gece yatmadım ben, oturdum sabah kadar. Öyle bir figan edip,  öyle ağlıyorum ev damı inliyor,  gözümün önüne geliyor;  ben yanımda kimse yok,  tek başına başka bir evdeyim annem yok, Selvi yok, amojınlar, amcalar kimseyi tanımıyorum ne yaparım…ne ?? hemen ağlıyorum,  a o babam öldürüldükten sonra annemle evlenmiş  amcam  – sanki annemi aldı da, bize, kardeşlerinin çocuklarına, babalık mı yaptı? –  İbrahimé Alié  odasına gitmeden önce geldi,  bana dedi ki  ‘waye … Rukoş bacı,  sen dedi  üzülme, ben  seni vermem’  meğer susmam için yalan söylemiş. Yalancı ! sende bana amca mıydın? Bende safım , yarın düğün olacak, bu seni vermem diyor, görülmemiş bir şey , düşün  nasıl , çocuğum inanıyorum, adama. Sabah oldu,  elimi, yüzümü yıkadım amcam dedi ya ‘vermem seni’  bekliyorum ‘amcam nerde?’ cevap veren yok,  gelen giden de yok. Berbü  gelip  başına heli örtecek dediler. Kahvaltı getirdiler  amojın Fatma, Zehra.Ben yemek istemiyorum   ‘sabah, sabah zıkkım mı yiyeceğim? gitmeyeceğim ben’ dedim, her şeye karşı çıkıyorum belki vaz geçerler. Oniki yaşında ne yapabilirdim? Aklımın erdiği tek şeyi yaptım  bağırdım, çağırdım, ağladım yapacak  başka bir şeyim  yoktu. Bağırıyorum,  çağırıyorum ‘ deli bu’ dediler,  deliye çıkardılar adımı. ‘ Demek ta o zamandan  belki de ta Osmanlı’dan bu yana bir klasikmiş; günahları, suçları, vicdansızlığı  altına süpürdükleri “deli” damgasını yapılana, rezilliğe  karşı çıkana, marjinale yapıştırıvermek.’ Yemeği yemedim alıp götürdüler siniyi,  yemesen yeme, kimin umurunda?  ‘Çene, Rukoş böyle yapma, akıllı ol,  hepimiz evlendik, ayrıldık annemizden. Bu kapıdan çıkan, ancak kefeniyle döner’ nasihatlerini yapan  çene Resulé Talu   amojın Fatma’yı, ablam Sara’yı  dinlemeyip Türkçe, Zazaca karışık ‘daye…daye ma, beni bırakma daye! beni bırakma anneee… dayeee… verad!  bırakın annemi göreceğim, helè verdi lo, bırakın, anneee ben seni bırakır nasıl giderim’  hıçkıra, hıçkıra ağlamalarıma… beni öyle bir kovdular ki. Amcam İbrahim’in  sözü geçemezdi çe Talunun reisi amcam Hüseyindi, her şey onda biterdi, onun kararıymış evlenmem. Leçeğimin üstüne gelinlerin başına örtülen, yüzünü de kapatan tül gibi ince kırmızı renkli örtü   biz köyde heli derdik, duvak yani. Damadı değil de  nazardan, kötü ruhlardan  koruması için yüzünü  kapatan duvakla   gelinliğini tescillediği gelini; rezil  ya da  vezir  etme gücündeki detaylığına, aksesuarlığına karşın; bembeyaz tül yığını gözüktüğünden kabarık, uzun olanındansa  zarif, dar , kısa gelinliğe daha çok  yakışacağını  düşündüğün, uzun,  kısa modelli  duvak, dayanamadın, bu işlerde tarağın, bezin yokken   ahkama giriştin beni de müdahaleye zorladın  eyyy yazarcık! bu zamanda duvak mı kaldı? saçlara; renkli, şekilli gümüş altın toklarla, çiçeklerle, taçla yapılan süslemeler revaçtayken “gelinlik, duvak uyumu nasıl olmalı…duvak seçiminin püf noktaları, duvak seçerken hangi  boy tercih edilmeli” pürüzlerini , gelinlik giymeyen  sana değil,  bilene sormalı. Yaa  adamı böyle  göçürtürler,  nasıl da morardın  ama hak ettin;  her an zılgıt atacak…yiyecek   mevzu, bahane eksikliği çekmeyen Türkiye klasiğini  yaşamamak için “duvak”a dokunmadan devam et  yazmaya; örtüldükten sonra amcam Hüseyin beni yolcu etmek için  odaya geldi’ – ‘kuşak bağlamak için mi?’ – ‘bizde kuşak muşak yoktu.Evlenen hiçbir kıza kuşak takılmazdı, hiç görmedim  bizim zamanımızda yoktu.Babam yok ya,   baba yerine koydum  o da bana  kızım diyor,   kıymaz bana, acır vermez’ diye düşündüğüm amcamı görünce ellerine sarıldım,  öptüm, ağladım  ‘amca, apo…’; ‘ağlama kızım, çene ma  haydi, güle güle  git, kızım’ dedi,  işi bitirdi, ilk ismi Ali’yi değil de Hüseyin’i kullanan amcam Alié Hüseyiné Alié  aldı  beni bir güzel sundu elaleme. Ben, kucağında uyuduğum amcamın  beni sevdiğini sanırdım,  ne bileyim ki düşmandır, ne yapacaktı elleriyle göz yaşlarımı mı silecekti? Ooyyy bizler,  o köylerdeki kızlar, kadınlar Allah bilsin  ne kadar  gariptik,  fakirdik. Yeri cehenneme  olsun,  anneme bize çektirenlerin. Annesinin üstüne kuma geldi diye  annemi hiç sevmeyen Hanım da gelmişti  beni yolcu etmeye. ‘Anne, daye …dayeee !!! annemi getirinl’ diyordum, boşunaymış; “yanıma getirmeyin” dediği için beni de bırakmadılar;  annemi görmeden çıktım ben. Amcam Hüseyin gittikten sonra babanın abisi  amcan Hasan’la, berbü Cemile koluma  girdiler, beni dışarıya, kapıya çıkardılar, ata bindirecekler…binmek istemedim, ayak diredim; gitmek istemedim…gitmek istemedim. Amcan Hasan kucakladığı gibi ,  beni kaldırdı  atın üstüne oturttu. Benim atımının başını babam öldürüldüğünde annemle ilk yetişenlerden, ilk haber verenlerden   apo Hüseyin tutmuştu. Annem  çağırmış ‘bra Hüseyin sen Turna’nın atının başını tut, küçüktür  Turna, attan  korkar’. Aralığın beşiydi, kıştı,  kar yağıyordu, hazin bir düğündü benimki. Heli’nin   arkasında  ‘bugünden sonra artık Kasman yok, Badanlı oldun. Yerin kocanın yanı,  yurdunda onun köyü – öyle ki ilk çocuğunun hüviyetinde Kasman’da doğduğu halde Badan yazdırılacaktı–‘ diyenlere,  olanlara itiraz  edemeyecek halsizliğinde  ne atın karı döven ayaklarını, ne dewa ma Kasman’dan uzaklaştığını, ne de evi, köyü, dünyası oldurulan dewa ma Badana yaklaştığını görmeyecek  ağlamaktan şişmiş, kan çanağı gözlerimden durmadan  yaşlar akıyordu  ben nasıl bir yere gidiyorum, neyle karşılaşacağım…ne olur ne biter, Badan’a hiç gitmemiştim  çe Resulde  ne   Leyla’ nın annesini, ne de veyvi Selbi’ yi, hiç  kimseyi tanımıyorum, gitmemişim, gelmemiş, görmemişim. Bilinmeyen, ilk olan, ilk karşılaşılan  her şey  korkutur  insanı, tamamda ama ben ev damından ilk defa  ayrıldığımdan değil çocuk olduğumdan çokkk korkuyordum, korkmuştum çünkü büyüklerden, yapabileceklerinden, karşılaşacaklarından korkar çocuklar. Ben o  kadar da  çok seviyordum okumayı, ne bilirdik koca nedir, evlilik nedir? (Zengena) Zengel’den,  Mengel’den, Emeran’dan,  Badan’dan, civar köylerden her yaştan çocukların geldiği, eğitmenin bütün sınıflara aynı odada  ders verdiği, yere konulmuş uzun bir tahta üzerinde devlet göndermekte geç kaldığında, Hukuk Fakültesinde okuyan  hakim abimin  Ankara’dan gönderdiği  defterlere eğilerek, bazen  tebeşir bulunmadığında kömürleşmiş odunla tahtaya yazı yazdığımız köy ilkokulu; önce Cafer diye bir adamın evindeki  bir odaydı, orda    ders görüyorduk. Sonra  çocukların Leyla’nın, Abbas’ın, Fazıla, Hüsnü Cemal, Süleyman’ın surıjdan, kızamıktan öldüğü sene 1953’de,  babamın öldürülmesinden sonra sülalenin,  devletle ilişkileri ayarlayan amcalarım Hüseyin, Hasan    sayesinde  dewa ma Kasman’da çeşmenin yanında  geniş  tek  odalı bir okul yapıldı. Tarihleri bilirim ben. ‘Baba odasında’ duvarda  asılı  arkasında yemek  tariflerinin, güzel sözlerin yazıldığı, her güne bir yapraklı  maarif takvimi  vardı. Her sabah  benim görevimdi yaprağı  kopartmak. Hiç unutmam; hükümet büyükleri –ki  Varto Kaymakamı, Alay kumandanı, (Üstükran; Uskıran) Çaylar’ın  yüzbaşısı çok sık geldiğinden çe Taluya– misafir için kullanılan tabakların, bardakların, pirinçten kahve fincanı takımının konduğu bir  büfe de vardı, camdan, fincanların kulpları öyle parlaktı ki gözlerimi alamazdım  ‘kızlar  kahve içmez, içerse yüzleri kararır’ diyorlardı ya içmemizi istemiyorlardı  çünkü hem  pahalı, hem de bulunması zor bir şeydi kahve. Üçüncü sınıftaydım, 1955’ in  sonbaharıydı,  on yaşında  nişanladılar beni. Babanı okulda görüyordum, dev gibi bir oğlan, tek bildiğim  beşinci sınıftaydı o kadar…hiç konuşmamıştım hiççç,  aklımın ucundan geçmezdi onunla evlendirileceğim. Badan’lılarla tek alışverişim bir gün  kitapta bir yeri işaretlemek için beşinci sınıftaki Reşat abiden  kırmızı kalem istemekti.’ Annenin sözünü kesip  konuşmaya ‘esasen babam; laje Resulé Memilé (Mmeilin oğlu Resul) offf kör olaydım…errr, a o Badanlılar neler getirmediler    başına; arazi, çayır yüzünden. Babam ben küçükken elimi tuttu,  büyük oda  vardı onun başına götürdü,  dışarı bak dedi, ben baktım  sonra şey geldi,  o laje  Selo Hıra, belki yeri cehenneme olsun, yaşlı babama bir yapıştırdı. Meğer Selimé Alié,  Selo Hıra’ya  ‘Resulé Memilé  şimdi damın üzerindedir git de ki ‘ burası onun  köyü değil, köyüne Kasman’a dönsün. Babasının elimizden aldığı arazilerimizi   geri versin, gözünü korkutmak içinde bir iki tokat  yapıştır’ demiş’le  dahil olup ölmeden önce adını  öğrenmeni sağlayarak seni büyük bir yükten kurtaran alevere, dalavereyi seven; Leyla’nın babası amcan Hüseyin’in ‘öyle akıllıymış ki büyük büyük dedemiz” bahislisi, ailenin sözlü tarihinin baş köşesine oturmuş; altın şeklinde kestiği  Zệrfet’in kızarmış sert, sarı kabuk parçalarını (kırtiğini)  keseye yerleştirip üstüne iki tane Reşat (annenin  anlatırken Mecidiye olduğunu söylediği ) altın yerleştirip  Seydali’nin elinden çayırını  alan; Mengel’de ticaretle uğraşan Akıncılar aşiretinin;  Karkapazar’ın hanedan  ailelerinden Mala Xeto (Fetö) den  900 altın borç aldığını  duyan,   İbrahimé Talo Mustafaé’nın öldürülmesinden sonra aşiretin başına  getirilmiş  amcaoğlu Selimé Ağaé Mustafaé’nın  altınları  gasp eden baskınını ‘altınlarınıza  Selimé Ağaé baskın yapıp el koydu, ondan isteyin’ haberinin gelmesiyle  öğrenip altınlarının  geri verilmesini isteyen,  aralarında  kirvelik de bulunan Mala Xeto’ye,  Selimé Ağaé’nın ‘ben sizden almadım ki benden istersiniz’ cevabının başlattığı gerginliği bitirmek için, topladığı aşiret üyelerine, Mala Feran’lara ‘Karkapazar’a sefere… baskına… savaşmaya gidiyoruz, talana, gaspa değil.Sadece silahlara, fişeklere el konulacak,  ganimet peşinde değiliz.Talan, gasp  yapanı  öldürürüm’ talimatına; Karkapazar köyüne yaklaşıldığında yüklediği buğdayları  harmana götüren köylüyü kağnı arabasından  alaşağı ettiğini görünce  ‘apo, amcam demem  seni öldürürüm, bırak … ne dedim talan yok’ hiddetine,  bir yandan kağnı arabasına bağlı öküzleri  ‘hooo bavemin hooo…. ‘yla sürerken  bir yandan da ‘eree Selimé Ağaé, ben Talo Mustafaé ’nın oğlu  Memilé,  senin   amcanım, senin büyüğünüm . İşime karışma, sen  git , kendi işine bak, savaş ‘ karşılığını vererek, çatışmanın orta yerinde,  hayatta kalma uğraşında   iki , üç akraba  da  öldürülmüşken  ‘ne ganimet toplayabilirim , neyi talan edebilir, el koyabilirim ‘  peşine düşen o zamanda  her köylü gibi gücü yettiğinde başkasının malına bedava çökmek için bazen  ‘iki, üç kese altına akbindeki (evin önündeki) çayırımı  vereyim sana’yla  köylünün  altınına, parasına konup sözünü tutmayan,  aşiretler arası savaşta el koyduğu kağnı arabasını  Badan’a  getirmesi  ‘bao a o Selimé Ağaé’ya  doğru demiştir, amcasıdır, büyüğüdür, akılı adamdır Memil ağa.Hem savaştır bu, ele ne geçse alınır, hele de para, mal düşkünü Memile Talo, bırakır hiç’  anlatılı çocuklarını feda edeceği  para, mülk sevdalısı; Gımgım’ın  köylerinde binden fazla sırf Kasman’da  iki ayda  63 kişiyi  öldüren,  nerdeyse mezar kazacak adam bırakmayan Ağustos ayındaki  hal  (tifo)  salgınından önce  1915 Şubat’ın da Rusların Varto işgalinde hastalığından dolayı kış şartlarında  kızağa bağlanarak yolculuk ettirilecek  Alié  İbrahimé  Talo’yla ,  Zengel’li  Velié  Ağaé Mustafaé’ nın öncülüğünde;  iki yüz  yakın haneyle –göç etmeyip Muskan’da kalanların,  köylerini terk edenlerin bıraktıkları samanla  karınlarını doyursunlar diye  Emeran’a  götürdükleri  sürüye  el koyan  Ruslar yiyecek adına ne var, ne yoksa talan ettiklerinden, 1918 Nisan’ın da döndüklerinde zahire yokluğundan büyük bir açlık , kıtlıkla karşılaşacakları–  köylerini  Kasman’ı , Badan’ı, Muskan’ı, Zengel ’i, Emeran’ı  terk eden Mala Feranlar; heybetli Bingöl, (Kiğı) Kârer  dağlarını,  karlı yolları aşma mücadelesinde, kucaktaki bebeğinin, elini tutuğu çocuğunun açlığına, ağlamasına dayanmayıp oracıkta,  ölen cesetler arasına bırakacak teyzeleri, halaları, amcaları,  kuzenleriyle birlikte,  a o göç  yolunda kaybedilen,  belki de kaçırılan  annesi Muskan’lı çene Alié Mahmuté kızı Fatık’ın,  amcası  Velié İbrahimé Talo; babası Zeynel Efendi İbrahime Talo’nun,   Emeranlı Hüseyiné  Mustafaé Velié  tarafından gözünün önünde kurşunlanmasına tanık, Haydaré Zeynelé’n;  14 yaşında Zengel’li    İbrahimé  Mustafaé’yla  evlendirilmiş  kız kardeşi Hediye ile    Velié  Ağaé’nın  hastalıktan ölen  oğulları Ağa’nın, Zeki’nin göçte  zayiatını  isimlerini  unutarak karşılayan, kendi köylerinde aç, açık değilken, 1916’da  sığındıkları Malatya’nın Engüzek, Helavin, Hozan  köylerine yerleşip;  geçinmek için; çocuklar, gençler  kör, topal, sağır dilsiz taklidiyle dilencilik yapıp ‘Serhadın körleri, topalları  canımızı yediniz, bezdirdiniz’ isyanına sevk ettikleri Malatyalılardan topladıkları sadakanın günden güne azalmasının nedeninin  Aleviliklerini  gizlemeyen isimlerden kaynaklandığını düşünüp    ‘bundan böyle Sünnilerin seveceği  ikinci bir adın olacak, Osman. Yiyecek, ekmek peynir, sadaka toplamak için gittiğin yerlerde kapısını çaldıkların,  ismini sormadan,  sen  hemen benim adım Osman diyeceksin’le, oğlu Halilé Memilé’n Sünni köylerden  daha çok yiyecek, para  topladığını gören sevmediği akrabalarından birinin  ‘ Memilé   Talo ağa,  benim oğlana da Sünnilerin seveceği isimlerden birini koysan’  isteğini civarda sadece Sünni değil, Alevi köylerin bulunduğunu bile bile ‘ ‘seninkinin adı Muaviye olsun’  telkiniyle yola düşen akrabasının oğlunun  gittiği Alevi  köylerinde   ismini  her söylediğinde kapılar yüzüne kapanmasına,  bir güzel  dayak yemesine vesile; eşeği suya götürüp susuz getirmeye (Herî têşan beno ser ave û têşan ano..) ,   kötülüğe  yatkın aklı  Mala Feranlarca   taktir edilen  büyük dedenin Memilé Talo Mustafaé olduğunu  aşikar eden vefatı sonrası tuttuğu günlükte;

Köyümüz iki dere ortasında

İçinde Mengel Suyu Akar

Her tarafı Kavak Ağaçları

Kurumuş Kızıl agaçlari var

 Xx

Köyümüz Muş da örnek olmuş

Herkes suyuna Hasret Kalmiş

İnsanları misafir perver edilmiş

Beriyaten işiretine Kuçak açmış

Xx

Sağında Koribabasına komşu olmişlar

Solunda pirboğan gibi zat var

Çayırımızın içinde goşkarbaba var

Derede  Beyaz baba dede var

Xx

Köyümüzün iki tane yaylası var

Merası çok toprağı bereketli

Evimizin damı yıkılmış direği yok

Sahibi kimdir bilen yok

Xx

Köyümüz elli hane vardı

İkiyüz insan yaz ayı beklerdi

Kimi Fakir Kimi Perişandı

Bingöl dağına bakıp duruyorlardı

Xx

Evimizin sahibi Resul ağa  vardı

Odanın köşesinde Kral gibi oturuyordu

Gelen gidene hoş sohbeti vardı

Kimseye kötülük etmesini bilmezdi

Xx

Köyümüzde Seyar Karakol Kurmuşlar

Gelen gidenden kimlik sorarlar

Kimine köstek  kimine destek yaparlar

Sonunda beratına karar veririler

Xx

Yaşlıları gençleri ayırtmışlar

Evli bekarları bir bir dağıtmışlar

Ellerine birer sopa vermişler

Bingöl Dağın yolunu göstermişler.

mısralarıyla köyünü, Badan’ı anlattığını fark ettiğin baban ‘a o Seloé Hıra’nın’ diyordu ‘babam Resulé Memilé,  tokatladığını duyunca;  kalan  iki oğluna,  bir kızına babalık ettiği kardeşi Halilé Memilé  ölünce,  onun karısı annem Zelhan’ı almış  babamı, babası yerine koymuş  amca oğlu Hüseyiné Halilé Memilé  babama çok düşkündü , hep   peşindeydi,  arkasını kolluyordu.Öyle ki kimse lacé Hüseyiné Halilé’n  oğlu demezdi, babamın boynuna atıp laje Hüseyiné Resulé (Resul’ün oğlu Hüseyin) derlerdi, abim Hasan’a da Resul’ün oğlu diyorlardı. Gözünü sevdiğimin Hüseyin’i    Hz. Ali gibi yetişti, a o  Selo’yu derenin orda yakaladı dövüyor da…dövüyor. Akşama  muhtar  bekçiyi gönderdi  ‘Useyne Resule gelsin, niye bu adamı  dövüyor?’ – ‘ get,  söyle gelmiyorum, muhtarda  haddini bilsin yoksa onu da döverim’  eee muhtar   ‘eree bunlar Talo soyundandır, adam öldürmek onlar için bir şey değildir’ korkusuyla bir şey yapmadı. Evler Kasman yaylasında, Bingöl dağındaydı, haber geldi Berto’yla oğlu Ali Rıza sizin eve girmişler, evde  kimse yokmuş, sade veyvi Selbi, abim Hasan’ın hanımı çene  Selimé  Mustafaé Müminé   varmış, açmamış kapıyı  bir hayli dayanmış’ – ‘neden eve giriyorlar?’ – ‘neden mi? ya kilerden yağ, peynir, ekmek çalacaklar ya da  Selbi’ye kötülük edecek, ırzına geçecekler. Asıl mesele babalarını,  Memilé ağayı  gönderemedik, çocuklarını gönderelim Badan’dan. Çe Resulé Memilé’nin ocağını lekelendirmek. Allahtan Selbi’nin yanında bir kadın daha varmış da  bağırıp, çağırmışlar onlarda çekip gitmişler. Köylüler haber getirdi, ben, abim Üseyin,  hemen yayladan döndük. Berto dediğimiz de evli, tek gözü görmeyen bir adamdı. Mezredeki evine giderken  Berto’yu,  a o  köprünün orda, yolda yakaladık  abim Üseyn ‘eree, eroo lace hero…hera; gelin eşeoğlu eşekler ‘  bir girişti,   bir temiz  dövdü, bende küçüğüm ancak  adamın oğlunun başına vuruyorum.O , abim Üseyn olmasa Badanlılarla baş edemezdik. Badanlılar arazi için babamı mahvettiler, öldürdüler. Babam, depremde evin  altında çok sağ kalmış,  yardıma gidiyorlar  veyvi Nace’nin babası Hüseyiné Alié Sormemedan enkazı kaldırmaya çalışan Badanlılara ‘Resule Memil  ağanın sesini  duyuyorsun değil mi? Bakın ses bu yandan geliyor,  demek başı bu tarafta niye toprağı  o tarafa, terse  atıyor, yığıyorsunuz’ diyerek   babamın ayak tarafındaki toprağı alıp başının olduğu tarafa  attırmış, nefes almasın, ölsün diye. Eğer babam, bir gün önce benimle yaylaya gelseydi, ölmezdi. Babama annem bana   ‘laooo, piyi bırayemi,  Kemo, git  söyle babana  yaylaya gelsin, köyde kimse yoktur ona bakan, aç kalıyor’ dedi,dediğimde  ‘ tamam, yarın bende yaylaya seninle,  gelirim ‘. Kalktık  beraber deré Mengelî (Badan deresi) üzerindeki köprüyü geçtik, birden durdu… ‘sen git  dedi bana, bak!  arkadaşların geliyor, haydi katıl onlara’ . A o köprünün oradan geri döndü babam. Ben sana bir şey diyeyim esasen  tek başına kalmayı  severdi babam, herkes yaylaya giderdi  bir  o evde kalırdı, kendine  çok güzel bakardı.’–‘Sen babanın yanında sigara içiyor muydun?’–‘  olur mu ya. O zaman ev damında hiç kimse sigara içmiyordu babamdan başka. Bir gün abim Üseyne  demiş  ‘git Karlıova’ya iyi  bir tütün  gelmiş,  bana tütün getir. O da gitti, getirdi’ –‘ amcam Hüseyin gitmiş mi?Hayret, dedeme  kim  para veriyordu ? ‘–‘nasıl?’–‘Büyükbabaya para nereden geliyordu, nasıl geçiniyordunuz?’–‘ ma  yağ satıyordu, dorak satıyordu, hayvan satıyordu. Böyle şeyleri satıyordu .’–‘ot satıyor muydu?’–‘ yok,ot  ancak bizim mala yetiyordu.’–‘ kime sorsam, babanın, Resul ağanın  bütün gün oturduğunu söylüyorlar, iş yapmıyormuş.’–‘Hayır, hayır! Çok iş yapmazdı doğru,  fakat iş yaptığında çok güzel yapıyordu. Komşular perişandı, arsaları yoktu. Onlarla, Badanlılarla  iyi geçirmek için, şey…  kapı önündeki şeyi !!! tarlayı  veriyordu. Diyordu  gelin biçin…gelin  bostanı yapın beraber yiyelim.Böyle bir  şeyler yapıyordu.’–‘ bu durumda oturuyormuş hep.Bir de sık, sık  yemek mi yiyordu, sizler gibi. Büyükbabama bak sen, sigara iç, çay iç otur. Güzel iş’–‘Çay o kadar yoktu.’–‘ne içiyordu?ayran mı?’–‘ ne verilerse, onu içiyordu.Bende Kasman’a gidip geliyordum. Dayımgile,  halo Yusuf’a. Bir seferinde bunların (ananın)  evine, çe Taluya  gittim. Merdivenle yukarı çıktım, çene Küçükağa böyle oturuyordu. Ben gittim yanına oturdum. Dedi ‘ eree baoo, to lace kama? sen kimin oğlusun?’.Dedim ben Resule Memilin  oğluyum. Ma dedi ‘eee neye  gelmişsen ? kim göndermiş?’.Dedim ‘ babam beni gönderdi. Dedi git çe Taludan,  Efendigilden  kahve değirmeni getir,  a bu kahveyi çekelim .’ Ondan sonra Efendi, ananın babası geldi, böyle sırtıma elini vurdu dedi ‘Emine bu  kimdir?’ . Sonra kahve değirmenini verdiler ben  çıktım, geldim. ‘–‘  kahveyi nereden almıştı büyükbabam?–‘ bilmiyorum.–‘ Öleng’den Elif  hala  geliyor muydu Badan’a? Elif hala ile büyükbabanın  arası nasıldı?’–‘ İyiydi’ konuşmayı pek sevmeyen babanın bariz  özelliğiydi, kısa ve net cevaplarla, kestirip atması ‘ ya baba tamam da nasıl iyiyiydi? Elif hala ona para veriyor muydu?’–‘ yok ya, babamın  paraya ihtiyacı yoktu ki mal, davar satılıyordu, yağ satılıyordu parasız kalmıyordu vatandaş . Her sabah yayladan yemeğini; taze tereyağı, peynir, kaymak, yoğurdunu   getirdiğimde  o daha uyuyordu. Çok severdi,  sonunu getirdi ya o   uyku.Depreme de  uykusunda yakalandı. O sabah erkenden kalkan  annem, ondan sonra  Zelhan aslan gibiydi. Mala gidiyor,  davara gidiyor ondan sonra şunu yapıyor, bunu yapıyordu. Eyle çalışkandı; tuz çuval, çuval alınırdı, mala vermek için. Kıl çuvaldan aldığı kaya tuzunu getirdi  ‘a bu tuzu al, taşların üstüne koy, kuzular, hayvanlar yalasın, sonra,  a bu  da babanın yoğurdu, ekmeğidir, götür’ . Ben  önce yemeğimi yedim; dorakla ekmek,  çayımı da içtim,  tuzu   kuzulara verdim. Kalan  tuzu da  cebime koydum,  babamın  yemeğini  aldım gidiyorum birden, hiç olmamış bir şey oldu,   ayağımın altındaki  yer, toprak az öteye  kaydı, böyle o yana bu yana gittim geldim, az daha yere düşüyordum. Giyime, kuşama, güzelliğine zaafından,   bir kadife elbise için  babama arsa sattırmış annem Zelhan’ın  ‘heyvaho heyyy! benim ağam gitti…o geç kalkar’  feryadını duydum. Baktım ! Selimé  İbilé yayla yolunda çırpınıyor, elini sallıyor   ‘ beri…beri;  gelin… gelin, Badan, deva ma köy harabe oldu, köy yok oldu’ E ben bunu işittim, daha durur muyum ? Hemen fırladım ayağımda çarık var. Ne ayakkabısı, çarık koştum gittim. Cebimdeki çaputa sarılı tuzu   aldım attım, babam beni gördüğü zaman, sarılır, tuz babama gelir acıtır diye. Eve çe Resule  geldim ki ev yok, yerle bir,   toz, toprak, taş, tahta birbirine karışmış;  çıkartmışlardı babamı, kapının önüne koymuş üzerine de yorgan  örtmüşler. O zaman … oooyyyyy o zaman… o zaman… o zaman ! feleko felek, ne diyeyim sana. Ne olsaydı da,  yine de yaşamak isterdi babam. Boyu uzundu, sarışındı;  çocuklarından, torunlarından hiç kimse benzemedi ona, belki  biraz kız kardeşi hala Elif,   benziyordu. Kasman’da sülalede Efendi derdik biz;  ananın babası Mehmeté Şerifé  Alié   duyunca babamın, amcasının oğlunun öldüğünü atlamış atı  Zülfikar’a,  gelmişti. Ben on, iki yaşındaydım deprem olduğunda, annen bir yaşındaydı. A o vakit, köylüler Efendi’nin bir kızı daha oldu diye konuşuyorlardı, ordan biliyorum…‘ – ‘yıl kaçtı’ –‘ Bilmem ben, yıl, mıl, bilmemin faydası ne? olayı hatırlıyorum yeter.Ooohfff ne bileyim ben, hangi gündü, hangi yıldı, hepsi aynıydı günlerin’ bıkkınlığını saklamayan, yetim bırakarak yaşamının yönünü değiştiren  12 yaşında babasını elinden  alan, Google amcaya göre  31 Mayıs 1946, Cuma günü  saat 5.12 de olmuş  deprem, askere gittiği,  evlendiği yıl  dahil  yaşadığı  hiçbir olayın,  tarihini, yılını, ayını, gününü, saatini bilme ve de merak etme bir yana isteği de bulunmadığından altı çocuğundan hiç birinin ne doğum tarihini, ne  nasıl doğduklarını hatırlamayan, bilmeyen babanın, Efendi’nin kızının, annenin  doğumunu hatırladığını  söylediğinde  ‘mümkünatı yok, yanlış biliyor “ düşünceni doğrulayacak,  depremin olduğu sene  Efendi’nin doğan kızının  çe Taluda Luto (Lütfiye) diye çağrılan, hüviyette Selvi yazılı teyzenin varlığıydı.Allahtan tarih mefhumsuzluğu yüzünden bocalayacağı  “bugün ayın kaçı, günlerden ne, hangi yıldayız, hangi ayındayız” sorulara muhatap ‘akli dengesi yerindedir raporu  altmışbeş yaşından sonra gerekliydi yoksa….

….‘babam depremde öldükten dört yıl sonra Mehemed Eli üç, Heydo altı yaşındayken  altmış yaşında ki annem, çene  Zeynelé Talo;  Zelhan, biz çocuklarını bırakıp kocaya kaçtı; Dodan köyünde yaşlı bir adama.Amcan Heydo diyor ki ‘annem ortamızda yatardı benle, Mehemed Eli’nin. Ben çok iyi hatırlıyorum, Efendi’nin  vurulduğu seneydi, Kasman , Bingöl yaylasındaydık. Haber geldi ‘Efendi vurulmuş’  herkes gitti. İşte Efendi Temmuz’da vuruldu, o kışın değil birkaç yıl sonra Ocak ayıydı, annem Zelhan  gece aramızdan kalktı gitti, o kadar. Eyle gailesizdi annem, çocukların hepsi de ona benzedi, dünya yansın tek kendilerine  bir şey olmasın… kendini düşünürdü sade…  Zelhan’ın annesinin babası’ –‘baba!  Zelhan’ın annesinin babası ne demek ya, annemin babası, ayyy benide şaşırttın anneannemin babası, büyük dedem desene’–‘ he..he..he o işte Emeranlı bir Lolanlıymış adını bilmiyorum’–‘ büyük dedenin adını bilmiyor musun? ‘–‘ dee get kızım, ben dedemin adını bilmiyorum, şart mı? Bilmiyorum’ –‘a bu baban neyi bilmiş ki onu bilsin anneannesinin adı da  Naze (Nazlı)’ymış. Apo Yusufé  Zeynelé Taloé,  annesinin adını   kızına, benim en has arkadaşıma koymuştu. Anneanne Naze, a o da çok geçimsizmiş, bunların soyu hep öyle geçimsizdi; çocukları  apo Yusuf , babaannen  emike Zelhan ‘da öyleydi. Kocası Zeynelé Talo’ya   yapmadığını bırakmamış,  durmadan hakaret de ediyormuş  ‘hera, eşek’ . Kocası, babanın dedesi Zeynelé Talo  iki çocuğunu , karısı Naze’yi, köyünü Kasman’ı  bırakıp  tahminen 1910-1920 arası bir yılda, bir sabah çekmiş gitmiş…gidiş o gidiş, bir daha dönmemiş. ne haber, ne bir şey…mezarı nerde kimse bilmiyor.Ama evlenmiştir, Mala Feran erkeği kadınsız  yapamaz.Ma o da sorumsuz, bencilmiş, geride   iki çocuk ne olacak halleri diye düşünme yok, kızı Zelhan gibi, bırakıp gitmiş çocuklarını.’–‘Alkışlanacak hareket.Baba, deden  çok akıllıymış.O dar çevrede, kapalı yerde, onca akraba arasında kafayı sıyırmadan, çekmiş gitmiş. Sorumsuz  değil, onca şey görmüş geçirmiştir, bakmış ki herkes aynı hayatı yaşıyor, çocuklara birileri bakar çünkü köy  aynı kökten üreyenlerin vatanı. Adamcağız o zamanda kendine dayatılan hayata karşı çıkmış, oraya sıkışıp kalmamış, yeni ufuklara yelken açmış.’–‘hele bak, karıyı, çocuğu bırak, git olur mu? Dayım Yusuf, annem  Zelhan çok küçükmüşler babaları gittiğinde, köyde erkek çocuklar babalarının ismiyle çağrılır, tanıtılırdı   ya  dayım  Yusuf’a   Yusufé Zeynelé Taloé  demezlerdi, Yusufé Nazé; Yusufu Naze; Naze ’nin oğlu Yusuf   derlerdi. Dakıla mı. mayemı, annemi  Zelhan’ı,  o  komşumuz  dul Fadime (Fade)   ‘Dodan köyünden Seys Üseyin’in  karısı  ölmüş,  adam seyittir,   talipleri, musayipleri  çoktur. Burda, Badan’da bu  deli çocuklarının  eline bakar durursun. Bu her biri cenvır, döven, her gün küfür eden   oğlanların elinden kurtul ,  Seys Üseyin’in, senin kıymetini bilecektir.’ diye, diye  kandırdı. Kaçtığı Seys Hüseyin’de   anneme, ne para, ne bir şey verdi, anca hizmetini yaptırdı. Fade’nin kendisi de  Seys Hüseyin’in  oğluna,  Gül dedeye kaçtı,  Zelhan’ın gelini oldu, bir oğlan doğurduktan sonra da öldü. A  o Gül dedenin karısı,  Fade’nin üzerine kuma gittiği Güle baktı bebeğe. Ben  annemi   akıllı biliyordum…çok değerli bir kadın biliyordum;  teyyyyyy…hiç böyle bilmezdim.Halil öldü, çocukların perişan olmasın diye  aynı ev damında yaşadığın kayınbiraderin Resul’le evlendin, bunda bir şey yok.Ama babam, Resul  öldükten sonra bu yaptığı?Resul’ün  malının, mülkünün üzerine otursaydın, gül gibi yaşasaydın.’ – ‘çözdüm ben bu sülale evliliklerini, eğer,  evleneceği bir erkek bulunsaydı babaannem kaçmazdı ama çe Resulde evleneceği kimse kalmamış ki’–‘ Kızım ayıp, nasıl konuşuyorsun öyle babaannen o senin’ –‘yalan mı?’–‘Doğru diyor. Annem; o kadın;  kocaya kaçınca, hem yetim, hem öksüz kaldık biz dört oğlan kardeş. O zaman kavga, döğüş ne ev damlarında ,  ne de köyde eksik olmazdı.Her evde bağırma, çağırma, nefret ederlerdi birbirlerinden ama  ayrılmaz birlikte yaşamaya da devam ederlerdi..Her şey kavga için bahaneydi…her şey.Dewa ma Badan’da  yol boyunca suyun aktığı  arkın başında  köylüler durur, suyu  kesip kendi tarlasını sularlardı. Sırf  “eree laooo, kütik, daha benim tarla sulanmadı, suyu kesmişsin’ yüzünden  küreği, tırpanı, baltayı eline alanın çıkardığı kavgaları anlatsam oooo,  haddi  hesabı tutulamayacak  kadar çok  kavganın, dövüşün,  kardeşi kardeşe vurduran  olayların  en bilinenlerinden Taloé Mustafaé ağayla,  Zengel’e  yerleşmiş  Ağaé Mustafaé arasında geçendir; efendime söyleyeyim ; Ağustos ayında Zengel’den  gelen  ark suyuyla dolan  yapay Ağa gölünden Kasman’ın Emeran’a sınırına yakın   arazilerini  sularken, birden suyun kesildiğini görünce o  sıcakta ark boyunca yürüyüp , kan ter içinde bir saatte  göle vardığında kardeşinin arkın başında kestiği  suyla  tarlasını suladığını görünce ‘ ya Hızır’o Galo,  tarlayı suladığımı biliyordun, bu sıcakta beni buralara yürüttün. Eree   vicdansız bırak suyu’ – ‘ hele şuna bakın! demiyorsun arkada birileri de vardır. Hama tek senin arazin mi susuzdur.Bize  tarla  sulayacak su  bırakmıyorsun önce ben sonra sen sulayacaksın.Hak budur çünkü suyun başı burasıdır, benim arazimdedir, benim gölümdür’ atışmalarıyla alevlenen  tartışmada Taloé Mustafaé ağanın kardeşi  Ağaé Mustafaé tarafından dövülüp,  dermansız  vaziyette  dewa ma Kasman’a   dönmesiyle, kardeşinin kendisine yaptığı haksızlığı  öğrenince  silahlanıp  atlarını amcalarının üzerine doğru süren oğulları  Zengel yolu üzerinde silahını, kılıcını kuşanmış  Taloé Mustafaé görünce ‘piyimi sen ne ara ve niye geldin ‘ –‘ haydi gidelim’ –  ‘bu yaşlı halinle sen niye geleceksin? Biz gider, hesabını görür, amcamın anasından emdiği sütü burnundan getirir, döneriz’– ‘ Eroo , siz kardeşler bir araya geldiniz kardeşimi dövmeye gidiyorsunuz.Kardeşim Ağaé haksızdır ama tekdir, nen de kardeşimin yanına gidiyorum siz  Taloé’nun oğullarıysanız  biz de    Mustafaé  Zeynel’in torunlarıyız. Hele bir gelin kim kimin anasını….(Ela benre kam nano maa kami?.)… belli olsun’la kavgayı önleyen  Taloé’nun inatçı kardeşinin suyu bırakmasını sağlayamadığı  şartlarda;  akşama kadar uğraşıp elde  kürek Mengel köyünün alt tarafından; Aradzani (Murat) nehrinin sağ kollarından, Emeran’ın üst kısımlarında Güllüce  çayının da kendisine katıldığı  benim  deli dolu avare nehrim  deré Mengelî’n;  suyunu  Kasman’a getirip; çayırını, tarlalarını  sulamak için hem dedem Memil’in  kardeşinin oğlu  hemde  dayım (Xalo-halo ma)  Yusufé Zeynelé  Taloé’ya  yardıma giden  abim Useyin’in , Uso’nun  peşine takıldığım,  hayvan peşinde  dağ tepe dolaştığım, tarlada tırpan, ot, saman  çekip, biçilen otları  bağ, hayvan pisliğinden  tezek  yaptığım çocuklukta, babam yok ya öyle bir  yokluk içindeydik ki abilerim, karıları, gelinler  sandığa kilitler, ekmek kaçırıyorlardı biz Resulé Memilé ağanın çocuklarından. Sadece bizim ev damında değil Kasman’da, Badan’da, diğer  köylerde herkes, sacda pişirilen ekmeği ortadan kaldırıyor, nereyi uygun görüyorsa oraya   saklıyor; yemek vakti gelince sayılı çıkarıyorlardı. Belki  inanmıyorsun ama teyzemin kaynanası öyle bir kadındı ki demişti Üseyne Gaborj, açlıktan ekmeği kilitlediği sandığın önünde kırıntıları toplayıp yiyen  torunlarına da acımadı zaten torunlardan biri de açlıktan şimdi diyorlar ya bakımsızlıktan öldü. Senesini bilmem, babam öldükten sonraydı  bir kıtlık… bir kıtlık başlamıştı tarif edemem ’nereye gidiyoruz’ –  ‘ Hınıs’a’ dedi abim Hasané Halilé  ‘Hınıs’a lo, buğday, ekmek aramaya’ bindik Karkapazar seferinde büyük dedem Memil’in  el koyduğu  kağnı arabasına, açlıktan takat, hal yok öküzleri sürelim öyle bir perişan  haldeyiz. Çorak, ağaçsız bir köyden geçiyoruz  zaten Kürt köylerinde ağaç göremezdin, kadının biri  bahçede kapıya az uzak ocağın önüne oturmuş yakmış ateşi, koymuş üstüne sacı  ‘laoo, bıra, Kemo, Kürt köyüdür  burası.Bak ! şu ekmek pişiren kadın  yüzü temiz, iyi birine benziyor, git yanına  Alla Rızası için  de… ekmek  iste, al, gel’ atladım kağnıdan, yaklaştıkça pişen ekmeğin kokusu midemi çalkalıyordu. Kürt köylerine, Karkapazar’a tırpana gittiğimden Kürtçe konuşmayı öğrenmiştim dedim ‘xwişka min; bacım Allahın yolcusu, Hz. Muhammed Mustafa’ nın  kuluyuz, açız’,  kadın üç dört ekmek verdi, o ekmeğin kokusunu, karın doyuran sıcaklığını,  tadını bugün dahi hatırlarım. Malımız, davarımız vardı yok değildi  ama tereyağını toplayıp celeplere, çerçilere  satıyorlardı, bir gün doya doya yiyeceğimiz Zerfet yapmadılar;  dorak, ekmek… dorak ekmek. Kaşık, çatal ne? yoktu ki,  Hase Çarık, ağaç getirirdi ormandan, kaşık yapardık. Çe Resulde  veyvilerin;  ne veyvi  Selbi’nin, ne  veyvi Nace’nin gamı değildi  temizlik, bitler , pireler gözümü çıkarıyorlardı. Altımda uzun paçalı bir tuman ( don) üzerimde demeye bir şahit lazım gömlek diye bir bez. Beş sene bir gömlekle gittim, geldim Kasman’da ki ilkokula. Yine bir gün abim Hasan  ‘eree Kemo, Öleng’e git  emıke (halan)  Elif’ten  biraz para iste, alışveriş yapalım şeker, sabun, un, hayvan alalım’ dedim ‘ayıp değil mi ben , üstüm başım bu  halde nasıl gideyim.’ Para lafını duyan abim Üseyn, Leyla’nın babası gitti  Hesené Memet Ali Caferin  gömleğini  ‘ Öleng’e gitsin gelsin, hemen getireceğim’ sözünü vererek aldı, getirdi ‘ giy bunu, git’.  Bana güvenmediğinden (Ali)  Eli Kamoru’yu da  başıma yaver diktiler, gittik. Ne para, ne pul, ne de  yüz verdi,  sadece iki buçuk lira  Eli’nin eline   emıke(a) Elif o kadar, anlayacağın bir  işe  yaramadı gidişimiz. Abim Hasan, çalışırdı, yorulurdu.Baharda,  tırpan çeker… çeker böyle otları üst üste üst üste balya yapardık.Bir bakardım tırpanı  koymuş yanında,  lastik ayakkabılarını çıkarmış, dayamış sırtını otlara  uyuyor, yılan mı gelir,  akrep mi geçer, sokar korkmazdık hiç. Ben okula gidiyorum, çalışmıyorum diye, kinleniyordular çe Resuldekiler diye düşündüm hep. Onaltı yaşındaydım, bir baktım abim Hesene Resul  ‘Kemo, Kasmanlılar, Erzurum’a tırpan almaya gidiyorlar sende git. ‘Ne işim var benim ev damı  tırpan dolu’ –‘akla bak’ bozulmayacaklar mı? boş boş oturacağına, git işte’  Alah, Allah o ne meseleydi  ben bu yaşa geldim  hala anlamış değilim.Herhalde gitsin yolda ölsün, ben de kurtulayım  diye  düşündü’  – ‘Baba yapma! o kadar kötü olabilirler mi? Belki tırpan ucuzlamıştır onun için  demiştir. ’ –‘kızım, kızım kim, niye, nasıl öldü Kemo derdi ki, kimse peşine düşmezdi, öldün, öldün…tamam . Babamın arsalarını da bir güzel üstlerine alırlardı. İbi Rısk’la birlikte gittik Erzurum’a, tırpan aldık ordan başka bir dükkana girdik orda host vardı, tırpanı üstüne koyup bileylediğimiz, dövdüğümüz bir taş diyeyim. İbi Rısk sen onu, arada derede  çal. Çıktık dolaşırken çarşıda ‘ eree Kemo ben host çaldım’ .Biz dolaşırken bir baktık dükkan çalışanları  bulmasın mı bizi? Nasıl bir dayak attılar, paramparça ettiler İbi Rıskı. Amcam Halilé Memilé’n boyu iki metreymiş babası Memilé Taloé gibi, karısı  yani nenem ölünce’ – ‘adı neymiş babaannenin’ – ‘tooo hooo,  ahret sorusu, seksen, yüz  yıl geçmiş,  ne bileyim’–‘ne demek ne bileyim? Yüz yıl ne, taş çatlasa senden yirmi yıl önce ölmüştür,   insan babaannesinin adını bilmez mi?’ – ‘bilmez..bilmez  görmedim ki, ben varken o çoktan ölmüş. Öyle çok  derdin, açlığın, fakirliğin  arasında  nenemin adı ne diye  sormak aklıma gelmedi. Hem çe Resulde  ne adı, ne de bahsi hiç geçmedi’ anlatısının ardında bir ay, belki daha da uzun bir süre babanın, babasının karısının adını, büyükbabası Memilé Taloé’n kaç evlilik yaptığını  öğrenmek için çalmadık kapı, yapılmadık telefon görüşmesi, alt üst edilmedik  aile tarihin yazıldığı  kitapları bırakmamana, baktığın kitaplarda K(o)ürtegül’de (1894, kimilerine  göre 1895) ki gibi,  diğer aşiretlerle çatışmaların, kavgaların  hatta ve hatta aşiretin ilk yerleşim yeri  Sülbüs, Badro dağlarının  eteklerindeki Dersim’in  Civarık köyünden; her zaman mal gibi hiç görmedikleri, tanımadıkları erkeklere sattıkları kadınlardan  şatafatlı bir düğün, yüklü bir başlıkla evlendirdiği erkek kardeşini gerdek gecesinde  beğenmeyip,  bir  yolunu bulup   evine geri dönen, o zamanda  cinsiyet eşitsizliğinin farkına varıp, kendisine dayatılan kadere karşı çıkan devrimci karakterine,  cesaretine hayran kalınacak,  belki  o diyarın  ilk kadın hakları savunucusu olmasının, erkek hegemonyasına başkaldırmasının intikamını  aile tarihini  yazan tümü erkek yazarların ismini söylemeyerek, anmayarak  aldıkları  ihtimalini dışlamadığın Karsanu aşiretinden İlbayı Eliyi (Alié) Mura beyin  kızının kaçtığını öğrenince  ‘namusumuzu geri verin ‘le  evini kuşatan ‘dönmeyeceğim’ direnmesine, Haydaran aşiretinin oğluyla nişanlı  küçük kız kardeşini kaçırıp, kardeşiyle evlendirerek karşılık veren Zeynelé Yusufé ağanın aşiret geleneklerine göre bu  mala tecavüz barındıran saldırısı;  Karsanu, Haydaran ve diğer Dersimli aşiretlerin  başvurdukları Padişahtan ferman çıkartıp Civarık’ı kuşatıp, yakıp yıkmaları, onlarca kişinin de  ölümüyle sonuçlanınca, yapılan aşiretler toplantısında haksız bulunup   geri   istenen, kaçırdıkları  İlbayı Eliyi (Alié) Mura beyin  küçük kızını  ‘bizim namusumuz oldu ancak mezardan alırsınız’la  vermeyerek alınan  kararlara uymadığından aşiretini başına getirileceklerden  korumak için;  1786 yılında  30, 40 hanesiyle birlikte yola düşüp  Zeynel ağa mezrasını kurarak yerleştiği  Karer’in (Kığı) mirlerinden (beylerinden) Yazıcıoğullarının düşmanı  aşiretlerce  ‘Zeynelé Yusufé  oradan çıkar yoksa saldıracağız’ tehdit edilmesiyle,  1787 yılında “Kızılbaşlar geldi”yle karşılanacakları Ermeni köyü Darabi’ye sonrasında İran, Irak  sınırına  doğru ilerleyen hat üzerinde Gımgım’ın, Mengel, Kuzik,  Zengel, Emeran, Kasman, Badan,  Muskan, Uskıran  köylerine göçün; İmparatorluk ve sonrası  Cumhuriyet coğrafyasında her mekanda;  Sarayda,  Çankaya Köşkünde, köylerde, kasabalarda, evlerde  aşiretler  arasındaki ve ailelerin ve  aşiretlerin kendi içindeki husumetlerinin,  kavgalarının,  birbirlerine, Padişaha, hükümete, yönetimlere, yönetenlere  ihbarların, iftiraların,  çatışmaların, ölümlerin; Mala Feran  aşireti liderlerinden Selimé Ağaé’nın öldürülmesinin sebeplerinden, masallardan,  insanlık tarihine, ne  kadar dönüm noktası, savaşlar, kırılmalar, zaferler  varsa hepsinin; başrolüne yerleştirilmiş, starı yapılmış; sadece Adem’i cennet kovdurmakla kalınsa iyiydi, Homeros’a 10 yıl süren,  son bir aylık dönemini en ince ayrıntılarını anlattığı  İlyada  ve  Odysseia destanını yazdıran;  Antik Yunan’da Truvalı Paris’in Sparta Kralı Menelaos’un karısı Helen’i kaçırmasıyla Akhalıların, gelinleri Helen’i geri almak için   saldırmalarıyla başlayan Truva savaşında; yeri titreten Tanrı Zeus’un korumasında ki Hektor’un,  gücü karşısında  yenileceklerini düşünen Akhalıların  kendisine onur payı verilmiş güzel Briseisi,   elinden almasına kızdığından savaşa katılmayan Yaşlı Nestor ‘un

“….Haydi vakit varken gel,

Güzel armağanlar, tatlı sözlerle alalım gönlünü “

seslenmesine;

“ateşe değmemiş yedi tane üç ayak,

on külçe altın, 20 tane pırıl pırıl leğen,

ödül kazanmış sağlam ayaklı  on iki at,

yedi Lesboslu kadın vereceğim elleri her işe yatan,

Briseis’i  kız da olacak içlerinde.

Argos’lu Helene’den hemen sonraki,

En güzel yirmi Troyalı kadın alsın kendine

Üç tane kızım var sarayım da Khrysothemis, Laodike, İphianassa

Ağırlık vermeden alsın istediğini…”

karşılığını  veren erlerin başbuğu Kral Agamemnon’un,  savaş meydanına geri dönmesi içi Akhilleus’u  ikna etmek için vaad ettiği, tarih boyunca   Antik Yunan’da  da  ödül, armağan, ganimet kullanılan, ismini, hikayesini duymadıkları, bilmedikleri  kadınların; tatlı, albenili başka bir meyve yokmuşçasına mütemim cüzü yapılmış; dayanılmaz işkencelere maruz kalan Prometheus’un ateşi Olimpos’ta ki Tanrılardan çalması benzeri; hangi mantaliteyle böyle davranıyor denilemeyecek sorgulanmazlık  – Albert Einstein  gibi “Spinoza’ nın Tanrısına mı inanmak lazım ?– kutsanmışlıkta  yarattığı evrenle ilgili, kendisinden başka  bilgi sahibi  tek varlık görmek istemediğinden “5N1K” yı sildiğinden  olsa gerek,  onayını almadan kendilerine yasaklandığını bilip, bilmedikleri de muamma,  meyvenin   tadının  merakına yenilen Hava’yı, Adem’le cennetten kovduran; Zeus’un,  Akhilleus’un ebeveynleri  Peleus ile Thetis’in düğününe davet etmediği tanrıça Eris’in,  düğünü  mahvetmek için  “en güzel olana” diyerek  ortaya  fırlatmasıyla,   tanrıçalardan   Athena, Hera ve Afrodit’in; aralarında en güzelin kim olduğuna karar vermesini istedikleri, bulutları devşiren ölümsüz Zeus’un  seçimi kendisinin değil ida dağında yaşayan çoban Paris’in yapacağını söyleyerek  tanrıçaları  Hermes’in yol göstericiliğinde  yanına gönderdiği Paris’in, Hera’nın Avrupa ve Asya’nın krallığı, Athena’nın savaşta kullanabileceği bilgeliği ve yetenekleri  vaadini değil de  dünyanın en güzel kadınının aşkı  vaatli (ki bu  kadın Yunan Kralı  Menelaos’un  karısı Helen’dir )  Afrodit’e vererek Truva savaşının fitilin ateşleyen hiç anlatılmadığından  kötü cadının Pamuk Prensesi  kandırmak için sepetine doldurduğu, Newton’a  yerçekimini bulduran,  Steve Jobs’a  servet kazandıran Apple’ın, Elma’nın  baş belalığından bir haber;  kaderlerini değiştiremeyen, değiştirmelerine  izin verilmeyen  Mala Feran, aşireti  kadınlarının;  ne  adlarına, kökenlerine,  ne anne, babalarının, kardeşlerinim  kimliğine, ne  sürekli  göç, çatışma ortamında kocaları öldüğünde, öldürüldüğünde kayınbiraderleri, kocalarının amcalarıyla evlendirildiklerinde ne hissettiklerine, düşündüklerine, yaşamlarına hangi şartlarda devam edip, hangi kapılarda süründüklerine, nasıl evlendirildiklerine,    nasıl  öldüklerine dair bilgilere, izlere ulaşmak bir yana,  adeta yok sayılmaları; maruz kaldıkları tahminleri  bile  aşacak aşağılanmaların, gaddarlığın ve zulmün  gizlenilmesinden başka bir şeyin belirtisi değildi. O yüzden zavallı kadınlara yöneltilen   ‘niye boyun eğdin, niye karşı çıkmadın, niye terk etmenin ’ bombardımanlı  altı doldurulmamış cümleler…çözümler sunanların; Zengel’li Velié Ağaé’nın  Kasman’daki  amcaoğlu  Velié Mustafaé  Talo’nun kızı  Gülnaz’dan doğan beş kızı dışında; çene Küçükağa ‘ben öldükten sonra da çıkarmayın’ dediği birlikte gömüldüğü  boynundaki siyah boncuğu vermiş  halası Karer’li  Alié  ikinci Zeynel’in kızı, Küçükağanın kardeşi  Zerif’in doğurduğu,  adı, unutturulduğundan  ey okuyucu ! bilinmeyen, her okuduğunda; duygudan, vicdandan bihaber; dağdan, taştan, kavgadan, gürültüden bol bir şeyi bulunmayan sevgisizlikten, düşmanlıktan  beslenen  bu diyarda değil de başka  bir diyarda  doğsalardı yalnızca kendilerinin  değil başkalarının da   kaderlerine yön verecek kudrete erişebileceklerinin kanıtı   Habeş kültüründe anlamı  “bu şekilde değil, böyle değil”  Makeda; İslam’da  Belkıs; Matta İncil’inde “Güneyin Kraliçesi”;  Luka İncil’inde  Süleyman’a götürdüğü üç hediye altın, baharat ve değerli taşların   yansıması altın, buhur ve mür’ü verdiği bebek  İsa’yı reddedenleri de yargılayacağı söylenen “Meryem’in habercisi”,  kendini beğenmişlere “kim olduğunu sanıyor, Saba Kraliçesi mi?” ayarı verdiren Saba Melikesi Belkıs; aklına  düşsün diye  Belkıze ismini yakıştırdığın kızını kendi elleriyle  öldürmesi gibi babalardan oğullara mirasmışçasına; dünden bugüne devir ettirilen,  adı hatırlanmayan yüzlerce, binlerce kadını hayatından etmiş, yapanın   cezalandırılmadığı, devlet, toplum, aile destekli  cinayetlerin sürekliliğine muhataplığın korumasız, çaresiz  kadınları  sindirmesini, susturmasını  algılamaları cidden, çok mu zor ? Ahhh Belkıze ahhh; ‘ a o Velié Ağaé kim biliyorsun , amcan  Hesene Resulün   mezar taşına yazılmasını istediği  ’ candır dayanmaz cefaya, güldür bir gün solar’  onun lafıydı. O kadar çok ağrı çekmiş ki   a bu lafı söylemiş,  altında kuvvetli, doru  bir at var idi, Cibranlılarla çatışmaların birinde ayağından  kurşunlandığından,  amcasının  oğlu  Mehemed Halité Alié’nin – mezre ve yaylalar içinde ilk oturana göre isimlendirildiğinden – mezre Eliağa’daki evine gelmiş,  bakımı orada yapılmış  fakat sakat kalıp  topalladığından yanında hep kendisini ata bindiren, indiren,  işlerini gören bir hulam (hizmetli) taşımış. Cahiliye devrinin, ataerkil kültürün mihengi; yan unsurları değişse de ‘avradın’ yerini hep koruduğu, günümüz revizesi;  para, silah , iktidar, karı;   ev, araba, hatun, cep telefonu ya da su…para… kadın (karı)  sesi  oldurulan;  ihtiyaç duydukları üç materyal   ‘at, avrat, pusat (silah)’  yanlarında olsun da tek,  geri kalan her şeyin  eğitim,  kültür, medeniyet, bilim, ilim  ve irfanın   fasa fiso sayıldığı her ataerkil soyda, aşirette ki  erkekler gibi  kadınlara; kavga, döğüşe; şehirde, köyde, yurtdışında nerde olunursa olunsun ev damlarında ardı arkası kesilmeyen günde en az on kere  duyulan, sorulan  ‘ ne yiyeceğiz… yapsaydın ya şöyle yağlı, iri etli  bir yemek, çörek…ne var yenecek…ne yemek yaptın…bir şey yoktur ağzımıza atalım….içelim, hele bal, kaymak, kavurma çıkar’ desturlu yemeğe, içmeye   düşkün öyle ki  bir gıdıkı (oğlakı), çok sevdiği koca bir tepsi Zerfeti tek başına  yiyen,    akrabalarına   ‘koynunuza genç alın, genç nefesi koklayın ki genç kalasınız, canik, kadın, evlilik dar ayakkabı gibidir ( zevaj sol teng o) sıktı mı, çıkarıp atmaktan başka çare yoktur’  nasihatini   eylemieyi de unutmamış ulu bilgelerden Zengenli Velié Ağaé  babayiğit, omuzları geniş güzel bir adamdı, namı vardı, bir köye, bir  haneye geldiğinde ‘Veli ağa geldi’ denilince ayakkabı giymeye  fırsat bulunmadan çorapsız koşulur,  karşılanırmış.Bir defasında dewa ma Kasman’da, çe Taluda,  akrabalar toplanmış konuşuyorlar, kız kardeşi Rukoş’la evli Mehemedê Aliê Aliê  Mahmutê  güzel taklit yaptığından ‘ zama (damat) hele kalk, bize Velié Ağaé’nın  taklidini yap’  dediğinde babam, Efendi, o da   kalkmış yürüyüşünü, sesini  benzetip ‘ eree bao, Şerif’le  taklide başladığında  dışarıdan Velié Ağaé ‘nın sesi duymuş  ‘ eree baoo… Şerif’  .İçerde  Mehemedê Aliê,  dışarıda Veli ağa,  Şerif diye  bağırıyorlar. Dışarıya taşan gülüşmelerden mevzuyu anlamış, kızı Belkıze’yi  öldürmüş Velié Ağaé,  karşılamaya  koşanlar arasında saklanmaya çalışan  Mehemedê Eliye   ‘ulan şerefsiz, utanmadın, amcanın taklidi yaparken, alay ederken. Al bu atımı, götür, güzelce derede yıka getir, bu da senin cezandır’ demiş. Ma, a  bu Mala Feranların, Hormeklilerin  gaddarlarından Velié Ağaé’nın   iyi bir başlık  alarak ağabeyinin oğlu  Alié Mahmuté Ağaé’yla nişanladığı Belkıze; kuma gideceği epeyce de  yaşlı  amcasının oğluyla evlenmek istemediği gibi sürülerine bakan, doğru yanlış bilmem öyle deniyor, çobana gönül veriyor, kaçmak için plan yapıyorlar.30 haneli bir köyde kızının çobanla kaçacağının haberini alması zor olmayan  Velié Ağaé   ‘Keko ma, bıra, ben  nam yazdırmış Mustafaé Zeynelé’n torunu  Zengen’li  Ağaé’nın oğlu  Veli ağanın kızı çobana kaçmış dedirtmem. Eliye Mahmut (Alié Mahmuté Ağaé), sende  nişanlının, helalinin seni boynuzlu hale düşürmesine izin vermeyeceksin. Ailemizi, namusumuzu lekeleyecek böyle bir rezalete göz göre göre izin vermem, şanıma  yediremem. Benim kızım, böyle bir şeye nasıl tenezzül eder yapar? Beni, atasını, velinimetini dinlemiyorsa,  köy yerinde başımı öne eğdirecekse, ölümü de hak etmiştir. Bu aile namusu işidir , tek başıma  hakkından gelemem. Senin de nişanlındır  yardım edeceksin’; ‘apo, piyimi, vazgeç, bırakalım gitsin,  günahına girmeyelim,   öldürmek nedir?Hiç baba kızına  kıyar mı ? ’ dese de  Eliye Mahmut , amcasının  ‘eree kulakların duymaz, ne dersin sen ! O benim  kızım  olsaydı  babasına, şerefine kıyamazdı’ öfkesine söz geçiremez. Bir akrabasının Zengel’in karşısında  mezre Pıtıka’da ki heyr(hayır) yemeğine  karısı  Zerif’i  ‘gitmeyeceğim, sen  git, hiç olmasa birimiz gitsin, ayıptır’la  gönderip yeğenini çağıran Velié Ağaé’nın, babasının  planlarından  habersiz, birkaç parça  eşyasını  koyduğu heybeyi  kapı arkasına çakılmış çiviye  asmış, sevdiğinin gelmesini sedirde oturmuş  bekleyen Belkıze, odaya nişanlısı amcaoğluyla, babası girince, başına geleceği anlıyor,babası gibi  babayiğit, iri yarı Belkıze, kendisini yakalamaya çalışan  amcası oğlunun  elinden kurtulup, kapıyı açma hamlesine giriştiğinde baba çelmesi yere kapaklanıyor. O an itibariyle hiç yaşamamışçasına adı anılmayan, unutturulan Belkıze’nin  boğazı sıkılarak ya da  ağzına yastık kapatılıp boğularak mı ? nasıl öldürüldüğünü bilen yok’  –‘Peki Zerif, ya nasıl olur  kızını öldüren adamla yaşamış, koynuna girmiş, bu olanlar, aklıma mukayyet olamıyorum…’ –‘Ya ne yapacaktı ??  Kızını öldüren derazası,  akrabası,  aynı soy. Akrabasını mı ihbar edecek? Hele şunun dediğine bakın, Lolıj mısın seni ? Onca çocuk  aralarından biri ölmüşse ölmüş  ne olmuş ki kadardı değeri bizlerin, kadınların, çocukların. Alevi, Sünni fark etmez her evde en az altı, yedi, dokuz çocuk, yoksulluk, yalnızca aşiretler, mezhepler arasında değil,  ev damında,  köyde akrabalar, köylüler arasında da  kavga, dövüş; hayat ve ölüm  anlık; sabah yanında  uyandığın,  düşman köye baskında, akrabayla kavgada, yolda  eşkıya  baskınında, çatışmada  hayatını kaybettiğinden akşam yanında değil ; gece kucağında salladığın çocuk, süt sağdığın komşun  sabaha  hastalanıp ölmüş. Her an, her  gün ölüm var…ölüm. Yas tutacak zaman? Saime’yi gömen Sara teyzen, Leyla’yı gömen çene Küçükağa , Fazıla’yı gömen amojın Zehra, Abbası gömen amojın Fatma    yas mı tuttular? Aynı gün mala gittiler, süt sağdılar, yayık yaydılar, çamaşır yıkadılar, ekmek, çay  yaptılar, misafir ağırladılar. Şimdi ki gibi ölenin  her gördüğünde ciğerini sızlatan yaşadığını hatırlatan, anımsatan bir  odası, bir eşyası, oyuncağı, giysisi  kalmıyordu ki, ardından belki diğer çocuklar almasın diye  yatak altına saklanmış tahtadan bir oyuncak, bir  entari, bir tıman, olurdu, küçülünce diğer çocuğun  giyindiği,  bir oda, bir yatak ortak kullanılan. Neye bakıp, neye sarılıp  da ‘bu  kızın, oğlun, adamın, kadınındı diye ağlayacaksın. Ben demiş Zerif, çene Küçükağa’ya   ‘şüphelenmiştim adamdan,  kıza kötü, kötü bakıyor, için için  kin duyuyor ‘bemrad !  beni rezil etti aleme.  Veli ağanın kızı bir çobanla  olur? ’ sabahı, sabah ediyordu,  ‘etme, kız bütün gün gözümün önünde iş , güçte, iftira atıyorlar  ‘ yatışmıyordu kalbi herifin. Ama, Hz. Ali biliyor,  kızını öldürmez, o kadarını da  yapmaz  diyerek kalktım gittim mezre Pıtıka’ya.’ Bu  Velié Ağaé, evlendiği Ermeni bir kadını Akçik’i  de öldürtmüş.’  İslam dininin,   Arap kültürünün çok eşliliğini benimseyip, öncüleri Ehlibeyt erkeklerinin,  Hz. Muhammed’in, Hz.Ali’nin  yolunu yol kabullenen,  bir gece bir hanımının, diğer gece  kumasının belki ev damı dışında  bir başkasının  koynuna giren Mala Feran erkeklerinin neredeyse tamamı,  altıncı kuşağa kadar en az iki evlilik yaptığından  Veli Ağa….

…. sen var ya  ancak sosyal medyada  bir haber, web  sitesinde  “konuk yazar” olursun, ötesi yok derken, iş yerinde  oda arkadaşın Adnan,  haksız değilmiş, o kadarlık bir yazar olabilen sen, duyguları  parçalı, bulutlu  yazar müsveddesi   Veli ağa insanlıkla ilgisi olmayan bir   katil ‘– ‘ senin  katil  diye karaladığına, Mala Feranlılar  aile tarihleriyle ilgili kitaplarında   “Talo oğulları Veli ağa ve Memil ağa  sanki birer cisimli heykel idiler.Memil ağanın nükteleri çok ince ve zarifti….Zengel’li Veli Ağa cesareti,  yiğitliği ve zekiliğin yanında  çok yemek yemesiyle de ün yapmış bir amcamızdı …bu değerli ve sevilen amcamız “ övgülerini yağdırmışlar’ – ‘Öyle zekilik  batsın. Sakın ! katillerin  sevildiği, saygı gördüğü başka bir memleket arasan  bulamazsın diye başlama. İşte o an, sana; dünde ve bugün de; başbakanın, bakanların onca gencin asılmasının onca muhalifin faili meçhul cinayetlerde yitirilmesinin sorumlusu devlet yetkilisi;, Başbakan, Cumhurbaşkanı; onca Milli Birlik Komitesi  üyesi, onca istihbaratçı,  hakim, savcı, polis ; Salim Başol, Ali Erverdi Cemal Gürsel;  Cevdet Sunay , Nihat Erim,  Mustafa Kubilay İmer,  Süleyman Demirel,  Kenan Evren, Bülent Ulusu, Tansu Çiller, Murat Karayalçın, Mesut Yılmaz, Çevik Bir, Erol Özkasnak, Mehmet Ağar, Sedat Peker, Korkut Eken’in ardından tek bir kişinin söylemediği  “bir koltuk için 19 erkek , 20 kız kardeşini, 17  cariyesini,  annesini ve öz oğlu Murat’ı öldüren  katilin cenazesine gidilir mi? Babam da olsa katil katildir “ diyecek, dürüstlüğünün gereği  babası III.Mehmet’in cenaze törenine  gitmediğini  resmi tarihin  yazmadığı,  1603 yılında  tahta çıkmış  I.Ahmet’in  14.padişah  olduğu Osmanlı İmparatorluğunu, Hitler Almanyasını, Mussolini İtalyasını, Boşleviklerin SSCB’sini,  Doğu bloğu ülkelerini, Ortadoğu’nun BAAS, şu anda dünyanın pek çok ülkesinde “neyse ne, benim  dediğim olacak!” söylevli onca Trump, Erdoğan,Sisi …, …, majestelerinin,  askerliğini benimseyenleri,  spiral döngüsünde diktatoryal , otokratik, teokratik nasıl oluyorsa aynı zamanda da demokratik iddialı liderleri,  rejimlerini  hatırlatacak birisi  çıkacaktır.Tehlikeli olansa hep vardı, var olacaklar düşüncesinde katile, katilliğe methiyeler dizerek  “dünya kurulalı beri böyle” mantığında kutsayıp, kol kanaat gerilerek   ‘işe-gelen – bihaberlik’  konformistliğine,  kolaya kaçıldığından, karşılaşılan sorunu çözmede  de,  sorun yaratanı, karşıtını yok etmeye dayalı radikallik çare görüldüğünden, onlarca insanın ölümünü, sudan sebeple çıkarılan savaşları  seyretmekten  hicap duymayan kocaman  bir kitlenin, dünyanın  varlığıdır.  Ülkene, topluma, ailene, sülalene, kendine saygıyı sağlamak için – az sonra da ne saygısı diye yazabilme ihtimalini dışlamıyorum – sadece bir masumu hayatından ettiği ispatlanmış katili, katilleri değil, onlara meydan  verenleri, suç işleten ortamı yaratanları da  cendereleyecek   deşifreyle, topluma içine çıkmayacak duruma getirmek,  dünyayı elimizin altında getiren cep  telefonlarının işgalinde,  Jeff Bezos’un 11 dakikada uzaya gidip geldiği  bu Alfa kuşaklı  dijital çağın, ileri medeniyetin  gereği değil midir? Biri indiğinde, diğerinin yukarıya çıktığı, diğeri  yukarıya çıktığında o  birinin aşağıya indiği,   birlikte  yükselip, inilemeyen   tahterevalli ucundaki  hayatta  “indir lan beni”, “indirsene”, “çok kötü oldum” sesini duymayıp gıcıklık olsun diye  kıçı tak diye yere vurdurma pisliğinde,   ne yazık   katilliği, katilleri  kutsamadığında,  zarar göreceğin,  dışlanılacağın mekanizmada güncelliği yitirtilmeden zihinlere itinayla yerleştirildiğinden bireyleri olduğu konumda…yerde  mıhlatan; karşısına dikileni  ya astırtmış ya öldürtmüş ya da tehcirlemiş devlet, beka, vatan, aile, namus, ar, onur  için yaptım ‘ argümanlarına atıfla, kendini haklı gören onbinlerce sebep,  bahane sıralanıp niyeyse de ! saygı duydurulan   babayiğitlik, kabadayılık,  eşkıyalıkla    bütünleştirilip,  yüceltilen katillik müessesi öylesine geçerli kılınmış, doğallaştırılmıştır ki,  insanları hayatından  eden onca  Topal Osmanları, Haluk Kırcıları, Ogün Samastları   var etmiş, taçlandırmış  bu topraklarda  nice Akçik’ler,   Belkıze’ler de kimselerin  ruhu duymadan öldürüldüğünde; geceden yağmış yağmurun ılıklığı kaldırım taşlarında, sokaklarda hava daha tam aydınlanmamış, sabaha karşıydı uyandım.Hep olageldiği gibi  ölenlerden, öldürülenlerden habersiz uykusunun derinliğinde,  sessizliğe sarılmış şehrin, nefes alıp almadığından kaygılı kahve  yaptım,  bir de  sigara yaktım; tek eksik belki de Sezen Aksu’nun klarnet eşliğinde söyleyeceği  “Yarası Saklım; Bir kırık gençlik hikayesi “ şarkısının  arka  fonda çalmasıyken, boşluk gibi hareketsizliğin içinde, artık hiçbir bir şeye kalmamış inançsızlığımla,  yüz yüze oturdum kendimle,  tanıdığım acılarıma, bıkkınlığın çöreklendiği gözlerime bakamadı gözlerim…ne söylense kar etmediğinden dinlemeyeceğin şu andaki düşüncelerine, inancını yitirme safhasına ulaşman için hayatından onca yılın heder edilerek  geçmesi mi gerekliydi ? Çocukluğunda, gençliğinde sende, herkes gibi  inanmadın mı  hep, her anlatılana, anlatana, olana,  yapılana işte ilk orada, fark etmenin imkansız olduğu o yaşlarda, yıllarda başladı çöküşün, hayatının hederliği. Unuttuklarında  olmuştur ama ne zaman ki 12 Eylül oldu, yoldaşsız,  işsiz, aç, açık  kalındı;  ne  zaman baktın   30’undasın; ne zaman ki kardeşlerin evlendi;  sosyal demokrat partilerde çalıştın;  ne zaman ki  kanser oldun;   öldü Aytül, Fevzi, Haldun, Can, baban  her şeyin benliğin, ruhun  parçalandığı  o noktalarda; ardında  en azından “benim kararımdı “ diye duracağın ilkelerin… inandıkların … beslemediğin umutların… soruyu sormadan cevabını  ezberlediğin,  peşinden koştuğun kavramların; kazara bir anda herhangi bir sebeple yapılan  yüzleşmenin  kaldırdığı örtünün  altına  sürülmüş kötülükler…pislikler… sırlar…yalanlarla karşılaşmanla  ‘iyi oldu, ohhh’la   alt üstlüğüne sevinenlerin  başını çeken aile, kardeşlik bağlarını, ilişkilerini,  dostluklarını yolda  bırakmadın mı  sende ‘gerçeği, yaşananın ardını, aslında ne ifade ettiğini, ne söylendiğini  algılaman, görmen  için gerekli miydi bunları yaşaman? ‘Dünyanın neresinde olursa olsun vatandaşlarına sahip çıkıyorlar, hastalansa ambulans uçak gönderiyorlar, kılına zarar gelse yaptırım uyguluyorlar görmedin mi Rahip Brunson için neler yaptı ABD? ABD hükümeti seni niye düşünsün,  senin hükümetin varken. Öldürülsek hesabını soran bir devletten bile yoksunuz. İnsan  vatandaşını kollayan, seven,  güçlü bir ülkesi olsun, kendini güvende hissetsin,  arada sırada da   etrafındakilerden   ‘iyi ki  yanımdasın‘, “seni seviyoruz”  duysun, saygı, hürmet, değer  görsün  istemez  mi?’Ama ne yazık ‘derdim ki herkes çalar çırpar o asla…’ – ‘ gözümle görsem, kulağımla duysam inanmayacak kadar inanırdım, herkesten bekler ondan beklemezdim’ – ‘herkes yapar ama o, kesinlikle yapmaz’  dediklerimizin en yapan…en  şaşırtan…en şarlatan…en şefkatsiz, en …., en… olduğunu, olabileceğini  görmeye  engel  maneviyattı, duygusallığı hançerleyen, herkesin içinde yaşattığı  ‘el alemden,  komşundan bekleyecek, isteyecek değilsin, elbette  ne bekliyorsan, ne istiyorsan’ en yakınlarından, eşinden dostundan bekleyecek, isteyeceksin’ tatminsizliğinde ‘her şeyden , elindekinden ver, ver, ver‘ istemi  doyurulamadığından , aldığından…alınandan  daha çoğunu – anneden, babadan, evlattan, kardeşten, eşten,  akrabadan, arkadaştan, sevgiliden, üye olunan partiden, örgütten, cemaatten,  tanıdık,  tanımadık pek çok kesimden, devletten (devletin vatandaşından) – alma, isteme    üzerine inşa edilmiş  hayatta hep   beklenti  içinde olma olağanlaştırıldığından, dayatıldığındandır   belki de  sınıfta kalmalar, hayal kırıklıklarının   çokluğu da. Geçmişin aksine bu yüzyılda; noktalı virgüllü Alfa erkeklerin, kadınların; bireylerin hiç birinin ;  harcayacağı vakitte, kendiyle ilgili  yapmak istediklerini yapamayacağını bildiğinden, gördüğünden ;çakışıyorsa ne âlâ; yoksa  başkası için; onun beklentileri için yaşamak, hayatını feda etmek, bakmak  istemeyeceğini, geleneklere, değerlere  ters diye açık açık söylemeyip gizlemesinin çarpıklığında; kan bağından dolayı  yakının tanıtılmışların,  elalem diye sınıflandırılanlardan  bin beterliğini  görüp  ‘ kardeşin yapmış, yapacağını, el yapmış çok mu? ‘  kala kalmalı beklentisizliklerin beklentisinde; birkaç yasal düzenlemeyle Avrupa’dakiler gibi daha  iyi şartlarda,  zor olsa da hayata  katlanılmasını kolaylaştıracağından iktidara gelmesi istenin de iktidara geldiğinde –  12 Eylül darbesini yapanlardan hesap sorulacağını programına yazdırıp seçimlerde   propagandasını yapan SODEP, SHP , DYP, DSP, CHP,  RP, HDP, TKP,  vs.vs– muhalifken savunduğu   iç acıcı, demokratik  vaatlerini yerine getirmeyip, göz boyayıcı iki üç  rötuş sonrası her şeyin eskisi gibi akıp gideceğini  bilmenin ve görmenin salıvermişliğinde; inançsızlığımın, güvensizliğimin, ilkesizliğimin  kime zararı var? Kendine, diyorsun ya,  yanılıyorsun; inanmamanın, ilkesizliğin, güvenmemenin, kan bağından koğuşun   tahmin edemediğin rahatlığı, özgürlüğü,  savurmadı ki beni, ordan oraya; eskiden herkesin; ailedekilerin,  arkadaş bildiklerimin,  akrabaların, yoldaşların, Hevallerin,  ofistekilerin,  dairedekilerin,  okuldakilerin, parktakilerin  hakkımdaki olumsuz düşüncelerinden, dedikodumu yapmalarından, yerin dibine batırmalarından ölesiye korkar,  duyduğumda da öylesine  etkilenirdim ki,  ‘söylenen, söylediğin  gibi, düşündüğün gibi, sandığın gibi  değilim ben’ çırpınışlarında uyku tutmaz,  kendimi ispat için   kahrederdim günleri .Şimdi bu yüzden  sabahlara kadar uyuyamadığım aklıma gelince  “ aptal, banal, basit biriymişsin,  ne  estağfurullah’ı? bütün bu sıfatların üst level’ını  hak ediyorum; Türk, Kürt, o, bu , Alevi, Sünni, Hıristiyan, Yahudi falan filan ayrımsızlığında  herkesin karşısındakinin içindeki büyümemiş çocuğa sarılıp, yaralarını iyileştirmeyecek   bencillikte, kendilerini parlatmak için başkasını karartmaya kalkıştıklarını geç fark etmen  bu gereksiz, bir de  bayağı  efor da gerektiren davranış ve düşünceleri taşıyan   okulda, mahallede, örgütte, iş yerinde, partide yüksek mevkilerde, makamlarda  tanıdığını arkasın aldığından çekiciliğini  arttıran; vurdum duymaz ‘ bana bir şey olmaz’  eminliğinde   dolanan,  beş para etmez insanlarla sidik yarıştırmaktan kendi cevherinin farkındasızlığındaki  milyonlar gibi  kendini kahredeceğine, karşılarına dikilip ‘hakkımda az demişsiniz, dediklerinizin, düşündüklerinizin  on bin kat  fazlasını yaptım, ne  yapacaksınız? Bir yerlerde var olan  asalet kendini başkasının gözünden görme, beğenmediğinin griliğini kabullenmedir ama tabii nerde sizde o kültür, görgü ‘ demediğimden kendime kızgınım, tam şuramdan  patlayacak  haldeliğimin hercailiğinde    geziniyorum  işte amaçsız  ve adamım inanamazsın  bu beni öylesine de mutlu kılıyor ki  okuyucunun yazdıklarımı beğenmesi, beğenmemesi,   sıkılması umurum  değil,  okuduğu  bir romanı, izlediği bir filmi, konseri, tiyatroyu, sergiyi  beğenmemesine karşın mecburmuş gibi  ‘bir kere elime aldım,  bir kere başladım izlemeye, yarım bırakmak, bitireyim bari’ zorlamasındaki okuyucuyla, seyirciyle işim olmaz  benim, anında to dislike; disslaykk; dururken devam etmek manasız bir aktivite. Hayır !   zaten  okunsun, okuyucu bayılsın yazdıklarıma derdinde değilim, “İmparator “seni kimin savunmasını bekliyorsun?” diye sorunca, “zamanın”* cevabını veren. [Philostratus, Vita Apollonii 7.34]” Tyanalı Apollonius misali dilsiz, düşüncesini bilemeyeceğim  zamana yazıyorum rahatlığım bu yüzden. Hayat  da sürprizlerle doludur değil mi sayın  bir zamanlar TRT 2 ‘de konser saatini kaçırmayan  okuyucu, çoğu kez insan kendini;  bir eseri, bir faaliyeti, bir şeyi   beğenmediği, yerdiği halde kimselere  çaktırmadan o şeyleri  sevme,  tüketme fiili içinde bulabilir; hoşlaştığı karşı cins mensubuna benzettiği birinin oynadığı berbat bir filmi seyretmek;   Franco Gaspari, Paola Pitti’li fotoromanlar; Teksas Zagor’lu  macera öykülerini okumaktan  zevklenmek gibi misal   şu anda işi gücü bırakmış on dakikadır hem de yaşam biçimine tezat yayın yapan Kanal 7’de dünyanın en saçma senaryolu Emanet dizisini  izliyorsun yaşadığın tiksinti desen değil, nefret desen değil, acıma desen değil, hoşlanma desen değil anlamdıramadığın; senelerce evvel de; üniversitenin kampüsünde  görünce kalbini deli çarpıtan ikamet ettiğinin evin karşısındaki araba galerisi sahibinin oğlunu, kimselere  çaktırmadan tül perde arkasından izlediğine inanmayacak  yoldaşlarının  yıkacağınız özel mülkiyetçi kapitalist  düzenin egemenlerinden   burjuva bir oğlandan – Bejna gibi fark ettiğini bilmediği karşıt sol ideolojiden  Halkın Kurtuluş’undan Eyüp’den– hoşlandığını anlayacaklar diye içinin içini yediği, ortaokul son sınıfta mahalleye gelen gezici kütüphaneden aldığın “bacım,  çene bunda, naz bunda, kapris, yalan bunda, kibir, kindarlık bunda, bencillik bunda, daha neler neler bunda, aynı zamanda tutarlı, irade sahibi, tuttuğunu koparan, inatçı biri. Atsan atılmaz, satsan satılmaz. en iyisi hiç bulaşmadan ceketi alıp gitmek..“ diye düşündüğünden belki de ‘”hayır,  buradaki her şeyle işim bitti artık. Huzur istiyorum. Hayatta cazibe ve zarafetten eser kalan bir yer aramaya gidiyorum. Neden söz ettiğimi biliyor musun ? Kırılmış bir vazoyu yapıştırıp hep çatlaklarını göreceğime,  ona dokunmayıp eski haliyle anmayı tercih ederim Scarlett. Bu ilişki burada bitmeli…’ diyerek herkesin yapmak istediğini yapıp kapıyı çekmiş, gitmiş; “para kazanabileceğin iki zaman vardır; devlet kurulurken, batarken”  çıkarcılığının altında  centilmen ve  duygusal, zevk sahibi, Güney’i körü körüne savunanlarla dalga geçmesine karşın savaşa katılan,  yüz kadından 99’unu kendine bağlamış, hayat boyu arauyacağın ilk aşkın Rhett Butler -– Mr. Darcey,  Pavel, Sergey, hepiniz ayrı, ayrı  civansınız,  işte bu yüzden de hepiniz kurgusunuz;  olsaydınız da bana yar olmazdınız ya – Scarlett o’hara’nın, birbirlerini tüketen fırtınalı ama sonlandıramadıkları aşkını anlatan ( film afişini gördüğünde hala içimi titreten)  Rüzgar Gibi Geçti’yi okurken  hissettiğin yabancısı olmadığın duygularının “guilty pleasure”n (Türkçe çevrisi  “suçlu zevkler”, “mahcup zevk” )  sayıldığını  tahayyül edebilir miydin? edebilecek  öngörün olsaydı zaten, vaktini hoşlandığın, istediğin şeylere kitap okumaya, film seyretmeye, yazı yazamaya, yabancı  dil öğrenmeye, seyahat etmeye, değişik yerleri, yemekleri keşfe harcayacak ilim irfana erişmişliğin icap ederdi ki, özellikle de eleştirilerinden korktuğun devrimci kardaşlarının, yoldaşlarının  “ıyyy, onu da mı dinliyorsun”, “böö, o diziyi de mi seyrediyorsun” çemkirmelerinin,  aşağılamalarının doğurduğu utandırılma yüzünden  kendine  yakıştıramadığından  “nereden dolandı dilime bu aptal şarkı?” triplerinde  ‘tamam biliyorum berbat, arabesk… suçluyum ama zevk alıyorum, takdir edersin ki bu kumsal da Andrea Bocelli’den “ Love ın Portifino”  yerine Serdar Ortaç’dan şarkı  dinlemek gibi hepimizin başına gelebilecek tam bir kendini cezalandırma ‘guilty pleasure durumu’ savunmasına yarayacağından yıllar, yıllar sonra  müşerrefliğine üzüldüğün ama bu romanı okuyanların en azından duyduklarında anlamını bilmelerine sevineceğin,  kavramlardandı  “guilty pleasure” – ‘ şöyle de düşünebilirsin neden saklı, gizli olsun, neden hoşuna giden ama başkalarının basma kalıp, banal  gördüğü, küçümsediği şeylerden dolayı annesi ‘sosyal anksiyete, babası elitizm’li bir yavrucak; guilty olasın. Gizlim, saklım;   “guilty pleasure”ım yok arkadaş! Bir şeyden hoşlanıyorsam niye saklama, örtme çabasına gireyim ki ? İMDB’si 4’ler de  sürünen standart altı filmleri,  “ Sen Çal Kapımı”, “Bay Yanlış”, “Aşk Mantık İntikam”  dizilerini izlediğimde; beynimin bir köşesinde guilty kısmın yanıp söndmesini af etmeyen  yüksek egom orda kusarken,  pleasure kısmında hücrelerim keyifle dans  edecektir. Elbette kıro görülme korkusu ile basitlik barındıran   beğenilerimizden utanmamız da olasıdır, yine de hakkımda  ne denirse densin, bana ne? Yazdıklarını okuyunca,  düşüncelerini dinleyince “guilty pleasure”lara gark oluyorum eyyyy yazarcık sonrasın da diyorum  ki  nihayet,   geç de olsa  hayatı  kolaylaştırmanın  yolu demek ki böyle bulunuyor;  kimsenin ne  yükünü almak, ne kimseye yük olmak, ne de kimseye bir şey verip, almayarak…benim  okuyucularım işte böyle de   akıllı bıdıklardır, şakkadanak  çözüverdiler  yazarcığı. Düşüncelerim de haksız değilim; yaşamak için ısrar etmenin  gereksizliğinde,  herkesi terk edebilirim;  herkese de   beni  etsin. Nasıl ben, artık kimseyi sevmek istemiyorsam, kimse de  beni sevmesin

;  sevdiler de… sevince de bir bok  değişmedi hayatımda? Neden diye  de  düşündüm sanki cevabı varmış gibi, olmadı işte, bazılarında olmuyor  ‘tüm kırılmalar Can’ın ölümünden sonra mı ?  her bıkkınlıkta öne konan beylik ‘ canım benim, hayat  siyah beyaz  değil ki griler de… hah, işte oraları da  gör” kalıbının bünyeye kabulüyle   bütün renkleri  karalayan  siyahın,  her zaman  beyazı  yutacağının ayrımına “an”da  varamayan bireyin,  ‘kötülüğümü istemezler, düşündüklerinden bunu yapıyorlar’  konseptinde korunduğunu sandığın,  tüketildiğini, kullanıldığını  göremediği, henüz tanıdık birinin de vefat etmediği zamanlarda  ayrılıkların  ardından dahi  atılan hüzünlü kahkahalarımız, gülüşlerimiz vardı  diyebildiğin  toplumun, ailenin, yoldaşlarının giydirdiği zırhın içinde dönüp durmuştun, sen de, hepimiz gibi  “kendine kök salamamış”lığımı keşfimden sonra,  hiç bir şeye takılı  kalmıyorum; hiç bir şey, hiç bir kimse, hiç bir ilke, hiç bir ideoloji  artık vazgeçilmezim  değil dengesiz, patavatsız, dağınık kural dışıyım da;  nefesi bile ölçülü ağırbaşlı alan senden farklıyım. Değişim istemenin değil,  değiştiremeyeceğini kabullenmenin insanı değiştirdiğine, hayattın büyük gereksinimi   “huzur”u yakalamak için de,  sahiplendiğin mülklerinden; çevrenden, mekanından, dostlarından, aile üyelerinden uzaklaşmak gerektiğini anlayınca, öyle olunca  hayattan, insanlardan beklentilerin  sıfırlanınca  yapılan, olan, yaşatılan hiçbir şey  can  yakmıyor, acıtmıyor, şaşırtmıyor da, hâlâ sanki şu kapıdan girecekmiş gelen Can’ı … babamı kaybetmiş, ölümü görmüş beni daha nasıl büyük bir  acı, felaket bekliyor olabilir?’ – ‘ deme ! deme ! öyle konuşma ,  bir deprem, yangın, annenin, İlhan’ın vefatı  felaketindir,   un ufak eder,  bulamayız seni’  – ‘ya bir kerede…bir kerede böyle anlarda, Kardinal Lawrence “her şeyden çok korktuğum bir günah olduğunu söylememe izin verin. “kesinlik”.Kesinlik, birliğin büyük düşmanıdır. Kesinlik, hoşgörünün ölümcül düşmanıdır. Hatta İsa bile ölümünde emin değildi.. Çarmıhtaki dokuzuncu saatte acı içinde haykırdı. ‘Eli Eli, lama sabachtani?’ (Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?) İnancımız, şüpheyle el ele yürüdüğü için yaşayan bir şeydir. Sadece kesinlik olsaydı ve şüphe olmasaydı, gizem olmazdı ve bu nedenle inanca gerek kalmazdı.” söylevinde duyulmadık, farklı, rahatlatan bir cümle kurun,  anlamaya çalışın etrafınızdakini; teselli diye herkesin yaptığını yapıp, söylediğini dillendirip  en uç , en kötü olasılığı, felaketi  öne  koyacağınıza. Evet ! toplayamaz, bulamazsınız beni, rahatladın mı?öngörün doğru diye.Ama bunun için kendini harap etme Birhan Keskin’in mısrasıyla “ileride bir şey yok gördün” sende. Ay-nen  bacım  mı dedin !  Saime’nin  her cümle sonu tekrarladığı laf nerden aklına geldi? Saime, çene Haşimé Hasané  bazen öyle gereksiz konuşuyor ki, çok patavatsız’ –‘bazen mi? gelmiş babana, seksenaltı  yaşındaki adama diyor ki  ‘keko, abi,  kocaya gittiği zaman, annen Zelhan’ı  gördü mü? Yani, sen kocaya gittikten sonra  gördün anneni? ‘ – ‘Saime bacı, waye, weyy… niye görmedim? gördüm ‘–‘niye tiksindin o zaman? ‘–‘ derçenama  waye Saime, Kemal amca niye tiksinsin. Her önüne gelene ‘biiz bıraktı, kocaya kaçtı’ dedi durdu, insanlarda bu annesinden nefret ediyor diye düşündü.Kaçtığı zaman olabilir ama yıllar, yıllar geçince yapacak bir şey kalıyor mu ? A bu hala, emıka  Zelhan,  kayınvalidem Van’da, Ankara’da bize gelirdi, kalırdı  sonra oğlu, amca Hüseyin alır götürürdü Kırıkkale’ye, Cemal’in evinde de kaldı, Haydar’ın yanında. Ben evlendikten sonra üç sene Badan’da  kaldım,  geliyordu 15, 20 gün kalıp, gidiyordu,  kışın geliyordu .Oğulları  sevmese de  o, geliyordu, hoş geldin diyorlardı,  konuşuyorlardı. sesini  teybe, kasete de almıştık. Öyle güzel sesi vardı ki, öyle yüreğini yakan klam söylerdi ki. O kaseti bulamadık. Bilmem, a o çocuklar küçükken oynamış ne yapmışlar? Kayboldu , yok oldu gitti.’ Gecekondu evlerinin kıymetlisi sandıklı, nişli,  yataklı ahşap  kanepede baban, kaseti yerleştiriyor, play düğmesine uzanıyor ‘daye, haydi başla’;  ‘eree Kemo,’;’dakılamın bir hatıra kalsın senden’ ;’ tamam‘ geleceğe  bir şey bırakmanın heyecanınıda ince, kırık sesinin kaydedildiği o günü  “keşke, keşke  uzak duracağıma elini tutup,  konuşsaydım babaannemle,  o kadar hüzünlüydü ki klamı. Biz torunları hiç ama hiçbir gün, bize geldiğinde sohbet etmedik– kokuyordu üstü, başı belki o yüzden – yanına oturup, sormadık dedemizi, ne yaşadığını, niye kocaya kaçtığını.Cahil , bilgisiz gördük, varlığımızı borçlu olduğumuz kadını.Dil bilmiyorduk bahanesine sığınma, annen, baban illaki biri yardım ederdi, anlaşır konuşurdunuz, hiç sarılmadım ya.Oysa ellerimin ona benzediğini söyledi babam, belki huyum da, aslından utanma, köylülüğünü gizleme çaban genetik mirasını yok edemedi. Çıktığın vajinajı beğenmeme, gerçeğini  inkar  bir ruh hastalığı değil midir?’  pişmanlığını da anımsatan  teybin yanında  ellerini önünde kavuşturmuş  oğluna zazaca klam, ağıt   yakan garibanlığını katmerleyen, rengi solmuş siyah kadife elbise üzeri eski   hırkanın hayal meyal görüntüsü, ‘belki onunkine benziyordu’ düşündürten duyar gibi olduğun sesinin iç burkan güzelliğinin  sıkıştırdığı   kalbini  bastırırken elinle;  ölümünden  40 yıl sonra  hiç güldüğünü görmediğin , hep asık suratlı babaannene ağlamanın, gözyaşı dökmenin geç kalmışlığına tuz biber eken ‘ zavallı babaanne ya  o ne gördü bu hayatta? ‘aaa bu niye ağlıyor, Saime ne oldu, bu kıza?’ –‘anne, bir şey olmadı  babaanneme üzüldüm’–‘tooo,lol lo, bak kırk yıl geçmiş kadıncağızın, kemikleri kalmamış mezarında yeni babaannesine  ağlıyor. Emıka Zelhan, yeni babaanne oldu, torunları yüzüne bakmıyordunuz.Boşuna ağlama    ne duyar,  ne bilir sen üzülmüşsün?’–‘ duymaz, bilmez tamamda bu onun yaşarken ki garibanlığına ağlamama engel değil anne! –  ‘Bırak ağlasın abla, Kemal amca  annesinin  kalbini kırmıştır onu hatırlıyor, üzülüyor herhalde ,  annem sağ olsaydı  öyle yapmasaydım diyor mu? Emıka Zelhan  herhalde Seys Üseyin’i   sevmiş, orada biraz rahatlık görmüş öyle diyor akrabalar’ Saime’ye bak ! diyorlar ya, gazeteye ilan versen pek çok insan duymayabilir ama bir şeyi söylemişsen ya da  duymuşsa Saime, herkesin, dünyanın  haberi olur.De, sen nerden biliyorsun Seys Üseyin’i, hiç görmediğin adam için bunca laf.Geçmişte,  anda olan, olmuş, olacak  her mevzuya müdahil yorumcu edasında sanırsın; Selçuk Tepeli, Fatih Portakal, Didem Arslan Yılmaz. Komik de, hele de kendi cimriliğine bakmadan akrabası  kocası Agaé Halité Mehmeté Müminé,  cimrilikle  suçlaması yok mu? Genelleme yapacak veriye haizim  yaz tatillerini memleketinde geçiren ya da emekli olup 6 ay Türkiye, 6 ay Almanya’da yaşayan Türkiyelilerden kimi tanıdıysam amanınnnn !!!  Moliere’in Cimrisi yanlarında bonkör,   halbuki Türk lirasının 11, 12 katı  Euro’yla maaş alıyorlar üstüne çoğu Türkiye’den de emekli. Onca yıldır  bir  tek gün Agaé Halité  amcayı bir cafe, simitçide, pastanede  çay, kahve içerken,  bir lokanta da  yemek yerken, bir başka şehre seyahat edip,  bir otelde dinlenir,  tatil yaparken, denize girerken   gören tek bir kişi bulamazsın;   ‘bu dışarıda yemek yemek de nerden çıkmış? Kahvehane de,  Cafe’de çay, kahve meyve suyu  içsem , lokanta yemek  yesem , tatile gitsem, otelde yatsam, kalksam yine aynı adam  değil miyim, ben benim gene’  düz mantığında tutturduğu  savunma sonunda darlayınca  amca dedim bir gün, herkes senin gibi düşünse, davransa  ortada  ne  hizmet ,Cafe, Restoran, otele de ihtiyaç duyulmayacağından ne  inşaat sektörü kalmaz. Alem  kişilik, şimdi bunun Yıldız’da ki  arsasından  imar geçti,  10 daireli apartmandan 5 daire az geldi  –sanki apartman; sivil toplum örgütü, parti, cemaat, dernek  yönetimde çoğunluk bende olsun, dediklerim  yapılsın diye– bu  müteahhitten temelden bir  daire daha satın aldı, şeytanın aklına gelmez apartmanı şirketi, işyeri  görmek. Bir insan 32 yaşında gencecik oğlunu toprağa verir de  para, pul, mal  peşine düşer mi?….

….tuhaf ama evladını kaybeden kimi tanıyorsam, kimi gördüysem  başlarda  ‘ malın, mülkün olsa ne yazar, kurtardı mı  evladımı? Ne götürdü yanında neeee?    O ki ölüm var dünyada, her şey boş ’  dediklerinden bonkörlük  beklenirken, sonrasında   tam tersi  yörüngeye yol alıyorlar. Dikkatini çekmemiştir, etrafında  evladını, yakınını kaybedenleri gözlersen sende söylediklerimin doğruluğuna katılacaksındır. Belki de benim tanıdıklarım,  Mala Feranlılar öyledir, bilmedim. Can’ın annesi de  , adı ağzımdan çıksın istemem o derece değersiz gözümde, o tavra bürünmüş. bir insanın  soyadıyla uyumluluğuna örnek gösterilecek Mustafa’nın “Açıkgöz” karısı anlatmıştı. Can, ne idüğü  belirsiz o  hazır market  yoğurdunu yemesin, sağlıklı beslensin diye evlendiğinden bu yana yoğurdunu mayalattığı eşeği annesi yok ya artık MİGROS’a  yoğurt almaya gitmişler  ‘ her şey ne kadar da pahalı burada. Gel, BİM’e gidelim orası daha ucuz nihayetinde yoğurt, MİGROS içine   kaymak mı koyuyor, hep aynı şekilde imal edilmiyor mu? Adı MİGROS ya, ürünlerim diğer marketlerden farklı imajı için fiyatı yüksek olmak zorundaymış gibi.Enayi yerine koyuyor müşteriyi’  “İpek Hanımın Çiftliğinden” organik sebze, meyve alışverişini yapan, Can’ın ölümüne kadar  organik ürünlerle beslenen  Mine Leyla, gitmiş yerine, üç kuruşu hesabını yapan biri gelmiş. Herhalde diye düşündüm onca ihtimam, sağlıklı beslensin diye organik yiyecek hatta organik külot almak bir şeye yaramadı diye mi düşündü? Organik külot alacağına Can’a dikkat etseydi, emniyet kemerini bağlasaydı , kaza anında arka koltukta yanında oturuyordu bir refleks eliyle geriye atsaydı oğlunu, dikkatsizliği, özensizliği yüzünden Can hayatından oldu dememiş miydi Gilda şeytanı?Sonra Mine Leyla, kocası İsmet için onca lafı söyleyen  değilmişçesine annesine, babasına, ablasına  düşman etti kızı?  Emniyet kemeri takma, hayatın boyunca araba kullanmadığın  şehirle arası E-5, İzmir, Çanakkale yolunda  hem de Arife günü araba kullan, kazaya davetiye çıkardın gittin, işte. Neyse bir şey demedim tabii, bana ne MİGROS’tan çıkıp  BİM’e gittik ordan aldı Dost yoğurt.’ Açıkgöz gelin konuşunca aklıma mahalledeki Selma düştü, kocası inşaat, turizm alanında holding sahibi,  Ayaş’ta, Kaz dağlarında jeotermal beş yıldızlı oteller işletiyor, altı odalı tripleks evde oturuyor, iki oğlundan birini Can gibi trafik kazasında kaybediyor. Yağmurlu bir günde  eve dönerken Oran yolunda, Turan Güneş’e dönerken  kayıyor arabası, yanında aynı yaşlarda  kuzeni,   yaralı kurtuluyor, arabayı kullanan oğlu ölüyor. Korkunç olan, amcası  yeğenini kaybettiği kazada, oğlu yaralı kurtuldu diye kurban kesiyor. Tamam anlarım, kimse oğlu ölsün istemez ama ölen yeğenin sevincini aleni kurban keserek göstermek ??? ne amcaymış, insanlık Alfa çağında insanlık yerde sürünüyor. Bu Selma   barbunyasından, çayına her şeyini  BİM’den alır. Üç harfli marketlerin indirim günlerini takip eder. Yirmibeş yaşında oğlunu kaybetmişsin , trilyonersin,  git,  en iyi mağazadan Macrocenter’dan  alışverişini yap, organik beslen, ye, iç .Böyle üç beş kuruş artırarak, tasarruf ederek  zengin olunmadığını da en iyi o bilir.Kocası da tersine  lüks restoranlardan, mekanlardan çıkmıyor, aldatıyordur da. Belki de acının dibini yaşadıklarından, merhametsizleşiyor, hiç bir şeye üzülmüyor, kimseye  acımıyorlar, bencilleşiyor, acımasızlaşıyorlar. Düşünülenin, sanılanın  aksine  yakınlarını, evlatlarını  kaybedenler, diğerlerinden daha  sıkı sarılıyorlar hayatta; ağızlarından da  ‘Allahım beni al’  duası da eksik değildir. Teyzem Ceylan’da  her gün aynı duayı ederdi, dört çocuğunu aynı gün depremde yitirmişti,  azıcık grip olsun, azıcık kalbi sıkışsın, ateşi çıksın  bir telaş… bir telaş  o sevmediği  hayatta kalmak için hemen en iyi doktora , hastaneye gitmek ister, kızlarının canına yapışırdı.Bir de pek bi gaddarlaşıyorlar; kötü bir olay karşısında başlarına gelmiş felaketten, evlat acısından  istifade; mağduriyetin ardına sığınıp masumluğunu  bile bile sinir olduğunu da aradan çıkarmak için  yıllarca  içten içe öfke biriktirdiklerine kusacağını kusup,  hak etmemiş pek çok kişiye  “kullan at” travmasını da yaşatmışlardır. Mine Leyla  evlendiğinde –Erkin Koray gibi çocuğunu okula göndermeden evde eğitimi için Bodrum Gümüşlüğe tayinini istemeyi – düşündüğünü  düşlediğini ama  teşebbüste dahi bulunmadığını; yedi yaşındaki Can’ı kaybeden değilmişçesine, Can’ın vefatı sonrası  ilk işinin  Gümüşlüğe yerleşme olduğunu  duyduğunda yüreğine saplanan sancı  nefes aldırmazken ‘ annesi böyle yapıyorsa, bana ne oluyor  diyemedim mi?’ kendine, ha denince ölemiyorsun da. Anne, baba varsa kardeşlerle  başladığın  hayata; erişkinlik sonrası ayrı mekanlarda, koşullarda,  ayrı kişilerle  devam etme  yaşamın olağan akışı fakat aklın, ruhun algılamakta zorlandığı acı veren, özlem yükleten yaşamı  paylaştığını bir  mezara bırakarak yola   devam… her zaman ki gibi…herkes gibi derinlere gömülen söylenmeyen, yazılmayanlar “kol kırılsın yen içinde kalsın “ saçmalığı aşılmadığından; okumayacaksın    biliyorum, o kibir yüklü egon sırandan benin, yazdıkları okunmaya değer bulmayacak;   günün birinde   şayet    “best of” olursa yazdıklarımı, okuduğunu duyduğumda, bilmeni isterim;  Fransız  filminde;  kapısı açık kırmızı  arabanın yanında ayakta duran,  bigudi yardımıyla lüle lüle şekli verilmiş uzun sarı saçlarını,   elbisesiyle aynı renk lacivert bandanayla bağlamış Brigitte Bardot’un  söyleyemediği  “bu kadar… ötesi yok, olmaz..” sitemini    söyleyen sessizliğinde ; arkasını dönüp gittiği andaki aynı yüz ifadesini takıp, ardından  “Non, je ne regrette rien”le gözyaşlarımı akıttıran özlemimi  de bilmeni isterim sahnesinde… a o  dındık Saim  ‘ay-nen bacım, ay-nen’ diye diye  beni anladığını gösterdi ‘gülme ! Saime’de  böyle,  sohbet ediyorsun, konuşuyorsun, bitim noktası ya da öncesinde’  iki heceli “ay-nen”li bir tasdik  duyuyorsun. Belki   “ay-nen”in kullanılması  Zazaca da Hüseyin’e U-so; Gülay’a Gu(ı)l-o, Haydar’a Hey-do, Hakife’ye Hako (e) iki heceli hitabın yaygınlığındandır da,  bu “bacım” hitabı nerden çıktı  ?’ –  ‘kızacağını bildiğimden, Seda Sayan taklidi yapıtım “bacım”? ‘ – ‘Bende gıcıklık olsun diye ara sıra markete falan tanımadığım, duruşuna, bakışına, saçına, boyuna, posuna ifrit olduğuma ”bacım”la hitap ediyorum;   ipi elden kaçırılmış, çoğu kez de ne kadar yükselecek merakından  bilerek bırakılmış, nereye gideceği belirsiz  kaçık, kopuk uçurtma gibi alıp başımı gitmek isteğim şu anda gereksiz geldi  “ bacım” ; iki üç basamaklı merdivenin en alt basamağında yan yana oturduk, sigara yaktık, hava  kararmaya yüz tutmuşken; yıldızlar gözükmüş müydü?  hatırlamıyorum; zaten    etekleri ağır ağır karanlığa gömülen lavanta, kekik kokan tepelerin, dağların,  ağaçların, gölgeye dönüştüğü  Kasman’da, Badan’da, Emeran’da, Zengena’da   gece aniden saldırırcasına bir anda  gelir; korkunun titrekliğinde   boynu bükük ezilen ev damlarının  idare (gaz) lambalarının  aydınlatamadıkları simsiyah gece altında,  uzaktan uzağa köpek , kurt havlamaları  arasında elde kalan; tek hatada yargısız infazla, kör kuyulara itilerek kapı dışarı eden  adaletinin,  menfaatinin  bittiği yerde  vicdan ve şefkatlerinin de bittiğini gösteren;  mutlulukları, rahatları  için çırpınıp durulan en sevdiklerinin, yakınlarının, dostlarının,  açtıkları daha derini olmayacak yaralarla tepetaklak ettikleri zaman içinde; seni kendinden bile koruyup, elini tutarak  kör  kuyulardan çıkarmaya çalışanın hiç tanımadığın ya da bir, iki gün önce tanıdığının  olması hayatın attığı kazık,  en acı şakayken,   bu şans mı, şansızlık mı? diye düşündüğünü,  düşündüğünde  ‘ bu topraklarda katillere bu akıl almaz övgü,  tolerans, tahammül  niyedir biliyor musun? şunu okusana, uzattığın kitapta  altını siyah kurşun kalemle çizdiğin  paragraf “dağlık bölgelerde yaşayan, sınırlı düzeyde tarımcılık yapan aşiretler, şiddete en fazla başvuran, bu konuda tecrübeli olanlardı. Onlar, yetersiz üretimlerini, yaptıkları talanlarla telafi etmeye çalışıyorlar ve yaşadıkları dağlık alanlar, onları karşı saldırılardan koruyordu. Osmanlı denetiminin zayıflığı sayesinde kendi  köylerinin, kasabalarının uzağındaki köylere, kasabalara  da seferler  düzenleyerek… “  yazan doğru yazmış, inanmayacaksın belki  Mala Feranlar  Karkapazar, Mengel seferi  “gerçekleştirdikleri talancılıkla geçimlerini sağlıyor, zenginleşiyorlardı. Bunun sonucunda  nüfus artışı, yayılma, toprak işgalleri vardı ki  bu  muhatabını öldürmeyi de gerektiren genişlemenin,  gaspın, talanın “  politik merkezle, iktidarla  kurulan ilişkiler sayesinde  –  işte bu nedenle aşiretler Osmanlı’da koşar ayak Hamidiye Alayı, Cumhuriyet’te Milis Kuvveti  olmak istemişlerdir –  meşrulaştırıldığı  Kürdistan  dahil,  memleketin her yerinde; her köyde, kasabada, vilayette, her evde, her ailede, her aşirette, savaşılan milletten, isyan edenlerden diye konuşurken,  kitabı elimden  alıyorsun  ‘ düşman görülen aşiretten,   eşkıyalığa,   talana  baskına gidilen yerdekilerden  birini,   namus için bir kadını öldürmüş;  yasama, yürütme, yargı yetkisini tekeline almış  erkeklerin hegemonyasında  herkesin  kıyısından köşesinden “katillik” eylemine ortaklık ettiği zalim,  ahlaksız bir  toplumdur  mevzubahis…’  –‘yalnızca geçmişte böyle bir toplum  mevcutmuş gibi konuşulmuyor mu?  bu toplum hep böyleydi yarın da  öyle  olacak gibi duruyor  zira ‘bak ! iyi dinle, Cibranlı 2.inci  Hamidiye Alayı basmış  Rakasan köyünü, çatışmada  onlardan   3,  biz Mala Feranlardan  Hüseyin’le   Selimé Ağaé’nın  yeğeni    İbilé Mustafaé  ölmüş;   ‘gördün, nasıl tepeledik Mala Feranları.Sırtımızı  Gori’ye dayayacağımızı düşünmemişler, güle oynaya gidiyorlardı ki, duman oldular’– ‘Keke, keko, zannedersin Zülfikar, taktı koluna dokuzluyu Talo Mustafae Zeynel,  Hz.Ali gibi dağıttı hepsini’ – ‘ tek başına, elinde mavzer  Zeynelé Faki, mezrede  Cibranlı  Eliyê Safê’nin evini basıyor,  karşı koyanı kim var, yok  öldürüyor,  malını, sürüsünü   kattı önüne köye getirdi. Keyfi yerindeydi  Eliyê Safê öyle de eşek, insanlar ellini  daldırıp bakmaz  diye altınlarını da kesenin içinde ahırdaki tezek yığının, bok çukurunun   ortasında saklamış. O ne bilisn ben, kaçın kurasıyım ben, bırakır mıyım?’ yorumlu baskınlarda en çok düşman  öldürenin,  ganimet getirenin, emeğe, mala çökenin  kahraman ilan edilerek; Milli (Mıllan)lı  İbrahim Beyin;  Cibranlı Mustafa’nın , Karkapazarlı Hasan’ın,  Hormekli   Velié ve Selimé Agaé’ların, Hamidiye Alayları komutanı Halit beyin, onca  aşiret mensubunun can almalarını, talan ve gasplarını ve tecavüzlerini ‘ aşiretin devamı , bekası için   başka yol mu vardı? mecburlardı yoksa  düşmanları onları   öldürecekti’ normalleştirilmesinde, af edildiği, kadınlarının da; eşkıya, çete lideri, alay komutanı, asker, milis, kaçakçı babaları, kayınbabaları,  kocaları, erkek kardeşleri, amcaları veya  dayılarının; erkeklerinin   güçlü, kuvvetli, sağlıklı  olmaları için kendilerin harap edecek vaziyette didinip, bakımlarına ihtimam göstermeleri,  yaptıklarını desteklemeleri, gaddarlıklarını kabullenmeleri bir nebze de olsa anlaşılabilinir  ama Osmanlı’nın “katli vaciptir”liğinin Cumhuriyet’te  devamıyla, kestikleri düşman kellesini Padişaha  sunanlar, Dersim tertelesinde  kesik  kafataslarıyla fotoğraf çektiren  askerler gibi  can almış, ocak yıkmış  onca tetikçi;  Alpdoğan, Kırcı, Çatlı,  Yıldırım’a, Ağar’a   gösterilen ilgiye, yaptıkları vahşete gösterilen  müsamahaya, kutsanmaya  akıl sır erdirmekte zorlanıyorum diye yakınıyor, anlayamıyorum diyorsun ya bazen, cevap belki de   Bob Dylan’ın;

“The answer, my friend, is blowin’ in the wind

 The answer is blowin’ in the wind

 Cevap rüzgarda esiyor dostum

 Cevap rüzgarda esiyor”

 rüzgarında,  yine de  anlatayım sana tane… tane sadece Bilal’e  değil  Joe’ da anlatır gibi. Demiyor muydun, her evde, ailede bir katil vardı ve hala her evde, ailede  potansiyel bir katil adayı bulunuyor. Demek ki katillik adeta  bir meslek,  itibar vesilesi sayıldığından herkeste  katillerle birlikte  yaşamaya,  onlara hizmete alışkın,  bu kadar basit  ! konuyu, irdeleme, uzun uzadıya Carl Gustav Jung,  Freud, Doğan Cüceloğlu tahlilleri yapma, gizli saklı   gerçekleri  arama ihtiyacı “çöp” demiş miydim  bende,  diye düşündüm,  ‘kırmayayım seni’  demiştin,  bak ! kadın katili Velié Agaé  yazdım ki dört,  tane ev damı gelinini de karı diye almış’– ‘nasıl olur? ’– ‘yiyecek ekmeği zor buluyordu insanlar, herkesin evi yoktu Gılo;  anne, baba,  kardeşler eşleri, çocuklarıyla aynı ev damında birlikte  yaşıyorduk. Ev damında kardeşlerden, amca oğullarından kim ölmüşse,  kalan onun eşiyle, karısıyla evlenmiş. Bu katilde  ev damında kim  ölmüş,  onun eşini almış.  Kadın katili Velié Agaé uzun yaşamış evlendiği Ermeni bir kadın da var; Akçik.  Bunların (Ermenilerin) sürülme fermanını çıkaran  Osmanlıda,  Cumhuriyette  ve hâlâ,  yüzyıllardır  devleti,  aşireti, aileyi yönetenler yanlış  icraatları, stratejik, politik, siyasi hatalarıyla yüzleşmektense başarısızlıklarının, hatalarının sorumluluğunu, suçunu başkalarına atmakla yetinmeyip düşmanlaştırma ve ötekileştirmeyle pürü pak dolanma gelenek haline getirildiğinden,  I.Dünya Savaşı, 1915 Ocak Sarıkamış yenilgisi, Şubatında da  Rusların Varto’yu işgali,  geri çekilen Osmanlı askeriyle birlikte göç yollarına düşen onca  Kasmanlı, Badanlı, Muskanlı, Zengenli,  Gımgımlı, Muşlu  tebaanın bitaplığının,  Sarıkamış yenilgisinin, Rusların ilerleyişinin  öcünü almak için  piyasaya sürülen yüzyıllara devrettirilen ‘Araplar arkadan vurdular, yenilmedik biz, Almanlar yenildiğinden  I. Dünya savaşında  yenik sayıldık” versiyonlarından  “Ermeniler Ruslarla ittifak halinde, İstanbul’da isyan çıkaracaklar” ; “Kürtler düşmanla ittifak, Şeyh Said isyanı”;  “İngilizlerle anlaşan eşkıya Seyit Rıza öncülüğünde Aleviler,  Dersimde,  Cumhuriyete baş kaldırdılar ” ; “hainler, nankörler, eşkıyalar, teröristler, komünistler, anarşistler, düşmanlar  dört bir yanımızı sarmışlar” toplumsal  paranoyaklıkta; eğer bunca  düşman varsa,  ortada  sorun da  var demektir bağını  kurup; uzlaşma, anlaşmayla çözmeye kalkışma  yerine –bu bazen bir  ideoloji, düşünce,  bazen etnik köken, mezhep, bazen  muhalif   kişilik,  bir parti;  aşiret, aile içinde  anne, baba, amca, kardeş, karı, koca, evlat–  işaretli  düşman, hain  ilan ettiklerini suçlayarak, hedef tahtasına koyarak, uzaklaştırma ya da radikal  çözüm ortadan kaldırma, yok etmeyle  sorunlarını çözmeye odaklı bu coğrafyada; bir milletin devletinin olmasını istemesinin yasaklanmasının,  suç kabullenilmesinin   de sorgulanması gerekirken, diyelim ki Ermeniler Osmanlıyla savaşan Ruslarla – Ermeni devleti kurmak isteyen  Taşnak, Hınçak cemiyetleri,  Armenakan partisinin üyeleri arasında işbirliği yapan, destekleyenler olmuştur da…bunların işbirliğinin moda deyimle  “ihanetinin” bedelini anavatanında günlük rutinini sürdüren, hiçbir parti, örgütle ilgisiz – 1856’ya  kadar ağır  cizye  sonrasında  bedel-i askeriye ödeyerek askere alınmayan; sevmemenin, düşman saymanın  hadislerle serbest bırakıldığı  ehl-i zimmet görülen Hıristiyanlar, okumaya, yazmaya zanaatkarlığa, ticarete  yöneldiklerinden Yahudiler ve Rumlarla birlikte  ekonomide  ağırlıklarını  kullanarak iç çamaşırı, giysi üretimi, kumaş dokumacılığı, boyamacılığı,  terzilik, çuval, teneke, güğüm, bakraç, çizme, ayakkabı, kemer, soba imalatında  kuyumculukta, demir, bakır işlemeciliğinde,  taş  ustalığında, çömlekçilikte uzmanlaşarak, ün kazanarak  servet  biriktirmiş–  çoluk  çocuk dinlemeden Ermenilere,  ödetmenin,  evinden barkından ederek  cezalandırmanın;  sevgiden, insanlıktan  nasiplenmemiş öz biçarelik   taşıdığını algılayamayan, insanlıktan, medeniyetten uzak devlet yapılanmasını gözler önüne serdiğinin  farkındalığına bile varılamaması yüzünden güzel ve huzurlu geçmeyecek  yarınların; adaletten, insani değerlerle uzaklığının da ,  göstergesiyken; savaş yenilgisi, ekonomik bunalım, idari başıbozukluk, gücü gücüne yetene  şartlarında çare her zaman ki gibi, yine, devlet yönetme geleneği; ortadan kaldırmada, düşmanlaştırılanın malına çökmede, talanda  bulunduğundan;  23-24 Nisan 1915 Kızıl Pazar (Garmir Giragi)  gecesi, İstanbul’da (Kostantineyye’de)  Ermeni aydınların  tutuklatılması; 27-30  Mayıs 1915  tarihlerinde  Meclis-i Mebusan’ dan çıkarılan Tehcir Kanunuyla   “yerel mülki ve askeri yöneticilere, uygun görecekleri kişileri geçici olarak başka vilayetlere nakletme yetkisinin   süresiz  verilmesiyle”   Ermenilerin  tehcirinde izlenecek yolu, yöntemi belirlemek için kurulacak Tahkik Komisyonlarında yer aldırılan  askerin, aşiretlerin, eşkıyaların, serbest bırakılan mahkumların,  hangi mıntıkalarda  görevlendirileceğine;  kimin gözetiminde hangi yollardan tehcir merkezlerine götürüleceğine, mallarının nereye konulacağına, nasıl bölüşüleceğine, elden çıkarılacağına dair işlemleri düzenlemek için; adını Yunan mitolojisindeki aşk , güzellik tanrıçası Aphrodite’nin  Ermeni mitolojisindeki temsilcisi su, güzellik, aşk tanrıçası her gece ovasındaki Aradzani (Murat) nehrine yıkanmaya indiğinde,  gençlerin kendisini seyretmek için tepeye toplaştığını bildiğinden   fark edilmemek için  ovayı sis (Mışuş)le kaplatan tanrıça Asdğik’in sisli ovasından almış “sancaktaki bütün Ermenilerin savaş bitene kadar geçici olarak  Diyarbekir’e gitmeleri gerektiği” emri  gönderilmiş  Muş sancağında da; Osmanlı sınırları içinde her vilayette, sancakta, kasabada, köyde olduğu gibi Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin  valisi, kaymakamı, paşası, mübaşiri, odacısı; İttihat ve Terakki Cemiyeti, Teşkilatı Mahsusa mensupları, yöredeki aile, aşiret liderleriyle yapılan toplantılar neticesinde,   yetkilendirilenlerden; Cibran aşireti liderlerinden Saidê Nado gibi “ehl-i zimmetin malıdır bu, ümmeti Muhammed’e helaldir, vurun gavura, Allah adına, Allah-ü Ekber ” nidalı atlılarca köyleri basılan, bazen   içinde hane halkı  varken  evleri, samanlıkları, ahırları ateşe verilen  – ortaçağ Avrupa’sında da  görülen  evleri, insanları, cadıları  diri diri  yakma; 1993’de Sivas’ta Madımak Otelin de tekrarlandığında, toplumca  dehşete düşülmemesi de  acaba bu yakmalı, yıkmalı geçmiş yüzünden miydi?– malları, hayvanları yağmalanan, kadınları tecavüze uğrayan, kaçırılan  Ermeniler  hemen katledilmeye başlandığında; 1915 öncesinde Osmanlı’da Ermeni milletinin Nuh Tufan’ını andığı su serpme bayramı  Vardavar’ın kutlandığı  28 Nisan Pazar günü  Muş’taki Ermenilerin  de büyük kısmı   öldürülecek ya da   Aradzani (Murat) nehrinde boğdurulacak, Diyarbekir,  Elazığ yolunda telef olmayıp  kendilerine ayrılan;  Talat Paşa’nın  tehcirden on ay önce Meclisi Mebusan da   “…bu muhacirleri dedikleri gibi, oralara gönderip çöllere serpecek olsaydık, oralarda cümlesi açlıktan öleceklerdi…” itirafını ettiği,  tarihe  bir milletin yok edildiği yer  kazınan Suriye Deyri-zor (Deyru’z-zur) çölüne ulaşanlar da bir deri,  bir kemik  hastalıklarla boğuştuğunda;  adının anlamını, kim tarafından konulduğunu hiç  merak etmeyip  yıllar, yıllar sonra ilk yerleşimi başlatan  Ermeni Prensi; Ermenice gül, Zazaca da  vare-to (senin yaylan) anlamındaki Vart-an yerine 1923’ de TBMM onayıyla  Varto denilen,    Gımgım   Kaymakamının da; muhtemelen; mahallelerinde, köylerinde  topladığı  ‘çoluğunuz, çocuğunuzu yanınıza götürebileceğiniz eşyalarınızı  alın,   güzergah boyunca (kurda kuzunun  teslimi) o tarihlerde  adı  Aşiret Süvari alayı olarak değiştirilmiş Hamidiye Alayları, aşiret atlıları, askerler refakatin de, Devlet-i ‘Aliyye’nin sizlere tahsis edilen  yerlere  göçeceksiniz, ‘ talimatını verdiği–  edebiyatta gerçekçiliğin babası   Balzac’ın  “her büyük servetin arkasında bir suç gizlidir”   ifşasının,   Osmanlı’da sürekli zuhuru;  istila,  sefer, baskın, savaş da, kavgada mala, mülke el koymayı, yağmayı, talanı resmileştirip sonrasında da alay edercesine  “çok söz yalansız, çok mal haramsız olmaz “  literatüre ekleyen ataların da  gözünü diktiği– Ermenilerin herkese pay edilecek büyüklükteki mal varlıkları;  o güne  değin  husumet, düşmanlık   gerekçesi mezhep farklılıklarının   alt satırında gizlenmiş duygu, düşünce ; aşiretin, ocağın sınırını genişletecek topraklara, mensuplarını zenginleştirecek mallara  çökme olduğundan; sürekli  kavga, çatışma, çekişme  içindeki ehl-i zimmet dışındaki her tebaa,  tarikat,  aşiret, her mezhep, her kesim, köken, din   gibi  Kürdistan’da ki  Kürt, Türk, Çerkez,  Alevi, Sünni  aşiretler; Cibranlılar,  Hormekliler, Lolanlılar, Hıranlılar vs.  anlaşmazlıklarını anında bitirip  ‘hepimiz ümmeti Muhammed’iz, her aşiret, cemaat, tebaa kendi köyü, kasabası , civarındaki  Ermenilerin arazilerini, mallarını  alsın, paylaşsın, kimse diğerininkine  el atmasın’ defacto  uzlaşmayla, tehcirin uygulanmasını  tetikte beklerken; ‘yeni bir ses, insanca bir çığlık arıyorduk, kaybolmakta olan bir memleketin sahipsiz şehrinin, sahipsiz sakinleriydik çünkü’ çaresizliğindeki   zengin  Ermeni aileleri;  Muş’lu Keşişyan, Mezrigyan, Baduhasyan, Amriğyan,  Varto’lu Simo Korki, Arp, Gırp, Agi, Makar’ları  ‘korurum…koruruz’  vaadiyle evlerine alıp  altınlarının, paralarının, mücevherlerinin yerlerini öğrenerek el koydukları, bir kısmını da   devlet yetkililerine teslim edecekleri;

 evlerinden, dükkân ve mağazalarından aldıkları  menkul mallar; mobilyaları, çamaşırları, giysileri,  ziynet eşyaları; yüzükler, bilezikler ve  kolyeleri, âlet edevatları, silahları depo kullanacakları Kiliselere, konaklara, büyük binalara istifleyecek;Ümmeti Muhammed ‘in ilgi alanı olmadığından yüzüne bakılmayan müzik âletleri, piyanoları isteyene bedava veren  paşaların, tabur, alay  komutanlarının, askerlerin,  valilerin, kaymakamların, aşiret liderlerinin yağmalarından  geriye göstermelik bıraktıkları malların   satışı için kurulan  komisyonlar aracılığıyla –“bir Ermeni’nin kütüphanesinde ki 30 ciltten oluşan Fransız eserlerini  50 kuruşa (9 DM)” ;  değerli halıları, kilimleri, ipek giysileri, vazoları, bakırları, gümüş sigara tabakalıklarını 2 mecidiyeye– yine kendileri tarafından alınması komedisinde ki  satıştan elde edilen  gelirde eğer mahallinde  iç edilmemişse devlet hazinesine  aktarılırken,  18 deveye  yüklü malları  başka yerlere,  paye-i tahta   götüren kervanları  izleyen  yetkisizlikten  yağmaya katılamamış halkın  ‘ bre vicdansızlar, deyyuslar bu nasıl bir aç gözlülüktür,  azıcık da  bize  bıraksaydınız,  ye ye …al al doymadılar,  ne var ne yok  hepsini toplayıp, yüklediler,  götürüyorlar ’ sitemi, buza yazılı bir yazıydı.Sıra  taşınamadığından götüremedikleri,  talan edemedikleri gayri menkullere geldiğinde;  koca mecliste tek bir mebusun “….beni kolumdan tut, köyümden dışarı at, malımı mülkümü de sonra sat, bu hiçbir vakitte caiz değildir”  karşı çıktığı, 13 Eylül 1915’te kabul edilen  “Geçici Müsadere ve Kamulaştırma Kanunu”yla “Emvâl-i Metruke”  terk edilmiş mal tanımlanan Ermenilerin tüm  gayrimenkullerine,  arazilerine, çiftlik hayvanlarına, evlerine el konulacak ancak, dünyadaki gelişmeler, İstanbul’un işgali,  Osmanlının yıkılışı yüzünden  tamamlanamayan dağıtımın, bölüşümün devredildiği   Cumhuriyet’i kuran  kadroların,  sivil askeri bürokratların;  1950’li yılların ortalarına kadar kendileri, çevreleri tarafından el koyduktan sonra  arta kalan  “Emvâl-i Metruke”lerde; yönetimi  desteklemelerinin, işbirliği yapmalarının mükafatı olarak kağıt üzerinde  üç, beş kuruşa satışını gösterdikleri mezhep, etnik köken, cemaat, tarikat, aşiret ve ailelerin   temsilcilerine  bölüştürülmesinden Varto’da ki müttefikleri  Mala Feranlar da nasibini alacaktı.

Annenin bıçak yarası  “53’de o kış zamanı   amcam  bu pisliklerle uğraşıyormuş  Varto’ya gitmiş,  arsayı üzerine tapulamak için….’ kızgınlığınıni; Kuziklin M. Halité Halité’n ‘ vala bra, Eliye İbo (İbrahimé Alié)  parasını aldı, cebine attı, sonra  ben sizden  300 değil, 200 metrekarenin parasını aldım dedi. 200 metrekareyi tapuladı  ’ şikayetinin,  yetmişli yıllarda  ölüm döşeğinde oğlu  İbrahim’e ‘laoo… keke ma, oğul  ben  sağken, Gımgım da derezalarının  sattıkları arsanın tapusunu al,  yoksa   Eliye Uso’yla (Hüseyiné Alié),   Eliye İbo (İbrahimé Alié )  benden sonra, sana çok zorluk çıkarırlar. Üstelik istediklerinden bir kat daha fazla para;  500 TL.  ödedim onlara a o Eliye İbo’ya ’ dediği yeğeni  (İbrahimé Alié )  Eliye İbo’nun da  ölmeden  oğullarına ‘Gımgım’da apé, amcam  Hasané İbrahimé Talo’ya  sattığım, parasını aldığım   arsasının tapusunu vermeyi unutmayın, adamların hakkıdır’  vasiyetler, silsilesinin nedeni; bir zamanlar “Varto’nun Sesi” gazetesi matbaasının da bulunduğu önce Hükümet sonrasında elbette Atatürk adı verilen caddedekileri de kapsayan; hizmetleri karşılığında devletin  yasallaştırma adına   cüzi bir paraya sattığı aralarında Lolanlı Kocadağ’lar,  Hormek ağları, beylerinden Haydaré Zeynelé ile  adına tapu kaydı hazırken,  bir rivayete göre  ödemede bulunmak üzere Varto’ya yola çıktığı gün  öldürülen Efendi; Mehmeté Şerifé Alié’nin, hakim çıkacak  oğlu Mehmeté Şerifé’nin  iki amcasıyla işbirliği halinde  üzerine  geçirttikleri  akrabalarına –amcaları (Hesene)  Hasané İbrahimé Talo’ya, amca çocuğu  Alié Haydaré  Süleymané ( Sılıman)’a, M. Halité Halité–Varto’lulara parsel, parsel sattıkları, aşiretinin devletle  ilişkilerini sağlamlaştırmak için her şeyi  denemiş, yapmış Efendi’nin kız çocukları  ve  de ‘biz çalıştık, seni okuttuk, müfettiş yaptık… şimdi Kasman’a  tapu girmiştir  takip etmek için bize  vermen gerekir’ bahanesiyle alınan vekaletnameyle  hisselerini  üzerine geçirerek  kardeş okutmanın ( ağabeyliğin)  bedelini  ödettikleri küçük  kardeş  Hasané Alié’ye , amcasına , babası eliyle gerçekleştirilmiş düzenbazlığı; devrimci ahlakının bir köşesine ‘babam, piyi mi, İbrahimé Alié her sene iki teneke kavurma, bal, dorak, peynir gönderiyordu , üzerine tapu ettiği hisselerin karşılığında’  savunmasıyla   sığdıran  “Ermeni Tehcirini” kınamış  devrimci dayın Hikmeté’ İbrahimé gibi  devrim, demokrasi  mücadelesi vermiş, hapiste yatmış, yargılanmış  ailenin solcu, devrimci, ilerici  kesimi; amca çocuklarının, yeğenlerinin   bir daire, bir dükkan için  birbirleriyle kavgaya tutuştukları, düşmanlık besledikleri şimdilerde  üzerinde dört  bloklu apartman, 8 dükkanın bulunduğu   “BİM” sitesinin yükseldiği  dönümlerce arazinin  sahibi Ermeni Tehciri kurbanlarından  1949 tarihli  tapuda “  …  ermeni milletinden hazineye intikalı” ibaresinde adı geçirilen Simo Korki Veladanı Hovikden’di. ‘Dedelerimiz 1700’lerde Darabi’den Kasman’a, Badan’a, Emeran’a, Zengel’e gelip yerleştiklerinde, gördüğün  bütün bu araziler; Emeran’da  hala  sahiplerin adıyla anılan  Selimê İsaê’nın  üzerine tapuladığı mergệ Agi (Aginin çayırı), Agoy, mergệ Markar, Gırp, Geyri, Bejan… Kasmanda İbrahimệ Talo’ya  ait  mergệ Hope, mergệ Seterıj çayırları, Alié  Dılmış (Eliye Dılmış) ‘ın üzerine evini kondurduğu 200 dönümlük merge Eliye’de,  Osmanlı’dan önce de bu topraklarda yaşamış, yerleşmiş  Ermenilerindi. Gulo, gulamın a, ma bu Dılmışlar; diğer aşiretler  gibi kavgacı, dayanıklıl değildiler,  çatışmaktan korkarlardı.Babam  Çene Küçükağa’ya ‘ eree Emine demiş, ben bilirim amcam Xallo (Halil) İbrahimệ Talo beni öldürür’ .Dediği gibi de olmuş  sonrasında zamanın başbakanı (Şemsettin Günaltay) gibi;  pirika mı   babaanne Fidan desem, kadını boş yere suçlamış olurum, okuma yazma bilmiyor.A o amcam Hüseyin’in eline geçti, o da işlerini halletsinler diye  Varto’daki devlet  büyüklerine  gösterecek  zaman  kadar e inde tutup sonra oraya buraya bir yere atmıştır,   öyle kaybolup gitmiş başsağlığı telgrafı  yollamış’ Cumhurbaşkanı   İnönü’nün  1930’larda ,  ‘Ankara’ya gel, burda yerleş,  milletvekili  yapalım seni’  teklifini  ‘ errr bavemın Şerif, bu deden Talo’nun   topraklarını kime emanet edeceksin.Sen, hepimizin gözü kulağı,  eli kolusun, aklından öyle bir düşünce geçirme, burada  bizim sana ihtiyacımız vardır yoksa bu Cibranlılar, bakma sen şimdi böyle süklüm püklümler yarın… mahvederler’ nasihatinde bulunarak,  red etmesine sebep olmasaydı; bugün kim bilir  hangi mevkideydi, üstelik de belki de yaşıyordu. babam pirine, haddinden fazla, çok düşkünmüş,  önemli davalarından önce  illaki  Emeran’a gider, duasını,  görüşünü alırmış.  Ölümün ardından  yazdığı

“Ne geceler ona misafir kaldım,

Yıllarca onunla sevgiye daldım,

 Muhabbet dersini ben ondan aldım.

Gitti bu illeri viran eyledi.

Dolaştı gökleri seyran eyledi.

Benimle yaşadı gezdi dünyada.

Göçtü gitti gözüm kaldı arkada.

Hasretinle kaldım cevrü cefada.

Gitti bu illeri viran eyledi.

Yaktı dostum beni püryan eyledi.

İçin için ona ağlar yanarım,

Yıllar geçti hala onu ararım.

Her yerde benimle gezer sanarım.

Gitti dostum yurdun viran eyledi.

Dolaştı gökleri seyran eyledi.”

mısralarının  acısını ifadede kifayetsiz kaldığı Hanesli’nin kocası Piro  Seys  Süleyman (Sılıman); Karer’de ki çe tekyadan  (dede ocağından) iki, üç hanesiyle göçüp  yerleştiğinde   E(A)meran’a , mezarlığın yanımda  içinde  kara meşelerle çevrili bir korunun da bulunduğu tepede, altında deré  Mengelî’nin aktığı mergệ  Eliye’nin manzarasına büyülenir. Cumhuriyet’in ilanı sonrası bindokuzyüzotuzların sonu, kırkların başına doğru ‘bra a ordan  ot getir, hayvan açtır ‘  talimatını verdiği kapı önüne  bağlı atı  Zülfikar ‘ı  seyreylediği   geniş  balkonda,  saçlarıyla uyumlu  siyah beyaz kırçıllı takım elbisesini tamamlayan  siyah  kravatı,  yeleğiyle  oturduğu   kürsüde, pantolonun paçalarını içine koyduğu  siyah çizmelerine   elindeki  siyah kırbacıyla  vururken  ‘bra  Şerif ! Efendi ! bu Eliye Dılmış’la  konuşsak,  mergệ Eliyenin bir kısmını bana satsa, genişçe bir  hanem olsa. Görüyorsun işte, artık bu ev  geleni, gideni,  talipleri kaldırmıyor, küçüktür, yetmiyor. Mergệ Eliye Emeran’dan  köylüden  uzakta,  sessiz, sakin,  çok da güzel, yemyeşil  bir yer. A o kavaklar, göğe değecek kadar uzun, korudaki kökleri  toprak üstüne çıkmış, geniş bir alana dağılmış,  yüzyıllık  meşe’nin altına atılır bir masa; Haydarê Zeynelê’, Aliê Haydarê  Selimê de haber yolladık mı ?Oofffff  mergé Eliye de  bülbül sesleri, çiçek, çimen kokuları arasında  demlenir, coşarken,  eline de aldın mı defterini, kalemini , yazarsın

 “Gel sevdiğim, sende benim gibi yan

 Benim içimde

 Gözlere görünmeyen

 Fırtınalar

 Gözlere görünmeyen

 Kasırgalar vardı

 Ben bir dağ değil

 Bir alemdim.

 Ne bildim rüyada yahut bidârim “

gibi bir beyit daha. Ben sordum, soruşturdum bra,  geçenlerde Gımgıma indiğimde Hükümet Konağına da gittim, baktım mergệ Eliye’nin   tapusu da ortada yok, kimin üstünedir belli değil. Ermenilerin  malı değil mi mergệ Eliye ? Kimsenin malı elinden alınmış olmayacak’’ diyen Seys Sılıman da  – yolda gördüm, biri düşürmüş aldım, ben almasam başkası alacaktı bak ! nasıl da güzel bir gözlük…kalem…saat…cüzdan… telefon… anahtarlık… atkı… eldiven…şemsiye…aaa on kuruş, beş para diyerek bulduğuna, çaldığına çökenin , bir süre sonra  çöktüğünü, çaldığını unutup malıymışçasına  sahiplendiği, koruyup, kolladığı  başına bir şey geldiğinde  ‘saatimi… anahtarlığımı…telefonumu …cüzdanımı kaybettim, üzerine su, çay kahve  döküldü işe yaramaz, çok üzüldüm’  tıynetin de,  çöktüğünün, çaldığının sahibini bilse  teslimini istemeyen – binlerce insan gibi mergệ Eliye’yi satsın diye, pirinin ricasını kıymayıp   elçi gönderdiği Selimê İsaê’ye, Eliye Dılmış’ın  ‘ baooo Efendi’ye söyle, yanımda yeri herkesten  apayrıdır. Gönlümdeki  ağırlığı her daim  fazladır.Ona sevgim, saygım sonsuzdur  ama  mergệ Eliye, bana dedemden kaldı, yadigardır.Ortada bir şey yok,  durduk zamanda niye satayım?’ sitemi  ‘Eree Keko, Eliye Dılmış, sende, bende biliriz mergé Eliyenin  sahibin’ –‘ A  orda dur Selimê İsaê ağa !  Sende bende, bütün bu civar da bilir buradaki araziler kimindir. Fakat o vakit biz yollamamışız Ermenileri,  Osmanlı, idare gönderdi. Ben mergé Eliye’yi almasam , başkası,  özellikle de sen,  orayı da  alırdın’  –‘ Eree Eliye, deden rahmetli Hesene Çor hepimizden   erkenciydi. Daha köyden çıkmadan Gırp’lar, gözlerinin önünde çevirdi çayırın etrafını, hanesini  getirdi, yerleştirdi. Ama sende bilirsin buranın tapusu  üzerinde değil, yıllarca  ektiniz,  biçtiniz  iyi  mahsul aldınız, ot sattınız kazandınız. Şimdi  Eliye Dılmış, ağa ma , sana yalan demem, Seys Sılıman burayı çok beğenir , çayırın  bir kısmını ona ver, sat yoksa bu iş hükümet kapısına kadar gider, zararlı çıkan da sen,  olursun. Efendi diyor ki gelsin  bu işi  iyilikle, rızasıyla halledelim’ konuşmalarının sonucunu   tahmine gerek var mı? Var diyorsan okuyucu,  mergệ Eliye’de çıkan  yangının telef ettiği, ahıra,  ev damına  tüfeklerden atılan  kurşunların , çığlıkların  karanlığını deldiği gecenin sabahında, yangından kurtarılmış üç, beş parça  eşyalarını, çocuklarını, kadınlarını  yükledikleri  kağnı arabasını takip eden  at ve eşekleriyle  Eliye Dılmış’ın,  aşiretinin   Karlıova yolunda görülmesinin haftasında;  200 dönüm arazinin Seys  Sılıman’a tapulanmasının ardından yüzyıllık  meşenin altında  toplanmış  Haydarê Zeynelê,  Romiê Selimê ’li  dost meclisinde;,

“kurulmuş Kalçıkta  bir meclisi mey,

 İnletti bahçeyi sazlar ile ney.

Gönüllere neşe vermişti bade.

Zamanın geçişi gelemezdi yâde.

Gönüller birliği meclisi sardı,

Sâkinin elinde döner peyâl e.

Herkes, her şey dalmış neşe sürura.

Mehtap , yıldızları boğmuştu nura,

Bulmuştum bu bağda ebedi hayat.

Sanki gelmiş bana haktan teminat”

 şiirini huşuyla okuyan Efendi’nin,

“Yanımda arkadaşım gene bizim Haydar.

 Ben Haydarı çok severim

Çünkü o bir âlemdir

O bir gönül, o bir demdir”

 ithafını ettiği,   birlikte  vakit geçirdikleri, herkes gibi  Ermenilerin  altını, parası peşindeyken, terk ettikleri evlerden  Voltaire,  Balzac,  Hugo, Rousseau’nun kitaplarını toplayıp kendine  kütüphane kurmuş,  Farsça   bilen bu  Aliê Haydarê  Selimê; dünya yetişilemeyecek hızda değişirken anlamıyorum demiştin sende,  okuyucun gibi İlhan’a, yüzyıllardır  pek çok ortak değeri, kökeni, kelimeyi, geleneği paylaşmalarına karşın insanların bugün dahi mezhep farklığını öne çıkarıp  birbirlerini yabancı kılmalarını. Mezhebi farklı köyler arası çatışmaların ortasında, Mala Feranlıların tarihinde önemli yer edinen   1905 yılında  Emeran’a 13 km. uzaklıktaki  Karlıova Karkapazar’a  sefer düzenlenen, “Kızılbaşların katli helaldir“ fetvalarının  verdirildiği Osmanlı İmparatorluğu, geride kalmış gibi geliyorsa da, demişti O’ da; Osmanlı’nın mezheplerle, etnik kökenlerle  çatışmasını, ötekileştirmesini yineleyen  Cumhuriyet, yüz yaşında bile değil yani olgun sayamayız. Demem o ki,  demokrasi, insan hakları, adalet eksikliği tamamlanıp, eşit yurttaşlık, hesap verebilirlik  gerçekleştirilmediği  müddetçe, müesses nizamca geçmişte olan bugünde, yarında birbirini ötekileştirme, düşmanlaştırma yoluyla devam ettirildiğinden, toplumda da ‘bizimkiler… sizinkiler’ ayrımında,  bireylerin mezhepsel, dinsel, dilsel farklılıkları öne çıkarılacaktır.’ –‘ bu ayrım ruha, kana işletiliyor.Annem, bir yere gitsek “nerelisin?” dense hemen “Muş, Varto” der,  ardından alelacele ekler ‘Alevim’ . İlk başlarda  mezhebini açıklamaktan korkar ‘Varto’luyum’ der,  karşı taraf anlasın isterdi. Sonra baktı ki,  Alevilik; laiklik, ilericilik ve medeniyetle özdeşleştiriliyor,  “Cumhuriyet kadını”  ilan eyleyince kendini, bir  güven geldi ki  sorma’ demiştin sende, ‘benim annem de öyleydi diye atılmıştı teyzen  Sara’nın oğlu  Sırrı, eve biri gelsin güvenilirliğini  “şarê ma” (bizim insanımız)’la tasdiklerdi, fark ettin mi ? Bizimkiler   “a o Tirk ‘a (Türktür), a o Kurmanca (kurmancdır),  hatta aynı dilin farklı şivesini konuşanları bile  “a o lolıja, Dılmışa ”  keskin hatla kendilerinden ayırır, “öteki” , “yabancı” yerine koyar. Alevilerin ekseriyeti Zazaca konuştuğundan  Kurmanc lehçesiyle konuşanları  “Kurd (Kürt)  “Kurmanc”la,  Sünnilikle özdeşleştirirlerdi.Pirika mı, babaannem Kurmanj(c)’ın Aleviliği yanında bizimki Alevilik sayılmazdı,  bir Aleviden  daha çok Alevi ritüellerini, adetlerini yerine getirirdi ama  ölene kadar Kurmanj’lıktan kurtulamadı; dewa ma Kasmandakilerin odağında ki ‘“a o Kürt”lerin  saldırısına uğradıklarını sonradan öğreneceği Hınıs’da bir köyden geçerken, silah sesleri  üzerine mavzeriyle yanlarında siper alarak çarpıştığı, püskürttükleri çatışma sonrası Babaguş ailesince  ‘Hızır gibi yetişip, Hz. Ali gibi dövüşmeseydin, kim bilir ne halde, kimin arkasından ağıt yakıyorduk. Kimlerdesin, nesin, necisin bilmeyiz. Senin gibi  cengaver bir adamımız, damadımız olsun isteriz’ övgüsüne mahzar kılınmanın hediyesi Hıdıze’yle evlenmişti. Güldüğünde ağzında parıldayan iki altın dişinden gözün alınmadığı, hep takım elbise, kravatla dolaşan Cumhuriyet’in  ilanı sonrası bir ara Üstükran (Çaylar) nahiye  müdürlüğü yapmış, iki kızı ama erkek çocuğu olmayınca Hıdıze’nin üzerine yeğeni Doğanê Romiê Haydarê Selimê ‘le evlenen Zengel’li  Yusufê  Mahmutê’n  kızlarından  Zozan’ın kardeşi Hakife’yi kuma getirmiş, yedi oğlan, altı kız çocuğunun marabalığıyla tarla, tapan, hiç bir işle uğraşmayıp  zamanını  Palakada  Kuran, kitap okuyarak, Efendi’yle  at sırtında dağ, taş, köy, şehir gezerek  geçirmiş,  her yerde   ‘bu hiç bizlere benzemez, aksinin tekdir aklından ne geçer belli değil’ diyerek kızdıkları, sevmediklerini açıkça beyan ettikleri  kardeşleri Aliê Selimê ağa, altmış  yaşında,  amcaoğlu  Aliê (Eliye) Mahmutê’dı öldürdüğünde ‘biz dereza Eli’ye Mahmudu  boşa sevmemiştik’le  haklılıkları  kanıtlanmış saymış Aliê Haydarê  Selimê’le, Romi’den, evladı Belkız’ı  katletmiş  Veliê Agaê’dan akrabasını öldürmüş   Aliê Selimê, Hüseyiné  Mustafaé,  Veliê İbrahimé Talo’dan habersizliğinde ‘oyyy bu Talo ailesi, çe Talo , Mala Feranlar felakettir.Bu soy…bu soyun, mayası bozuktur.Kardeş kardeşi, amca yeğeni  vurmuştur,  ben ne yapayım?’ yakınmasını  doğrulayan  olayların   yaşanmasından   öncede    ‘çene…çene, kız…kız  eskiden çe Talo’da    ‘köpek  akraba, ata ararsa (isterse) amcasını kurt, dayısını tilki sayar’ derlerdi.Errr, Mala Fero(an)lar, kadar birbirlerine düşman sülale   dünyada  bulunmaz.Ele, yabancıya iyidirler,  kendilerini yer, kul  etmişlerdir. İlk başlarda Gımgım’a geldiklerinde  göçebelikten bıkmış bir kavim,  bir yerde  kök salmak istediklerinden  birlikte hareket etmişler –yoksa her aile, aşiret, cemaat, tarikat, parti ve  örgütte olan  karşıtına düşmanlık– hanede hoşlanmadığına, düşüncelerini iplemek istemediğine, gıcık olduğuna için için kin gütme, tahammülsüzlük gösterdikleri akrabalarına, ev damındakilerine de kan kusturmuşlardır.Öyle ki birbirilerine düşmanlığın,   Hormeklilerin aşiret içi kollarından Feranlıların  Cibran aşiretinin  Halilanlar;  Pircanıjların da Teymüranlarla  işbirliğini yaşayarak gördüğünden , her sabah yataktan kalkar kalkmaz ilk iş  ‘Hz. Mevlana bile dayanamamış da “köpeklerin kardeşliği aralarına kemik atılıncaya kadardır”  demiş. Hego, Hego; Allahım, Allahım sen !  önce evdeki dosta fırsat verme, sonra dışarıdaki düşmana ‘  duasını ettiğinden bir gün   ‘ daye … mayemı?   insanın dostu  ne yapar ki? böyle dua ediyorsun’   yüzünde büyük bir  acı ve üzüntü, bana ’  oyyyy yavrum… çene ma…kızım, kızım  evdeki dost  fırsat bulsa,  düşmandan beterdir. Onun için Allah dışarıdaki değil önce evin içindeki dost görünen, düşmandan korusun hepimizi’ ne kadar  doğruymuş söyledikleri,  aile içi çekişmesi sonunda babamın amcası; Cibran lideri kaymakam  Mahmut beyin de akrabası tarafından öldürülmesi gibi onlarca  olayı duyduğumdan, yaşadığımdan boşuna mı diyorum  ben bunların  annesiyim, kimse evladı için  kötü şey konuşmak, düşünmek istemez ama Allah kimseyi benim çocuklarımın düşmanı etmesin, ablalarıydın sana  neler yaptılar, görmedin mi?’  uyarılarını dinlemediğin yıllar geçtikçe;  amcanın yeğeni, yeğenin  amcayı, kardeşin kardeşi  vurduğuna, öldürdüğüne tanıklık edilen ilişkiler yumağında; aralarında birinin  bir adım öne geçtiğini, devlette, toplumda sevgi  ve saygı gördüğünü  fark ettiklerinde aynı koşullarda yetiştiklerinden, yaşadıklarından  belki de  ‘bra, keko neyim eksik, aklı  benden fazladır? boyum, posum yeter’   psikozunda   “istemezük”la ayaklanmakla kalmayıp ‘ o ayrı, ben ayrı, ayrı düşünüyoruz… ona baksan  ailenin lideri, büyüğü. O kim ?  olacak şey mi ? ona gelen kadar şey var ? filanca  dururken, aile adına konuşmak  ona mı kaldı’ aşağılamalarla, ihbarlarla ön kesen, öldürmeye varan düşmanlık, nifak tohumlarının  geleceğe intikaliyle ortada birlikte  hareket eden bir sülale de  bırakmayan  Mala Fero(an)lar birbirilerini yiyip bitirmişler ya’yla  hak verdiğin anneni; çok geç anladığını, değişmesinin yaşanan ülkenin yönetim biçimiyle orantısının  göz ardı edilmeyeceği insan doğasında var olan  hırs, iktidar, güç, kudret, nefret, intikam,  aldatma, kavga içerikli  duygular  yüzünden,  birbirlerine  üstünlük sağlama peşinde, kimsenin, kimsenin  gözünün yaşına  bakmayacağı, her   insan diğer bir insanın, her kesim  diğer bir  kesimin ( akrabanın akrabasının, ebeveynin evladının, evladın ebeveynin, komşunun komşusunun, yönetenin yönettiğinin ) kuyusunu kazacağından hep bir  kavga, kaos, anarşi, vahşet  halinin devamında cennete ya da   cehenneme dönüşen hayatta kalmak, kendini korumak  için her şeyi yapmayı olanaklı kılacak egemenlik, iktidarı ele geçirerek  karar alma, verme, kazanma  savaşında,  onbinlerce yıl, hatta yüzbin  yıl öncesi, yüzyıllar sonrası için de geçerliliğine inanıp, ‘ne kadar da doğru’yla  tastiklediğin  “homo homini lupus; insanın insana  kurtluğunda”    birbirilerine  saldıracakların, saldırılarını   önlemek adına ; bir daha  geri istemeyecek kaydıyla; bir araya gelip yapacakları toplum sözleşmesiyle haklarını devredecekleri kurumdan– hak  devrinin asırlar öncesi  dinlerin, biat kültürünün etkisindetek adama, tek yönetime; Peygamberlere, Halifelere, Padişahlara, Paşalara, aşiret, parti, örgüt liderlerine; hacılara, hocalara,  erkeklere  yapıldığı Ortadoğu coğrafyasındaki  toplumlarda çoktan gerçekleştiğini bilmeyecek  yabancılığından yeni bir şeyin keşfiymişçesine– bahsettiği Leviathan eserini  iki asır sonra okuduğunda  ihtimaldir ki  haklarının devrini ‘ne diyon kardaşım ? önümüze koyduğun çözüme bak ! insanın vazgeçemeyeceği  tek şey özgürlüktür… özgürlük‘  çığlıkları atarak,  kağıda kaleme sarılan Jean Jacgues Rousseau’ya,  özgün  kuramlarını  geliştirmede yardımcılık  ettiğinden meşrutiyetin, mutlakıyetin  ateşli savunucusu 17. yy İngiliz siyasetçisi, felsefecisi Thomas Hobbes beyciğime,   dünyayı yerinden oynatan  Fransız devrimine ilham ve imkan  kaynaklığından  saygılar, sevgiler  sunarak….

….eyyy bu romanı yazan yazarcığın ordan oraya  atlayan dimağından yorulmuş çaresiz okuyucu; kabul edersin ki her zaman ve hâlâ birbirinin kanını içmeye, entrikaya, doyamamanın ‘hele bakın şuna, daha düne kadar adı, esamesi  okunmuyordu’  kıskançlığı, göz karartıp her şeyi yakıp yıktırdığından, zalimleşenler  için  ‘ana, baba, evlat,  kardeşin; akraba, amca, yeğenin  bir şey ifade  etmediğinin  gözleneceği geçmişlerini irdeleyebilselerdi…yüzleşebilselerdi   Cibran, Çarekan, Haydaran, Hasenan, Lolan, …, …, ve  Hormek  aşiret liderleri, ileri gelenleri; çatışmayla, savaşla birbirlerinin kanını  dökeceklerine, onlarca mensuplarını kaybedeceklerine, illaki  bir gün gerçekleşeceğinden  ‘bilmez misiniz?  bunlar  bir gözükür arkadan da birbirlerinin altını oyar, kuyusunu kazarlar, bu  her zaman böyle olmuştur.Onun için sabır…sabır,  seyredin ve bekleyin .Görün , bakın nasılda kendi kendilerini imha edecekler. Yalnızca sabredin’  öngörüsünde  had safhaya ulaşacak çekememezliğin, lider kavgasının sonunda  rakip  aşiretin kendi kendisini yok etmesini  bekleyeceklerdi. Niye bu kimsenin aklına gelmedi şimdiye kadar?Bu ‘yalnızca sabredin’  yöntemi sayesinde bir bakmışsın  aşiretler, devletler  arası kavgalar, savaşlar da sona erivermiş, sana da   Nobel Barış ödülü kazandırırmış ! pek bi akıllıymışsın Adam Smith, John Stuart Mill, Kapital’i yazmış Marx’ın, sosyolojinin babalarından  Auguste  Comte, Max Weber, Saint Simon’un mezarından ters dönmesini beklemeden tek satırda  ‘ geç  bunları anam, babam geççç’  yazarak  devam et ! birbirlerini öldürecek kadar nefret yüklü, kindar Hormekliler  arasındaki  kavgaların, küslüklerin, çekememezliğin sonucu,  onca olaydan  yalnızca  biriydi  Aliê Selimê’n  altmış  yaşında yeğeninin  katili olması. İnanması zor,   aralarında hiçbir nahoşluk  geçmediği, somut bir zarar görmediği  halde  sırf hoşlanmadığından, beğenmediğinden, nefret ettiğinden; bu gerçekliği bilmene rağmen  bu şaşırmış halin niyedir eyy okuyucu ! olumlu, olumsuz bir şeyini görmediğin halde, nedensiz hiç mi  sevmedin birini, hiç mi  nefret etmedin ? Bazen    ‘bana bir şey yapmış değil ama ısınamadım, sevmiyorum, gıcık oluyorum, onda, beni rahatsız eden bir şey var, çözemiyorum, şimdi bunu sana nasıl ifade edeyim ki, benim hayatımda yanında konuşmaya, cümle kurmaya çekindiğimiz şair Cengiz, işte tamda  öyle biri. Adam   Dil,  Tarih’ten mezun, gerçekten şiir yazıyor, editörlük yapıyor,   anladık birikimlisin, entelsin  de  ama kardeşim ; “ki” ,”ve”, “da”, “de”  bağlaçları, hayatın neresine ne anlam yükler,  ondan  vazgeçtim; kendini okulda Türkçe , edebiyat  dersinde hissettiren, konuşmayı keserek ‘cahil, önce de, da , ki’ nin  nasıl kullanacağını  öğren,  sonra  görüşlerini anlat’ düzeltmeleri, kurduğun  cümleye müdahale yok mu?  Sınavda ya da önemli bir toplantıda, konferansta  değiliz ki konuşmamıza dikkat edelim, alt üstü yürüyor ya da bir yerde oturmuş kahve içiyor, şunun şurasında sohbet ediyoruz, niye limon sıkıyorsun  be adam ! Günlük , spontane konuşmada dil bilgisi kurallarına riayet mümkün mü? Hayır, gereği de var mı?Mesleğini  editörlüğü, karakterine iliştirdiğinden, günün yirmi dört saati noktaya, virgüle hatta noktalı virgüle uygun  Mücap Ofluoğlu tonunda, ağdalı, ağır teatral  konuşması, off, yeminlen, yazarken bile  baydı. Twitter, Instagram   ergenliğinde, sadece kendinin değil  karşısındakinin de  sürekli tetikteliğini sağladığından,  dostluğu, sohbeti  eziyet çekmekten başka bir halta da yaramıyor. Geçen gün konuşma sırasında mesleğini icra etsin diye  bile blle ‘nalet ’ dedim,  anında  baş öğretmen edasında ‘ancak nalet değil tabii o lanet…Allahın köylüsü’ – ‘ düştün tongaya? bilerek ‘nalet ’i  kullandım ’   – ‘ vaayyy , sahibe,  beni sınıyormuş’ alaylamasıyla gerginliği yumuşatarak, kendini kurtardığını sanacak çapsızlıkta,  dikine dikine vuruşuna karşı çıkılınca da,  sıkıntıyı yaratan değilmişçesine “n’apıyım ben böyleyim işte,  sen bilirsin…‘ restinde; kırıp dökmesinin, yargıçlığının, yaptıklarının  ‘benden ancak bu olur, bu halimle sev beni’ şımarıklığında, kimseye  göstermediği hoşgörüyü başkalarından  bekleyerek, bir nevi  mikro dokunulmazlık isteyen Cengizlerin çokluğundan  sıkıldım da, ne yazık  memlekettin dört bir yanı, bu sinir bozucu karakterler, tiplerle çevrili. Halbuki hepimizin parlayan, parlatılan yanları  gibi karanlık, izbe yanları da olacaktır. Ama işte ‘şuyum buyum, editörüm…, .., ’ kibri soğutucu etkisi yaptığından  şair Cengiz’den uzaklaştım bende, artık insanların, karşısındakini  yaptıkları, düşünce ve tavırlarıyla yaralayıp sonra da  “ben buyum” diyerek sorumluluktan kaçıp kurtulmalarına geçit de vermeyip yontma, tıraşlama, ayar verme yöntemlerini devreye koymalı’ diye  düşündüğünü bilmediğinden, doğalmışçasına  ‘ akşam Birhan Keskin’in toplu şiirlerini okudum, notlar aldım, esinlendim sabaha bir şiir yazdım’ anlatımına devam eden sen, auteur editörüm; (esinlenildiğini iddia ettiği dizenin  bire bir kopyası olan ) başkasının dizelerinden yaratımından çalıp sonra benim dizem , eserim, düşüncem denileni, bildiğin  “intihali”,  “esinlenme “ adlandırıp,  emek sarf etmeden  kendini bir yerde konumlandıran araklamanın direkt söylenmeyip kibarlaştırıldığı günümüzün trendi esinlemeci  şairlerinden, yazarlarından  olabilirsin ama en sevdiğim şiirlerden  Gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da gider…”in  yaratıcısı,  beğenmediğini  söylediğinde  narsistliğinden emin olduğum  Ahmet Telli  gibi bir şeyler kanıtlama zorunda hissettiğin   meslektaşlarından biri değilim  onun için ağzımızdan çıkan her sözü düzeltme alışkanlığın hoş, doğru değil ’ diyebilecekken,  günlük bazen  bir saate sığan ilişkiyi bozup da , başıma yeni bir sorun daha açmayayım… doğru, tahlil,  sen bir şey dersin,  o cevap verir,  alta kalmamak için sen… kayıkçı kavgasına dönüşmesin diye sustum, bende, ‘zaten bu tip  karşısındakini; duruşu, bakışı, oturuşu kalkışı, konuşması, vurgusuyla irrite eden, sinir bozucu karakterler; sevilmemelerini kesinleştirecek özelliklerini  kimyam uyuşmamış, elektrik alamamıştım, altıncı hissim hiç yanıltmadı  beni ’yle  göze sokarak, haklarındaki olumsuz, kötü düşüncelerden dolayı ‘ öyle değilse, ya yanılıyorsam’ ikircimliğini de sonlandıracaklardır. Diyeceğim o ki, aslında bir insanı, nedensiz sevmek de, sevmemek de bildiğin  peşin hüküm; her birimizin bilgisi, kişiliği, inanışı, kültürü, yaydığı enerji farklı, ilk anda aurayı tutturmuşsak   kaynaşıyor, seviyoruz, tersi durumda  öteliyoruz, tanışmak dahi istemiyoruz, bu yüzyılda galiba en akıllıcısı  “poker face”  takılmak  böylece tahmin edilemeyecek sürprizlerle karşılaşıldığında şaşırmaz, duygusal suiistimallerinden  korunulabilinir diyerek konuya dönelim,  auraları  tutmadığından amcaoğlu Alibegê  Resulê’de, derinlere gizlenen  “Anadolu irfanı”lı köylülüğün içinde yaşayan psikopatlık; kin güttüğünün, sevmediğinin  tarlasına, ağaçlarına davarını salma,   hem hasmına çok zarar vereceğinden, hem de  sadece bir kibrit, çakmak  gerektirdiğinden kolay eylem; evi, mekanı,  tüm yılı aç geçirtecek senelik rızk; harmanı, herkes ancak kendisine yetecek kadarını   topladığından eğer  diğer köylerden  alacak durumda da değilsen,  kimse  kimseye de vermeyeceğinden tek çarenin  eldeki mali satmak olacağı kışlık yem; otları, samanlığın konduğu ahırı  yakıp kül etme için  Kürtlere anlaşıp samanlığının yandığını görünce elinde mavzer yangının etrafında dönüp duran Aliê Selimê’n;   dumanı, ateşi   fark edip toprak atarak söndürmek için  kaptığı gibi kapı önündeki küreği yardıma koştuğunda Hasanê Aliê’den boşanmış,   çene Hayderé  Zeynelê Türkan’la evlenmiş  amcasının oğlu Gazié (Memişé) Alibegé ‘baoo,  Emin ! sen misin?’– ‘apé, apo benim, ben Memişe, yangını söndürmeye…’ cevabının   duyar duymaz mavzeri  üzerine doğrultup ‘bırak! bırak! yansın’ öfkesinden  korkarak  uzaklaştığında, köy yolunda  karşılaştığı  Eminê (Doganê) Romiê ‘ye ‘keko, bra ! sen gidiyorsun da  amca Eliye Selim deli olmuştur,  bırakmıyor  yangını söndürelim’ – ‘ oyyy, bilmez miyim, apo  Eli huysuzun tekidir, ne yapacağı, kime saldıracağı belli değil. Valla gitmeyecektim em–ma   senin karı,  Zeynep   eve gelmiştir   ‘kalk git, amcandır, büyüğündür, dardadır, birbirinizi sevmeseniz de kötü gününde yanında ol’ deyince…’ –’ doğru demiş  fakat o vakit bırakmadı, az daha beni öldürecekti’   derken , az ötesinde, hiç alakasının  bulunmadığı yangını söndürmeye koşan Aliê (Eliye) Mahmut’du ‘eroo, errr Eliye Mahmut, yaktın,  utanmadan söndürmeye mi gidersin, kimi kandırıyorsun?’ hıncıyla  karşılayıp mavzerini  ateşleyerek öldüren, az biraz hapis yatıp,  afla dışarı çıkan Aliê Selimê’nin baş rolündeki bu vaka öyle yıllar önce değil 70’li yıllarda yaşanıyor, yine pusulayı şaşırdın  ey yazarcık ! anlaşılan elinden  , klavyenden çekeceğimiz bitmedi eee sonra ne olmuş? Sonra, efendime söyleyeyim,    Ermeniler Emeran’dan gönderilince  sadece Eliye Dılmış’ın değil,  çocuksuz  Alta Ga-borj’ un  arazisine de  el konuluyor. Ga-borjlar vardı…yok artık diyorsun içinden Aborjin çağrışımına şaşarak,  Aborjinlerin akrabası falan mıydı bunlar? Kardeş, aklın kesiyor mu, 18. yüzyılda kıtalarına yerleşen İngilizler’in katliamına uğrayan, topraklarından edilen Avustralya yerlileri Aborjinlerin, öldürülmemek için  kaçıp   da  kıyım, katliam şahı Osmanlı’ya, Türkiye’ye sığınacakları? A bu Ga bizim dilde öküz demektir, bunlar çok önceden İran’da yaşarlarmış, Hz. Hüseyin Kerbela’ya giderken, geri dönmesine mani olmak için  beyaz  öküzlerine binip arkasından gelip, yolu kesen kabile bunlar işte. Arkadan vurdukları, ihanet ettikleri  Ehl-i Beyt’in katlini sağlamışlar, nasıl olmuşsa bir şekilde gelip Emeran’a yerleşmişler, Sünniler,  Ermenilerin yanında barınmak için de  Aleviyiz demişler, bir şey bildiğimden değil,  ben öyle diyorum  arazileri  yok tabii bunların,  Çepanik yaylasına çıkıp oralarda bir yerleri ekip biçiyorlar. Bunların başı Sisi Ga-borj çok fenaymış, fesatmış, mal, hayvan, silah için Hamidiye Alaylarından  Cibranlılara  muhbirlik  (istihbarat)  ederek 40 Hormeklinin, Mala Feranın öldürülmesine sebep olmuş’ – ‘o koşullarda, küçücük bir yerde ispiyonculuğu nasıl becermiş, fark edilmeden?’ – ‘ ‘Mala Feranlardan  Mustafa yarın Üstükran’a  yağ almaya…satmaya gidecek ‘ haberini atla ya kendisi  götürüyor ya da biriyle yolluyormuş.Ertesi gün Üstükran yolunda mavzer atışıyla öldürülüyor Mustafaé Alié. O zamanda yeter ki elinde bir  silah bulunsun, Padişah da sensin Paşa da. Osmanlı koca İmparatorluk  Yemen’e uzanan, her yerde muktedir değil ki,  kolunun uzanmadığı yerlerde nizamı, intizamı  ağalara, beylere, paşalara, çetelere, eşkıyaya  bırakmış, silah yasağı ? hak getire,  eşkıya, çete her yerde, evler, ahırlar, mağaralar, taşların, samanları, köprülerin altı  silah, cephane yığını çünkü  insanların kendilerini, ailelerini, mallarını, mülklerini  koruyacak  başka çareleri yok, kime güvenecekler, yeter ki paran olsun, evini cephaneliğe çevirirsin. Hormekliler, Mala Feranlar da   Ermeniler vasıtasıyla  mavzer, tüfek  satın aldıkları gibi çatışmalarda, eşkıyalıkta, baskınlarda yaptıkları talanda  ele geçirilen “ganimetler” de var tabii. Her ev silah deposu, 1921’in  7 ve 8 Ağustos’unda  ‘halk elinde bulunan lüzumlu bütün silâh ve cephaneyi üç gün içinde teslim etmeli. Bu emre “cins, mezhep, sınıf ve meslek ayrımı yapmaksızın” herkes uymalı. Yoksa, İstiklal Mahkemelerinde asılacaklar.” ibareli on maddeli Tekalif-i Milliye emirleri yayınlanıyor,  Cumhuriyet’in  ilanıyla  da “senet karşılığı”   alınan  silahların bazıları   sonrasında   “hatıra” olarak sahiplerine teslim ediliyor ki bazı  köylerde, duvarlarda asılı duran, camlı büfelerde görünen “mavzerler” işte  bunlardır. Bu Alta’nın kocası …’  –‘ Alta kadın mı? ben erkek sandım’ –‘ kadın tabii, kocası Boke’nin  parası da, malı da çok. Adam   ölünce  malın, mülkün tek sahibi Alta Ga-borj bir süre sonra Kuzik’ten Kameri Sılı Kılı’yle  evlenince,  geçmişteki husumetleri bitirmek için  Hese Ga-borj,  birkaç akraba ile  1928 doğumlu oğlu,  Ali’yi de yanına katıp   kirvesi  Efendi’nin evine çe Taluya gidecek ‘ kirvem, bilirsin  Alta’nın arazisi dedelerimizden Boke’nindir. Evlenince, arazilerimiz hiç emeği yokken Kameri Sılı Kılı’ye geçti, bu haktır? Üzülüyoruz, artık  bu işi saf edelim kirve’   ‘halledeceğim’ sözünü veren Efendi; Mehmeté Şerifé Alié, başlığına  ‘Muş Dağlarında bir hatıra 9/9/1936 Vali Tevfik Gürün işe başladığı günler. Eski Muş yeni baştan yapılıyor, mektepler konaklar, sular, hamamlar . Yer yer kaynaşıp duruyor’  notunu eklediği;

 “Bir Sonbahar Günü;

  Unutma O Günü;

  Hava Durgun,

  Güneş Yakıyor;

  Çarşı Pazar Bütün Kaynıyor;

  O Gün Pazardır;

  Halk Dinlenmek İçin;

 Bağlara Köşklere;

 Gezmeye Çıkıyor”

dizelerini yazdığı Muş’a gidiyor, Alta Ga-borj öldü gösterilip kütükten düşürülüyor, böylece araziler yeniden kirve Ga-borjlara geçiyor. O günlerde Kimsenin haddine değildi;

“Yeşil pınarın başında;

 Haydar bir şişe açarak;

 Bize bir kadeh mey sundu;

 Çarşıda gördüğümüz;

 Sıcağın ve susuzluğun;

 Yorgunluğu geçmemişti;

 Bu susuzluk ve yorgunluk bize:

 Kerbelânın sıcak çölünde- Üç gün susuz kalan İmam Hüseyin’in;

 Dertlerini hatırlatmıştı;

 Iztıraplar haddini aşıyordu;

 Yekpare olarak Haydarla Mersiyeler okuyarak;

  İçimizi hakka yakarak;

  Kanlı yaşlar akıtarak;

  Ebediyete gidiyorduk.

 Biz o çağlayan dere ile Kerbelâ çölünde

 Hakka yetmiş iki kurbanını susuz veren şehitler şahına

 Dolu selamlar gönderdik.

 Dere vecde gelmiş bizimle;

 Akar ağlar coşuyordu”yla

 Allah, Muhammed,  Ali yoluna taliplikte,  ikrar  için  Seyitlerine, musahiplerine  büyük  kıymet biçtiğinden, isteklerini emir telaki edip, yerine getirmek için her şeyi yapacak  Efendi’yi, şikayet etmek. Böyle,  böyle  ülkenin dört  yanında  torpil, rüşvet, hile hurdayla  önceden verilecek kişin belli olduğu  satış ihaleleriyle arazileri talan edilen  “beterin, beterine…” maruz Ermenilere  “100 Kürt bize gardiyanlık ediyordu ve hayatımız onların keyfine kalmıştı. Kızlarımıza gözlerimizin önünde tecavüz etmek onlar için sıradan bir olaydı. Sık sık 8-10 yaşlarındaki kızların ırzına geçiyorlardı, bunun sonucunda birçok kız yürüyemez hale geliyordu ve vuruluyordu. Yarım saat sonra bir grup Kürt’ün Çapağ(k)çur (Bingöl) yönünden bize doğru geldiğini gördük, Etrafımızı çevirdiler ve nehri geçmemizi emrettiler, birçokları denileni yaptı…ve öldüler” zulmü, vahşeti… zalimlik, gaddarlık da sınır yoktu; Ermeni kafilelerini teslim alan askerler  kadınları, erkekleri sıraya koyar, tek tek sayar, üstlerini arayarak; yanlarındaki paralarına,  kıymetli madenlerine,  güzel  giysilerine el koyar, ganimetlei paylaşırlardı;  deme sakın, güçlünün güçsüze mezalimini, rezilliğini,  hukuksuzluğunu yasalmışçasına meşrulaştırma, ellerindekini, avuçlarındakini  çalmışlar, çökmüşler işte. Çırılçıplaklarına kani olunca yüzyıllardı devşirme mekanizması işletildiğinden özellikle  çocuklar ve kadınlara  kafa sayısına göre fiyat biçip başta Kürtler, eşkıyaya, çetelere   , kşm istiyorsa onlara mal gibi  sattılarda. Ağızlarında altın diş ve kaplama olanların  vay halineydi…bir, iki yıl öncesinde, Rus işgalinde  topraklarından, baba ocaklarından göçe zorlanan, çoluğunun çocuğunun cansız bedenlerini zor şartlarda aylarca katettikleri  yollarda  bırakacak acıyla,  zulümle karşılaşıp, çetecilerin, askerlerin, eşkıyanın  saldırılarına uğrayan, bazen yanlarında götürdükleri kızlarına, kadınlarına gözlerinin önünde  tecavüz edilenlerden  değilmişçesine,  günde en az on kez çeşme başında, mala giderken, yayık yayarken, sacda  ekmek pişirirken, meyve, sebze, tar, so, cag, helig mantar  toplarken,  ot biçerken,  harman savururken karşılaşıp konuştukları komşularına, tehcir  yoluna dizilmeden   ‘dakıla mı, gıle  Besime, başımıza ne gelir bilmiyoruz. Bunca   kap kacağı yanımızda götüremeyiz,  süt, ayran kaynatmak için  ödünç istiyordun, başkasına gitmesine gönlüm razı değil gel, al bu kara kazan artık senin.Süt, ayran, dare  kaynattığında, su ısıttığında beni hatırla, yeter. Geçen sene Garo,  bu kahve takımını İstanbul’ dan getirmişti, bunu da al. Nasılsa birileri  alacak, önceden ben  dağıtayım dedim,  ailenizi   severim. Veyvi  Güle’yle, Selbiye’ye de haber yolla,  gelin bakın,  işinize yarayanı alın, sandalye, masa… a o gaz lambaları, kandiller, güğüm. Canımızı, çoluğumuzu çocuğumuzu  kurtarma derdindeyiz’le eşyalarını taksim eden Ermenilerin, gözyaşları içinde kapılarına kilit  vuramadan terk ettikleri  evlerine, köylerine, tepelere, dağlara, yaylalara, deré  Mengelî’ye  dönüp, dönüp  bakmalarını; böyle bir  fırsat  her zaman ele geçmez fikrinin  aceleciliğinde uçsuz bucaksız arazilerine,  eşyalarına,  giysilerine el koyma, sahiplenme sabırsızlığında ‘de haydi, gidin artık’ mırıldanmalarıyla seyredip  Emeran’dan, Zengel’den , Muskan’dan, Badan’dan , Mengel’den  …,  uzaklaşmalarını, gözden kaybolmalarını beklemeden; katır, eşek, at ve kağnı arabalarının azlığında, yana alınamadığından geride  bırakılan,  evi ev yapan; karyola, somya, tel dolap, kazan. sandalye, masa, güğüm, leğen, süpürge,  bardak, çanak, o kargaşada  çocukların bir kenarda  unuttukları müzik kutuları,  bez bebekler, oyuncak arabalar,  romanlar, okul kitapları,  işlemeli  kapı tokmaklarına varıncaya kadar, tehcir kararını duydukları andan itibaren  önceden gözlerine kestirdikleri  yükte ağır pahada hafif ne varsa;  ‘ ma ben sana söylüyorum keko, Mısto ağa, bak Gırp’ların evindeki kazan,  leğenler benim, Korki lerin  büfeyi, içindeki tabaklar  Zerif’in, kimse elini sürmesin. A o  Garo’ların kara bir kazanı vardı, gözüm ondaydı,  onlar gitmeden eşyalarını çe Mehmeté  Müminé  verdiler. Eliz’in giyindiği kadifeleri, elbiseleri  çe Selimé  götürelim sonra  paylaşırız. ’ açgözlülüğünde,  yağmalama sonu, el konulmadık hiçbir pas geçmeme peşinde, define avına çıkıp altınlarını, mücevherlerini, paralarını  gömdüklerini düşündükleri evlerinin,  Kilislerinin, tarlalarının kazılmadık yerini bırakmayıp göç yolundaki Ermeni kafilelerine (askerlerin, çetelerin, eşkıyanın bulamadığı)  mücevherleri, parayı bulmak için refakatçi askerlerin önünde saldıracaklardı. Öyle bir başına buyrukluk, öyle bir çapulculuk, öyle bir kendi hesabını kendin kesmeydi ki,  talana  katılmayan, kenarda, kıyıda  duran  tek bir Allahın kulu olmayacaktı, ‘bu Ermeniler;   Ruslarla birlikte Piro Dergi ocağının  bulunduğu a o Serçuk’ta harman yerinde erkekleri  toplayıp  birbirine bağlamış, tek, tek kurşunlamışlar; piroları, dedeleri, kadınları, çocukları  bir eve yığıp  ateşe vermişler. Çene Eliye Rıza;  Zerde, o da  lojına saklanmış, epey bir zaman sonra  bacasından tırmanarak  ev damına çıkmış ki  ortada  ses, mes yok. Sabaha kadar orda, damda bekliyor, sabah bir bakıyor ki harman yeri ceset dolu.Oyyy nasıl  gavurlar  !  az insana kıymadılar. Düşmez kalmaz bir Allah, ne hale düştüler,  a o öldürdüklerinin  intikamını alma sırası bize geldi’ anlatımıyla da sadece savaşta tarafşar arasında yaşanacak  zulmü, hak ihlallerini  düşman sayılmış kesim  yapmış da kendileri ellerine hiç silah almamış,  tek bomba, top, kurşun  atmamış, hiç Ermeni, Rus öldürmemiş,  zulme, ihlale yeltenmemişçesine vicdan ve  acıma ve adalet kırıntısını da  sıfırlayıp, iftiraları yüzünden  cezalandırılmayacaklarını da bildiklerinden  tehcir günlerinde  Emeran’da Agaê Hüseyinê ‘nin hizmetlileriyle  baskına gittiği  Markar’ın evindeki yedi Ermeniyi  mergệ Agi’ye götürecek ellerine tutuşturduğu   kürekle  mezarlarını  kazdırdıktan sonra, fazla mermi harcamayayım tek kurşunla hepsini  halledeyim diye tek sıra dizerek mavzerini ateşleyecekti. Anda ölmeyen, ağır yaralanan   acıyla kıvranırken , güç bela  ‘Üso’ya decal lo, bir  daha sık, öleyim’ yakarısında ki Agop’u  ‘a o pis canın için kurşun harcamam’la   canlı, canlı  mezara itip,  üzerine toprak attırtacaktı….

….Ahhhhh Gulame, Gulamı…daye gurbane; ben, sana daha ne anlatayım,  mergệ Agiye bir Ermeni kafilesi götürüyor, emrindeki askerlerle Salo jandarma…adamın adıydı Salo, jandarmaydı,  Salo jandarma, Salo ekser diyorduk biz. Kız kardeşler; Lara,  Liza yan yana yürüyorlardı. Lara’nın kucağında sıkı sıkıya sarıldığı  her adım atışında kolunun üzerine düşen sarı saçlarının dalgalandığı iki, üç yaşlarında ki kızı Angel vardı.Hiç unutmam, bahardı, dağlarda eriyen karlar dere  Mengelî’yi  coşturmuştu ki nasıl. Liza ‘bizi öldürmeye götürüyorlar, sen bunu nereye götürüyorsun’la  Lara’nın kucağından aldığı gibi damların üzerine çıkmış  kendilerini seyreden Emeranlıların  gözü önünde   attı dereye çocuğu, sarı saçları  battı, çıktı, suyun yüzünde bir var, bir yok  o kadar, su  aldı götürdü çocuğu. Oyyy yarabbi, yarabbi , Hego, hego  o kadının, o kadının ciğer delen çığlığı…o kadının  kurşun sesiyle biten figanı, dağ ağladı, dağ, değil insan. Şimdi üzerine buğday , mısır , çavdar ekilen  mergệ Agi,  Ermenilerin toplu mezarıydı. Eree bütün bunların, bu zalimliğin yaşandığı bir yerde; kimseden acıma, insanlık  bekleme, hepimiz zalimiz…hepimiz mal , mülk, para  peşindeyiz. Veyvi demişti daha gözleri akmamışken  Gıle Gaare ‘a bu içinde yemek pişirdiğim,  tencerenin sahibi  sana anlatırken aklıma geliyor zaten o yollarda  ölmüştür de.Bir gün Konağın balkonundan, Kasman’a , etrafındaki dağlara, yeşil ovaya  baktığında çene Küçükağa’ya ‘öldüğümde beni  şu karşıdaki (raver’de)  tepeye gömün’ vasiyetli Efendi gibi,   alt tarafında  deli deli akan deré  Mengelî’n sesinin  duyulduğu merge Eliye’de ki  tepede  Seys Sılıman’ın mezarının yanındaki   çayırın ortasında Şilan  diyoruz biz,  kuşburnu; gulame, o Şilan ağacı halen de ordadır  tam orda,   Ermeni Nare, kucağında  üç, dört yaşlarında çocuğuyla kaçarken  Salo eksere  rastlıyor, öldürüleceklerini anlamış ‘ Allah rızası için önce beni öldür…bana bu acıyı yaşatma’ , gaddar ki ne gaddar   eskere Salo’dur bu,  almış Nare’nin kucağından çocuğu, kurşunlamış,  görenler diyordu   ki kurşun sesiyle  sanki semaha durdu Nare,  yere çökmedi, çocuğunun kanlı cesedinin etrafında döndü…döndü, yanına düştü, a o Salo, onunda işini tek kurşunla bitirdi. A o çayırın üstünde İlkbaharda bazen beyaz bir kuş,  bir şey arıyorcasına dönüp durur. O kuş, acısından semaha duran  Ermeni anne Nare’dir, hâlâ öldüğüne inanmaz da arar  durur   yavrusunu.Ta Osmanlı’dan bu yana insanlık dışılıkların  sadistliklerin,  hukuksuzlukların  hesabının sorulmaması, cezai  işleme tabii tutulmaması da zaten olmayan  utanmayı, arı  da ortadan kaldırdığından   zengin, fakir , Türk, Kürt, Sünni, Alevi,  kültürlü, cahil   her kesimin, emek sarf etmedikleri halde aazanmış, almışçasına gayri Müslimlerin mallarını paylaşmalarındaki bu hep yapıla gelmiş suç ortaklığı…severliği;  Cumhuriyet Halk Partisi 9. Bürosu tarafından hazırlanan 1939,  1940 tarihli  Milliyetler Rapor’da  azınlıklarla ilgili  “Ermeni’lerin asimile olmayacakları gerçeğinden hareketle mübadele edilmeleri ya da başka ülkelere göçlerinin kolaylaştırılması yoluyla, her gün nispetlerinin azaltılması; Anadolu’da artık bir tehlike olmayan Rumlarla ilgili asıl esaslı tedbir alınması gereken yerin İstanbul olduğuna dikkat çekilerek “ bu hususta söylenecek tek söz, İstanbul’un Fethinin (500.üncü) yıldönümüne kadar İstanbul’u  Rumsuz bir hale getirmektir önerilerini hayata geçirmek – İstanbul’un fethinin 500.üncü yılında yani 1953’te değil de, iki yıl sonra uygulanan şiddet, yağma, saldırılarla Rum nüfusu  azaltmak – için  ilmek üstüne  ilmek atılarak hazırlanan  plan gereği ; 1942 yazı boyunca  hemen her gün,  her gazetede  “karaborsacı Yahudi” tiplemeli karikatürler yayınlayıp, gayrimüslimleri  hırsızlık, tefecilik, vurgunculukla suçlayan haberler, yazılar eşliğinde; Başbakanı olduğu ülkenin azınlık vatandaşlarını fazlalık  görme çarpıklığında  Şükrü Saraçoğlu’na  “Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır… Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz…..” dedirten eseri; 11 Kasım 1942’de Varlık Vergisi Kanunuyla – muaf dışılık için Osmanlı’nın devşirmeliğini seçip İslam’a geçenler hariç tutularak  –,  Boğazda ki yalıları, köşkleri, Beyoğlu’ndaki apartmanları, dükkanları   bir gecede ellerinden alınıp  malından, mülkünden, yuvasından  edilen “saf Türk” olmayan   vatandaşların,  Hitler’in Yahudiler için 1940’da yapımını  başlattığı Auschwitz’ine özentili  Aşkale (Toplama) Çalışma kamplarına gönderilmesiyle uygulamaya konulan;  MGK sekreteri  Sabri Yirmibeşoğlu’nun “6-7 Eylül de,  bir Özel  Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.” itirafına nail gayri Müslimler için 6/7 Eylül 1955 günü  bir kez daha, tekrar  zuhur ettirildiğinde; Ermeni Tehcirinde ki gibi İstanbul sokaklarına  ellerinde  silah,  kazma, balta, sopalarla dökülüp kafa, göz yaran,  evlerini, işyerlerini, dükkanlarını yakıp yıkarak “Kristal  (bir günü) Geceyi” yaşattıkları;  belki  dün,  belki de sabah  karşılıklı  kahve içtikler malına,  canına  göz diktikleri  komşuları, tanışları vatandaşları  Rumlardan, Ermenilerden,  Yahudilerden, Hıristiyanlardan  yağmaladıkları  gümüş şamdanları, vazoları,  kol saatlerini,  alyansları, altınları, Fransız porselen  kapaklı sahanları, kazandıkları zaferin taçıymışcasına  ellerinde, çantalarında övünçle taşıyan;  cadde ortasına çömelmiş, topuklu ayakkabı, şık kısa kollu, yakası açık, boyu  dize kadar   beyaz bir elbiseli ipek kumaş yırtan kadınların, takım elbiseli erkeklerin  fotoğraflarının çekilmesinden  utanç  duymamaları, bizati kendilerini sergilemeleri de; herkesin gücüne göre başkasının malına çöktüğü, Ermeni tehcirli talancı geçmişin resmileştirilmesinden, olağanlaştırılmasındandı. Çena…çene boyệ rizayệ Heqiî (Hego) bo (boyeriza hekobo-Allah rızası için)  hadsiz,  hesapsız mezalim, hangi taraf dönsen, sus  artık !    ne kadar  inkara kalkışılsa da bu topraklarda,  hepimizin bir yanı… bir parçası  biraz  Akçik,   biraz Lara, Nare; biraz Agop, Gırpken; senin  biraz  çene Küçükağa, Zelhan, Behıj, Belkıze, annen; biraz İbrahimé Talo,  Memilé Talo, Kemalé Resulé barındıran  parçalarının birbirinden ayrılmaya meraklı ve  kararlı  oluşu , belki de  her kadının, en iyisine dahi lanet okuyacağı bir  erkeğin; her oğlun, her kızın  da bir  babanın…geçmişin  kurbanlığını  bildiğinden miydi ? Onun için miydi HER GİDENİN  ardından da bu hesapsız  darmadağınıklığın, savrukluğun. Ermeniler  tehcir yoluna dizilmeden (Hamidiye) Süvari Alayları komutanlarına, aşiret liderlerine, köylerin ileri gelenlerine,  tanıdıklarına  ‘gidip bakın. İşe yarayacakları, beğendiklerinizi  seçin, alın, nasılsa yollarda ziyan olacaklar’ dediğini duyunca Kaymakamın, çoğu köylü gibi  güçlü kuvvetli, güzel bir Ermeni kadını almak üzere   Kuzik’ten aşağıya  a  o yol (cadde)  üzerine  atımı sürdüm diyecekti; yıllar yıllar sonra torunu Agaé Halité’n   “bizde bir kazan vardı beş teneke su alırdı, beş teneke… onda çorba yapıyorlardı, a o Ermeniler 40 kişiymiş bir evde…” anısını  anlattığı Mehmeté  Müminé. O zamanın vesaiti  kağnı arabaları, at, eşek, kadın, erkek, coluk, çocuk, aha böyle ana, baba günü,  kalabalık,   uzayıp giden Ermeni kafilesine Emeran çıkışında a o deré Mengelî’n üzerindeki köprüde yetiştim. O zamanda tek tük görülen  ordudaki komutanlarla,    zengilerin bindiği (ilk olarak 1895 yılında İstanbul’un tanıştığı) “zatü’l-hareke” otomobil, fayton içinde,  at  üstünde  kafiledeki  kadınları  inceleyen, gözüne kestirdiğini tuttuğu gibi yanına katanlar  gibi bende, yolun kenarında yürüyen güzelce bir Ermeni kadını gördüm, hoşuma gitti, atımın yularını  topladım, yanına yaklaştım , beni fark etmemişti, tek ellimle kolunu tuttuğumda öyle bir sıçradı,  bir feryad… bir figan, yere çöktü  ağladı, sızladı,  saçlarını yoldu, çekti,  yerde taş, toprak  bırakmadı. Kendi kendime dedim  ‘ben bunu alsam, bundan  ne heyr çıkar? Bunun rızası yok, hele baksana ne işler yapıyor, yarın kim bilir ne yapar? Bıraktım.A o ara baktım   Mengel tarafından  bir atlı geldi,  bir kadını kolundan yakaladı, kaldırdı, oturttu önüne,  durmadan sürdü atını,  kadının  derenin çağlayan suyunu yaran, kuşları havalandıran ‘Allahını seversen beni ayırma çocuğumdan’ çığlığı, adamının sırtını yumruklaması, saçlarını yolması, dövünmesi, nafile. Eee be,  zalımın zalımı Velié Ağé hiç bu  fırsatı kaçırır? Akac, köydekilerin  Akçik’i  Ermeni kadını  almış, getirdi çe Ağaya. Kime sorsan ‘ öyle bir karı yoktu idi  dünyada diyordu. O kadar güzelmiş, çookk…çokkk dağ çiçeğiymiş , zeytin karası gözler, dişler inci, uzun sırma saçlar, beyaz ten, boy pos..Amcam oğlundan   duydum,  Velié Ağé’ya hep   ‘yalnız,  bir öpüşüm  dahi yok idi sana …bir bakışımı vermez idim  ama fellek, şartlardan istifade ettin, aldın beni; bizimkilerin altınlarının, paralarının  yerini  biliyorum, gün var ki, gelir  böyle senin ceplerini  altınla, parayla doldururum ‘  diyormuş. Ancak bir türlü… herhalde  hayatının garantisi;  altınların, paranın  yerini söylemiyormuş; öyle de yalancı,  sahtekarmış !!!!. Ermeni tehcirinden on, on bir  yıl sonra, Şeyh Said isyanından   sonra destek verdiği, Milis kurduğu  devletten beklemediği  sürgün kararının   çıktığı Kütahya’ya giderken   Karer yolunu kullanacağından   ‘ben yarın gitsem, Küçükağalar bana ‘ sen  bacımızın üstüne niye kuma getirdin, der,  rezil ederler, bırakmazlar yakamı ’ korkusunda  ‘eee burada, çe Ağada  bırakıp  gidemem de’ yle Akçik’i hulamlarından (hizmetlilerinden)  iki kişiye teslim  ediyor,  onlar da götürüyor, a o aşağıda  Efendi’nin;

 “Hayatın ve dünyanın

  En kötü tarafı…

 Her şey vefasız

Her an hercai…

Tatlı, acı her âlem  geçer.

Her şeyde son, bir ayrılık.

Bu fani pek vefasız meğer.

Bana bak kardeşim Haydar,

Bak bu güzel günümüzde geçti,

Bütün bir ömür, bütün bir hiçti.

Çünkü Böyle imiş-Kanunların hilkatin

Tanrıdaki hikmetin.”

dizelerindeki  ilhamını, sırlarını, Ermenilerin ölü  bedenlerini    Murat’ın sonsuzluğuna  taşımaktan yorgun   sergüzeşt nehir  deré Mengelî’n orda öldürüyorlar. Lara,  Belkize, Akçik ve Nare’nin çektikleri, nesillere duyurulmadan, devredilmeden sumen altı edildiğinden, yaşamamışlarcasına isimleri unutturulup, varlıkları  yok sayıldığından, haklarında tek bir bilgi kırıntısına  da ulaşamadığından, hatırlanmamalarını sindirip,  araştırmaktan vazgeçecekken  amcan Hasanê  Halilê ’n kızı Cemile’nin mentalini zorlamasıyla, ailede  kaç defa evlendiği bilenin bulunmadığı  babanın dedesi Memilé Talo’nun  eşlerinden birinin; deden  Resul’u,  kardeşi  Halil’i,   Elif’i, Gülizar’ı,  Rus işgalinde ki göç sırasında yolda, sadece Erzurum’lu bir aşirete iyi bir başlık parasına sattığı bilinen izi kaybedilmiş  Cevriye’yi doğuranın adının; kesin olmamakla birlikte Şadi aşiretinin kızlarından adı belli belirsiz hatırlanan  Canbek (Canbegiz); diğerinin;  ufak bir bağlantının, ilişkinin devlet katında baskı, sürgün getireceğine, mevki, makama boğdurulacak “makbul vatandaşlıktan” çıkaracağı görüldüğünden ailelerde, aşiretlerde ki önceki kuşaktakilerin  gayri Müslimlerle, Ermeni kadınlarla evlilikleri  gizlendiğinden, kripto Ermenilik, Rusluk, Rumluk, …, …,  ve   Çerkezlikte;  Hormek aşiret  liderlerinden  Selimé Ağé’nın,  pek çok kez yaptığı  başvurular dikkate alınmayınca Dâhiliye Nezareti’ne çektiği son telgraf ‘…kulları Bitlis vilayet celilesi mülhakâtından Varto kazasında Hormek aşâiri olup, mecmû-yı aşiret Hınıs ve Göynik kazalarında bulunan altı yedi bin nüfus şâmil olup, eyyâm-ı sayfda Bingöl cibâlinde cümlemiz haymenişiniz. Şevketlü ve merhametlü padişamız bizim aşiretin etrâfı ve eknâfı cümleten Hamidiye Hafif Süvari Alayları’nı teşkil ederek o nâm-ı âliden hemân biz mahrûm kaldık. Bu ifâdatımızı sem-i humâyûna resîde ettiremediğimizdendir. Alayların teşkilinde şimdiye kadar hemân yüz telgraf keşide etmekliğim ber sâika-yı muhabbet ve uğur-ı meyâmin-i mevfûr-ı hazret-i tâcdari yolunda kurban olmaklığımızın sevdası cüret ettirdi. Yoksa bizim haddimiz değildir ki o makâm-ı âliye arz ve niyâz edelim. Bunun saye-yi ihsânvaye-yi hazret-i hilâfetpenâhide üç alay kulları hazır olup hangi mevkide muâyenemiz emr olunursa esblerimizle müheyyâyız. Lütfen ve merhameten bizi de akrân ve emsallerimiz merhamet-i şehinşâhîye dehâlet ederek arz ediyoruz. Muradımız hizmet ve sadâkattir. Eğerçi bu mârûzatımızı şevketlü pâdişâhımıza takdîm etmezler ise bu kadar ahâli-yi fakir kulları yarın muâkeme-yi kübrada müsebbiblerinin yakasından tutup ihkâk-ı hak buyurulmasını iddia edeceğiz yoksa biz için itibâra şekvâ eden kullardan değiliz her halde muradımızın husûlü içindir bu mârûzatımız son def’a olarak arz eyler…’ de görüleceği üzere; hiçbir Kızılbaş aşiretin alınmadığı, dışında bırakılan diğerlerinin makâm-ı âliyece verilen düzenli maaş ve cephaneliklerle edindikleri    prestij ve gücü kullanarak mal  ve mülklerini artırmalarına,  müdür Kâmil Bey’in  “bunlar aşiret değil Haşerat”  şikayetini ettiği çocuklarının İstanbul’da ki Aşiret Mektebi’ne gönderilmelerine, Ali kıran baş kesenliklerine gıpta edecekleri;   Sultan II. Abdülhamid’e  “Bave Kurda- Kürtlerin babası…”  denilmesinin nedeni  ” idari makamların sıkı gözetimi altında tutacağı Kürtleri; Rusya karşısında güçlü bir askeri siper, İran’a karşı saldırı aracı durumuna getirme  yanında,  azınlıkların, özellikle de Ermenilerin özgürlük hareketlerine karşı” kullanmak amacıyla 1891 ‘de kuruluşu  öncesinde yapılan istihbaratla  biatlarından emin olunan okur yazarlığı meçhul  aşiret reisleri  İstanbul’a davet edilerek, sarayda ağırlanacak “atlılar, askerler “ aşiretten,  her türlü askeri mühimmat, giysiler,  para  da  devletten  şartıyla keselerinde  “Hamid” altınları, omuzlarındaki  albay, binbaşı, vs.vs.  rütbelerine uygun maaş cetvelleri   “atlarının terkisinde  de bir yüzü Kur’an ayetli diğer yüzü Padişah Tuğralı atlastan sancak ve beyaz ipek kumaşa nakşedilmiş ferman… “ la döndüklerinde Kürdistan’a,  artık  koca İmparatorluğun güvenine mahzar merkezi Erzincan, müşir Zeki Paşa’nın başkomutanlığındaki  milis gücü  Hamidiye Alayı seçilen Zirkan, Hasenan, 1200 süvariden dört alaylı  Cibranlılarla, Karkapazarlılarla arazi, yayla, mal anlaşmazlıkları yüzünden sürekli  çatıştıklarından er geç öldürüleceğini tahmin eyleyip oğullarına  ‘bir gün ölürsem silahımı Veli’ye, evlerimi  Ali’ye, aşiretin idaresini Zeynel’e verin ‘ vasiyetini etmiş  beş eşinden  on  oğlan, iki kız sahibi İbrahimé Talo’nun Besse (Besra ),  Nazan, Melek, Şerife dışındaki beşinci, son  eşi, babanın amcası Selim’i doğuran  Behıj (Sadıja)  olduğunu  öğrenecektin.

 

Osmanlı ve Cumhuriyet de akrabaları tarafından veya çatışmalarda   öldürüldüğünden, eceliyle  ölen birkaç kişiden biri olduğundan  Hormeklilerin  ‘Allahın sevgili kuluydu, yatağında ölümü karşıladı’ şükrüyle andıkları Talo(Ali)é’nin, babası Mustafaé  Zeynelé Yusufé  ağa;

–Mustafaê Zeynelé ağa  deyip geçme, yiğit ki nasıl bir yiğitmiş, uzun boylu, iri yarı, ayı ile güreşmiş,   Muş’ta.  Adam var ya eşkıyaymış. Dağlara kaçıyormuş. Eee biz dağlara,  Aleviler hep kaçtık. Tamam. Adam orada, bunu, tutuklayıp götürüyorlar. Oranın –  sancak beyi (mir-i liva), beylerbeyi demek istiyor– Paşasının, önüne,  getiriyorlar.  Paşa diyor ki, sen ormanda   ayıyla güreşen değil misin?  Sen gözü kara, güçlü kuvvetli bir yiğitsin,  ben seni içeri atmam,  sen ne istiyorsan, hediye verip, göndereyim. Muş ovasını vereyim ? Benim salağım demiş ki ben Muş ovasını ne yapayım ? benim düşmanlarım çok. Tövbe yarabbi onun için demiş ben Kasman köyünü istiyorum, o da verdim gitti demiş.Bu aslında dağda gezerken, eşkıyayken  Kasman’a da gitmiş, orda bir çoban varmış adı Kasım’mış. Mustafaya Zeynel’in evi, babanın dayısı, apo Yusuf var ya işte onun oturduğu  evmiş,  ortasında böyle kocaman bir ağaç vardı,  o ağacı herkes gidip öpüyordu, diyorlardı bu ağaç Mustafaye Zeynelindir, bu damın, çe Mustafaye Zeynelin himmeti üzerinizdedir.. Herkes gidip öpüyordu, bir tanede bizim evde, “bon” da vardı.Hiç sormadım niye öpüyoruz diye, hiç….

….çe  Mustafaye Zeynelde, lojının orda,    kalın bir sütun,  direk  ağaçtan kesilmiş getirilmiş, ev yapılınca , çatıyı dengede tutmak için konulmuş,  waye Sara’nın  dediği o’dur diyecekti Aliê Yusufê,  anlatılanın aslı astarı nedir diye sorunca.Bu ağaç,  Kasman’a  ilk gelen, yerleşen  büyük dedemiz Mustafaê Zeynelé ‘ndir.  Diyorlardı  ki her evin bir sahibi, koruyucusu vardır, bu evin  çe Mustafaye Zeynel’in hatta  çe Alibeğin  çe  Taloé’nun’da hamisi   Mustafaya Zeyneldir . Öyle bir  ağaç çe  Talo Alibeğ’de de  bulunur. Bu çe alibeğle, çe Talo aynı ev damıdır, babası İbrahimé Taloé ölünce Alibeğ demişler ama biz hep çe Talo dedik. Basit bir ağaç değildir, ziyarettir, ondan himmet beklerdi ev halkı, öper şefaatini eksik etme üzerimizde derdi. Evet, ayıyla güreşmiş ama Muş’ta değil. Karer’de Darabi’de Bir kız mevzusu yüzünden  yerleştikleri Darabi  köyünü,  düşman kuşatıyor. Günlerce sürüyor bu abluka,   bir türlü Mala Feranların direncini kıramıyorlar.Sonunda  Mustafaé  Zeynelé’le anlaşıyorlar,   köyü terk edin, size hiçbir şey yapmayacağız. Bunlar Darabi ‘den  çıkıyorlar, böyle 500-600 metre uzaktaki ormana  sığınıyorlar. Ama Osmanlı askeri, Emin Paşa kuvvetleri sözünü tutmuyor, talan edip, yağmalıyorlar, köyü. Bizimkiler ormanda Bunlar ormandayken  birden bir ayı karşısına çıkıyorr, güreşiyor,  ayıyı alt ediyor. Güreşirken bu sancak beyi, o zaman bugünün valisi yerinde sayılan zat bu güreşi  görüyor .  Bu adam   ayı alt etti, canını zor kurtardı ayı, çekti, gitti,  biz niye çatışalım diyor, toplayıp askerlerini gidiyor. Aradan yıllar, iki seneye yakın bir zaman geçiyor, Osmanlı  af çıkarıyor.  Mustafaé  Zeynelé’ de gidiyor, teslim oluyor. O kişi Emin paşa, sancak beyi, bakıyor teslim olan, ayıyla güreşen Mustafaé  Zeynelé. Karısına da diyor işte bu sana bahsettiğim babayiğit, sen  nereye istiyorsan orayı vereyim, yerleş. Dedemizde  Kasım korusu, ormanı var. Benim düşmanlarım çoktur, açık alan olmaz, orayı ver diyor. O zaman etrafı dağlarlar çevrili,  derenin ikiye böldüğü  bir çanak  Kasman,  tamamen ormanlık, açık alan olmadığı için, düşmanlarından saklanacak yer olduğu için Kasman’ı istiyor,  içinde bir çeşme,  bir de Kasım diye bir adamın “ kom”u (ahır) var. Gome Kasım derdik,  Palaka dediğimiz tepenin  altındaydı komu.Bunun üzerine  Mustafaé  Zeynelé  topluyor hanesini, çoluğunu, çocuğunu  geliyor Kasman’a evini yapıyor.O koca ormanlık alanı da ev yeri için, odun yerine kullanmak için kese, kese  yok ediyorlar.– Karer’de bıraktığı oğlu Mehmet dışında, kardeşleri Veli’yle Resul’ü Emeran’a, İbrahim’le Mahmut’u  Muskan’a, Ağa’yı da Zengel’e yerleştirdiğinde, Muş;  Erzurum vilayeti Erzincan’a bağlı  bir sancakmış. Ermenilerle,  Hıran aşiretinin elindeki Emeran’a geldiklerinde ( é  harfi telaffuzda ismin son harfine göre Veliye, Selime evirildiğinden) Veliye Mustafaye, bir gün  kalkıyor kimseye bir şey demeden, danışmadan  Erzincan’a Osmanlı’nın Emin Paşasının yanına  gidiyor.Yalan olmasın ya Emin Paşa ya da onun yardımcısı gibi biriyle tanışıyor, dedesi  Zeynelé  Yusuf’tan bahsediyor, orada tabii aşireti  falan biliyorlar  ‘ hayırdır, buraya kadar niye geldin ağa?’ – ‘ben geldim, Emeran’da  biraz arazi üzerime geçirin’– ‘Veliye Mustafaye ağa, o kadar yolu  gelmiş, zahmete katlanmışsın, köyün hepsi sana feda olsun’– ‘yok paşam, yok beyim,  geçinmem için lazım olan kadar yeter’ yine de buna bayağı bir yer tapuluyorlar, o zamanda  arazilerin sınırları  birbiriden koca bir taş, tahta, direk falanla ayırt  edilirdi, Ermeran’a dönünce Veliye Mustafaye ilk iş  tapu edilen yerlere işaret, taş koyunca Emeranlılar  ‘apo hayırbo, a sen buraya niye taş koydun , bu çayır senin değil ki ?’ – ‘benimdir, Devlet-i Osmaniye bana verdi a bu da fermanı, tapum’. Resulé Mustafaé‘ eroo, erooo, oyy , oyy Veliye Musatafaye seninle biz hani kardeştik? Keko, benim arazimi de almışsın’  – ‘bra mı Resule Musatafaye Akil taça zerrîn a herkes sare d’çîn a ( akıl, altın taca benzer, herkesin başında olmaz) sen gitseydin, sen yapsaydın? Aklına gelseydi benden önde koşardın’– ‘Herkesi kendin gibi bilme,  seni kardeş bilirdim , ne bileyim  sen düşmansın, ne bileyim  aklın böyle pis şeylere çalışır ? Haber vermeden gitmiş köyün tamamını  üstüne tapu etmişsin  şimdi de suçlu benim öyle’   tepe attırılınca, herkesin ömrünün sonuna doğru algıladığı gerçeği Albert Camus ‘un  “sizi yıpratan insanlardan sessizce uzaklaşın.”  İfade etmesinden  çok  önce   ‘öyle bir yere gideyim ki  beni yoran, üzen bu kan  bağlarından kardeşlerden, akrabalardan uzakta, bir lokma boğazımdan huzurla  geçsin ‘le fark edip  hanesiyle birlikte  Hormeklilerden, Mala Feranlardan  kimsenin bulunmadığı    Kuzik’e  yerleşen; (uzak ne ki o zaman da aha bu köy değil orası arada bir, iki kilometre var, yok )  Resul Mustafaé  gibi kardeşlerin,  akrabaların   arazi, mal, mülk için birbirilerine düştüğünü   bildiğinden  yetmiş yaşında  hasta yatağında  oğullarına  ‘kendar…kendar (sindor…sindor)  sınırları, hudutları aşmayın, hakkınıza razı gelin. Amcalarınızın, kardeşlerinizin, akrabalarınızın arazisine, malına, mülküne göz koymayın, arazilerin  hududunu değiştirmek kötüdür, bela getirie. Sakın ha! ’  vasiyetini yapan   Talo (Ali)    Mustafaê Zeynelé Yusufé   ağa’nın ölümü sonrası  Kasman’da  babalarının vasiyetini unutan kardeşler  Memil’le, Veli  arazi  kavgasına girişecek  Memilê Taloê  Kasman’dan ayrılıp Badan’a yerleşecekti. Teyzen, Sara’nın kayınpederi  olacak    Hasanê  İbrahimê Taloê’ya hamileyken Behıj’a; ilkbaharda çıkılan  Bingöl dağındaki Kasman yaylasında, Temmuz başında sağılan  sütün  her yıla göre azalmasını   ’bizim  şiwane…çoban Eliye Uso;  hayvanları  istediğimiz yerlere götürüp  otlatamıyoruz onun için  süt azdır.  Hamidiye Alayları,  Cibranlılaın  çobanların bekçisiler, bırakmıyorlar kozıka girelim ’le  açıklayan çobanların şikayetine hal çaresi arayan, her gün yaylalarının  yakınında  geçit töreni yaparcasına mermi sıkarak  geçen, bir keresinde  gasp ettikleri tam 700 koyunu ( inana, inanma sayı doğrudur) kavurma yaparak aşiretlerine ziyafet çeken Cibranlıların, Hamidiye Alayının baskınlarını,  yan yan çadırlada konaklayan   İbrahimé  Taloé’nun  amcasının oğlu    Selimé   Ağaé Mustafaé  komutasında   püskürten ancak  sürülerinin neredeyse tamamının  çalınmasına engelleyemeyen Hormeklilerin ‘Hamidiye atlıları, atmışlar omuzlarına tüfek, mavzer  üç, dört kişi birlikte  gezip duruyor, ne görürlerse alıp götürüyor, talan ediyorlar’  başvurusunda bulundukları   İbrahimé Taloé;  çok önceden de  saldırıların durdurulması amacıyla kirvesi Ermeni  Serop  Vartan’ın  Miran köyündeki evine oğlu Zeynel’le yaptığı ziyarette Serop’un okula giden çocuklarının davranışlarından, heyecanlarından,   İstanbul dışında adını yeni yeni duyduğu ülkelere  gitme heveslerinden  ‘Kirve gel   oğlumuz  Zeynel’i, bizim çocukların gittiği okula gönderelim’  teklifinden etkilenip, heybesinde   peynir, yağ,   yoğurt  hediye götürdüğünde niyetini açıkladığı Gımgım kaim-i makamının  ‘buraya geldiğimden beri bakıyorum Ümmeti Müslüman birbiriyle hep kavgada. Gün geçmiyor siz Hormeklilerin, Cibranlılarla ölümlü vakası olmasın ama Gayrimüslimler, gavurlar,  arasında Müslümanlaraki  gibi  kavga, sürtüşme  olsa da bu kadar değil. Okumaya vermişler çocuklarını, kazandıklarıyla silah almıyorlar, ticaretini yapıyorlar  hayvancılık, ekip biçme, çiftçilik   dışında da  iş tutuyorlar, zanaatkarlar; sanatla uğraşıyor, çocuklarını Osmanlı dışına, uzaklara yolluyorlar.İlimle meşguller, Ümmeti Müslümanın  önündeler.Memnun oldum ben, senin bu düşüncene. Harput’taki okulun müdürü arkadaşımdır, mektup yazarım, oğlunu kabul eder’  telkinleri, yardımıyla  1891 yılında Harput’ta ki yatılı okula kaydettirdiği, eğitimini önemsediği  oğlu  Zeynelé  İbrahimé  Taloé’yu   Gımgım  kaymakamıyla  görüşmeye gönderecekti. Odasına girdiği göreve yeni başlamış kaim-i makama vaziyeti anlatmak,  şikayet dilekçesini sunmak üzereyken, baş köşede oturmuş Cibranlı Mahmut ağanın “ne yapalım, siz Hormeklilerin fermanı Padişahtan efendimizden,  Sultan II. Abdülhamit’den  çıktı”  tepkisiyle  Zeynel’in  kovulması, Osmanlı’dan  ümidini tamamen  kesmelerine  saldırılara kendi  öz  güçleriyle karşılık verme kararını almaları; ‘isyan başlattılar’la İstanbul’a Payitaht’a  Cibranlılar ve diğer aşiretlerce   ihbar edilen  Hormeklilerin  te’dibi için bir alay nizamiye askerinin Gımgım merkeze  gönderilmesi,   baskıların artması, mallarının gaspı, Zengel’li  Mahmuté Ağaé’nın   Kârer’deki   Mehmeté  ikinci  Zeynelé ağayla nişanlı kızı, yeğeni Zozan’ın  ağnam (vergi) adı altında durmadan koyun, zahire topladığı  Hormekli, Lolanlı   halka zülüm eden,  Üstükran nahiye müdürü Hüseyin ağanın oğlu  Hasan tarafından kaçırılması üzerine Hormek ileri gelenlerinden  Selimé   Ağaé’nın;  Caneseran  köyüne geldiğini haber aldığı nahiye  müdürü Hüseyin ağanın  kaldığı eve, gece baskın düzenleyip,   dövdükten sonra silahına,  topladığı vergiye el koyması;  kardeşi   Memilé Taloé’ya   ‘Osmanlı’dan,  Devlet-i Aliyye’den çektiğimiz ortada, dereza Selimi Ağaye, yaptı yapacağını kimseye  sormadan, tek başına yine samanı ateşe verdi, rüzgarın önüne geçti ( Adir Verda simerî ho da vere vayî)  bu çok   yanlıştır. Uskırana (Üstükran)  gidip  derezaya Selime, Talo’nun oğulları olarak karşı durduğumuzu , Hüseyin ağaya söylemek lazımdır. Yoksa yarın, bir gün Hamidiye Alaylarıyla Kasman’ı, Badan’ı, Emeran’ı, Muskan’ı, Zengel’i  basıp  sürülerimize, zahiremize, ambarlarımıza el koyacaklar’ şikayeti   ‘ eree lacé   piyi mi, babam oğlu, İbo şur (kızıl) ! hiç gördün sen,  köpek , köpeğin ayağına basar  (kutık payna lınga kutıki nêdano); bu vakitten  sonra  sen ne yapsan da  Muaviye torunlarının önünü alamazsın. Devlet-i Aliyye’ye    giderler, ecdadımıza isyan ediyorlar diye adımızı çıkartıp  arkalarına idareyi, Divan-ı Hümayunu alır,  dünyayı dar ederler. Ne yapsak olmaz, boşuna gidip de bizi; Evladı Kerbela’yı önlerine küçültme, rezil etme. Hatırlasana,  babam Mustafaya Zeynelin  oğlu Talo ağa ne derdi  ‘bir günlük aslan ol, bir yıllık tilki olma. ‘  Sen,  haberim yoktu desen de, demesen de  olacakları  değiştiremezsin. Zaten  Pircanışlar  Selim’e esip gürlüyorlardır ki bu  mevzu da böyle kalmaz. Müdürün kaldığı evi basmak, ne demek ? bunun hesabını, intikamını illa ki  Hormeklilerden  alırlar. Az bekleyelim, a o komun altın da  epey bir  cephane, mermi vardı ya bir bak bakalım duruyor mu ’ tavsiyesiyle kesilen İbrahimé Taloé , Badan’dan, Kasman’a dönüş yolundayken ; mülazım-ı sani komutasında  bir takım  nizamiye askeri ile Osmanlı’nın Gımgım’ın asayişini emanet ettiği Cibranlı Hamidiye Alayından  200  atlı,  Selimé   Ağaé’yı yakalamak  için  Zengel köyüne hareket edecekti. Cibranlı Teymüranlıları saldırıya katıma için ikna etmiş nahiye müdürünü destekleyen; 1900 yılların iki katlı  taş evli  Gûdêmira köyü Ermenilerinden Sarukxan ailesinin damadı, Ermeni köylerini oğullarını  yerleştirerek  yöneten Kulan’lı Cibranlı Ahmet’le,  yeğeni Hasan’ın   nahiye müdüründen  aldıklarını iade etmesini   istemelerine  ‘hayır’ demiş Selimé Ağaé’nın  hulamından  ‘ Selim ağam der ki Cibranlılar, esker  Zengel yolundadır, zanım odur ki tüm Hormek köylerini basacaklar. Dereza  ma İbrahime Talo,  Kasmanı terk etsin, bir süre  ormanda, dağda saklansınlar. A o amcam oğlu bilir,  ben, düşman karşısında  bir günün Aslanı  olmayı  yüz günün ineği olmaya yeğlerim’  haberini aldığında geri bırakacakları kadınlara, yaşlılara, çocuklara  ‘sırtımızı dereza Selim’e dayayacağız. Hamidiye atlıları, Cibranlılar dewa ma Kasman’a da geleceklerdir. Karşı koymayın, ses çıkarmayın’ tembihinde yanında birkaç  akraba  oğulları Ali, Cindi ve Hasan’la, Şubat ayında yedi metre boyundaki karı zar, zor yararak Bingöl dağı eteklerinde ki K(o)ürtegül mezresinde saklandığı; Zengel’de Selim’in  direnmesini kıramayıp  Gımgım’a   dönüş yolunda – askeri mezreye çekmek için silahın ateşlediği gün gibi ortayken, aşiret içi rivayete göreyse  kaçarken,  kendini yaralayan  askerlere karşılık verdiğinden takip edilen–sülalenin eşkıyalarından Zeynelé Fakié’nin  de sığındığıevi  çeviren askerlerin, içerdekileri dışarıya çıkarmak için,   kapının  önüne yığdıkları otu ateşe vermesiyle, dumandan boğulmamak için; tutukluk yaptığından  duvara çarparak kırdığından mavzersiz, silahsız  kapıya çıkan, cesetlerinin  altında kaldığından kurtulan Ali hariç iki oğluyla birlikte kurşunlarla  delik deşik edilen  İbo şur (kızıl İbrahim) lakaplı İbrahimê Talo öldürülünce, kardeşi Memilê Taloê’yla evlendikten bir süre sonra  doğuracağı; kırkı  çıktıktan sonra, senin  acımasızlık ama oradakilerin normal saydıklarından  komediymişçesine  gülerek anlattıkları  kardeşinin oğlunu, yeğenini  ‘ gelin ! yetiminizi alın götürün’ geri yolladığı   Kortegül  baskınından sağ  kurtulan ağabeyi  Aliê İbrahimê Talo’nun  karısı   Karer’li Aliê Beğ’in  kızı Fidan’ın   Hasanê İbrahimê Taloê’yu  büyüttüğünü; Leylek köyü Sünni  Cibranlı,  Rakkasan Alevi arada 300 metre var, yok  birinde bir kurşun atılsa, diğerinde  anında duyulur, sabah Cibranlıların Rakkasan’a,  akşam Rakkasanlıların  Leylek köyüne saldırdığı vakitte;  Harput’ta ki yatılı okulu bırakarak  baba intikamını almak için döndüğü Kasman’da kurduğu 18 kişilik  çeteyle;  Hormekllerin ya da Alevilerin  köylerinin basıldığını,  talan edildiğini  duyar duymaz iki üç güne kalmadan saldırganların  taşını, taş üstünde bırakmadığından ‘gidin…gidin yarın bunun hesabını sizden soracak’ gözdağlarının ‘olmasaydı  rahat bırakmayacak, yerimizden yurdumuzdan edeceklerdi’ minnetinin kahramanlaştırdığı,  cesaretini anlata, anlata efsaneleştirdikleri; kaldığı, ağırlandığı, saklandığı  evden çıkarken  tahta kapılarına demir uçlu kalemle  Ömer Hayyam’dan

“—

Ezeli sırları ne sen bilirsin ne de ben

Bu muammayı ne sen okuyabilirsin ne de ben

Perde ardında sen ben dedikodusu var amma…

Perde kalktı mı ne sen kalırsın ne de ben…”

—-“

 Pir Sultan’dan

—-

Kısmet verip bizi salan çöllere

Ya eceldir ya didardır ya nasip

Felek bizi saldı özge hallere

Ya eceldir ya didardır ya nasip”

—-“

 Fuzuli’den

—-

Vefa her kimseden ki istedim  ondan cefa gördüm

Kimi kim bîvefa dünyada gördüm bîvefa gördüm

—-“

 bazen de kendine ait

Mehtabını  saklayamayan kamer

Rebî’ül-âhir de bana da siper  olmazdı ey Canan

Sevda-ül kalbini koyduğum makber  olur idi emma

Bulsa idi  beni hakim-i  zâlim“

dörtlükler  yazan  Zeynelé İbrahimé Taloé’nun (Zeynel Efendinin) nam yürüten  eşkıyalığını,  babanın babaannesini,     Behıj’ı araştırırken,   öğrenecektin. a  o dağ köylerinde, gözlerinin önünde, haberleri dahilinde kadınların,  bir mezarın çok görüldüğü  Akçik’in,    Belkıze’nin  başına getirilenler sonrasında ahalinin,köylülerin  hiç bir şey  olmamışçasına koyun sağmaya,  dereden su çekmeye, yemek yapmaya,  ot biçmeye, harman savurmaya    devam  etmelerinde ki;  Zerif’in  evladını öldüren Velié Ağé’ya  kaymaklı, ballı kahvaltı hazırlamasında ki isyansızlığı, sükuneti  nereye koyacağının, mantıklı  açıklama getirmemenin,  anlamdıramamanın çelişkisinde; a a o  suskunluğun, itirazsızlığın nedeni;  yüzyılların öğretisi ‘başın derde girsin istemiyorsan, birinin yanlışını (çire çevt kerda to zana hena nêva mekke ) gördüysen de, biliyorsan da söyleme, sus!  susmasan söylesen ne olacak?  kim seni gaile alacak? sana mı kalmış dürüstlük? Söyledin diye belki  kötü olacaksın? Hayatı cehenneme çevirmek, öldürmek çok kolay,  görmüyor musun? Waye mı,   öldürülürsün !  herkes işine gücüne devam eder,  kimse de  sen öldün diye yas tutmaz, ardına düşmez. Akçik’in yokluğunun ardına kim düştü,  kimse. Her taraf kızını öldürmüş Velié Ağélarla dolu,  sana mı kıymayacaklar? Kimin kapısına   gidersin, kim alır  seni,  herkes birbirinin akrabası…herkes kendine var ’ telkinli  çaresizliği, umutsuzluğu  dağ kadar büyüten korkular ? iki dudak arası  kelamlarına  kaderi düğümlendirilmiş kadına, hayat  bahşettiğine inanan erkeğinin; kocasının, babasının, kardeşinin, oğlunun; arkın yolunu, kavak ağacını kesmeli eften püften mevzular  yüzünden  çıkan aşiret içi ya da aşiretler  arası  çatışmada,  savaşta öldürülebileceği; ekmek pişirdiği, yemek yediği, mala gittiği kumasının, kızının, komşusunun da  boğdurulacağı koşullarda her an karşılaşabilecekleri   ölümün   varlığı mı ? yoksa   psikolojik rahatsızlığı  aşikar  şiddet, taciz uygulayanın ‘ şimdi bu, kaçıp başkasının damına gitmesin,  beni aldatmasın’  anksiyetesinde,  katmerli  kötücülüğe kalkışma olasılığında kıymetsizliklerini anlayıp, yerlerinin hemen doldurulduğunu gördüklerinden; dünyadan,  diğer  ülkelerden, şehirlerden, kasabalardan, köylerden soyutlanmış yalnızca ev damından, mahallesinden, köyünden, kasabasından; ikamet ettikleri yerlerden ibaret çevresinin dışına da çıkmadığından, çıkarılmadığından, moda deyimle sosyalleşemediğinden, başka bir dünyanın, yaşamın varlığını bilmediklerinden, alternatif kılınacak  farklı bir yaşama, bakış açısına  da  rastlayamadıklarından, cehennemden  çıkışın  imkansızlığına inançla ‘ kurtulamayacaksın bu yerden, bu ev damından, bu hayattan. Rahatlık istiyorsan hep sus, her şeye evet de. Bak !  ma, a o gördüğün  bütün bu kadınlar hepsi senin gibi ? Kocandır, hiç olmasa arada gönül alır, altın, para koyar eline. İstese  senden daha güzelini  başına kuma getirir; işini,  temizliğini, yemeğini yaptırır,  ayaklarını yıkatır’ la  kendilerine güvensizliği beslemeleri miydi? bu her an cehennemin yaşatıldığı    endişe ve korkunun imparatorluğunda ki   ortamda,  aynı toprağı paylaştıkları Ermenilerin  tehcirine, mallarına, mülklerine el konuluşuna  tanıklıkta   ‘bu devlet her şeyi yapar, yıkar. Görmedin Ermenilerin başına ne getirdiler? ‘tavanlığında dini, mezhebi,  kökeni, dili farklı Kürt,  Rum, Çerkes,  Alevi, …, …, azınlıklar da ;  tehdit, tehlike  unsuru sayılmalarını önleme  çabasında;  boyun eğmeli, sessizliğe gömülü  ‘hayatta kalma stratejisini’ geliştirip , kadınlar gibi, ( ufacıcık bir   iyiliklerini   yüceltikleri) üzerlerinde  tahakküm kuran, şiddet uygulayan  kimse  ona;  azınlıksa devlete, Zerif, Behıj,   Nazlı,   Selvi;   kadınsa  erkeğe, sıkı sıkıya tutunmaları, sarılmaları karşısında; mucize mi? hep  beklenmeyenden  gelir, ne de olsa. Sadece verilen talimatları  yerine getiren  Bonobo Kanzisi ruh halinde ‘ öyle götün açık gezmeseydin, dediği saatte evde olsaydın…adam aç gelmiş yemek yok’la  benimsemenin ötesine geçip  savunduğu  kendisini zora sokan, zarar veren, üzen koşulları yaratanları sorgulamayarak, minnet duygularıyla baskı kuranın,  ezenin  yanında durmasının “Stockholm sendromu “nun   semptomlarından sayılmasına bakıp eğer  bilimsellikten,  analitik düşünceden, gözlemden, biatçılıktan  fersah fersah   uzak olunmasaydı    ‘dön geriye bir bak  !  her gün her evde, her mekanda her çağda,  cilalı taş devrinde bile herkesin,   her kesimin, her  kökenin, mezhebin, dinin, cinsiyetin,  minnet duygularıyla otoriterlikte sınır tanımayan, horlayıcı   celladına aşıklığını bulursun ki,  Batı’da  ancak 1973 yılında literatüre dahil edilmesinden asırlar öncesi,  (1048-  1131) Ömer Hayyam’ın

“Azrail’ine, Celladına  aşık olmuşsa bir millet

İster ezan dinlet, ister çan dinlet

İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet

Müstahaktır ona her türlü zillet”le

 dile getirdiği  bugün de varlığını artarak sürdüren sosyolojik ve psikolojik durum   çok önceden fark edilebilinseydi belki  Stockholm  değil de  ortaçağ… Ortadoğu,Osmanlı…Türkiye…Gımgım sendromu’yla literatüre kayıt edilecekti   düşüncesi  abesle iştigal midir? Hiç kimse kalkışmasaydı da, en azından sen   ‘gitmediğim yer, götürmediğim doktor kalmadı, bulamadılar  ne olduğunu’  telaşında ’ bulsa, bulsa onlar bulur çareyi dediler, kalktım ta buralara İsviçre’li bilim adamlarının  yanına, sana  geldim  sevgili   Carl Gustav Jung, Jean Piaget  ‘Osmanlı İmparatorluğu ve  Türkiye Cumhuriyetinde hemcinslerine; annelere, kız kardeşlere, gelinlere, …, …, yönelik   erkek ( baba, amca, dayı, abi, koca, … …,)  şiddetine taciz, ve tecavüzüne göz yuman  dünde Konstantinopolisde  İstanbul’da, Ankara’da, Karer’de,  Kasman’da, Badan’da, Muskan’da, Gımgım’da  iftirasına, tacizine dayanmadığından kendini asan onca Hakife ;  kırk günlük bebeğinin  elinden alınmasına susan Behıj,  kocasının, babasını  öldürdüğü çene Alié Mahmuté Nazlı,  kocasının kızı Belkıze’yi , kuması Akçik’i öldürdüğü  Zerif;  bugünde 14 yaşında babasından hamile kalan L.Ş’nin  annesi S.D.A, dedesi babası çıkanı öldürülen üç yaşındaki  Müslüme’nin annesi S.Y ,  dikkatsizliğini bile bile kiraladığı arabayla  kocasının yaptığı  trafik  kazasında  evladını kaybeden Mine Leyla gibi  hayatlarını  alt üst eden vahim olayların sorumlularının  koyunlarına  girmekten vazgeçmeyen,    yanından ayrılmayan  ‘ne yapalım, çocuklarla  nereye gitseydim, kim kabul ederdi beni, çekmekten başka yolum mu vardı’ya sığınan kadınlarla….

,,,,.maddi, manevi   gücü elinde toplamış   kimliğine, kökenine, dinine, siyasi düşüncesine, duygularına, cinsiyetine  kadar  her şeyini takipleyen, gençlerini idam edeni,  işkenceden geçiren, asan, kesen  hak, eşit yurttaşlık  taleplerini acımasızca bastıran hegemonik  devletle  ilişkilerinde ‘sen kalk protesto, boykot et, eylem yap ! hak ettin, devlet bu , ne yapacaktı? Yasasına karşı çıkmana,   bölmene, parçalamana izin mi verecekti? tutuklayacak da , asacak da,  sürecek de, vatandaşın görevi  devletine uymaktır’  söylemli  dayatmacı, faşist  bakış açısıyla ,    olguları,  dünyayı değerlendirip,  başına gelenlerden  kendini suçlama eğiliminde, maruz bırakıldığı hukuksuzlukların, hoyratlığın  azaltması,  olumsuz  yorumlarda bulunulmaması  için  sömürgelerdekilerin, sömürgecilerine Afroların  Amerikaya , Hindistan’ın İngiltere’ye, Cezayirlilerin Fransa’ya hayranlığına benzer tavırdaki azınlıkların,  muhaliflerin  olanı kabullenişleri….

….bireylerin de gözüne girme, memnun etme çabasında  dayak yediği öğretmenine ‘hocammm verin mübarek elinizi öpeyim hocammm’ ;  kocasına  ‘Allah bol kazançlar nasip eylesin…  seni başımızdan eksik etmesin akşama ne yapayım, ne istersin’ ; azarlayan evladına ‘cenabı Allah  zihin açıklığı versin yavrum,  kazadan beladan saklasın’  şükrün de,  katledene, öldürene, dövene, sövene ‘ eyvallah , eksik olma’  medetini ummaları  Saygıdeğer Jung,  Game Of Thrones’ta Ramsey Bolton’un  kendisini hadım eden Theon Greyjoy’a sempati duyduran iyi niyetlilerin   işlerinin, yaşamlarının kötü,  kötülerin  işlerinin, yaşamlarının iyi, yolunda  gitmesi yanında  hep kazanan  olmaları, güzellikten, iyilikten uzak Tanrı,   katliamcı, işkenceci adaletsiz devlet; hırsızlık, yolsuzluk, yağma; zarar verici  eylem için hep üst bir makama sahip  kul  virüslerinin viraliğinin   yiyip,  bitirdiği bireyin tedavisi için  acaba Berlin’de Freud’cuların kapısını da  mı  çalmak lazım?’ söylevine dayanabilirse    ‘acelecilik…tez canlılık hastalığı tanı da  yanlışa sevk edebilir.Bahsettiğin  semptomlar;  tehlikeli  ortamı  yaratanların, şiddeti, tehdidi silah kullanarak  gücü ellerinde topladığını  gördüğünden,  denileni yaparsa kendisine dokunulmayacağını zannettiğinden, hayatta kalma güdüsüyle  kurbanın katiline bağlanması, kulluğui  duyulmamış  bir şey değil ki, halkla yönetenler, kadınla erkek, ebeveynle çocuk,  öğrenciyle öğretmen,  erle komutan,  astla üst arasındaki düşünsel, duygusal ilişkilerde bozukluğu, kopmayı  ve  şiddetin devamını  getiren,  dünyanın her yerinde özellikle de, şimdilerde faşist  argümanlı otoriter devlet yönetimlerinde daha çok  da medeni bağları   kuramamış Ortadoğu toplumunda ölümle ya da başka bir unsur, hapse atma, tutuklama,  korkutmayla genelleştirildiğinden… gelenekselleştirdiğinden psikolojik bozukluk algılanmayan bu travmatikliğin  adının  Türkiye…Gımgım ya da Stockholm sendromu olması,  önemsiz bir detay. Tedavisi  kendini  değerli kılma,  maddi, manevi özgürlükte bireyselleşme, bu  bir sitem değişikliğini gerektirdiğinden,  az gelişmiş ülkeler bu aşamaya çok geç ulaşırlar’ beyanını edecek hocaların hocası Jung’la  diyalogun, herhalde ‘ o vakit Ortadoğu’da, Türkiye’de  sonra ki yüzyıllara sirayetle de  hep  baki  bu sendrom, desenize’  sonlanırdı….

….Jung değilim ama  annene, Zerif’e, Behıj’a, Nazlı’ya, çene Küçükağa’ya, veyvi Selbi, amojın Fatma’ya ‘ya kızını, oğlunu, babasını, kocasını  öldürmüş, dayak atmış, tecavüz etmiş  erkeklerin  koynuna nasıl girmişler?’ le  kızma, sakın  ! asıl  vehamet,  ulaşım aracının  at, kağnı olduğu dağ köylerinde,  gözlerini kırpmadan insan öldüren katillerin yanında, kendilerini haklı  görecek, el uzatacak  tek bir ev damının, sığınacak tek bir  yerin  bulunmadığı, okuma yazma bilmeyen mesleksiz  onca Zerif’in,  Behıj’ın, Nazlı’nın, Heje’nin  başlarının çaresine bakacak  yollar varmış da bakmamışlar gibi düşünmen. Bugünde eğitimli, makamı, mevkisi  ekonomik bağımsızlığını elinde tutan,  o zavallı arkaik dönem kadınlarından çok daha iyi imkanlara sahip kadınların; onlarca Mine Leyla’nın, Ceylan’ın, Zerif’le,  Behıj’la aynı zihniyette, tavırda  buluşmasına  da  şaşma !  Kesinlikle  ‘ailelerin çocuklarına koydukları isimlerle,  dönemler arasındaki alaka   tez konusudur da  (ne alaka şimdi, bunu yazman,  aklıma geldi yazayım dedin değil mi?) derin siyasi mevzulardan, ahkam kesmekten,dünyaya ayar vermekten fırsat bulunmadığından ardına düşecek kimse yoktur. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Mustafa, Kemal, İsmet, Atilla, Kazım, Fevzi, Halide, Latife, Mülkiye, Türkiye;   Yeşilçam’ın popüler zamanlarında   Belgin, Türkan, Fatma, Emel,  Ayşe, Ayhan, Tarık, Kadir, İzzet;  1960 ihtilal öncesi, sonrası Adnan, Celal, Cevdet,  İsmet,  Gürsel, İrfan, Hürriyet, Çağdaş;  12 Mart sonrası, Deniz, Hüseyin, Mahir, Sinan, Taylan, Vedat, Emek, Umut,  Barış,  12 Eylül sonrası Kenan, Eylem, Devrim, Evrim, Özgür, Batuhan, Doğuhan;   AKP İktidarında  İslami kesimin Aleyna, Enes, Ecrin , Eymen, Ela, Tayyip; sekülerlerin  Kemal, Mustafa,  Mert, Yiğit Çağdaş, Asya, Egemen, Emre     döngüsünde siyasi iklime, iktidardaki zihniyete   göre  isimlerinin  gözdeliğinin değiştiği, günün küçük burjuva– trend profili televizyon seyretmeyen, kitap okuyan, köpeğini dışarı çıkarmayı sosyal medyada takılmayı eğlence gören, işkembe çorbasını  kokoreci sevmeyen, genellikle klasik, Rock müzik dinleyen, yazlarını Bodrum’da geçiren–  elitleri dahil herkesin, kendini  bir  gruba dahil etme  çabasında,  köprüyü geçene kadar oldukları değil olmak  zorunda kaldıkları başka  biriymişçesine davrandığı, gösterdiği  ‘bugüne  kadar tanıdıklarım, çıktıklarım, gördüklerim, rastladıklarım, bulduklarım  arasında  en cicisi, en zekisi, en anlayışlısı, en iyi yazanı, çizeni, en en’e sığdırılmayan her şey gibi “ ilk” , “ buldumcuk” olma şokuyla  vıcık vıcık  “aşkııım”, “bebeğim, “cicim”le  seslenilen, ofistekiler, etraftakiler çatlasınlar işte,   cam  fanus içinde 7  kırmızı  gül, su damlası kolyeler, telefonlar vs vs..  gönderilmesini sağlama, böylece  kendini  mutlu, şanslı hissetme  aktiviteleriyle de  abartıldıkça abartılan  –  kışın dağ başında, ovada  ya da başka bir yerde mahsur kaldığında soğuğun etkisinde  donuyorsundur,  yürümek, hareket  değil uyumak tatlı gelir de öldüğünün farkında değilsindir  ya  onun gibi–  kişiliğin, karakterin  analiz edilmediği birliktelikler   evlilikle taçlandığı âna dek aynı mekanda  partnerle  yaşanmadığından dikkat çekmeyen ‘sevgiliyken hoşuna giden   kıyafetlerim  birden tu  kaka oldu.Babama tahammül edemezken adam bildiğin pis ; 3 günde bir, o da benim zorumla banyoya giren, çamaşır değiştirmeyen, parmağıyla dişlerini temizleyen,  yemek, tuvalet sonrası  elini yıkamayan biri çıktı? Bir de evi kim kirletti de temizliyorsun demiyor mu? dahası ben bunun kirliliğini  nasıl fark edemedim ??? işsiz kaldı,  işe gir’ dedikçe, adam  ben 35 yaşımdan sonra el kapısında çalışamam, onun bunun ağzının kokusunu çekmem  diyor. Benim maaşımdan başka eve üç kuruş para girmiyor , arada  3-5 kuruş ailesinden alıp getiriyor ama  neye yeter, ancak  kredi kartlarını kapatıyor’ pişmanlığına takılı Türkiyeli  kadınların; sonrakine muhataplığa kadar, tekrarı  ihtimalini  bilinç altına ittikleri şiddeti, eziyeti, dayağı  ‘ annemi döven üstüne küsen babam  yazık adamcağız bir şey yemeden yattı diye    üzülen  annem’; ‘  sabah Azer,  Selim akşam dövdü beni dedi, mesai bitimine   doğru  makyajımı  tazeleyeyim eve gidince de güzel bir sofra kurayım’la   içselleştirmeleriyle;  zorbalık yaparım, çalarım çırparım, eserim gürlerim  sonunda da Affedilirim ey halkım ! ey ailem  neden bir kez daha  bana  övgüler döşemiyor, mükemmelliğimi alkışlamıyorsun? egosu da şişirilen erkeği  baskın   Türkiye…Gımgım sendromunun kalıcılığını görmen seni de; kapitalizme  muhaliflerin, devrimcilerin ‘biz onlar için mücadele ederken meğer millet  keyfindeymiş,   herkes olup  işime, gücüme bakacağım’  yanına   taşıyacak   noktanın  yanına üç nokta koymalarının sebebiydi de….

….ayrıca,  bırak katillerle yaşamayı, onlara hizmet etmeyi Proust amcanın  Sodom ve Gomorra’da ‘ …ama henüz taze olan bir kederin ortasında bile fiziksel arzu yeniden doğar. Bir çocuklarını kaybetmiş olan  çiftlerin, üstelik de ölümün olduğu odada,  kısa bir süre sonra birbirlerine sarılarak kaybettikleri çocuğa bir kardeş yaptıkları vaki değil midir?’le altı çizilen insan ruhunun “gel, git”li  karmaşıklığının sonucu  çoğu kişinin  kabullenmeyeceği ama arzunun itekleyiciliğinde gelişen eylemlerdeki  acımasızlıklar, gaddarlıklarla yüzleşmeyi yüzyıllardır ertelemiş ataların,  kuşakların torunlarından  merhamet, vicdan, adalet  beklenemez diyordum ki,  Ankara’da, yağmur öncesi  okşayıcı, ılık  bir  hava,  içten  kelimeler  bulmanın zorluğunda ‘ orda olup pencereden  yağmur  damlalarının  göle düşüşünü izleseydim’ hasretinde, sana da  anlatmak istiyorum benim sevdasız, sevdalı  şairim; Merkez binasının  da bulunduğu hala kesilmemiş ama yaşlanmış anıtsal çınarın altında  İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ileri gelenlerinin Meşrutiyet fikrini tartıştıkları, Arnavut kaldırımlı daracık sokaklarında, elma, ceviz  ağaçları dolu bir bahçenin ortasında, balkonundan çiçekler sarkan beyaz taş evlerine  ‘ böyle bir evim olsaydı başka bir şey istemezdim’   duygusunda paçozların Bodrumuna, Egeye, Güneye,  Kuzeye gidildiğinde yemek; otel, pansiyon, kiralık ev, falan filan derken  harcadığın   paranın üçte birini  harcayıp  ‘bu yemeği Bodrumda yeseydik 10.000. TL. den aşağıya çıkamazdık’ sitemine dükkanlarında Ülker, Torku ürünlerini gördüğünde  ‘ayyy nereye gitsek  bu dincilerden, İslamcılardan  kurtuluş yok arkadaş’  düşmanlığını  ülke sınırlarına taşıran satıcının  boynundaki  hacı  gösterip ‘boş ver sen şimdi dini, mini.Yaşasın,  insanlarda  din, iman bırakmayan paragöz, kapitalizm ! Hem dikkat ettin mi  insanların  karakterleri,  davranışları, nezaketleri, huyları memleketine, iklimine  göre  nasıl fark ediyorsa  aynı durum hayvanlar içinde geçerli. Bizim memlekettekiler bırakmazlar yürüyelim, parçalayacakmışçasına havlarlar, hırçınlar, bunların sokak köpekleri  gözümüzün içine ‘sev beni’ dercesine sevimli sevimli bakıyor, kuyruklarını sallıyorlar’ laf  yetiştirmesi, Makedon güneşi altında  Arnavutluk’un “mavi incisine” dalarak,  rüzgarın getirdiği iyot kokusuyla  Balkanları içine çektiğinde,  Milcho Manchevski’nin  “her çember yuvarlak değildir” cümlesiyle başlayan “Before The Rain” filminde  Anastasia “ Pass Over “  çalarken telefonda, akşam karanlığında kıyısındaki  bir otele yerleşip, sabah perdeler açıldığında karşılaşılan manzaranın “Tanrı cenneti yaratırken bir damlasını yeryüzüne düşürmüş , o damla Ohrid’miş” efsanesini  doğrulatan kıpırtısız duruluğunda,  deniz seviyesinden 700 metre yükseklikte dik yokuşunda soluklandığında, senin gibi Çar Samuel Kalesinin inşaatında kullanmak için taşları, kayaları  tepeye taşıyan  emekçilere  ahhh Ohrid  dedirtmiş,   Emeran’ da gökyüzünün maviliklerinde süzülen Nare’nin beyaz kuşu    belki de,  bıraktığı kalbini geri almaya buraya Ohrid ‘e  gelecektir,  bekle!

Gülsen FEROĞLU

You may also like