Ay Gidiyor, Güllerim Kanıyor

Gülsen Feroğlu

Mart’ın baharın, Haziran’ın yazın haberciliğinden, kışın başlangıcı mevsim anılmaktan Aralık’ta mı bıktı nedir nazlanarak yağdırırken karı, son dakikaların inadına geçmediği mesai bitmek üzeredir.

İnsanlarda yapabilseydiyle imrendiğiniz güncelleşmesini tamamlayan bilgisayarı kapatır, dağılmış dosyaları toparlarsınız.

Nihayet, yeni yıla nasıl girersen öyle geçer zorlamasında aylar önce başlayan yılbaşında ne yapıyorsun, neredesine muhataplığın sona erişinin dinginleştirdiği ruh halinizle sokaklardasınızdır. “Son biletler bunlar, yılbaşı..” sesine karışan çocuk, korna sesleri.

Çarpıyor biri, ne özür, ne başka bir şey geçip gidiyor, alışkanlığınızda garipsemez kayan çantanızı düzeltirsiniz. Billboardlarda mutlu yıllar yazıları, vazoya yerleştirirken dikenlerinin mutlaka parmaklarınıza batacağı yılbaşı çiçekleri, sezon ne zaman başladı da bittiyor dedirtecek daimi indirim afişlerinin göz alıcılığındaki mağazalar.

İçinizde uktedir de o yüzden mi takılı kalmıştır bakışlarınız; su saatini donduran, pencerelerden akın eden ayazdan, sobada ısıtılmış tuğlalarla korunduğunuz, sana yağı, salça sürülmüş ekmekle karnınızı doyurduğunuz evinize, hediyelerle dolu torbasıyla uğramayan vitrindeki Noel Baba’ya.

Hani, dışarıda tane tane yağarken kar, şöminenin sıcaklığında, Noel ağacının altına konulmuş renk renk kurdeleli paketleri açanların seyredildiği filmlerin özentisinde, hiç mi gelmedi şaşkınlığını hiç’le, çam ağacınız var mıydı’yı, hayır’la yanıtlarken, onun için gelmemiştirle yıllar sonra haklı çıkarmıştır ya Noel Baba’yı yeğeniniz, evladınız, çocukluklarının hatırına size de mi susmak kalmıştır?

Kutlar mıydık yılbaşını yoksa bedeninden büyük revizyonizmi, oportünizmi, kesintili, kesintisiz devrimi tartışan, elden ele dolaşan best seller Felsefenin Temel İlkelerini hatmeden, madde, ide, materyalizm, diyalektik arasında alt üst olan gencecik dimağ, burjuvazinin mallarını o günü bahane ederek bindirilmiş fiyatlarla satma aldatmacası sayıp, protestoladığından geçer giderdi de hatırlamaz mıydık?

Ya da yılbaşı balolarından uzak, halden, mahalle bakkalından alınan leblebisi bol kuruyemişli, meyveli, sarmalı, börekli sofralarda kutlanan yılbaşından akılda yer eden, amortiyi dahi çok gören talih kuşuna ebeveynlerin küskünlüğümüydü?

Işıklı caddelerde karmaşık duygularla yürürken, önce haberini sonra da görüntüsünü prime time yetiştirecek yabancısı olmadığınız gücün, kabuk bağlayan ama iyileşemeyen yaraları kanatacak deja vu’sundan habersizsinizdir.

O güçle kurgulanan darbeli yıllarda, ülkenin sürekli ekonomik, siyasal kaosta debelenmesinin temelini hayatlarına tecavüz edilenlerin üzerine basarak atacakların, bir günde Başbakan, Bakan, Müsteşar, Yönetim Kurulu Üyesi, ….., atanacakların sevinç çığlıklarının bastıracağı, kapıları dipçiklenen, etrafı cemselerle çevrilen evlerden yükselen figanlar hala kulaklarınızdadır.

Bütün insanlara jokersiz ölene kadar zaman veren hayatta, kontrolünüz dışında yaşatılanlar, haksızlıklar karşısında bir gün yaptıklarından utanırlar, bir gün hesap verirlerle, o asla gelmeyecekmiş gibi gözüken bir günü yaşayamayınca, zamana bırak, zaman yaraları saracak tek ilaçtır’la avutulmuşsunuzdur.

Oysa olan bitenler öylece kala kalmıştır o zaman diliminde. Anımsatacak her olayda, bir dokunuşta depreşecek acılarınız daha bir derin, daha bir kahrediciyken, elinize tutuşturulan hayatın zamana bırakılmış bakiyesidir.

Yılbaşına on sekiz gün kala cellâtların elinde son mektubuna “o kadar aşağılık, o kadar canice şeyler gördüm ki bu günlerde yaşamak bir işkence haline dönüştü”yü yazarak başlayanla, adlarını sayamayacağınız onlarca insan vatanınızda asılmışken, servislenen idam görüntüleri, yaralarınızın içinden geçemeyen zamana bırakılan zalimlikte yaşananın, yaşananda insanın değişmediğini mi anlatacaktır.

Aynı son, idamı paylaşacağı yoldaşlarının mezarına ”….. ölmez”le karanfiller bırakanların ardından bir demet karanfil koyacağın bulunmayacağı o yıllar yaşanmamışçasına, savunacakları hafıza kaybının erdemliğinde, tarihsel utançlarını yok ettiklerini sananların “Amerika istedi, Saddam’ı astılar”ı ok olup saplanacaktır yüreğinize. Medeniyetle barbarlık arasında gidip gelen zihinlerin derhal, ağ bağlantıları kurup idamda vahşeti ülkelerine yakıştırmalarıyla, “hepimizi Saddam’cı yaptılar”ı, hançerdir, delip geçecektir göğsünüzü.

Üç yüz altmış beşinci günün bitmesine dakikalar varken, Auschwitz, Dachau kampları, gecelik yasalarla kalem kıran hukukçular, işkencenin en güzel resimlerini yapacaklar her ülkeye mi lazımdır düşüncesi beyninizi kemirir, büyük bir anlamsızlık hissiyle daralırken içiniz, ne saniyeler, ne şarkılar, ne kadehler, ne sevdikleriniz boğazınızdaki kördüğümü çözebilecektir. Sanki bir filmin karesinde, kişisel döngüleri umursamayan zamanı, umursamadığınız zamanlarınızın belki de yollarınızın hiç kesişmediği tanıdık yüzleriyle bir aradasınızdır.

Demek, yıllarca gözünüzde canlandırmaktan kaçındığınız idam ettirilmek buymuş. Demek, az sonra öldüreceklerini bile bile paltonuzu giydirirlermiş.

Demek, hayatınızı yitireceğiniz darağacına, boynunuza geçirilecek ilmiğe şöyle bir bakar, istenciniz dışında sararırmışsınız.

Demek, korku eşiği atlandığından kaybedilecek tek şeyin direngenlik, onur olduğunun bilincinde titrenmezmiş. Demek, insanlık suçu işleyen, başka bir insanlık suçuyla, legal cinayet idamla cezalandırılınca, insanlığınızdan utanırmışsınız.

Demek, bir ülkede idam cezası kalktığında hukukta hayat boşuna parıldamazmış.

Demek ki, ahlak, hukuk, kural tanımadan kurşuna dizmek, idam, kimyasal silah kullanmakla karşıtını izole edenler, gerçekle bağı kopardıklarından sonsuzluğuna inanacakları iktidarlarında, halkını canından bezdirip, bir zamanlar kendilerini destekleyen gücün yenilediği stratejisine uygun hale getirerek, kendileriyle birlikte ülkelerinin felaketini de hazırlarlarmış.

Sürdürülebilir az gelişmişlik batağında güce tapınmaya endeksli kısasa kısas, benim diktatörüm, katilim iyidirin yaşam felsefesi yaptırıldığı dünyanın kanayan kazanındakilere, layık görülen ilerlemeyse kayıt yapan cep telefonları, idam sehpasının yerini alan manivelalı düzenekmiş.

Yıl geçer, havai fişekler patlar, ışıl ışıl cümbüştür gökyüzü. Ay, sessizce uzaklaşırken hep, tarihe tanıklık ettirildiğinizden hazır kıtadır ya gözyaşlarınız, kanayan güllerinizle ağlarsınız, ağlarsınız. Taşıyamam sanırsınız geleni.

Yeni günün sabahında, yatmadan ne kadar toplamaya çalışırsanız çalışın odalarda çerez, yemek kırıntıları. Karşınızdaki marketin açılmayan kapısına, tek tük erkeklerin dolaştığı boş sokağa bakarsınız.

Bir önceki yılın başında umutlarının yüklendiği, ondan bire doğru geriye sayılarak coşkuyla kovulan yıl, artık yoktur. Fark edemediğinizse yılda geçen asıl, sizsinizdir.

Yıllar geçer, 2006, 2007, 2008, …., Aralık Ocak olur, saat 00.00’da süslenmiş dünya balkabağına dönüşürken, sizi asla terk etmeyecek sadakatli sevgiliniz hayat yine yanı başınızdadır.

Ve yine, hep bir şeyler eksik kalmıştır.

Vaat edilmemiş yarınlarda istemezseniz egemenlerin yerinize, lekesiz gelecekte barış istemeyecekleri dünya da böyle bir yerdir işte.

Gülsen FEROĞLU
08.01.2007  

You may also like

Yorum Bırak